Azizm Sanat E-Dergi Şubat 2014 Sayı 74
Dosya: Ekoloji ve Sanat
Söyleşi: Mark Nelson
Film Eleştirileri:
12 Yıllık Esaret, Para Avcısı, Lego Filmi, Mahkum, Kardeş 1 ve1 2
Genel Yayın Yönetmenleri Onur Keşaplı Selin Süar
Yayın Kurulu Can Önen Fırat Tunabay Gökhan Baykal Osman Bahar Özgür Keşaplı Didrickson
Ön Kapak: Prensen Mononoke (1997) – Hayao Miyazaki Arka Kapak: Giverny'deki Japon Köprüsü (1926) – Claude Monet azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
2
Editörden Matematiksel olarak imkansızlığı ispatlanmış olsa da hala her fırsatta birkaç milyar ağaç diktiğini iddia ederek "yeşil sevdalısı" olduğunu kanıtlamaya çalışan egemen zihniyetin, geçtiğimiz Haziranda üç-beş ağaç yüzünden halk tarafından yaşayan ölüye dönüştürülmesi, çevre ve doğayla etkileşim konusunda yeni sayfalar açtı. Gerici iktidarın yıkıcı politikaları, çevreye ve toprağına duyarlı, benliğini bu yıkıma karşı koyacak denli gözüpek bir toplum inşasına yaradı denilebilir. Artık nükleer, termik ve benzeri santral yapımlarında kafalarına estiği gibi hareket edebilme güdüleri püskürtülmüş durumda. HES'ler ise başlarına bela oldu dense yeridir. Toplumsal bilincin uyanışı ve boyun eğmeyişi, çevreci politikaları marjinal olmaktan çıkarıp yaşamın ve direnişin merkezine oturttu. Böylesi bir atmosferde, verili toplumsal bilinci yükseltmek, yeni ve ilerici bir zihniyet inşa etmek ayrı bir önem kazanıyor. Bu doğrultuyla hareket ederek oluşturduğumuz "ekoloji ve sanat" dosyası, hem biyolojinin dünyamız açısından en önemli birimine dair bilgiler içererek gündelik alışkanlıklarımızı dönüştürecek kıvılcımı çakmak, hem de doğadan beslenecek sanatın yaratım gücüne dair bir önizlenim oluşturmak amacını taşıyor. Dosyamızda, ekoloji dalı ışığında gerçekleştirilmiş belki de en büyük çalışma olan Biyosfer 2 üzerine bir makale ve bu çalışmaya bizzat öncülük etmiş dünyaca ünlü bilimci Mark Nelson ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi yer alıyor. Aynı zamanda Sol Gazetesi köşe yazarı olan yayın kurulu üyemiz, Uzman Biyolog Özgür Keşaplı Didrickson ise bir deneme ve öyküyle ekoloji ve sanat arasına güçlü bir düğüm atıyor.
Bu ay sinema yazılarımız ise ulusal ve uluslararası ölçekte festival ve ödül törenlerinin kızıştırdığı gündemi karşılayan geniş bir yelpazede. Yılın güçlü yapıtlarından "Tutsak/Prisoners", "Para Avcısı/Wolf of Wall Street", "12 Yıllık Esaret/12 Years a Slave" ve "Lego Filmi/Lego Movie" üzerine ezber bozucu, derinlemesine eleştirilerimizle birlikte sinema tarihinin en radikal yaratıcısı Dziga Vertov'u 3
ölümünün 60. yılında anarken "Sinema ve Erkeklik" yazı dizimizin son bölümünde sosyalizm sonrası Rusya'daki çözülme üzerine kapsamlı bir makale E-Dergide yer alıyor. Şiir, deneme, öykü ve mektup türündeki çalışmalarının yanısıra bir modernist deneyim olarak Bauhaus üzerine bir makale de Azizm'de. Yaşanılabilir bir dünya için, sanatla kalın dostlar...
Azizm'in Notu: Önümüzdeki ay dosya olarak “Cinsiyet” kavramını işleyeceğimiz Azizm Sanat E-Dergi Mart sayısı için öncelikle dosya kapsamında olmak üzere dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, resim, video ve fotoğrafı 3 Mart tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
4
İçindekiler
Ekoloji Üzerine - Selen Kaynar
s. 6
Suni Kapalı Minyatür Dünya: “Biyosfer 2” - Fırat Tunabay
s. 8
Söyleşi: Mark Nelson
s. 12
Ava Çıkan Açlık - Özgür Keşaplı Didrickson
s. 18
Sürdürülebilir Mimarlık - Merve Beker
s. 21
Sessiz - Özgür Keşaplı Didrickson
s. 31
Geç Kapitalizmin Tutsakları - Selin Süar, Onur Keşaplı
s. 34
Bir Oscar Projesi Olarak "12 Yıllık Esarer" - Onur Keşaplı, Selin Süar
s. 39
Sinema ve Erkeklik 5: Yeni Rusya sinemasında bir fantezi: ‘ahlakçı erkek kahraman’ - Can Önen
s. 43
Wall Street'in Kurtları - Onur Keşaplı, Selin Süar
s. 65
"Lego Filmi" ve Hayalgücünün Yitimi - Onur Keşaplı
s. 69
Habersiz Yakalanan Hayatın Sineması: Dziga Vertov - Selin Süar
s. 73
Bauhaus’un Başardıkları ve Başaramadıkları - Derviş Ergün
s. 77
"Şu Çılgın Türkler" (şiir) - T. Ayhan Çıkın
s. 83
Hallaç: Bir A'nın Mektubu - Abdullah Rıdvan Can
s. 84
Hey Sen! Ne Yapmak İstiyorsun Bu Hayatta? - Nur Gözde Yılmaz
s. 100
5
Ekoloji Üzerine Selen Kaynar Ekoloji 20.yy.’dan önce ayrı bir bilim olarak ele alınmazken biyoloji, antropoloji gibi alanlarda oluşan gelişmeler ve ilerlemeler ile birlikte, bitki ve hayvan fizyologlarının çalışmaları sayesinde modern anlamda gelişme göstermiştir diyebiliriz. Ekoloji kavramı ilk kez, Alman zoolog Ernst Haecel tarafından 1868 yılında kullanılmıştır. Haecel ekolojiyi, hayvanların organik ve inorganik çevreleri ile ilişkilerini inceleyen bilim dalı olarak tanımlamıştır. 1926 yılında Arthur George Tansley, ekoloji kavramının kapsamını değiştirerek organizmaların (canlıların), doğal yaşama yerlerindeki fonksiyonlarını inceleyen bilim dalı olarak ifade etmiştir.
Bugün ise ekoloji, canlıların birbirleri ve çevreleri ile olan karşılıklı ilişkilerini inceleyen canlı ve cansız tüm organizmaları kapsayan bir bilim dalıdır. Canlı-cansız tüm organizmaları içinde barındırmasından dolayı, Yunanca ev anlamına oikos ve bilim anlamına gelen logos kelimelerinden türetilmiştir. Belli bir canlı türüne veya belli bir soruna dayalı sistem olmaktan ziyade bütün canlılar üzerinde ortak etkiye neden olabilen konuları kapsamaktadır.
Thomas Malthus’un nüfus artışı ile yeryüzündeki besin kaynakları arasında oluşacak olan dengesizliğe dikkat çekmesi, 19.yy.’da ekolojinin kendi içinde incelenebilecek yeni çalışma alanlarına kapı açmıştır. Bunlardan birkaçını açıklayalım:
Biyocoğrafya; ekolojinin bitki ve hayvanların yeryüzündeki dağılımını inceleyen alanıdır. Limnoloji; iç suların canlı ve cansız öğelerini inceleyen alandır, Oseonografi; okyanus ve deniz ekosistemlerinin biyotik ve fiziki koşullarını inceleyen alandır. Görüldüğü gibi ekoloji, belli bir canlı türüyle veya sistem içindeki belli bir durumla ilgilenmek yerine, organizmaların ekolojik konumlarını bütünsel olarak ele alır. 6
Canlılar biyolojik olarak sınıflandırıldığında her bölüm arasında keskin sınırlar yerine sürekli etkileşim halinde olan bir zincir oluşmaktadır. Ekolojinin organizmaları bütünsel ele almasının nedeninin bu geçişkenlik olduğunu söyleyebiliriz.
Ekosistemde canlı ve cansız gruplar arasında bir denge vardır. Bir canlı grubunun zarar görmesi veya yok olması demek, bütün ekosistemin dengesinin bozulması ve diğer canlıların bu durumdan olumsuz etkilenmesi demektir. Bu sistemin zarar görmesi çok sayıda canlı türünün ciddi sorunlarla karşılaşması anlamına gelmektedir. Ekosistemin ana işlevi, canlı varlıkların yaşamsal aktivitelerini sürdürmeleri için gerekli olan ortam sunmaktır. Su kaynaklarının tüketilmesi, bitki örtüsünün zarar görmesi sistemin sağlıklı işleyişini bozan durumlardır. Fakat bu ortam, bilinçli bir neden-sonuca dayalı bir sistem değildir, işleyişin doğal bir sonucudur.
Bu dengenin bozulmasındaki en önemli etken, şüphesiz kapitalist sistemlerin üretmek yerine salt tüketmeye ve kar etmeye odaklanmasıdır. Doğayı tüketim nesnesi olarak gören kapitalizm, tüketilen şeylerin yenilenebilir olup olmadığını önemsemez; ona bir metaymış gibi yönelir. Nükleer santraller, sit alanlarını HES inşaatlarına dâhil etmeleri, 3. köprülerin yapılmasıyla doğanın yok edilmesi, bizi geri dönülemez problemler ile karşı karşıya bırakmaktadır. Doğanın zehirlenmesi ile ortaya çıkan iklim dengesizlikleri birçok canlı türünü etkilemiş olmakla beraber, tarımda üretimi arttırmak için kullanılan ilaçlar masalarımıza kadar gelmiştir ve endüstriyel atıklar yüzünden kuş gribi, domuz gribi gibi çeşitli hastalıklar ortaya çıkmıştır.
7
Suni Kapalı Minyatür Dünya: “Biyosfer 2” Fırat Tunabay
Hepimizin bildiği gibi Biyosfer, Dünyada canlıların yaşadığı, sürekli enerji ve besin alışverişinin gerçekleştiği, “canlı yüzey” olarakta adlandırılan 16-20 km kalınlığında tabakaya verilen isimdir. Biyosfer 1 kısaca dünyamız olarak tanımlanırken peki Biyosfer 2'yi hiç duydunuz mu? Küresel ekoloji çalışmaları yapmak için Dünya'da inşa edilen en önemli ve en büyük labaratuar 1,28 hektar büyüklüğü ile Biyosfer 2 projesidir. Yapımı 1987-1991 yılları arasında süren ve John Polk Allen öncülüğünde Arizona'da gerçekleştirilen Biyosfer 2'nin bir diğer özelliği altyapısız mimariye sahip dünyanın hava geçirmez bir minyatürü niteliğinde olmasıdır. Çelik ve cam kullanılarak yapılan Biyosfer 2'de bağımsız bir boru sistemi kurularak ısıtma ve soğutma sağlanmıştır.
Dünyada şuana kadar yapılan en büyük ekolojik proje olan Biyosfer 2'de kapalı bir sistemde kendiliğinden işleyen su, oksijen ve azot çevrimi gibi mekanizmaların aynı yeryüzünde olduğu gibi yaşama kaynaklık eden bir ekosistem kurulması hedeflenmiştir. İçerisinde 1.900 metrekare kendine ait yağmur ormanı, 850 metrekare okyanus, mercan resifli plajı, 1.300 metrekarelik savan otlak, bir ova, bataklık, 1.400 metrekarelik çöl ve 2.500 metrekarelik organik tarım çiftliği bulunan bu kapalı sistemde 8 kişi 2 yıl boyunca dışardan hiçbir destek almadan bütün besin maddelerini yapının içinde kendileri üreterek yaşamışlardır. Bu deneyim dünya bilim 8
çevrelerinin büyük ilgisini çekmiştir. Farklı boyutlarla değerlendirilen Biyosfer 2 uzay çalışmaları yapan çevrelerce, Ay'da ve Mars'ta insanlı istasyonların kurulmasına hazırlık yapıldığı şeklinde nitelendirilmiştir. Bu yoğun ilginin sonucunda da medya'da ve kamuoyunda birçok dedikodunun ortaya çıkma durumu yaşanmıştır. Hatta bazı gazeteci ve bilim adamı Biyosfer 2'yi ve oluşturanları itibarsızlaştırmak için karınca ve çekirgelerin yapıyı bastığı iddasını ortaya atmışlardır.
1995 yılında, Columbia
Üniversitesi Biyosfer 2'yi araştırma tesisi ve kampüs olarak yönetimini aldı. 2007 yılında ise Arizona Üniversitesi Biyosfer 2 ile ilgilendiğini açıkladı ve sonunda 2011 yılında Biyosfer 2'nin tam sahipliğini aldı.
1991-1993 yılları arasında Biyosfer 2'de yaşayan 8 kişiden biri de Mark Nelson. Biyosfer 2 projesinde yönetici ve katılımcı olarak yer almıştır. Biyosfer 2 içinde geçirdiği 2 sene boyunca iyileştirilmiş sulak alan, kanalizasyon sistemi ve sürdürülebilir tarım sistemi üzerinde projeler oluşturarak tropikal canlı topluluklarını, biyoçeşitlilk yükselişini ve canlı nüfus dinamikleri üzerine araştırmalar yapmıştır. Mark Nelson, Biyosfer 2 deneyimi ve Türkiye izlenimleri hakkında röportaj isteğimizi kırmadı. İlerleyen sayfalardaki söyleşiden önce Mark Nelson'ı biraz tanıyalım.
9
Mark Nelson, kar amacı gütmeyen organizasyon Institute of Ecotechnics'in kurucu yöneticisidir.(www.ecotechnics.edu) Kapalı ekolojik sistemlerde uzun dönem araştırmalar yapan Nelson, zarar görmüş ekosistemlerin onarımında, kurak alan tarım bölgeleri ve atık suların geri dönüşümü konuları üzerinde çalışmaları bulunmaktadır. 1970'lerin başında Santa-Fe'nin çöl ve çalılık alanlarına 1000'lerce meyve ve rüzgar kesen ağaçlar dikmiştir. Tonlarca compost(çürümüş organik gübre) uygulayarak aynı bölgede bir vaha oluşturmuştur. 1978 yılından günümüze Batı Avustralya'nın yarı kurak alanlarında bozkırların yenilendirilip iyileştirme projeleri hayata geçirmiştir.
10
Birçok projede biyomların yani biyosferin aynı iklim koşullarında ve aynı bitki örtüsünün egemen olduğu çok geniş bölümlerinin araştırılıp ortaya konulmasında danışmanlık yapmıştır. Özellikle yeni ekolojik bir yaklaşım olan atık suların geri dönüşümünde ve temizlenip kullanıma uygun hale getirilmesinde öncülük yapmıştır. 1996'dan beri Waste Water Gardens ile yüzeyin altında yüksek biyoçeşitlilik oluşturarak 90'dan fazla sistemi Meksika, Belize, Bali, Endonezya, Batı Avustralya, Fransa, İspanya, Portekiz, Polonya, Bahamalar, Filipinler, Cezayir ve Amerika'da oluşturmuştur. (www.wastewatergardens.com) Türkçeye çevirilen hiçbir eseri bulunmamakla birlikte Life Under Glass ve Space Biopheres başta olmak üzere birçok kitabı ve makaleleri vardır.
11
Söyleşi: Mark Nelson Biyosfer 2 ve yazdığınız kitaplar Türkçe’ye çevrilmediği için Biyosfer 2 ve sizin oradaki deneyimleriniz hakkında bilgilerimiz çok sınırlı. Bizlere Biyosfer 2 ve Biyosfer 2'deki deneyimlerinizden söz edebilir misiniz? Biyosfer 2`deyken en büyük zorluğu ne zaman yaşadınız?
Oksijen seviyesi aniden %14’e düştüğünde (bu durum 16 aylık süre içinde oluştuğu için bir dağa çok yavaş çıkmaya benziyordu) ve özellikle ilk yıl çok düşük kalorili beslenme planı yüzünden, sıklıkla kendimizi aç hissetmemize rağmen oldukça sağlıklıydık.
Biyosfer 2 projesinde amacınıza ulaşabildiniz mi?
Evet, işte başardığımız şeylerden bazıları şu şekilde sıralanabilir: ‘‘sürprizler’’
1. Çöl,
chapparal (Amerika'nın çeşitli bölgelerinde yer alan Akdeniz
coğrafyasındaki makiye benzeyen bir bir bitki örtüsü) ekolojisine dönüşmeye başladı çünkü nem oranı orijinal türün uygun oranına ulaşmıştı.
2. Yağmur ormanı öyle hızlı büyüdü ki ilk nesil öncü türlerimizin bu dönüşüm sırasında kesilmesi gerekti- başta ufak ağaçken boyları 10 metreyi aşmıştı. Bu gelişmeler yani ekolojinin kendi kendini organize etmesi bilgimize çok şey kattı.
12
3. Oksijen miktarındaki beklenmeyen düşüş Biyosfer 2’nin yalıtımının inanılmaz derece sıkı ve atmosferik değişim oranının düşük olduğunu göstermiş oldu. Yoksa bir biyosferik sistemde ayda % ¼ “lük bir düşüşü ve aynı zamanda teknolojik ve biyolojik tüm elementlerin birbiriyle etkileşimini görmezdik.
4. Pek çok şeyin tahmin ettiğimiz gibi işlediğini söyleyebilirim. Tahmin edemediklerimizden de çok şey öğrendik.
Biyosfer 2’nin küresel iklim değişimi ve diğer güncel ekolojik konularla ilişkisi 1. Görev Kontrol merkezinde çalışanlar ve proje ekibi atmosferi çok yakından takip ederek karbondioksitin yükselme ve alçalmasını frenleyip kabul edilir seviyelerde tuttular. Bu, insanın atmosfere etkisini sınırlayacak küresel çapta eylem için iyi bir model sunmuş oldu.
2. Biyosferde yaşayanlar biyomlardaki tür çeşitliliğini korumak için gerekirse müdahele eden temel belirleyici konumundaydılar
3. Çevreyi kirletmeyen tarımın çok verimli olabileceğinin gösterilmesiyle – Bio 2’nin böcek ilacı, ot ilacı ve kimyasal gübre içermeyen, 2023m2 boyutundaki tarlası dünyanın en verimli tarlası seçilmiştir- sürdürülebilir tarım için bir model ortaya çıktı. 4. Modern insan teknolojisinin yaşam ve küresel biyosfer üzerindeki olumsuz etkisinin aksine Biyosfer 2’de yaşamdan sorumlu bir teknosfer inşa edilmesi ve teknosferle biyosferin uyumlu olması.
5. Biyosfer 2 aynı zamanda insan etkinliğinin sınırlarını da gösterdi. İnsanlar için bir yaşam alanı ve bir çiftlik vardı. Biyosferin geri kalanı ise insanların yalnızca
13
sistemin sağlığı ve biyoçeşitliliğinin korunması için müdahale ettiği doğal biyomların benzerlerine adanmıştı.
6. Biyosfer2, biyosferin yaşamımızı destekleyen bir sistem olduğu konusunda iyi bir ders oldu. Biyosferde yaşayanlar kendi sağlıklarının biyosferlerinin sağlığına bağlı olduğunu anladılar.
Basın Biyosfer2’nin bir deney olduğunu unutuyor. Biz bu deneyi biyosferin işleyişi hakkında bilgi sahibi olmak için yaptık. Böylesine radikal derecede yeni bir şey yaparak , planlandığı gibi giden şeylerden ve özellikle planlandığı gibi gitmeyen birkaç şeyden çok şey öğreneceğimize emindik.
Biyosfer2 , insanın, teknolojinin ve biyosferin birlikte iyi bir şekilde işleyebileceklerine dair iyimser
mesajını dünyanın her yerinden yüz
milyonlarca insana ulaştırarak küresel bilince ilham verdi.
Biyosferde yaşayanlar (Biyosferliler ) 1. Çıktıklarında ilk baştakinden daha sağlıklıydılar.
2. Astronotlarınkine çok benzer psikolojik testlerden geçtiler.
3. ResearchVessel (Araştırma Gemisi) Heraklitus’ta ve bir Avustralya projesi olan Ecoteknik Enstitüsünde çalışarak grup dinamikleri ve izole, stresli çevrelerde yaşama konusunda eğitildiler- ki bunlar Biyosfer2 için mükemmel birer hazırlıktı.
14
4. “Yaşam teknelerini” işler vaziyette tutmak için birlikte çalıştılar. Daha fazla deney sonucu alabilmek için fazla mesai yaptılar. Biyosfer 2’yi bilinçsizce de olsa asla sabote etmediler.
5. Bir grup eğitimli orta sınıf Amerikalı ve Avrupalının üretken ve verimli birer sürdürülebilir tarım çiftçisi haline gelebileceklerini gösterdiler- ilk dönemin 2. yılında ilk yıla göre birkaç ton daha fazla ürün yetiştirmeyi başardılar. İkinci ekip ise, ilk grubun deneyimleri ve yetiştirdikleri gelişmiş ürünler sayesinde 100% kendi kendine yetebilir hale gelmeyi başardı.
Çalışmanın Mirası 1. Çalışma, Biosferik adında yeni bir bilimsel disiplinin oluşturulmasına yardımcı oldu.
2. Karmaşık ekolojik sistemlerin kendini organize edebilirliği hakkında önemli sonuçlar ortaya çıktı.
3. Proje,
yaşamı
destekleyen
sistemleri
ve
kolaylaştıran
teknosferleri
tasarlamasıyla bir dönüm noktası oldu
4. Değişken hacimli oda, yalıtım ve sızıntı tespiti gibi kimi büyük teknolojik çıkışlar için patent alındı. Atık suyun geri dönüşümü ve temizlenmesi için sulakalan inşaatları yapıldı (şimdilerde bunlara wastewater gardes
Atıksu Bahçeleri
deniyor)
5. Toprağın eş zamalı olarak hem havadaki az miktardaki tehlikeli gazları temizlemekte hemde tarımsal ürünleri içeren sağlıklı bitkileri beslemekte kullanılabileceğini gösteren ilk proje oldu. Ki bu potansiyel olarak kapalı 15
mekanlardaki hava kirliliğiyle (hasta bina sendromu) ilgili sorunların da çözümü demek.
6. Uzayda yaşamla ilgilenen bilimcilerin uzayda nasıl yaşayabileceğimize dair fikirlerini değiştirdi.
7. İnsanların biyosferin ne olduğu, burada nasıl yaşanabileceği hakkındaki fikirlerini değiştirdi. Biyosfer 2 projesi başladığında ekolojik bilim dünyası dışında “biyosfer” kelimesi bile pek bilinmiyor ve kullanılmıyordu.
Ekolojik mühendislik, zarar görmüş ekosistemlerin restorasyonu ve atık sular konusunda dünyanın pek çok yerinde çalışmalarınız var. Türkiye’de bu tür çalışmalar yapmakla ilgili bir isteğiniz var mı?
Türkiye’yi ziyaret etmekten, tarihsel, kültürel ve çevresel özelliklerini öğrenmekten ve yüzleştiği sorunları görmekten memnun olurum. Böylece birtakım faydalı çözümler ya da denenebilecek yaklaşımlar önerebilirim.
Ekolojik restorasyon projeleri hükümetler tarafından desteklenebilir. Türkiye’deki politik durum hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce Türkiye’de bu tür projeleri destekleyici bir politik anlayış var mı?
Türkiye’deki siyasi durum hakkında detaylı bilgim yok. Yalnızca okuduklarımdan ve türk arkadaşımın anlattıklarından bildiğim kadarıyla mevcut hükümet insanlık ve gelecek için sorun yaratıyormuş gibi görünüyor.
Son yıllarda Türkiye’de ekolojik konulara olan ilgi büyük. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? 16
Bir görüş bildirmek için yeterince bilgim yok.
Haziran 2013`deki direniş, yetkililerin bir alışveriş merkezi yapmak için ağaçları kesmeleriyle başladı. Bu hareket özelllikle gençlerin yaşamlarını doğayla birlikte ve uyumlu bir şekilde tasarlamak istediklerini ortaya koydu. Bu konudaki görüşleriniz nedir?
Bu tür düşünceler hem insanlık hem de gezegenimiz için çok önemli ve umut verici. İnsanlar olarka gezegenimizin doğasının ne kadar önemli ve güzel olduğunun farkına varmamız ve onunla uyumlu biçimde yaşamaya başlamamız, onunla daha iyi ilgilenmemiz çok önemli. Türkiye’nin genç insanlarının böyle düşünmeye ve davranmaya başlaması harika!
Fırat Tunabay
17
Ava Çıkan Açlık Özgür Keşaplı Didrickson “Av” ne kadar kısa bir kelime. Sert ve yalın. Eylemin kendisine uygun. Bir nefeste söylenebiliyor. Nefes nefese kalan, nefes veren av… Ya avcı? Belgesellerde hep geyiklere üzülüyoruz ama büyük kedilere de hayranız. Onların aç kalmasını da istemiyoruz. Avlanan insan olduğunda ise duygularımız, özellikle şehirliliğin etkisindeki günümüzde ne kadar karmaşık. Eşim balık avında kullanılan sopalardan oymaya başladı. Tlingitlerin, ağırlığı 200 kiloyu aşan “halibut” balıklarını hızla öldürmek için kullandıkları, üzerinde ava yardım edeceğine inanılan desenler olan sopalardan. Kültürel olarak büyük önem taşıyan bu kocaman balık, öykülerin birinde kuyruğuyla vurup bir adayı ikiye ayırıyor. Av öykülerinde hep abartı olmaz mı? Abartı biraz da saygıdan gelmez mi? Tlingitler onları besleyen her canlıya olduğu gibi bu balığa da çok saygı duyuyorlar. İnsan saygı duyduğu, hatta sevdiği bir canlıyı nasıl öldürebilir? Tlingit dersinde bir arkadaşımız eskilerin halibut avında balığa “Sana vuran ben değilim, açlığım” dediğini söylemişti. Mohikanların sonuncusu (The last of the Mohicans) filmi de yerlilerin hayvanlara saygısını açılıştaki geyik avı sahnesiyle doğru yansıtıyordu. Avcılar avladıkları geyiğe teşekkür ediyorlardı. Bir yanıyla bu kadar basit. Yaşamak için beslenmek zorundayız. Hâlâ dünyanın azımsanmayacak sayıda bölgesinde insanlar besinlerini geçimlik av (beslenmeden giyime avlanan canlının tamamen kullanıldığı, ticari olmayan av türü) ile sağlıyorlar. Alaska gibi yerlerde başka seçenekleri de yok. Maddi olarak tüm yiyeceklerini uçakla uzak bölgelerden getirmeleri mümkün olsa bile (ki olamaz) ekolojik olarak böylesi bir yanlışa aklı 18
başında kimse onay vermez. Nesli tükenme tehlikesindeki hayvanların avı, spor için ve/veya kurallara uyulmadan yapılan av, tabii ki yeryüzündeki sorunları arttırıyor. Geleneksel olarak geçimlik av yapanlar ise yabana, kuralların yetersiz olduğu yerde kendi kurallarını uygulayacak kadar sıkı bir bağ ile bağlı. Onlar olmasa insan doğasına, yaşama, yabana dair ne çok şeyi unutabilirdik.
İlk belgesel sayılan (bir yandan kurmaca olduğu da iddia edilen) 1922 yapımı Kuzeyli Nanook (Nanook of the North), günümüzde de yaşadığını unuttuğumuz bu insanları, av-avcı ilişkisini çarpıcı biçimde anlatır. Belgesel boyunca morstan tilkiye kadar avlanan Inuit yerlisi Nanook, bir sahnede balığı ısırarak öldürür. Nanook ya da gerçek 19
adıyla Allakariallak ile ağzı burnu kan içindeki bir aslanın farkı nerededir? Belki de insan avcı, açlığının elinde türlü azaplardan kurtaramıyordur kendini. Bunu da gözünde gösteriyor, diliyle söylüyordur. Tlingit dilinde “getir” eylemi için kullanılan kelime neyin getirildiğine göre değişiyor. Bu eylemin 14 farklı söyleniş şekli var. Birisinden ölü bir hayvanı ya da uyuyan bir bebeği getirmesini istediğinizde ise aynı kelimeyi kullanıyorsunuz. Kültür emperyalizmi içinde kaybolmaya yüz tutmuş bu dil, yabanla ilişkimizin bir zamanlar ne kadar sahici olduğunu da göstermiyor mu? Emperyalizm ve kapitalizm nedeniyle av-avcı, beslenme ve birbirimize bakış açımız ne kadar değişti. Örneğin yediğimiz balığı biz öldürmüyoruz; kimin, nasıl yakaladığıyla ilgilenemiyoruz, ilgilenmiyoruz. Belki de o balıkları yakalayan ağlarda bir yunus öldü. Bilmiyor, bilmediğimiz için suçluluk duymuyoruz. Ne yazık ki çoğumuzun tabağımıza koyulanlara saygı duyduğu da söylenemez. Ancak kutuplarda balina avlayan yerlilerin fotoğrafını görünce tüm dünyada bir sürü insan en ağır sözcükleri kullanabiliyor. Yaşamında hiç besin paylaşmamış, kutuplara hiç gitmemiş bu insanlar yüzyıllardır kendilerini beslediği için saygı duydukları balinaları kurallara uygun şekilde avlayan ve avı tüm kasaba ile paylaşanlara cani gözüyle bakabiliyor. Eşim sopasına halibutun en sevdiği besin olan ahtapotu oyuyor. “Ahtapotun intikamı” isimli sopa avda kullanılmayacak. Eşim o sopayla halibuta vursa ne düşünürdüm? Somon avlarken başlarına vurduğunda acı içinde düşündüğümü. Aç olduğumuzu. Tıpkı yakaladığımız, midesinden küçük bir balık çıkan somon gibi.
20
Sürdürülebilir Mimarlık Merve Beker Son zamanlarda sık sık duyduğumuz "ekoloji ve mimari", "sürdürülebilir mimari" kavramları üzerine genel bir tanım,çevreye karşı sorumlu davranmak esas alınarak çevrenin doğal verilerini en üst düzeyde kullanabilmek ve ekolojik dengeye en az zararla yapılaşmak olarak yapılabilir. Dünyanın yaşadığı ekolojik sorunlar,maksimum enerji tüketen yapılar,yapılaşmak adı ardına sığınılarak yok edilen doğal çevre insanların bu konu üzerine farkındalığını arttırdı.
Sürdürülebilir
mimarlıkta
yapılaşmanın
gerçekleşeceği
araziden,
kullanılan
malzemelere kadar her şeyin bu amaca hizmet etmesi gerekir. Öncelikli olarak fazla enerji tüketen malzemeler yerine tüketimin en aza indirilmesi sonrasında tüketimi karşılamaya çalışan enerji üretimi dikkate alınır. Yenilenemeyen enerji kaynakları yerine yenilenebilir geri dönüşebilir enerji kaynakları kullanımı önemli hale gelir.Termik
izolasyon
ve
malzemelerinde,boyalarda,duvar
ses ve
izolasyon tavan
dolgu
malzemelerinde,kaplama malzemelerinde,cephede
kullanılacak malzemelerde toksik madde içermeyen,insan sağlığına en uygun,geri dönüşebilir malzemeler kullanılmalıdır.
Doğal enerjileri kullanabilmek kapsamında rüzgar ve güneş ışığından maksimum yarar sağlayabilmek için yapının konumlanmasına bu analizler çerçevesinde dikkat edilmelidir. Çatılar mümkün olduğunca doğu-batı yönünde konumlanmalı, güney cepheler geniş tutulmalıdır.
Türkiye'de ilk ekolojik yapı olarak Efekta Mimarlık tarafından tasarlanan RMI-Türkiye Araştırma ve Eğitim Merkezi seçilmiştir. 3 milyon euroya mal olan yapı Gebze'de olup yapımına 2006 yılında başlanmıştır. İnşaatı 1 yıl sürmüştür. 21
Yapı için yeraltı ısı kaynağı sistemi oluşturulmuştur. Yerin 100 metre altına kadar inen 22 tane sondaj borusuyla ısı iletim devreleri oluşturulmuş ve suyun bu borulardan ısı pompalarına aktarımı sağlanmıştır. 22
Doğal gün ışığı yapının terasından özel bir reflektör vasıtası ile toplanarak yansıtıcı ve taşıyıcı bir tüpe veriliyor ve bu tüp vasıtası ile gün ışığı istenilen noktaya iletimi sağlanıyor.
23
Doğal havalandırma sistemi "havadan havaya ısı değişimi" ile sağlanıyor. Yapıya giren temiz hava ile yapıdan çıkan kirli havanın karşılaştığı noktada enerji değişimi ile ısı giderleri azaltılıyor.
Türkiye'den ikinci bir örnek İstanbul Ümraniye'de tasarlanan Meydan Alışveriş Merkezi'dir.
Meydan Alışveriş Merkezi-Foreign Office Architects
24
Yeşil çatıya sahip olan yapı yine yerin 228 metre altına yerleştirilen sondaj borularıyla ısıtma-soğutma işlevini gerçekleştirebilmektedir.Yapıda kullanılan jeotermal sistem ile yılda yaklaşık 350 tonluk karbondioksitin doğaya verilmesini önlemektedir ve bir diğer ekolojik özelliği de oluşan atıkların geri dönüşümü sağlanabilmektedir.
25. Uluslararası Yapı ve Yaşam Kongre ve Fuar Alanında sürdürülebilirlik teması 25
kapsamında geliştirilmesi beklenen bir öğrenci projesi olan sergi ve sunu mekanı tasarımında halatlarla oluşturulmuş bir çatı örüntüsü önerisi vardır. Mekanın genelinde hasır,ip,çuval,ahşap gibi malzemeler kullanılarak bir bütünlük sağlanmıştır.
Zira Adası(Zero İsland)- Azerbaycan Bakü körfez bölgesi- Bjarke Ingels Group (BIG) RAMBOLL mühendislik işbirliği
Hazar Denizi kıyısında tasarlanan ve 1.000.000 m2 yer kaplayan konut ve tatil bölgesi olarak tasarlanan ekolojik adanın ısı üreten güneş panelleri, güneşten elektrik üreten fotovoltaik pilleri, atık su ve yağmur suyunu toplama birimleri ve bir rüzgar enerjisi türbini içermesi planlanmıştır. Yapının tasarım amacı bütünüyle dış kaynaklardan bağımsız bir bölge yaratmaktı,diğer bir değişle kendine yeten bir ada yaratmak. Azerbaycan'ın yapı geleneğini yeni teknolojiyle harmanlayarak adanın kaliteli, yaşayan ve yaşanan çevrelere sahip olması ve kaynakları en az şekilde kullanması tasarlanmıştır.
26
Kullanışmış cam şişelerle yapılan Budist Tapınağı- Tayland Şişaket
27
EKOnteyner Köprü - Yaov Messer Architects -İsrail Ariel Sharon Park
Köprü geri dönüşümlü konteynerlerin bir araya getirilmesiyle tasarlanmıştır. Köprü hem yayalara hem taşıtlara kullanabilecekleri yaşayan mekanlar sunmaktadır.
28
Power Valley Jinjiang Uluslararası Oteli-Çin Dünyanın güneş enerjisini kullanan ilk beş yıldızlı oteli tüm enerji ihtiyacını güneş panelleriyle sağlamaktadır. Ekolojik Lighthouse -Kinspan Off-Site
Kendi enerjisini tamamen kendi üretebilen bu
ekolojik
evler,içinde
ürettiği
enerji
kullanılmadığında devlete gönderilebilmekte veya sahipleri tarafından satılabilmektedir. Normal şartlarda bir evin enerji tüketimi 500 sterlin
iken
Lighthouse
evlerinin
yıllık
tüketimi 31 sterlindir. Aradaki bu büyük farkın herkes tarafından kullanılabilmesi imkanı için bu yapıların daha az maliyetle üretilebilme imkanları üzerine çalışılmaktadır.
29
Lighthouse enerji dönüşüm şeması
Dünyanın çeşitli yerlerinden örneklerini gördüğümüz bu ekolojik yapıların yaygınlaştırılabilmesi amaç kabul edilerek az maaliyetle üretiminin sağlandığı koşullarda sürdürülebilir mimarlık bir tasarım üslubu olarak tasarım sürecinde düşünülmeli ve üzerinde çalışılmalıdır. Türkiye'de de örnekleri çoğalmaya başlayan bu üslup üzerine genellikle tüm mimarlar hassasiyetle çalışmaktadırlar elbette ki bununla beraber Türkiye Çevre Dostu Yeşil Binalar Derneği çalışmaların birliğini sağlamaktadır.
30
Sessiz Özgür Keşaplı Didrickson
Kır Baykuşu (Asio flammeus) - Fotoğraf: Nizamettin Yavuz
Gidişi sessizdi bir baykuşunki gibi
Geldiği andan beri gitmesinden korktuğum adam gitti Nihayet Sessizce Şimdi korkunun karanlığı silinirken yürekten, acıyı yaşama zamanı Güzelce Bir Pearl Jam şarkısı dinlenebilir, ağlanabilir -mesela Eddie “ Are you woman enough to be my man?”* derken öyleydi, lanet olsun… 31
Ses çıkaramadığında PJ Harvey koyulabilir Polly senin yerine bağırırken isyan edilebilir Kısacık Bir an için Sonra Esra arar tam zamanında yine Ve her şeyin gerçek olduğunu, kısa sürmüş olmasının, onun kuzeye giderken beni yanında götürmemiş olmasının beni sevmemesi anlamına gelmediğini söyler. Dolunaylı o geceyi hatırlatır, hep o anı hatırla der, şimdi aşkın ona fazla gelmiş olabileceğini, aşkın bazen bazı adamlara fazla geldiğini söyler. Durur sonra Orda mısın? İlk o zaman duyarım sesimi; “ dinliyorum” Evet dinliyorum. Daha uzun süre dinlemek istiyorum. Esra’yı, Derin’i, Bora’yı ve annemi Beni iyileştirmek için çırpınacak olanların ellerine bırakmak istiyorum kendimi Yüzmek istiyorum, suyun beni kaldırmasını Hiç pişman olmamak için ona kızmamayı denemeyi Yitene kadar nasıl da içimde, nasıl da derinde kalacağından korkmamayı Ona ulaşıp saçma sapan kırgınlık sözleri etmemek, dönmesini istediğimi haykırmamak için onunla ilgili tüm bilgileri silmek istiyorum kafamın içinden Telefon numaraları, o kuzey şehrinin adı, gitar çaldığı grubun adı - ilk konserden sonra değiştirdikleri , “ kötüydü gerçekten, iyi ki hemen fark ettik” dediği ilk adını da Kardeşinin adresini Babasının … neyse işte, onu bulmak istesem de bulamamak için ne kadarını silmek gerekiyorsa o 32
kadarını silmek Elimde olsa adını da. Gözlerimi kapatınca gördüğüm gözleri Sol kaşının üzerindeki küçük kızıl ben Benden üç yaş küçük yürüyüşü Ve bir de ona benzeyen birini her gördüğümde karnımda hissettiğim kıpırtı Yeter
Gidişi bir baykuşunki gibiydi Sessiz
*Erkeğim olabilecek kadar kadın mısın? Kasım 2010 2002 yılında Bandırma Kuşcenneti Milli Parkı’nda bir kulaklı orman baykuşu yakalamıştık. Halkaladıktan sonra uçurduğumuzda o kocaman kuştan nerdeyse hiç kanat sesi gelmemesi, bizi sessizce terk etmesi çok etkilemişti beni. Bu öyküyü o baykuştan esinle yazmıştım. Geceleri avlanan baykuşlar nerdeyse hiç ses çıkarmadan uçmalarını tüylerinin yapısına borçlu. Baykuş tüylerinin kenarlarında tarak ya da saçak görünümünde, değişik boyda ve şekillerde tırtıklı tüyler vardır. Diğer kuşların uçarken kanatlarının üzerinden geçer hava oldukça ses çıkarabilen türbülans oluşturur. Baykuş kanadının üzerinden geçen havanın yarattığı ses dalgaları ise bu saçak görünümündeki tüyler tarafından kırılır. Yazıda yer alan fotoğrağ için Nizamettin Yavuz ve Kiraz Erciyas Yavuz'a teşekkür ederiz.
Ayrıntılı bilgi için; http://www.populerbilgi.com/genel/biyomimetik_baykus_hizlitren.php http://wol.jw.org/tr/wol/d/r22/lp-tk/102009452 http://www.asknature.org/strategy/938e8c4d8e2bf786fa5c9922d181273e 33
Geç Kapitalizmin Tutsakları Selin Süar, Onur Keşaplı
7. Sanat söz konusu olduğunda Kanada'nın, sinemasal açıdan da küresel egemenlik peşindeki komşusu ABD'nin gölgesinde kaldığı bir gerçek. Kendilerine özgü bir sinema dili geliştirememenin neticesi olarak ana akımda James Cameron, çağdaş anlatıda ise David Cronenberg gibi sivrilmiş yönetmenlerle anılan Kanada sineması, son on yılda büyük bir ivme göstererek, komşusunun hegemonyasını kimi noktalarda çatlatmakta. Fransız sinematografisinden bağımsız düşünülemeyecek, Quebec çıkışlı kimi bohem aşk hikayeleri ve dramlar çeken Kanada'nın yeni sinemacı kuşağı, özellikle Hollywood'un bir süredir boşladığı Orta Doğu'da yaşananlara eğilirken, vicdan ve hümanizm sosuyla beraber buram buram oryantalizm kokan, ancak tam da bu yüzden büyük beğeni toplayan filmler çektiler. 2011 yapımı "Bay Lazhar" ve 2012 yapımı "İnşallah" gibi filmler arasında en çok ses getiren ise, ülkemizde "İçimdeki 34
Yangın" adıyla gösterime giren ve katmanlı senaryosuyla sarsıcı bir etki bırakan 2010 yapımı "Incendies" oldu. Bu filmle zorlu bir senaryonun hakkını fazlasıyla verebilecek bir yönetmenlik yetisi olduğunu gözler önüne seren Denis Villeneuve'nin, başta en iyi görüntü yönetmenliği dalı olmak üzere Oscar'a aday yeni filmi "Prisoners/Tutsak", şarşırtıcı bir şekilde ülkemizde gösterime girmek yerine doğrudan DVD olarak izleyiciyle buluştu.
Kariyerine TV'de başlayan, belgesel ve kısa metraj gibi farklı biçimlerde, dramdan gerilime uzanan bir skalada yapıtlar ortaya koyan Villeneuve'nin yeni filmi "Tutsak", ABD'de bir kasabada yaşayan ve Şükran Günü yemeği için bir araya gelen iki ailenin küçük çocuklarının kaybolmaları ve sonrasında tüm kasabayı sarsan ve bir haftaya yayılan kurtarma mücadelesini anlatıyor. Yıldız isimlerle dolu kalabalık bir oyuncu kadrosunu dengeli biçimde yöneten Villeneuve, klasik gerilim yöntemleri olan dar açılı objektifler, baskın bir ses kanalı ve sahne geçişlerinde kesmeli kurguyu aşarak zamanında Kubrick'in yaptığı gibi dengeli, sabit kamera kullanımı ve geniş açı/genel çekim ölçeklerine başvuruyor. Film, türler arası gezinmek gibi bir amacı olmaksızın, gerilime sadık kalarak, karakter inşasında ve olay örgüsünde gizlenmiş farklı 35
motivasyonlar arasında dolaşıyor. 1960'lar Amerikası'nda yükselen liberal ve görece sol eğilimlere karşı Hollywood'da 1970'lerde yükselen muhafazakar damarın vazgeçilmez motiflerinden olan "adaleti kendi eline alan Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan Amerikalı(WASP)", filmin başat kodlarından olurken, işin içine siyah ve muhafazakar bir ailenin katılmasıyla, toplum inşasının içerik değiştirmeksizin kapsam genişlettiği söylenebilir.
Aaron Guzikowski'nin kaleme aldığı senaryo, son yıllarda alışılageldik senaryo izleklerini aşacak bir örgüye ve uzama sahip. Filmde görülen metaforlarsa içeriğe uygun olarak kusursuz biçimde tasarlanmış. Özellikle kırılma anlarında çözüme varmak için bir simge olarak kullanılan labirentler, dinine derinden bağlı ‘Beyaz Amerikalı’yı itham edercesine izleyicinin gözüne çarpan ayrıntılardan. Geçmişi milattan önceye dayanan ve dini törenler için bir rituel olan labirentler, özellikle Ortaçağ Hıristiyanlığında kilise ve katedrallerin taş zeminlerine inşa edilmiştir. Din adamları için labirentin merkezine ulaşmak, kilisenin önderliğindeki yaşamı şart koşan bir yolculuk olduğundan, hayat döngüleri için de birçok dönemeci temsil etmektedir. Daha en başında izleyiciyi içine çeken olay örgüsü, kullandığı sembollerle kutsal birlikten yola çıkarak iyi ve kötünün iç içe geçtiğini resmetmektedir. Kapanış kredileri akmaya başladığında bile çözümü tam anlamıyla gerçekleştirmeyen metin, 36
kolaylıkla bir intikam hikayesi olarak da okunabilecekken, bir kasaba ölçeğinde ABD sisteminin vardığı son noktayı betimleyerek toplumun bütününe ayna tutmakta ve dolayısıyla melek yüzlü şeytanlar ve şeytanlaşabilmeye yatkın meleklerle dolu bir ülkeyi gözler önüne sermektedir.
Kimilerince geç kapitalizm olarak da adlandırılan, Batı sisteminin, üretim odaklı akılcı bir sistem olmaktan çıkıp, tüketim odaklı akıldışı bir sisteme evrilmesi, Baudrillard'a göre "nedensiz şiddet" sarmalıyla devrimler yerine içe dönük patlamalar yaşayan bir kitle meydana getirdi. Durmaksızın seri katiller üreten, meydanlara ateş açan keskin nişancıların, okulunu silahla basan öğrencilerin mekanı haline gelen Batı sistemi, eylem gerekçelerini marjinalleştirmeyle birlikte bizzat yaratan, çözüme dair yanıt bulamayan ve tıpkı 1929 Ekonomik Krizini için kullanılan "bunalım" sözcüğü gibi akıldışı açıklamalarla sorunu sistemin ta kendisinden uzaklaştırmaktadır. Denis Villeneuve'nin filmi, böylesine yıpratıcı, bireylerin ve toplumun psikolojisini yerle bir eden bir sistemin tüm mahkumlarını gözler önüne seren, yılın en önemli yapıtlarından.
Öte yandan "Tutsaklar"ın, bu tespitleri yapan ilk film olmadığını hatırlamak gerek. Yukarıda andığımız Kanadalı yönetmen Cronenberg'in, özellikle 1990 sonrası çektiği 37
filmlerin bir çoğunda benzer tespitler ve eleştiriler yer alıyor. Bir benzerini Kıta Avrupası'ndan Michael Haneke yapıyor. Öyleyse Villeneuve dahil tüm bu yaratıcıların, sonraki filmlerinde bir sonraki adımı bekleme hakkı doğuyor. Tıkandığı ve yıkıcılaştığı aşikar bir sistemi aşmanın bir sonraki adımı nedir? Daha adil ve insanlığın değerini bilen bir sistem inşası için sonraki adım ne olmalıdır? Villeneuve'nin, internette yer alan 2008 yapımı kısa filmi "Next Floor/Sıradaki Kat", burjuvazinin, aristokrasinin ve sermayenin tıkanmak bilmeyen tüketim neticesinde sıradaki katlara çakılarak dipsiz bir çöküşe doğru yol aldığını gösteriyor. Peki ya üst katlarda neler oluyor?
38
Bir Oscar Projesi Olarak “12 Yıllık Esaret” Onur Keşaplı, Selin Süar
2 Mart tarihinde gerçekleşecek 86. Akademi Ödülleri’nde dokuz dalda Oscar’a aday olan “12 Yıllık Esaret”, geçtiğimiz hafta ülkemizde gösterime girdi. Amerika’da köleliğin halen yürürlükte olduğu 19. yüzyılın başlarında, özgürlük belgesine sahip olup müzisyenlik yaparak yaşamını sürdüren ancak bir tuzak sonrasında ailesinden koparılarak güney eyaletlerinde 12 yıl boyunca köle olarak çalıştırılan Solomon Northup’un otobiyografik kitabından uyarlanan film, kaba tabirle Oscar’a oynayan bir yapıt izlenimi veriyor.
Toplumda belirli bir duyarlılığın olduğu ırkçılık meselesini, yine Akademi ve izleyici için her daim cezbedici olmuş “yaşanmış gerçekler” ile anlatan, perdedeki süresi birkaç dakikayı geçmeyen rollerde bile ünlü isimlere yer veren ve müzik tercihini Oscarların vazgeçilmezlerinden Hans Zimmer’den yana kullanan “12 Yıllık Esaret”, 39
ırkçılık kokan tanıtım süreciyle ışıltısını bir ölçüde kaybetmişti. Zira filmin tanıtım posterlerinde Solomon rolündeki siyahî oyuncu Chiwetel Ejiofor’un yerine yardımcı rollerde oldukları halde daha fazla tanınan Michael Fassbender ve Brad Pitt’in yer alması, tahmin edileceği üzere yedinci sanatı kuşatan sermaye ve reklâm ağına yönelik eleştiriler yerine ırkçılık suçlamasını doğurdu. Hâlbuki “12 Yıllık Esaret”, kimilerince Obama Dönemi Sineması olarak da adlandırılan son dönem Hollywood’un somutlaştırdığı zamanın ruhuna tümüyle uyan bir yapıt.
Obama döneminde öne çıkan filmlerin, Hollywood’da liberal damarın öne çıktığı 1960’lar ve 1990’larla ortaklaştığı motifler elbette özgürlük, bireysel haklar ve radikalleşmeyen özeleştiri şeklinde sıralanabilir. Ancak bahsi geçen on yıllarla kıyaslandığında ortaya çıkan farklar, Obama dönemi liberalizminin eskiyi aratacak noktaya vardığını gösteriyor. İç politika açısından değerlendirdiğimizde Obama dönemi sineması “Lincoln” gibi yapıtlar eşliğinde eleştirilecek çok noktanın olmasıyla birlikte kitlelerin her ne olursa olsun ülkeleriyle gurur duymalarını sağlamayı amaçlıyor. Dış politika açısındansa “Argo” ile küresel ölçekte yükselen ABD 40
düşmanlığına karşı toplumun özgüven eksikliğini giderecek, şahinlikten kaçınmayan bir seyirlik sunuluyor. Özellikle 1960’ların Sydney Pollack ve Sidney Lumet filmleriyle kıyaslandığında adı geçen yapıtların toplumda eleştirel bir bilinç inşası yerine sistemin eksikleriyle beraber olduğu gibi yeniden üretilmesine yaradığı söylenebilir. Yazıda ele aldığımız “12 Yıllık Esaret” ise bu özelliklerin yanı sıra “Pi’nin Yaşamı”nda beliren çağdaş muhafazakârlık ve hayatta kalmak adına bireyin vereceği ödünleri içeriyor. Ancak daha da tehlikeli olarak film, Obama sinemasının “Milk” ve “Zincirsiz” gibi yapıtlar aracılığıyla ticari bir amacı olan istismar sinemasına benzeyecek ölçüde sömürdüğü “ötekiler” hassasiyetine başvuruyor.
Hem biçim hem içerik olarak konvansiyonel sinemanın ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılayan filmin yönetmen koltuğunda, kısa metraj çalışmalarından asla vazgeçmeden gerçekleştirdiği 2008 yapımı “Açlık” ve 2011 yapımı “Utanç” filmleriyle hatırı sayılır bir beğeni toplayan İngiliz yönetmen Steve McQueen’in yer alması ise “12 Yıllık Esaret”in en büyük sürprizi. Özellikle, 1980’lerde IRA üyesi Bobby Sands’in öncülük ettiği ölüm orucunu anlattığı “Açlık” ile dikkat çeken yönetmenin, Üçüncü Sinema’nın kodlarından olan “açlığın estetiği”ni çağrıştıran biçimsel tercihlerinin, içerik olarak benzer bir konuyu ele alan “12 Yıllık Esaret”te yerini estetiksel kusursuzluğa bırakması yönetmenin filmografisi düşünüldüğünde çok keskin bir 41
sapma. Sinemamızda Yılmaz Güney’in “Duvar” filmiyle somutlaştırabileceğimiz “açlığın estetiği”, güzelin peşindeki geleneksel estetik kaygıları terk ederek, yaşanılan vahşetin tüm çıplaklığı ve gerçekliğiyle kameraya alınması ve bir anlamda estetik dışı sinemanın, ezilenlerin sinemasının üretilmesidir. “Açlık”ta bu sinematografiyi koruyan yönetmenin, kölelik gibi insanlık dışı ve ilkel bir yapının, vahşi işkence sahneleriyle anlatıldığı bir filmde şiirsel bir estetiğe başvurarak, klişe tabirle “fotoğraf gibi” kadrajlar yakalaması eleştirilmesi gereken bir nokta. Fakat bu tercihlerin, filmin ana karakterinin özgürlüğüne kavuşmasıyla yaşanan arınma neticesinde, diğer kölelerin unutturulduğu bir sona daha uygun olduğu da bir gerçek. Üzücü olan, Üçüncü Sinema’nın devrimci kodlarıyla yükselen bir yönetmenin, bu kadar kısa bir sürede ruhunu Oscar’a satması. Geçen yılki törenlerde zirve yapan Obama Dönemi Sineması’nın gölgesinde gerçekleşen bu alışverişin sonucunu birkaç hafta sonra göreceğiz.
42
Sinema ve Erkeklik 5: Yeni Rusya sinemasında bir fantezi: ‘ahlakçı erkek kahraman’ Can Önen Yazı dizisinin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Önümüzdeki sayıda toplumsal cinsiyet meselesi ele alınacağından dolayı erkeklik konusuna geri dönülecek olsa da, özellikle son iki sayıda bu konuyla ilgili yayınlanan yazıların oluşturduğu bütünlüğün çerçevesi bu son yazıyla tamamlanmış olacak. Hatırlanacağı üzere son iki sayıda 1980’lerde yaşanan neoliberal dönüşümle birlikte İngiliz ve Amerikan sinemalarında öne çıkan temalar ve bunların erkeklikle ilişkisi tartışılmıştı. Bu yazıda yine aynı bağlamda yeni Rus sinemasına değinilecek. Neoliberal dönüşümler ABD ve İngiltere’nin aksine SSCB’de 1980’li yıllarda değil, Birliğin çözüldüğü 1990’lı yıllarda etkili oldu. Yeni Rusya sinemasına odaklanılmasının sebebi bu dönüşümlerin sinemaya yansımasının da 1990’lı yılların ikinci yarısına rastlamasıdır.
Giriş Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) 70 yıldan uzun süre ayakta kaldı. Belki de 20. yüzyıla damgasını vuran olaylar arasında, bu ülkenin kuruluşunu önceleyen büyük Ekim Devrimi ve birliğin dağılmasına neden olan çözülüştü. 20. yüzyıl boyunca gerek uluslar arası alanda, gerekse tek tek ülkelerin iç siyasi yaşantılarına dair herhangi bir olayın incelenmesi nasıl Ekim Devriminin sonuçları ve SSCB’nin varlığına atıfta bulunulmadan incelenemiyorduysa, bugün de yaşanan süreç ve dönüşümler Sovyet sonrası dünya bağlamında ele alınmak durumunda. Başka bir deyişle, SSCB var olmayışıyla ve tarihte bıraktığı izle de dünyamızı etkilemeye devam ediyor.
SSCB’nin ortadan kalkmasından en çok etkilenen ülke hiç kuşkusuz Rusya Federasyonu’dur. Rejimin sona ermesiyle, on yıllardır arasına ideolojik, toplumsal, siyasal ve ekonomik anlamda mesafe konan Batının nüfuzunun şiddetle etkilemeye 43
başladığı Rus toplumu, neoliberal politikalar sonucu daha önce yaşamadığı yoksulluk, işsizlik gibi tehditlerle karşı karşıya kaldı. Bu sarsıcı durum, bir de yeni rejimin elitlerinin Sovyet deneyimine ve tarihine dönük aşağılayıcı ve çarpıtıcı saldırıları ile Batı karşısında uzun süren bir denge durumunun ardından askeri, ekonomik ve politik anlamda bir zayıflığa düşülmesiyle birleşince bir tür kimlik bunalımı yaşamaya başlayan Rus halkı, 1990’ların ikinci yarısına doğru travmatik bir durumla karşı karşıya kaldı. Bunalımın gerekçeleri özetle, onlarca yıldır hissedilmemiş şiddette bir yoksulluk ve işsizlik tehdidi, geride bırakılan rejim deneyimine dair toplumsal hafızaya dönük, yeni rejimin yönetici ve ideologlarınca yapılan tahrifat ve batı karşısında hissedilen aşağılık duygusu olarak sıralanabilir.
Çalışmada, tarif edilen travmanın yeni dönem Rusya sinemasına nasıl yansıdığı araştırılacak. Bir toplumda geçerli olan siyasal rejimle, dönemin sineması arasında karşılıklı bir etkilenme durumundan her zaman söz edilebilse de, Rusya’nın söz konusu dönemde yaşadığı olağanüstü bunalımın sinemada nasıl karşılık bulduğu konusu, siyasal rejim- sinema ilişkisinde alışılmış gözlemlerin ötesinde veriler sunmaya çok müsait. İnceleme için Aleksei Balabanov adlı Rus yönetmenin, 1997 yapımı "Brat" filmi (Kardeş) ile bu filmin devamı niteliğindeki 2000 yapımı "Brat 2" adlı filmlere odaklanılacak. Balabanov filmlerinin seçilmesinin nedeni, yönetmenin 1959 doğumlu bir Sovyet vatandaşı olmasına rağmen film çekmeye 1989 gibi, rejimin sona erme evresinde film yapmaya başlamış olması ve Brat filmlerinin Rusya’da ciddi bir popülarite elde etmesi. Yönetmen, hem eski rejime aşina hem de film yapmaya başladığı dönem düşünülürse aslında yeni Rusya’nın yönetmenlerinden. "Brat" filmlerinin popülaritesi de Rus toplumu üzerinde etkili olduklarına işaret ediyor. Seçilen filmlerin yapıldıkları dönem de rejimin sona ermesinin üzerinden belli bir zaman geçmiş olmasıyla artık yeni rejimin toplumsal yaşantıda belli bir meşruiyet ve kurumsallık kazanmış olması bakımından önemli. Balabanov’un filmleri, yukarıda tarif edilen olumsuzluklardan muzdarip Rus toplumuna, yoksulluk karşısında parayı 44
önemsemeyip ahlaki değerleri öne çıkartan, batı ve Rus olmayan her tür etnisite karşısında ‘üstün’, aşağılayıcı, Rus milliyetçisi, hatta yabancı düşmanı bir erkek tetikçi kahraman yaratarak bir tür fantezi sundu.
Girişimcilikle gangsterliğin sözdeş olduğu bir dönem İlk olarak Rusya’nın siyasal rejiminde yaşanan radikal değişimin, bazı çarpıcı yönlerinden bahsedilmesi gerekiyor. Sovyet sosyalizminden kapitalizme geçiş, bu tür radikal değişimlerde yaşanan pek çok örnekte olduğundan daha sert bir dizi toplumsal sonuca neden oldu. Sosyalist rejimde işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik gibi kavramlara pek aşina olmayan Rus toplumu, bu dönemde 1990’lı yılların başından itibaren uygulanan neo-liberal politikaların, başka bir deyişle serbest piyasa ekonomisinin,
özelleştirmelerin,
güvencesizliğin
çalışma
yaşantısının
temel
belirleyenleri haline gelmesiyle ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kaldı.
‘‘Eski blok ülkelerinde demokratik değişimlerin uygulanması yozlaşma, istikrarsız ekonomi, etnik çatışmalar ve milliyetçi obsesyonla sonuçlandı. Bunu takiben, eski sosyalist blok halkları demokrasiyi bir süredir hayal edip idolleştirdikten sonra batılı sermaye ve kültürün yanı sıra merhametsiz bir işsizlik ve yoksulluğa maruz kaldı.’’ (Hashamova 2007: 29)
Eski blok ülkeleri için geçerli olan, Rusya için fazlasıyla belirleyiciydi. Sözü edilen sonuçlardan bağımsız olmayan Rus halkının, aynı özlemle ne derece yanıp tutuştukları tartışmalı bir konu olsa da, 1991’deki karşı devrime itiraz edilmediğine göre neoliberal dönüşümlere en azından göz kırptıkları, buna karşın ciddi bir yoksulluk ve işsizlik tehdidiyle karşılaşmalarının sonucunda hayal kırıklığına uğradıkları öne sürülebilir. Bu durum, hayal kırıklığının yanı sıra ciddi bir kimlik sorunu da yarattı. 70 küsur yıllık bir Sovyet deneyiminin ardından yeni muktedirlerin bu mirasa dönük saldırı ve toplumun tarihsel hafızasına dönük tahrifatları, Rus 45
halkında ciddi bir kimlik bunalımına neden oldu:
‘‘Sovyet komünizminden demokrasi ve serbest piyasa ekonomisine geçişte, tıpkı ergenlikte olduğu gibi mevcut değer ve inançlar sistemi, yeni değer ve inanç sistemiyle çatıştı ve toplum ergen öznede olduğu gibi kimliğini bulma sorunuyla karşı karşıya kaldı.’’ (A.g.e: 31)
SSCB’nin dağılmasıyla birlikte ülke siyasetini ve toplumsal yaşantısında belirleyici konuma gelen Yeltsin’in politikaları sonucu yaşam standartlarının düşmesi, hayat beklentisindeki azalma ve yaşanan aşağılanmışlık hissinin sonucunda ortaya çıkan olumsuz atmosferde Rus halkı zaman zaman bunların faturasını etnik azınlıklara kesmeye ve sağcı partileri desteklemeye eğilimli hale geldi. 1990’lar Rusya Ulusal Birlik, Ulusal Bolşevik Parti ve ve Liberal Demokrat Parti’nin yanı sıra ultra milliyetçi hatta neo-faşist partilerin de yükselişine tanıklık etti. (Rampton 2008: 57) Farklı dozda milliyetçi söyleme sahip bu partiler, iç düşmanlarca Rusya’nın ayağa kalkışının önlenebileceği olasılığından ve yabancı güçlerce aşağılanmasından söz ediyorlardı. Yabancı düşmanlığı ve ulusal şovenizmin yükselişine paralel olarak Birinci Çeçen Savaşı (1994-1996) farklı etnisiteler arasındaki ilişkilerin kırılganlaşması ve anti-kafkas duyguların artmasına neden olan en büyük etmenlerden biridir. (Rampton 2008: 58) Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından hükümetin güvenliği sağlayabileceğine dönük kuşku da arttı. 1990’ların ilk yarısında suç oranı istikrarlı olarak artış gösterdi. Örneğin, 1991’den 1993’e kadar suç oranı %30 arttı. 1990’ların başıyla ortası kıyaslandığındaysa aynı oranın %100 olduğu görülüyor. (A.g.e: 63) Kriminalize olma durumu öyle boyutlardaydı ki, liberalizmin getirdiği serbest piyasa ekonomisine içkin, ekonomik sistemin doğalında işleyişiyle ilgili olan girişimcilik gibi kavramların yarattığı çağrışımla, kriminal durumun getirdiği kavramlar birbirlerinin yerine kullanılmaya başlanmıştı. Dönemin ekonomik sistemi ‘gangster kapitalizmi’ olarak nitelendiriliyor, (McCauley’den aktaran, A.g.e: 63) hatta işadamı kelimesi aşağı yukarı 46
‘gangster’le eş anlamlı olarak kullanılıyordu. (Hashamova 2007: 64)
Kimlik bunalımının bir başka boyutunu ise, batının söz konusu dönüşümlerin ardından Rusya karşısında sağladığı mutlak üstünlük ve batılı bir yönelime girilse de karşılaşılan ekonomik vs. sorunlar karşısında batının hiçbir biçimde Rus halkına finansal veya başka türlü destek sunmamış olması var: ‘‘Batı ve onun ekonomik sistemi ne Ruslara kucak açtı, ne de Rusya’daki yaşam standartlarının artması için elle tutulur bir yardım sundu.’’ (A.g.e: 40) Rus bireyler karşılaşılan bu zorlukları ve batının göreli üstünlüğünü ancak fanteziler yaratarak kapatabilirdi. Tamamıyla ideal bir Rus olan, ahlaki değerleri öne çıkaran, kendi kendisine yetebilir, korkusuz, genç bir erkek kahraman fantezisi. ‘‘Freud’a göre fantezinin temel işlevi arzuyla tatmin arasındaki boşluğu doldurmaktır.’’ (A.g.e: 40) Aleksei Balabanov’un "Brat" ve "Brat 2" adlı filmleri söz konusu boşluğu doldurmak ve izleyicileri gerçeğin yakıcılığından kurtaracak yeni bir fantezi sunmak için 1990’lı yılların ikinci yarısında imdada yetişti. Balabanov filmlerinde, ‘‘çeşitli anlatı tarzı ve tematik teknikleri fantastik ve Rus olan her şeyi savunan milliyetçi bir kahramanı idealize etmek için kullandı.’’ (A.g.e: 40) 47
Aleksei Balabanov, özellikle "Brat" ve "Brat 2" adlı filmlerinde, Sovyet döneminde farklı motivasyonlarla ötekileştirilmiş olan batı algısını mekân kullanımı, yabancı düşmanlığı, ahlakçı ve milliyetçi bir kahraman inşası gibi unsurlarla yeniden üretiyor ve Rusya’nın batı karşısındaki askeri ve ekonomik zayıflığını önemsizleştirmeye, bu niteliklerin karşısına başkalarını çıkararak Rus toplumunun aslında daha üstün olduğunu ispata çalışıyor.
Balabanov filmlerinin Rus medyasındaki yansımaları Filmler bu bağlamlarda ele alınmadan önce Rus toplumunda yarattığı etki, Rus medya kültüründeki yansıması üzerinden teyit edilebilir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Rus film endüstrisi düşüşe geçti. 1992’de film dergisi Iskusstvo kino’nun baş editörü Dondurei, film yapımcılarını bir ulusal sinema ve ‘ulusal kahraman’ yaratılması için teşvik ediyordu. (A.g.e: 41) Böylece sektörün düşüş eğiliminden nasıl çıkacağının sinyali de hissettirilmiş oluyordu. Bu çağrıya verilen yanıtın ne kadar yerinde olduğu birkaç yıl sonra yapılan bir değerlendirmeyle açıkça görülüyor. Dönemin Rus Sinemacılar Derneği Başkanı Nikita Mikhalkov, 1998 yılında Iskusstvo Kino dergisine yaptığı bir değerlendirmede, Rus yönetmenlerin Rus ulusal kimliğini konsolide etmeye yardım edecek tarzda filmler yapmak gibi bir gelenek oluştuğunu söyledi. (Rampton 2008: 56) Sinema toplumda ortaya çıkan kimlik bunalımına çözüm bulmak için son derece etkili bir araçtı ve izleyicilerin bu tür filmlere gösterecekleri ilgi Sovyet sonrası dönemde zayıf düşen sektörü yeniden ayağa kaldırmaya da yardımcı olabilirdi. Buraya oynayan "Brat" filmleri, Rusya’da kült statüsüne yükseldiler. "Brat", 1997 senesinin en yüksek gişe hâsılatını yakaladı ve Sovyetlerin dağılmasından bu yana en çok gişe başarısı elde eden film oldu. (A.g.e: 49) Filmlerin, Rus toplumunda yarattığı etki gişe başarısı üzerinden teyit edilebilse de, medya kültürü üzerinde yarattığı etki bunun ötesine geçerek, sinema sektörü dışındaki medya alanlarına da sıçradı. Örneğin, "Brat"ın gösterilmesinin hemen ardından intikamcı kahramanları konu edinen pek çok film ve dizi Rus 48
televizyonlarında gösterilmeye başlandı. (Stojanova’dan aktaran A.g.e: 62) Iskusstvo Kino, Seans gibi sinema dergileri ve pek çok ulusal gazetede halkın bu filmlere dönük tepkisi Rus ulusal kimliğine dönük bir arayış olarak nitelendirildi. Sovyetlerin dağılmasının ardından bu kimliğin kırılganlaşması ve ahlaki referanslarını yitirmiş olmasından dolayı filmlerdeki kaba milliyetçiliğin yaratabileceği tehlikelere dikkat çekildi. (A.g.e: 55, 56) Filmlerde, kahraman olarak idealize edilen Danila karakteri, Larsen’ın aktardığına göre Rus film eleştirmenlerince ‘otantik şövalye’ olarak tanımlanıyor,
hatta
‘russkii
bogatyr’
(efsanevi
Rus
kahraman)
olarak
nitelendiriliyordu. (2003: 507) Görüldüğü gibi, eleştirmenlerce filmlere dönük tepkilerde filmin milliyetçi tonunun, kimlik bunalımı ve arayışındaki bir toplum üzerinde yaratabileceği etkinin olası tehdidine dikkat çekilirken, bir yandan da inşa edilen ‘ulusal kahraman’a övgüler düzülüyor. Söz konusu endişelerin haklı çıkıp çıkmadığı başka bir çalışmanın konusu olsun. Bu çalışmada odaklanmak istediğimiz şey, filmlerin Rus toplumunu içerisinde bulunduğu kimlik bunalımına ilişkin nasıl bir çıkış yolu önerdiğidir.
Batının ötekileştirilmesi Filmlerin Sovyetlerin çözülüşü sonrasında kimlik bunalımına giren Rus toplumunun, yeni bir kimlik inşası ihtiyacına cevap verirken başvurduğu stratejilerin başında, batının ötekileştirilmesi, başka bir deyişle Rus toplumundaki batı algısının yeniden üretilmesi geliyor. Kendi ile ilgili algının yeniden inşası her zaman öteki üzerinden şekillenir. Bununla ilgili mevcut algı, Sovyet sonrasında ortaya çıkan askeri ve ekonomik zaaflarla bağlantılı olarak batının üstünlüğü ve Rus toplumunun daha zayıf durumda olduğuydu. Rus toplumunun zayıf veya aşağı olduğuna dair, ‘kendi’ ile ilgili algının aşılabilmesi için ötekinin yani batının üstünlüğü algısının kırılması gerekliydi. Bunun için filmlerde başvurulan yöntemlerin başında mekân kullanımı geliyor. Yönetmenin sözü edilen filmleri arasında kronolojik açıdan ilki olan Brat filminde, zorunlu askerlik görevini yeni bitirmiş genç bir Rus erkeği olan Danila’nın, taşrada 49
annesiyle birlikte yaşıyorken St. Petersburg’da yıllardır görmediği abisinin yanına gitmesi ve burada karşılaştıklarına odaklanılıyor. Komünizm sonrası dönemin etkileri hissedilmesine rağmen taşrada oldukları için birçok şeyin farkında olmayan anne, Danila’ya ‘Leningrad’a gitmesini öğütlüyor. Taşranın varlığının bununla sınırlı olduğu filmde St. Petersburg şehri oldukça önemli bir yere sahiptir. Bu durum, ötekileştirme meselesi açısından önemli, çünkü Rus toplumunun hafızasında St. Petersburg batıya açılan pencere olarak yer etmiş durumda: ‘‘1703’te Büyük Petro’nun kenti batılı mimari tarz ve ambiyansla inşa etmesi ile kentin Rus kültürünün batılılaşması süreciyle özdeşleştirilmesine neden oldu.’’ (Hashamova 2007: 49) Böyle bir kentte Danila sürekli olarak Mcdonalds’ın önünde takılan ve onu ‘yabancı’larla (batılılar) dolu bir partiye götüren Kat ile ilişki kuruyor, ikinci savaşın ardından Rusya’da kalmış olan ve Lutheran kilisesine ait mezarlıkta zaman geçiren evsiz bir Almanla tanışıyor. Danila’nın yabancı düşmanlığına dair argümanlarının hepsi bu kentte açığa çıkıyor. Batıya açılan pencerenin, boğuk, olumsuz bir his yaratması için sinema dili de filmde etkili biçimde kullanılmış. Batılı değerlerin Kat gibi Rus gençleri dejenere ettiği batılı turistlerin ellerini kollarını sallayarak dolaşabildikleri, Kafkas kökenli mafya tarafından bazı bölgelerinin parsellendiği, tarihsel değerlerin McDonalds binaları gibi batılı yapılarla kirletildiği şehrin sinematografik aktarımı gri ve soğuk tonların kullanıldığı bir renk tercihiyle gerçekleşiyor. Böylece kapitalizme geçilmiş olmasına rağmen ‘batının dejenere edici etkilerine’ maruz kalmamış olan taşradan gelen Danila’nın St. Petersburg’a, ‘batıya açılan’ pencereye baktığında gördüğü, puslu, kirlenmiş, olumsuz imgelerin, bu karakterle özdeşleşen izleyicilerde de benzer biçimde paylaşılması gibi bir durum ortaya çıkıyor. "Brat 2"de ise yönetmen bu kez ‘batıya açılan pencere’den batının kendisine geçiyor ve Moskova’nın yanı sıra filmin önemli bir kısmı ABD’de Chicago’da geçiyor.
50
‘‘Brat 2’de gösterilen Kızıl Meydan, Ortodoks Kilisesi veya Kremlin gibi Rus mekânları oldukça doğal, hatta kimilerine göre Rus üstünlüğünü vurgulayacak biçimde aktarılırken, batılı mekânları negatif duyguları çağrıştıracak biçimde aktarılıyor.’’ (A.g.e: 51) Örneğin Chicago sahnelerinde çoğunlukla siyahî Amerikalıları ‘‘ilkel ve tehditkâr’’ (A.g.e: 51) olarak resmedilirken görüyoruz. Bu sahnelerde çoğunlukla siyahîleri olumsuz çağrışımlarla göstermenin ırkçı bir amaca hizmet ettiği çok açık. Gördüğümüz siyahi karakterlerin hemen hepsi kaba saba, lümpen ve itici karakterler olarak temsil ediliyor. Danila Chicago’nun varoş mahallelerinde ilerlerken kamera siyahileri birer suçlu, kadın taciri veya evsiz olarak kaydediyor. ABD böylece bazı yönleri ayıklanarak ve abartılı bir anlatımla öne çıkarılarak izleyicilere aktartılıyor. (A.g.e: 54) Ayrıca Rus izleyici açısından böyle bir Amerika tablosunun, batıya karşı hissedilen aşağılık duygusunu silikleştirici bir işlevi olmasının amaçlandığını da öne sürebiliriz. Balabanov’un ötekileştirme işlemi için bu mekânları kullanma nedeninin küreselleşmeyle bağlantılı olması da vurgulanabilir. Küreselleşme Rusya’daki olumsuz etkileri dolayısıyla reddedilmesi gereken bir olgu ve özellikle Brat’ta St. Petersburg’un kullanımı, burada çok sayıda yabancının turist olarak ve çeşitli nedenlerle bulunması 51
Rus izleyici açısından ülkedeki yozlaşma ve filmde de görsel olarak yer bulan yoksulluğun gerekçelerinden biri olarak algılanabilir. Hashamova’ya göre yabancı olana (batı) düşmanlık arttıkça Balabanov filmlerinde bu düşmanlıkların lokalize edilebilecekleri daha fazla coğrafya işin içerisine giriyor. (A.g.e: 50)
Ahlakçı Erkek Kahraman Yönetmen, bu mekânsal tercihlerin yanı sıra filmde öne çıkardığı kahramanların kişilikleri, tavırları ve karşılaşılan durumların aşılmasında izledikleri yollar aracılığıyla da ötekileştirmeyi, böylece Rus kimliğinin yeniden inşasına dönük çabasını sürdürüyor. Bu kahramanlar, her iki filmde de yabancı düşmanı ve ahlakçı erkek kahramanlar olarak temsil ediyor. "Brat" ve "Brat 2" filmlerinin kahramanı Danila bir anlamda Sovyet sonrası Rus aksiyonunun yeni tip erkek kahramanının prototipini oluşturuyor. Brat filmleri, bir tür ‘zamane kahramanı’ yaratımı sorunuyla doğrudan ilintilidir. (Larsen 2003: 493) Danila, ilk filmde abisinin yanına gittikten kısa süre sonra tetikçiliğe başlıyor. Fakat bu tetikçilik, para uğruna yapılan bir tür gangsterlikten ziyade Alman da olsa yakın bir dostuna yapılan yardım, başı dertte olduğunda kendisi de bir tetikçi olan abisini kurtarmak, yabancılarla takılan bir fahişe dahi olsa sırf Rus olduğu için Kat’e yardım etmek gibi gerekçelerle meşrulaştırılıyor. Böylece yukarıda değinilen kriminalize olmuş ekonomik ilişkilerin, iyi bir amaçla da kullanılabileceği 52
ima edilmiş oluyor. İkinci filmde de Danila, Chicago’ya askerlik görevini birlikte yaptıkları bir dostuna yardım için gidiyor. Danila’nın bu ahlakçı yanı, kimilerine göre yeni sosyal ve politik koşullar altında bir tür yeni Robin Hood’luk anlamına geliyor. ‘‘Kahramanımız filmlerde yoksulları (genellikle Rus olanları) kolluyor ve herhangi bir tereddüde bağlı kalmadan rastgele öldürebiliyor.’’ (Hashamova 2007: 43) ‘‘Bu filmler kahramanlığı fiziksel özelliklerden çok ahlaki bir güç olarak inşa etti. Kahramanlık aynı zamanda ulusal gurur ve kimliğin diriltilmesi ve güç ile kimlik ilişkisinin kurulmasını kolaylaştıracak yeni bir fantezi inşa edilebilmesi için gerekli malzemeyi sundu.’’ (A.g.e: 40)
Ahlakçı bir erkek kahraman kimliği yaratan Balabanov filmleri, böylece zayıf bir Batı ile ona karşı kendini savunabilecek kapasitede bir Rus kimliği inşa etti. Bu durum da hiç kuşkusuz Rusya’nın, gerçekte batı karşısında ciddi bir fiziksel yetersizliğinin olduğu algısıyla ilgili. Ayrıca Danila’nın kahramanlık pratiği de son derece kişisel ve öznel bir adalet duygusu anlayışıyla uygulanıyor. Danila’nın öncelikli motivasyonu, Amerikalı girişimcilerle yönetilen bir şeytan imparatorluğundan Rus rehinleri kurtarmak ve Ruslar’ın intikamını almak. (Larsen 2003: 509) Ayrıca Danila’nın phallic gücü de son 53
derece kişisel ve öznel bir adalet duygusu anlayışıyla uygulanıyor. Rus izleyicinin bu güçle ilişkilenmelerinin görsellikten ziyade, kahraman tarafından korunan ve güçlendirilen ahlaki değerler aracılığıyla gerçekleşmesi son derece önemli. ‘‘Balabanov filmlerinin temel fikri, Rusların sahip oldukları yüksek ahlaki standartlar, ülkelerine olan sevgileri ve parayla bozulmamaları gibi nedenlerle diğer herkesten üstün olduklarıdır.’’ (Hashamova 2007: 52) Danila’nın, ‘‘güç paradan değil, adaletten gelir’’ gibi çıkışları parasal zorluk çeken izleyiciler için fantezi işlevi görüyor. Buna göre, ‘‘para ve fiziksel güç değil, gerçek ve adalet insanları Danila gibi güçlü yapacak.’’ (A.g.e: 44) Örneğin Danila’nın, ikinci filmde, arkadaşını dolandıran Amerikalı işadamını gücün kaynağının para değil haklılık olduğu konusunda fena halde azarlarken görüyoruz:
‘‘Söyle bana Amerikalı güç nedir? Gerçekten parayla mı ilgili? Bence güç haklı olmaktan kaynaklanır. Kim haklıysa, o daha güçlüdür. Sen birilerini dolandırarak çok para kazandıysan ne olmuş? Daha mı güçlü oldun? Hayır. Çünkü haksızsın. Dolandırdığın kişi haklı ve bu yüzden senden daha güçlü.’’ Brat filmlerinde yüce ve doğru olanın Danila’da vücut bulması ve bir milli kahraman olarak rolü sıkça şu tür diyaloglarla vurgulanıyor: ‘‘Savaş zamanı, Ruslar asla kendilerinden olanı terk etmez.’’ ‘‘Ruslar asla teslim olmaz.’’ ‘‘Gangster misiniz? –Hayır Rus’uz’’.
İncelememizin başat nesneleri arasında yer almasa da, konuyla bağlantısından dolayı bir başka Balabanov filmi olan War için bir parantez açılabilir. Bu filmde öne çıkan üç karakter, nezaket, sadakat ve Rusya aşkı gibi ahlaki bir takım nitelikleri bünyelerinde barındırıyor. Brat’taki Danila’yı oynayan Sergei Bodrov’un canlandırdığı Rus Yüzbaşı Medvedev bu filmde yaralı olduğu için hareketsiz olmasına rağmen güç ve sakinliği temsil ediyor. (A.g.e: 46) Burada yine Reagan dönemi Amerikan aksiyon sinemasında temsil edilen karakterin fiziksel özelliklerinin aksine, hareketsiz ve fiziksel açıdan ‘aşkın’ olmayan bir kahramanla karşı karşıyayız. Medvedev bu haliyle aslında ahlaki 54
ve ruhsal gücün fiziksel güçten üstün olduğunu ima ediyor. Yine "War" filminde Çeçen savaş baronunun esirlerinden biri olan karakter ise, ‘‘ruhsal bakımdan güçlü ve onurlu haliyle ideal Rus’u temsil ediyor.’’ (A.g.e: 46)Filmin baş kahramanı İvan ise, bir gazeteciye niçin Çeçenistan’a döndüğüne dair mülakat verirken, asıl motivasyonunun para değil intikam olduğunu söylüyor. Bunu da Yüzbaşıya olan sadakat gibi bir ahlaki nosyon olarak okumak mümkün.
Danila’nın ahlakçı bir kahraman olarak inşasının bir başka boyutu da, her iki filmde kardeşi Viktor ile ilişkisi ve ikisinin karşılaştıkları olaylara verdikleri farklı tepkiler. Danila Viktor’un yanına ilk gittiğinde, bir tetikçi olan abisi ona, ‘‘bir daire kiralamasını ve üstüne başına doğru düzgün bir şeyler almasını’’ buyurarak para verir. Danila fazlasıyla kriminalize olmuş St. Petersburg’da hayatta kalabilmek için kısa sürede silaha sarılır ve göz açıp kapayana dek bir tetikçi haline gelir. Danila’nın bu konudaki yeteneğini fark eden abisi, kendisine verilen bir işi Danila’ya havale eder ve buna ikna etmek için de vurulacak kişinin bir Çeçen olduğundan, Ruslar’ın parasını gasp ettiğinden bahseder. Bu milliyetçi demagojiye kayıtsız kalamayan Danila, kısa süre içerisinde işi başarılı bir şekilde tamamlar. Ancak eylemi gerçekleştirdiği sırada, abisini bu iş için tutan Rus mafyanın adamlarının, iş bittiğinde onu da öldürmek için olay yerinde bulunmaları, bu kez Danila’nın peşine düşmelerine neden olur. Viktor’u 55
‘Çeçen’ lakaplı gangsteri vurması için tutanların, bu işi abisinin yerine Danila’nın halletmesi üzerine Danila’yı ele geçirebilmek için Viktor’u esir almaları ve Viktor’un kardeşini ‘satarak’, kendisini telefonla aradığı zaman ona ‘‘herşeyin yolunda olduğunu’’ söyleyip eve çağırması üzerine, bu tür bir duruma hazırlıklı olan Danila, evi silahla basıp abisini esir alanları etkisiz hale getirerek onu kurtarır. Danila’yı ‘satan’ abi, esaret altında dövüldüğü için vücudu yara içerisinde, çıplak, tamamıyla çaresiz bir şekilde resmedilir. Danila sonuncu gangsteri de etkisiz hale getirdiğinde ağlamaya başlar. Burada hem Danila’nın, kendisini ‘sattığı’ halde abisini kurtarmış olmasıyla pekiştirilen ahlakçı yanı ve iyice sivrilen kahramanlığına, hem de Viktor’un kardeşinin hayatını tehlikeye attığı için hak ettiğini bulduğunu, ancak bir Rus olduğu için ve kardeşlik bağından dolayı Danila tarafından büsbütün çöpe atılmayarak, yine kahramanca bir tavırla hayatının bağışlandığına tanık oluruz. Danila, abisinin dairesinde bulduğu paraya el koyar, bir kısmını abisine vererek annelerinin yanına gidip bir süre ortalıkta görünmemesini söyler, Geri kalan parayı da Alman dostuna, Kat’e ve birlikte olduğu başka bir kadına dağıtarak parayı önemsemeyen bir kahraman, deyim yerindeyse bir tür ‘Robin Hood’ olduğunu bir kez daha gösterir. "Brat 2"de de Danila’nın idealizasyonu için Viktor’un temsil edilme biçimi önemlidir. İlk filmde her ne kadar Danila tarafından bağışlanmış olsa da kardeşlik bağına ihanet etmiş bulunan Viktor, bu haliyle bir ‘kahraman’ temsili olamayacağından ikinci filmde Danila’nın kahraman inşasını pekiştirici bir unsur olarak iş başındadır. Moskova’dan ayrılıp ABD’ye uçtukları sekansta Viktor, gezileriyle ilgili misyonun yanı sıra, işin turistik yanından ve getirdiği olanaklardan da son derece heyecanlıdır ve ABD’de neden kısa süre kalacaklarına hayıflanmaktadır. Duty Free Shop’tan keyifle alış veriş yapar örneğin. Danila ise bu tür şeylere asla rağbet göstermez. ABD’ye inmek üzereyken, bu ülkeye iltica etmek isteyenlerin doldurmaları gereken form ve izlenmesi gereken prosedürle ilgili anons yapılırken Danila’nın mimik ve tavırları, kendi ‘sevgili’ ülkesini kalıcı olarak terk etme gibi bir eğiliminin asla olmadığını, ABD’ye tamamıyla zorunluluktan, arkadaşına yardımcı olabilmek için geçici olarak 56
gittiğini hissettirir. Dönemin Rusya’sının, ekonomi ve toplumsal yaşantı açısından 1990’lardaki kadar kötü durumda olmadığı kesin. Ancak ABD’yle kıyaslandığında bir tür cazibe merkezi veya arzu nesnesi haline gelme olasılığı bir hayli yüksek olduğu için, yönetmen kahramanı aracılığıyla ülkesini seven hiçbir Rus’un ABD’ye iltica etmek gibi bir arayışta olmaması gerektiğini, Viktor gibi zayıf ve yoz bir karakterin bunu istemesiyle, Danila’nın buna meyilli olması arasında kurduğu zıtlık aracılığıyla vurgulamış oluyor.
Viktor, ne kadar Danila’yla kıyaslandığında daha sönük, zayıf ve kaypak bir karakter olarak temsil edilse de, son kertede bir Rus olduğu için, ‘güçlü ve politik açıdan istikrarlı ve doğru batı’, algısını yıkıma uğratma işinde önemli roller üstleniyor. Örneğin, ABD’ye ulaştığında gümrük memurları tarafından kendisine yanında meyve olup olmadığı sorulduğunda, son derece alaycı bir üslupla ‘‘Neden, burada satmıyor musunuz?’’ diye yanıt veriyor. Bir dünya gücü olarak ABD’nin özellikle 3. Dünya ülkelerinden iltica için gelecekleri varsayılan insanlara karşı önleyici tedbirleri, Viktor tarafından alaycı bir üslupla boşa düşürülüyor. Filmde, Amerikan demokrasisinin siyasi üstünlüğü söylemine ve ikiyüzlülüğüne saldırılıyor. Kamusal alanda içki içtiği için polisler onu tutuklamak istediklerinde Viktor çok şaşırıyor çünkü o sırada 57
torbalara sakladıkları içki şişelerinden gizlice içen başka insanlar da var etrafta, bunu polise anlatmakta zorlanıyor. Kristensen’a göre Balabanov’un "Brat 2"de yapmaya çalıştığı, Amerikan neo-kolonyal üstünlüğünü ve kültür emperyalizmini alt etmek. (2008: 38) Özetle, Rus toplumunun içerisinde bulunduğu kimlik bunalımının aşılabilmesine hizmet etmeyi amaçlayan film, Danila’nın ideal bir Rus kahraman olarak inşası ile Viktor’un görece zayıf ve ahlaki bakımdan yoz temsiliyle bir karşıtlık oluşturulduğu bir stratejiye başvuruyor.
Yabancı düşmanlığı Filmde aynı amaç doğrultusunda başvurulan bir diğer stratejiyse yabancı düşmanlığıdır. Bu düşmanlığı her iki filmden sahnelerle saptamak mümkündür. "Brat" filminde, Alman evsizle ilk tanıştığı sekansta Danila, dostuna Yahudi olup olmadığını soruyor ve ‘‘Yahudileri sevmediğini’’ söylüyor. Bunun dışında filmde, Rusya Federasyonu içerisindeki en önemli etnik azınlıklardan Kafkas halklarına da ciddi düşmanlık sergileniyor. Danila St. Petersburg’a geldikten sonra bindiği tramvayda en arkada oturan ve bilet için para ödemeyi reddeden güneylilere bizzat müdahale ederek bu kişilerden silah zoruyla bilet parasını alıyor ve onlara hakaret dolu sözler sarf ediyor. İncelemenin başında sözü edilen ekonomik zorluklar ve 1. Çeçen Savaşı sırasında Rusya metropollerinde Kafkas kökenli kişilerce gerçekleştirilen terör saldırılarının yarattığı olumsuz imaj düşünüldüğünde, sıradan Rus izleyici açısından zaten kötü durumda olan ve Rusları zora sokan ekonomik koşulların üstüne, bir de Rus olmayanların tramvay sahnesindekine benzer şekilde ‘parazitlik’ yapmasının önüne geçilmesi gerektiği şeklinde düşünülmesi son derece mümkündür. Böylece hem Danila’nın ne tür bir Robin Hood olduğu (fakir veya zengin değil, Rus veya Rus olmayan ayrımı yapıp Rusların lehine çalışan) belirginleşiyor, hem de yabancı düşmanlığı, batılıların yanı sıra Rusya Federasyonu içerisinde yaşayan ve Rus olmayanlara da uzanıyor. Kendilerine silah doğrultulduğunda korku dolu gözlerle Danila’dan merhamet dileyen ve ona ‘kardeşim’ diye hitap eden güneylilere 58
Danila’nın ‘‘kardeşim değilsin, kara g*tlü solucan’’ diye çıkışması, bu kişilerin etnik kökenleriyle ilgili ırkçı bir göndermeye işaret ediyor. Yabancı düşmanlığına örnek verilebilecek bir diğer sahne, yine "Brat" filminde, Kat’ın kendisini götürdüğü partideki yabancılara karşı Danila’nın gösterdiği düşmanca tavırdır. Burada bir Fransız’a Rusça hakaretlerde bulunmaya başlayan Danila, karşısındakinin bir Amerikalı olduğunu varsayıyor ve ‘‘yakında hepinizi düdükleyeceğiz’’ gibi tehditkâr ve aşağılayıcı sözler sarf ediyor. Daha sonra yanına gelerek bu kişinin Fransız olduğunu söyleyen Kat’a ise, ‘‘ne fark eder’’ diye çıkışıyor. İlk filmdeki yabancı düşmanlığı batılılar, Yahudiler ve Kafkas kökenlilerle sınırlı kalıyor. "Brat 2"de ise filmde özellikle Ukraynalı mafya, Amerikan kapitalizmi ve değerleri, özellikle siyahî Amerikalılar hedef tahtasına oturtuluyor. (Rampton 2008: 52) Filmde Danila’nın abisi Viktor, ‘‘tıpkı bir kadın gibi makyaj yaptığı ve tam bir Romanyalı olduğu için’’ dönemin ünlü pop şarkıcılarından birini hiç sevmediğini söylüyor. Bu şarkıcının aslında Bulgar olduğunu öğrendiğindeyse ‘‘ne fark var ki’’ diye, önceki filmde Danila’nın yaptığına benzer bir çıkış yapıyor. Aynı filmin başka bir sahnesinde, ABD’ye indiğinde karşılaştığı ve konuşmaya çalıştığı Ukraynalılarca terslenen Viktor, onlara ‘‘Nazi işbirlikçileri’’ diye çıkışıyor. İlk filmde genellikle ‘geleneksel düşmanlar’ı hedef alan yabancı düşmanlığının skalası, ikinci filmde genişleyerek önceki rejimin ‘tarihsel müttefikleri’ (Bulgarlar, Romanyalılar ve Ukraynalılar) sayılabilecek olanlara da yöneliyor.
"Brat 2"de hedef tahtasına en bariz şekilde oturtulan kesim ise siyahî Amerikalılar. Filmdeki mekân kullanımının ABD temsilini Chicago sokakları aracılığıyla nasıl siyahîleştirdiğinden söz etmiştik. Buna Danila’nın Chicago’ya ilk geldiğinde tesadüfen karşılaşıp Rus olduğunu fark ettiği Dasha’nın bir siyahî kadın taciri tarafından çalıştırıldığını ve Danila’nın onu ‘kurtarmasının’ ardından aralarında geçen bir diyaloğu ekleyebiliriz. Bu sahnede Dasha, siyahîler hakkında konuşurken ‘zenci’ kelimesini kullanmaması gerektiğini söylediğinde Danila’nın yüzünde tuhaf bir ifade 59
beliriyor. ‘‘Okuldayken bize Çinlilerin Çin’de, Almanların Almanya’da ve zencilerin Afrika’da yaşadığı öğretilmişti’’ diyor. Bunun üzerine Dasha, Amerika’da sekiz yıl yaşamasının ardından siyahî Amerikalıların ‘ilkel’ bir güçleri olduğunu, bu yüzden de beyazların onlardan korktuklarını fark ettiğini söylüyor.
ABD’ye gittiğinde cinselliği adeta bir silah gibi kullanıyor. Kendisine arabasıyla çarpan siyahî bir kadın gazetecinin evinde uyanan ve kadını yanı başında yarasıyla ilgilenirken bulan Danila, kadına uzanıp yanına yatırıp birlikte oluyor ve kadının buna herhangi bir itirazı olmuyor. Filmde kendisini oynayan siyahî gazeteciyle birlikte olması aslında Danila’nın, zaten Chicago sokaklarındaki çeşitli sahnelerinde siyahîleştirilen ABD’nin bir de üzerine feminenleştirilerek cinsel açıdan fethedilmesi olarak okunabilir:
‘‘Savaşın amacı karşı tarafın kendisiyle ilgili ulus miti ve anlayışını kırmaktır. Danila, Amerika seferinde düşmanın kimlik yapısına hücum ederek batılı üstünlük iddiasını fiziksel olarak Amerikalı düşmanlarını yok ederek ve Amerika’yı feminize ederek, siyahî gazeteciyi cinsel anlamda alt ederek başarır.’’ (Hashamova 2007: 53)
‘‘Danila’nın siyahi Amerikalı kadın gazeteciyi cinsel açıdan fethetmesi, karşı tarafın kendi kimliğine dönük algılayış biçimini (başa çıkılamaz derecede göç talebiyle karşı karşıya kalacağını varsayan, kendini üstün gören bir Amerikan toplumu) yapı bozuma uğratıp alaya alırken, bir yandan da benzer bir milliyetçi, kendini üstün gören söylemi yaratma olarak görülebilir.’’ (Kristensen 2008: 39)
Brat filmleri incelenirken son olarak Balabanov’un sinematografisinin klasik Hollywood aksiyon sinemasından ayrılan bazı yönlerine ve Brat 2’de milliyetçiliğin dozunun daha da artmasıyla bu farkların görece nasıl silikleştiğine göz atılacaktır. Brat filminde yönetmen, klasik Hollywood aksiyonundan türsel anlamda farklı 60
sinematografik tercihleriyle dikkat çekiyor. Hollywood aksiyonunda kullanılan sinema dili oldukça hareketli bir ritim duygusu uyandıran kamera ölçek ve hareketleriyle, kurgu teknikleri içerir. Brat’ta ise özellikle kurgu açısından böyle bir kullanımdan uzak durulması komunuz açısından da önemli. Filmde sahneler arası geçişler kararma (fade to black) tekniğiyle gerçekleşiyor. Bunun filme bir durağanlık kattığını, filmde bir
iki
sahne
dışında
Hollywood
örneklerindeki
gibi
şiddet
pornosuyla
karşılaşmadığımızı, sevişme ve tecavüz sahnelerinde yine kararmalarla diğer sahnelere geçildiğini tespit edebiliriz. Tüm bunlar aslında Danila’nın temsil ettiği erkek kahraman figürünün nitelikleriyle de uyumludur. Danila, Hollywood kahramanından farklı olarak ortalama bir fiziği olan çocuksu ve masum yüzlü bir kahramandır. Tasker’ın çalışmalarında yaptığı, ‘‘Amerikan aksiyon sinemasının en görsel malzemesi beyaz body builder erkek stardır’’ tespitini hatırlayacak olursak Danila’nın fiziksel farkının önemi daha da belirginleşecektir. Danila’nın fiziksel olarak çok güçlü olarak temsil edilmesinden uzak durulması, karakterin ahlaki özelliklerinin öne çıkarılmasıyla tutarlı ve bu vurguyu güçlendirecek bir tercihtir. Rusya Federasyonu’nun bu dönemde özellikle ABD karşısında askeri ve ekonomik açıdan oldukça zayıf düştüğü tespitini hatırlayacak olursak, inşa edilen kahraman temsilinin de fiziksel yönden ‘aşkın’ bir karakter olmamasının, bu durumla uyumlu olduğunu öne sürebiliriz. Ancak ikinci filmde, her ne kadar kahramanın temsil edilme biçimi pek değişmese de, filmin kurgu ve aksiyon sahnelerinin aktarımına dönük sinematografik tercihlerinde bir değişim dikkat çekiyor. İlk filmde, Danila’nın abisini kurtardığı sahnedeki silahlı çatışmalarda dahi, klasik aksiyon kalıplarından kaçınan yönetmen, ikinci filmde arabayla kovalamaca sahneleri gibi geleneksel aksiyon kalıplarını devreye sokuyor. Buna ek olarak ikinci filmde ‘fade to black’ kullanımı yalnızca çok önemli sahnelerin başlangıç ve sonlarında kullanılarak filmdeki ağırlığı, ilkine göre bir hayli azaltılıyor. Ayrıca ilk filmde, Alman dostuyla hayatın anlamına dair, güç, ölüm ve kentle ilgili gelişen felsefi bir takım diyaloglar ikinci filmde tamamıyla bir yana bırakılıyor. Brat 2’de dozu artan milliyetçilik ve yabancı 61
düşmanlığının, kurguda tercih edilen kararmanın yalnızca önemli sahnelerin arkasından gelmeye başlaması ve aksiyon içeren sahnelerin sayısında artışla ve ilk filmdeki felsefi temaların bir kenara bırakılmasıyla sinematografik açıdan da destekleniyor diyebiliriz.
Sonuç Kuruluşuyla dünya siyasi tarihinin gidişatını değiştiren Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, 1991’deki dağılmanın ardından sahneden çekilmesiyle de etkili olmaya devam etti. SSCB’nin çözülüşü, hiç şüphesiz en çok birliğin merkezinde bulunan Rusya Federasyonu’nu üzerinde etkili oldu. Rus halkı birliğin dağılmasının ardından sosyalist rejimde pek aşina olmadığı işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik gibi kapitalizme içkin sorunlarla baş başa kaldı. Buna ek olarak yeni Rusya’nın, deyim yerindeyse ‘semiren’ egemenleri, esaslı birer antikomünist olarak eski rejimin toplumsal hafızada bırakmış olduğu ize saldırıyordu. Batının dağılmayla birlikte Rusya’dan askeri ve ekonomik bakımdan daha üstün bir duruma gelmesinin Rus toplumunda yarattığı kaygı da cabası. Tüm bunlar Rus toplumunun bir kimlik ve adaptasyon problemi yaşamasına ve yaşanan kimlik bunalımı ve ekonomik sıkıntıların, Rusya Federasyonu içindeki etnik azınlıklarla, batıya fatura edilmeye başlanmasına neden oldu. Milliyetçi ve neofaşist partilerin yükselişi buna iyi bir göstergeydi.
Ekonomik ve askeri açıdan o günün dünyasında yalnızlaşan ve marjinalleşen Rus halkı, kendi kolektif hayal dünyalarında yücelttikleri bir takım ahlaki değerlere sarıldılar. Bu sıkışmışlığı ve kimlik bunalımını, fiziki yollarla aşamayan ve bit fanteziye ihtiyaç duyan Rus toplumunun imdadına Aleksei Balabanov’un Brat filmleri yetişmiş oldu. Bu çalışmada filmlerin ortaya koyduğu erkekliğin, Rus toplumunun yaşadığı kimlik bunalımı ve ülkenin içerisinde bulunduğu ideolojik ve ekonomik durum dolayısıyla, batı karşısındaki fiziksel bakımdan yetersiz hissedimesinin fantezi yoluyla aşılabilmesi arasındaki bağlantı çözümlenmeye çalışıldı. Aleksei Balabanov filmleri, 62
yönetmenin Sovyet dönemine tanıklık etmiş ve dağılma sürecinde film çekmeye başlamış olmasından dolayı, 1990’lı yıllardaki sürece hem tanıklık eden ve bunu yansıtma olasılığı bulunan bir yönetmen olduğu için seçildi. Ayrıca filmlerin elde ettiği gişe başarısı ve medya dünyasında yarattığı etki de seçilmeleri için önemli gerekçelerdi.
Balabanov filmlerinin, batı algısını mekân kullanımı, yabancı düşmanlığı, ahlakçı ve milliyetçi bir erkek kahraman inşası gibi unsurlarla yeniden ürettiği öne sürek incelendi. Balabanov’un filmleri, kimlik bunalımındaki Rus toplumuna para yerine ahlaki değerleri ön planda tutan, milliyetçi, ırkçı, yabancı düşmanı genç bir erkek kahraman fantezisi sunuyordu. Filmin genç ve masum yüzlü kahramanı Danila, fiziksel açıdan pek de sert olmayan, Amerikan aksiyon kahramanlarından farklı olarak masum ve temiz yüzlü, bir tip olarak, Rusya’nın askeri ve ekonomik, başka bir deyişle fiziksel bakımdan göreli yetersizliğini temsil ediyor diyebiliriz. Bu yetersizlikleri ahlaki değerleri yücelterek önemsiz hale getiren Danila, Rus izleyicilere de benzer bir çağrıda bulunuyor gibi. Brat ve Brat 2 filmleri bu anlamda tıpkı ‘‘Rambo’nun Vietnam yenilgisinin ardından incinen ulusal gururu sistematik olarak yansıtması gibi,’’ (Hashamova 2007: 45) benzer bir yere oturuyor.
"Brat 2", yabancı düşmanlığı bakımından ilk filmin de ötesine geçen geniş bir listeyi hedef alıyor, ilk filmde Yahudiler ve batılılar gibi geleneksel düşmanlar hedef alınırken, ikinci filmde liste Ukraynalılar, Bulgarlar, Romanyalılar gibi tarihsel müttefiklere kadar uzanıyordu. Ayrıca ilk filmde tercih edilen ve filmi türsel olarak klasik aksiyon türünden uzaklaştırarak sanatsal değerini artıran bazı sinematografik tercihler, ikinci filmde terk ediliyor ve filmin aksiyon yanı, dozu artan yabancı düşmanlığına eşlik ediyordu. Ayrıca "Brat 2"de, kimlik bunalımının aşılabilmesi için, Rus kimliğinin kendisini konsolide etmesinin, ‘batı’ya dönük algının oldukça ırkçı bir stratejiyle yeniden üretilmesiyle sağlandığı öne sürüldü. Buna göre ABD 63
siyahileştiriliyor ve bu siyahiliğin kaba saba ve ‘ilkel’ temsilinin sunumuyla bir tür aşağılanmaya maruz bırakılıyor, böylece beyaz bir ırk olduğu için Rus kimliğinin üstünlüğü sağlanmış oluyordu.
Kaynakça
Hashamova, Yana, ‘The Russian Hero: Fantasies of Wounded National Pride’, Pride and Panic: Russian Imagination of the West in Post-Soviet Film, Bristol: Intellect Books, 2007, s. 39-61. Hashamova, Yana, ‘The Western Other (Foe and Friend): Screening Temptations and Fears’, Pride and Panic: Russian Imagination of the West in Post-Soviet Film, Bristol: Intellect Books, 2007, s. 19-38. Kristensen, Lars Lyngsgaard Fjord (2008). ‘Russia and Postcolonialism? Surely, It Should Have Read Neo-colonialism: Aleksei Balabanov’s Brat 2 (2000)’, Kerstin Olofsson (Toim.), Research reports / Södertörns högskola (32 - 41), Huddinge: Södertörns Högskola Larsen, Susan. National Identity, Cultural Authority, and the Post-Soviet Blockbuster: Nikita Mikhalkov and Aleksei Balabanov , Slavic Review, Vol. 62, No. 3, (Autumn, 2003), pp. 491-511 Rampton, Vanessa, ‘Are You Gangsters?’ ‘No, We’re Russians’: The Brother Films and The Question of National Identity in Russia, Reaction and Reinvention: Changing Times in Central and Eastern Eurpoe (2008), s. 49-68.
64
Wall Street'in Kurtları Onur Keşaplı, Selin Süar
Sinema eleştirmenlerinin hatırı sayılır bir bölümü tarafından Amerikan sinemasının en büyük yönetmeni olarak nitelendirilen Martin Scorsese'nin, başta en iyi film ve yönetmen olmak üzere beş dalda Oscar adayı yeni filmi "Para Avcısı" bu hafta gösterimde. Wall Street'te borsa brokerı olan Jordan Belfort'un süratli yükselişi ve düşüşünü anlatan film, konusundan öte Wall Street'le beraber ABD ve dünya gündemini de işgal eden toplumsal başkaldırının Amerikan sinemasının en büyük yaratıcısı tarafından nasıl ele alınacağı merakını doğurdu.
Film, Scorsese sinemasının tüm repertuvarını içeriyor. Betimlemek veya simgelere başvurmak yerine her şeyi göstermeyi tercih eden, bu tercih doğrultusunda steadycam ve ray aygıtlarını kullanarak uzun takip planlarını içeren, şiddet ve cinsellik sunumunda porno estetiğini çağrıştıran, zaman zaman kesmelere başvuran ritmi yüksek bir kurguyu seri diyaloglarla destekleyerek genel akışa sürat katan bir seyirlik. Hem yaşanmış gerçek olaylara yaslanması hem de ana karakterin aynı zamanda anlatıcı rolünü üstlenmesi göz önüne alındığında, yönetmenin mafya dünyasına eşine 65
az rastlanır gerçeklikte eğildiği 1990 yapımı "Sıkı Dostlar" filmiyle büyük benzerlikler taşıyan "Para Avcısı", izleyiciyi karakterle özdeşleştirerek avucuna alma gayesinin dozunu zaman zaman kaçırıp seyri zor bir filme dönüşüyor. Bunun yanı sıra sinemada yabancılaşmanın en güçlü ve bilinen yöntemlerinden olan "kameraya bakıp izleyiciyle temas kuran oyuncu" tercihine sıkça başvurduğu halde yabancılaştırmaya izin vermemesiyle modernist anlatı ve Brecht estetiğine adeta meydan okuyor. Zira yabancılaştırıcı bu kodun kullanımına rağmen film, Jordan Belfort'un zaferini, düşüşünü, heyecanını, hırsını ve sınırları zorlayan hazzını bire bir hissettiriyor. Filme ve yönetmene yöneltilmesi gereken eleştiri tam da bu noktada başlamalı. İzleyiciler, insanlara saygısı olmayan, üretim yerine manipülasyonlar üzerinden kolayca zengin olmanın hayalini kuran, bu uğurda her şeyi yapabileceğini gösteren, fakirleri ve daha da kötüsü zengin olma hayali taşımayanları aşağılayan, para kazanma hırsını ilkel ve dinsel ayinler noktasına vardıran bir karakterle empati kurmak zorunda mı?
Benzer örneklerini Avrupa'da Oliver Hirschbiegel'in yönettiği 2004 yapımı "Çöküş" ve Amerika'da 2006 yılında Andrew Niccol'un yönettiği "Savaş Tanrısı" ile gördüğümüz bu zorlayıcı özdeşleşme, ideolojik bir eleştiriyi izleyicinin politik donanımına bırakarak en hafif tabirle işin kolayına kaçmak olarak yorumlanabilir. Scorsese örneğinde ise yönetmenin ideolojik siciline baktığımızda saklı bir tehlike beliriyor. İdeolojik eleştiriden ısrarla ve nedensizce muaf tutulan Scorsese'nin ilk filmlerinden olmasına karşın halen en güçlü yapıtı olarak anılan 1976 yapımı "Taksi Şoförü", ülkemizde 66
"muhafazakar sanat" olarak egemen zihniyet tarafından yaratılmaya çalışılan ölü kavramın, canlısı olarak Hollywood sağının estetik açıdan zirvesidir. Kadın özgürlüğünü fuhuş, azınlık haklarını uyuşturucu ve suç, hippiler özelinde 68 kuşağını ise sapık olarak sunan bir senaryoyu ve tüm bunların kanalizasyona boşaltılmasını dile getirerek hatayı liberal siyasetçilerde, çözümü ise WASP(Beyaz Anglo-Sakson Protestan) orta sınıf Amerikalı'da gören bir ana karakteri, usta işi bir sinematografi ve oyuncu yönetimiyle donatan Scorsese'nin, şiddet pornosuyla arınan filme meşruiyet kazanmak için pedofil hassasiyetine başvurması ise başlı başına sorunlu. Ancak "Taksi Şoförü"yle beliren bu eğilimin asla bu yönleriyle ele alınmayışındaki sorun daha büyük.
Bu bakış açısının izlerinin yerli yerinde olduğu "Para Hırsı"nda, kapitalizmin özü için bile utanç vesilesi olması gereken bir zihniyeti karşısına almaktan kaçınan yönetmen, tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilen kötülüklere imza atan ve tüm bunlar olmamış gibi gerçek hayatta da yoluna "motivasyon koçu, girişimci" sıfatlarıyla seminerler düzenleyerek devam eden bir karaktere yakın durmayı tercih edebilmektedir. Israrla politikadan muaf tutulan ve uzun yıllar en iyi yönetmen Oscar'ını alamadığı için mağduriyet eklentisiyle birlikte anılan, Hollywood'un en büyük ve yetenekli yaratıcısı Martin Scorsese'nin Wall Street'in kurtlarını yedirmeyen filminin nasıl bir tepki alacağı ise yanıtı az çok tahmin edilebilen bir soru. 67
68
"Lego Filmi" ve Hayalgücünün Yitimi Onur Keşaplı
"Hayalgücü" ve "yaratıcılık" sözcüklerinden bağımsız anılmayan, sadece bir oyuncak olmanın ötesinde, bir kaç kuşağı kapsayacak şekilde küresel bir alt kültür olan Lego'nun ilk sinema filmi "Lego Filmi", tüm dünyayla aynı anda ülkemizde gösterime girdi. Üç boyutlu animasyon filmin, kalabalık yazım ve yönetim grubunda daha önce legonun video çalışmalarına da imza atmış kimi isimler yer alırken karakterlere ünlü oyuncular ses veriyor. Tahmin edilebileceği üzere ülkemiz izleyicisi dublaj neticesinde farklı bir oyuncu listesiyle karşılaşacak.
69
"Lego Filmi", Lego'dan bağımsız bir değerlendirmeye müsait olmayan bir yapım hiç şüphesiz. Dünyasından Lego geçen herkesin az çok bildiği gibi Danimarka çıkışlı olan ve geçtiğimiz yüzyılın başlarında ortaya çıkan, küçük parçaların bir araya getirilmesiyle inşa edilen ve parça sayısına göre sürdürülebilen bir oyuncak Lego. Öyle ki, benzer oyuncakların bile farklı markalar olmalarına rağmen "lego" olarak anılmasına sebebiyet verecek kadar özgün. Çocukların hayalgücünü zorlayan ve yaratıcıklarını besleyen bir tercih olarak belli bir gelir ve eğitim seviyesini kendisine pazar olarak seçen Lego, özellikle Amerika ve Avrupa'da lüks bir oyuncak değilken, ülkemizde vergilerle artan fiyatlarından ötürü her daim küçük bir kesimin edinebileceği pahalı bir oyuncak olagelmiştir. Lego'nun bu imajı yıllar boyu değişmezken, içeriksel olarak Lego'nun geçirdiği evrim kapitalizmin her noktada nasıl tıkandığı ve tıkanıklıkları açma konusunda ne kadar gerici davranabileceğinin kanıtı adeta.
Çocukların rengerank parçalarla sınırsızca yaratımlar ortaya koymasını sağlayan Lego, 1980'lerle birlikte tematik setler hazırlayarak ilk büyük dönüşümü geçirmiş, yapım 70
kılavuzu ekleyerek sınırsız yaratıma ilk sınır çekme teşebbüsünde bulunmuştur. Asıl büyük sapma ise 1990'ların başında, tematik setlerin egemenliği neticesinde, erkekler için setler ve kızlar için setler ayrımına gidilmesi şeklide olmuş, erkek setlerinin temalarının çeşitliliği karşısında kızlar için olan "Paradise/Cennet" teması, Barbie bebeklerin dünyasının Lego karşığı olarak yerini almıştır. Bu süreci 2000'lere kadar sürdüren Lego, dijital oyunların, oyuncak pazarını büyük ölçüde küçülmeye zorlaması sonucu, kendi özgün temalara sahip setlerini de kaldırarak, popülerliği ve pazar payı kanıtlanmış Yıldız Savaşları, Örümcek Adam, Yarasa Adam, Ninja Kaplumbağalar, Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi gibi serilerin setlerini satışa sunmuştur. Erkek setlerinin bu görece çeşitliliği karşısında kız setlerinde ise "Cennet" serisinin devamı olarak da okunabilecek "Friends/Arkadaşlar" teması piyasaya sürülmüş, ikonik Lego figürü ise bu seriye özel olarak dönüşüm geçirerek bebek pazarını andıran bir görünüm kazanmıştır.
71
Önce hayalgücü ve ardından yaratıcılık yetisini yitiren Lego'nun filmine baktığımızda da, bu olumsuz dönüşümün birebir karşılığını görürüz. Hollywood'un vazgeçilmez teması olan, sıradan bir bireyin şans eseri kahraman haline gelişi ve kendinden büyük ölçekte işler başarmasının senaryonun merkezinde olduğu filmde, yanlışıkla "usta inşacı" sanılan sıradan Lego figürüne büyük macerasında 2000'lerin serilerinden Yarasa Adam, Gandalf, Han Solo gibi çok sevilen figürler eşlik ediyor ve Lego dünyasını parçalara ayırmayı planlayan tirana karşı hep birlikte mücadele veriyorlar. Lego'yu "lego" yapan tüm özelliklerden arındırılmış bu filmin oyuncaklarının filmle eş zamanlı olarak satışa sunulduğunu belirtmek herhalde şaşırtıcı olmayacaktır.
72
Habersiz Yakalanan Hayatın Sineması: Dziga Vertov Selin Süar Son zamanlarda birçok eleştirmeninden Modernist Sinema kurallarını görmezden gelerek Türk sinemasının yakın dönem mihenk taşlarını oluşturan Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu, Derviş Zaim, Semih Kaplanoğlu ve ismini sayamadığım birçok başarılı yönetmenin “tarzı”ndan hoşlanmadıklarını, sinemanın devrimci bir niteliğe bürünüp “güzel şeyler söylemesi” gerektiğini okur olduk. Bu eleştirilerin devrimci yanıysa elbette biçime değil, içeriğe yönelik. Oysa dünya tarihinde gerçek anlamda devrimci sinema kodlarını eksenine yerleştiren ve konvansiyonel sinemanın hikaye örgüsü ile biçimsel yapısını terk etmeye yönelik çalışan kuramcılara baktığımızda Sovyet Rusya’nın sinema sanatına yaptığı katkı bence hala ilk sıralarda yer alıyor.
Sanatın, devrimle paralel ilerlemesi gerektiğini savunan sanatçılar, konstrüktivizm ve fütürizmin eşlik ettiği avant-garde arayışlar peşine düştüler. Dziga Vertov, Sergei Eisenstein, Lev Kuleshov ve Vsevolod Pudovkin’in başı çektiği kuramcılar, sinema 73
alanında yepyeni yapıtlara imza attılar. Hollywood filmlerinin ideolojik bir mesaj taşıdığını ve hikaye örgüsünün seyircileri düşündürmek yerine onları yönlendirdiğini söyleyen sinemacılar; ticari olmayan, toplumsal ilişkilerin ön plana çıkarıldığı ve seyircilerin düşünmesini sağlayan bir anlayışta ilerlediler. Kurgu tekniğinin ön planda olduğu filmler, deneysel arayışlar çerçevesinde iki dünya savaşı arasındaki dönemde etkisini oldukça hissettirdi.
Bu grubun belki de en bilineni ve en özgün çalışmaları olan Dziga Vertov’un ölümünden bugüne 60 yıl geçti. Asıl adıyla Denis Arkadadyeviç Kaufman olan ve Musevi ailelerinden birinin oğlu olarak 1896'da dünyaya gelen Vertov, ailesiyle beraber Alman işgalinden kaçıp Moskova'ya yerleşir ve bu dönemde fütürizmden etkilenir. Pek çok bilim-kurgu ve düz yazı türünde eserler veren Kaufman, Dziga Vertov ismini de bu dönemde kullanmaya başlar. Moskova'da tıp öğrenimi gören ve aynı dönemde kurgu deneyleri yapan Vertov, 1919'da savaş muhabirliğine geçer. Böylelikle Sovyet Devrimi’nin en ücra köylere anlatılması için oluşturulan sinema 74
treninde belgesel çekimler yapmak üzere meydanları dolaşıp haber görüntülerini kurgular. Vertov, alanında önemli iki kurama imzasını atmıştır: Sine-Göz (Kino-Glaz) ve Sine-Gerçek (Kino-Pravda). Vertova’a göre sinema gerçeğin düzenlenmiş halidir. Kurmaca, izleyiciyi uyutan bir afyondur, oysa filmler, gerçeği çarpıtmadan yansıtmalıdır. Kamera ise gerçeği yakalamaya ve göstermeye yarayan bir araç; bir yöntemdir.
En bilinen filmleri arasında yer alan ve 1929 yapımı olan Film Kameralı Adam isimli eserinde gündelik yaşamı herhangi bir oyuncu, dekor ya da kurmaca olmadan kendi akışı içinde anlatmaya çalışmış ve eser, şehir üzerinden makineleşme, insanla makinenin eşgüdümü üzerine yoğunlaşmıştır. Film, sinemada gerçeğin olduğu gibi çarpıtılmadan yansıtılması bakımından önemli bir yer tutar. Üst üste bindirmeler ve kesmelerden oluşan farklı kurgu tekniğiyle izleyicilerin filme kafa yorduğu, senaryonun, oyuncuların, stüdyonun, dekorun ve diğer sanat dillerinin (tiyatro, edebiyat) reddedildiği film, sinema tarihinin aşılamamış üsluplarından birini de karşımıza getirmektedir.
75
Kino-Pravda (Sinema- Gerçek) manifestosu, 1960’ta Fransa’da Jean Rouch ile başlayan Cinema-Verite (sinema-gerçek) akımının öncülü olarak sayılmaktadır. Bununla beraber yine 1960’larda La Nouvelle Vague (Yeni Dalga) akımının yönetmenleri de Vertov’un tarzından etkilenmişlerdir. Bu akımın yönetmenlerinden olan Jean-Luc Godard, Jean-Henry Roger, Jean-Pierre Gorin 1968 yılında Vertov Grubu’nu oluşturmuşlardır. Belgesel sinemanın öncüleri arasında yer alan İngiliz Belge Okulu yine Vertov’un kuramından etkilenen akımlar arasındadır. Ancak belki de en bilineni olan ve sinemada toplumsal gerçekçilik üzerinden hareket eden İtalyan Yeni Gerçekçiliği, özellikle de büyük stüdyo sistemlerine karşı durarak ve oyuncu yerine hayattan kişileri filmlerinde kullanarak Vertov manifestoları üzerinden hareket etmiştir.
Sinemada devrimin içeriksel ve biçimsel olarak atası sayılan ve sinemanın kendine ait dilinin oluşmasında çok büyük payı olan Vertov’un 1920’lerde yarattığı sinema anlayışı hala güncelliğini korumaktadır.
76
Bauhaus’un Başardıkları ve Başaramadıkları Derviş Ergün
Sanayi devrimini gerçekleştiren İngiltere, standart ve kalitenin bir arada estetik beğeniyi de karşılayan, sürdürülebilen seri üretimle, emperyal bir ekonomiye geçti. Londra’da (School of Desing, 1836) zanaat ve sanatın(Crafts and Arts) birlikte uygulanmasını destekleyen ilk tasarım okulu açıldı ve devamı geldi. Bu okullar, geleneğe bağlı üretim şeklini, yeni teknik ve yöntemlerle, tasarımın, endüstriye dönüştürülmesinde başarılı oldular. Bu gelişme modernleşmenin sınırlarını genişletti. Etkilenen ülkelerin başında Almanya (1919-1933) kültürün endüstrileşmesini, tasarımın sanayileşmesini ve bu ilkelerle iş birliğine gidilmesini öngören Bauhaus birliğini kurdu. Modernist bir hareket olduğunu, mimarlık, resim, heykel ve zanaatkarlığın iç içe bir tasarım ilkesi etrafında hareket etmesi gerektiğini savundu. ‘Sanayileşmek ve ilerlemek’ insanın önündeki yeni ufuklardı.
Mühendisliğin, endüstriyel anlamda tasarlanabilir alan olarak gördüğü her şeyi, yeniden inşa edebileceğini düşünmek olanaklıydı. Mohol-Nagy (R-1) ‘eğer tanrı öldüyse, onun yerine mühendis var’ diyerek, yeni yaradan mühendis, sanat ise dinin yerini dolduran seküler bir teolojiye dönüşüyordu. Makineler, insan eliyle yaratılan tasarımlardı ve kutsanıyordu. Bu kavrayış diğer gelişmekte olan ülkelerde de heyecan yarattı. Hollanda da De Stijl üyeleri ‘doğmakta olan çağın konstrüksiyon çağı olduğunu’ ilan ettiler. Fütürizm zamanı ‘makine çağı’ olarak yorumlamıştı. Her şey insan mutluluğu için yapılmaktaydı. Konstrüksiyon düşünce öğretisi, estetiğin, makinede kusursuz bir şekilde tasarlandığına göre bu başarı toplumun tasarlanmasında da olabilir düşüncesi olgunlaştı. Sanatın teorisi kapitalizmin ideolojisine dönüştü ve bu nedenle sanatın makinenin hizmetinde olmasının gerekliliğine inanıldı. Marinetti fütürist ilkeleri Avrupa başkentlerini dolaşarak 77
anlatmaya çalıştı. Kusursuz tasarım yeni ideallerin habercisiydi. Aslında mühendislikle yeni bir dünya kuruluyordu. Birbirini izleyen tanımlar, endüstrinin, sanat üzerinden, çağdaş uygarlığın biçimlenmesi olarak modernlik adına, sömürgeci imparatorlukların nüfuz alanını meşrulaştırmaya yönelik ilerliyordu.
Bauhaus hareketin pratiğine bakıldığında; tasarım uygulama ve yöntem bilgisi, tasarım kuralları üst başlığında toplanarak başvuru niteliğinde, bilime dayalı doğrulamayı da içermektedir. Ayrıca ‘tasarım’ kavramı kendini ‘ürün eser’ üretim kavramından ayrı niteliyor olsa da tasarım ve tasarlanabilir olgusu,
bir eser
üretmenin dışında (R-2)endüstriyel bir ürünü de kapsar. Tasarım süreci eldeki tasarım ölçü ve kurallarına göre matematiksel bir kurgulamayla ilerleyen bir yapıdır bir bakıma. Burada ‘estetik ‘ kavramından söz etmek gerekir. Çoğu zaman ‘estetik’ güzellik bilimi olarak adlandırılır, ancak güzelliğin bilim olarak tarif edilmesi onun alanını daraltır.
Estetik kuram genel olarak sanat bilimi yada sanat felsefesi değildir. Daha çok sanatı tanımlayan bir kuramdır. Daha çok 19 yy. sonları ve 20yy. başlarını kapsar, modern sanatın form ve tekniğine bağlı olarak ortaya çıkan sanatın özerk alanını belirler. Ancak 20yy. sonlarına doğru yok olur. Bunun sebebi, modern sanatın sınırlarının genişlemesiyle sanat ürünü, teknolojik ürün yada meta kültürü ürünleri arasındaki sınırın ortadan kalkmasından kaynaklanmaktadır.
Sonuç olarak, 19,yy, İngiltere’de Ruskin ve Morris’in karşı durduğu modern akılcılık ve rasyonalizm anlayışı, 20. yy’ da Muthesius’un uygulamalarıyla sanat kuramı, form ve biçim, malzeme ve teknoloji denklemine dönüştü. Estetik kuram, tasarım ölçü ve elemanları, sanat okullarında yöntem ve içerik bilgisi olarak görüldü. Derinde yatan ideal, modernleşme adına yeniden tasarlamak, ortak ve çağdaş bir beğeni oluşturmak ve bu elde edilen kazanımları sahiplenecek yeni insan tipi yaratmaktı. 78
Resim-1, Laszlo Moholy-Nagy, 1930,
Resim -2, Le Corbusier, 1929
79
Tasarım kavramından doğan sanat biçimi,eser olarak maddi bir biçimlendirme olarak görülebilir. Aynı zamanda endüstri ürünleri
tasarımı içinde geçerlidir. Ancak
tasarlanabilirlikle, sanat eseri arasındaki maddi içeriğin oluşmasındaki farkı görmek gerekir. Sanat biçiminin niteliklerini kavramak için, biçimin yapısı, biçimin kuruluş yasaları, biçimin içerik karşısında görece bağımsızlığı, biçimin kendine özgü işlevleri gibi bir çok konular, diyalektik maddeci açıdan ele alınmamıştır. Örneğin sanatçının biçim üstünde çalışması gerekmemektedir, çünkü biçim kendi başına var olmakta içeriğe kendiliğinden boyun eğmekte, içerikte otomatik olarak var olmaktadır. Gerçek sanat yapıtları
bilinçli, amaçlı, ve görecelikle bağımsız bir süreç olarak biçim
kurulmasını da aynı zamanda kendi içlerinde barındıran yapıtlardır. Burada kuramın görevi, kendi içinde kapalı sanat etkinliğini iç bütünlüğünü kuran sanatın biçimi ile bunun öbür süreçlerle olan ilişkisini açığa çıkarmaktadır. Biçimin bütün öğeleri birbiriyle ‘yükümlüdür’ var olan değintiden hiç biri çıkarılamaz.
Bauhausda yer alan sanatçılar, estetik kuram bilgisini, soyut düşünce elemanları olarak sanat eğitimi diline dönüştürmek ve kavramları kendi mistik düşünceleriyle teorikleştirmeyi denediler.Temel sanat eğitiminde bir araç olarak kullanılan bu yöntem bilgisi, tasarımın kurgulanabilirliğini göstermeye yöneliktir. Ve bu sanatçılar, soyut elemanların gerçekliğini ispatlamak için bir çok uygulama yaptılar. Soyut düşüncenin nesneleri, tasarım öğretisiyle yeniden üretilirken somut olarak var olan nesneyle bir tutulması yanlışlığını, Paul Klee, nesnel dünyanın görünümü yerine onun platonik idelerini tarif eder. Geometrinin, kesinlik arz eden etkisini Malewitch, Moholy-Nagy, formülleştirdi. Doğal görünümleri basit formlara indirgeme doğayı arkatektonik yapı içinde soyutlama olarak gördüler.
80
Resim -3 Wasily Kandinsky,1923 Bazı deneyler sonucunda açık renkli nesnelerin, aynı boyutta olmalarına rağmen, siyah-koyu nesnelerden daha büyük algılandığı ortaya çıkmıştır Vassily Kandinsky, niçin sarı bir çemberin resimde merkezinden çevresine doğru sürekli yayıldığını, oysa mavi renkli bir çemberin ise giderek küçülüp merkezine doğru çekildiğini iddia ettiği düşüncelerini, (Resim -3) Kandinsky, ‘Sanatta Ruhsallık Üzerine’ adlı kitapta topladı. Sanat kuramı üzerine mistik görüşlerini ve renk algısının psikolojik etkilerini yazdı. Sanatın gereklilik içeren bir yapı olmadığı, özgür, form ve renk üzerine kurulu olduğunu ileri sürdü. ‘Formların uygulanabilir olması, organik ve ruhsal varyasyonları, resimdeki hareketleri, somut forma mı eğilim gösteriyor, birbiriyle teke tek ve bir bütünün parçaları olarak ilişkileri,resimdeki farklı unsurların uyumu ya da uyuşmazlığı, grupların nasıl kullanıldığı, örtük ve açıkça ifade edilmiş etkilerin birleşimleri, ritmik ya da ritimsiz ve ya geometrik ya da geometrik olmayan formların kullanılması, formların birliktelikleri ya da ayrıkları...’ tüm bunlar resim kontrpuanın malzemesidir diye görüşlerini açıkladı. 81
Soyut sanat dilinin sekteye vurması ve giderek soyut sanatı eleştiren bir tabanın varlığı yüksek sesle, ‘soyut sanat gericiliğin sanatıdır, kitlelere yaslanmıyor, hiç bir şekilde toplumsal ilerlemeye hizmet etmiyor’ diye haykırıyordu. Bu eleştiriye, ‘soyut sanat’ platformu, sanatta her türlü demagoji kaçınılmaz olarak tapınmayı doğurur ve tapınma, insanları köleliğe götürür, diyerek karşı görüşlerini ifade ettiler. Aslında soyut sanatın hep var olduğu, Müslümanların geometrik sanatlarında, Vikinklerin, Gallerin barok süslerinde, görülebilir. Merovenjiyen, Prekolombiyen sanatlarda, Afrika ve Okyanus Tabaları ve diğer yerli halk sanatlarında da soyut sanat görülebilir. Bauhaus girişiminde figürsüz resimlerin, Kübizmin figür bozmalarına yenik düşmesi, sadece Hitler yönetimine bağlı olmamakla beraber, Paris’in bir sanat merkezi olması da başka bir etkendir. Lianelle Venturi bu durumu ‘bu gün soyut sanattan söz ettiğimiz zaman, Kübizm’i yada ondan türemiş sanat akımlarını kastediyoruz’ diye özetlemektedir. Figürsüz resmin geçiştirildiği, modern sanatı tek bir nedene dayandırma yanlışlığına düşüldüğünü ileri sürmektedir.
Kaynakça: Sanat Siyaset,(Editör) Ali Artun,İletişim, İstanbul, 2008 Estetik ve Sanat Notları, S. Moıssej Kagan, Karakalem Yayınları, İzmir, 2008 Wasily Kandinsky, Sanatta Ruhsallık Üzerine, Altıkırkbeşyayın, İstanbul, 2013 Görsel Algılama, Adem Genç, Ahmet Sipahioğlu, Sergi Yayın evi, İzmir, 1990 Bauhaus, Modernleşmenin tasarımı, (Editör) Ali Artun, Esra Aliçavuşoğlu, İletişim,İstanbul, 2011 Modern sanat, Michel Ragon, Hayalbaz Kitap, İstanbul, 2009 Çağdaş Sanat Kuramı Paul Klee Dost yayınevi, Ankara, 2006 Kandinsky, Fraçoıs le Targat, Ediciones Poligrafa,S.A, Spain, 1986
82
"Şu Çılgın Türkler" T. Ayhan Çıkın - Turgut Özakman için-
Tohumun bilgeliğine susamıştır Anadolu Uğruna efsaneler yazan kahramanlar Rüzgarları değer ağaçlarına devrimlerin Giderler Mustafa Kemal kardeşliğinde barışa Ulus/u, yaşamı soluklar “Şu Çılgın Türkler”le Tırnaklarını kemirir yoksul çocuklar resimlerde * Ölüm karanlık bir gecedir, yoktur gülümsemesi Zulüm kadar korkunç, yaşam kadar gerçek Aş/k’la dolaşır Anadolu çobanları dağları Karanlıklar çoğullaşır, azalırken aydınlıklar Maviliklere uçmuyor bağımsızlık kuşları Açlıkla küçülür ekmeği halkın, büyürken borçlar Nasıl ağlaşır bozkır, yok ederken hes’ler suları
83
Hallaç -Bir A’nın MektubuAbdullah Rıdvan Can
1. Tekil 01.01.2014/23:20 Merhaba! Sana yazmak istediklerimle birlikte tutuşturdum parmaklarımı. Ucunda tüten kelimelerin şakağına hapsettim hüznümü. Belki, birgün, bir vesileyle okursun diye bunları.
“Mutlu olursun sonra tüm o hüznün tam ortasında. Gerçek değilmiş gibi sanki, eline aldığın kar tanesinin eriyip gitmesi gibi parmaklarından onun da eriyeceğini düşünürsün. Öyle çok düşünürsün ve hatta inanırsın ki sonunda olur işte… eriyip gider parmaklarının arasından. Mutlu musun şimdi?”diye yazdı kahverengi kağıdına. Kahvesinden bir yudum aldı. Arkasına yaslandı. Saate baktı. Gecenin üçü… üzerinden battaniyesini attı ve mutfağa doğru yürüdü. Her adım attığında halıya değen ayağının sesini duyuyordu. Parmak uçları ile topukları arasında bu kadar mesafe vardı demek. Mutfağa girdi. Havasızdı içerisi. Camı açmak istedi, önce perdeyi çekti ve gözünün önünde pat diye üst komşusunun kilimi. Bu saate bu kilimin penceresinde ne işi vardı? Komşusuna seslenmek üzere sert ve hızlı bir hareketle pencereyi açtı. Kafasını dışarıya uzattı. Ama seslenmedi. Hava ne kadar güzeldi… yağmur yağıyordu az önce, durmuştu demek… Gecenin üçünde gökyüzünün rengi hep böyle güzel oluyor muydu? Yoksa az önce yazısını yazarken dinlediği müziğin etkisinden miydi bu şaşırtıcı güzellik? Akşamdan kalan yemeği fırına koymuştu, onu oradan aldı ve odasına doğru yürümeye başladı. Tabağı masasının yanına bıraktı. Odasının da 84
perdesini çekti, camını açtı. İçeriye giriyordu hava. Ferah rüzgar yüzüne vuruyordu. İçine çekti… saçları içeriye kaçıyordu. Oyun oynar gibi rüzgarla… bir nefes, bir nefes ve bir nefes daha. O son nefesi gözlerini kapatarak çekti içine. Gökyüzünde ki tüm güzelliğin ciğerine dolmasını istercesine. Fazla mı durağandı bu aralar. Battaniyesi bıraktığı gibi sandalyesinin üzerindeydi. Kağıtları masanın üzerinde muhteşem bir düzensizlik içinde duruyordu, kahvesi hala sıcaktı, dumanı tütüyordu. Yan tarafta yatağının üzerinde duran bilgisayarı akordeon seslerini getiriyordu kulağına. Sahi şimdi geçseydi ya şu sokaktan bir akordeoncu. Ya da en kısa zamanda kendisi öğrenip dolaşsa mıydı bu saatte her gece.. ama vazgeçti. Hava her zaman bu kadar güzel olacak mıydı? Şimdi ki gibi isteyecek miydi canı sokakta akordeon çalmayı? Öğrenebilecek miydi sanki? Öğrenmeye yeltenecek miydi hatta! Vazgeçti onun çook uzun zamandır çalmayı bıraktığı bir enstrümanı vardı zaten. Sahi, özlemişti. Neyse. Sandalyesine oturdu battaniyesine sarıldı. Cam hala açıktı perde bir içeride bir dışarıdaydı. O da başlamıştı oyuna. Bir çatal aldı yemeğinden ve bir yudum kahve… ve kalemine atlayıp yola çıktı yazdığı hikayeye doğru ve orada kendi kabuğa çekildi. İşte bir tek bu saate ve orada görünmezdi… ne kadar başkaydı gündüz hali ve gece hali. olsun, mutluydu ve seviyordu her iki halini de. Birkaç saat geçti, alışıldık bir vaziyette masasının üzerinde, yazarken uyuya kalmıştı yine. Bilgisayarını masaya koydu battaniyesini sandalyede bıraktı ve ayaklarını sürüyerek yatağa doğru üç adım attı. Kafasını yastığa koyar koymaz uyudu. Kahve soğumuştu. O güzel hava hala içerideydi ama o da, oda da soğumuştu. Üşüyordu. Umursamadı uyumaya devam etti…
Elif
2. Çoğul 02.01.2014/02:42 Selamsız
bir
girişle
başlamak
isterdim.
Lakin
ellerim
varmadı
sözlerine 85
dokunmamaya.
Selam!
İşte o kelimelerine dökülen hayali aşkın devamı. Belki beğenmezsin. Ama yine de söyleme böyle şeyleri.
“Uyandığını sandığı bir an öylece yastığın ucuna gelmişti kafası. Ağzının kenarından sızan incecik bir salyayı hissetti önce. İç çekti uzunca hemen. Sonra yarı açık gözleriyle odasını izlemeye başladı. Saate takıldı gözleri. Bu kadar uyumuş muydu ki? Zaman ne de çabuk uyuşmuştu bu karanlık zihninde.
“Her halükarda, düşündüğü veya düşlediği hiçbir şey olmuyordu. Vazgeçmek istedi, belki dedi bir an sonra her şeyi unuturum.” Ama olmadı yazmaya yeltendiği bu satırlar şu an sadece zihninde sisli bir görüntü gibiydi. Tüm nesnelerini kaybediyordu algı dünyasının. Belki, dedi. Bu uzun uykunun ardından gördüğüm o büyüklü küçüklü rüyaları eklersem uç uca, belki dedi. Belki, bunları yazarsam. İşte o zaman bir an da olsa, işte o zaman rahatlarım. Durdu. Zaten durduğunu hissetti bu fikrinden sonra. Zaten uyku yüklü yorganının hissettirdiği sıcaklığı bir türlü atamıyordu üzerinden. Çok geçmemişti. Ağırca, kırıldığını sandığı kemiklerini tekrardan bir araya getireni düşündü. “Ne kadar da uzağız şimdi... Ne kadar da ayrı...” İçerlense bile artık hissetmemeye çalışıyordu.
Masasına oturduğunda geceden kalan soğumuş kahvesine baktı. Üzeri su olmuştu. Kahvenin hepsi dibe çökmüştü. Çok uzun zaman uyuduğunu saat yalan söylese de nesneler işaret ediyordu. Telvesi dibe çökmüş kahve, kurumuş yemek... Hepsi zamanın çocukları ve alemetiydi onun için. Madde durmadan değişiyordu. Madde, zamana nispet edilenden daha acımasızdı. Uzuyor, kısalıyordu saçları. Elleri 86
eskiyordu. Gözlerinin etrafındakiler... büyüyor...susuyor...acıkıyor...ölüy...or!
Bu son kelimeyi söylerken titremişti. Bazen sözler cisimsiz çıkmazlar vücuttan. Dil onu söylerken kalp tastik mühürünü basarsa, damarlardaki kanların hepsi hücum eder onun uğurlanacağı alana. Ve birden bir ateş basar insanın yüzünü. Birden kalbi sıkışır anlamsız. Elveda diyemezsin ya sevdiğine. Annenin mezarına bakıp da son bir kez dönemezsin ya geriye. İşte bu anlattıklarım o kadarcık zamanda olur. Daha fazlasında değil. “Ölüy...or”. Bu haliyle ayrışması anlamca saçmalaşan bir kelime olmuş olsa da hissettiğinde kemiklerin üşüyorsa, susuyorsan en konuşulacak zamanda veyahut da en olmadık zamanda ağlıyorsan...işte hepsi bu kelimenin ne şekilde söylendiğinin önemi olmayışındandır. Ben “öl..ü..yo..r” desem de bunları hissedecektim. Esasen tefrikalar bazen ittifakın yapamadığını yapar. Bin bölünmüşlük, bir tek tam olmayı geride bırakır. Zihnimde “dur be arkadaşım nereye gidiyorsun?”dediğim ama umursanmadığım o kadar çok harf var ki. Bilsen normalde bunlar bir ittifak içerisindeler. Ama büyük bir tefrikanın kurbanıyız. “Ölüm”yazdığımda oradaki “ö” harfi hep itildi. Bu kelimenin başını çektiği için. Ve hiçbir zaman “aşk” kelimenin arasına giremedi. Bilir misin ki neden aşk diye yazılır? Neden “a” harfidir oradaki? Bir aşinalıktır bu. Tamamen bir aşinalık... yoksa “ö” ile yazılacaktı “aşk”. Ama önce “ölüm” kesfedildi. Bir çiçeği ezdi Adem babamız ki o an Havva annemize aşık değildi belki. İlk ölümü öğrendik. İlk öldükten sonra tekrar ölmeyi. Sonra aşkı öğrendik. O yüzden “öşk” denmez. “aşk” denir. Aşk diye okunur.
“susun! Yeter. Bu kadar gürültü yeter. Şimdi kahvenin soğukluğuna, odanın üşütücü tavrına ve yemeğin kiremitleşen donukluğuna aldırmadan, neyin nerede olduğunu düşünmeden tekrar yazmalıyım. Sen, ucunda duruyorken ellerimin o kadar daraldı ki madde ve zaman, ve sen o kadar uzadın ki gökyüzüne...şimdi sadece gülüşünün sisleri arasından bakıyorum hayallerime. Rüyalarımı onun kuytusuna itiyorum. Maddede varolamayanı manada uzatıyorum. Senin hakkında gevezelik yaparak seni 87
varmışsın gibi hissetmeye çalışıyorum. Susmuyorum.”
Bu yazdıklarını, bulanık bir su gibi titreyen bakışlarını diktiği, bilgisayarının ekranında görmeyi arzuladı. Sonra içinden geçen harf ve kelime cümbüşüne aldırmadan pencereyi açtı. Dün geceki hava yoktu. Mutfağa koştu. O kilim oradan sarkmıyordu artık. duvarın kenarında, üç gün önce çıkarıp attığı çorabına baktı. Giydi onu. Kapıyı içeriden kilitleyip sanki uzak bir memlekete gidiyormuş gibi yaptı. Uzun bir yolculuğa çıkacakmış gibi bavul hazırladı. Giydiği pardösüsünün kırışıp kırışmayacağını düşünmeden yatağa uzandı. Öylece uyuduğunda hissi bir şekilde onun yanına gittiğini düşündü. Bir ses duydu.
-hoşgeldin!
Tebessüm etti. Sonra onun duyamacağı bir şekilde fısıldadı.
-biliyordum.”
Rıdvan
1.Tekil 04.01.2014/20:59 “Dönüp baktı sese ve içinde bulunduğu mekana. Oradaydı işte, onun toprağında. Onun bastığı yere basmıştı, daha önce baktığı yere bakmıştı. Aynı kokuyu almıştı onunla. Ama tek bir farkla, aynı şeyleri hissetmiş miydi? Bastığı yer böyle güven vermiş miydi mesela? Baktığı yer böyle güzel miydi ve aldığı o koku... bu kadar taze miydi? Bilmiyordu. Bilmek de istemiyordu. Çünkü bilmek tam bir karmaşa.
Bildiğinden uzak duramaz insan ve bilmediğin de… bilmediğini çok sever. Üzerine 88
gider devamlı. Kaşır onu içten içe, kaşıdıkça derinleştirir. Ve bildiği… öyle onun ki, öyle içinde… o kadar çok sahiplenmiş ki, adını söylerken endişelenir. Düşünmeden edemez kimin kulağına gidiyor diye, gittiği kulakta hangi manalara bürünecek diye. Bilmek istemiyordu bu yüzden hiçbir şeyi hatta hiç kimseyi. Bildikçe alışıyordu çünkü. Alıştıkça seviyordu. Ve alıştıkça, daha çok seviyordu. Sevince alınıyordu. Kırılıyordu. Onun yanına gittiğinde bıraktığı son hali geldi aklına. Yarım bıraktığı bir cümlesi vardı. Sözlerini mırıldanamadığı bir şarkı. Ve yaşayamadığı bir an. Alamadığı bir sözü vardı. Nasıl eksikti içi… eksikmiş… hissetmemiş. İçinde bir yerde ince ince kanamış durmuş o eksik. Birikmiş kuytu bir köşesinde. Fısıldamış duymamış, çığlık atmış duymamış… yok saymış alışabilmek için onsuzluğa ama anlaşılamamış. Kanatmış içini ama kabuk bağlamamış hiç. Her yok sayışında bir adım daha derinine inmiş, biraz daha hızlı akmış. Öyle eksikmiş ki… o şarkı hala kulağındaymış meğer. O cümleyi hep söylemiş durmuş da hiç duymamış ne dediğini. Gülümseyişiyle sarmış yarasını. Gülümseyişi tuz olmuş yarasına. Karşısında durup gözlerinin içine bakarken sebebini kavrayamadığı o sızı buymuş işte. Nasıl içindeymiş, nasıl derininde ve nasıl sinsiymiş… Buradaydı işte, gelmişti. Kaçıp gelmişti. İnsan kendinden kendine kaçar mıydı? Kaçmıştı işte. İnsan en çok kendine yalan söylermiş meğer. İnsan en çok kendini tanıdığını sanırmış. İnsan en çok kendi canını yakarmış…
Tam karşısında durduğu ta kendisiydi. Bir yüzleşmeydi bu. Kendi kalemiyle kendi yanına gelmişti… dimdik duruyordu içindeki. Ama kendisinin omuzları düşmüş, gözleri ağlamaktan şişmiş. nefesi yorulmuştu. Ve saçları… kaptırmışlar kendilerini bir sakin melteme. Sanki o başta değillermiş gibi. Öyle huzurlu öyle rahat ve öyle ferah savruluyorlardı ki…bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi haklı bir isyan sonucu. Çünkü yazdığı ya da yaptığı ya da düşündüğü her şey başındaydı her şeyden önce. O beyin o başın içindeydi. Ve o saçlar o baştan geliyorlardı ve bu kadar kasvet artık fazlaydı onlara. İçeride ki o huzuru özlemişlerdi. O geniş yeşili ve altlı üstlü derin maviyi… Nasıl bu hale gelmişlerdi? Hangi darbe sonucu bu kadar derinleşmişti bu ayrılık. 89
Ayrılık zamanla nasıl böyle bir aykırılığa dönüşmüştü. Ama işte kaçınılmaz son. Kendinden kaçtığı bir gün farkına varmadan kendini yazmaya başlamıştı. Kelimeleri yol kalemi araç olmuştu içine gitmesi için. Ve olmuştu sonunda… kaçınılmaz son gerçekleşmişti. Şimdi kimseyle değildi kavgası bir şeyle değildi. Kendineydi. Kendisiyleydi. Ve zaten aslında kılıfıydı diğer kişiler ve şeyler… kendinden kaçmak için uydurduğu bir kılıf…
Bugüne kadar hep görünmez olmayı istemişti. Görünmez olmalıydı ki rahat olsun. İşte şimdi görünmezdi. Eee? Ne yapıyordu? Hadi yapsaydı ya? Yapamadı. Bütün o dert saydıkları bütün o kızdıkları, ağladıkları yalandı şimdi. Karşısında dimdik duran birisi varken üç günlük çoraplarıyla kırışmış pardösüsü ve yorulmuş saçlarıyla neyi nasıl ispat edebilirdi ki?
Tüm bunları düşünürken yürüdüğünün farkına varmadı. O orada dururken yürüyormuş meğer. Yine yapmıştı işte. Bırakıp gitmişti, yine yarım bırakmıştı! Nasıl fark edemiyordu. Edemiyordu işte… Etrafına bakındı. Geldiği yer değildi burası. Arkasına baktı. Çok mu yürümüştü? Bir ağrı hissetti vücudunda yürüdüğü için ayaklarında değildi. Gerçeğe ilk defa bu kadar çok kafa yorduğu için beyni ağrımıştı… ama saçlarının umurunda değildi. Rüzgarla oynamaya devam ediyorlardı. Aynısını evde de yapmışlardı. Bir ağaç gördü. Bir iki adım attı ve ağacın yanına geldi. Gölgesinde oturdu. Gözlerini kapattı. Yaprakların hışırtısını dinledi. Kuşların şarkılarını. Yüzüne vuran rüzgarın fısıltılarını… ve bir yağmur başladı sonra… her damlası ona değdiğinde biraz daha tanıdık geliyordu burası… tanıdık geliyordu çünkü kaybettiği kendisinin dünyasıydı… ama hayır düşünmek istemiyordu. Tek derdi biraz dinlenmekti. Biraz soluklanmak. Canı acıyordu. Sızlıyordu içi. Hayır… böyle değildi hayali. Bu değildi. Kendisinde bu kadar uzaklaşmış olamazdı. Oysa sadece onu arıyordu. Kaybettiğini… bu kadar uzağa mı gitmişti de onu ararken kendini kaybetmişti? Derin bir nefes aldı. Bir iç çekiş. Büyük bir pişmanlık… derin bir özlem. 90
Hayır. Hasret… ne farkı vardı. Muhakkak ki vardı yoksa “hasret” bu kadar yakmazdı insanın canını “h” bu kadar içten gelemezdi nefesi gibi… ama özlem… o “ö” “ölüm”ün “ö”sü müydü? Özlemden ölür müydü insan? Bilemedi. İnsan özlemden ölür müydü ama özlemden kaybolurdu. Bin tane soru aklında dolaşıp dururken oradan oraya, bir işin peşinden koşarken “bak nasıl koşuyorum?” diye soramayınca tabi… neyse senin de… bilmek işte… böyle… yaralı, kırık biraz, biraz da buruk, azıcık da tanıdık… Gözlerini açtı o sesin sahibi burada olmalıydı. Ama eee? Yoktu. ama hayır, bırakıp onu orada kendisi gelmişti buraya. Etrafına bakındı. Yine bir yanılsama mıydı bu?”
Elif
2.Çoğul 10.01.2014 / 02:44 “Hakikat” diye yazıverdi kağıdına. Hakikat sahi neydi? Bir gün uzun bir yolculuğa çıkmış bir yığın insan düşündü önce. Sonra tekrar bertaraf etti zihnini. Ona yakışık almayan ithamlarda bulunmuştu zamanında. Çok söylenmiş, çok dırdır etmişti. Peki neden şimdi o ince çizgiyi geçtikten sonra ardına dönüp dönüp bakma ihtiyacı hissediyor ki? Ne bu yaptığı? Olmayacak bir duanın amini olmaya çalışıyordu göz yaşları. Boşa aktığını bile bile, ağlıyordu. Tebessüm ediyordu ona kaderi, olmayacak, biliyorsun diyordu. Duyuyor muydu? Kesinlikle hayır.
Yağmur ne ara başlamıştı ki? Şimdi bu terliklerle nereye kadar yürüyebilirdi? Hem ne zaman çıkmıştı dışarıya? Birden gözüne büyükçe bir market belirdi. İçeriye zor attı kendini. Zor zahmet bir araba aldı. Gezinmeye başladı. Etrafına bakınıyordu ürkek ürkek. Sessiz sedasız, bomboş marketi geziniyordu. Arabanın tekerlek seslerini işittikçe geriliyordu. Tüm tedirginliğini üstlenen kulakları kızardıkça hızlanıyor, hızlandıkça bir kaç müşterisi olan bu ucuz marketin duvarları üşüyordu. Gitme diye yalvaran deterjanları gördü önce. Sonra bir tane sütlü kahve kutusu aldı eline. derken 91
yarım kilo kıyma almak için öndeki kel adamı beklerken buldu kendini. İçinden, “şşş... elleme.
Devam
etsin
hayallerin
uçuşmaya.
Devam
etsin
zihnin
harmanlanmaya...”dedi. ve dindi dişindeki ağrı. Meğersem hayalleri ağrıtıyormuş dişini. Meğersem bu arabanın tekerinin tıkırtısı değilmiş onu geren. Demek ki... demek...ki. bir an göz göze geldi gözleriyle. Buğulu bir camın ardında kasa işlerini halletmeye çalışan aceleci bir kızın saçlarını savruşunu gördü. Önüne döndü.
Yürüdükçe, ve doldukça arabası tedirginliği artıyordu. Evet, sanki onunla evliymişim gibi hayal edeceğim. Sadece o varmış gibi. Evdeymiş beni bekliyormuş gibi. Tüpü söylemiştim, evet. Tüpçü neredeyse gelmiştir. Yemek ocaktan iner inmez yoğurdun evde olması lazım...dedi. ve usulca bir yoğurt aldı. Yoğurt kabına uzanırken tebessüm ediyordu. İşte. Şuradaki kabın içerisindeki bembeyaz, sütten bozma bir kalıp yoğurttu onu heyecanlandıran. Ne evde oluşu... ne onunla evli oluşuydu... sadece o ufacık bir kap yoğurttu.
Arabası doldukça evi düşünüyor. Acaba yemek pişmiş midir diye içinden geçiriyordu. Hayal ettikçe seviniyor, mutluluğu arttıkça da hayal etmeye devam ediyordu. Hatta bir randevu aldıklarını bile hatırladı. Doktordan... yani doktorlarından. Eşim... hamile... mi? Eşim hamile dedi. Ve bu elmayı da o yüzden istemişti diyerek manav reyonundaki yeşil elmaya uzandı elleri. Gözleri öylesine gülüyordu ki yemyeşil bir elmanın aksinde buldu kendisini. Uzunca elmanın üzerindeki noktaları saymaya çalıştı. Bir yerde durdu. Ve ( devamı sende....)”
Rıdvan
1.Tekil 13.01.2014 /01:10 “Binlerce noktadan sadece on tanesini sayabilmişti. Saymaya çalıştığı ilk şey bu 92
değildi. Gösteri salonundaki spotları -ki daha çok gösteriden sıkıldığı zamanlarda sayardı onları-, kendisini evine götüren merdivenin basamakları, apartmanın kapısında kendi zillerinin kaçıncı sırada olduğunu, evden çıkıp durağa giderken kaç sokak geçtiğini… mutfak duvarlarında kaç tane fayans olduğunu biliyordu mesela, hatta markete girdiğinde yerde kaç tane fayans olduğunu da saymıştı ve diş ağrısı geçene kadar yirmi kadar saymış olacaktı.
Mükemmel bir hayali vardı. Kendi dünyası için daha mükemmelini kendi zihniyle hayal edemiyordu. Ama içinde yüreğini ince ince sızlatan bir korku vardı. Acaba bu hayali yaşamaya hazır mıydı? Üç günlük çoraplarıyla yanılsama mı yoksa gerçek olup olmadığını bilmediği bir yolculuğa çıkıyordu. Terliklerle markete giriyordu. Hemen her şeyi saymaya çalışıyordu. Kendi içinde verdiği bir savaş vardı ve henüz kazanabilmiş değildi. Önce onu kazanmalıydı. Daha düşüncelerini bile koruyamazken eşini ve bebeğini nasıl koruyacaktı? Yine kasvet sarmıştı varlığını. Ve aydınlık market birden kapkara olmuştu. Derin bir nefes almaya çalıştı önce. Beceremeyince “sadece nefes alsam bile yeter” diye düşünüp kesik kesik nefes alıp vermeye başladı. Su. Sular neredeydi. Hemen bir tane su aldı. Alır almaz içmeye başladı ve içerken “ nasıl olsa kasadan geçireceğim” diye düşündü. Suyunu içtikten sonra sakinleştiğini fark etti. Karanlık yavaş yavaş dağılıyordu. Eşi yağmurdan sonra camda ki kurumuş su damlacıklarını silerken de cam böyle görünüyordu. Eşi… Yüzü geldi gözünün önüne. Gülümsüyordu… Huzuru hissetti ve hemen ardından kendine kızmaya başladı. Uzun zamandır ilk kez bir hayalle bu kadar mutlu oluyordu üstelik gerçekleşmesi yakın bir hayal… Ne yapıyordu kendine? Neydi bu karamsarlık? Kendi elleriyle mahvediyordu her şeyi.
Kasaya doğru gitti. Önünde dört kişi vardı. Aldıklarına baktı. Şu anda işlemini yaptıran bayanın temizlik günüydü herhalde ki bir sürü temizlik malzemesi almıştı. Ya da canı çok sıkkındı evi dip köşe temizleme kararı almıştı. Canını sıkan ne varsa dipte kalmış 93
toz yumakları gibi yok edecekti ve bu işi yüzey temizleyicisiyle yapma kararı almıştı. İkinci sıradaki yaşlı amca konserve yaprak sarması, dondurulmuş köfte ve bir paket makarna almıştı. Yalnızdı muhtemelen ve neşeliydi. Az sonra telefonu çaldı. Arayan torunuydu akşam ona gelecekti birlikte maç izleyeceklerdi. Eşi ölmüş müydü acaba? Yoksa amca akşama torunu gelecek diye yemeği kendisi mi hazırlamak istemişti. İkinci seçeneği daha sıcak buldu ve öyle yaşlanmak istedi ama o köfteyi torununa kendisi yapacaktı. Bu sırada eşi çayı demlese olurdu.
Hemen önünde ki genç adam sadece gofret almıştı. Sadece gofret… neden expres kasaya geçmemişti ki? Ama sonra boş ver dedi kendi kendine, bırak nerede istiyorsa orada dursun, karışma çocuğa.
O önündekileri düşünürken sıra kendisine gelmişti. Boş bir su şişesi, büyük boy yoğurt ve bir yeşil elma. Sadece bir tek elma… tek bir tane… kasiyer şaşkın gözlerle ona bakıyordu. Sadece bir tane almışsınız dedi. Muhtemelen sesli düşünmüştü ama cevap vermemek için bir nedeni yoktu. “Gayet basit” dedi. “Çünkü bir tane almak istedim.” Aldıklarının parasını ödedi poşeti sonunda açmayı başarmıştı. Aldıklarını poşete doldururken kendinden sonra gelen insanları gördü. O az önce önündeki insanlar hakkında fikir yürütmüştü. Düşündü, acaba kendinden sonra gelen bu teyze onun için ne düşünmüştü? Sorsa mıydı? Hayır. Yeteri kadar düşünceleri arasında kalmıştı zaten bir başkasının karmaşık düşüncelerine ihtiyacı yoktu. Vardı ama yoktu… eve doğru giderken terlikleri ilişti gözüne ve sıcak hayaline devam etti bilinçsizce. Kapıdan içeriye girdiğinde eşi elindeki poşeti alacaktı. Yoğurdu açıp kaseye kayacaktı ve sofradaki yerine koyacaktı sonra. Boş şişeyi üzerinde düşünmeden çöpe atacaktı çünkü yine çok susamış olduğunu tahmin edecekti. onu böyle en ince detayına kadar bilmesi ne güzeldi… en çok elmaya sevinecekti hemen yıkayıp yemekten sonra yemek üzere meyve tabağına koyacaktı ve “neden sadece bir tane aldın” diye sormayacaktı. Daha sonra yüzüne bakıp alaycı bir şekilde 94
gülümseyerek “ terliklerinle çıkmışsın yine… üstelik ayağında kalın çorap var bir daha terlikle sokağa çıkmaya niyet edersen ince çorap giy bari. Ama üşürsün haberin olsun” gülümseyecekti o da eşine. Boş yere soru sormamıştı, o şekilde dışarıya çıktığı için söylenmemişti ama öyle çıkmamasını istediğini söylemişti. Çünkü üşürdü. Sadece üşürdü. Aslında öyle çıkmasından hoşlanmıyordu ama daha önemli bir şey vardı. Ayakları üşürdü. Ne güzeldi… üstelik yakında bebekleri olacaktı… apartmana girdi zile bastı. Açan olmayınca birden gerçek dünyaya fırlatıldı. Hayalini çarpmıştı. Çatlamış mıydı ne? Terliklerini kapının önünde çıkarıp içeriye aldı. Mutfağa gitti. Yoğurdu kaseye koydu. Elmayı yıkadı üç beş tane mandalinanın olduğu tabağa koydu. Boş şişeyi çöpe attı. Buzdolabının üzerinde ki radyoyu açtı. Yemeğini tabağına koydu ve yemeye başladı. Tek başına. Bir de sayılırsa kahve içtiği geceden kalma kağıtları vardı. Bir de müziği…”
Elif
2 .Çoğul 13.01.2014/23:14 “İçini titreten bu yalnızlık değildi aslında. Aslında herşey daha yakışık alırdı. Daha masmavi olurdu aslında. Gece böylesine acıtmazdı. Kurşun da olsa değen cesedine, böylesine öldürmezdi. Az öldürürdü. Hayallerinden kopup, basana kadar yere...
Dipsiz bir kuyu gibi sırtüstü uzandığı cesedinden, usulca çıkıvereceği güne kadar yüreğini kamaştıran bu hissiliğe çatacaktı. Büyük konuşmuştu çünkü. “Ben” demişti. Ben, demesi yeterdi ona. Ben’den sonra söylenen hangi cümle olsa da ben’in etkisini azaltıp çoğaltamaz. “Ben” demişti oysa. Ben dememesi gereken yerde. Sonra sustu. Yoğurda çaldığı kaşığını masasının üzerindeki peçeteye silip bir kenara bıraktı. Odasının ışığını kapattı. Sonra yakıp herşey yerli yerinde mi diye bakındı. Evet, herşey yerli yerindeydi. Şimdi gelirdi A. A, kapıdan içeri girince sarılırdı boynuna. Yok yok. 95
Sarılmazdı. Önce hasretle bakardı ona. Saçlarının, kapı aralığında esen rüzgardaki, savruluşunu seyrederdi. İçin için ağlardı. Sorardı. Sormazdı hiçbirşey ya da. Sadece bakardı. A, uzunca bir yolda geldi diye onu karşılar ve sonra ona”bebeğimiz nasıl” diye sorardı. Evet, soracağını bulmuştu. Bunu sorardı tabi.
Odaya girdiğinde içeride oturduğunu hayal etti. İçeriden ona seslenmişti ya az evvel. Şimdi herşeyi odasında bırakıp tabağındaki elmayı ona götürüyordu. Karısına, biricik sevdiğine.
Odaya girmişti. Işık yanık değildi. Oda karanlıktı. Az güneş gören bir pencerenin dibine çizivermişlerdi bu evi de. Ne yapsındı. Parası az, ucuz yollu bulmalıydı evi. İlkinde karısı A da çok diretmişti burası olmasın diye ama. Mecburlardı. Herşeyi silip, gerilerinde koca bir isyan bayrağını dalgalandırarak gelmişlerdi buraya. Hatırlamadın mı? Dedi içinden... kendi kendine...
Odaya girdiğinde ışığı yakmaya yeltendi. Olmadı. Elektrikler kesilmişti işte. “Verdiğin parayı, köşenin birinde oturan bir çocuğa gocuk aldım A. Sakın kızma. Ben senin sevineceğini umdum bu hareketimle. Ne de olsa...” dedi ve sustu. Odada sessizliğin yüzü gülüyordu kelimelerin göçüyle. Harfler birden sökün etti kalabalık gruplar halinde. Şimdi haykırırcasına bağırıyordu şair. “A, diyordu. Ben seni çok özledim. A, ne olur susma. Susma. Susma. Susma. Sus..ma. sus! Sus!sss...ss.s.s.s... .”
Kelimeler, göçe zorlanmış bir köylü gibi yıkık dökük dil kasabasını terkediyordu. Bir mübadele yaşanıyordu zihin cumhuriyetinde. Bir yıkım...bir sürgün...
Oda ıpıssızdı. Karanlık, hayallerin rahmidir. Ona tutunan fikir; uzar, süner... Sündükçe sündü ruhu. Sündükçe sündü kelimeleri. Şair ağlıyordu. Oturduğu kanepede karısı A’nın dizlerine değsin diye elini attığı yerde bir çarşafın üst üste yoğrulduğunu 96
hissetti.”
Rıdvan
1.Tekil 14.01.2014/00:13 “Yoktu işte, yanında değildi… ne kadar hayal ederse etsin ne kadar yanındaymış gibi davranırsa davransın, yoktu… etrafı kocaman, kalın duvarlarla kaplı daracık bir alandaydı ilk “ben” dediği günden beri… o günden hatta o andan beri o duvarların arkasındaydı. Sıkışmış. eksilmiş. Zaten ne zaman tamam olabilmişti ki? sadece bir an tamam olmaya yaklaştığını hissetmişti. A ile tanışıp mavi yeşil bir yolculuğa çıkmaya karar verdikleri o zaman dilimi. O incecik dilim… ama yine mahvetmişti her şeyi. Tüm mavilikleri, tüm yeşillikleri ve A’yı duvarın gerisinde kalmaya mecbur etmişti. Kendi elleriyle uzaklaştırmıştı o’nu ve işte şimdi yoktu….
Karanlık odada elinde meyve tabağıyla otururken elektrikler geldi. Kapattı gözlerini hemen. Karanlığa alışmıştı ya, aydınlık rahatsız etmişti. Hep öyle olmaz mıydı? Hep öyle olurdu. İnsan bir kez alışmaya görsün karanlığa, nasıl dokunur aydınlık nasıl rahatsız eder ve nasıl yanlış gelir. Aydınlığı yanlış sayarak en büyük yanlışın içinde çırpınıyordur oysa…. Ama bilmiyor ki işte. Niyet de etmiyor bilmeye. Korkuyor. Hayır, korkmak değil bu, bu başka bir şey…. Oturduğu yerden elini uzatıp perdeyi çekti. Işık yanıyordu ya içeride, görünmesin dışarıdan. Perdeyi tek hamlede çekerken düğmelerin kornişteki yolculuğunu izledi. Yol bitmişti ve hepsi teker teker kavuşmuşlardı birbirlerine. Özlemişlerdir. Gülümsedi. Ve bir damla gözyaşı. O da özlemişti. A’yı özlemişti. Gözlerini kapattı ve bir iki damla daha gözyaşı aktı. İç çekti. Yutkundu. Canı acımıştı. Hayal kurmak yetmiyordu artık. Elini uzatınca dokunmak istiyordu. Elmayı yanında yesin istiyordu. Burada olsaydı ya, tabağında bir elma daha olsaydı. Elmayı kesip verseydi ona ama muhakkak soymalıydı kabuğunu çünkü 97
kabuklu yediğinde midesi ağrıyordu A’nın. Telefona ilişti gözü. Arasa mıydı? Arasa açar mıydı telefonu? Açarsa ne derdi? “özledim…” hayır. “merhaba”… belki. “merak ettim iyi misin grip oluyormuş herkes?” ı ıh… mesaj mı atsaydı yoksa? Ama sevmezdi mesajları ikisi de. Vazgeçti. Gözünden akan yaşları silip mutfağa gitti. Çaydanlığa su koydu. Tekrar oturdu kanepesine. Hep aynı yere oturuyordu, ezilmişti orası… tekrar telefonu gördü. Bu kadar yakındı sesine. Karar verdi arayacaktı onu. Ve diyecekti ki “ nasılsın?” cevap verir miydi? Verirdi belki. “İyiyim” derdi ama sen nasılsın diye sormazdı. Kızgındır hala. Haklı. Susarlardı karşılıklı… yutkunurdu ve ağlamaya başlardı birden. Hıçkırmadan ama sessiz sessiz. Sadece derin iç çekişler duyardı A ve anlardı ağladığını… “ağlama” derdi hafifçe. “susma” derdi o da gözyaşlarının arasında. “öyle uzun susma… bağır ama susma…” “bağırılacak bir şey yok” derdi A. “ ama susulacak çok şey var…” uzun süre susarlardı. Sonra A “susacakların bittiyse kapatıyorum” derdi ve A öyle deyince eksik bir “özledim…” çıkardı dilinden… Yutkunduğunu duyardı telefonda ve sonra o sonsuz sinyal… dıııt…. dıttttt. dıııtttttttt. Sanki her şeyi daha bilen sinir bozucu “dıt.” Birden acı bir koku aldı, mutfağa doğru çevirdi başını. Çaydanlık! Meçhul telefon konuşmasını düşünürken ocağın üzerinde öyle bırakmıştı çaydanlığı ve kaynayarak bitmişti dibinde ki su… kireçler yanmıştı. Ne iyi gelirdi buna? tuz ruhu muydu adı limon tozu mu? Kireç çözücü mü kullansa yoksa? A olsaydı bilirdi. A olsaydı unutmazdı suyu. A olsaydı çayı o demlerdi. Çay demlemeyi bile beceremiyordu.”
Elif
1. Tekil 31.01.2014/00:55 Bunca zaman yazamayışını neye dayandırmalıydım ki? Öldüğünü hissedemedim. O yüzden kusuruma bakmazsın umarım. Ölen şairi şiirle guslederlemiş. Senin kelimelerini israf etmek istemem açıkçası. Bir iki mısrası yeter tüm kabrine. 98
Boşlu....k!
“Ölümün, fokurdayan suları dindirdi. İçimden, menzilini henüz hissedemediğim bir iklime yürüme ihtimalini düşündüm. Sonra bir sağa bir sola seğirttim. A yoktu! Olmayacaktı. Olmasındı. Zaten şimdiden sonra olabilme ihtimali çıldırtıyordu beni. Ağır ağır yaklaştırıyordu intiharın eşiğine.”
Elif
99
Hey Sen! Ne Yapmak İstiyorsun Bu Hayatta? Nur Gözde Yılmaz
Yeni
şeyler
üretmek
için
her
an
okuduğunuzu,
yazdığınızı,
izlediğinizi,
düşündüğünüzü, düşlediğinizi, farklı ortamlarda çeşitli insanları gözlemlediğinizi, bazen hiçbir şey yapmadan sadece dinlendiğinizi, her şeyi dinlediğinizi, uyurken bile ürettiğinizi gördüğünüzü, uyandığınızda hiçbir şeyin değişmediğini düşünün… “Belki hemen değil ama daha sonra mutlaka” diye yeni başladığınız işinize gittiğinizi, olmak istediğiniz yerle olduğunuz yer arasında mesafeler olduğunu fark ettiğinizde bile gülümsediğinizi, hayatın tadını çıkarmaya çalıştığınızı, yapamadığınızda sevdiklerinize ve kaleminize sığındığınızı hayal edin…
“Ben O’yum” dediğini duyar gibiyim. Ne mutlu ki, hiç tanışmasak da, birbirimizin kalbine dokunabiliyor, ruhumuzdaki ortak noktaları keşfedebiliyoruz kelimeler sayesinde. Peki, biz neden bir araya gelemiyoruz? Çeşitli sebepleri var bunun. Tanışmıyoruz, tanışsak bile cesaret edemiyoruz, cesaret etsek de bir süre sonra kimyamızın uymadığını fark ediyor, nazikçe “hoşça kal” diyoruz (veya bazen de hiçbir şey söylemeden çekip gidiyoruz birbirimizden) ardından üretmek fiili sadece bir heves olarak oturuyor içimizde bir yerlere.
“Hep de olumsuz olmayacak ya” dediğini duydum. Elbette, ben de öyle düşünmüştüm zaten. Nasıl kurulurdu yoksa en basiti, ortaklıklar? Para, güç, mevkii dışında da insanları bir arada tutan bir şeyler illa ki olmalı. Sevgi değil sadece. “Çıkar” kelimesi beni korkutuyor, ama ne yalan söyleyeyim, çok da doğru. Lisedeyken “hepimiz çıkarcıyız” demiştim bir arkadaşıma. “Sen bana çıkarcı mı diyorsun?” diye sormuştu. “Hepimiz” diye cümlemi tekrarlayacak olmuştum. Ertesi gün sıralarımızı ayırmıştı, ondan sonraki haftada selam vermeyi kesmişti. Evet, insanları bir araya 100
getiren birçok şey var. Sen de ben de üretmek istiyoruz, herkesin “tüketim toplumu” diye nitelendirdiği ülkemizde böyle bir şey istemek hayalperestlik aslında.
Sen ne yapmayı düşünüyorsun? Ben cümlelerime hayat verip; sosyal farkındalık projelerinde çalışmak istiyorum. Hani şu “isimsiz kahraman” diyen insanlardan biri olmak, en büyük hedefim, idealim, isteğim. Ama inan “kahraman” olup olmamak umurumda bile değil, çünkü iyi bir şekilde kullanmak istiyorum en büyük gücüm dediğim kalemimi, klavyede yazdığım için parmak uçlarımı. Böylece eğitim, adalet, sağlık gibi “ülkemin kanayan yaralarına” merhem olmak istiyorum. Çocuklar için, engelliler için, yaşlılar için kısacası herkes için yazmak istiyorum. Doğru-ilkeli-güvenilir kurumlarda sağlam işlere destek olursam manevi anlamda kalemimin insanlara ulaştığını görünce mutlu olacağım.
Sen ne istiyorsun sahiden? Eğer iyi bir insansan, gerçekten adaletli, sağlam, dürüst işler yapmak istiyorsan mutlaka sesini duyan birileri mutlaka çıkar. Yeter ki, duyurmasını bil! Her zaman böyle kötü gitmeyecek, güven bana. Öfke, hırs, gurur, para, mevkii günümüzde geçerli olan kelimeler ama sen iyi insan ol, bırak enayi desinler, en azından vicdanın rahat olur. Öyle değil mi? En azından ben böyle düşünüyorum, peki ya sen? Sen ne düşünüyor, düşlüyorsun?
101
azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
102