Azizm Sanat E-Dergi Temmuz 2008 Sayı 9
Dosya: Sivas 93 Söyleşi: Derviş Zaim Film Eleştirileri: Cenneti Beklerken, Leon
1
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Sivas '93 (2008) – Genco Erkal Arka Kapak: Leon (1994) – Luc Besson
2
İçindekiler Geyik ve Aslan - Adnan Binyazar
s. 4
Akşehir 1993 - Mustafa Bilgin
s. 8
Bir Karşı Devrim Katliamı: Sivas '93 - Melih Öncel
s. 10
Madımak (karikatür) - Mustafa Bilgin
s. 13
Küllerimizden Doğar, Semaha Dururuz! - Ezgi Sandal
s. 14
Cenneti Anadolu'da Beklemek - Onur Keşaplı
s. 21
Derviş Zaim ile Söyleşi - Gökhan Baykal
s. 30
Luc Besson'un Leon Kültü - Onur Keşaplı
s. 34
Uzaklar - Duygu Yılmaz
s. 50
3
Geyik ve Aslan Adnan Binyazar Sarı ekin tarlalarının dalgalandığı bir orta Anadolu kentinde öğretmenlik yaparken, karayağız, “eren” yüzlü kimi arkadaşlarımın bir yerlere gittiklerine tanık olurdum. Ağustosun kızgın sıcağında nereye giderlerdi bu deniz bilmez, dinlence (tatil) bilmez arkadaşlarım? Sonra sonra, Hacıbektaş’a gidip orada şenliklere katıldıklarını öğrendim. Çocukluğumda bir yağmur duasına çıkmıştık. Dualarla, ezgilerle, Hastek’in kale derler, oraya gitmiştik. Kalenin önünden ırmak akıyordu. Irmağın kıyısına kazanlar kuruldu. Koçlar kesildi. Ocak ocak ekmekler pişirildi. Hep birlikte oturduk sofranın başına. Çoluk çocuk doyasıya yedik içtik. Hacıbektaş adı da hep bir halk şenliği yaratır kafamda. Bir sofranın başına oturup, lokma paylaşan bir halk. “Eren” yüzlü, karayağız arkadaşlarımı da hep bir sofra başında görürdüm Hacıbektaş’a gittiklerinde. Bir gün onlara katılıp gitmeyi de düşünürdüm. Sonunda gerçekleşti bu özlem. Daha otobüse binerken değişti her şey. Hemen herkesin elinde bir gazete vardı. Piyangolu, renkli türden değildi bu gazeteler. Kargaşanın yerini sessizlik almıştı otobüste. Herkes okuyordu. Belki ilk kez, okumanın erdemini yaşıyordum bu insanlarda. On beş yaşlarında bir çocuk omzuma vurdu. Elimdeki gazeteyi istiyordu. Erken fırlamış evden, gazete alma olanağı bulamamıştı. “Gazeteyi okumadan edemem” diyordu. Ellerinde demir paslarının, motor yağlarının izi vardı. Demir ve yağ kokuyordu. Göz bile gezdirmeden verdim gazeteyi. Sonra babası okudu. Yanımdaki sırada, birçoğunu toprağa kattığımız devrimci gençlerden biri, bir kitaba dalmıştı. Yol boyu başını kaldırmadı kitaptan. Düşünsel bir yapıt olduğu satırlardan belliydi. Kitabın yüzüne bir kâğıt geçirmişti. Adı ne bilemedim. Sormadım da. Niye kâğıt geçirdiğini de sormadım. Öyle ya, biri çıkıp, “Niye okuyorsun böyle kitapları!” demez miydi? Sonra tanıdım okuyan arkadaşı. Hacıbektaş’ın yaşamını, devrimciliğini, çağdaşlığını konu alan deneme yarışmasında ikinci olmuştu Emin Gök. Cafer Gök’ün yiğitoğlu. Hacıbektaş’ta soluk kesen bir konuşma da yaptı. Düzeni anlattı. Düşünsel bağnazlığa değindi. 4
Hacı Bektaş Veli’nin çağdaş boyutlarda ele alınmasının zorunlu olduğunu söyledi. Yanında yöresinde sarı ekin tarlalarının dalgalandığı yolları aşa aşa indik Hacıbek taş’a. Koskoca bir resimle, yüreğe işleyen bir söz karşıladı bizi. Adam boyu harflerle yazmşlar Hacı Bektaş Veli’nin sözünü: Her ne arar isen kendin de ara. Sokrat’ın mı, Aristo’nun mu söylediği bu söz, bir Anadolu yeşermesi. Tam Anadolu mantığıyla söylenmiş. Onlar, kendini bil yada kendini tanı diyorlar. Bireye büyük sorumluluk yükler bu söz. Bireyin, bireyliğinin ayrımında olmasını gerektirir. Düşüncenin çağdaşlaşmasında önemli bir aşamadır bu sözün vurguladığı öğreti. Anadolu sarı sıcağının 'her ne arar isen kendinde ara'ya dönüştürdüğü bu ahlak ilkesini düşünsel yaklaşım saymak gerekir. Bir de, bu sözde Anadolu hoşgörüsünün mantığı yatıyor. Ama bugünkü kapkaç düzenine ne denli yabancı bu söz. Kötülükler, insanın kendinden gelmiyor bu çağda, başkasından geliyor, düzenden geliyor. Umulmadık, yürekten gelen bir özeleştiri ortamında yaşatıveriyor. Ne ki, kötülük üretenlerin düşman gözleriyle karşılaşınca Hacı Bektaş’ın erenliği, veliliği, bilgeliği daha da işliyor insanın içine.
Öte yandan, büyük bir panoda Hacı Bektaş’ın resmi. Sağ koluna geyiği almış, sol elide asla nın üstünde. Geyikle aslan, insanı ulaştırmak istediğimiz bir barış dünyasını simgeliyor. Geyik, ne körpe bir ettir aslan için! Biri, yaşamını onu bulmak yolunda biçimlemiş. Öteki ondan kaçtığı, ondan uzak kaldığı sürece 5
mutlu. Ama Hacı Bektaş’ın kucağında birer kuzu her ikisi de. Biri uysal, biri yırtıcı iki yaban hayvanını aynı ortamda uzlaştıran Hacı Bektaş, barış özlemi duyulan dünyamıza çok şey söylüyor. Dostluk, barış yaratır. Hacı Bektaş’ın düşünsel varlığı buna yönelik. Oysa tarihimiz bunun tersi örneklerle dolu. Siyasal görüş ayrılıkları büyük boşluklar koymuş toplumlararasına. Etnik ayrılıklar, dinsel ayrılıklar Anadolu birliğinin kurulmasını hep engellemiştir. Alevi-Sünni ayrımı, bugünün solcu-sağcı, köktendinci-laik ayrımı gibi işlenmiş bir zamanlar. Kuşkusuz büyük çıkar sağlayanlar her zaman olmuş bundan. Oysa bunlar bugün değerini yitirmiştir. Çelişki, ürettiklerine yabancılaşanlarla üretim araçlarını sömürüye dönüştürenler arasındadır. Buna karşın, dinsel ayrılıklar ne boyutlara ulaştırılmıştır! Çocukluğumda, nenem bana kızardı. Başlardı kargışa (bedduaya)! Önce “Moskof’un dölü” derdi. Yüreği soğumasa buna “keşiş”i de eklerdi. Daha da soğumasa, “Kızılbaş’ın dölü” derdi. Kızılbaş denenlerle aynı köyde yaşanırdı. Ya da Kızılbaş dedikleri, on-on beş dakika ötedeki köylerde yaşarlardı. En azından yaşam biçimlerinde, üretimlerinde ortaklık lar var dı. Kim, insanları düşman kılıyordu böyle birbirlerine? Halk arasında Bektaşiler “pis” tanıtılır. “Mumsöndü” diye bir geleneklerinden ötürü kınanırlar. Bizi gül kokulu yataklarda yatırdılar. Başımızın altına çiçek işlemeli yastıklar koydular. Hacı Bektaş’ın türbesini gezdik. Sanki türbe değil, gelin odası. Ölümün, insan varlığı karşısındaki güçsüzlüğünü bu türbede yaşıyor insan. "Mumsöndü” diye aşağılanan gösteriler aslında dinsel bir tören. Bektaşilikte “semah” deniyor bu törene. Mevlevilerin dönüşleri gibi bir şey. Ancak, çok daha renkli, çok daha hareketli. Kadın-erkek bir arada. Müziğin, deyişlerin etkisiyle birbirine karışan insanların dönüşünü görüyorsunuz. Birbirlerinin aralarından geçerek dönenlerden hiçbiri öbürüne değmiyor. Herkes kendi çemberinde dönüyor, sonra topluca büyük bir çember de yaratılıyor. Sanki insan, bedeninden çıkıp insanlaşıyor, dostlaşıyor, yani gerçek anlamda insan oluyor. Bir bakıma, beden'in düşünce’ye dönüşümü gerçekleşiyor. Örneğini Batı’dan alıp bir şey anlamadığımız balenin tüm gösterileri bu törenlerde. Ne ki, bu düşünsel kendinden geçişe “mum söndü” deyip çıkmışlar işin içinden. Oysa bizim sanatımızın gerçek kaynaklarını buralarda aramak gerek. Ayrıca, “mum söndü” bir ahlaksızlığı gösteriyor, oysa Müslümanlığa kesin ahlak kuralları koyan akım, Bektaşiliktir. “Eline, beline, diline...” derken elle, belle, dille yapılan bütün kötü lükleri önlemeye çalışır. Erdemli insanda elini, belini, dilini denetime sokmayı başaran insandır. Tüm Bektaşi şiiri bir öğüt şiiridir ve Bektaşiliğin ahlak ilkelerini yayar. Gösteride söylenen deyişler bunu bir kez daha kanıtladı. Özellikle tutkulara bağlanmanın, gözü dünya malında olmanın boşluğunu anlatıyor bu şiirler. 6
Aslında Bektaşi şiiri, düşündüren, kişiyi başka bir dünyaya, başka bir ortama götüren şiirdir. Duygu, sevgi, düşünce üretime dönüşmüştür bu şiirlerde. Şiir, inancın bir aracı olmuştur. Ayrıca, ozanlar, bakıyorsunuz, dünün sorunlarından bugünün sorunlarına geçiyorlar. Şiir, dün olduğu gibi, bugün de halkı uyandırmanın, bilinçlendirmenin bir aracı oluyor. Bu nedenle kimi yöneticilerin elleri, ozanların ensesinde. Çevrede, nerdeyse Hacıbektaş halkı oranında güvenlik kuvveti var. Kimi sanatçıları sahneye çıkarmadılar. Üç gün, sürekli bir gerilim içinde yaşadı kasaba halkı. Oysa herkesin, devletin, hükümetlerin, güvenlik kuvvetlerinin, aydınların, düşünürlerin desteklemesi gerek Hacıbektaşlıları. Onlar taşa toprağa, turistik güzelliklere sahip çıkmıyorlar, bir düşünceyi, Anadolu’da yeşermiş bir insanlık düşüncesini yeniden yeşertmeye çalışıyorlar. İnsan orada “halk” olmanın, kendi düşünce değerlerini yaşamanın bilincine eriyor. Türk kültürünün nereden kaynaklandığını anlıyor, nasıl bir başlangıçla kültürümüzü temellendirmemiz gerektiğini düşünüyor. Hacıbektaş, düşünen ve oraya gidenleri düşündüren bir yer. Her yandan ezgiler geliyor kulağa. Hepsi, insana insanlığını duyuran ezgiler. Ali Yüce’nin deyimiyle şunu hep yaşıyorsunuz Hacıbektaş’ta: Hacı Bektaş Veli’miz Türkçe söyler dilimiz Bin olusar birimiz Halkız elhamdülillah Türkçe söylemek, bir iken bin olmak, hele, hele de “halk” olmak ne gü zel şey! İnsan bunların güzelliğini, bunların coşkusunu yaşıyor Hacıbektaş’ta. Geyik ile aslanın, yaşam ile gerçek’in, duygu ile türkünün dostluğunu yaşıyorsunuz. Barışın, düşmanlığı ezdiğine tanık oluyorsunuz. En başta siz, kendiniz, düşmanlıklardan, kinlerden arındığınıza inanıyorsunuz. Kendinizde neler aramanız gerektiğini düşünüyorsunuz. “Halkız elhamdülillah” diyorsunuz. Yaşayan bir dostla kucaklaşır gibi kucaklaştım Hacı Bektaş Veli’yle, ayrılırken de kucaklaştım ayrıldım, onu, sarı ekin tarlalarının dalgalandığı Anadolu yaylalarına bırakarak, “Odur erenler çiçeği” diyerek...
7
Akşehir 1993 (Karikatür sanatçısı Asaf Koçak’ın anısına..)
Mustafa Bilgin Nasreddin Hoca’mızın memleketine; Akşehir’e gidecek bizim gruptaki bütün yolcuların yürekleri ezim ezim ezikti o gün. Takvimler 3 Temmuz 1993’ü gösteriyordu. Bir gün önce uğursuzun uğursuzu bir gün yaşanmış Madımak Oteli’nde, içlerinde yakın dostumuz Asaf Koçak da olan canlarımızı yitirmiştik. Yeryüzü zebanileri görevlerini başarıyla yapmışlar, başta Aziz Nesin ( ki; günahkârların, zalimlerin başı bir kışkırtıcıydı ) olmak üzere, bütün günahkârları ve zalimleri müstahak oldukları gibi canlı canlı yakmışlardı! Bırakın yolculuk sevinci duymayı, Haydarpaşa garında buluşan herkes, bu soysuzluğun sorumlusu kendileriymiş gibi mahcuptular sanki. Belki de bu alçaklık yaşanırken, elleri kolları bağlı beklemekten ya da sağa sola nafile telefonlar etmekten başka yapacak bir şey bulamamanın mahcubiyetini taşıyorlardı üzerlerinde. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Akşehir’e varıldı. Tıpkı İstanbul’daki gibi bir hava karşıladı bizi orada; sıcak ve boğucu bir nemli hava… Sonradan anlayacaktım ki, burada insanı boğan, nem değil; “Aziz Nesin’in kışkırtması olmasaydı, bu katliam yaşanmazdı” adlı büyük yalanın, güneşli havayı sinsice boğuculaştıran görünmez iğrenç lekeleriymiş. Güneşten dostluk dışında bir şey görmedik. “Nasreddin Hoca Şenlikleri” için buradaydık. Hocamızın memleketinde; “barış” diyecek “demokrasi” diyecek, “hoşgörü” diyecek, şenlik yapacaktık. 8
Karikatür sergisi açacaktık. Acı bu kadar tazeyken, ne kadar da manâsız geliyordu her şey… Ama karamsarlığım, şenlik ilerledikçe öbek öbek dağıldı. Birinci günün akşamı, bir çay bahçesinde “Şiir Gecesi” yapıldı. Akşehir’li izleyiciler de kendi şiirleriyle katıldılar Gece’ye. Önce bir kadın, sonra sırayla iki erkek, şiirlerini seslendirdiler. Çok samimi duygularla yazıldıkları belli, ama henüz “şiir” olamamış dizelerden sonra söz alan Adnan Özyalçıner; - “Burada şiirlerini okuyan dostlarımız bana, Aziz Nesin’in; ’Ülkemizde her 3 kişiden 5’i şairdir.’ savsözünü hatırlattılar. Kendilerini medeni cesaretlerinden ötürü kutluyorum.” diyerek başladığı konuşmasıyla, Aziz Nesin’i toplumsal vicdanlarda mezara yollamaya uğraşan bir takım yaratıklara, ilk cümlesinde en güzel yanıtı vermiş oldu. O, hâlâ biz yazar-çizerlerin, “alıntı yaptıkları büyük usta” olmayı sürdürüyordu işte. Utanmasam o an, Adnan Özyalçıner’in konuşmasını bölecek, sarılıp öpecektim. Söyleşisi eminim çok güzeldi ama ben bu ilk cümlenin “sarhoşluğundan” olsa gerek, düşüncelere dalmışım... Alkışlar beni kendime getirdi. İlk fırsatta yanına gittim; -“Hocam, hem Aziz Nesin adına, hem kendi adıma size çok teşekkür ederim.” dedim; “böylesine alçakça söylenmiş bir yalana inanmadığımızı dosta düşmana gösterdiğiniz, ustamıza destek verdiğiniz için.” Adnan Özyalçıner, bunu öylesine içtenlikle yapmıştı ki, bana; “bunda ne var ki?..” der gibi baktı. Has Yazar olunca, böyle oluyordu demek ki. 9
Bir Karşı Devrim Katliamı: Sivas '93 Melih Öncel “Hiç birşey harekete geçen cahillik kadar korkunç değildir.” Goethe
Alevler, gökyüzüne yükseliyor. Bundan 15 yıl önce; alevler, aydınlığın önünü kesmek için bir otel lobisinden gökyüzüne yükseliyor. Diri diri yanıyor insanlar, 20 yaşın altında gençler ölüyor. Ne yaptığını aslında bilmeyen inançlı kalabalık Türkiye’nin yakın tarihinde ki en büyük utançlardan birine imza atıyor. Çoğu olay gibi bunu da çabuk unutuyor toplumsal hafızamız, çoğu olay gibi bunu da geçiştiriyor politikamız. ve adaletimiz yine dengesi bozuk bir teraziyle bakıyor davalara. Fakat orada yaşananları hiç bir zaman unutmamış olanlar da var. Bize hatırlatmak, tanık olmamışlara anlatmak için kolları sıvamış olanlar... Genco Erkal, Sivas’93 ile politik tiyatroya geri dönüyor. Kendi yazıp yönettiği bu oyun geçen onbeş yıla rağmen alevlerin ısısnın hiç de azalmadığını gösteriyor bize. Koltuklara oturup sahnelerde çok da fazla örneğine rastlanmayan bu belgesel oyunu merakla beklerken ışıklar kapanıyor ve oyuncular ellerinde kırmızı karanfillerle sahneye çıkıyorlar. Oyunun ilk dakikaları Sivas’ta ölen 33 aydın için yapılan bir anma töreni gibi. Hiç konuşmadan müzikle beraber hareket eden oyuncular sanki o insanları hissetmemizi istiyorlar. Sahne de, oyuncular da 10
oldukça sade ve her yanımız simsiyah. Fonda bir sinevizyon perdesi var. Oyun boyunca Sivas’ta çekilmiş çeşitli görüntüler yansıtılıyor perdeye. Oyuncular, o gün orada bulununan sanatçıları canlandırıyorlar. O cehennemden canlı kurtulmuş sanatçıları. Perdeye etkinlik sırasında çekilmiş görüntüler yansıyor. Yüzler gülüyor, konuşmalar yapılıyor. Aynı anda Genco Erkal, Aziz Nesin’in ağzından kendine yapıştırılmış “tahrik etti” suçlamalarına karşı bir savunma yapıyor. Her şey başlangıçta ki kadar güzel değil tabi ki. Sivas’ta olayların yavaş yavaş başladığını ve ortamın kızıştığını görsellerden takip ederken, oyuncuların yüzlerinde ve hareketlerinde beliren telaş ve endişe sizinde rahatsız olmanıza neden oluyor. Kalabalık artıyor, olaylar hızlanıyor, oyun hızlanıyor. 1993’te çekilmiş görüntülerin içinde kayboluyorsunuz sanki. O kalabalık yanınızdan akıp geçiyor ve sizde olaylardan kaçmak için otelinize sığınıyorsunuz. Fondaki ve oyuncuların üzerinde ki siyahlık, görsel dikkatinizi perdeye; duygularınızı ve tüm alıgınızıysa yaşananlara, acıya ve korkuya yöneltiyor. Ayaklanmayı andıran bu hareket, aydınlığı yutan karanlık bir güç olarak üstünüze çöküyor. Genco Erkal, Meral Çetinkaya ve diğer oyuncular bir binaya kapatılmış korku dolu insanlara dönüşüyorlar. O gün hissedilen tüm duygular sahneden size doğru akıyor. Ve siz hayatınızı, ülkenizi, hayallerinizi, geçmişi ve geleceği düşünmeye başlıyorsunuz. Zaten her şey o günlerden belliymiş diyorsunuz ister istemez.
11
Kendinize gelmeye fırsat bulamadan otel yanmaya başlıyor. Koridorları kaplayan dumanlar ciğerlerinizi yakıyor, gericiliğe uzamış sakallar gözlerimizin önünden gitmiyor, otelin önündeki nefret korkudan ürpertiyor hepinizi. O otelde bulunan tüm insanların hissettiği acıları hissedip ağlıyorsunuz, bugün bu olayları hiç bilmemenizin ya da unutmanızın utancıyla kızıyorsunuz kendinize ve yarın çok geç kalmış olabileceğinizi düşünüp; kaybedilecek tüm özgürlüklere ve zorla kurulmuş laik bir cumhuriyetin kayıp gidişine parçalanıyor yüreğiniz. Bir salon dolusu insan, insani değerlerini tamamen kaybetmiş ve sadece birer piyon olmuş bedenlerin yaptığı can kırımına bakıp ağlıyor.
Bu oyunla birarada durmamız gerektiğini hatırlatıyor bize Genco Erkal. Oyundan sonra herkesin gözünde aynı kararlılık var zaten: savaşmayı bırakmamak, yanyana dimdik ayakta durmak, karanlığın alevlerine karşı Mustafa Kemal’in aydınlığını kullanmak... Bugün o dik duran insanlar Mustafa Kemal’i gerçekten sevdikleri için göz altına alınsa bile; kurmaca tezgahlarla, çıkar gözeten oyunlara karşı konuşan ağızlar susturulmaya çalışılsa bile; hepimiz, Atatürk devrimlerini savunmaya ve yaşatmaya devam etmeliyiz yılmadan. İşte bu yüzden önemli Sivas’93’ü izlemek, işte bu yüzden önemli Sivas’93’ü oynamak. Sürekli devam etmesi gerek bu tiyatronun. İzlememiş hiç bir üniversite öğrencisi kalmayana dek, hiç bir politikacı gerçeklerden kaçmayana dek, kim olduğumuzu hatırlayana, cumhuriyetin değerlerini tekrar içimizde yaşayana dek ve insanların can verdiği o yerde artık kebap pişmeyene dek...
12
Mad覺mak
Mustafa Bilgin
13
Küllerimizden Doğar, Semaha Dururuz! Ezgi Sandal Sivas yanıyor,semahlar, alevler, çigliklar, türküler, şiirler… 1-4 Temmuz 1993’te Pir Sultan Abdal Etkinliklerin dördüncüsü yapılacaktı. Tüm dünyaya özgürlügün, demokrasinin, eşitliğin, birliğin, barışın, baskıya ve zulüme başkaldırışın, aydınlığın tablosu gösterilecekti. Ta ki gerici - faşist irticai güçlerin tabloya kara çalmasina kadar… öyle bir resim sergilendi ki dünyaya, tüm bu değerlere baş koymuş canlarımız, tabloyu kendi al kanlarıyla boyayıp karayı silip, külünü de havaya savurmuştur… “Kadılar, müftüler fetva yazarsa İşte kement, işte boynum, asarsa İşte hançer, işte kellem, keserse Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan”
Sivas’a sanatçılar, ozanlar, yazarlar, çesitli demokratik kitle örgütleri, semah ve tiyatro ekibi geliyor. Şeriatçı örgütler aydınlar Sivas’a gelmeden 2 gün önceden halka bildiriler dağıtıyor ve camilerde toplanarak örgütlenip halkın kafasını 14
yıkıyorlar, katliam için kışkırtıyorlar. Bildiriler de açıkça Aziz Nesin de hedef alınıyor. Günlerdir şehrin içinde dışında halkı kışkırtma çabalariyla bekleyen yobaz beyinlerin arkasındaki bu güç ve destek, başka illerden gelen insanlar, hepsi tesadüf mü! 2 Temmuz, etkinliğin 2nci günü, saat 10:00’da başlıyor etkinlik. Saat 13.30 sıralarında hain saldırı başlıyor. Taş ve sopalarla ilerleyen ve şeriat çigliklarini ağzından çikan salyalarla haykıran yobaz, faşist, gözü dönmüş insan yığını! Sayıları gittikçe çogaliyor ve 15bin oluyor. Valiliğin ve otelin etrafında “Şeriat gelecek zulüm bitecek”, “Sivas laiklere mezar olacak”, “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak”, “Yaşasın şeriat”, “Yaşasın Hizbullah” … sloganları atan topluluğu, sayıları oldukça gülünç emniyet güçleri ve askeri birlikler sadece izliyor. Devlet, seyirci kalıyor! Kendini kaybeden kalabalık Halk Ozanları heykeli ve Atatürk heykellerini yıkıyor, yerlerde sürüklüyor, Hükümet seyirci kalıyor! Otelin önündeki arabalar ateşe veriliyor ve sıçrayan yangın oteli sarıyor, alevler otelin her yanını kuşatıyor, ve Devlet haince seyirci kalıyor!
15
İçeride 8 saat süren yardım bekleme sonuç vermiyor. Telefonla herkes aranıyor, Başbakan, Başbakan yardımcısı, iç işleri bakanı, parti liderleri, milletvekilleri, emniyet … gelen tek cevap “ Korkmayın her türlü önlem alınmıştır”. Neye göre önlem alınmıştır, haince hazırlanan bu katliamın bozulmaması, asla müdahale edilmemesi, seyirci kalınması şartının bozulmaması için mi önlem alınmıştır! Olay sonrası dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, “GÜVENLİK GÜÇLERİ İLE HALKI KARŞI KARŞIYA GETİRMEYİN!” sözü, Başbakan Tansu Çiller’in, “OTELİ SARAN VATANDAŞLARIMIZA BİR ŞEY OLMAMIŞTIR!” sözü ne anlama geliyor! Hükümet, halk diye şeriatçı katilleri kastetmektedir ve katillerin başlarına bir şey gelmemiş olmasına utanmadan şükretmektedir! Katliam sonrası olayın dava sürecinde de, otelin dışındaki gerici topluluğun, rejime yönelik açıkça tehdidi göz ardı edilerek, olay Aziz Nesin’in tahrik etmesi sonucu masum(!) müslüman halkın bir anlık galeyana gelmesi ile 16
hafifletiliyor! HAYIR, aciz olan Devlet katilleri tahrik ediyor! 15bin kişiden, gülünç bir sayı da kişi yargılanıyor, ve katiller hala aramızda geziyor. Devlet tüm bunlara seyirci kalıyor. Olay sonrası yüzlerine taktıkları sahte gülümsemelerle deniliyor ki “Devletimiz güçlüdür”. Hayır, bu devlet acizdir! Geçen 8 saatte hiçbir şey yapamayan ve korkudan titreyen valilik binasına askeri birlikleri yığan devlet güçlü değildir. Hükümetin yüzündeki makyajı silsek arkasında katillerin , şeriatçı - karanlık güçlerin yüzünü göreceğiz!
Türkiye Cumhuriyeti, 2 Temmuzun kara lekesini hala üzerinde taşiyor. Maalesef geçen bu 15 sene içinde de hiçbir hükümet bu konuya el atıp, gün yüzüne çikarma cesaretinde de bulunmamıştır. Seçim zamanı Alevi yurttaşlardan oy almak amacıyla türlü taklalar atan siyasetçiler, hiçbir zaman 2 Temmuza değinmemiş, unutturmaya çalismistir. Bugün, utanç verici cinayetin gerçekleştiği Madımak Otelinin altında bir et lokantası bulunmakta. Hani nerede o seçim dönemi Alevilere yaranmaya, şirin gözükmeye çalisan sahte demokrat, toplumcu siyasetçiler. Hani Adaletten ve Kalkınmadan bahseden sahtekarlar! Kendi ayarladığı 2-3 Alevi derneğine yemek vermekle olmaz bu işler. Neden et lokantası kapatılmıyor ve Madımak müze olmuyor! Zorunlu din dersleri neden! Alevi köylerine inatla yapılan camiler neden! Alevi yurttaşların vergileriyle Diyanet tarafından yaptırılan 17
camiler ama Alevilerin ibadet yerleri, cemevleri, söz konusu oldu mu zırnık para harcanmaması, toplumda yok sayılması ne anlama geliyor! Yine devlet seyirci yine hükümet piyon, yine dış güçler ve yine şeriatçı - karanlık güçler kıskacında Türkiye! 1993 dönemi ve onun türevleri, bugün RTE hükümeti, Türkiye Cumhuriyetinin bir kara lekesi olarak geçecektir tarihe. Bizim yüreklerimizde yanan Sivas yangınıyla bu ülkeyi kara lekeden kurtarıp aydınlatmaya yetecek kadar yüreğimiz var. Bu utancın altından kalkmayı bilen, küllerinden doğan her bir yurttaşimızla sizin karanlığınıza, Sivas’ın yükselen alevleriyle yürüyeceğiz! ATEŞTE SEMAHA DURANLAR SİVAS ŞEHİTLERİMİZ 1) Behçet Sefa AYSAN Şair - Ankara 2) Yeşim ÖZKAN Sanatçı - Ankara 3) Nurcan ŞAHİN Sanatçı - Ankara 4) Muhibe AKARSU Misafir - Ankara 5) Muhlis AKARSU Sanatçı - Ankara 6) Murat GÜNDÜZ Sanatçı - Ankara 7) Handan METİN Sanatçı - Ankara 8) Ahmet ÖZYURT Sanatçı - Ankara 9) Huriye ÖZKAN Sanatçı - Ankara 10) İnci TÜRK Sanatçı - Ankara 11) Özlem ŞAHİN Sanatçı - Ankara 12) Yasemin SİVRİ Sanatçı - Ankara 13) Asuman SİVRİ Sanatçı - Ankara 18
14) Uğur KAYNAR Şair - Ankara 15) Sehergül ATEŞ Sanatçı - Ankara 16) Gülender AKÇA Sanatçı - Ankara 17) Gülsün KARABABA Sanatçı - Ankara 18) Mehmet ATAY Sanatçı - Ankara 19) Hasret GÜLTEKİN Sanatçı - Sivas 20) Serkan DOĞAN Sanatçı - Ankara 21) Muammer ÇIÇEK Sanatçı - Tokat 22) Belkıs ÇAKIR Sanatçı - Ankara 23) Asaf KOÇAK Karikatürist - Ankara 24) Edibe SULARI AĞBABA Misafir - İsviçre 25) Menekşe KAYA Sanatçı - Ankara 26) Koray KAYA Çoçuk - Ankara 27) Serpil ÇANIK Sanatçı - Ankara 28) Erdal AYRANCI Yönetmen - Ankara 29) Asım BEZİRCİ Yazar - Ankara 30) Sait METİN Sanatçı - Ankara 31) Carina Cuanna THUIJS Misafir - Hollanda 32) Nesimi ÇIMEN Sanatçı - İstanbul 33) Metin ALTIOK Şair, Yazar - Ankara 19
34) Kenan YILMAZ Otel görevlisi - Sivas 35) Ahmet ÖZTÜRK Otel görevlisi - Sivas
“İlimi sorarsan köyümdür Banaz Yakılsın yıkılsın ol KANLI SİVAS Bir ben ölmeyinen cihan yıkılmaz Açılın zındanlar Pir’e gidelim!” 20
Cenneti Anadolu'da Beklemek Onur Keşaplı
Konu tarihi filmler olduğunda sinemamızın pek de iyi bir sicile sahip olduğunu söyleyemeyiz. Hamasi duyguları içermeyen, fetihçi zihniyetten sıyrılamayan yapıtları görmeye alışık değiliz. Zaten futbol şampiyonasında aldığımız başarılarda bile Viyana’nın Kapılara bir kez daha dayanıp fethetme uğraşına giren bir toplumun tarihi filmlerden beklentileri de bu yönde olur. Sinemamızda bu duyguları okşamadan tarihin sayfalarına süzülen ve serüvenin merkezine sanatsal kaygıları ekleyen belki de tek örnek 2005 yapımı Cenneti Beklerken filmidir. Yönetmenliğini Tabutta Rövaşata ile sinemamızın bağımsız kanadına yepyeni bir soluk getiren ve ilgiyle takip edilen yapımlara imza atmayı sürdüren Derviş Zaim’in yaptığı Cenneti Beklerken, yönetmenin teknik anlamda ve yapımınım büyüklüğü bağlamında ulaştığı boyutu da gözler önüne sermektedir.
21
Film, 17. yüzyıl Anadolu’suna götürmektedir izleyiciyi. Osmanlı İmparatorluğu duraklama dönemindedir ve asla geri gelmeyecek ezici gücünü aramaktadır. Böyle bir dönemde, zaten imparatorluğun her döneminde görülen Anadolu ayaklanmaları, iktidarın gücünü ciddi oranda sarsacak boyutlara ulaşmıştır. Filmde Serhat Tutumluer’in canlandırdığı minyatür ustası Eflatun böyle bir dönemin saray çevresi sanatçılarındandır. Karısı ve oğlunu yeni kaybetmiş olan Eflatun, bir gün zorla vezirin huzuruna çıkartılır. Kendisinden batılı tarzda bir resim yapılması istenir. İstenilen suret Anadolu’daki ayaklanmanın lideri Danyal’ın resmidir. Bu sayede idam edildiği tüm İstanbul halkına resim aracılığıyla aktarılacaktır. Zira kesik baş yolda çürüyebilir ancak resim kalıcıdır. Kaybettiği oğlunun ve karısının suretlerini yasak olduğu halde batılı tarzda resmeden Eflatun, idam edilecek birinin yani ölüp gidecek birinin daha resmini yapmaya yanaşmamaktadır ancak Osmanlı’nın emri kesindir. Eflatun’un çırağına da el koyan saray, O’nu bu işi yapmaya mecbur kılar. Eflatun saraydan yanına verilen askerlerle birlikte Anadolu’ya doğru yol alır. Oldukça zorlu ve tehlikeli bu süreçte saldırıya uğramış bir kervanda karşılaştıkları Leyla da Eflatun’un askerlere ısrarı ve biraz da mecburiyetten onlara katılır. Melisa Sözen’in canlandırdığı Leyla, Eflatun’un uzaklaştığı yaşama tekrar bağlanmasını sağlar. Daha sonra Anadolu’nun içinde bulunduğu kargaşayla birlikte isyancı Danyal’la karşılaşırlar. Karakterlerin gelişimi ve değişimiyle birlikte film görsel bir şölen şeklinde ilerler. İzlememiş olanlar için 22
sonunu anlatmak istemediğim filmde Derviş Zaim’in çok katmanlı bir senaryoyla zoru tercih ettiğini görüyoruz. Film anlaşılması zor entrikalar yumağı olmanın yanında, sanatsal ve felsefik açılımlarla da takibi ağır bir yapıta dönüşmekte. Bunun yanında senaryo konusunda beklide sinemamızın en güçlü isimlerimden olan Zaim’in bu filmde biraz kopuk bir anlatıyla karşımızda olduğunu görüyoruz. Filmin görsel zenginliğini konu oyunculuğa geldiğinde bulmak mümkün değil. Zayıf ve yapay izlenimi veren oyunculuk neredeyse tüm oyuncularda görüldüğünden bunun belki de bir tercih olduğunu düşünebiliriz. Ancak Melisa Sözen’in yer aldığı sahnelerde akılda kaldığını da ekleyelim. Filmin dış mekanlarda oldukça başarılı görüntü yönetimini iç mekanlarda görebilmek güç. Özellikle detaylar yakalama konusunda izleyici olarak zorlandık. Bütünün içinde küçük kalan bu ayrıntılar dışında film, özellikle mekan seçimi, kostümler ve büyük dekorlar anlamında son derece etkileyici. Yönetmenin epik sayılabilecek bir dönem filminin ustaca altından kalktığını görmekteyiz.
23
Cenneti Beklerken’in ele aldığı konular dışında en önemli yeniliği bu öyküyü anlatma biçimidir. Filmin sanatsal gücünü doruk noktasına çıkartan nokta Derviş Zaim’in minyatür sanatını birebir sinemaya aktarmayı denemesidir. Deneme derken bu işin ustaca yapıldığını hatırlatalım. Zira yönetmen, rahatlıkla deneysel bir yapıta dönüşebilecek bu eserini öyküyle birlikte seyir zevki yüksek şekilde aktarmış. Minyatürün iki boyutluluğunu filmde mekandan mekana geçerken animasyon olarak kullanmanın yanı sıra, gerçek planlarda da oyuncu-dekor yerleşimini sinemanın 3. boyutundan çıkarıp 2 boyutlu hale getirmiştir yönetmen. Zaman ve mekan boyutunda gerçekliği yok sayan minyatürü filmin bir çok sahnesinde beyazperdede görmekteyiz. Filmde kullanılan bir diğer öğe ise aynadır. Ayna filmin bir çok yerinde ışığı yansıtan olarak hem mekanı hem de karakterin iç dünyasını aydınlatmaktadır. Danyal’ın Leyla ve Eflatun’dan resmi bitirmelerini istediği sahnede Leyla’nın aynalarla oynaması, bunun kanıtıdır. Loş olan ortamın aydınlanmasının yanında Eflatun’un rüyasına gideriz bu sahnede. Osmanlı’nın gayrimüslimleri devşirip Müslümanlaştırma politikasını filmde yönetmen, Eflatun’un geçmişiyle aktarır. Hırvat kökenli olan Eflatun, çocuk yaşta ailesinden koparılmıştır ve en büyük rüyası annesini görebilmektir. Aynayla aydınlatılan bu içsel rüyada Eflatun’nu mekandan mekana atlayarak ailesiyle birlikte görürüz. Filmde aynanın simgesel olarak daha güçlü bir rolünden söz etmeliyiz. Minyatürün zaman kavramını ortadan kaldırdığını söylemiştik. Yönetmenin ayna kullanımı, filmde geleceğin veya geçmişin aktarılmasına yardımcı olmaktadır. Bunun yanında minyatürde olmayan üçüncü boyutu aynanın derinliğinde vermiştir yönetmen. Geleceği 24
göstermesine örnek olarak Danyal’ın oğlunun aynada kurak bir arazide olduğu sahneyi gösterebiliriz. Daha hayattayken onun aynada, çöldeki yansımasını görürüz. Filmin ilerleyen bölümlerinde ise öldürülmesi sonucunda gömüldüğü yerin burası olduğunu görürüz. Gelecekte bulunacağı son mekanı aynadan göstermiştir Derviş Zaim izleyiciye. Filmde resmetme sanatlarından sadece minyatür değildir yönetmenin ele aldığı. Belki filmin merkezini minyatür kadar kaplamasa da Velazquez’in Nedimeler adlı ünlü resmi de filmde etkindir. Resim sanatının tarihinde üç boyutun tuvale ilk kez taşındığı eser olan Nedimeler, büyük İspanyol usta Velazquez’in de en önemli eseridir. Bakanın bakılana dönüştüğü, aynaların görsel olarak etkin olduğu ve adeta hareketin yakalandığı bu eserin Derviş Zaim işi diyebileceğimiz bir benzeri filmde Danyal’ın İspanya’dan Anadolu’ya geçtiğinde yanında getirdiği bir resim olarak karşımıza çıkar. Oğluyla birlikte kendinin de resmedildiği bu resimde Danyal, aynadaki yansıma yerine mehdinin dönüşünü aktarmasını ister Eflatun’dan. Kendi rüyası olarak tanımladığı bu resmin halkın da rüyasına dönüşeceğini düşünür. Her köye bu resmin gitmesini ister. Derviş Zaim’in boyutlarla, mekanlarla, ve rüya-yansıma-gerçek bağlamlarıyla bezediği bu etkileyici filminde minyatür sanatının yanına batılı resmi Velazquez’in Nedimeler’iyle eklemeyi tercih etmesi O’nun sanat dünyasına hakimliğinin de kanıtı gibi. Filmin ilerleyen bölümlerinde Eflatun’un İstanbul’a dönmesiyle birlikte sarayda sorguya alınmasını görürüz. Yakın çekimde Eflatun’un sorgulanmasından başlayarak Danyal’ın kesik başının bulunduğu çuvalı, sırasıyla odadan çıkarak veziri ve ilerleyen bölümde Danyal’ın yenilmesine ve ölümüne sebep olan Osmanlı muhbirinin kareye girdiğini görürüz. Yönetmen burada üç boyutun ne olduğunu izleyiciye ustaca aktarmanın yanında, tüm film boyunca minyatüre çevirdiği perdeyi resme de çevirebileceğini gösterir kusursuz çerçevesiyle. Yukarıda değindiğimiz rüya-yansıma-gerçeklik olgusuna değinirken karakterin isminin Eflatun olduğunu tekrar hatırlayalım. Antik çağın büyük düşünürü Platon’un doğu dillerinde adının Eflatun olması ve mağara teorisiyle birlikte gerçeklik-yansıma ikileminde insanlığın bin yıllardır en büyük felsefi tartışmalardan birini ortaya koymuş olduğunu da anımsarsak filmde Cenneti Bekleyen karakterin adının Eflatun olmasının tesadüf olamayacağını görürüz.
25
Filmin politik açılımlarına gelindiğinde ilk olarak Osmanlı’nın o muhteşem imparatorluk özlemiyle ve fetihçi zihniyetle aktarılmaktan uzak olduğunu görüyoruz. Anadolu isyanlarının adaletsizlikten ve baskılardan geldiğini filmde atlan alta aktaran yönetmen, isyancı Danyal karakterini politik alt metinin merkezine koymuştur bir anlamda. Danyal’ın halkın koyunu çalan askerlerini öldürmesi ve halkı Allahın onlara emaneti olarak gördüğünü söylemesi, Anadolu halkına zulmeden iktidara eleştiri olabilir. Halka zulmedenleri yok etmek boynumuzun borcudur diyen Danyal bunun altını iyice çizmektedir. Danyal’ın 26
daha adil olduğunu dile getiren Eflatun da O’nun sanata olan farklı yaklaşımından ve rüya-mehdi konusunda benzerliklerinden etkilenmiştir. Danyal’ın “Halka sadece ekmek değil rüya ve umut da verilmelidir” sözü bu anlamda önemlidir. Kendisini azat etmesi karşısında Danyal’ın davasını köylülere aktarmayı bir borç gibi gerçekleştiren Eflatun, O’nun parasız ve halktan biri olmasının yanında zulme karşı geldiğini de anlatır. Özellikle 12 Eylül sonrası son şeklini alan ders kitaplarımızda kısaca geçiştirilen Osmanlı dönemi Anadolu isyanlarının özünü bir nebze de olsa görmekteyiz filmde. Bunun yanı sıra yönetmen iktidarlara bir diğer eleştirisini de sanata ve sanatçıya bakış konusunda yapmaktadır. Normalde anlamsız bulunan ya da yasaklanan sanatın, işleri düştüğünde nasıl önemli olduğunu filmde Eflatun’la birlikte görürüz. Batılı tarz resmin yasak olduğu topraklarda sırf isyancının kesip başının neye benzediğini herkes görebilsin diye Eflatun’a bunun zorla yaptırılması durumun en bariz örneğidir. “Sanatçılar bizim ağzımız olamaz. Temsil hakkı onların değildir.” Eflatun’dan kurtulmak isteyen askerlerin ağzından dökülen bu sözlerin günümüzde farklı olduğunu ne kadar söyleyebiliriz. Günümüzde sanata ve sanatçılara baskı ve saldırı olduğunda iktidar onlara sahip çıkabiliyor mu? Bırakın sahip çıkmayı bu baskı ve saldırının arkasında yatan iktidarın ta kendisi olmuyor mu? 1993’te Sivas’ta yapılanlar, yüzyıllar önce Pir Sultanlara yapılanlar, günümüzde tiyatrolara, sergilere, heykellere ve bu toprakların aydınlığına yapılanlar aynı zihniyetin ürünleri değil mi? Yönetmen, izleyicinin gözüne sokmadan bu konudaki eleştirisini ustaca yedirmeyi başarmış filmin öyküsüne.
27
28
Derviş Zaim’in minyatürü sinemaya uyarladığını bu film aslında yönetmenin üçlemesinin ilk ayağı konumunda. Üçlemenin ikinci filmi ise yakında gösterime girecek olan ve şimdiden Adana Altın Koza Film Festivali’nden ödüllerle dönen Nokta adlı yapımdır. Yönetmen bu sefer geleneksel hat sanatını, öyküsünü anlatmada biçimsel araç olarak kullanmıştır. Ulusal sinemamızın son dönem temsilcisi olarak görülen Derviş Zaim, yepyeni tekniklerle sadece Türk sinemasına değil dünya sinemasına da yeni soluklar getirmektedir. Ve bu sayede Eflatun’la beraber izleyiciye de umut aşılamaktadır. Danyal, halka sadece ekmek değil umut da gerekmektedir derken haklıdır. Anadolu’muzdaki bunca karanlığa karşın umutla beklemeliyiz cenneti. Ancak bu cennet yaşam sonrasında değil yaşamın ta kendisinde olmalıdır. Eğer cenneti dünyada yaşamanın yolu geçmişten ders çıkartmaktan geçmekteyse ezberleri yıkan tarihçimiz Erdoğan Aydın’ın Fatih ve Fetih adlı kitabını Anadolu’da cenneti bekleyen ve isteyenlere tavsiye ediyorum.
29
Derviş Zaim ile Söyleşi Gökhan Baykal Derviş Zaim: çalışıyorum.”
“Değişen
şeylerin
içindeki
değişmeyeni
korumaya
Yaptığı filmlerde her zaman seyirciyi filme bağlayabilmiş bir yönetmen olan Derviş Zaim, filmlerinin her ne kadar birbirinden farklı çizgileri varmış gibi görünse de aslında birbiriyle bağlantılı çizgilere de sahip olduğuna dikkat çekiyor. Bunu da sinemada değişenlerin için değişmeyeni korumaya çalıştığını söyleyerek tanımlıyor. Ayrıca Zaim, ulusal sinema kavramını da farklı bir yorumla önümüze seriyor. Kendi filmlerinden ulusal sinemaya, bağımsız sinema kavramından Türkçe’ye bir çok konuyu konuştuğumuz Derviş Zaim ile yaptığımız söyleşiyi sizlere sunuyoruz.
30
Sinemanın akademik eğitimini almadığınız halde Türk sinemasının önemli sinemacılarından birisiniz. Sizi örnek alarak konuştuğumuzda sinemada eğitim almadan da hareket edilebileceğini görüyoruz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Eğitim, uzun süreçte öğrenebileceğiniz şeyleri size daha kısa zamanda öğretebilir. Ancak üniversite de insana çok fazla öğretmeyebilir. Siz eğer öğrenmeye fazla meraklı değilseniz hiçbirşey öğrenemezsiniz. Hiçbir okulun hiçbir zaman öğrenci istekli olmazsa faydalı olamayacağını söylemek gerekiyor. İnsan kendi bireysel çabalarıyla da birşeyler yapabilir. Ama üniversite insana şunu sağlar. Eğer kendi projeniz varsa o projeyi geliştirmenizi ve onu yapabilmenizi sağlar. Eğer bir projeniz yoksa zaten sinema okulunda başarılı olmanız zordur. Tavutta Rövaşata’dan Cenneti Beklerken’e geldiğimiz süreçte sinemasal çizginizde değişik tercihler gözümüze çarpıyor. Siz buna katılıyor musunuz? Değişik gibi görünen işler yaptığım doğrudur ama işin aslında bu işlerin bir bağlılık silsilesi halinde olduğu da bir yorumdur. Çok farklı olarak göze çarpan filmler olduğu halde devam eden eklemli olan filmlerde vardır. Şunu söyleyebilirim ki değişen şeyler vardır ve bu değişen şeylerin içindeki değişmeyeni korumaya çalıştım. Stanley Kubrick’in adını anmıştım bir söyleşimde. Şunun içindi: O, hem stilini hem de insanlığı geliştirmeye çalışan biri olması sebebiyle çok takdir ettiğim bir insandır. Kendi adıma konuşmak gerekirse daha olumlu bir tavır olduğunu düşünüyorum. Cenneti Beklerken’de minyatür sanatını, Nokta’da hat sanatını sinemaya yansıttığınız ortaya çıktı. Bu üçlemenin son filminde neyi yansıtmayı düşünüyorsunuz. Ayrıca son filmle ilgili aşamalar nelerdir? Üçüncü filmin hangisi olacağına karar verme aşamasındayım, araştırmamı sürdürüyorum. İki alternatif var ve onlardan hangisini seçeceğime iki ay civarında bir sürede cevap vereceğim. Şuan konuşmak biraz yanlış olur. Uluslararası sinemamızın son dönemlerdeki temsilcilerinden olduğunu söyleniyor. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Sizce ulusal sinema diye bir kavram var mıdır? 31
Ulusal sinema bazen geçerli ve işlevli olan bazen kullanıldığında da bir takım problemleri çözmeye iten bir kavram. Burada kültürümüzle, geleneklerimizle ve otantik anlayışımızla bize özgü bir sinema yaratabilir miyiz sorusuna cevap olarak elimden geleni yaptığım söylenebilir. Eğer bu anlamda sorulmuş bir soruysa ulusal sinemayı temsil ettiğim söylenebilir ama dediğim gibi bazen problematik şeyler de ortaya koyan bir kavram olabilir. Ülkemizde bağımsız sinemanın varlığına inanıyor musunuz ve kendinizi bunun neresinde görüyorsunuz? Bağımsız ve yeni kavramları 90’lı yıllarda çıkmış sinemacıları tanımlamak için kullanılıyor. Çeşitli olumlu ve olumsuz anlamları oluyor. Bu sinemacıların alüvyonik tanımlamasıyla daha yetkin bir biçimde tanımlanabileceğini düşünüyorum. Alüvyon, coğrafyadan alınmış bir terim. Bir akarsuyun denize kavuştuğu sırada farklı dallara ayrılması demek. Bu terimin birbirinden bağımsız olan ama aynı zamanda aynı kolun değişik dalları olan bu insanları tanımlamada yetkin olabilecek bir kavram olduğunu düşünüyorum.
32
Aynı zamanda yazarlık deneyiminiz de mevcut. ara mı verdiniz yoksa bıraktınız mı? Şuan için içimden gelmiyor diyebilirim ama 100 - 150 sayfalık bir roman hiç fena olmaz. Onu yapmaya çalışacağım. Kültür Bakanı olsanız yapacağınız ilk ne olurdu? Bakan olsam yapacağım o kadar iş var ki hangisinden başlayacağımı bilmiyorum. Mesela Türkçe niçin Eski Sovyetler Birliği’nden ayrılan Türki Cumhuriyetlerde yaygınlaşmadı bunu merak ediyorum. Eğer yapılacak birşey kaldıysa onu yapmaya çalışmak. Türkçe’nin bir dünya dillerinden biri olmasını sağlamak için kaçırdığımız trenler beni hep üzmüştür. 33
Luc Besson'un Leon Kültü Onur Keşaplı
Luc Besson’un 1994’te yazdığı ve yönettiği Leon belki de yönetmenin en ünlü filmidir. 1991 yılında çektiği La Femme Nikita filminde, birçok yapımda birlikte çalıştığı ünlü Fransız oyuncu Jean Reno’nun canlandırdığı Victor karakteri, yönetmeni üstüne titreyerek çalıştığı Fifth Element filmini bir kenara bırakıp yepyeni bir film yaratmasına sebep oldu. İlham aldığı Victor karakterinden yola çıkarak yazdığı senaryosunda başrole yine Jean Reno’yu yerleştiren Besson yarattığı Leon karakterini sinemanın unutulmazları arasına yazdırdı.
34
Filmin açılışı tarz olarak ve kullanılan çekimler olarak Besson’un the Big Blue filmini hatırlatmaktadır. Açık bir gökyüzünden süzülerek giden çekim bize önce insana huzur veren yemyeşil bir parkı gösterir. Bu sırada filmin başrol oyuncularının adları beyaz harflerle belirir. Çekimin devamında kayarcasına süzülen kamera izleyiciyi parkın üstünden dünyanın en büyük kentlerinden New York’un gökdelenlerine götürür ve tamda insana huzur veren yeşilliğin( Central Park) üzerinde biten adeta onu kaplayan betonların ortasında “Leon” yazısı belirir. Bu bize filmle ilgili bir ipucu verir. Central Park muazzam yeşilliğiyle insanı boğan betonların, gökdelenlerin içinde adeta yaşam kaynağıdır. Onu çevreleyen duvarlara inat güzelliğini, saflığını korumaktadır. Ayrıca Leon yazısının etrafı ince siyah çizgilerle yazılmış olan beyaz bir yazı olduğunu düşünürsek herhalde filmde Leon karakterinin iç dünyasına ulaşabileceğimizi hissederiz. Daha önceki başarılı filmlerinde olduğu gibi Leon’da da müzikleri Eric Serra’ya bırakan Luc Besson Big Blue’da olduğu gibi açılış sahnelerinde filmin geçeceği yerlerde izleyiciyi küçük bir gezintiye çıkarır. Bu filmde ise mekânımız New York’tur. Sokaklardan geçip Eric Serra’nın müziği eşliğinde kendimizi New York’un küçük İtalyan Mahallesinde buluruz. Orada aniden bir İtalyan lokantasının içine, kapkaranlık bir ortama girdiğimizde ilk gördüğümüz şey yakın çekimde klasik İtalyan masa örtüsü üzerinde beyaz bir içecekle dolu bir bardağı tutan ellerdir. Hemen arkasında son derece başarılı bir yakın çekimle bir adamın gözlüklerinden yansıyan görüntüyü görürüz. Mafya toplantıları izlemeye alışık olduğumuz bir örtüye sahip olan masada filmin başkarakteri Leon ( Jean Reno) adında bir tetikçinin gözlüklerinden bu tehlikeli ortamda sütle dolu bir bardak görürüz. Ve bu bardak yakın çekimlerle aldığı talimatlarla bir sonraki kurbanı hakkında bilgi alan tetikçi Leon’un önünde durmaktadır. Daha 35
ilk kareden soğukkanlı bir tetikçi olduğu anlaşılan Leon’un önünde duran süt bardağı bu adamın pekte sıradan biri olmadığını hissettirmektedir seyirciye. Yakın plan dudak, göz ve tüm mekânı bize adeta genel çekim gibi sunan Leon’un gözlükleri bu adamların ne kadar ciddi, ne kadar profesyonel olduklarını hissettirmektedir. Ve Leon sütle dolu bardağını tek bir dikişte bitirip son derece soğukkanlı bir şekilde hedefinin fotoğrafını alır. Sonraki sahnelerde Eric Serra’nın gerilim dolu ritimleriyle Leon’un önce bir karaltı sonra derin bir sesle ortaya çıkıp hedefinin tüm korumalarını inanılmaz bir profesyonellikte öldürdüğünü görürüz. Besson burada hedefin yaşadığı korkuyu sert ve hızlı takip çekimleri ve kurşun deliklerinden içeriyi ancak aydınlatan ışığı kullanışıyla hissettirir. Kurban son çare olarak telefonla yardım istemeye başvurduğunda Leon’un karanlıktan hatta gölgeden elinde tuttuğu bıçağın odadaki ışığı kesişi gibi bir keskinlikle ortaya çıkıp adama yaklaştığını görüyoruz. Besson’un buradaki ışık-gölge oyunları gerçekten büyük bir etki yaratır. Leon kurbanının alması gereken mesajı aldığından emin olduğunda tekrar gölgeye girer ve kaybolur. Bu sahne bize Leon’un sadece ne kadar yetenekli bir katil olduğunu değil aynı zamanda insanların hayatında bir an ortaya çıkıp her şeyi değiştirebilecek bir etkiyle aniden yok olabileceğini de yaşatır.
36
Bu sahneden sonra soğukkanlı tetikçiyi marketten süt alırken görmekteyiz. Tıpkı normal hayattan biriymiş gibi. Devamında ise Leon’un girdiği apartmanda merdiven boşluğundan son derece aykırı, adeta grunch rock dinleyen gençlerin giydiği gibi postallar ve çoraplar giymiş elinde sigara tutan birini görürüz. Asi bir genç göreceğinizi sandığımız bu üst açıyla çekilmiş kareden sonra Besson izleyiciye karakteri tanıtma amaçlı bir yukarı çevrinme yapar. Tepeden tırnağa aykırı-alternatif gençlerin giydiği giysiler ve elinde sigarayı görünce genç biri beklediğimiz bu kişi aslında küçük bir kızdır ( Natalie Portman). Besson bu kısa şoku üstümüzden atmamıza izin vermeden kızın yoğun bakışlarına çevirir gözlerimizi. Serra’nın çocuksu ritimleri de bu karelerde etkilidir. Erken yaşta olgunlaşmak zorunda kaldığını o küçük gözlerindeki derin ifadelerden anladığımız kız merdivenlerden yukarı çıkan Leon’la hiç çekinmeden muhabbete başlamıştır. Leon ise sadece dinlemek ve şaşkınlıkla bakmak durumunda kalmıştır. Kızın yüzündeki yaralar O’nun evinde yani yaşantısında sorunlar olduğunu hemen izleyiciye yansıtmıştır. Leon’un kendi dairesine girmesinden sonra açılan kapıdan 3 adam çıkmıştır. Küçük kızın sigarasını atmasından anlaşıldığı üzerine aralarında babası olan karakter diğer iki adama kaybolan uyuşturucuyla ilgili hesap vermektedir. Suçlamaları kabul etmeyen babaya son uyarıyı müzik dinleyen ve son ana kadar yüzünü görmediğimiz son 37
derece rahatsız edici olan adam (Gary Oldman) yapar. Yaptıkları işin lideri olduğu çok belli olan adama yönetmen yakın çekimler yaparak O’nun ne kadar tehlikeli ve korkutucu biri olduğunu izleyiciye hissettirir. Luc Besson’un karakterler üzerinde yakın çekimlerle ne kadar başarılı olduğunu gördüğümüzde yönetmenin çekimlerde kamera arkasında bizzat bulunduğunu ve kamerayı kendi kullanarak kafasındaki etkiyi en iyi şekilde yansıtabildiğini düşündüğümüzde herhalde pek de şaşırmayız. Filmin kötü ve tehlikeli adamı olduğunu anladığımız kişi kızın babasına ertesi gün öğlene kadar süre verip oradan ayrılır. Besson bizi bu sahneden sonra Leon’un dairesine yani O’nun bir anlamda iç dünyasına götürür. Son derece izbe olan bu dairede Leon her tarafı silahlarla dolu giysilerini çıkarıp klasik tetikçilerin yaptığı gibi bir arınma banyosuna girer. Sonrasın Leon’un ütüsünü kendisi yapan, sütünü içen ve her şeyden önemlisi gözlükleriyle koltukta oturarak uyuyan yapayalnız bir adam olduğunu görürüz. Bu sahnede tipik seri katil görüntüsünün dışına çıkan olgu Leon’un dairesinde duvarlar arasında sıkışmış yemyeşil çiçektir. Filmin açılışını bize anımsatan bu sahnelerde Leon’un çiçeğini suladığını ve O’nu özenle beslediğini görürüz. Bir tetikçi için alışılmadık bir ayrıntı. Ertesi sabah Leon dairesinde mekik çekerken Besson bize bu sefer küçük kızın hayatını kısaca aktarır. Uyuşturucu işine bulaşmış bir baba, fahişelik yaptığı belli olan bir anne, hiç anlaşamadığı ortada olan bir abla ve dairedeyken gülümsemesini sağlayan tek olay olan küçük erkek kardeşi. Ve çalan telefonu açan kız telefondakinin uzun süredir gitmediği psikolojik tedavi de görmekte olduğu okulundan ailesine hakkında şikâyet üzerine aradığını anladığında Besson’un yavaşça yaptığı zoom hareketi kızın tümüyle sorunlu dünyasının üstünde yarattığı etkiyi hissetmemiz sağlanır. Bu sırada Leon hazırlanıp evinden çıkmakta ve çıkarken çiçeğini güneş görecek bir yerde özenle bırakmaktadır. Leon’un sinemada inanılmaz derece çocuksu bir ifadeyle eski Hollywood filmlerinden birini izlediğini gördüğümüzde ana karakterin içindeki masumiyeti ilk defa hissetmiş oluruz.
38
Evine döndüğünde kızla tekrar karşılaşan ve yine dayak yemiş olduğunu gören Leon kızın yaşına göre oldukça ağır bir soruyla karşılaşır. Kız O’na hayatın hep mi böyle zor olacağını sorar Leon’da her zaman böyle olduğunu söyler. Bu sırada saatler öğleni göstermektedir. Ve kötü adamımız silahlı adamlarıyla beraber apartmana girer. Adamların sıra sıra gelmesini bize uzaktan gösteren Besson kamerasıyla bir anda girişe yaklaştığında baş kötünün geldiğini hissederiz. Son derece rahatsız edici bakışlarla aldığı yüksek dozda uyuşturucunun yarattığı etkiyi görmemiz için Besson üst açıdan çekim yapmayı tercih etmiştir. Ve gerilimi Eric Serra’nın müziğiyle beraber baş kötünün suratından hissettirmiştir. Adının Stan olduğunu öğrendiğimiz adam klasik müzikten, Beethoven ve Mozart’tan bahsederek küçük kızın ailesini öldürür. Bunu yaparken o kadar acımasız ve tehlikelidir ki adamları bile O’ndan korkmaktadırlar. Besson’un Stan karakterinin yarattığı korkuyu vermek için kullandığı açılar ve yazmış olduğu diyaloglar müthiştir. Serra’nın kare kare çekimlerle birlikte ilerleyen kompozisyonu sırasında Stan piyano tuşlarına basarcasına insanları öldürmüştür. Belki de Luc Besson klasik müzik dinleyen acımasız bir katil karakterini yaratırken efsanevi yönetmen Stanley Kubrick’in vahşi filmi “Otomatik Portakal” filmindeki katilden esinlenmiştir. Ya da en azından efsaneye selam göndermiştir. Tüm bu katliam olurken Leon da kapı 39
deliğinden olup bitenleri seyretmektedir. Bu sırada Leon’a süt almak isteyip markete giden küçük kız apartmana gelir ve dehşet verici havayı solumaya başlar. Ölümü ağır çekimde müthiş etkileyici müzik eşliğinde hissetmeye başlayan küçük kız koridorda ilerlerken kendi dairesinin önünde babasının cesedini görür ve içeriden küçük kardeşinin de öldüğünü anlatan sözleri duyar. Akıl almaz bir şokla ve ölüm korkusuyla içten içe kararan koridorda sona doğru yürür. Bu son kapı Leon’un kapısıdır. Hıçkırıklarla ağlayarak Leon’un kapıyı açması için yalvarır. Bu işe bulaşmak istemeyen yalnız bir tetikçi olan Leon tereddütler sonucunda kapıyı açar. Biz bu sahneyi küçük kızın kapı önündeki yüzünde görürüz. Ölüm korkusuyla ve sevdiklerini kaybetmenin acısıyla ışığı azalan koridor Leon’un kapıyı açmasıyla insanın içine huzur verecek bir ışıkla aydınlanır. Bu kızın da ışığa ulaşıp kurtulduğunu gösterir. Leon’un çiçeği için açık bıraktığı pencereden gelen ışık filmin başlarında insanları gölgede bırakarak karartan Leon’u adeta umut ışığı haline getirmiştir. Bu sırada evde aradıklarını bulan Stan ve adamları evden çıkarlarken öldürmedikleri bir kız olduğunu fark ederler. Bir adamın Leon’un kapısına dayandığı sırada adının Mathilda olduğunu öğrendiğimiz küçük kız televizyonda Transformers adlı çizgi filmi açarak ilginç bir şekilde adamı kapıdan uzaklaşmasını sağlar.
Daha sonra Leon büyük bir şok yaşayan ve ağlayan Mathilda’nın sadece küçük erkek kardeşi için ağladığını görür. Kızın zorlu hayatını saniye saniye hisseden ve O’nu ilgiyle dinleyen Leon Mathilda’yı rahatlatmak ve biraz olsun gülümsetmek için eline bir oyuncak domuz alıp çocukça oyunlar yapar. Mathilda’yı biraz olsun güldürmeyi başaran Leon’un içindeki saflığı çok yakından hissettiren bir karedir bu. Aynı anda süt içen Leon’u şaşkınlıkla izleyen sadece izleyiciler değildir. Mathilda’da biraz sonra kiralık katil olduğunu öğreneceği bu adamın bu ilginç davranışlarını şaşkınlık ve ilgiyle izlemektedir. 40
Mathilda’nın sorduğu sorular ve verdiği cevaplarla yaşından büyük göstermesi Leon’u, Leon’unsa bir kiralık katil olarak davranışlarındaki çocukluk ve masumiyet Mathilda’yı şaşırtmıştır. Çok sevdiği kardeşini öldüren katilleri öldürmenin yollarını düşünmeye başlayan Mathilda Leon’a sorular sorar. Leon’un ilk kural olarak asla kadınlar ve çocukları öldürmeyeceğini duyduğumuzda bu kiralık katile karşı belkide ilk defa ciddi bir şekilde iyimser duygular beslemeye başlıyoruz. Ne de olsa iyi kalpli bir katil. Leon’un adamları öldürmesi için parayı veremeyeceğini anladığında Mathilda O’nun için çalışma teklifinde bulunur. Karşılığında Leon’dan “temizlik” dersi almak ister. Leon’sa uyuması gerektiğini söyler. Kızın yatağa Leon’un oyuncak domuzuyla yattığı sahne son derece kritiktir çünkü Leon karekterinin yaşadığı ilk şok burada gerçekleşir. Mathilda kendisine çok iyi davrandığı için O’na teşekkür eder ve elini sevgiyle tutar. Bu ani harekete çok yavaş bir algıyla karşılık veren Leon şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez. Her zamanki gibi koltuğuna uyumaya gittiğinde ise çok sıkkındır ve ani bir kararla silahını alıp seyirciyi şaşkına çevirecek bir şekilde Leon Mathilda’nın başına silahı dayar. Bilmediği, yaşamadığı duyguları kendisine yaşatabileceğini hissettiği ve bir anlamda korktuğu küçük kızı daha fazla bağlanmadan yok etmek ister. Fakat kadınları ve çocukları öldürmeyen iyi kalpli katil bunu yapmaz. Ertesi sabah ilk iş çiçeğini güneşin altına koymak olan Leon hemen Mathilda’yı başından atmak ister fakat Mathilda Leon’u sıkıştırır ve hayatını kurtardığını artık bu konuda sorumlu olduğunu ve hayatını mutlaka bir sebep için kurtardığını söyler. Afalladıkça afallayan Leon bu küçük kıza bir şeyler hissetmeye başlar ve O’na çaresizce bunu niye yaptığını sorar. Sonunda O’na tetikçi olmayı öğretmeyeceğini söylediğinde Mathilda Leon’un temizlemekte olduğu silahı alıp pencerede rastgele ateş eder ve Leon tümüyle şaşkına dönmüştür.
41
Sonraki sahnede Serra’nın müthiş müziği ve Besson’un etkileyici çekimiyle yavaş yavaş beliren Leon’u ve yanında sonradan beliren küçük Mathilda’yı görürüz. Mathilda’nın elinde Leon’un çiçeği olmak üzere tüm eşyaları gördüğümüzde Leon’un bu teklifi kabul ettiğini ama kıza ve duruma son derece sinirli olduğunu görürüz. Hızla attığı adımlardan ve Mathilda’nın O’na yetişmek için attığı küçük ve komik adımlardan bunu görürüz. Fakat Leon aslında ne kıza ne de duruma kızgındır. O böyle bir olayın oluşmasına karşı koyamadığı için kendine kızgındır, çünkü Mathilda’yı eğitmeyi kabul etmiştir. Bu arada Mathilda bu durumu sağlarken Leon’un okuma yazma bilmemesini fark edip O’na bunu öğretmeyi teklif etmiştir. Sonrasında kalmak için gittikleri otelde Leon’un çekingen ve yavaş tepkilerini Mathilda kıvrak ve çabuk zekâsıyla kapatmıştır. Aralarında son derece ilginç bir etkileşim başlamıştır.
42
Sonrasında kendimizi bir anda filmin başlarında İtalyan masa örtüsünün olduğu mekânda buluruz. Fakat bu sefer karanlık ve ürpertici değildir. Belki de Besson Leon’un etrafındaki duvarlar ve karanlık azalmaya başladığı için bu sefer aydınlık göstermiştir aynı mekânı. Burada filmin başında Leon’a hedefi gösteren adamı da tanırız. Aralarında geçen diyaloglardan ve Leon’un itaatkâr tavrından adamın Leon’a adeta bir baba gibi öğütler verdiği ve Leon’un çocuk gibi dinlediğini görürüz. Sonrasında Leon elinde dürbünlü tüfekle bir binanın çatışında Mathilda’ya ders verirken görülür. Burada bir diğer ilginç durum ise filmin başındaki yeşilliği yani duvarlar arasına sıkıştığı halde umut ve sıcaklık hissettiren yemyeşil Central Parkı gökdelenlerin arasından görmemizdir. Adeta filtrelerle oynanmışçasına yeşilin tonları biz büyüler. Mathilda “temizlikçiliğin” ilk kurallarını burada öğrenir. Sonrasında ikilinin ev yaşantısına döneriz. Leon Mathilda’ya silahları anlatırken Mathilda da O’na yazmayı ve okumayı öğretir. Birlikte bol bol süt içip, spor yaparlarken Mathilda Leon’un çamaşırlarını, alışverişini, bulaşıklarını yapar. Bu sırada Leon pencereleri sadece yemyeşil çiçeği hava ve güneş alsın diye açmaktadır. Tüm bu sahnelerde Luc Besson ünlü sanatçı Björk’ün şarkısını karelere eşlik etmesi için kullanmıştır. Bu monotonluktan sıkılan Mathilda Leon’la taklitçilik oynar. Eğlencelik ve sıradan gibi gözüken bu kareler Leon’un çocuksu heyecanını yansıtmak açısından çok önemlidir. Madonna, Chaplin ve Monroe gibi herkesin bildiği tipleri bilemeyen Leon daha az kişinin bileceği Gene Kelly bilir çünkü O’nun filmlerini çocuksu bir heyecanla sinemada da izlemektedir. Besson tamda bu çocuksu heyecanı yaşadığında Leon’un ifadesine yaklaşır. Sonrasında Mathilda’yı ilk kez Leon’un 43
çiçeğini pencerenin önüne koyarken görürüz ve aralarında basit ama önemli bir diyalog gerçekleşir. Leon Mathilda’ya çiçeğinin en iyi arkadaşı olduğunu, soru sormadığını, konuşmadığını ve tıpkı kendisi gibi kökleri olmadığını söyler. Gerçekten Leon’un geçmişi hakkında hiçbir şey bilmemekteyiz tıpkı Mathilda gibi. Bunun üzerine Mathilda eğer çiçeğini gerçekten seviyorsa onu bir parkta dikmesini böylece köklerini genişletip büyüyebileceğini söyler. Leon şaşkınlıkla bakmaktadır. Sonrasında Mathilda eğer benimde büyümemi istiyorsan beni de sulamalısın der ve Leon yine bir çocuğa dönüşüp Mathilda’yı ıslatmaya başlar. Arkasından gelen sahnede Leon yine İtalyan restoranındadır. Babası gibi davranan kişinin Leon’u Amerika’ya ilk geldiğinde kanatları altına aldığını öğreniyoruz. Ve Leon’un işinden kazandığı tüm paranın O’nda olduğunu öğreniyoruz. Leon parasını ilk kez merak ettiğinde parayı bir bankadan bile daha iyi sakladığını söyler. Parayı birine vermeyi planladığını söylemeye çalıştığın ise Leon’a gerçek bir baba gibi kızarak kadınlardan uzak durmasını geçmişte de bunlardan çok çektiğini söyler. Fakat Leon’un sorularında, davranışlarında ve bakışlarındaki değişiklik adamda şaşkınlıkla birlikte endişe yaratmıştır. Üstelik Leon artık okumayı bile sökmüştür. Oğlunu kaybetme korkusuyla olan bir baba gibi O’na yeni işini getirir. Bu sırada Leon kendi koruma içgüdüsüyle dışarıda bekleyen Mathilda’yı bir daha sigara içememesi konusunda uyarır. Koruma içgüdüsünü belki de hayatında ilk defa yaşamış olan Mathilda odaya gittiklerinde tepeden alınmış bir açıyla yatağa atlar ve Leon’a âşık olduğunu söyler. Bu aşk her zaman sevgisinin, ilgisinin, korumasının eksikliğini hissettiği bir baba, ağabey ya da sevgiliye karşı olan hislerin toplamıdır belki de. İyice afallayarak odadan “iş” için çıkan Leon kafasını duvara yaslanıp bir an duraklar. Soğukkanlılığının ilk defa sarsıldığını hisseder çünkü artık O da birisine bağlanmaktadır. Sonrasında Mathilda ailesini ama her şeyden önemlisi kardeşini kaybettiği daireye gider. Son derece duygulu sahnelerdir. Duvarları delik deşik olmuş evde kardeşinin oyuncaklarını alır ve Eric Serra dehşet verici tınılarıyla birlikte Mathilda’nın kardeşinin bedeninin bulunduğu parkede olduğunu görürüz. Mathilda gibi izleyicide sarsılır. Tam bu sırada Stan birkaç dedektifle daireye girer ve onları olayı anlatır. Aynı ürkütücü hali burada da vardır. Ve evden çıktığında Mathilda’nın O’nu takip etmesi sonucu Stan’ın üst düzey bir polis olduğunu öğreniriz. Bu bilgilerle odasına dönen Mathilda televizyonda Transformers’ı izlemektedir. Soğukkanlılığını biraz olsun kaybederek çıktığı işten yaralanarak dönen Leon soğukkanlılığını yitirmesine sebep olan bayana, Mathilda’ya o halde olmasına rağmen bir elbise almıştır. Bunu verirkenki çocuksu utangaçlığı müthiş bir oyunculukla izleyiciye sunulmuştur. 44
Mathilda’nın aklı ise artık kim olduğunu ve ne iş yaptığını öğrendiği Stan’dedir. Bunu Leon’a söyler fakat Leon intikamın iyi olmayacağını söyler.
İlginç çiftimiz tekrar yollardadır. Mathilda yine Leon’un yemyeşil çiçeğini taşımaktadır. Fakat bu sefer çiçek adeta saksısından fırlayacak gibidir. Sanki kök salmak ister gibi bir haldedir. Leon sanki babasına sevgilisini utanarak tanıştıran oğul gibi İtalyan lokantasına Mathilda’yla gider ve yardımcısı olacağını söyler. Leon’un “babası” şaşkına dönmüştür. Mathilda Leon’la birlikte küçük işler yapmaya başlar ve temizlik işinin önceliklerini öğrenir. Bir işte Mathilda Leon’un anlayamadığı bir şekilde eroin sehpasını ateşe verir. Açıklaması basittir kadınlar ve çocuklar yoksa onları öldürecek şeylerde yok olmalı, temizlenmeli. Uyuşturucu belası yüzünden sevdiklerini kaybetmiş Mathilda’nın bu gözü yaşlı fakat olgun hali Leon’u etkiler. Sonrasında Mathilda Leon’u sevdiği yineler fakat Leon O’nu durdurmaya çalışır. Hayatı Mathilda’yla birlikte değişmeye başlamıştır bunu O da gizlemez. Biraz olgunlaşmaya ihtiyacı olduğunu söyler bu sırada Mathilda’nın da büyümesini. Sonrasında İtalyan restoranına babasının(bankasının) yanına giden Leon eğer başına bir şey gelirse tüm parasını Mathilda’ya vermesini söyler. Leon’un tek başına işe çıktığını gören Mathilda ise derin düşüncelere dalar. Mathilda Leon gibi giyinip kendi başına Stan’in peşine düşmeye karar verir. Binaya sızmayı başardığında Stan tüm korkunçluğuyla ve Besson’un etkileyici yakın çekimleriyle Mathilda’yı tuvalette sıkıştırıp bu güçlü ve olgun kızı ağlatmayı başarır. Stan’ın tuvalette ortaya çıktığı sahnede ise Besson alan derinliği konusunda adeta ders verir. Stan’ın tehdit dolu hareketlerle Mathilda’ya yaklaşmasını seyirciye dehşet verici bir 45
şekilde aktarır. Tam bu sırada Stan Mathilda’nın kişisel davasından dolayı buraya geldiğini öğrendiğinde katliamı yaptığı arkadaşlarından birinin öldürüldüğünü duyar. Bu sırada Mathilda için yaptığı işte sonra odaya dönen Leon Mathilda’nın yapmayı planladığı şeyi anlattığı bir veda mektubu bulur. Son derece dramatik müzik tonları eşliğinde Mathilda’nın öğrettiği şekilde mektubu okuyan Leon son derece soğukkanlı bir tavırla binayı basar ve Mathilda’yı kurtarır. Çiftimiz filmin başından beri ilk kez sarılmışlardır. Sevdiğini kurtardıktan sonra Leon odada otururken Mathilda’nın O’na hediye ettiği pembe elbiseyle yanına geldiğini görür. Mathilda “aşkına” O’nunla birlikte olmak istediğini söyler. Leon tabiî ki kabul etmez. Ama şaşkına dönmüştür. Mathilda üzülmesin diye O’na nedenini anlatmaya başlar. Bu son derece dramatik sahnede Besson’un yakın plan yüz çekimleriyle Leon’un köklerini öğrenmeye başlıyoruz. Leon İtalya’da gençken bir kızı sevmiştir. Fakat soylu babasını buna izin vermez. Kız babasına rağmen Leon’u görmek isteyince babası kızını öldürür. Sevdiğini öldüren adam hemen serbest kalınca Leon’da O’nu öldürür. İlk aşkı aslında köklerinin başlangıcıdır. Leon ilk infazını sevdiği için yapmıştır. Bu hikâye ikisini de gözyaşları altında bırakır ve Mathilda Leon’dan küçük bir iyilik ister, yatakta yan yana uyumak. Leon kabul etmek istemese de Mathilda Leon’u belki de gençliğinden beri ilk defa yatakta bacaklarını uzatarak yatırır. Bu dramatik karelerde Eric Serra’nın müzikleri büyüleyicidir.
46
Bu sırada arkadaşları öldürülen ve eline geçirdiği kız ofisinden basılarak geri alınan Stan çılgına dönmüş bir şekilde İtalyan restoranına gelir. Tetikçi İtalyan olduğuna göre mutlaka bir şeyler öğrenebilecektir. Leon yataktaki ilk uyumasında adeta yürümeyi yeni öğrenen bebekler gibidir. Sevdiği Mathilda süt almak için dışarı çıktığında küçük çocuklar gibi yatakta tembellik yapmaktadır. Bu sırada Mathilda eve dönerken Stan’ın binaya yolladığı özel tim tarafından yakalanır. Özel tim Leon’u avlamak üzere odaya girdiğinde soğukkanlı tetikçi onları gafil avlar. Buna sinirlenen Stan tüm birimleri binaya çağırır olağanca korkunçluğuyla. Özel timin tüm saldırılarını profesyonelce karşılayan Leon Mathilda’yı da ellerinden almayı başarır. Bu sırada çevre binalardan da saldırı olmasına rağmen Leon pencerelerden uzaklaşmaz çünkü yemyeşil çiçeği oradadır. Çiçekle birlikte, bir anlamda ruhuyla birlikte, Mathilda’yı binadan çıkarmak ister. Mathilda sevdiği adamın yanından ayrılmamakta direnince Leon filmin en dramatik konuşmalarından birini yapar. Mathilda’ya O’nu asla kaybetmeyeceğini, O’na yaşama zevki verdiğini, mutlu olmak, yatakta uyumak ve kök salmak istediğini söyler. O’na git aşkım git diye seslendiğinde ister istemez akla Besson’un The Big Blue filminin sonları gelir. Leon’un bu sarsıcı sözlerini ağlayarak dinleyen Mathilda Leon’un ilk defa O’nu sevdiğini söylemesiyle birlikte “aşkına” inanarak çiçekle birlikte oradan uzaklaşır. Bu dramatik sahneden sonra Luc Besson dramatik yakın çekimler dışında büyük patlamalı sahnelerde de ne kadar etkili bir yönetmen olduğunu kanıtlar. Leon’un 47
bulunduğu odaya gönderilen füzenin gidişini yakalamak isteyen yönetmen füzenin gideceği yolda iki tane yerden kayan kamerayla bu imkânsız gibi gözüken kareyi yakalar. Füzenin yerle bir ettiği odadan Leon özel timden öldürdüğü birinin giysilerini giyerek kurtulmayı başarır. İnsana huzur veren piyona notalarını dinleyerek Leon’un kılık değiştirip taktığı maskesinden öznel kamerayla biz de O’nun gibi çıkış yolu ararız. Bu arada Mathilda Leon’un gösterdiği yoldan çıkmayı başarmıştır Leon ikinci kez O’nu ışığa çıkartmıştır. Mathilda anlaştıkları üzere İtalyan Restoranına gider. Leon çıkış tüneline geldiğinde 200 adamla dolu bir binadan kaçıp sevdiğinin yanına gidebilmenin verdiği heyecanla maskeyi çıkartır ve O’nu fark eden Stan arkasından yavaşça gelmeye başlar. Karanlık bir koridorda en sondaki ışığa yürüyen Leon’un bu sahnesi filmin başlarında Mathilda’nın ölümün hissedildiği koridordun sonunda kapıya gelip Leon’un O’nu ışıkla içeri aldığı sahneyi hatırlatır. Leon ışığa ulaşmak üzereyken ve yüzünde çocuksu bir tebessüm varken Stan tarafından vurulur. Luc Besson bu yıkıcı sahnede ne bir silah sesi ne de dehşet verici bir müzik kullanmıştır. Aksine kapıya kadar olan yerde ya takip kamerası ya da yüzlere yakın çekim ve müzik olarak da insana huzur veren piyano notaları kullanmıştır. Sanki Leon’un yaralarına rağmen yaşadığı huzur gibi. Leon’un vurulma anında Besson öznel kameraya geçip Leon’un düşüşünü yavaş çekim olarak izleyiciye sunmuştur. Işığın Leon’la birlikte bizimde gözlerimizi kamaştırdığı bu sahnede silah sesi yerine parlak bir ışık kullanılmıştır. Sonraki sahnede filmin başlarında gördüğümüz tanıdık bir sahne gelir gözümüzün önüne. İtalyan tipi masa örtüsü ve bir bardak süt tutan eller. Mathilda Leon’un “bankasındadır”. Adamın yüzünün yara bere içinde olduğunu gördüğümüzde Stan’in Leon’un nerede kaldığını nasıl öğrendiğini de anlamış oluruz. Mathilda Leon’un öldüğü orada öğrendiğinde ağlamaya başlar fakat yanı başındaki yemyeşil çiçeğe bakarak biraz olsun sakinleşir. Leon’un parasının kendisinin olduğunu ancak adamın paraya tıpkı Leon’da olduğu gibi banka gibi el koyacağını öğrendiğinde mutsuz bir şekilde oradan ayrılır. Sonrasında Mathilda filmin başlarında telefonda evini arayan okula geri döner. Okuldakilere başından geçenleri anlattığında görevliler şoke olur. Ve eğer O’na yardım etmezlerse geceye öleceğini söyler ve oradan bahçeye çıktığında masalsı bir müzik yavaşça duyulmaya başlar. Mathilda Leon’un çiçeğini saksısından çıkartıp toprağa gömer ve bence burada iyi olacağız Leon der. Yemyeşil çiçeki LEON, orada kök salıp mutlu olacaktır. Bu kareden sonra büyük sanatçı Sting’in efsane şarkısı “Shape Of my Heart” duyulur ve Luc Besson’un kamerası “Leon”dan çıkıp yemyeşil bir ağaçlığın üzerine yükselir. Uzakta ise New York’un gökdelenleri gözükür. Fakat bu çekimde yeşil baskındır. Yeşil 48
etrafındaki duvarları, betonları yıkıp kurtulmuştur. Tıpkı Leon’un yaşamı Mathilda sayesinde tekrar öğrenip kök salması gibi. Orijinal adı Leon olan bu büyük eser Amerika’da “The Professional” olarak yayınlanmıştır. Bizim ülkemizde ise “Leon: Sevginin Gücü” adıyla sinemalarda gösterilmiştir. Ülkemizdeki tercih çok daha yerindedir çünkü Luc Besson’un müthiş bir senaryoyla, kamera tekniğiyle, olağanüstü bir oyuncu yönetimiyle ve müzikle yarattığı Leon profesyonel bir tetikçi filminden öte saf sevginin filmidir.
49
Uzaklar Duygu Yılmaz Bir gecenin yarısında,başka bir şehrin koynunda,korkulara uyanmışcasına yanıyor yüreğim.Ellerim nicedir kaçak dokunuşlarından uzak ve nicedir kirpiklerinin gölgesi düşmüyor hüzünden ıslanıp,mevsimi geçmiş bir yaprak gibi sararan yanaklarıma.Dudaklarım uzak,alnında sabahlayıp,alnında uyuduğu günlere ve gözbebeklerim firari sevda sözcüklerinden bin yıldır yoksun geleceğin felaketiyle… Ayrılık dedikleri şey,adından önce başlayıp,adından sonra biten her şeymiş meğerse.Ve senin adın öyle uzun ki,ne bir saniyeye sığıyor,ne de bütün bir ömrün girdabında kaybolmaya yetiyor,yettiriyor bir nefeste. Şimdi çıksam yola.Mola yerleri ve istasyonlardan başka hiçbir kıymetlisi olmayan o yollara düşsem.Yürüsem geceler boyu,içimde büyüyen kavuşma sevincinin ağırlığıyla ilerlesem saatlerce.Tekrar yankılansa defalarca kulaklarımda sesin.Yüzün,ilk gördüğüm günkü gibi en insan haliyle gülümsese yüreğime.Zeytinlikler ve denizler aşsam,tuzu özleyen yanlarımın en derinine bassam ve kanayan her zerrede yine,yeniden adınla kaybolsam… Biliyorum,her ayrılıkta bir hasret türküsü söylüyor dilim.Seninle geçen günlerin diyetini ödercesine acılıdır sözlerim.Yüreğim o yollara çoktan çıktı inan ve çoktan alıp başını,o kayıp adresini aramaya başladı gözbebeklerim.Şimdi,sıkıca sarılıp sana,öperek defalarca hüzünden ağarmış gözlerini,içimden geçenleri hiç nefes almadan anlatmak vardı sana.İki cümlede bir sabırsızlanan ellerinin varlığını bilerek dinlemek vardı kederden çatallaşan sözlerini,sesini.Ama hepsi uzak şimdi… Bir şarkı çalıyor yine,hiçbir nota çıkmıyor parmaklarından.O çok sevdiğim yağmurlar ıslatıyor hala,evet;ama…Anlamsız her kelime şimdi,basit ve eksik.İçimdeki yangını anlatmıyor hiçbiri,hiçbiri içimi yaktığı kadar yakmıyor üzerinde yandıkları toprağı,geçmişi…Keder can suyu olup akıyor gözlerimden,bir noktası bile vuslatı ıslatmıyor,ayrılığı her defasında ıslattığı gibi.Seni dinliyorum sevgilim,tam da şimdi… 50
RÜVEYDA fezayı bağlayarak yorgun kanatlarına bir güvercin uçurup kıtalar arasından çağırdın beni geçerek birer birer sürgün kanyonlarını derbeder koşup geldim ışıldayan tahtına yarım koyup bir bardak kurşun rengi çayımı yıkarak yalnızlığa kurduğum sarayımı yetim çığlıklarımı duyurmak üzere sana koşup geldim; iliştir beni memnu bahtına adını söylemek istemiyorum her hecesi amansız bir kor dudaklarımda her harfine yıllardır şimşeklerle yarıştım zindanlara karıştım, ölümlerle tanıştım adını söylemek istemiyorum Rüveyda dediğim zaman anla ki, senin için yürüyor kelimeler çığlığımın atardamarlarından hangi yıldızdır bilmem, gözlerin kayar da üzerime Rüveyda önce tuhaf bir deprem yayılır bedenime sonra açılır önümde ıstırab vadileri silik renkleriyle adımlarıma çözülmeye yüz tutan bir mazi mühürlenir hayalin bittiği menfeze doğru alaca bir at koşar içimde zamansız, mekansız nefese doğru uslanmaz bir yürek taşıdığıma dair yaygın bir kanaat dolaşır aynalarda oysa Rüveyda baştan başa ben kevser akan, gül kokan bir kalbin filiziyim 51
kitaplara sürdüğüm kapkara lekelerden bir anlatsam nasıl utandığımı bir doğrulsam eğrildiğim yerden ağarır tanyeri nilüferlerin alaca bir at koşar içimde ezer toynaklarıyla anılarımı sular köpürmemeliydi Rüveyda kırılmamalıydı ıslak dalları hasret selvilerinin ben zehire alışkınım, şerbete değil rüyalar nefret eder avare duruşumdan kabuslar çekerek ancak derdimi yeryüzünde sen gün boyu simsiyah bir ufukla beraber ben her gece bir mehdi türküsüyle çilekeş yargılamak için zeval kayıtlarını inkilap bekliyorum hangi umut çiçeğidir bilmem, ellerin uzanır da gönlüme Rüveyda derinden bir ok saplanır bağrıma beynimi çağıran bir sese doğru alaca bir at koşar içimde zamansız, mekansız nefese doğru varlığın cinayettir memleketimde işlenen akıtır kanını asil pehlivanların yokluğun sükunettir kuşatır evrenimi varlığın ve yokluğun ölümüdür baharın artık eskisi gibi bakamıyorsun göklerinde bir belkıs otururdu Rüveyda binlerce gökkuşağı olurdu kirpiklerin güneş bir ane gibi dururdu başucunda artık dokunamıyor kakülün bulutlara karalara bürünmüş saçlarında dolunay NURULLAH GENÇ 52
53
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
54