Azizm Sanat E-Dergi Temmuz 2009 Sayı 21
Beşir’le Vals
Bir Bilimkurgu Kültü: Terminator
Yunus Tutsaklığı
1
Editörden Bu aylarda yaz sıcakları tüm kuzey yarımküreyi kavurur ancak Anadolu’nun temmuz sıcakları başkadır. Temmuz sıcakları Türkiye’de bunaltmanın ötesinde yürekleri yakar. 32 yıl önce faşist kurşunlarına hedef olan sanat dünyamızın her daim genç kalemi, düşünürü Bedrettin Cömert hala yüreğimizi yakıp parçalamıyor mu? 16 yıl önce bir kez daha şeriat isteyen yobazların ayaklanıp kuşattığı Madımak’ta alevler içinde yaşamlarını yitiren canlarımıza yanan yüreklerimizi ateşi bugün söndü mü? O gün yakılmak istenen Aziz Nesin birkaç yıl sonra temmuz ayında aramızdan ayrılmasında Madımak yangının etkisini yok sayabilir miyiz? Ülkemizin gidişatından temmuz ateşlerinin söneceğine dair bir umut ışığı görünüyor mu? Azizm olarak katledilen unutmamak ve unutturmamak üzere aydınlarımızı saygıyla andığımız bu ay, Bedrettin Cömert’i, yakın dostu Orhan Kemal Edebiyat Ödüllü yazarımız, destekçimiz Adnan Binyazar’ın kaleminden okuyoruz. Sivas’ta yitirdiğimiz canları şiirler, denemelerle birlikte Cumhuriyet Gazetesi çizeri, üyemiz Mustafa Bilgin’in karikatürü ve yazısıyla anıyoruz. Ayrıca şiir bölümümüzde yobazların asla söndüremeyeceği aydınlığını yaymaya devam eden Metin Altıok’un dizelerini sizlere sunuyoruz. Yunus tutsaklığı konusunda ülkemizde ilk çalışmaları başlatan, örgütümüzün yazarı Özgür Keşaplı Didrickson’un konuyla ilgili makalesi bu ay Azizm’de. Sinema yazılarımızdaysa iki Ari Folman’ın ses getiren yapımı “Waltz With Beshir”i ve Mayıs ayında başlattığımız bilimkurgu dosyamızın devamı olarak serinin son filminin gösterime girmesiyle birlikte Terminator serisini derinlemesine işliyoruz. Bunun yanı sıra yazarlarımızdan ve en büyük destekçilerimizden akademisyen-ressam Ümran Bulut ülkemizde heykellerin başlarına gelenleri ele alıyor bu ay. Ayrıca küresel çevre sorunlarından yerel kot taşlama işçilerimizin sorunlarına kadar çeşitli alanlarda denemelerimizi okuyabilirsiniz. Sanatla kalın dostlar…
2
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Terminator 2 (1991) – James Cameron Arka Kapak: Beşir’le Vals (2008) – Ari Folman
3
İçindekiler Bedrettin Cömert – Adnan Binyazar
s.5
Madımak (karikatür) – Mustafa Bilgin
s.8
Şaire Ağıt, Ağıda Şair: Metin Altıok – Duygu Yılmaz
s.9
Nedir Heykellerin Bizden Çektiği? – Ümran Bulut
s.13
“Beşir’le Vals’in” Vatan, Görev, İnsaniyet Üçgeninde Türkiye’ye Yansıması – Selin Süar s.15 Bir Bilimkurgu Kültü: Terminator – Onur Keşaplı
s.19
Bir Bahar Akşamı – Osman Bahar
s.31
Suskun Mısralar (şiir) – Abdullah Rıdvan Can
s.33
Yunuslarla Yüzmek İsteyen Var mı? – Özgür Keşaplı Didrickson
s.36
Doğayı Yok Eden Aslında Yaşam Tarzlarımız – Melih Öncel
s.48
Eğitimin Gerekliliği Karşısında Engeller – Tuğçe Duysak
s.51
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı – Mustafa Balbay
s.53
4
Bedrettin Cömert Adnan Binyazar Bedrettin üzerine ne yazılır, daha kanı kurumadan… Elimdeki kaleme bakıyorum; geçen yıl Ceyhun Abi (Atuf Kansu) armağan etmişti. Cebinden iki kalem çıkarmış, “Al, biri senin olsun, Adnan,” demişti. Sağ olsaydı, benim kalemin kardeşi de satırlar çiziktirecekti. Mürekkebi kurumadı daha kalemin; Bedrettin’in de kanı…
Masamın karşısında Bedrettin’in oturduğu koltuk. İri, kırmızının kırmızısı bir elmayı eline alıyor. Uzun uzun bakıyor. Elmayı kızıla boyayan varlığa kim bilir ne saygılar geçiriyor içinden. Sonra elmayı kütürdeten sağlam dişlerinin sesini duyuyorum. Bakıyorum, Bedrettin’in oturduğu yer soğumamış daha. Yitip giden dostlar gözlerimin perde arkasından geçtikçe ölüm sıcak geliyor bana. İçimdeki ölüm korkusunu yeniyorum. Elimizde mürekkebi tükenmemiş kalemleri, ağzımızda ısırdıkları elmanın tadı… Ben anımsamıyorum, kim duyurmuştu Bedrettin’in ölümünü?.. Kulağımda bir ses patladı Kurultay’ın (Türk Dil Kurumu) kalabalığına koştum. Kalabalıklardan daha da kalabalık sevgisi olan Emre’yle (Kongar) karşılaştım. “Bedrettin’i vurmuşlar!” dedim. “Vurulmak” sözünün nasıl umut dolu olduğunu anlıyordum. “Vurulma”, ölmek demek değildi. Emre, çılgınca “Ölmüş mü?” diye bağırıyor, bir köşeye yığılıveriyor. Bedrettin’in ölümü ağıtlara boğdu beni. Nereye gittimse, “Yağmur çiseliyor Serez’in esnaf çarşısında,” dedim durdum. Kanayıp kalan yürek ne yapsın, şiirlere sığmasın da… 5
Bu duygularla nasıl anlatılır Bedrettin? Bırakmalı, yürek ne derse desin… Olmuyor ama, dost, dostunun ağıdını ele yaktırmaz. Daha uzun süre, yürek ötesi bir şey söylenemez Bedrettin’e. Gözlerimin önüne, coşkulu sesiyle güzelleşen yüzü geliyor. Suut Kemal Yetkin, o ve ben… Düzeyli işler yapmanın yollarını arıyoruz. Hoca’nın ağzından çıkan her sözü beynimize yerleştirmeye çalışıyoruz. Beynimizle yüreğimizle güzelliklerin ardındayız. Bedrettin, beynini yüreğinden ayırmayan bir yazardı. Sanatının kalın çizgisi budur. Aziz Nesin, Madaralı Roman Ödülü’nü aldığında, Bedrettin’in O’nun üzerine yaptığı konuşma büyülemişti beni. Nesin’in gülmeceyi nasıl bir denge üzerine oturttuğunu ne güzel anlatmıştı… Ancak, yürekle beyin ürünü bir konuşma böyle etkili olabilirdi. “Bu yazıyı değerlendirelim, Bedrettin,” demiştim; “Bunlar not ağabey,” demişti. O konuşmadan, enine boyuna bir yazı çıkaracaktı. Bir süre öyle kaldı. Sonunda istediği biçimi verip getirdi yazıyı. Fakir Baykurt ödül törenlerinin içtenlikli geçmesini istiyordu. Her şey özenle hazırlanmalıydı. Nesin üzerine böyle bir konuşma yapılması gerekiyordu. Bedrettin’i önerdim. Onunla bağlantı kurma görevi de bana verildi. İnce sesi telefondaydı. Ne güzel şeyler konuştuk gene. Bir gecede yazdı getirdi. Dinleyenlerden çıt çıkmadı. Konuşma sonunda, yerinden kalkan Bedrettin’i kutluyordu. Bir yazın bayramıydı o gün… Adı sanı olanlar arasında bile bu tür işleri önemseyenler çok azdır. Bedrettin azlardan biriydi. Her çalışmasında, gece yarılarını sabaha ulayan emekler vardır. Tam bir sanat emekçisiydi. Kısa yaşamında ortaya koydukları gözden geçirilirse bu emeğin boyutları anlaşılır. Bedrettin’in sanatı konusunda çok şeyler söyleyecek sanat tarihçisi, estetikçi vardır. Ben, anılara dayanarak bir iki noktaya değinmek istiyorum. Yıllar önce, telefonda, yapıp ettiklerimizi birbirimize duyuralım, konu aşamasında da olsa, bir ön eleştiriden geçirelim yazacaklarımızı, diye sözleşmiştik. Kimi zaman, konunun çarpıcı etkisinden kopmadan alırdık telefonu elimize. Daha çok da Bedrettin, yakaladığı güzellikleri duyurmadan edemezdi. İnce sesi telefon tellerinde uzardı. “Roma galerilerindeki ölümsüzler: Bernini, Caravaggio, Rubens, Correggio” adlı yazısı çıktığında açmış telefonu sormuştu. Yazıyı okumuştum. Belli, yaptığının anlaşılıp anlaşılmadığını merak ediyordu. En başta, mermer yontuların taş görünümlerinin ötesindeki duyguları, “insan”ı, sanatı anlatıyordu. Yazının ilk cümlesi şöyle idi: “Tüm müzeler, tüm galeriler, hepsi bir çıldırı bugacıdır.” Sanatın özündeki çılgınlığı, o yaratım 6
denen yüce çılgınlığı anlatmak istiyordu. Biliyorum, sanatın her dalı için söz konusuydu bu; iyi yorumlanabiliyorsa; izleyen, sanatçıyı anlama çabası gösteriyorsa… Sanat yapıtını görüp, dinleyip ya da okuyup çılgınlıklar geçirenler vardır. Yaratımdan da öte çılgınlıklara erenler vardır. Bunu vurguluyordu Bedrettin. Yaratanın yaratım gücünü yaşamaktı bu. Böyle bir duyguyu, çok az kişinin duyumsadığı bir duyguyu sezdirmeye çalışıyordu. Yazı, beğenisi tam bir deneme havasında sürüp gidiyordu. Kimi denemeler vardır, bin sayfalık roman veremez üç beş sayfanın verdiğini. Söz konusu ettiğim yazı bu türdendi. Şöyle sürüyordu: “Zorunlu gezme, gezdi desinler diye gezme tutsaklığından kurtulup, duyarlılığa saldırmak için törensel bir suskunlukta tetikte bekleyen bu yerlerde insanın kendini salt hazza bırakması, delirmelerin en güzeli kuşkusuz. Zaten dopdolu ve sımsıkı bir çılgınlıkta yitmedikçe, tanımsız duygu ve düşüncelere vurup vurup çarpılmadıkça, müze de, galeri de, sergi de ‘müzelik’ bir cansızlık, bir gömütlüktür.” Bu satırlar, Mikelanj’ın yaptığı “Musa” yontusuna bakıp “Konuş!” diye çekici sallamasındaki çılgınlığı anlatmıyor mu? Sanata “çılgınlık” beğenisinden bakmayı başarıyordu Bedrettin. Yazdıklarındaki başarıyı, yaklaşılması göze alınamayacak konuları işlemesine bağlamalıyız. Başarısının öbür yönü, kendine özgü bir bakış açısı, bir biçem kurmasından gelir. Biçemi olan yazarlar, sözcükleri kendilerinin kılarlar. Ozanlarda görülen bu yetenek Bedrettin’de de vardı. Söz gelişi Bernini’ye yaklaşımındaki insancıllık, biçeminin ürünüdür; “Buyurun, bu şölen bir Bernini çağlayanı! Hışımla, hızla müthiş bir gerilimle sapanındaki taşı fırlatmak üzere Davut peygamber. Vücut dingin bir kütle değil. Kas ve kıvrımlardan oluşan bir devinim patlaması sanki. Aynı güçler çatışmasının yansımasını yüzde de buluyoruz. Dudaklarını sıkmış, gözleri hedefi deliyor kahramanın. Korkuyor insan, fırlamak üzere olan bu kütlenin karşısında. Kendiyle birlikte çevresindeki her şeyi de koparıp yer çekiminin dışına sürükleyecekmiş gibi. Tersine, yer çekimine meydan okuyan bir karşı-çekim.” Mermeri yaratanın, mermerden etkilenmesinden doğan duygulardır bunlar. İnsan, sanatın özüne ancak kendi yarattığı bir biçemle varıyor. Onun yoluydu bu. Yolunu kestiler Bedrettin’in, gök ekini biçmiş gibi…
7
Mad覺mak Mustafa Bilgin
8
Şaire Ağıt, Ağıda Şair: Metin Altıok Duygu Yılmaz Yine Temmuz ayı…Yine cellat alevler sararken şehirlerin ayazlarını,ağıtlık şairler seslenir nicedir unuttuğumuz sevdaları.Yaşamak bir yangın yerinde,der şairler yaşamak,yanarak ve aydınlatarak karanlıkları.Sivas demeyeceğim artık,ölümüyle değil,yaşamıyla anılmalı yananlar.Belki anardık ki değerdir bir yangını gündüz gece dillendirmek,tutuşurken aydınlatsaydı eğer.Ama belki alevinden,belki yakanındandır ki aydınlatmadı bu sefer.İnsanları ne aydınlandı,ne de aydı,keramet alevde değilmiş meğer… Nice kara elmastan biriydi Altıok,can verirken Sivas’ın alevlerine,can verirken Sivas’ın alevlerinde.İzmir’in şiir yazdıran güzelliğinde yetişmiş ve Ankara’nın yalnızlığında gelişmişti.Anadolu son durağı oldu,her değerli yürek gibi…Söylenecek tek söz bırakmasa da ardından,şiirleri kaldı en sevdalısından… ESERLERİ Gezgin Yerleşik Yabancı Kendinin Avcısı, Küçük Tragedyalar İpek ve Kılabtan Gerçeğin Öte Yakası Dörtlükler ve Desenler Süveyda Alaturka Şiirler Hesapişi Şiirler Yel ve Gül Soneler Bir Acıya Kiracı (Bütün Şiirleri) SEÇME ESERLER BERABERKEN Beraberken kıymetini bilmedimdi Elim ayağımdın sanki zora koştuğum. Bir yetim şiir kaldı yanımda şimdi, Kaybetmekten deli gibi korktuğum. 9
Bir kum saatiyim sensiz geceden gündüze Altı durmadan üstüne getirilen. Bu nasıl zaman ki çakılı kalmış güze, Doğmamış çocukları evlatlık verilen. İşte böyledir gülüm bazı şeylerin Hiç hissedilmez varlıkları ama, Yoklukları bir uçurum kadar derin Baş döndürür kıyısında nasıl da. Ey bir hüznü büyüten solgun anne! Sen de düşün benden sana kalan ne. GERİYE KALAN Bir anahtar verdindi bana Kabaran yüreğimi bilerek. Kullanıp durdum onu gönlümce, Aşkıma kenar süsü diyerek; Aşındırdım dişlerini zamanla. Geriye ben kaldım işte. Yalan olur sevmedim dersem; Ama yolcu yolunda gerek. Ey ömrümün uğuldayan durağı; Yanlış hesaptan dönerek, Benli günlerini sil istersen. Geriye sen kaldın işte. İKİLEM Bir kabuk içinde Birbirinden ayrılmaz ( :) Aşk ve acı yüreğimde İkiz badem içidir. KAVAKLAR Bedenim üşür, yüreğim sızlar. Ah kavaklar, kavaklar... Beni hoyrat bir makasla 10
Eski bir fotoğraftan oydular. Orda kaldı yanağımın yarısı, Kendini boşlukla tamamlar. Omzumda bir kesik el, Ki durmadan kanar. Ah kavaklar, kavaklar... Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar. NE ZAMAN GELDİM SANA Bütün gece bir saat tıkır tıkır işledi Düşündüm bütün gece Kurulmuş bir saat gibi. Elimde seçkin bir sözcük demetiyle, Düşündüm gelip arasam seni. Bütün gece bir saat tıkır tıkır işledi Vakti anlamak güçtü, ama kulağımdaydı sesi Bir saat suyun dibinde, Kıvrımlar çizen yelkovanı akrebi. Duydum çaldı gecenin bir yerinde. Düş müydü, gerçek miydi? Vakti anlamak güçtü, ama kulağımdaydı sesi. Geldim mi sana, yoksa gelmedim mi? Ne zaman kapatsam gözlerimi, Hep o saat dibinde suyun Ve ben yanında bir gemi leşi. Belki hiç yaşamadım senin öznel tarihini. Geldim mi sana, yoksa gelmedim mi? Sen sırtına giymedin çiy tanelerini, Avucuma düşmedi yılın ilk cemresi Seni hiç görmedim, sana gelmedim, İkiye ayırmadık biz o tarihi. Neden durmuyor öyleyse dipteki saat? Sen sırtına giymedin çiy tanelerini. 11
Anılardır bir batığın koruyan gövdesini, Acı verseler bile. O saat, o çarpık saat duyuracak sesini Düşümde, gerçeğimde Sevgiyle kurarak kendi kendini. Anılardır bir batığın koruyan gövdesini. SARIL BANA Bu yaşıma geldim içimde bir çocuk hala Sevgiler bekliyor sürekli senden. İnsanın bir yanı nedense hep eksik Ve o eksiği tamamlayayım derken, Var olan aşınıyor zamanla. Anamın bıraktığı yerden sarıl bana. Anıların kar topluyor inceden, Bir yorgan gibi geçmişimin üstüne. Ama yine de unutuş değil bu, Sızlatıyor sensizliği tersine. Senin kim olduğunu bile bilmezken. Sevgiden caydığım yerde darıl bana. SEVMİYORUM SENİ Şimdi benim buzdan bir döşekte Üç büklüm olmuş zavallı sevdam, Üşüyorsa ölesiye yalnızlıktan; Bil ki senin hep böyle güvensiz, Yaşamdan korkar oluşundan. İşte bunun için sevmiyorum seni. Şimdi benim bir han avlusunda Hiç bitmeyecek umutsuz kavgam, Soluyorsa başı önde yorgunluktan; Bil ki senin hep böyle umarsız, Yarını göze alamayışından. İşte bunun için sevmiycem seni. 12
Nedir heykellerin bizden çektiği? Ümran Bulut Gerçekten de öyle, nedir bu karalama ya da Vandalizm? Bizde heykeller aşağılanırlar, darbe alırlar, yazılıp çizilirler. Taşınırlar oradan oraya. Zamanın getireceği tahribe karşı korunmazlar, bakılmazlar. İnsanımızın acımasızlığına karşı koyamazlar ve sonunda yok olurlar. Yıllardır sürüyor bu. İstanbul Tophane’deki “İşçi” heykelini anımsayın. M. Ertoran’ın eserini. 1973’de yerleşti yerine, emeği simgeliyordu. Siyasi amaçlı bulunup tahrip edildi. Sonrasında, hepimizin gözü önünde yok oldu, beton parçasına dönüştü. Heykel sanatını bizde tanıyan yok. İnsanımız, gencimiz, çocuğumuz heykellere gerektiği biçimde yaklaşamıyor. Onlara bakmayı, değerlerine saygı göstermeyi öğrenemiyor. Onlardan parçalar mı koparılmıyor? Yerlerinden mi edilmiyorlar? Aşırı bir biçimde yadırgan mıyor mu onlardan? Hepsine birden “evet” ne yazık ki; hem de hiç azımsanacak sayıda değil. Bazen bir kaz heykelinden bile alacaklı hissediyor bizde halk kendisini. Bazen aşk heykelinin biçimselliğine takılıyor göz. Sorguluyor insanların duruşlarındaki görüntüyü. Estetikle, yaratmayla uzaktan yakından birliktelik yok dünyasında. Beğenmiyor biçimi, emrediyor: “kaldırılsın”! Şehirlerimizde heykele pek yer yoktur. Ama heykel Eskişehir’de yer bulmuş. Tüm şehir onlarla donanmış. Porsuk çayının etrafındalar, sokak başlarındalar, bina önlerindeler. İnsanlarla, çocuklarla birlikteler. Halk onları seviyor, onlarla ilgileniyor. Onları izliyor. Oradaki heykeller şanslılar, korunacakları belli. Oradaki insanlar da şanslılar, sanatı kucaklayıp onunla olumlu birliktelik içinde bakış açılarını zenginleştirecekler, estetik duyarlılığın önemini anlayacaklar. Hem güncel hayatta, hem de toplumsal girişimlerde, en etkileyici ortamlarda, bayramlarda seyranlarda, ister işçi bayramı olsun isterse başka, Eskişehirli heykeline saygılı davranacaktır. 13
Dünyanın her yerinde izlenme açısından bazı heykeller kuşkusuz diğerlerine oranla daha şanslı sayılılar. Önlerinden akıp giden kalabalıklar değişkendir onların. Tıpkı İstanbul Taksim Anıtı gibi yerlerinden memnundurlar. Ancak bu verimli hal, bazen de başlarına gelecek tehlikeden onları koruyamaz. P. Canonica’nın “Taksim Anıtı” ismini 1Mayıs 2009’da tarihe bir kez daha yazdırmış oldu. Atatürk’ün ve silah arkadaşlarının tepelerine bir yığın insan çıkmış bayramı kutluyordu o gün. Coşkusunu oradan paylaşıyordu. İnsanlarımız, 1977’de Taksim’ de yaşanılan çok acı olayların ardından tekrar Taksim’de buluşmuştu. 31yıl sonra, bu kavuşmanın sevinci birçok karede sergilendi. Taksim Anıtı da bu arada nasibini alanlardandı. Görüntü, ne yazık ki, sanata gösterilmesi gereken saygıdan bihaber olunmanın resmiydi. Oysa bir anıtın platformmuş gibi kullanılması sanat eserine yapılacak haksızlıkların en kırıcılarındandır. Anıtı basamak bellemek ve üzerine tırmanıp kendini, varlığını göstermek, heyhat! Bu saniyelik bir davranış bile olamaz. Kuşkusuz insanımızın anıtla bir alış verişi yoktu o gün. Onu görememişti bile. Bayramın, coşkunun ve sevincin paylaşılması işçimizi ve emekçimizi etkilemişti. Anıta zarar verilebileceği, sanat eserine duyarsız kalış sanki akıllara çok sonradan gelenlerdi. Bunun medyada gösterilip yadırganmamasından ise tüm toplumu eğiten yanlış bir ders çıktı. Burada coşku bir yana, sanat eserine karşı tavır bir yere deyip davranılmalı; gelecek senelerde ya da başka bayramlarda ve coşkularda ona sakince yaklaşılması gereği öğrenilmelidir. Şimdilik yaşanılanı olumlu görmek mümkün değil velhasıl... Heykeller bizlerle birlikte var oluyorlar, yakınız onlara. Ancak heykeller, saygın ve saygılı olunmaya değerdirler. Asla küçümsenemezler.
14
“Beşir’le Vals’in” Vatan, Görev, İnsaniyet Üçgeninde Türkiye’ye Yansıması Selin Süar Son zamanlarda üniversite mezunlarının askerlik görevi süresinin 12 aya, yüksekokul, lise ve ilköğretim mezunlarının ise 15 aya çıkarılmasının planlandığını duyan gençler kara kara düşünmeye başladılar bile. Üniversiteye gitmeyen veya ekonomik sıkıntılar nedeniyle gidemeyen ve pek çok akranından belki de yüksek öğrenimi çok daha fazla hak eden gençlerimizin çoğu askerlik vazifesini bir vatan borcu olarak görmekteyken, üniversite mezunlarımızın çoğunun hayata atılacakları asıl zamanda ayaklarına takılan engel olarak gördüğü ‘askerlik’, 12 ay söylenceleriyle beraber yeniden gündeme düştü. Asıl olarak vicdani ret, bedelli askerlik, yurt dışına kaçma, askerden kaçabilmek için fiziksel kusur edinebilmek amacıyla her şeyi göze alma, okulu uzattıkça uzatma ve çoğumuzun bilmediği yeni taktikler ‘ne kadar işe yarıyor’ u sormaktansa sırası gelenin askerden kaçış amacının hayata devam etmek için yalnızca bir yıllık bir engelden mi ibaret olup olmadığı sorulmalıdır.
15
Yıllardır bitirilmek istenmeyen terör sorunu, Kürt davasına dönüşmüş ve bu ayrımcılık 1970’lerden itibaren kendini belirgin olarak göstermeye başlamıştır. Yol, su, elektrik ve en önemlisi de iş götürülmeyen doğu toprakları, uzun süre sanki Türkiye haritasında yapbozun tamamlayıcı parçası gibi var olmuş, kitlelerin açlıkla baş edebilmek için batıya göçleri başlamıştır. Açlığın ideolojiye ve bizim vatanımızın bir parçası olan gençlerin çok basit vaatlerle terör kamplarına kaçırılması ve insanlık dışı eğitimin ardından yine kendi vatanına, kendi kardeşlerine karşı salınması askere gidecek olan gençlerimizin de gözünü korkutmakta. Geri döndüklerinde hoş askerlik anılarının ve disiplinin yanı sıra ağır sarsıntılar yaşayan gençlerimizin doğa kanunlarını, mantık dışılığı, şiddeti öğrendiği askerlik günleri, doğu sınırlarında ölümlerle, öldürmelerle, birliğini korumalarla ve canını kurtarmalarla birleşince ürkütücü bir hâl almakta. Aynı ülkeden beslenen ve birbirine kırdırılan masum kalpler, içlerindeki saflık ve dürüstlük yüzünden, onlara neyin doğru olduğunu söyleyene inandıktan sonra bu kıyım daha da kolaylaşmakta. 16
Kardeş kavimler olarak geçen İsrail-Filistin yıllardır bitmek bilmeyen bir savaş içindedirler. 14 Mayıs’ı 15 Mayıs’a bağlayan gece İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesiyle (1948) bütün Arap ülkeleri, İsrail’e saldırmıştır. Uzun süre bağımsızlığı tanınmayan, Amerika tarafından bile oldukça geç bir zamanda bağımsızlığı tanınan İsrail, Türkiye gibi ordu ve silaha dayalı bir güçle kendini ayakta tutmayı başarmış, yardımı ise çok geç almıştır. Bugün hâlâ İsrail vatandaşlığına geçebilmek, Türkiye vatandaşlığına geçebilmek için yerine getirilmesi gereken bazı kurallara dayalıdır; örneğin askerlik yapmış olmak gibi. İsrail’de kadınlar iki, erkekler ise üç sene askerlik yapmaktalar. 20 yaşına gelen kadınlar zorunlu olarak erkekler gibi askere alınmakta ve en ağır eğitimlerden geçtikten sonra uyum sağlayabilmesine göre cepheye gönderilmekteler. İsrail’de de vicdani ret, askerden kaçma gibi durumlar elbette söz konusu, ancak bu, kişiyi intihara kadar sürükleyebilecek bir manevi baskı ile sonuçlanıyor. Askerden kaçan veya vicdani ret uygulayan kişi iş bulamıyor, dışlanıyor ve vatandaşlıktan men edilebiliyor. Kimine göre her iki ülke de korku toplumu, kimine göre anlı şanlı devletler. Birinde savaşa karşı olanlar pankart açtığı için tartaklanarak gözaltına alınıyor, diğerinde aynı bölükte vatanını savunan bir batılı genç törenlerle toprağa verilirken, doğulu olan el altından, apar topar toprağa veriliyor. 2008, İsrail/Fransa/Almanya
yapımı
olan
The Waltz With
Beshir’in
yönetmenliğini ve senaristliğini de Ari Folman üstlenmiş. Filmde kendini anlatan Folman, 1982 Sabra-Şatila kampları kuşatmasında(katliamında) İsrail ordusunda kendisi gibi er olarak görev yapan askerlik arkadaşlarını bularak yaptığı sohbetlerle yaşadığı gerçeklerin yansımasını gerçeküstü bir dünyada 17
bulmakta ve bunu filmine aktarmaktadır. Devletinin uyguladığı politikayı 20 yaşında askere alınan genç Beşir bir kahramanlık hikâyesi gibi yaşarken, yıllar sonra aynı kahramanlığı kâbusu olarak karşısında görüyor. Eli silah tutmak, sünnet kadar önemli her iki ülkede de. Erkekliğe ikinci adımı atış. Ve yine her iki ülkenin din kitabında birini öldürmek günah. Peki, düşman olarak öğretilen birini öldürmek? Ve inanç… Gençlerimizin bir kısmı inandığı şeyin bile ne olduğunu bilmemekte, farklılıklara tahammül edememekte, her sorunun şiddetle, “bir cana bin can” ile halledileceğini düşünmektedir. Bir diğer kesim ise devletine, milletine bütünüyle inançsız olup, kendi canını düşünüp askerlikten kaçma peşindedir. İsrail’de durum aynıdır. Bu yüzden Beşir’le Vals, kişinin kendisi, devleti, çıkarları ve insaniyeti namına izlemesi gereken önemli bir filmdir.
18
Bir Bilimkurgu Kültü: Terminator Onur Keşaplı
Zamanında ülkemizde birebir çevirisi “yok edici” olarak çevrilmek yerine fazlasıyla benimsenerek “Terminatör” adıyla gösterilen serinin ilk filmi 1984 yılında James Cameron tarafından aslında B film olarak çekildi. Bilimkurgu türüne göre oldukça düşük bir bütçeyle(6 milyon dolar) yola çıkan film gişede yüksek rakamlara ulaşmanın yanında kendine has bir hayran kitlesi sayesinde kısa sürede kült mertebesine ulaştı. Yedi yıl sonra gelen ve 175 milyon dolar gibi dev bir bütçeyle çekilen “Terminator 2: The Judgement Day”, devam filmleri her zaman kötüdür sloganını tersine çevirip izleyiciden ve eleştirmenlerden tam not almanın ötesinde bilimkurgu türünde hem işlediği konu, hem işleyiş yöntemi hem de halen şaşkınlıkla izlenen özel efektleriyle çığır açtı. Filmin tür içindeki özelliği türün temel kodlarından birkaçını ustaca bir araya getirmesiydi. Zamanda yolculuk, robotlar(hatta insana daha da benzeyen -sybernetic organism- syborglar), karanlık bir gelecek, nükleer savaş, kontrolden çıkan teknoloji, yapay zekâ ve mitleştirilen bir kurtarıcı figürü. Bilimkurgunun diğer türler içinde erimeye başladığı bir zamanda kendi türünün 19
kodlarından ortaya çıkan orijinal sayılamayacak ancak etkileyici bir konuya sahip Terminator. Aksiyonun, gerilimin, dramın işlenişi ise tam bir usta işi. Filmi ve tümüyle seriyi özel kılan bir diğer olgu ise sonrasında gelen bilimkurgu eserlerine yeni fikirler sunması ve ilham vermesi. Örneğin bir sonraki bilimkurgu devrimi olarak görülen Matrix serisindeki insan-makine savaşı, yapay zekânın olağanüstü gücü, mitleştirilmiş kurtarıcı hatta seçilmiş kişi bariz bir şekilde Terminator’den esinlenilerek ortaya konmuştur. Bu konuda verilebilecek bir diğer örnek Star Wars’ın ikinci üçlemesinde ortaya çıkartılan “seçilmiş kişi, mitleştirilmiş kurtarıcı” figürüdür. 70lerin sonu ve 80lerdeki ilk üçlemede asla böyle bir tanımlamaya sahip olmayan Anakin Skywalker karakteri Terminator sonrası yeni üçlemesinde bilimkurgu dünyasına çiçeği burnunda mitleştirilmiş kurtarıcısı olmuştur. Tüm bunlar birebir alıntı olmasa da esinlenilme olarak Terminator’un bilimkurgu sinemasındaki öneminin altını bir kez daha çizer.
20
1984 yılında, soğuk savaşın son ve en “soğuk” perdesine girildiği zamanda yazılan ve çekilen film, nükleer silahlarla donatılmış ağır savunma sisteminin zamanla insan gibi hatalara düşmeyeceği öngörülen üstün bir sanal yazılımın(zekâya) kontrolüne verilmesi ve kendi zekâsının farkına vardıktan sonra tüm silahları insanlar üzerine ateşleyerek dünyayı yerle bir etmesi üzerine kuruludur. Kıyameti andıran bu nükleer saldırı sonucu kendi silahlarıyla kendi yarattığı sanal zekâya yenilen insanlıktan geriye sağ kalmayı başaranları ise Skynet adlı yazılımın ölüm makineleri, yok edici syborglara karşı hayatta kalma 21
mücadelesi bekler. Mucizevî bir şekilde örgütlenen insanlık John Connor önderliğinde makinelere ve Skynet’e karşı direnişi güçlendirir ve savaşı kazanmaya yaklaşır. Anlatılan hikâye rahatlıkla perdeye aktarılabilecek ilgi çekiciliğe ve sürükleyiciliye sahiptir. Ancak Terminator serisini farklı kılan durum tam da burada ortaya çıkar. Neredeyse tüm bilimkurgu filmlerinde izlediğimiz
gelecek
burada
sadece
hikâyenin
çekirdeği
rolündedir.
İzleyeceklerimiz ve gelişecek olay örgüsü günümüz dünyasında geçecektir. Çünkü savaşı kaybetmeye başlayan ve buna sebep olarak John Connor’ın var oluşunu gören Skynet, Connor’ı daha doğmadan yok etmek üzere bir zaman makinesi inşa eder ve son model syborg T-800’ü 1984 yılına, John’ın annesi Sarah Connor’ı öldürmesi için zamanda geri gönderir. Direnişçiler bu planı öğrenirler ve makineyi ele geçirirler. John Connor en iyi askerlerinden Kyle Reese’i 1984 yılında annesini yok ediciye karşı koruması için gönderir. İlk filmde Sarah Connor hayatta kalır ve Kyle hayatını pahasına O’nu koruyarak ölür. Serinin devam filminde ise Skynet bu kez bizzat John’ı öldürmek için 1991 yılına en üst yok edicisi olan T-1000’i yollar. Connor ise bu kez ele geçirdiği bir T–800 modelini yeniden programlayarak 1991 yılına kendi çocukluğunu koruması için gönderir. Filmin karakter ve mekân analizinden önce bilimkurgu sinemasının edebiyatından inanılmaz boyutlarda etkilendiğini hatırlamakta yarar var. Zira Karel Capek’in önceki yazımızda değindiğimiz oyunu ve robot sözcüğünün babası “R.U.R” oyunu insanların yarattığı makineler tarafından ele geçirilişini ve sonrasındaki savaşı anlatır. Terminator serisinin ait olduğu türün geçmişini silip atmadan şimdiki zamana ve geleceğe taşımasının önemli bir göstergesi olarak görülebilir bu esinlenme.
22
23
Terminator 2’nin aslında en ilgi çekici karakteri başrol olmasa bile olay örgüsünün çekirdeği olan John Connor’ı dünyaya getiren ve büyüten Sarah Connor’dır. İnsan hayatının, hayat vermenin yüceliğini sık sık vurgulayan bir seride hayat veren anne figürünün önemi büyüktür. Linda Hamilton tarafından canlandırılan Sarah ilk filmdeki haklı şaşkınlığını ikinci filmde atmıştır ancak doğal olarak hikâyesine inanmayanlarca akıl hastanesine konmuştur. Rol için inanılmaz
bir değişim geçiren
Hamilton
kadınlığın
gücü
de temsil
edebileceğinin kanıtı gibidir. Yönetmenin kadın figürüne verdiği önemi ilk filmde direk John Connor’ın çocukluğunu verebilecekken annesini tercih etmesinde görebiliriz. Filmin çekildiği yıllarda Reagon yönetiminde hızla muhafazakârlaşan Amerikan halkına oldukça “laik” bir duruş taşıyan filmde bu tavrı ilk Terminator’de Kyle Reese taşıyorken ikincisinde Sarah’ın bayrağı devralmaktadır. Terminator serisinde kaderciliğe karşı bir duruş vardır. “Kendi yaptıklarımız dışında kader yoktur” cümlesini sık sık duyarız. Gelecek daha yazılmamıştır ve zaman makinesi Skynet’in savaşı kazanma planı olsa da Kyle sayesinde öğreniyoruz ki John geleceğin değiştirebileceği umudunu da taşıyarak geçmişe savaşçılarını gönderir. İnsanlığa bir şans daha verilmesi gibi görülebilir bu durum. Filmi laik duruşu konusunda eleştirenler John’un babası bilinmediği için başlarda O’nun İsa Sarah’ın da Meryem Ana olduğu şeklinde yaklaşmışlardır. Ancak özellikle ilk film dikkatli izlenirse John babasının olduğu sadece
konuşmaya
değmeyecek
biri
olduğu
söylenir.
Tabi
geleceği
değiştirilebilmesi John’un babası konusunda da gerçekleşir ve Sarah’a âşık olan Kyle kendisini geçmişe gönderen önderinin babası olarak ölür. Sarah karakteri serinin belkemiğidir ve sonrasında James Cameron’dan bağımsız çekilen üçüncü devam filminde Sarah Connor’ın olmaması filmi serinin en kötü filmi yapar. Filmin ikinci kritik karakteri John Connor’ın ta kendisidir. Edward Furlong tarafından başarıyla canlandırılan karakter, düzen karşıtı, çocukluğun verdiği 24
cesaret ve olaylar karşısındaki şaşkınlığıyla gerçekçi bir şekilde çizilmiştir. İlk filmin sonunda edilginlikten etkin konuma geçen Sarah gibi bu filmde de olayların farkında olmayan ve müdahale etmekten aciz John sonlara doğru geleceğin lideri gibi eylemleri uygulamaya başlar. Cyberdyne Sistemleri’ni yerle bir ettikleri bölüm buna en iyi örnek. John’un kamu ve düzen karşıtlığı olarak koruyucu anne-babasına karşı gelmesi, bankamatiklerden para çalması ve muhtemelen ehliyetsiz motosiklet kullanmasını gösterebiliriz. Film boyunca giydiği “Public Enemy” giysisi bu tanımın kostümleşmiş hali gibi. 80lerin sonu ve 90ların başında gangsta rap müziğin muhalif ve politik sesi Public Enemy grubu hükümetin sosyal hayatı felç etmesine, ayrımcılığına, silahlanmayı özendirmesine karşı sözleriyle ünlüydü. Yönetmen James Cameron’un mitleştirdiği kurtarıcı John Connor’a bu güçlü grubun t-shirtünü giydirmesi rastlantı olamaz. Filmin kötü robotu şekilden şekle giren T-1000in polis kıyafetiyle dolaşması yönetmenin bu silahlanma düzeninin, iktidarların temsilcisi polise ve beraberinde kamuya karşı duruşunun resmi olarak görülebilir. Çünkü ilk filmde kötü olan T–800 ve serinin üçüncü filmindeki kötü robot T-X de polis kılığını en azından filmin bir bölümünde girmektedirler. Karakter
analizinde
Schwarzeneger’in
iyi
robotu
oyunculuğu
oynayan için
bir
serinin şey
başrolü
söylenemez
Arnold çünkü
canlandırabileceği tek karakter olan ifadesiz bir makineyi canlandırmış. Ancak T-1000e hayat veren Robert Patrick aylarca kedileri izleyerek hazırlandığı ölümcül syborg rolünde sinema tarihinin en başarılı kötülerinden birine imza atmakta. Rolü gereği az olan vücut dili ve mimiklerini olabildiğinde etkili sunmakta oyuncu. Filmin mekânları olarak günümüz Los Angeles’ı seçilmiş. Tıpkı az gördüğümüz gelecek öngörününse olduğu gibi burada da gündüz sahneleri yok denecek kadar az. Asıl konuşulması gereken mekân zaten yaratılan gelecek imgesi. Bilimkurgu filmlerinin olmazsa olmazı olan gelecek 25
burada türün kodlarını taşıyacak şekilde karanlık, kasvetli ve ölümcüldür. Her taraf yerle bir edilmiştir. Skynet’in avcı uçakları ve dev tankları her yerdedir ve sokaklar harabeler, iskeletlerle doludur. Filmin bir diğer mekânı ise nükleer patlama sonrası yanan ve eriyen şehir ve özellikle çocuk parkıdır. İnsanlığın geleceğinin, gelecek kuşak olacak çocukların yandığı yerdir bu park. Filmin rüya sekansları dışında açılış jeneriğinde de gördüğümüz bu mekânın sonunda alevler içinden T-800’ün insanımsı iskeletinin metal başını görmekteyiz. 1983 yılında James Cameron’ın ter içinde uyanmasına sebebiyet veren ve sonrasın 25 yıldır üzerine konuşulan bir seri yaratmasına sebep olan kâbusta aynen bu sekansı görmüştür yönetmen.
26
27
Bilimkurgunun teknolojiyi ve düşsel zenginliği araç olarak kullanıp sosyal bazen de siyasal mesajlar verdiğini söylemiştik. Terminator’un durduğu nokta 28
ise silahlanma yarışının yanlışlığıdır. Kendi yok oluşunu sağlayacak silahları, makineleri, bombaları yaratan, bilimi modern gelişmeyi yaratmak değil yok etmek
için
kullanan
insanoğlu
filmin
hedef
tahtasındadır.
Skynet’in
gelişiminden dolaylı olarak sorumlu olacak olan bilim insanı Miles Dyson, uçakların ve diğer her şeyin kontrolünü alacak olan bilgisayarların asla yorulmayacağını, insan gibi hatalar yapmayacağını söylemektedir. Bilgisayarlar gerçekten hata yapmayarak dünyayı ele geçirirler. Sarah Connor’ın Dyson’a “senin gibi bilim adamları atom bombasını yaptı. Tek bildiğiniz yok etmek. Peki, içinde bir canlının büyümesi nedir ona hayat vermek nedir bilir misiniz?” şeklindeki uzun ve etkileyici konuşması filmin tavrı konusunda açıklayıcıdır. Bir diğer önemli sahne iki küçük çocuğun ellerinde oyuncak silahlarla birbirlerini vurmaları ve kim kimi öldürdü konusunda yaşadıkları kavgadır. John Connor’ın T-800’e “asla başaramayacağız değil mi?” sorusu Arnold tarafından “birbirinizi yok etmek doğanızda var” şeklinde yanıtlanır. Devrimleri, teknolojiyi, ilerlemeyi yaşamış insanoğlu barışı, öldürmeden birlikte yaşamayı öğrenmekten çok uzaktır. Soğuk Savaş yıllarında yazılan senaryo ilk filmde bu eksende tavrını ortaya koyarken ikinci filmde genel olarak nükleer silahlanmanın getireceği kıyametten söz eder. Sarah Connor’ın rüya sekanslarında bu tekrarlanır. “Kader değil” tavrı işte burada önemlidir. Bunlar yıkıma yol açtı ancak engellenebilir çünkü kaderimiz kendi elimizdedir yaklaşımıyla filmin sonunda her şeyi yok etmeyi başarır anne-oğul ve James Cameron serisini bitirir. Ancak Arnold’un zorlamasıyla Cameron’suz çekilen üçüncü filmde “kader kaçınılmazdır” tavrı ve
neo-con
muhafazakâr-şahin
politikaların
California
ayağı
olan
Schwarzeneger sayesinde serinin dokusu bozulur. İlk iki filmde Amerikan bayrağı dahi görmeyiz. Öykünün Amerika’da geçmesi dışında ABD’nin adı geçmez çünkü John Connor Amerikan milliyetçiliğini ya da devletini değil tüm insanlığı zafere taşır. Yine üçüncü filmde serinin klasikleşmiş gelecek 29
görüntülerinde ise bu kez Connor direnişçileri
Amerikan bayrağıyla
selamlamaktadır. Bu detaylardan dolayı Terminator serisini kült olarak görenlere göre üçüncü film bu seriye ait değildir. İlk iki filmde olağanca yıkıma, vahşete rağmen verilen mesaj hümanisttir, yaşamın ve yaşam vermenin yüceltilmesidir. Hatta ikinci film eğer istersek bir makineye bile sevgiyi öğretebiliriz, insanlığın değerini öğretebiliriz şeklinde sözlerle noktalanır. Bu sözleri söyleyen de tabiî ki Sarah Connor’dır.
30
Bir Bahar Akşamı Osman Bahar Bir bahar akşamı, rastladım size(!)... Bir mayıs ayında yazılmış bu ilk yazı, yine bir mayıs ayında tanıştığım kot taşlayan adamların hikâyesine ithaf edilmiştir… Kurallara bağlılığı pek hazzetmem… Konumuz Akdeniz ama her zaman olacağı gibi ben konuyla pek bir alakadar olmayacağım... Neyse yazıma geçiyorum… Sıradan bir mayıs gününde eskilerin deyimiyle ‘ajans saati’nde, yenilerin deyimiyle ‘bundan sonra benim dizim başlıyor saati’nde hangi kanalda magazin haberi bulamam diye gezinirken adı lazım olmayan bir kanalda 30–35 yaşlarında bir adamın şu sözlerine tanık oldum: ‘Abla ben Mardin’den para kazanmak için eniştemin kardeşiyle birlikte çalışmaya İstanbul’a gittim, şimdi bu illete yakalandım. Kim bilir kaç gün ömrüm kaldı, son günlerimi kızımla ve karımla geçiriyorum’ Neydi acaba bu adamın hikâyesi deyip kumandayı attım elimden ve haberi izlemeye devam ettiğimde anladım durumu. Adam, para kazanmak için gittiği taşı toprağı altın İstanbul’da büyük bir kot pantolon (jean) markasının taşeron firmasında ‘kot taşlama işçisi’ olarak işe başlar. Bir süre sonra, sıradan bir Türkiye hadisesinde, sigortasız, zehir saçan alete karşı maske kullanmadan çalıştırılan bu adam silikozis hastalığına yakalanır ve ölümünü beklemeye başlar. İnsan hayatının bu kadar ucuzlaştığı ve acizleştiği Türkiye’de, Mardin’den giden o adam ve onun eniştesinin kardeşi gibi onlarca adamın hikâyesi var ve hepsi ‘üç kuruş için’ ölüme kucak açıyorlar. Yine bir kanalda konuyla ilgili halka sorular soran bir muhabirin karşısında bir kız geliyor. Muhabir kot taşlama işçilerinin hikâyesini anlatıyor ve kızcağız ‘Evet, ben bunu biliyorum ve çok üzülüyorum gerçekten yani onların hallerine’ diyor ve muhabir ‘ama sen de kot giyiyorsun’ dedikten sonra kızın muhteşem cevabı: ‘Ama benim başka kıyafetim yok.’ Pardon? Kelimelerin kifayetsiz kaldığı an böyle bir şey olsa gerek. Aslında bu bir araz talep meselesi: sen kot alırsın, marka bir tane daha yapar, işçi ölüme bir kot daha yaklaşır. Zincir bu kadar basit. Kapısında bizleri almıyorlar diyerek kızdığımız Avrupa’nın Kuzey ülkesi İsveç’in yanından dahi geçemiyoruz… Aynı durum orada da söz konusuydu ama para içinde yüzen(!) İsveçliler, tüm ülkede kot alımını durdurarak protesto ettiler ve yasalar değişti, 31
şartlar değişti herkes huzura kavuştu. Bizde de yıllar geçiyor ne gelen var ne giden! Gazetecilerin ‘yazın haber boşluğu var, bir tane hikâye bulur yılı kurtarırız’ mantığı devam ettiği sürece, büyük Türkiye’min büyük iktidarındaki ve muhalefetindeki politik-antipatikler varlıklarının sebebini anlamadıkları sürece, protestoyu sadece 1 Mayıs’ta hatırlayan solcu entelektüellerimiz ve sendikacılarımız böyle devam ettiği sürece ve –galiba en acısı da bu- cebindeki son 150 milyonla kot pantolon alan ve başka giyecek hiçbir şeyi olmayan gariban(!) yeni nesil bu durumu protesto etmediği sürece bu hikâyeler sürer gider. Malum arz-talep meselesi… Ha bir de şu zihniyetliler var: ‘Ben protesto ediyorum. Bak taşlanmış değil benimkisi’… veee bir pardon daha! Anlatılmaz yaşanır! ‘Acaba bugün kaç kişi yapılan protestolardan haberdar?’ sorusu, cevabını çok merak ettiğim bir sorudur… ‘Acaba kaç kişi http://kottaslama.org sitesini biliyor?’, ‘Acaba kaç kişi üzerinden kot çıkarmayı başardı?’ soruları da öyle… Daha fazla soru sormaya gerek yok... Çünkü bu gurur duyduğum(!) sistem değişmediği sürece yeterli sayıda insan bilmiyor demektir. Hayatta kendimle bir kere gurur duydum… Bir bahar akşamı rastladığım o adamın hikâyesinden sonra kot giymeyi bırakmıştım… Beni gururumla baş başa bırakın… Not: Bugün alabileceğiniz en ucuz ve en pahalı kıyafet kot pantolondur denilebilir. Yazım ve sözüm, en ucuzlarını almak zorunda olanlara değildir… Çünkü onların da en az silikozis hastalığına yakalanmışlar kadar zor bir hayatları ve gerçekten giyecek başka bir şeyleri yok… Saygılar…
32
Suskun Mısralar Abdullah Rıdvan Can SEMAH Gece erken olur bu şehirde. Hangi karalığı alt edeyim ki sensiz? Hangi soğukluğu sileyim iliklerimden? Hangi yöne dönsem, Ay yüzün! Suskun bakışların… Hangi söze başlasam, Hep senin sözlerine dönüyor semah…! 16.04.2007
BİLSEM Kİ DÖNECEKSİN Senli mevsimlere özlem doluyum. Senle yağan yağmurda hasta olmaya. Korkutmaya başladı sonum, Sen yoksun ya! Döner bu devran, dönecek tabi, İsyansız dertlenecek hislerim her şeye. Yoksan bekleyeceğim gelmeleri, Sevdam dönmelerin en sürprizine. Bilsem ki dönecek bana sevdam, Bilsem ki döneceksin. Bir rüyaya da bıraksa o vakti kaderim, Beklerim… 10.09.2007
GİTMEYİVER Gitmeyiver şimdilik, Zamanı değil bitmenin. Çepeçevre sarmışken bedenimi zindan, Ruhumu hapsetmişken ruhuna vakitsiz… Gitmeyiver şimdilik… Zifiri düşler salar kâbuslara gece, Kopkoyu bir kasvet basar odamı. Tek maksadım resimlerini öpebilmek olur, Tek avuntum ömrüme hükmetmiş gözlerin… Gitmeyiver şimdilik, Zamanı değil ölmenin…! 33
28.01.2008
HALA DÖNMEDİN Taşacak! Bir görsen, gözlerimin yaşı çukurundan Susacak geveze dilim zulmünle… Kara tüllerle hükmediyor güne gözlerim, İçim dışım aynı Seni sayıklamada dilim… Nasır tutar ellerin yılların yorgunluğunda. İncinmedim ya dönmemene İncinmem de! Tenine değmişse bir başka ten İçime atarım beni tüketse de. Haram yanımsın artık Suç yanım… Yokluğuna artık kahrolmamalıyım. Birden seni anar gibi oldum dün gece, Yeminlerin geldi aklıma hiç yoktan, Bana sözün vardı dönecektin. Çok vakit geçti üstünden dünlerin Hala dönmedin…! 01.05.2008
GİT BURALARDAN ÖLÜM Git buralardan ölüm! Terk edemem bunca sevdiğimi. Gidemem uzaklara… Çile de olsa bu günün sonu, Razıyım. Kararsa da sonun da masmavi bir sema, Alışamam oralara. Git buralardan ölüm, Kabulümdür artık, İsyan sebebim suskun diller. 13.05.2008
EKSİK HATIRALAR-1 34
Kırılgan umutlar doldurdu gençliğimi. Özgür değildi ve seyrekti adımlarım. Boğazımı yakan bir öksürüktü soluklarım. Kan kırmızı hudut tellerimin, Yüreğimi çevrelediği vakitlerdi. Kâbustu zindanımın hükmü, Ve hükmüm beraat etmiş bir özgürlüktü. Zemheriydi esen, Ve yağan yağmur değildi gecelerime. Uyuyamadığım odalarla doluydu meskenlerim. Ve uykusuzluk fethediyorken bedenimi Ağıtlarım intihar ederdi. Ağıt hükmünde, Üç beş narin damlaydı aslında ağıt dediğim. Hıçkıra hıçkıra değildi içimi dökme biçimim, Köşe bucak saklanmak Ve ağlamaktı yarım yamalak… 21.12.2008
35
Yunuslarla Yüzmek İsteyen Var mı?
Özgür Keşaplı Didrickson “Deniz memelileri saygıyı ve korunmayı hak ediyorlar. Onların sirk hayvanları gibi kullanılmalarına ve ticari amaçla sergilenmelerine tüm kalbimle karşıyım”
Jacques Cousteau
İnsanla kurduğu yakın ilişkiler birçok efsaneye konu olmuş olan yunuslar çoğumuzun sevdiği hayvanların başında geliyor. Ne yazık ki sevgimiz öylesine sağlıksız ve insan merkezli ki birçok yunus türünün yalnızca ağız yapısı yüzünden gülümsüyor gibi gözüktüğünü kolayca unutabiliyoruz. Bizlerin unutkanlığı da sorumlu olsa gerek, ülkemizdeki yunus gösteri, yüzme ve “terapi” merkezlerinin sayısı 10’u aştı. Antalya, Alanya, Kemer, Kuşadası, Bodrum, Kaş, Marmaris, Çeşme ve İstanbul’da bulunan tesislerin sonuncusu Aralık 2008’de yine İstanbul’da açıldı. Haberlerde şehrin ikinci yunus gösteri merkezi olan bu tesisten, özellikle ne denli büyük olduğundan övgüyle söz edildi. İklim değişikliğinden, nesli hızla 36
tükenen hayvanlara, doğada birçok kaygı verici gelişme yaşanırken, 2010 Kültür başkenti İstanbul’a yunusların sirk hayvanı gibi gösteri yaptığı yerler değil, geleceğin karar vericileri olacak çocuklarımızın ve gençlerin yaban hayatın sorunlarını öğrenebilecekleri çevre eğitim merkezleri gibi yerler yakışırdı. Onca yapılaşmaya rağmen İstanbul, gökyüzünden göçmen kuşların, boğaz sularından da yunusların eksik olmadığı bir şehir. İstanbullu çocukların ihtiyacı olan yerler onlara yeryüzünü hangi canlılarla paylaştıklarını ve bu canlıların hangi sorunlarla karşı karşıya olduklarını gösteren bilim, eğitim merkezleri değil midir?
Tutsaklık koşullarında yunusların üremesi ve uzun yıllar yaşayabilmesi çok zor olduğu için bu yunusların hemen hepsi denizlerden canlı olarak avlanmış yunuslar. 2006 yılında Tarım Bakanlığımızın talihsiz bir izni ile taraf olduğumuz Bern Anlaşmasının koşulları yerine getirilmeden, IUCN’in ( Dünya Koruma Örgütü) “ hassas” olarak tanımladığı Akdeniz populasyonundan canlı olarak avlanan yunuslardan sonra 2008 yılında bu kez Japonya’daki kanlı sürü avı sırasında havuzlar için seçilen12 yunus ülkemize getirildi. Tıpkı bizim denizlerimiz için olmadığı gibi, yunusların canlı olarak avlandığı Japonya’da da, yunusların avlandığı populasyonun bu avdan zarar görmediğini gösteren bilimsel bulgular yoktu. O yüzden bu kez de CITES (Soyu tehdit altında olan yabani hayvan ve bitki türlerinin uluslararası ticaretine ilişkin sözleşme) anlaşmasının ihlali söz konusu idi. 37
Yunuslar başta olmak üzere deniz memelilerinin açlıkları kullanılarak, sirk hayvanları gibi akrobasiye zorlandıkları ve bu gösterileri izleyen çocukların doğaya sevgi ve saygı duymayı öğrenmek yerine doğayı sömürmeyi, doğa sömürüsünün alkışlanabilirliğini öğrendikleri bu tesislerin çoğu, gösteri programları yanında yunuslarla yüzmeyi ve engelli vatandaşlarımızın bilimsel olarak kanıtlanmamış “yunus terapisi” ile tedavisini içeren seçenekler de sunuyorlar.
“Yunus terapisi” konusunda ne düşündüğümüz sorulduğunda ruhsal ya da bedensel sorunları olan kişilerin daha iyi bir hayat sürmelerini istediğimiz için bu nedenle yapılan yunus tutsaklığını kolaylıkla meşru görebiliyoruz. Çoğu kez yunus terapisi diye bir tedavinin olduğunu iddia eden popüler yazı ve haberlerden edindiğimiz bilgiler ile “Gerekiyorsa yunuslar tutsak olsun, denizlerden koparılsın” diyoruz. Bu konudaki bilimsel çalışmaların ne dediğini takip etmemek yanında oldukça önemli bir hata daha yapıyoruz aslında. Ülkemizdeki zihinsel rahatsızlıkları, bedensel engelleri olan vatandaşlarımızın birçok sorunu var ve aslında çoğumuz bu sorunlarla hiç ilgili değiliz. Hayatınız boyunca zihinsel, bedensel engelli olduğu halde bir kurumda çalışan kaç vatandaşımızı gördünüz şimdiye kadar? Bırakın tabu gibi görülen zihinsel hastalıkları, kendinizi hiç tekerli sandalyeli bir vatandaşımızın yerine koyup sokakta yürümeyi, sinemaya gitmeyi denediniz mi? Denizden “canlı” olarak bir yunus avlamak ve onun sözde terapi programına dahil olana kadar yaşamasını sağlamak çok zor ve pahalı. Japonya’dan canlı avlanmış yunusları uçaklarla 38
Türkiye’ye getirmek de çok pahalı. Her bir yunus günde kaç kilo balık yiyor hiç düşündünüz mü? Tüm bu masrafları bilimsel olarak kanıtlanmamış “ yunus terapisi” için harcamak yerine engelli vatandaşlarımız için bilimi içselleştirmiş yatırımlar yapmanın ve yunusları denizlerde özgür bırakmanın zamanı gelmedi mi? Yunuslarla yüzmenin ve dalış yapmanın tehlikeleri ve etiği Yüzgecine tutunarak yüzdüğümüz, yanında dalış yaptığımız yunus, biz hayalimizi gerçekleştirmiş olmanın keyfi içinde gülümsüyor iken ne düşünüyor dersiniz? Genellikle bu tesislerde görülen yunus türü Şişeburunlu yunus olarak da bilinen Afalina’dır (Tursiops truncatus). Afalinalar hayvanlar âleminin en zeki hayvanlarından oldukları için her biri aslında bir bireydir. O yüzden sizinle yüzen yunusun ne düşündüğünü tabii ki tam olarak bilmememiz mümkün değil. Ancak o yunusun özgür ve sosyal yaşamından hangi yöntemle koparılarak o tesise getirildiğini, canlı yunus peşinde koşan avcı bir tür iken ölü balık uğruna her türlü sirk numarasına ve etkileşime nasıl razı olduğunu düşündüğümüz zaman bizimle yüzerken neler hissettiğini tahmin etmemiz kolaylaşıyor. Ne yazık ki bu tutsak yunusların yüzme seanslarından keyif almadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bizi düşündürmesi gereken ise, bizler onlarla “hayallerimizi gerçekleştirmek” için yüzerken onların büyük olasılıkla birkaç ölü balık uğruna bize “tahammül etmeye” çalıştıklarıdır. Bunun tersini iddia edebilir misiniz? Öldüğünde de gülümsüyor gözüken yunusların sizinle yüzerken keyif aldıklarını, denizde olmak yerine o ortamda, sizinle oldukları için mutlu olduklarını söyleyebilir misiniz?
39
Her gülümsemeye kanmıyoruz da niye yunus gülümsemesine kanıyoruz? Niçin onların bizimle daracık, sığ havuzlarda keyifli olduğundan hiç şüphemiz yok? Niçin çocuklarımızı bu “en” sevdiğimiz, “en” etkileyici hayvanlarla havuzlarda tanıştırmayı tercih ediyoruz? Niçin onlara, özürlü çocukları tedavi etmek için denizlerden ve ailelerinden mahrum bırakılmalarını meşru görecek kadar gerçekdışı varoluş anlamları yüklüyoruz? Yunuslar, özellikle de Afalinalar beslenme amacı gütmeksizin diğer memelilere karşı ölümcül darbelerde bulunabilen, kendi hemcinslerine karşı da saldırgan olabilen, çok karmaşık yapıya sahip, büyük ve güçlü memelilerdir. Denizin avcı türlerindendir. Birbirlerine ve diğer türlere zarar verecek kadar saldırgan olabilen yunusların, tutsaklık altında hem birbirlerine hem de etkileşime zorlandıkları insanlara zarar vermeyeceklerini düşünmek onları aslında çok az ve yanlış tanıdığımızın bir göstergesi. Şimdiye dek çeşitli yüzme programlarında birçok yunus ve balina saldırganlaşarak insanları yaralamıştır. Hatta bir dönem bizde de gösterilmiş olan “Flipper” dizisi, yunuslarla aynı havuzda olmak gitgide daha tehlikeli olmaya başladığı için bitmiştir.
40
Yunuslarla etkileşim sırasında yaşanabilecek hastalık alışverişi ise hem yunuslar hem de insanlar için önemli bir tehlikedir. Yunuslar tarafından yaralanmanın yanında onlardan çeşitli enfeksiyonlar da kapabiliriz. Önemli bir nokta da yalnızca tutsaklık ortamında değil doğal ortamlarında da yunuslarla yüzmenin ve dalış yapmanın yanlış bir etkinlik olduğudur. Dünyanın değişik ülkelerinde bazı tur şirketleri yunuslarla yüzmek ya da dalmak isteyen müşterilerini topluca daha önceden yunusların bulunduğunu tespit ettikleri yerlerde getirmektedir. Beslendikleri, dinlendikleri ya da yavrularını besledikleri bölgelerde bu şekilde sürekli rahatsız edilen yunusların yaşamları için önemli bazı bölgeleri terk etmek zorunda kaldıkları çalışmalarla ortaya konulmuş. Doğal ortamlarında yaşadıkları bu tür rahatsızlıklar yüzünden belki de güvende olmadıkları yabancı bölgelere gitmeye zorlanan yunus popülâsyonlarının geleceklerinin tehdit altında olacağını belirtmeye gerek var mı?
41
Yunuslar desteğinizi bekliyor
Yunuslar gerçekten her meslek ve yaş grubundan insanın çok sevdiği hayvanlar. Yunuslarla yüzmeyi düşleyen insanların sayısı tüm dünyada milyonlarla ifade edilebilir. Bu yunus sevgisini sömürüye dönüştürmemek için hem yunusları hem de düşlerimizi “gerçekten” sevmemiz gerekiyor. Sahi, kim düşlerinde yunuslarla daracık, sığ sularda, kuyrukta bekledikten sonra, para vererek ve en önemlisi yunus istese de istemese de yüzmeyi düşlemişti ki? Bizi eğlendirmek ve “ tedavi etmek” için çoğu kez geride kalan popülâsyona verilen zarar bilinmeden denizlerden koparılan ve uzak ülkeler arası ticaret objesi haline gelen bu yunuslarla ilgili gerçekler bunlar. Tutsak yunusların olduğu tesislere her ne amaçla olursa olsun giderek destek vermemiz, hem bizim denizlerimizdeki hem de dünyanın denizlerindeki yunusların geleceklerini tehdit etmemiz anlamına geliyor. Denizlerimizdeki yaşam zenginliğinin gönüllü bekçileri olarak düşünebileceğimiz dalgıçların ve dalış merkezlerinin bu tehdit karşısında, bizler gibi düşündüğünü biliyoruz ve yunus tutsaklığı, canlı yunus avı ve yunus ticaretine karşı yaptığımız çalışmalara destek vermelerini bekliyoruz. Bu 42
yazımızı okur okumaz destek olacağınızı umduğumuz imza kampanyamızı da duyurmak isteriz.
Yaban popülâsyonların geleceğini tehdit eden yunus balina ticaretinin ve yeni yunus tesisi yapımlarının kaygı verici boyutlara ulaşması üzerine 5 ülkeden 8 STK bir araya gelerek Avrupa Birliği, İsviçre ve Türk hükümetlerinden yunus balina ticaretini ve yeni havuz tesislerinin yapımını bir an önce durdurmasını isteyen uluslararası imza kampanyası başlattılar. Her geçen gün başka kurum ve ülkelerin desteğini alarak güçlenen bu kampanyaya Türkiye’den SAD-DEMAG olarak biz de destek veriyoruz. Sizlerin de desteği ile toplayacağımız imzaları hem ülkemizdeki yetkililere hem de AB’nin ilgili birimine ileteceğiz. İmza kampanyamız ile ilgili ayrıntılı bilgiye ve imza metnine web sitemizden ( www.sad.org.tr) ulaşabilirsiniz. Gelin hep birlikte havuzlara gitmeme hakkımızı kullanalım.
43
TUTSAK YUNUSLARIN DÜNYASI HAKKINDA Denizlerden koparılma Tanık olanları dehşete sokabilecek kadar acımasız bir tür kovalamaca sonunda denizlerden ve çok güçlü sosyal bağlarının olduğu ailelerinden, gruplarından çalınan yunusların çoğu daha o onda şoktan, travmalardan ölüyor. Beğenilmeyip geri atılan yunusların da çoğu şok yüzünden boğularak ölüyor. Bir kısım yunus ise ciğerlerine su dolması yüzünden zatürre olup ölüyor. Bu yunusların ailelerden koparılmaları sırasında ve sonrasında okyanuslarda kalan bireylerin ve sosyal grubun nasıl bir şekilde etkilendiği de çoğu kez bu kişilerce gözardı ediliyor. Yakalama anından sonrasında ise yine tehlikelerle dolu olan ( aşırı ısınma, suyun dışında ezilen iç organları, stres) parklara taşınma işlemi var. Bu noktalardan herhangi birinde ölmeyen yunusların % 53 ‘ü de 90 gün içerisinde bir sürü sebepten dolayı ölüyor ( zatürre, ülser, bağırsak hastalıkları, klor zehirlenmesi, stres vs). Havuzlara eklenen klorun ve bakır sülfatın da yunusların çok hassas olan derileri ve gözleri üzerinde çok zararlı etkileri bulunuyor. Yunusların çoğunda körlük oluyor ya da gözleri kapalı yüzmeyi tercih ediyorlar. Havuzlarda öğrenmek zorunda oldukları ilk şeylerden biri ölü balık yemek. Buna uzun süre direniyorlar, ilk ölü balıkları kusuyorlar. İşte tüm bu aşamalarda bir şekilde ölmeyen yunuslar sonunda, neredeyse boğazlarından aşağı tepilmeleriyle yemeye alıştırıldıkları o ölü balıklar uğruna, sokaklarımızda eskiden göbek attırılan ayılar misali düdük ve müzik eşliğinde çember içinden geçmeye, top çevirmeye başlıyorlar. Yunusların dünyası Yunuslar bizim tersimize sesler dünyasında yaşayan ve duyma duyularına dayalı bir yaşam süren canlılar. Avlanırken ve tehlikelerden korunmak için çevrelerine yüksek frekansta sesler yayan yunusların, objelerden yansıyıp geri gelen sinyalleri büyük olasılıkla alt çeneleri yoluyla toplayıp beyine gönderdikleri düşünülüyor. Özellikle avlanırken kullandıkları “Yankı yardımıyla yön bulma / ekolokasyon” denilen bu sonar sistem, onların metrelerce uzaklıktaki cisimlerin büyüklüğünü, şeklini, hızını, uzaklığını, yerini tespit edebilmelerini 44
sağlıyor. Havuzlardaki zavallı yunuslarsa sonarlarını hiç kullanmıyorlar çünkü yaydıkları sonar dalgalar havuzun duvarlarına çarpıp geri dönüyor. Seslere bu denli duyarlı olan hayvanların okyanusun ses repertuarını dinleyememek bir yana sürekli olarak, monoton bir şekilde dinlemek zorunda kaldıkları şeyse su ve soğutma pompalarının sesi. “Flipper” dizisindeki yunusların eğiticisi olan ve sonradan yunusların rehabilitasyonu ve özgürlüklerine kavuşması için çalışmaya başlayan Richard O’Barry ‘in benzetmesine göre yunusları havuza kapatmak bizim gibi daha çok görmeye dayalı yaşayan canlıları parlak aynalarla kaplı, dolap büyüklüğündeki bir yere hapsetmek gibi bir şey. Havuzlardaki yunuslar havuzun duvarlarına gelmeden yalnızca birkaç saniye yüzebiliyorlar ve örneğin havuzdaki bir yunusun özgür hemcinsleri gibi dolanabilmesi için havuzun çevresini bir günde yaklaşık 2500 kere dolanması gerekiyor. Özgür Afalinaların normal seyir hızının saatte 8-11 km olduğu ve bu hızlı yüzücülerin saatte yaklaşık 40 km hız yapabildikleri biliniyor.
Doğal ortamlarında birçok deniz memelisi zamanlarının ancak % 20’den azını su yüzeyinde geçirirken havuzlarda hem gösteriler ve yüzme programları yüzünden hem de havuzların sığlığı yüzünden derinliklerden mahrum bırakılıyorlar. Türkiye’deki havuzlarda bulunan Afalinaların düzenli olarak yaklaşık 200 metreye daldıkları biliniyor. Sığ sular ve sürekli su yüzeyinde bulunmak yunusların, zararlı güneş ışıklarından ve aşırı sıcaktan da daha çok etkilenmesine neden oluyor. 45
Tüm bunlar havuzların çok zeki olan yunuslar için, davranış bozuklukları, yüksek ölüm oranı ve üreme sorunları gibi çok ciddi zararlar görmelerine neden olan sabit bir gerginlik ortamı olduğunun kanıtı.
Yunus Terapisi Yaklaşık 20 yıl kadar önce başlayan ve gittikçe yaygınlaşan Yunus Terapisi, yunuslar kullanılarak ruhsal ya da fiziksel olarak rahatsız kişilerin ( otistik çocuklar, depresyondaki kişiler vs ) tedavi edilebileceğini savunan bir yöntem. Yunusların hastalıklı bölgeleri tespit edebileceği ve ultrason yaymaları sonucu iyileşmeyi sağlayabileceği yönündeki çok tartışmalı savlar var. Ancak örneğin Brensing ve arkadaşlarının araştırması yunusların yaydığı ultrasonun ancak bazı şartlar altında dokuları etkileyebileceğini söylüyor. Araştırma, yeterli düzeydeki bir ultrason miktarının, her seansta gereken dozda alınması ve bunun tekrar edilmesi sonucu gerçekleşebilecek bir etkiden söz ediyor. Araştırmacılar izledikleri 83 seansda bu şartların gerçekleşmediğini görüyorlar.
46
Şimdiye kadar yunus terapisinin evcil hayvan terapilerinden daha etkili olduğu, hastaların yunus uyarısına daha fazla ve uzun süreli tepki verdikleri kanıtlanmış değil. Ayrıca suyun sağlıklı ya da değil tüm insanlar üzerinde iyileştirici bir etkisi olduğunun da göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünen araştırmacılar var. Yunus Terapisiyle ilgili tatmin edici bilimsel veriler elde edilmemişken üstelik evcil hayvanlardan daha etkili bir yöntem olduğu kanıtlanmamışken bu pahalı ve etik olarak da çok yanlış olan terapiye yönelmek çoğu kez sadece yunusların değil ailelerin de sömürülmesiyle sonuçlanıyor. Ancak diyelim ki Yunus Terapisi gerçekten en etkili tedavi yöntemi, o zaman bu bizim yunusları ailelerinden kopararak tutsak etmemizi ve zorla insanla etkileşime sokmaya çalışmamızı meşru kılar mı? Yanlış doğa eğitimi Havuzlardaki yunuslar doğadaki özgür yunusların hiçbir zaman yapmadıkları, doğal olmayan onca davranışa zorlanırken, bir şey bilmeden onları alkışlayan çocukların gösteri bittiğinde oradan geleceğin doğaya saygı duyan ve doğanın sömürüsüne karşı duracak bireyleri olarak çıkacağından emin olabilmek mümkün mü? Şüphesiz ki yunusların top çevirdiği gösterilere gitmek yerine özgür yunuslarla ilgili belgesel izleyen, onları resmeden çocuklar doğaya ve yaşama saygılı, özgürlüğü bilen ve savunan bir toplum oluşturmak için çok önemli.
47
Doğayı Yok Eden Aslında Yaşam Tarzlarımız Melih Öncel “Doğa üzerindeki zaferlerimizden dolayı kendimizi fazla kutlamayalım. Her bir zafer için, doğa bizden intikamını alacaktır. Her adımda etimizle, kanımızla, beynimizle kendisine ait olduğumuzu ve içinde yer aldığımızı hatırlatacaktır bize.” Friedrich Engels 5 Haziran, Dünya Çevre Günü. 1972 yılında, İsveç’in başkenti Stockholm’de ortaya çıkmış bu gün. Sanayi devrimi, makineleşme, sürekli büyüme ve değişen tüketim alışkanlıkları, sadece insanlığı değil de tüm Dünya’yı etkilediği artık kaçılamaz bir gerçek halini alınca 133 ülkenin katıldığı Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’nda alınmış bu karar. Ciddi bir platformda belirlenmesine rağmen aradan geçen 30 yılı aşkın sürede pek bir değişiklik olmamış Dünya’nın kaynaklarını tüketmekte. Tüketim toplumunun patronları hala bildiklerini okuyorlar. Bilim adamları ve çevreciler küçük görülüp göz ardı ediliyorlar. Fakat artık Dünya daha önce hiç olmadığı kadar büyük bir tehdit altında. Yeryüzündeki ekosistemi sistematik olarak yok etmekteyiz. Ve bu geri dönüşü olmayan bir yol. Dünya 2 milyar yaşında ve artık sonu gelmek bilmeyen aç gözlülüğümüzü kaldıramaz duruma geliyor. Bilinen en eski memelilerden mavi balinalar 18 milyon yıldan beri okyanuslarda hayatlarına devam ediyorlar; ama 200bin yaşındaki insanlık artık onlara karşı yıkıcı bir tehdit durumunda. Hayvan türlerinin yok olması, ormanların katledilmesi, küresel ısınma, kuraklık, açlık ve temiz su kıtlığı. Bütün bunlar modern insanın doğaya ve bazı coğrafyalara çıkardığı faturalar. Her gün daha çok yok ediyoruz, her gün biraz daha üreterek, biraz daha tüketerek biraz daha öldürüyoruz. Her geçen gün doğadan biraz daha uzaklaşıyoruz. Batı, gökdelenlerinde, alışveriş merkezlerinde, petrol rezervlerinde yeni bir hayat tarzı oluştururken bizler de onları taklit ediyoruz. Her geçen gün biraz daha umursamaz oluyoruz. Umursamamayı bile umursamıyoruz. Her şey normalmiş gibi davranmaya devam ediyoruz. Öldürerek, geleceği yok ederek ve yayılarak. Bu süreci durdurmak ve değiştirmek için hemen harekete geçmemizi söyleyenler de var, treni onlarca yıl önce kaçırdığımızı söyleyenler de. Sürdürülebilir gelişmelerden, geri dönüşüm sistemlerine kadar birçok çevreci çalışma da yapılmakta. Yine de gerçek olan bu tehlikenin bizler hayat tarzlarımızı değiştirmediğimiz sürece asla değişmeyeceğidir. Dünya’nın karşı karşıya olduğu en büyük tehlike küresel ısınma ve canlı türlerinin artık 48
normalden bin kat daha hızlı yok oluşu olduğu kadar belki de nüfus artışı, ekonomik büyüme ve de paramızı nereye harcadığımızdır. Bunu görmediğimiz sürece, kafamız önümüzde bildiğimiz hayatı yaşamaya devam ettiğimiz sürece bu değişim maalesef hiçbir zaman gerçekleşemeyecektir. Daha fazla keyif daha fazla lüks daha fazla benmerkezcilik ne yazık ki insanlığın kendi yolunu talihsiz bir şekilde çizmesine neden olmaktadır. Bu alışkanlıklar hayatımızın her yerinde karşımıza çıkmaktadır. Doğanın dengesini unutup tek egemen olduğunu düşünen insanoğlu attığı her adımda kendi dışındakileri unutmakta ve kısacık hayatını ne kadar bencillikle doldurabilirse doldurmaktadır. Örneğin milyon dolarlar harcayıp oteller açmak kısa hayatlarımıza bazı hazları tattırabilir belki. Ve hatta golf “sporu” bugüne kadar yaptığımız en eğlenceli aktivite bile olabilir; fakat dünyada golf sahalarının büyük çoğunluğu tarım arazileri üstüne kurulmaktadır. Oysaki yeryüzündeki yaklaşık 1 milyar insan açlık sınırında yaşamaktadır. Zevk için inşa ettiğimiz tüm golf sahalarını sulamak için bir günde gerekli olan su miktarı, 4,5 milyar insanın bir günde ki ihtiyacına eş değerdedir. Bu ve benzeri örnekler oldukça korkutucu ve de cesaret kırıcıdır. Bana göre bundan daha utanç verici ve üzücü yaklaşımlarda var: Günlük hayatımız. Daha önce de dediğim gibi görmezden gelişimiz, tüketmeye devam edişimiz. Artık bu sorunları daha derinlerde bir yerde kabul etmemiz lazım. Küresel ısınmaya ya da diğer çevre sorunlarına birer başlık olarak uzaktan bakıyoruz. Biraz daha gözümüze batınca: “evet böyle bir şey var, doğru” diyoruz. Fakat sonra bu işi bilim adamlarına bırakıp arkamızı dönüyoruz. Hâlbuki onlar zaten bizleri değiştirmeye çalışıyorlar. Daha derinlerde kabul etmemiz lazım derken demek istediğim; tüm bu olanların bizim yüzümüzden olduğudur. İnsanlık yüzünden. Tek tek her birimiz yüzünden. Yazanın ve de okuyanın yüzünden. Artık çok geçmeden hayat tarzımızı değiştirmemiz gerektiğini kabul etmeliyiz. Dünyanın belki de sonunu hazırlayan bu sürecin biz hayatlarımızı, tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmeden asla değişmeyeceğini kabul etmeliyiz. Bu değişimi yaşamaya korkanlar, dediğim gibi bunun sadece bilimin sorunu olduğuna inanıyorlar. Konuyu biraz daha deşince ya umursamaz bencil hayatları çıkıyor düşüncelerinin altından ya da kendilerini kandırmaları. İnsanlığın, yaşamın bit(e)meyeceğine olan inançları beliriyor. Adaptasyondan, evrimden bahsedenlerle de karşılaştım, Tanrı’ya sonuna kadar güvenenlerle de. Isınmanın ya da bazı canlıların yok olmasının yeni adaptasyonlar doğuracağını ve insanların da bu süreçte yeni yerlerini alacaklarından bahsediyorlar. Evet, evrim, bilimsel bir gerçektir; fakat şu an içinde bulunduğumuz durum artık adaptasyon ve doğal seleksiyon hızının çok daha ötesinde. Ne insanların ne de diğer 49
canlıların sıcakta bir yaşama alışmaya vakit bulamayacakları kadar hızla değişiyor her şey. Bir geminin geçmesine bile izin vermeyen Kuzey Buz Denizi’nde şu anda ülkeler arası deniz taşımacılığı yapılmakta. Etrafımda, tek başıma kullanılmayan ışıkları kapatmamın saçma olduğunu düşünen kişiler var; araba yerine toplu taşıma araçlarını tercih etmemi anlayamayanlar da. Aralarında çok iyi mühendisler de var, politikadan anlayanlar da. Bir kenarda şiir karalayandan amatör bir tiyatro oyuncusuna kadar birçok kişi… Oysaki bana her zaman önce onların doğaya bağlı olması gerekiyor gibi geliyor. Yaptığımız ve inandığımız şeyler için doğaya ihtiyacımız var ve O’nu sonuna kadar savunmalıyız. Devletler veya dünyayı yönetenler bir anda durup da banka hesapları yerine çevreyi önemsemeye başlamayacaklar. Plansızca büyümenin ve tüketimin artık tolere edilebilir bir noktadan çok uzakta olduğunu söyleyen insanların bir anda sözü geçmeyecek. Fakat biz hayatımızı buna göre kurar ve öyle yaşarsak otoritelerden taleplerimiz bu yönde olursa bazı şeylerini görmelerini sağlayabiliriz. Benim kapattığım tek bir ışık tabi ki de anlık bir sonuç vermeyecektir. Bununla beraber moda oldu ve artık mağazalar, üzerinde “Dünyayı kurtar/save the world” yazan bez çantalar satıyor diye onları almak da bir işe yaramayacaktır. Ancak biz bu hayat tarzını toplumlarda yerleştirebilirsek, tepedekilerin de buna uymaktan başka şansı kalmayacaktır.
50
Eğitimin Gerekliliği Karşısında Engeller Tuğçe Duysak “eğitimle kişilerde aydınlanmanın temellerini atmak kolaydır; ne var ki genç insanları böyle düşünmeye erkenden alıştırmak gerekir. Buna karşın tüm bir dönemi aydınlatmak uzun zaman gerektirir; çünkü böyle bir eğitime engel olan ya da onu zorlaştıran bir sürü dış engel vardır.” I. Kant Eğitim; kişinin ve beraberinde toplumun eksiklerini gideren ve onları daha ileriye taşıyan bir nitelikte olmalıdır. Ancak böyle bir eğitim aydınlanmanın temelini oluşturabilir. Verilen eğitimden beklenen sonucun alınması ve devamlılığın sağlanıp önemli bir güç haline getirilmesi için öğrenmeye daha yatkın bir zaman olan çocukluk ve ergenlik dönemlerinde eğitime başlanmalıdır. Çünkü bu dönemlerde zihin önyargılardan uzak, boş bir sayfa gibidir. Edindiği her bilgiyi sistemli bir şekilde kaydedecek ve bu davranışı alışkanlığa dönüştürecektir. Montaine’in alışkanlığı bir kadının her gün taşıdığı danaya benzetmesi alışkanlıktaki gücü daha iyi görmemizi sağlayacaktır. İşte bu güce sahip bireyler –aydın kişiler- güneş gibidirler, karanlıklar üzerine doğuşları engellenemez. İşte tam bu noktada eğitimin engellenmesi ile karşı karşıya gelinir. Çünkü bu durum kendi menfaatlerini düşünen insanları huzursuz eder. Amaçlarına ulaşmak için de eğitimi engellerler. Çünkü onlar düşüncelerin biçimsiz olduğunu ve onlara biçimi ancak eğitimin vereceğini bilirler. Eğitimi sekteye uğratan bir başka sebep ise gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkelerin ekonomik ve sosyal yetersizlikleridir. Nüfusun plansız bir şekilde arttığı bu ülkelerde devlet her yere ulaşamamakta aynı çalışma ve barınma ihtiyaçlarını sağlayamamaktadır. Kendi kendini devam ettirmeye çalışan halkta eğitimden çok beslenme barınma gibi temel ihtiyaçlarına vakitlerini ve paralarını ayırmaktadır. Bu koşullara rağmen çocuklarının eğitimini aksatmayan aileler ise belirli bir süre sonra çocukları ile çatışmalar yaşayacaktır. Çünkü kendi devinimini sağlayamamış devlet eğitimi ülkenin her yerine ve her kesimine –yaş olarak- yaymayı başaramayacaktır. Özetle tüm bu olan olaylar eğitimi olumsuz etkileyecektir. Bir diğer sebep ise savaşlar ve doğal afetlerdir. İlk olarak savaşın etkilerinden bahsedelim. Savaş sırasında topraklar üzerindeki her silah başında olmasa da 51
etkilerini hisseder. İsrail-Filistin arasındaki savaş buna örnek olarak gösterilebilir. Filistin halkının yiyecek ve hastane sorunları savaşın her geçen günü artmıştı ve yardım beklemek zorunda kalmışlardı. İşte böyle bir ortamda eğitimin gerekliliğinden çok yemeğin gerekliliği bahsedileceğinden dolayı eğitim alanında bir ilerleme kaydedilmeyecektir. Ayrıca unutulmamalıdır ki savaş sadece kurşunların havada uçuştuğu müddetçe sürmez yıkılıp gidenlerin yerine yenisi getirilene kadar devam eder. Doğal afetlerin (sel, deprem, volkanik patlama, kasırga) de tahrip edilen yerleşim alanlarının onarımı ve yenisinin inşa edilmesi bakımında savaşla benzerliği vardır. Her ikisinde de bir çözüm yolu bulunana kadar eğitim durur. Tüm bu engeller eğitimin bir gereklilik olduğu gerçeğini değiştiremez. Bir bitkinin suya muhtaçlığı gibidir insanında bilgiye muhtaçlığı; bitki nasıl ki toprağın altından kökleriyle suya ulaşırsa insanda aklı sayesinde bilgiye ulaşacaktır.
52
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir. *** Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!” Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. 53
Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz… *** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister…
Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.
54
55
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
56