Azizm Sanat E-Dergi Temmuz 2011 Sayı 45
Dosya: Başkaldırı
Mübadele Propaganda Adnan Adıvar ve Evrim
1
Editörden Varoluşçuluğun büyük düşünürü, yazarı Albert Camus, “Başkaldıran İnsan” adlı yapıtına şu sözlerle başlar: “Kimdir başkaldıran insan? Hayır diyen biri… Tüm yaşamı boyunca buyruk almış bir köle, birdenbire, yeni bir buyruğu kabul edilmez bulur… Köle, daha önce bir uzlaşma içine yerleşmişken, birdenbire ya ‘Hep’ ya ‘Hiç’in içine atılır. Bilinç başkaldırıyla doğar…” Başkaldırmayı unuttuk nicedir, hatırladığımızda ise sindirildik. Başkaldırışlarımız, bastırıla bastırıla boyun eğişlere dönüştü, baş sallayarak sessizce olumlamayı öğrendik bize söylenen her şeyi. “Evet” demenin getirisinden bahsettiler yetmez ama evetçiler… Hayır demeyi unuttuk… İnsanların, toplumların kaderlerini şekillendiren, yaptıkları seçimlerdir. Bizler seçimlerde ne olursa olsun hep evet dedik, biat etmenin düşük gururunu paylaştık kitlesel olarak. Belki de bu yüzden Mustafa Balbay’ı seçtiğimiz halde tutsak kılmalarına “hayır” diyemedik. Hep mi böyleydik? Anadolu insanının damarlarında başkaldırı hiç mi olmadı, yeşermedi? Azizm olarak bu ay biraz da bu sorunun cevaplarının peşindeyiz. Değerli yazar Ahmet Çınar, bizi bu toprakların başkaldırı damarının köklerine götürüyor Azizm’deki ilk yazısında. Örgütümüzün en önemli destekçilerinden Osman Bahadır, yaratılışa başkaldıran evrim teorisinin cumhuriyetin önde gelen bilim insanlarından Adnan Adıvar tarafından yorumlarını taşıyor sayfalarımıza. Bir diğer bilimci Ethem Alpaydın ise “muhteşem” olarak nitelendirilen o meşhur yüzyılın karanlık yüzüyle tanıştırıyor bizleri. Yazarımız Selin Süar, bu ay güzel Anadolu’muzun büyük trajedilerinden Mübadele’yi derinlemesine araştıran ve “Egenin İncisi İzmir”i parıltılı geçmişinden üzeri bulutlarla kaplı geleceğine taşıyan iki yazısıyla sayfalarımızda. Sinema yazılarımızdaysa başkaldırmayı yıllar önce bırakarak kariyerini biat etmenin propagandasına ayıran Sinan Çetin’in Propaganda’sını işliyoruz. Ayrıca bu ay, çiçeği burnunda Türk emperyalizmini ve yüreğimizi dağlamaya devam eden Madımak'ı işleyen denemelerimiz, unutturulmaya çalışılan Köy Edebiyatımız sıcaklığını taşıyan öykülerimiz ve Necati Janok imzalı birbirinden etkileyici yaratımları içeren sergi bölümümüzle beraber, başkaldırıya davet ediyoruz sizleri… Camus’un da dediği gibi “Başkaldırıyorum, öyleyse varız!”
2
Azizm’in Notu: Ağustos ayı güncellemesinde “Kurtuluş” temasını işleyeceğiz. Bu tema üzerine veya dilediğiniz konuda inceleme, deneme, eleştiri, şiir, öykü, fotoğraf, karikatür, resim ve videoyu 7 Ağustos 2011 tarihine kadar editörlerimize iletebilirsiniz değerli dostlar.
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
Ön Kapak: Thor’un Devlere Karşı Savaşı (1872) – Marten Eskil Winge Arka Kapak: Sivas 93 (2011) – Genco Erkal
3
İçindekiler Bu Çöküş, Bu Tükeniş... Bir Çıkışı Var Elbet! – Ahmet Çınar
s.5
Adnan Adıvar ve Evrim Teorisi – Osman Bahadır
s.13
"Muhteşem" Yüzyıl – Ethem Alpaydın
s.15
Türk-Yunan Mübadelesinde Anadolu ve Yunanistan Rumları'nın Durumu – Selin Süar
s.18
Gelin Türk Emperyalizmiyle Tanış Olalım – Onur Keşaplı
s.23
Burası Sonbahar – Duygu Yılmaz
s.27
La Perle de I'lonie / İyonya'nın İncisi – Selin Süar
s.29
Sinan'ın Propagandası – Onur Keşaplı
s.34
Kar Yangını – Abdullah Rıdvan Can
s.40
İki İleri Bir Geri Bile Olamadık - Osman Bahar
s.50
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! – Mustafa Balbay
s.55
4
Bu Çöküş, Bu Tükeniş... Bir Çıkışı Var Elbet! Ahmet Çınar Bundan tam 41 yıl önce, 1970 yılının haziran ayında bu topraklar bir “insanlaşma”ya tanık oldu. O zamanlar, bu coğrafyanın insanlarının “dili”, “umudu”, “geleceğe olan inançları” vardı. 15-16 Haziran günlerinde Türkiye işçi sınıfı, sınıf bilinciyle, muhteşem bir kalkışmayla, erdemli bir itirazla ayağa kalktı. Sendikal haklarının gasp edilmesi karşısında yurdun dört bir yanında sokaklara çıktı işçiler. Sömürüye, baskıya, haksızlıklara karşı “hayır” demenin destanını yazdılar. Aradan 41 yıl geçti. Yine bir haziran günü sandıklar açıldı. Sandıktan “12 Eylül çürümesinin zirve noktası” çıktı. 12 Eylül darbesi olanca şiddetiyle, olanca saltanatıyla, tüm akılsızlaştırıcılığıyla sürüyor. 12 Haziran sandığından çıkan sonuç, 12 Eylül darbesinin yarattığı “çöküşün” iyice kökleşip yerleşmesinden, ülkenin genlerine işlemesinden başka bir anlama gelmiyor. Bu toplumsal bir çürümedir. Toplumsal çürümenin, geniş kitlelerce en yüksek oranda onaylanmasıdır. Bugün artık aydınlanmaya, “yeni insana” daha çok gereksinmemiz vardır. *** Çok yakın zamanda olup bitenlere bile göz atsak yeter: YGS hırsızlığı, Deniz Feneri yolsuzluğu, oy pusulası basımındaki yolsuzluk, en küçük bir protesto hareketine karşı gerçekleştirilen polis devleti uygulamaları, hukuksuz yargılamalar, işsizlik, yoksullaşma, sadaka kültürünün normalleştirilmesi… Evet tüm bu pislikler, AKP tarafından yaratılan “yanılsamanın”, “manipülasyonun” altında kalmıştır. Artık bu ülkede hiç kimsenin “gerçeklerle”, olayların ardındaki “hakikatlerle” işi kalmamıştır. 41 yıl önce müthiş bir kalkışmayla “hakkını hukukunu arayan” koca bir toplum; PR çalışmalarına, renkli şovlara, ses ve ışık 5
sistemlerine, retoriğe, hamasi nutuklara, barkovizyon gösterilerine, simülasyon propagandalarına “fit” olmuştur. Bu ise kelimenin tam anlamıyla ve her anlamıyla “akılsızlaşmadır”. Sürüleşmedir. Sürülerin en önemli özelliği ise “AYIRT ETME” melekelerini yitirmeleridir. İçinde bulundukları olumsuzlukların nedenleri ve sorumluları hakkında sezgileri olsa bile, UMURSAMAZLIK ve KAYITSIZLIK içinde olduklarından, kendilerini ezen güçleri desteklemeye devam etmeleridir. Aynı zamanda zalimleşme ve vicdansızlaşmadır da. Hopalı Metin Lokumcu, coplarla bebeği düşürülen muhalif kadın, gözlerine biber gazı sıkılan Tekel işçileri, parasız eğitim pankartı açtıkları için 15 aydır cezaevinde tutulan gençler, her fırsatta gözaltına alınan üniversiteliler, haklarını aradıkları için soruşturma açılan liseliler, yayınlanmadan toplatılan kitaplar, gerekçesiz zindana tıkılan gazeteciler ve aydınlar ortada durup dururken; tüm bu olup bitenleri UMURSAMAYAN, ciddiye almayan ve hatta ilgilenmeyen bir zalimlik. Vicdansızlaşmadır bu. Evet… Tüm şiddeti, acımasızlığı, bozuculuğuyla sürmektedir 12 Eylül darbesi. Akılsızlaşma, vicdansızlaşma, omurgasızlaşma paydalarıyla sürmektedir. Buna toplumsal tükeniş de diyebiliriz. Kirleriyle mutlu bir sürüden söz ediyoruz. Kirlenmekten haz alan bir kitle. Özgürleşmekten rahatsız olan, celladına aşk duyan bir psikoloji. Çöküş içselleşmiştir. *** İvan Gonçarov’u anmadan geçmek, o büyük yazara haksızlık olur. Oblomov’u okuyanlar bilecektir.
6
İvan Gonçarov Oblomovluk kitleselleşmiştir. Oblomov, sürekli çöken, çökmeyi durdurmaya gücü yetmeyen, bunu istemeyen, umursamayan, çöküşten sonsuz derecede haz alan ve hep çökmek isteyendir. AKP, sürekli çöküşün diğer adıdır. Çünkü AKP ile birlikte, halk “halk” olmaktan çıkmış ve giderek pasif, hükmedilen, kolaylıkla yalan söylenebilen, “rahatlığı ve güvenliği” alçalışta bulmaya alışan bir kütle haline getirilmiştir. Ve Türkiye 2011 yılında, bütün tarihlerin gerisine düşürülmüştür. Türkiye şu anda Tanzimat’ın, 2. Mahmut’un, 3. Selim’in öncesine ve gerisine düşmüştür. Tarihinin en karanlık dönemine girmiştir. *** Albert Camus’nün Veba’sını anmadan, Veba’da anlatılan “toplumsal tükeniş tasvirini” anımsatmadan geçemeyiz. Veba’nın 3. bölümünde şunları yazar Camus: “Belleksiz, umutsuz, yaşanılan anın içindeydiler. Aslında zaten her şey onlar için yaşadıkları an demekti. (…) Başka bir deyişle artık seçecekleri bir şey kalmamıştı. Veba bütün değer yargılarını ortadan kaldırmıştı. Bu da en çok, insanların giydikleri elbiselerin kalitesinden ya da satın aldıkları yiyeceklerle hiç ilgilenmeyişlerinden belli oluyordu. Her şeyi olduğu gibi, bütünüyle kabul ediyorlardı. (…) Vebanın kurduğu düzeni kabul etmişlerdi. Etkisi kuvvetlendikçe, o ölçüde de bayağılaşıyordu. Artık içimizde büyük duygular yok olmuştu. Herkes en monoton duygularla yaşamaktaydı. (…) Değişmişti, veba onda bütün kuvvetiyle inkar etmeye çalışsa da, gene de şiddetli bir azap halinde sürüp giden bir KAYITSIZLIK yaratmıştı.” 7
Albert Camus Camus’den söz açınca, büyük yazarın “Korku Çağı” denemesini ıskalamak olmaz. Camus o satırlarda, İNANÇSIZLIK ile GELECEKSİZLİK arasındaki bağı muhteşem bir biçimde kurar. Der ki: “Yaşadığımız dünyada en göze çarpan şey, çoğu insanın gelecekten yoksun olmalarıdır. Geleceğe el atmayan, gelişme ve iyileşme umudu olmayan bir yaşamın ne değeri olabilir? Aşılmaz bir duvarın önünde yaşamak, köpekçe yaşamaktır.” Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: AKP’ye oy verenler, “inançsız” inanç sahipleridir. Hiçbir inançları ve bağlandıkları gerçek hiçbir değerleri yoktur. Çünkü geleceksizdirler, geleceğe yönelme, geleceği yakalama güç, güven ve imkanına sahip değillerdir. Alexis de Tocqueville’nin Louis Bonaparte için dediği gibi: “Hiçbir inançları yoktur ve insanların inançları olabileceğine de asla inanmazlar.” *** Camus şunları da yazıyor: “İnsanların geleceğe kapalı yaşamaları ilk kez bugün olmuyor elbet. Ama insanlar eskiden konuşarak bağrışarak bu duvarı aşarlardı. Kendilerine umut veren başka değerleri yardıma çağırırlardı. Bugün kimse konuşmuyor, çünkü dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler; öğütleri, haber vermeleri, yalvarıp yakarmaları dinleyeceğe benzemiyor. Şu son yıllarda gördüklerimiz bizde her 8
şeyi kırdı. Bu şey, insanın güvenidir; o güven ki insanlığın dilini konuşunca bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırırdı bizi.” Evet… Artık insanlığın dilini konuşarak körleşmiş, sağırlaşmış, nasırlaşmış sürülerde, insanca karşılıklar yaratmak olanaksız hale geldi. Siyaset yapmanın en derin ve en temel düzeyde imkanları sınırlandı. Dilsizliğin hakim olduğu bir düzende politika yapmak çok zordur. O halde tek çıkış yolu, sözü ve dili “kurşun dil / kurşun söz” kılarak eylemli bilinç taşımak, bu kahredici dilsizleşmenin etkisini kırabilecek biçimlerini geliştirmektir. *** Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ı da 1. Dünya Savaşı bitimindeki o tükenişi, insanın tüketilişini ve Anadolu’daki çürümeyi anlatır. Yaban’ın 19. sayfasında şöyle yazar: “Lakin, bu köyde de hiç kimse kolsuz olduğumun farkında değil… Oysa, burada, isterdim ki farkında olsunlar. Zira sağ kolumu ben onlar için kaybettim. İstanbul’da zilletim olan şey burada şerefimdir. (…) Sağ kolumun yokluğu kimsenin takdirini celbetmek şöyle dursun, hatta merhametini bile uyandırmadı. Acaba niçin? Bunu sonradan anladım. Zira burada sakatlık, hemen herkese mahsus bir hal gibidir.”
Yakup Kadri Karaosmanoğlu 9
Evet, Karaosmanoğlu sakatlığı, kafalardaki sakatlığın nasıl da kütleselleştiğini, insanların nasıl kayıtsızlaştığını, monotonlaştığını bu satırlarla anlatır. Kafası sakat, ruhu sakat, bedeni sakat; sakat olduğunun farkında değil. Farkında olsa bile umursamıyor. Çünkü geleceksiz, çünkü kayıtsız. Ve kendi sakatlığından en alçak, en ilkel şekilde yararlanmaya çalışıyor. *** Hannah Arendt “Emperyalizm” adlı kitabının 63. sayfasında şu müthiş belirlemeyi yapar: “Tutarlı her emperyalist politikanın kaynağında, sermaye ile ayaktakımı arasındaki ittifak yatmaktaydı.”
10
Hannah Arendt “Nerden çıktı bu yüzde 50?” sorusunun yanıtı, işte Hannah Arendt’in bu tespitinde var. Sermaye ile ayaktakımı ittifakı. *** Ve her şeye rağmen, tüm bu tükeniş ve tüketilişe rağmen umutsuzluğa kapılmamak. Kritik nokta budur. Fethi Naci’nin en güzel kitaplarındandır “İnsan Tükenmez.” İnsanın tükenmeyeceğini biliyoruz. Hele ki içinde yaşadığımız coğrafyada, “tükendi, bitti” dediğimiz noktada yeniden fışkırmıştır insan ve insanlaşma.
Fethi Naci 11
Bunu sağlamanın yollarını yordamlarını bulmak; önümüzde duran en acil gündem olmak zorunda. *** Gerçekçi olmak zorundayız. Anlaşılmıştır ki, kitleler “dilsizleşip sürüleştikçe” sayım adı altında yapılacak her türlü “oylamayı” AKP ve türevleri kazanacaktır. Bu böyledir. Bu nedenle… Bu uyuşukluğu, bu ahmaklığı sarsacak, yeniden politik hareketliliği sağlayacak bilinç operasyonlarına, eylemliliklere gereksinim vardır. Mücadeleyi yeniden örecek Leninist, entelektüel, jakoben bir öncülükten söz ediyorum. Seçime katılmamak, siyasal yarışa girmemek falan değil söz ettiğim, yanlış anlaşılmasın. Elbette seçimlere katılacağız, elbette siyasal olanaklarla yürüyeceğiz. Ancak bunu gerçekleştirirken, siyasal mücadeleyi hareketlendirecek, doğru siyasal imkanları kullanarak sınıfa müdahalelerde bulunacak bir öncülüğü harekete geçirmek. Artık bu coğrafyada eşitliği, özgürlüğü, cumhuriyeti, laikliği, aydınlanmayı ve tüm ilerici değerleri savunmanın, var kılmanın tek yolu jakoben düşünce ve yöntemlerdir. Bu toprakların tarihinin derinliklerindeki kalınlaştırmak, tek çıkış yolu gibi görünüyor.
jakoben
damarı
yakalayıp
12
Adnan Adıvar ve Evrim Teorisi Osman Bahadır Dr. Adnan Adıvar, 1944 yılında yayımlanan Tarih Boyunca İlim ve Din adlı eserinin bir bölümünü evrim teorisine ayırmıştı.
Dr. Adnan Adıvar (1882-1955), ünlü eseri Tarih Boyunca İlim ve Din (1944)’in, “Darwin ve Tekamül Nazariyesi - Evolution” başlıklı bölümünde (Cilt II, s. 3546), Darwin’in evrim teorisini ele almakta ve çeşitli yönleriyle bu teoriyi tanıtmaya çalışmaktadır. Adıvar, evrim teorisinin doğruluğundan şüphe duymak için hiçbir nedenin olmadığını söylemekle birlikte, bu teorinin türlerin değişimini açıklama yeteneği konusunda tereddütlü görünmektedir. Fakat onun bu tereddüdünün, Darwin’in bazı düşüncelerini ve doğal seçilim teorisini eksik ve farklı yorumlamaktan kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bölümden aldığımız aşağıdaki paragraf, Adıvar’ın Darwin’ci evrim teorisi konusundaki yaklaşımını özetleyici niteliktedir: “Darwin’in bu nazariyesi, bugün bitaraf bir tenkid nazarı ile tetkik edilirse görülür ki, kendisi, nevilerde değişmeler için, tabii seçme hadisesine kuvvetle tutunmuş ve fakat nevilerin tahavvülü sebeplerini araştırmamıştır. Hatta bazı 13
kere, kendisine çok garip ve izahı müşkül gelen tahavvülleri “tesadüf tahavvülleri” diye zikretmiştir. Fakat Darwin’in bu tabirden maksadı, bazı mektuplarından anlaşıldığına göre, sebebi malum olmayan değişmeler demektir. Hakikatte, tabii seçme faal bir prensip değil, münfail (edilgen) ve yalnızca diğer bir kuvvet ve prensip ile husule gelen uzviyetlerden hangisinin yaşayacağını, baki kalacağını seçen bir prensiptir.” (s. 41-42) Her şeyden önce, türlerin değişiminin sebeplerini Darwin’in araştırmamış olduğu iddiası doğru değildir. Tam tersine rahatlıkla diyebiliriz ki, Darwin’in Türlerin Kökeni eseri çok büyük ölçüde türlerin değişiminin nedenlerinin saptanmasına ayrılmıştır. Ve Darwin düşünülebilecek veya saptanabilecek bütün nedenleri ortaya koymaya çalışmıştır. Zaten doğal seçilim mekanizmasının çalışabilmesi için canlıların değişebilir olması gerekmektedir. Değişim olmasaydı doğal seçilim mekanizması da çalışamazdı. Darwin elbette çoğunlukla değişimin genel nedenleri üzerinde durmuştur. Fakat birçok durumda tek tek her bir canlı bireydeki değişimlerin olası nedenlerini de açıklamaya çalışmıştır. Tam olarak açıklayamadığı bazı değişimleri de henüz bilinmeyen etkenlere bağlamıştır. Darwin’in teorisinde rastlantının yeri çok önemsiz ve ikincil derecededir. Bunu da Darwin’in mektuplarına gerek duymadan, Türlerin Kökeni’nden anlayabiliyoruz. Öte yandan Adıvar, doğal seçilim mekanizmasının da sadece bir yönünü (yok edici yönünü) görmektedir. Oysa doğal seçilim, hem yok edici, fakat hem de koruyucu, biriktirici ve değiştirici aktif bir mekanizmadır. Doğal seçilim, uyum yeteneği zayıf olan türü veya bireyi eler ama türdeki veya bireydeki olumlu özellikleri de korur ve biriktirir ve böylece canlıların değişerek çevreye uyum sağlayabilmesi imkânını da yaratır. Dolayısıyla değişim olduğu için doğal seçilim vardır ama doğal seçilim olduğu için de ayrıca değişim imkânı vardır. Ve mutasyon rastlantısaldır (şimdiki bilgilerimize göre) ama doğal seçilimde rastlantıya yer yoktur. Dr. Adnan Adıvar, doğal seçilim mekanizmasını tüm yönleriyle ele almadığı için, esas olarak doğal seçilim yoluyla türlerin dönüşümü teorisi olan evrim teorisinin değeri ve imkânları konusunda da kesin bir kanaate varamamıştır.
14
“Muhteşem” Yüzyıl Ethem Alpaydın Muhteşem yüzyıl pek o kadar da muhteşem bir yüzyıl değildi. Şöyle ki, Osmanlı İmparatorluğu birkaç yüzyıl boyunca dünyanın en güçlü devletlerinden biri olmasına, dünyanın en verimli bölgelerinden birinde hüküm sürmesine ve bütün yeraltı, yerüstü zenginliğine rağmen bu topraklarda insanlığa fayda sağlayan tek bir buluş bile yapılmamıştır. O kadar yüzyıl boyunca Osmanlılar bilimde kendini gösterememiş, halkından Newton, Kopernik, Leibniz, ya da Pascal eşdeğeri tek bir kişi bile çıkmamıştır. Aksine her yenilik çabası tutucu güçlerce engellenmiş ve ülke, bilim ve teknolojide ilerleyen batıya karşı hızla güç kaybetmiş, ihtişamı mazide hoş bir seda olarak kalmıştır. Günümüz yönetimleri bu yüzyıllara özenirken uygulamaları da aynı yönde ve tarihten ders çıkarmalarını beklememiz boşuna. Örneğin, bugün ülkemizde internet üzerine arka arkaya kısıtlamalar yapılmaya çalışılması, yenilikten korkan ve bir savunma dürtüsü olarak anlamadığını yasaklayan aynı kafa yapısının hâlâ geçerli olduğunu gösteriyor. Buradan anlıyoruz ki eğer dünyada internet diye bir şey olmasaydı, birileri icat etmemiş olsaydı internet hiçbir zaman bizim ülkemizde icat edilemezdi. İngiliz Kraliyet Akademisi 1660 yılında, İngiltere görece olarak önemsiz bir krallıkken kurulduğu ve bilimsel araştırma o ülkede sürekli desteklendiği için 19. yüzyıl endüstri devrimi İngiltere’de gerçekleşti. Takiyuddin’in Tophane’deki gözlemevinin “gözlem yapmanın uğursuz, feleklerin esrar perdesini küstahça öğrenmeye cüret edenin akibetinin meçhul olduğu“ söylenerek III. Murat tarafından 1580’de bir gecede yıktırılmasından yüzyıllar sonra uzaya bir Türk astronot gönderilmesi karşılığında 20 Boeing uçağı alınması pazarlığı yapıldığını ise Wikileaks’ten öğrendik2. İyimser bir tahminle her biri en az 100 milyon dolardan toplam iki milyar doları, yurt içinde uçak ve uzay bilimlerinde eğitim ve araştırmaya harcamak yerine bu biçimde, çok çok pahalı bir taksi gezisinden başka bir anlamı olmayan bir eylem için yurt dışına vermenin ne kadar içi boş ve anlamsız olacağını görememek zor 15
olur. Uzun vadeli, altyapıya dönük aklı başında projeler yerine şaşaalı törenlerle sunulan çılgın projeler gündemde hep. Az eğitimli, fazla çalışkan olmayan, başına gelen felaketlerden ders almak yerine onları yüce bir yaratıcının önlenemeyecek iradesinin sonucu olarak görerek kendisini kolayca haklı çıkarabilen bir halkın çıkardığı devletin ihtişamı nadir, olursa da kısa süreli olacaktır. “Fakirler, kültür ve lüks arasında seçim yapabildiklerinde her zaman önce lüksü seçer,“ diye yazmış Thomas Hardy. Atatürk Kültür Merkezi yıllardır kapalı olmasına rağmen İstanbul’da her hafta yeni bir alışveriş merkezi açılıyor. Bir kent büyük bir pazar yeri olmamalıdır. Müzik, görsel sanatlar, tiyatro ve edebiyat, kentliyi birey yapar. Aynı şablon hikâyelerin yinelendiği, iyilerin hep iyi, kötülerin hep kötü olduğu pembe diziler yerine birey olmanın zorluğunu işleyen trajedileri seyretmek bize kendi sorumluluklarımızı hatırlatır. Shakespeare ya da Montaigne, Osmanlı olamazdı. Romanda birey kendi yazgısını sorgular. Çok sesli müzikler bize hep aynı melodiyi dinlemek zorunda olmadığımızı, birden çok sesin uyum içinde birlikte daha güzel olabileceğini gösterir. Mozart, Türk Marşı besteledi ama Osmanlı olamazdı. Devletin sürekli bazı öcüleri neden göstererek halkını kısıtladığı ve bu yüzden kişilerin büyüyüp birey olamadığı, farkların bastırıldığı, başarının değil sadakatin ödüllendirildiği, bireyin devlete karşı hakkını koruyan bir adalet sisteminin olmadığı yerlerde yaratıcılık da olmaz; öğretim, müzik, edebiyat hep aynı bilinen kalıpları yineler. Watt ya da Edison da Osmanlı olamazdı. Bizde kahramanlar iki türlüdür: Ya kaderine razı olmayı bir erdem gibi gösteren, “bir lokma, bir hırka” yaşayan “kul”ların hikâyeleridir, fonda “inleyen nağmeler” çalar. Ya da zorba bir yönetene karşı isyan eden efenin, eşkiyanın hikâyesidir, Köroğlu ya da İnce Memet gibi, ki burada eşkiyanın kahramanlaştırılması adaletin doğru çalışmadığını gösterir. Muhteşem yüzyıl o kadar da muhteşem değildi. Beşyüz yıl öncesine özeniyorsak, tarih tekerrür ediyorsa, ilerlememişiz, geçmiş hatalardan ders almamışız demektir. Not: Bu yazı Cumhuriyet Gazetesi'nin 17.06.2011 tarihli Bilim ve Teknoloji ekinde yer almıştır.
16
1 http://www.akat.org/ast_tarihinden/takiyuddin.html 2 http://www.ntvmsnbc.com/id/25167188 3 http://www.boeing.com/commercial/prices/index.html
17
Türk-Yunan Mübadelesinde Anadolu ve Yunanistan Rumları'nın Durumu Selin Süar Karşı kıyıya uzandığınızda her an karşılaşmanız muhtemel olan herhangi birinin büyük büyük büyük dedesinin Küçük Asya topraklarından gelmiş olma olasılığı yüzde 90 olabilecek kadar büyük bir yüzdeye sahiptir. Yine aynı şekilde Anadolu’da özellikle de kıyı kentlerinden birindeyseniz konuştuğunuz herhangi biri, eğer geçmişiyle az çok ilgilenmişse, büyükanne ve büyükbabasından duyduğu sözleri bugün bile biraz utangaç bir edayla söylüyorsa, onun da büyük büyük büyük dedesinin karşı kıyının topraklarından gelmiş olma olasılığı karşı kıyıda bulunan torunun yüzdelerinin aynısına sahiptir. Bugün, kökenleri Balkanlara dayanan binlerce insanı aramızda görmek olağan bir durum. Her zaman ‘macır’ gibi duyulan ‘muhacir’ kelimesi, genel olarak ‘iyi, dürüst insanlar’ sıfatıyla kullanılagelmektedir. Muhacir, göç eden anlamına gelir. Oysa Yunanistan ile Türkiye topraklarına bakıldığında, şimdi, torunlarının çocukları aramızda olan binlerce mübadil görmek mümkün. Kimininki Girit, kimininki Selanik veya Midilli göçmeni. Karşı kıyıda kiminin büyük dedesi İzmir’den göçmüş, kimininki Kastamonu’dan, Aydın’dan, İstanbul’dan ve dahası… “Oradan gelmişler” diyor her iki ülkenin halkından kalan torunlar. Oysa pek çoğu muhacir gibi hazırlık süreçleri sonrası çeşitli nedenlerden ötürü kendi isteğiyle gelmemiş, şu an başuçlarında bir mezar taşıyla yattıkları topraklara. Osmanlı’nın parçalanmasından sonra iki ulusu birbirine düşürmeye yönelik tasarılarını gerçekleştiren müttefik devletler, Yunan ve Türk ulusunu karşı karşıya getirmiş; Küçük Asya’da ateş alan bağımsızlık mücadelesi, Türklerin zaferiyle sonuçlanmıştır. Öyle ki, örgütlü Türk direnişi başladığında bir Atina gazetesinde yazanlar iki ulus arasında verilen amansız mücadeleyi destekler niteliktedir: “Verilen bu savaş, Yunanistan’ın asi Kemal’e karşı verdiği bir savaş değildir; Yunan ırkının Türk Milletine karşı verdiği bir savaştır. Üstelik çetin bir savaştır, iki rakipten birinin yok olmasına dek sürecek olan. Ya o ya biz. Ortası yok.” Savaştan, biri yenilgiyle, diğeri galibiyetle çıkan iki ülkenin ulusu, yaralarını sarmaya uğraşırken, onları hiç hesapta olmayan bir yazgı daha beklemektedir: Mübadele. Mübadelenin çıkışını anlatmadan önce Yunan ulusunun doğuşuna ve Yunan tarihine kısaca bakmakta fayda var.
18
AYDINLANMA AKIMI Avrupa’daki aydınlanma akımı, ulusal hareketlerin doğmasında, düşüncenin eyleme geçişi bakımından bir kıvılcım vazifesi görür. O güne dek krallıkların gittikçe artırdığı baskıya büyük bir darbe olarak inen Fransız İhtilali; dine dayalı feodal imparatorluklarda, halkların sömürüsüyle savaşmayı amaçlamıştır. Aydınlanma sürecinde Batı, sanatını, ideolojilerini ve bilimselliğini Antik Yunan üzerine oturtmuş ve bu durum, geçmişte ‘dinsiz’ anlamına gelen ‘Helen’ tanımının içeriğinin boşaltılıp, ulusun ve Yunan kimliğinin bir temsilcisi olarak yerine konulan ‘Helen’ kavramının gelişiyle taçlandırılmıştır. Atalarının izlerinden yeni söylemlerini kuran ‘Yeni Yunanlılar’, Yunan klasiklerinden etkilenen Alman Romantizminin söylem kalıplarında ‘tek ulus, tek soy, tek din’ üçlemesiyle imparatorluk içinde bağımsızlıklarını kazandıracak faaliyetlere girişmişler ve böylelikle Osmanlı’nın Rum milleti, yeni kurulan bağımsız Atina başkentli Yunan devleti söylemlerinde Helen’e, yani Yunan ulusuna dönüşmüştür. İmparatorluk içerisinde kalmayı tercih eden Rum tebaa için yeni bir bağımsız devletin arkalarında durduğu bir arabuluculuk çağı başlamıştır.
EDİRNE ANTLAŞMASI 1821 yılında bağımsızlık için ayaklanan ve 1829 yılında Rusya ile Osmanlı arasında imzalanan Edirne Antlaşması ile bağımsızlığı resmen tanınan Yunanistan, iki kıtaya ve beş denize yayılma amacını içeren ‘Megali İdea’ (Büyük Ülkü) ideolojisini hızla içselleştirmiştir. Osmanlı hükümdarlığı çatısındaki halkların uluslaşma süreci, hem Türk ulusunun kendi kimliğine dair bilinçlenmesinin fitilini ateşlemiş, hem de bu uluslarla Türk ulusunun çatışmasını kaçınılmaz olarak beraberinde getirmiştir. Tüm Müslümanların ‘Türk’ sıfatı çerçevesinde adlandırılması sonucu, Yunan ulusunun bağımsızlığının önünde duran büyük engel ve egemenlik alanı olarak karşısında ‘Türk’ü bulması ve ‘Türk düşmanlığının’ yaratılmasında kendiliğinden gelen doğal bir süreç olmuştur. Ancak bu düşmanlığın dozu, zamanı ve yıllara dayanan sürekliliği açısından Türkler, Yunanlıların tarihsel belleğinde gerçekten de özel bir konuma sahip olmuşlardır. Osmanlı döneminde Batı Anadolu kıyılarındaki Ortodoks Rum nüfusun fazlalığı, 19. yüzyılda Balkanlardan, adalardan ve anakara Yunanistan’dan gelen göçmenlerin yerleşimiyle gerçekleşir. Aynı yıl içerisinde ulusal bağdaşıklık (tek ulus, tek soy, tek din) ilkesiyle yayılmacılık politikaları istikrar kazanır. Milliyetçilik, ulus-devletlerin de zeminini hazırlamış, bitmek bilmeyen göçlerle yıllarca sürecek savaşlarla dönüşü olmayan bir yola girilmiştir. Teokrasinin köhne zihniyetine yapılan başkaldırı, milliyetçilik, ulusalcılık gibi akımları da beraberinde getirince 19
yalnızca Osmanlı’nın içindeki etnik gruplar değil, Türkler de ulusal kimliklerinin bilincine varmaya başlamışlar ve Osmanlı bünyesinde yine aynı şekilde önce yönetime, daha sonra oluşan ‘öteki’ bilinciyle diğer uluslara karşı durmuşlardır. Balkan Savaşları’nda aldığı darbelerle büyük zarar gören Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’na girmesiyle, savaşı kazanan müttefiklerden en büyük darbeyi yemiş, galip gelenler maşa olarak Yunanistan’ı seçmişlerdir. KÜÇÜK ASYA Küçük Asya’daki varlıklarını ulusal bağdaşlık ilkesine dayandırıp İyonlardan, Büyük İskender’e kadar yeni bir tarihsel geçmiş arayan Yunanlılar, Anadolu üzerinde iddia ettiği hakkı, İzmir’e ordu çıkararak perçinlemiştir. Yunanistan’da ve Küçük Asya’da Megali İdea fikrine inanmayan ve bunun büyük bir felakete yol açacağını savunan halk, karşıt gruptakilerle anlaşamayıp ikiye ayrılsa da (Ulusal Bölünme) dönemin siyaset sahnesine bir eklenip bir kaybolan Eleftherios Venizelos’un yol göstericiliğinde Türklerin işgale karşı başlattığı Milli Mücadele’ye savaş açılmış, Yunan ordusu içlere kadar ilerlerken hiç beklemediği büyük bir geri püskürtmeyle kıyılara sürülmüştür. Türklerin askeri başarısından sonra taraf değiştiren Dünya Savaşı zaferinin müttefikleri, Yunanistan’ı bir köşeye atmış ve yeni kurulan Türk Devletinin mimarlarıyla iletişime geçmeye başlamışlardır. Yunanlıların ulusal hafızasına, ekonomisine, siyasetine; kısacası yaşamında büyük ve derin bir iz bırakan Türk’ün zaferi, böylece 1922 Küçük Asya Felaketi olarak resmi Yunan tarihine geçer. Peşi sıra imzalanan Lozan Barış Antlaşması’yla ülkedeki Rumların kaderi de belirlenmiş ve ‘zorunlu göç’ yolu görünmüştür. Çift taraflı mübadele, iki ülkenin, ama özellikle Anadolu’da yaşayan Rum halkın üzerinde büyük yaralar açmış, Yunanistan, bugün bile hâlâ ‘mucize’ olarak baktığı kısa süre zarfında çok kötü koşullarda yaşayan mübadilleri yeni geldikleri ülkeye adapte edebilmiştir. Savaşta, savaşın ardından verilen kayıplardan sonra ve 1923 Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’nin ardından anakara Yunanistan’a giden mübadiller için zorlu yaşam koşullarına alışmak, tüm varlıklarını geride bırakmak ve sefilliğe rağmen yeni vatana ayak uydurmak zor olmuştur, ancak gerek mübadiller gerekse yönetimdeki uygulamalar sonucunda ‘Ellinikon thauma (Yunan mucizesi)” olarak görülen uyum süreci tahmin edildiğinden daha kısa sürede gerçekleşmiş ve başarıya ulaşmıştır. 9 Eylül 1922’de Anadolu topraklarında bulunan gayrimüslim Osmanlı uyruğu için ‘afet’ yalnızca ideolojik yıkımın yansıması değil, bir daha geri dönüşü olmayacak bir ‘çile’ sürecinin de başlangıcı olmuştu. Osmanlı Devleti topraklarının Yunanistan’da kalan parçalarında yaşayan Müslüman Osmanlı tebaası ile Anadolu’da kalan gayrimüslim Osmanlı tebaası, 30 Ocak 1923 tarihinde Yunanistan’la imzalanan ve 19 madde olan ‘Türk20
Yunan Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol’ ile zorunlu olarak nüfus değişimine tabi tutulmuşlardır. Yaklaşık yedi yıl süren göç kervanında perişan bir halde Pire Limanı’na ayak basan mübadiller için en büyük zorluk asıl burada başlayacak, insan yığınını kaldıramayan Yunanistan’da mübadiller için ayrılan ve olumsuz koşullar altında bulunan kamplarda açlık, sefalet, salgın hastalıklar baş gösterecektir. MODERN YUNANİSTAN TARİHİ Karşılıklı değişimin ardında kalan boşaltılmış köy evlerinin ıssız yüzlerinin, dini yapıların, dükkânların, mezarların ya yeni sahipleri olmuş, ya bunlar kaderine terk edilmiş ya da inşa edildiği ülkenin düzenine, yapısına ve dinine uygun olarak tahrif edilmiş veya tamamen ortadan kaldırılmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken belki de en önemli konu, her iki ülke mübadillerinin tek ortak yönünün, gittikleri ülkenin ‘din’i olması, yani mübadillerin gittikleri ülkedeki ortak inancı paylaşmalarıdır. Yunanistan’a göçlerle gelen Hıristiyan Rum uyruklu kişilerin, özellikle de Pontus ve çevresi veya İç Anadolu’dan gelenlerde ‘dil’ en büyük problemlerden birini teşkil etmektedir. Sorunlar bununla da bitmemekte, bu kez anakara halkının göçmenleri kucaklamak yerine onları aşağılaması veya mübadillerin anakaradakileri aşağılamaları devreye girmekteydi. Richard Clogg, Modern Yunanistan Tarihi adlı eserinde bu konudan şu şekilde bahseder:“Doğma büyüme krallık topraklarında yaşamış olanlar yeni gelenlere, (kendilerininkinden çok daha iyi olduğu görülen) yemeklerinde bolca yoğurt kullanmalarından ötürü giaurtovaftizmenoi (yoğurt vaftizleri) diyerek onlara önyargıyla alaylı yaklaşıyorlardı. Aynı biçimde, İzmir gibi büyük Osmanlı kentlerinden gelen Anadolulu Yunanlılar da, palaioelladit, yani taşralı diye gördükleri ‘Eski’ Yunanistan’da yaşayan halka tepeden bakıyorlardı.” Yaşananlar yeni bir resmi tarih yazımını da beraberinde getirmiştir. 1800’lerde Yunanistan’da başlayan ulusçuluk sürecinde yeni korkular, kazançlar, kayıplar, yenilgiler oluştuğundan ulusal kültür yaratmada yeni bir eşiğe gelinir. Ulusal kültürün oluşumunda Antik mirasa dönüş gibi kıstaslar göz önünde bulundurulur. Oysa unutulmamalıdır ki ulus devletlerin oluşumunda daima başat rol oynayan ‘gerçeklerin, adetlerin, geleneklerin’ vb. eğitim yoluyla yok edilmesiyle oluşturulan yeni tarihi söylem ve yeni bir geçmiş kimliği inşası her iki devlette de kendini belli etmiştir. Ulusal gruplar, sisteme uyumlandırılma amacıyla asimilasyon yoluyla yok edilir. Örneğin, Batı Trakya Türkleri Yunanistan’da ‘Müslüman Helenler’ olarak kimlik bulurlar. Yunanistan, yaşanan yenilginin ardından Küçük Asya’yı anlatan, Türkleri ve Yunanlıları romanlarına ‘insan’ olarak taşıyan ve onların aralarından iyilerin çıkabileceği gibi kötülerin de çıkabileceğini yansıtan ve her şeyden önemlisi bire bir bu olaylara tanık olmuş olan çoğu Küçük Asya kökenli “30 21
Kuşağı Yazarları” ortaya çıkmış ve bu, Yunan edebiyatında bir akım olarak yer etmiştir. İlias Venezis, Stratis Mirivilis, Lilikia Nakou, Giorgos Theotokas, Gioulielmos Ambot, Kosmas Politis, Pandelis Prevelakis, Aggelos Terzakis, Thanasis D. Petsalis, M. Karagatsis, bu kuşağın yazarlarındandır ve eserlerinde yenilgiyi, karakterin ruhunun kendi içinde çatışmasını, terk edilmişliği, yalnızlığı, savaşta yaşanan acı olaylarını görebileceğimiz gibi bazılarında Jön Türk hareketinin ve milliyetçiliğin artışını, efendi-köle anlayışını, imparatorluktaki yönetici sınıfı, cemaat olgusunu vb da gözler önüne sermektedirler. Kosmas Politis, Yunan askerinin İzmir’e çıkışı için“Kendi ülkemde kul hissetmemi sağladılar” diyerek Yunan ordusunun Küçük Asya’daki Rumlara olan bakış açısını ve Rumların gerek Türkler gerekse anavatan Yunanistan arasında kalışını simgelemektedir. Türk ulusu, bir zafer kazanmış olsa da mübadele ve yeni kurulan ulus devlete entegrasyon aşamasında sanat alanında herhangi bir güçlü akım oluşmamasını ‘yeni kurulan’ ulus-devleti şekillendiren katmanlardan birinin Anadolu’ya gelen mübadiller olmasına bağlayabiliriz. Yunan topraklarından Türkiye’ye gelen mübadiller, var olan bir düzene uyum sağlamaya çalışmamış, aksine yeni oluşturulan devlet kimliğinin inşasında rol oynamışlardır. Pek çoğu mallarını geride bırakıp Anadolu’ya gelse de Anadolu’daki topraklardan Yunanistan’a giden gayrimüslimler daha büyük zorluklarla başa çıkmak zorunda kalmışlardır. Bugün, halklar bu acıyı tamamıyla unutmuş olup, her yeni gün tarih sayfalarına eklenen yeni olaylar, durumlar, değişimlerle baş başa kalsa da, mübadele özellikle Yunanistan topraklarında siyasetten mimariye, dil yapısından sanata, düşünce yapısından sosyal oluşumlara kadar her alana etki etmiş; Türkiye’de ise tarihsel arayışlar çerçevesinde, nostaljik anımsamalar niteliğinde son dönemlerde konuşulur olmuştur. Her iki ülke mübadilleri de yeni vatanlarına uyum sağlamak için ellerinden geleni yapmışlar, ülkelerinin kalkınmasında en öncü rolleri üstlenmişlerdir. Dünya’da benzeri az görülen ve en büyük örnek olarak referans gösterilen Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi gibi zorunlu göçlerin bir daha yaşanmaması dileğiyle…
22
Gelin Türk Emperyalizmiyle Tanış Olalım Onur Keşaplı İnsanları kaderlerinin değil seçimlerinin şekillendirdiği söylenir. Bizler de bu sözü aynen uygulamaya koyup yine(bi daha bi daha) seçimizi ortaya koyduk ve dünyamızı şekillendirmeye başladık. Dünya demeliyiz zira balkondan işittiğimiz kadarıyla Gazze, Şam, Saraybosna, Bağdat, Kerkük, Kahire ve elbette Kudüs seçimlerden zaferle ayrılmış. Balkonun aşağısını dolduran yığınların en çok alkışladıkları sözlerde bunlar olmuş. Bu bizim seçimimizdi, biz dünyayı "bi daha bi daha" şekillendirmek istiyorduk, bu uğurda Osmanlı olmamız gerekiyordu. "Yurtta barış dünyada barış" ya da vatan savunması dışında savaşın cinayet olması gibi sözler sarfeden, canından çok sevdiği memleketi Selanik'i muhtemelen geri alabilecekken ve etrafı bunu istiyorken buna asla yanaşmayarak "küçük" bir cumhuriyetle yetinen bir lideri seçmemiz olanaksız! Biz balkonu tercih ettik, onu istedik.
23
Hitler'in Nuremberg'teki Balkonu" "Saruman'ın Isengard'daki Balkonu Tarih ve sinema pek çok balkon gördü. En ünlü balkon Hitler'in Nuremberg'teki balkonuydu, beyazperdeninkiyse Hitler'in balkonundan birebir esinlenen Yüzüklerin Efendisi İki Kule filmindeki büyücü Saruman'ın Isengard'daki balkonu. Her ikisinin de devamında neler olduğunu bilen bilir. Bizi bekleyen yakın gelecek aynı mı? Tunus'u ıskalayan, Mısır'ı yakalayan, Yemen'le Bahreyn'i durduran, Libya ve Suriye'yi ise bizzat uygulayarak "Arap Baharı"nı "Amerikan Baharı"na çeviren emperyalizme ortak olmak bu sürecin başlangıcı mı? Ne de olsa onlar bizim toğrağımız (Osmanlı) eğer geri alacaksak ABD desteği(güdümü) ile alırız gerekirse. Bu, bir milletin damarlarında geç de olsa yeşeren emperyalist genin müjdeleyecisidir. Osmanlı çağdaş anlamda emperyalist değildi, sömürgeci ve sanayi-emek ilişkisinin çarpıklığına dayanan bir altyapıdan yoksundu. Yağma, talan ve fetihçilikle gelen klasik imparatorluklar çağı geride kalmış, bilimsel buluşları da kullanarak dünyanın her bir ucunda kültürden ekonomiye her alanda egemenlik kurmak gerekiyordu. Osmanlı, belki de tüm bunlardan yoksun olduğu için direnemedi.
24
RTE'nin Ankara'daki Balkonu Balkondan çıkan mesaj, eski Osmanlı topraklarına "Abiniz uyandı bi çekilin bakayım kenara" söylemiydi, tam da bunun üstüne bizim "Commonwealth"imize dönüşen "Türkçe Olimpiyatları" geldi ve herkesi "Türkçe konuşan sevimli yabancılarla" tanıştırdı. Adeta sirk gösteri izlercesine stadları doldurmamızla paralel nur yüzlerimiz gözyaşlarıyla doldu. Fıkralarda ve TV'de Türkçe konuşan yabancılar bu kez gerçekten Türkçe konuşuyordu, bu bir mucizeydi, bunu başaran her kimse cennetin anahtarına sahip olmalıydı. Tüm gözyaşlarımız, alkışlarımız ve yalakalıklarımız ardında kabul edelimki o bir türlü kurtulamadığımız aşağılık kompleksimiz var. Elin gavuru emperyalist oluyor da biz niye olamıyoruz? Onlar her yeri bombalıyor, her yere dilediğince girip çıkıyorda biz niye izliyoruz? İşte bu Türkçe olimpiyatları denilen gösteri, aslında bilinçaltımızın dışa vurumu. DTO(Dünya Türk Olsun) söylemi gerçekleşmeli. Diğer herkesi boyunduruk altına alacak olan biz olmalıyız. Herkes, inatla Türkçe(Farsça ve Arapça destekli olmak kaydıyla) konuşmalı! Biz öyle Commonwealth olimpiyatları gibi kültürel tarihimizin sporlarını Türkçe konuşan ülkeler arasında yarışma şeklinde düzenleyip en azından şık bir emperyalizm ortaya koyamayız çünkü henüz olgun değil emperyalist içgüdülerimiz. Olgunlaşmadığımızın bir diğer kanıtı Yeni Osmanlı'nın sevimli(!) mimarı dışa bakanımızın birbirinden ilginç söylemleri. Kendisi hem emperyalist hem antiemperyalist olmaya çalışıp her ikisini de başaramamanın dayanılmaz hafifliği içerisinde. Libya'nın Emperyalist destekli Bingazi muhaliflerini antiemperyalist 25
Kuvayi Milliye Ankarasına benzeterek Libyalılardan alkış toplamasını ise Türkçe olimpiyatlarının orada yapılmamış olmasından doğan eksikliğe bağlamak gerek. Tarihsel olarak ilerlemeci bir eylem yeşertme ve mazlumdan yana tavır alma konusunda geçer not alamayacağımız aşikâr. Biz gücü, güçlüyü seviyoruz. Bakmayın Filistin'i desteklediğimize. Eğer Filistin Musevi, İsrail Müslüman olsaydı Filistin umrumuzda olmazdı. Bu ülkeyi 60 yıldan fazladır tek başına yöneten sivil-askeri TEK PARTİ ve onların ileri(!) demokrat seçmeni her daim güçlüyü sevmiş, onun yanında konumlanmıştır. Bu ABD olur İngiltere olur farketmez. Döneme göre kim daha çok güce tapıyorsa yığınlar ve hakiki emperyalistler o kişiyi tepeye çıkartmışlardır. Geçtiğimiz aylarda bu dünyadan göçen Milli Görüş'çünün "antiemperyalist" olduğunu sananlar tam da bu noktayı unutuyorlar. O antiemperyalist değildi, olsa olsa batı emperyalizmine karşı Türk-İslam emperyalizmini savunan bir emperyalistti. Başına buyruk emperyalistliğini erken belli edince yerine daha becerikli ve emperyalizm aşığı öğrencileri getirdi. Onlar daha iyilerini bulana kadar da bizler bu emperyalistlerimizi seçmeye devam edeceğiz. Kendine liberal diyenin bir numaralı baskıcı, solcu diyenin bir numaralı sermaye yanlısı ve antiemperyalistim diyenin aslında Türk emperyalizmini arzuluyor olduğu bir ülkenin seçimleri malesef her birimizin dünyasını şekillendirmeye devam ediyor. "Bi daha bi daha" olmamak için, balkonlardan ve yerli yabancı tüm emperyalistlerden uzak durmaya özen göstermek kalıyor bu ülkenin yalnız ve güzel azınlığı için ve elbette sonuna kadar direnmek, boyun eğmemek!
26
Burası Sonbahar Duygu Yılmaz Haziran geçiyor ellerimin içinden. Zaman tutulmuyor, bekletilmiyor, öylece bakıyorum ardından. Yürüdüğüm yollarda yapraklar var, burası şimdiden sonbahar. Anlatmak istediği her şeyi susup, her günkü cümleleri kuran bir mevsim bendeki. Kuytularında dinmez fırtınalar var, mutsuzluğu arafta. Kapının köşesine yeni bir seneyle bırakılan tüm paketler, rengarenk örtüleriyle sıkı sıkıya kapalı duruyor hala. Çünkü biliniyor ki artık bu yürekte iyi veya kötü hiçbir yeni cümleye yer yok. Çünkü biliniyor ki iyi ya da kötü, kim ne söylerse, yalan söylüyor artık. Orada, şimdi olduğum yerden binlerce kilometre ötede, doğduğum şehirde yani, yeşili hüznüme karışmış bir park vardı. Maviye bakan yerleri, yalnız kalmış herkesin kederi kadardı. Yani sevgili okur, maviyle kapı arasında kat edilemez mesafeler vardı. O gün, o parka yağmur yağdı. O bulut, benim kanatlarımla o mavinin tam üstüne taşındı. Aylardan Haziran, burası hala ve burası şimdiden sonbahar. Hayatımdaki her şeyin zamansızlığı gibi, ben bir devri bitirip, yeni bir devri açarken gelen bu gam da, bana nasırlı ellerimden yadigar. Yanlış Tanrı’dan, yanlış şeyi dilemekti bu defa kendime haksızlığım. Bu kadar şehir, bu kadar yalnız geceyi kaldırmaz oysa tek Tanrılı bir insan yüreği. Sahi, yüreğime yer arıyordum sıkıştırdıkça, önce Tanrı’yı kaybetmeli belki, sonra bulmalı tekrar. Bulmalı ve sıkıştıran, acıtan, sancıtan her yere ayrı dağıtmalı soruları ve cevapları. Önce kaybetmeli ama; çünkü hiçbir zaman senin olmamış bir şeyi kazanmanın tek yoludur kaybetmek… Burası şimdiden sonbahar. Aklımda yalnızca her yolculuğun sonunda döndüğüm şehir var. Hiçbir zaman geri çevirmeyen, belki yoran; ama hiç üzmeyen. Aklımda sonsuz yağmurları, tokluğa, evlerine, eşlerine rağmen mutsuz insanları var. Karını, yağışlarını, güneşini ve rüzgârını izlediğim pencerem, beni sabırla bekleyen yegâne mihmandar. Diyorum ya bazen bir açlığım bitmez dinlerim tüm sahte sözleri, yine de doyamam, bir de ümidim tükenmez, elinden tutmaya çalıştığım kim varsa 27
karşıma oturmaya çalışsa da. Sonsuz bir sabrım vardır işte, İstanbul gibi… Ailecek yaşar tüm yalnız bırakılmışlıklar üzerimde, senelerce, tutup, tutunup soramam, ne zaman başka kapıya çekip gideceksiniz, diye… Topladım çantamı yine, uzaklara geldim sessizliğim dinsin diye. Dönme vakti geldi, kulaklarımdan yüreğime taşındı beni doğduğum şehirden, olduğum şehre getiren kırgınlık. Neyi atladım ben bu sonbaharda, bilmiyorum, sadece artık hangi deniz olursa olsun, bensiz dalgalansın istiyorum. Şimdi, tekrar, o Tanrı’yı kaybetmek (bulmak belki!) için yürüyorum…
28
La Perle de l'Ionie / İyonya’nın İncisi : Güzel İzmir, Bahtsız İzmir Selin Süar Onlar kentlerini bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzü ve en güzel iklimlerinde kurdular. Homeros M.Ö. 334 yılında Sardes'ten İzmir'e gelen Büyük İskender, o zamanlar Pagos Tepesidenilen Kadifekale bölgesinde Nymphe Kutsal Alanı'nda avlanırken, yorgun düşer ve bir çınarın altında uyuyakalır. Rüyasında gördüğü iki Nemesis (su perisi), İskender'den yepyeni bir İzmir kentini uyuduğu tepenin eteklerinde kurmasını isterler. İskender uyanınca, Apollon kahinine gördüğü rüyayı anlatır ve rüyayı yorumlamasını emreder. Böylelikle İskender, generalleri Antigonos ve Lysimakhos'a yeni kenti kurmaları için talimat verir. İzmir, işte böyle bir rüyanın sonunda kurulur. Su perilerini bu yüzden kutsal sayan İzmirliler, Nemesis adında Kadifekale'de bir tapınak yaptırılmasına önayak olur. Böylelikle Kadifekale eteklerine bugün Türkiye’nin üçüncü büyük kenti olan İzmir kurulur. İsmi daha öncelere, Amazonlara dek uzanan Smyrna, yani İzmir, çağdaş, gelişmiş aynı zamanda önemli bir kültür, sanat ve ticaret merkezdir. “Güzel İzmir” olarak da adlandırılan şehir, 8500 yıldır Anadolu yarımadasının batısında uzanır. Antik çağların en ünlü ve en büyük kentleri arasında olan Efes ve Bergama’yı da kapsayan bu güzel topraklar İyon kültürünün bütün ticari, dini ve sanatsal etkinlikleriyle yoğrulmuş; kıyı kenti olmasından dolayı Osmanlı Devleti’nde bile her dinden, her uygarlıktan halkların geçiş notası olduğundan yüzyıllardır kültürün, sanatın, refahın kalbi olmaya devam etmiştir. İlyada ve Odysseia destanlarının derleyicisi olarak bilinen Homeros’un kenti olarak geçen İzmir, özellikle 19. yüzyıla girildiğinde büyük bir öneme sahip olur. Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında 1838 yılında imzalanan serbest ticaret antlaşması, yabancılara ticaret yapma hakkının tanınmasını beraberinde getirmiş ve Çeşme’nin hemen karşısında uzanan Sakız Adası'nda ticaretle uğraşanlar İzmir'e yerleşmeye başlamışlardır. Böylece İzmir, büyük bir kavşak noktası haline gelmiş, şehir ekonomik, kültürel, düşünsel açıdan gelişmeye 29
başlamıştır. Gelişim, 1. Dünya Savaşı’na dek sürmüş, Balkan ve Dünya Savaşı’yla patlak veren imparatorluğun çöküş aşamasında bile hareketli bir saha olarak ön planda kalmaya devam etmiştir. Savaşın kaybedilmesiyle Küçük Asya topraklarına sahip olmak isteyen devletler, bu işi daha küçük devletlere ve uluslara bırakmış ve İzmir’in kültürel mirasının kötü alın yazısı, Yunan’ın karaya asker çıkarması ile yazılmıştır. Kimi kaynaklar farklı anlatsa da ulus-devlet inşasında oluşturulan süreçte milli mücadeleyi başlatan ilk kurşunun,Gazeteci Hasan Tahsin tarafından İzmir'de atıldığı söylenir. ‘İlk kurşun’, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcını simgelemiş, Türk ulusunun verdiği zorlu savaş kazanılmış ve Selanik’in intikamı alınırcasına Doğu’da Hıristiyan Ermeni nüfus Anadolu topraklardan sürülürken, Batı’da Hıristiyan Rum nüfus zorunlu mübadeleyle atatopraklarından atılmıştır.
30
Eski İzmir(Egenin İncisi) İzmir'in başkaldıran özgürlükçü yapısı, zihinsel ve kültürel altyapısıyla doğrudan bağlantılıdır. Ticaret yapılan bir limanı bulunması, en modern yerlerden biri olarak görülmesi, din kıskacında bağnazlığa kapılmayan ulusların tek çatı altında toplanması Türkiye'nin siyasi tarihi açısından da önemli sonuçlar doğurmuştur. Yeni devletin kurucu önderi Kemal Atatürk için bile İzmir’in, İzmirlilerin yeri apayrı olmuştur. Yedi katlı şehir, bugün Türkiye’nin üçüncü büyük metropolü olarak anılmakta ve göçlerle şehre gelen kişilerin tabiyeti neresi olursa olsun, kendini yalnızca İzmir’de doğma büyüme oralıymış gibi; “İzmirli” olarak tanımlamaktadır. Diğer şehirlerde yaşanmayan bir hoşgörüye, uzlaşıma sahip olan İzmir, bünyesinde topladığı halkları, köklerine yabancılaştırmadan “İzmirli” yapmaktadır. Ege’nin incisi olarak anılan şehir bugün her geçen yıl daha da artan miktarlarda iç göç almaktadır. Göçler, diğer büyük şehirlere yapılanlarla karşılaştırıldığında yaşayan bir şehre refah düzeyini yükseltmek için değil, yaşlı nüfusun “kafa dinlemek” için göç etmeyi seçmesi şeklindedir. İzmir’in genç nüfusu, istenildiği kadar aksi ispatlanmaya çalışılsın; başka şehirlere göç etmek durumunda kalmakta; dolayısıyla şehir, yaşayan nüfusunu kaybetmektedir. Her gün Kordon’da, Sahil’de, Karşıyaka’da, Bornova’da, Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde, diğer yerlerin barlarında ve cafe’lerinde gördüğümüz genç nüfus, eğlence kültüründen de bihaber, bezgin bir halde zaman öldürmektedir. Örneğin belediyeler bir işi yapabilecek kalifiye eleman almaktansa, iş yapmayanı içinde 31
tutmaya devam etmekte; “alım yok” diyerek İzmir’i terk etmek istemeyen profesyonel kişileri geri yollamakta, hatta onlarla hiç görüşmemektedir. Yaşayan şehir, aktivite yapabilmenin keyfinden değil, sıcaktan sokaklara dökülmüş olsa gerek; kültürel etkinliklerde de sınıfta kalmıştır. Önceki yüzyıllarda tiyatrolardan, konserlerden, operalardan geçilmeyen şehirde bugün, festivaller parmakla sayılacak kadar az ve katılım minimum düzeydedir. İzmir’in festivalleri, tanıtımsız, sessiz sedasız ve organizasyon zayıflığından heba olmaktadır. İzmir’de yaşayan nüfus, kaliteli bir organizasyonda bulunabilmek için rotasını Ankara ve İstanbul’a çevirmek durumunda kalmaktadır. Kısacası İzmir, kendini seçeni İzmirli kimliğine kavuştururken, her geçen gün zayıflamaya ve kimliksizleşmeye devam etmektedir. Bunun engellenmesi için bölgenin acilen ticaret ve kültür merkezi haline getirilmesi gerekmektedir. Böylelikle İzmir’in içinden çıkan, İzmir’in ruhunu bilen kişilere yeni iş sahaları açılacak; bireyler bütünleştiği şehirden kopmadan İzmir’i daha güzel yerlere getirebilecektir. Büyük bir fuar alanına sahip olan şehirde uluslararası fuarların ve kongrelerin sayısı artırılmalı, İzmir, uluslararası platformda daha iyi tanıtılmalıdır. Akdeniz insanının tembelliğini ve rahatlığını da karakterinde barındıran İzmirli, bu festivallere ve kongrelere iştirak etmiyorsa, festivaller ve kongreler onların ayağına götürülmeli, semtlerde, açıkhavada, ortak çalışmalar ve katılımlarla halkın ilgisi uyandırılmalıdır. İzmir’in kalbinde bulunan turizm olanakları çok daha iyi kullanılmalı, binyıllardır ayakta durmayı başarabilen tarihi eserler, ibadet yerleri ve emanetler koruma altına alınıp derhal restore edilmeli ve müzeye dönüştürülmelidir. Agora civarında bulunan Sabetay Sevi’nin evi, tarihi Kemeraltı Çarşısı ve Havra Sokağı; Efes’teki Meryem Ana Kilisesi kadar din turizmine uygun olduğundan buraların da restore edilip koruma altına alınması şarttır. Tarihi değerlerini ve kültürünü yansıtan modern bir kent görünümüne sahip olabilmek için İzmir kolları sıvamıştır, ancak yapılanlar yetersiz ve çalışmalar oldukça yavaş ilerlemektedir. İzmir’i adam edeceğini garanti eden kişilere “Bunu da deneyelim” denilerek prim verilmemelidir; alimallah İzmir, Allianoi ile aynı kaderi paylaşabilir. “Orası şehir değil, orada sadece üç beş apartman var” denilerek şehir, kum ve betonların altında kalmaya mahkûm edilebilir veya sevgili (!) Özfatura ve DYP döneminde cinayet olarak adlandırdığım güzelim Kordon’un ve Yalı’nın katline benzer bir katliam yapılabilir…
32
Yeni İzmir(Egenin İncisi?) Oysa İzmir insanları, çalışmalarında kağnı gibi ilerleyen belediyeye öyle kızgın ki, bugünlerde nereden geçsem gencinden yaşlısına kadar hemen herkes belediye seçimlerinde bundan sonra CHP için asla diyor. Böylesine kritik bir durumda ideolojisi, çıkarı vs. ne olursa olsun, İzmir’e ahde vefa için, tüm çalışanların, özellikle yöneticilerin aklını başına toplaması gerekmektedir. Çalışmaların önüne engel çıkaran iktidar partileri bahane olmamalıdır. Eskişehir’i yepyeni bir güzellik haline getiren, orayı bir Avrupa şehrinden farksız giydiren Sayın Yılmaz Büyükerşen’in de önüne binlerce engel çıkmıştı… Elbette burada asıl görev seçim yapan, yaşayan, şehrin üyesi olan bireylere; yani halka, halkın yaptırım gücüne düşmektedir. "La Perle de l'Ionie" (İyonya'nın İncisi), yeniden eski sıfatını kazanmalı ve bu dişi şehre su perilerinin büyüsü değmelidir. O büyünün asası da İzmir’de yaşayan, İzmirli olan, kendini İzmirli hisseden ve İzmir’i seven herkesin elindedir. 33
Sinan'ın Propagandası Onur Keşaplı
Yeni Türkiye'nin(Osmanlı'nın) Commonwealth oyunları özentisi Türkçe Olimpiyatları'nda yıllar yılı yaptığı Cumhuriyetçilik, Devletçilik, Kemalizm ve Sosyalizm düşmanlığını yineleyen ve hocasının ellerinden öpmeyi de ihmal etmeyen, kimilerinin "yönetmen" dediği Sinan Çetin'in, beyazperdedeki propagandası üzerine kısa bir eleştiri...
12 Eylül’le birlikte rafa kaldırılan ve yerini serbest piyasa ekonomisine bırakan, Kemalist ideolojinin altı ilkesinden biri olan devletçilik, SSCB’nin yıkılmasıyla beraber Türkiye’de özelleştirmeciliğin hâkim politika haline gelmesi sonucunda 34
mevzi kaybetmiş hatta tüm dünyayla eş güdümlü olarak ulus-devlet olgusu da sorgulanır hale gelmiştir. Bunun yanı sıra, ulus-devlet yapısının sonunu müjdeleyen küreselleşmeci anlayış giderek Türkiye’de etkin olmaya başlarken, “Kendi doğruları, istekleri ve seçimleri paralelinde davranabilme hakkına sahip hür birey anlayışını esas alan ve temelinde sınırlı ve sorumlu bir kategorik devlet zihniyeti yatan”1 liberalizm, devletçilik ilkesine karşı durmuştur. 1990'ların Türkiye’sinde giderek yaygınlaşan küreselleşmeci-liberal politikanın Türk sinemasındaki izdüşümü Sinan Çetin’in, 1999 yılında yönettiği Propaganda filmidir. 1948 Türkiye’sinde geçen film, Ankara’dan gümrük memuru olarak atanan Mehdi’nin, güneydoğu sınırındaki köyüne dönüp, belirsiz olan sınıra, dikenli tel ve gümrük kapısı yerleştirerek köyü ikiye bölmesi sonucunda yaşanan trajikkomik olayları aktarmaktadır. Birlikte Kurtuluş Savaşı’nda omuz omuza çarpıştığı, çocukluk arkadaşı Rahim’in de sınırın ötesinde kalmasıyla birlikte kendisini
ve
yetkilerini
sorgulamaya
başlayan
Mehdi,
öğrencileri
öğretmenlerinden, dostları, aileleri ve oğlu Âdem’le sevgilisi Filiz gibi âşıkları birbirinden ayıran sınır karşısında kendini kaybedip oğlunu, “sınır ihlali” gerekçesiyle vuracak hale gelmiştir. Bundan sonra devlet büyüklerinden de tebrik alan Mehdi, tüm sevdiklerinin sınırın ötesinde kamyona doluşup başka memleketlere gittiğini gördüğündeyse üniformasını ve yetkilerini bir kenara bırakıp kamyonda sevdikleriyle buluştuktan sonra, elinde Türk bayrağıyla gümrük kapısını yıkmış ve film köy halkının birleşmesiyle noktalanmıştır.
1
Aktaran, Murat Soydan, Siyasal Kimlik ve Sinema Dili İlişkisi: Sinan Çetin Örneği, Küresel İletişim Dergisi, 2006, Sayı 1, s. 2.
35
Propaganda, yaklaşmakta olan trenle birlikte Mehdi’nin üniformasının düğmelerine, yakasına, omuzlarına ve Türkiye Cumhuriyeti armalı askeri şapkasına yapılan yakın çekimlerle başlamakta ve alt açı çekimleriyle Mehdi bedeninde devlete ezici bir güç vermektedir. Garda toplanmış köylü halk da bayraklar ve marşlar eşliğinde treni ve Mehdi’yi beklemektedirler. Rahim ise arkadaşına bir at hediye etmekte, isimsiz olan bu ata Mehdi, Fransız ulusdevletini baskıcı bir güç haline getiren Napolyon’un adını vermektedir. Ata verilen isimden başlayarak film, halkın dilinden konuşamayan bürokrat, Âdem’in sevgilisi Filiz’e sulanan bir nevi filmin kötü adamının İsmet İnönü’yle bağlantısı olduğunun yinelenmesi, sınırdaki hata konusunda “Koskoca başşehir yanlış yapacak değil ya”, “Devlet hepimizin babası son sözü o söyler” sözleri, Mehdi’yi görene kadar Kürtçe konuşan ancak üniforma korkusundan “Güzel Ankara” marşını söyleyen yerel halka kadar hemen her sahnede devleti ve devletçiliği taşlamaktadır. Oğuz Demiralp, filmin politik düşüncedeki konumlanışı üzerine şunları söylemektedir: “Filmde olan bu tartışmalar aslında günümüzde Türkiye’de devlet kavramı üzerine yapılan tartışmaların bir yansımasıdır. Birçok kesimin on yıllarca dokunulmaz saydığı birçok kavram Türkiye’de tartışmaya
36
açılmıştır.
Film
bir
bakıma
Türkiye’deki
bu
liberal
eğilimin
temsilcisidir.”2 Bu liberal eğilim, filmde özellikle iki noktada kendini belli etmektedir. İlkinde radyodan, SSCB’nin Batı’dan gelen Marshall Yardım planına karşı koyacağını ve sosyalist rejimin tüm baskılara rağmen Berlin’in özgürlüğünü tanımayacağı duyulur. Sosyalizmi “nifak ideolojisi”3 olarak niteleyen Çetin, devletçilik ilkesini yürüten Sovyetlerin, Berlin Duvarının yıkılışıyla gelen çöküşüne de dikkat çekmekte ve eleştirisini kuvvetlendirmektedir. Diğeri ise Mehdi’nin ağzından dökülen sözlerdeki dönüşümdür. Başta “Her isteyen böyle gelip geçip, gelecek mi buraya, mallar böyle gelecek, böyle çıkacak, biz neciyiz ulan! Gümrük
neci?
Öyle
serbest
serbest
dolaşamazsınız,
bir
serbestliktir
tutturmuşlar. Gümrük çok önemlidir, gümrük milletlerarası zenginliği korur. Serbestlik neymiş? Serbestlikle olmaz, biz serbest bırakmayız arkadaş!” sözlerini söyleyerek Mehdi’nin üzerinden devletçi anlayışı somutlaştıran yönetmen, ilerleyen bölümlerdeyse “Napolyon devletin, ben devletinim. Geriye ne kaldı? Hiç?” sözlerini yine Mehdi’ye söyleterek karakterin dönüşümü üzerinden devletçiliğin de sınırlar gibi insanın doğasına aykırı olduğunu vurgulamak istemektedir. Filmin sınırlar ve ulus-devlet karşıtı tutumunda vücut bulması beklenen küreselleşmeci düşünce, Âdem’in Filiz’i Colorado’ya kaçırmak istemesi ve köylüler tarafından radyoda çalan Amerikan şarkılarının sevilerek
dinlenmesi
birbirlerinden
gibi
koparılsalar
sahnelerle bile
gösterilmiş,
küresel
olarak
bireylerin ortak
sınırlarla beğenilerde
buluşabilecekleri belirtilmek istenmişse de bu mesajlar oldukça yüzeysel kalmıştır.
2 3
Oğuz Demiralp, Sinemasının Aynasında Türkiye, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2009, s. 85. Aktaran, Soydan, 2006, s. 15.
37
Murat Soydan’ın “bireysel varoluşunun yanında, liberalizmin diğer boyutuna, sınırlı devlete ve bürokrasiye vurgu yapmış ve toplumun üstünde, varlığı kendinden menkul ve aşkın bir varlık olarak kurgulanmak istenen devlet anlayışını
eleştirmiştir”4sözleriyle
övdüğü
film,
Hekimoğlu
tarafından,
“Anarşizmden farklı olarak devlete değil, ideolojik anlamda devletçiliğe karşı”5 olarak tanımlanan liberalizmden uzaklaşarak, devletçiliğin ötesinde devletin ta kendisini taşlamaktadır. Zaten bir röportajda “…hınç almayacaksam film yapmam… Birey devletten önemlidir. İnsanlar zaten ceberut devletten, iş görmez bürokrasiden, bireyin yokluğundan sıkılmışlardı. Ben de bunlara tercüman oldum”6 diyen yönetmen, filmin sonunda, Mehdi’nin açılıştaki çekim açılarının aynılarıyla üniformasından arınması ve Ankara yani Türkiye Cumhuriyeti’yle özdeşleşen Mehdi’nin yardımcısı, filmin asıl kötü adamı Mahmut’un “Ankara’ya bildireceğim” tehditlerinin onu dinlemeyen asker tarafından “Ankara’ya söyle o kâğıtları g.tüne soksun” sözleriyle noktalandığı sahnelerde eleştirisini şiddetlendirmiştir. Bu eleştirileri yaparken film, güldürü 4 5 6
y.a.g.e. s. 11. Aktaran, Soydan, y.a.g.e. s. 2 Aktaran, Soydan, y.a.g.e. s. 16.
38
biçimi altında da olsa güneydoğuda çok eşliliği ve halkın cehaletini sempatik bir temsille sunmakta, Kemalist devletin halktan kopukluğunu vurgulamak için kullanılan yerel dillerde adeta karikatürü andıran tiplere başvurmakta ve eleştirisini şoven bir üslupla yaparak gerçekten de “hınç almaktadır”.
39
Kar Yangını Abdullah Rıdvan Can Akşam koyuluğu iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı kendini. Ağaçların dalları bembeyaz yemişlerle kaplanmıştı. Hafifçe serpiştiren kar her yanı bir anda bembeyaz bir tül ile örttü. Mahrem bir hale bürüdü her yanı. Fakat kar her yanı tertemiz boyamasına rağmen gökyüzünün kirli griliğini bir türlü silip atamıyordu tepemizden. Ayaklarımdaki çizmeleri sürterek yollarda iz yapa yapa ilerliyordum. Kafamı; bu eski püskü, bin yamalı gocuğumun içine çektim. Ellerimi birbirine sürtüyordum ısınmak için. Ceplerimde naylon torba vardı. Ola ki dedemlerin torbaları yırtıla... Köy meydanına açılan yolun henüz ortasındaydım ki bir ses işittim ilerden. Karşıya doğru gözlerimi kısarak baktım. Kar yeni tutmasına rağmen dedemle iki katırı kapkaranlık birer leke gibi gösteriyordu. Birden dedem olanca gücüyle bana doğru bağırdı. Dedemin acı feryadını getiren şu ayaz birden seğirtip köyün alt yanına doğru esmeye başladı. Babam yoktu yanında. Meraklanmıştım birden. Sonra ayağımdaki çizmelere baka baka koşmaya başladım. Kafamı bir kez gideceğim yere doğru kaldırıyor epey bir menzili hafızama kazıdıktan sonra tekrar öne eğip koşuyordum. Kar yağdıkça dedemin de o iki asi katırın da üzerlerini örtüp mahremine alamıyordu. Bir müddet sonra bayağı bir yaklaşmıştım. Artık iyiden iyiye dedemi görebiliyordum. Nefes nefese yanına vardım. Katırlar bir türlü yürümüyordu. Dedem yanına gitmemin verdiği rahatlıkla olsa gerek yerde üzerine kar kümelenmiş kalınca bir sopayı eline aldı. Karını iyice silkeledikten sonra ani hareketlerle elindeki çubukla katırlara vuruyordu. Her vurmasında gözleri biraz daha büyüyor poşunun içindeki yüzü gittikçe kızarıyordu. Sert hamlelerle vurmaya devam ediyordu. Bir ona bir ötekine... Katırların dişleri görünüyordu. Birinin inlemesini duydum o an. Dedem tüm olanlara rağmen hala vuruyordu. Birden durdu. Ellerini dizlerine koyarak eğilir bir vaziyette ciğerindeki soluğun hepsini bir anda boşalttı. Sonra doğruldu. Ciğerini havadaki soba kokusuyla iç içe geçmiş ayazla doldurdu. 'Babam nerde dede?' 40
'Onlar sınırda kaldılar, gece geç vakit gelirler' Soluk soluğa kalmıştı. Hemen elindeki çubuğa yapıştım. 'Dede ver, kendini yorma sen. Ben vururum.' Sadece gözleriyle yorgun bir bakış atabilecek kadardı takati. Aldım elinden çubuğu. Önde dedem arkada ben... Eve doğru, hızlanan karın altında, yuvarlana yuvarlana gidiyorduk. Yol alabildiğine ince alabildiğine boştu. Birer nokta nazarında yolun tam ortasında kara lekelerimizle karın mahremine girmeden yola koyulduk. 'Yörüyün! Geçmişine yandığımın züriyetsizleri. Yörüyün!' Dedem katırları bahçe kapısından geçirirken olanca sesiyle inletiyordu her bir yanı. Yolda vurmadığımı görünce sopayı da elimden almıştı. Katırlar acı acı çığlıklarla dedemin sopasından çıkan her 'şaklama' sesiyle bir adım daha fazla atıyorlardı. Bahçenin geniş boşluğundan kapının sağ yanındaki ahıra doğru yöneldiler. Nihayetinde ahırlarına girmişlerdi. Ya şimdi sırtlarındaki yükleri indirmeliydik. Dedem nefes nefese kalmıştı. Ahıra geçti. Gözlerindeki kızıllık kan rengine dönmüştü. Nefesinin yerini burnundan çıkan ve git gide sıklaşan buharlar almıştı. Usul usul gözlerinin akı çoğalmaya başladı. Sonra katırlara bakarak başını bir sağa bir sola salladı. 'Lan olum bizim sizden gayri kimimiz var? Ekmeğimiz sizsiniz aşımız siz... Ne diye inat edip kendinize zulmettiriyonuz? Ha?' Elindeki çubuğu bir köşeye attı. Katırların yanlarına gelerek başlarını okşamaya başladı. 'Bi daha aksilik etmeyin he mi? Edip de ekmeğimize kan doğramayın.' Sonra usul usul katırların sırtındaki yükleri aşağı indirmeye başladı. Bir yandan da benimle konuşuyordu. 'Nesim! Oğlum bakma sen dedenin böyle hırçınlaştığına. Bakma katırlara zulmettiğine. Bazen biz bozuşuruk' Sağ elliyle katırları okşadı. 41
'Öyle değil mi lan züriyetsizler?' Bir kıkırdama tuttu o vakit beni. Dedem de gözleri kısık bir halle usulca bana dönüp zoraki bir tebessüm attı. 'Daha ne uğraşıyon Ökkeş? Yetmedi mi yolda dertleştiğin katırlarla da burada konuşuyon?' diye bir sesle bozuldu ortam. Babaannemdi. İçimden elindeki tenekeyle ahırdan tezek almaya gelmiş olsa gerek diye geçirdim. Karın ayazı binmiş yemyeşil gözlerine üzerime dikti birden. 'Donup geberecen şu karda kışta. De geç içeri soyka.' 'Tamam, ana' derken başımı önüme eğdim. Bir an adım atamadım. Sonra hızlıca çıkıverdim oracıktan hemen. Koşarak sobanın yandığı odaya girdim. Oda karanlıktı. Kapı açıldığında karın beyazıyla sobanın kızılı bir an için ortamı aydınlattı. Kapıyı tekrar kapayınca coşkulu bir vehme bürünmüş soba içeriyi aydınlatmaya yetiyordu. Sobanın üzerinde teneke bir kapta bir şeyler ısınıyordu. Eğilip hafif kapağını araladım kabın. Çorbaydı kaynayan. Sonra eşikte bir müddet suyumu silktim. Çizmelerimi çıkardım. Çizmelerimi eşiğe düzgünce koymalı gocuğumu duvardaki değneğe dayayarak ısınacak pozisyona getirmeliydim. Sonra da bir köşeye çekilip oturmalıydım. Hepsi anamın sözleriydi. Birazdan kapı açılıverdi usulca. Kapı açılınca az önceki hal tekerrür etti. Lakin bu kez güneş tutulması gibi bir ahenkteydi ortam. Kapı kapanınca sobanın ateşine mahkûmluğumuz yeniden başladı. Kapı usulca kapandı. Önde anam arkada dedem... Dedem elindeki torbaları zoraki taşıyordu. Hemen yardımına koştum. Dedemim elinden göz ucuyla işaret ettiği torbaları aldım. Diğerlerini dedem odanın eşiğine bıraktı. Anam da elindeki tezek dolu tenekeyi sobanın önüne indirip kendini yere attı. Yorulduğunu belirtmek için bir iki garip ses çıkardı. Ben dedemin elindeki torbaları almış bir köşeye çekilmiştim. Her gelmesinde illa ki bir şeyler getirirdi. Elindeki torbanın birini açtı. Evvela anama aldığı hediyeleri vermeliydi. Yoksa çekilir işler yapmazdı. Elindeki torbadan yaldızlı bir uzun entari çıkardı. Boydan bir elbise... Anam az önceki yorgunluğu unutmuş dedemin elindeki elbiseye doğru uzanıyordu. Elbiseyi eline aldıktan sonra sobanın ışığına yaklaştırarak iyice bir süzdü baştan aşağı. 'kesene bereket herif' 42
'Möhim değil. Fazla ola da çokça alasın, ama yok işte' dedi iki elini iki yana açarak. Sonra öteki torbadan kırmızı bir çizme çıkardı. Nasıl da parlıyordu. Işıl ışıl. Elinden hemen kapıverdim. Sobanın başına geçtim. Sobanın ışığında çevire çevire sağına soluna iyice baktım şöyle bir. Kırmızılığı daha parladı sobanın başındaki ışıkla. Sonra dedeme fırladım. Eline yapışıp öptüm. Bir kıkırdama aldı dedemi. 'Dur! Dur deyyüsün oğlu! Dur diyom lan.' Sonra ikimiz birden gülmeye başladık. Anamın kıskanç gözleri, sobanın ışığının kızıllığından daha bir koyulukta bizi izliyordu. 'Bu ne dede?' dedim torbanın içine elimi atarken. 'Ha! O mu?' dedi kuşkulu bir ses tonuyla. ' Onu sana aldım. Bak bakalım neye benziyo?' İlk defa görmüştüm böyle bir şey. Biraz büyükçe bir şeydi. Metaldi. Demirdi belki de. Ama yok demir bu kadar hafif olmazdı. Üzerinde ufak ufak delikleri vardı. El yordamıyla çözmeye çalışıyordum bu şeyi. Neydi? Neye yarıyordu? Bir hamlede sobanın başına gittim. Soba, tezeklerini kül etmeye başlamıştı ağırdan. Oda elimdeki bu şeyi görebilmem için yeterince aydınlık değildi. Evirdim çevirdim bir türlü ne olduğunu algılayamadım. 'Dede ne ki bu böyle?' dedim meraklı bir ses tonuyla. 'Bilmem' diye uzatıverdi sesini muzırca. Sesinde bir alay ifadesi vardı. 'Git getir gaz lambasını da göstereyim neymiş o' dedi. Koşarak yukarı odaya gidecektim ki anam seslendi. 'Heç boşa getme. Gaz yok evde yarın görürsün artık' dedi. Ama bakmalıydım buna bu gece. Merakım körüklendikçe duramıyordum. 'Ana bi gidem de gaz alam mı Hüseyin Dededen?' dedim acınası bir edayla ya, anamın bana acır yanını görmek nerde. 'Otur oturduğun yerde kırk çalasıca. Gece gece ne gazıymış' dedi sinirli bir halle. Dedemin dizi dibine sokuldum birden. Ona kalsa korkmuyorsam giderdim de anam işte. Onun bu huysuzluğu ikimizi de çileden çıkarmıştı. Hele ki dedem hiç ses etmezdi. Yalnız kaldığımızda hep bana anamdan ötürü 'ite dalaşma çalıyı dolan' derdi. Dedem hep çalıyı dolana dolana sürdürüyordu ömrünü. Bir süre 43
kimsenin sesi çıkmadı. Ses iktidarı kısa bir fetretten sonra anamın soluğuyla bozuldu. Saltanat gene anamındı. 'Hele gaz almaya gideceğine get de katırların azığını hazır et' Başımı salladım sadece. Sadece kendi kendime... Sonra dedemin bana verdiği o şeyi alıp sağ elimle öte yanımda gizleyerek kapıya doğru yöneldim. Görmedi. Fark edecek diye korkudan titriyordum. Ses vermemiştim. Koyu karanlıkta bir hareketlilik hissedince, kalktığımı ve işe koyulacağımı anladı. Ama bu sefer de cevap vermeden kalkmama sinirlenmişti. 'Ne o lan? Yoksa bir hesaba koymuyon mu bizi?' 'Yok. Yok ana. Ne haddime' dedim. Sesim hafiften titremişti. Sobanın ardındaki değneğe dayalı olan gocuğumu el yordamıyla bulup sırtıma geçirdim. Sonra kapıyı araladım. Ki giriversin karın aydınlık yüzü kara hanemize. Dedemin yeni aldığı çizme eşik başında duruyordu. Eski çizmelerimi ayağıma takarken gözlerim onda asılı kalmıştı. Kapıyı kapattım ahıra doğru yürüdüm. Ahırdan içeri girdim. Elimdeki o şeyi, iç tarafa, kapının yanına bıraktım. Sonra dönüp baktım odaya doğru. Anam ardımdan gelebilirdi. Yapmadığı iş değildi onun. Kapı açıktı. Karın ışığı içeriyi biraz aydınlataydı. İçerde hafif bir aydınlık oluşmaya başladı. Git gide alışan gözlerimi de hesaba katarsak artık o şeyi görebilir ve ne olduğunu anlayabilirdim. Az ötede duran alkol şişelerine doğru yürüdüm. Tam elime alacaktım ki geri döndüm. Kapının yanına doğru seğirttim. Kapının önünde duran o şeyi aldım yavaşça ahırın kapısını kapatıp bahçe kapısına doğru yürümeye başladım. Parmaklarımın ucunda yürüyordum. Zira hem gecenin ölüm sessizliği hem anamı kulaklarının hassasiyeti beni her an yakalatabilirdi. Bahçe kapısından çıkınca derin bir nefes aldım. Elimdeki o şeye bakındım önce. Kar dinmişti. Hafiften atıştırıyordu ya o da dert değildi. Sonra o şeyi gocuğumun altına koyup yürümeye başladım. Gece kapkaranlık olurdu bizim köy. Dışarı kimse çıkamazdı kolay kolay. Ama bu gece... Dedemin verdiği o şeyi elimde evire çevire yola koyuldum. Karanlık karın durmasıyla daha bir bastırmıştı. Sadece içinde bulunduğum alanın beş metresine kadar görebiliyordum. Daha ötesi muamma... Hiçbir tereddüt yaşamadan karın 44
ince bir şeritle kapladığı yolda yalpalaya yalpalaya köy meydanına çıkan yoldan sık sık sağıma soluma bakarak devam ediyordum. Gecenin sessizliğini ötelerden öten birkaç çakal sesi bozuyordu. Bu kadar uzaktan gelmese bu yolu yürüyemezdim her halde. Çakalların bu sesine köydeki köpekler de karşılık verme yarışına girince ortalık bir anda ürkütücü seslerle çalkalanmaya başladı. Rahmetli anam 'hayvanlar gece çok korkarlar. Ondan ötürü hep ses çıkarırlar' derdi. Ben hiç anlayamazdım, hayvanlardan neyden korkardı ki? 'Cinler' derdi anam. 'Cinler musallat olur hayvanlara. Onlar taharetlenince pislikleri kalır üzerlerinde. Cinler de pisliği sever. Gelir, korkutur' derdi. Her halde gözlerimizde bir perde vardı. Ya niye görmeyeydik ki onları? Bu hayalle yürürken hayvanlar da kendilerini belli edercesine seslerini bir kesiyor bir avazları çıkana değin bağırıyorlardı. Hiç oralı olmadım. Biraz sıklaştırdım adımlarımı. Bir müddet sonra bayağı bir hızlanmaya başladım. Köy meydanına çıkmıştım sonunda. Kenarlardan gitmeli kimsenin dikkatini çekmemeliydim. Hele biri göreydi. Hele de anamın ahbaplarından biri... Usul usul ilerlerken etrafındaki surları belime kadar olan bir bahçenin yanına varmıştım. Süleymanların bahçesiydi. Azılı bir de köpekleri vardı. Hele beni görmeyeydi. Görse tanımaz gece gece basardı yaygarayı. İki de bir durup bahçeye baka baka yürüyordum. Birden gördü beni. Göz göze geldik bir an. 'Karaca sus olum benim' diye fısıldadım, ama nerde. Karanlıkta az ilerde hareket eden bir karartı vardı, karaca dinler mi? Bastı bir yaygara. İki-üç kez ağzındaki salyaları boşalta boşalta havladı. Neyse ki kimse çıkmadı. Kimse çıkmayınca yürümeye devam ettim. Fazla hızlı yürümemeliydim. Biri çıkıp hızlıca hareket eden bir karartı görse seslenirdi evvela ama bu sefer önce seslenmek yerine kurşun atabilirdi. Epey süredir birkaç hırsızlık vakası belirir olmuştu. Köy meclisinde konuşuluyordu. Hızlıca kendimi attım biraz daha yüksek bir surla çevrili yan bahçenin duvarlarının dibine. Öylece kalakaldım. Nefesim sıklaştıkça kalbimin sesini duyuyordum. Elimle bastırdım kalbime. Tüm korkum anamdı. Karaca bir iki havlamadan sonra kesti sesini. Rahat bir nefes alarak yola devam ettim. Daha vardı Hüseyin dedelerin evine. Köyün giriş tarafındaydı evleri. En ıssız yerde... Aslında orada da köpek vardı ya ne çare! Bayağı bir yol yürüdükten sonra vardım. Bahçenin kapısına gelince hiç ses çıkarmadan tahta kapıya sertçe vurmaya başladım. Köpek hemen havlamaya başladı. Soluk soluğa havlıyordu. Hüseyin dede kapıdan görününce susar gibi oldu, hırlamaya başladı. 'Kimsin?' diye bağırdı Hüseyin Dede, bahçeye çıkmadan odanın kapısından. Bir 45
daha vurdum sertçe. Ses vermemeliydim, zira yan komşular duyabilirdi. 'Kimsin lan?' Ses bu sefer biraz titrek çıktı. Hayalinde ne canlandı o an bilemem ama bir şeylerden korktuğu aşinaydı. 'Benim dede, Nesim' diye bir fısıltı bıraktım bahçe kapısından içeri. Ayazla beraber sesim de kulaklarını üşütmüş olacak ki bahçeye çıkmadan o da fısıltıma fısıltıyla karşılık verdi. 'Ne arıyon burda olum gecenin köründe?' 'Dede azıcık gaz alacaktım, lambanın gazı bitmiş de' 'Gece işi kör işi... get sabaha gel.' 'Etme dede o kadar yol geldim.' Bir an sükût kapladı her bir yanı biz sustuğumuz için olsa gerek köpek tekrar bir iki kez havladı. Korkusunu bastırmaktı derdi garibimin. 'De gel içeri o zaman.' Sesinde hafif bir isyan sezmiştim. İçeri girdi tahta kapı gıcırdayarak kapanmaya çalışıyordu. İçerden gaz lambasını almış, üzerine eski bir gocuk atmıştı. Ayaklarında, arkasını yatırdığı eski bir lastik ayakkabı vardı. Titreye titreye ahırın kapısını açtı. Samanların altına saklamıştı gazı. Üzerlerinde kalınca şallar vardı. Ahırın havası iyiydi. Şalları gaz bidonlarının üzerinden savurdu. 'Teneken nerde?' 'Dede teneke değil bir ufak kap olsa iş görür şimdilik' dedim. 'Lan sen eğleniyon mu benle gece gece?' diye inledi ahır aynı anda. Gözlerimi önüme diktim. Bir müddet öylece kaldım. Sonra sağ ayağımla yerdeki samanları karıştırmaya başladım. Daha fazla bir şey demedi. Öfkeyle yerde duran küçük teneke kabı kaptı. 'Gel de tut şunu' dedi dişlerini sıkarak. Hemen koşarak yanına vardım. Burnundan soluyordu. İçeride ılık bir hava 46
olmasına rağmen yine de buhar şeklinde çıkıyordu nefesi. Kabı doldurdu. Kapağını kapattı. Gaz bidonunun üzerilerini o kalın şallarıyla örttü. Samanları yığıverdi hemencecik üzerlerine. 'Sen get eve. Dedenle hesaplaşırız.' 'Sağ olasın dede' Hemen çıktım ahırın kapısından. Köpek beni görünce havladı. Arkamda kapıyı kilitleyen Hüseyin dedeyi görünce sakinleşti birden. Hüseyin Dede kapıyı kilitleyene kadar durdum oracıkta. Bana doğu döndü. Sesi biraz daha yumuşak çıktı. 'Dikkatli varasın eve' 'Olur dede' Elimde bir kap dolusu gaz, bahçe kapısından çıkıp köy meydanına doğru yürümeye başladım. Hava biraz daha puslanmıştı. Hâlbuki kardan sonra biraz açılırdı ortalık. Köy meydanına varacakken az ötede yürüyen iki kişi takıldı gözüme. Gözlerimi kısarak iyice baktım. Babamdı. Yanında da Süleyman'ın babası... Eve benden evvel giderse olacakları düşünmek bile istemiyordum. Hemen köyün üst tarafına çıkan yola doğru döndüm hızlı adımlarla. Yol bayağı uzamıştı ama sadece buradan gidebilirdim eve. Hem gözümün önünü daha iyi görebiliyordum. Son sürat koşmaya başladım. Bir elimle gaz kabını tutuyor diğeriyle ise dedemin verdiği o şey düşmesin diye gocuğumun cebine sımsıkı sarılıyordum. Koşarken gökyüzüne doğru kaldırdım bir ara kafamı. Gökyüzü yaz gecelerindeki lacivert rengini almıştı. Az önceki puslu hava da gidince artık önümü daha iyi görebiliyordum. Gözlerimi tekrar diktim yola doğru. Elimdeki bu gaz kabıyla da zor oluyordu koşmak. Köyün üst yanında, köyün her yerini gören bu bayırdan aşağı koşarken yolun kenarında bir üzüm bağı gördüm. Hemen yaklaştım bağa. Elimdeki gaz kabını bağın bir kenarına birikmiş taşlarının arasına sıkıştırıp koşmaya devam ettim. Kayabilme ihtimalim olmasına rağmen hiç bir şeyi umursamıyordum. Şu köşeyi de döndüm mü bahçenin kapısı görünür diye geçiriyordum içimden ki birden tüm heybetimle yere yığıldım. Ayağım, karın sulandığı yolun tam ortasından geçen su arkının içine denk geldi. Birden sırtüstü yere çakıldım. Yüzümde acımsı bir ekşime belirdi hemen. Elimle belimi tuttum. Bir müddet kalkamadım. 47
Babam girmediyse bile şimdi girerdi eve. Şu ruh halimle hiçbir şeyi kavrayamıyordum. Sadece bir an önce kalkıp eve geçmek istiyordum. Babamdan önce... Ayağa kalktım hızlı adımlarla yürümeye başladım. Belim öyle acıyordu ki hissetmemek için anamı düşündüm. Düşündükçe bir uzak mazi gibi kaldı belimin ağrısı. Nihayet bahçenin kapısından içeri girmiştim. Hemen ahıra yöneldim. Hızlı adımlarla yürüyordum ki kapının gıcırtısını duydum birden. Bahçeye girerken babamı yolda falan görmemiştim. O halde benden hemen önce biri gelemeyeceğine göre bu, evin kapısı olmalıydı. Arkamdan hala ses gelmediği için hızlıca kendimi ahıra attım. Kapı açık kaldı arkasına kadar. Kapıdan bahçenin ortasına doğru yürüyen dedeme baktım. Dedem kapıya doğru bir bakış attı. 'Bitmedi mi işin Nesim?' diye bağırdı. 'Az kaldı dede. Aha geliyom.' Dedem tatmin olmasa bile sıkışmış olacak ki hiç uğramadı ahıra. Hızlı adımlarla iki karış boyundaki surdan atlayıp bahçenin alt yanındaki tarlaya indi. Tuvalet için çıkmıştı besbelli. Bir süre öylece dedemi izledikten sonra içeri döndüğümde katırlar samanların kenarına sokulmuş uyuyorlardı. Hemen kaldırmam gerekti. Yoksa donup ölebilirlerdi. 'Belki de' dedim. 'Belki de çoktan ölmüşlerdir.' Hemen katırlara doğru yönelip ayağımla tekme atmaya başladım. Hafif bir kıpırdanma oluyordu ama arkası gelmiyordu. Koşarak ahırın kapısının önünde, iç tarafta, duran sıcak suları almaya seğirttim. Sulara elimi dokundum sular buz kesmişti. Tekrar katırların yanına gittim. Etrafta kalın bir değnek aradım. Hemen samanların üstünde duran değneği aldım elime. Hızlıca vurmaya başladım. Soluk soluğa kalmıştım. Ama yok, iki üç kıpırdanmanın dışında hiçbir tepki vermiyorlardı. Tekrar elimdeki değneği bırakıp kapının önüne seğirttim alkollerin ağzını açarak döke döke katırlara doğru koştum. Eğilip durumu ötekine göre daha kötü olanın başını kaldırdım. Ağzını aralayıp alkolü boşaltmaya başladım. Dili oynamıyordu. Acıdan dişlerini sıkıyordu sanki. Kocaman dişlerinin arasından buz gibi bir ayaz esiyordu. Ağlamaya başladım. 'Ne iş tutuyon daha burda?' diyip de benim o halimi görür görmez panikledi dedem. Hemen yanıma koştu. Katırlara doğru eğildi. 'Öldü mü? Öldüler mi?' diye bağırmaya başladı. O ara ben katırlara kapanmış ağlıyordum. Dışardan sesler geldi. Babam koşarak ahırın kapısına gelmişti. Bizi katırlara kapanmış bir halde görünce öylece durdu. Sonra yere çöktü. Hiçbir şey 48
diyemedi. Döndüm ağıtlı gözlerle babama baktım. Dizlerim kırılmıştı sanki. Öteden anamın ağıtlı sesi geldi. 'Ben dedimdi sana Ökkeş. Dedimdi bu mecnun bizi rezil eder deyi.' Dedem hiç sesini çıkarmadan çöktü bekledi bir süre. Anamın sesi gittikçe yükseliyordu kulaklarımızda. Dedem ayağa fırladı birden. Bana doğru hızlı bir adım attı kolumdan tutup körüklenen alev gözleriyle gözlerime baktı. 'Sen nerdeydin ya bunlar ölürkene? Ha?' diye fısıldadı. Sustum. 'Konuş lan! Konuş it herif!' diye inledi birden ahır. Bir tokat patladı kulağımın hemen dibinde. Sandım ki artık hiçbir şeyi duyamayacağım. Sonra bir tane... Sonra bir tane daha... Babam koştu geldi ama nafile. Dedem babamı eliyle kavrayıp itti bir köşeye. Bana doğru yaklaşırken bir yandan da soru soruyordu. 'Nerdeydin ha? Nereye gittin?' diye sinirden bilediği dişlerinin arasından çıkan o sözler gecenin ayazından beter üşüttü beni. 'Gaz almaya gettimdi dede. Gaz almaya...' daha cümlemi tamamlamadan bir tokat daha geldi. Boylu boyunca yere serildim. Bir yarım ahırın içerinde bir yarım dışarıda kaldı. Gocuğumun cebindeki o şey ahırın içine fırladı. Dedem bir hamlede eğilip o şeyi aldığı gibi ahırın kerpiç duvarına fırlattı. 'Şu zıkkım için mi gettin şerefsiz?' Bir buz parçası gibi savrulmuştu o şey. Karların üzerinde sağ omzum yerde öylece dedeme doğru bakıyordum hala. Bir an burnumdan bir sızıntı geldiğini hissedip elimin tersiyle silerek bakmaya kalmadan karın üzerine burnumdan iki damla kan düştü. Lacivert gökyüzünde asılı duran ayın şavkı, kanıma damlıyordu ışık ışık. Koşarak odaya gittim. Kapıyı itip kendimi eşiğe attım. Dizlerimi içime çekip ağlıyordum ki yanımda koru geçmiş bir tezek hissettim. Altında da özüne dönmüş naylon çizmelerim. Kan kırmızı...
49
İki İleri Bir Geri Bile Olamadık Osman Bahar Utancımızın 18’inci yılını da geride bıraktık. Utancımız diyorum çünkü Madımak’ta yakılan insanların yakılmasına ortamı hazırlayan sadece Sivas değil, halkın büyük kısmıydı. Daha öncesinde yaşanan nice faili meçhul cinayet, düşündükleri için idam edilenler, işkenceler, darbeler Madımak’a yol açan sebeplerdi. O yüzden Madımak’ı yakan sadece orada olanlar değildi. Zaten orada olup yakalananlar da gün geçtikçe tek tek birilerini yardımıyla serbest kaldı, kalıyor. O gün cinayet işleyenleri savunanlardan bazıları şuanda Türkiye’yi yönetiyor.
50
Sivas 93 Madımak Türkiye’nin ne ilk ne de son utancıydı. Günümüze baktığımızda ise Türkiye’nin 1993 yılından bu yana da hiç değişmediğini görüyoruz. En azından zihniyet olarak. Bugün yine aynı yoldan gidiyoruz. Yine cinayetler, işkence ile öldürülenler, düşündükleri için hapse tıkılanlar. Bir tek darbemiz eksik. Neyse ki o şimdilik uzak gibi duruyor. Ama tüm bunlara rağmen ağzımızdan demokrasi, gelişmişlik gibi kelimeleri hiç eksik etmiyoruz. Demokrasi dediğimiz şey, aslında bize o kadar uzak ki, yine de bu gerçeği görmezden geliyoruz. Tıpkı o dönemde olduğu gibi. Üstelik hiç ilerleyemeden olduğumuz yerde sayıyoruz. Bir Ergenekon çıktı, Balyoz çıktı ama hala sonuç yok onlarda da. Ne olduğu, gerçek mi uydurma mı olduğu hala soru işareti. Onlarca faili meçhul cinayetin sorumlusu hala ortada geziyor. Piyonlar yakalandıktan sonra olayın üstü kapatalıyor. Peki, biz nerede yanlış yapıyoruz? Neden yıllar geçmesine rağmen ileri gidemiyoruz? Hatta şu sorulmalı ki, biz nasıl bu kadar çaresiz kaldık ki Allah ya da din ve Atatürk’e sığınmaktan başka 3’üncü yolu bulamadık? Bunların en büyük sebeplerinden birisi herkesin sadece kendini düşündüğü bir ülke haline gelmemizdir. Aslında en büyük sorun bile diyebiliriz. Bugün hem ideolojik olarak hem de bedenen birbirimizden uzaklaşıyoruz. Her an her yerde kavgaya hazır bir toplum haline dönüştük. Bunu elbette bazı kesimleri hariç tutarak söylüyorum. Türkiye bugün Akp’li-Akp’li olmayan, MüslümanMüslüman olmayan şeklinde giderek ayrılıyor. 10 yıl önce bile iki farklı görüş oturup tartışabilecek düzeye gelmişken bugün kimsenin birbirine tahammülü yok. Bu durumun bizi ileri götürmeyeceği aşikâr. İkinci sebep ise hoşgörü eksikliği. 1993’te yakılan insanlar Allah, din, vatan uğruna yakılmadı mı? Hani İslam hoşgörü diniydi? Hani demokrasilerde insanlar birbirinin özgürlüğüne saygı gösterirdi. Biz hem demokratik hem 51
Müslümansak çifte kavrulmuş hoşgörülü olmamız gerekiyor. Alevi oldukları için koca ülke tarafından yakılan insanları yakanlar da Kadıköy’de içki içen gençlere saldıranlar da bu hoşgörülü insanlarımızdı. Biri bize hoşgörüyü yanlış anlattı galiba.
Kadıköy 2011 Sahi kaç kişi sahip çıktı acaba o gençlere yoksa “zıkkım içsinler” mi dendi? Hani nerede hoşgörü? Bu ülkede neredeyse her gün bir kadın öldürülüyor ve daha niceleri oluyor. Ne yazık ki o hoşgörü bir türlü ortaya çıkmıyor. Çünkü biz, asla bizden olmayana saygı gösteremiyor, onu hoşgöremiyoruz. Üçüncü sebep ise para. Bugün iktidarın peşinde gezen zenginlerin çoğu herhangi bir ideolojiye bağlı değiller. O çoğunluğun tek amacı “nasıl daha fazla para kazanırım? Cebimi nasıl doldururum” sorusuna yanıt bulmak. Diğer tarafta ekmek bulmaya bile zorlanan güzel insanım ise istikrarın ülkeye faydalı olacağı cümleleriyle kandırılıyor ve oyları alınıyor. Bir de Anadolu insanımızın dinine fazla düşkün olması, oy kullanırken duygusal davranmaya yol açıyor. Ne kadar kötü bir parti olursa olsun eğer Müslümanlığa oynuyorsa zamanla belli bir oy kitlesine ulaşıyor. Halkımızın artık duygusal tavırla oy vermeye, parayı düşünmeye bir son vermesi gerekiyor. Eğer bazı şeyleri aşamazsak bu ülkede daha nice insan yakılır, nice Engin Çeberler işkenceyle ölüme itilir, bugün Kadıköy’de olan saldırı yarın başka yerlerde olur ve bizler bunların arkasından ağlamaya devam ederiz. Sivas’ta Temmuz Ateşi
52
Temmuz ayıydı, 35 can, Ellerinde barışın manifestosu yarının türküsünü söylüyorlardı Sivas’talardı ve yalnızlardı Havada yanık kokusu, Havada kan kokusu vardı Sivas’ın eti bıçak gibi kesen soğuğu yerini, zebanilerin körüklediği Temmuz ateşine bırakmıştı Sivas’ta yakılan ateş kor bir ateş gibi düşüyordu yüreklere 35 can barışa çağırıyorlardı Temmuz ayıydı, Sivas’talardı Dillerinde barış türküsü Halkı selamlıyorlardı Aldırış etmeden, etlerini kavuran sıcağa Gülümsüyorlardı Ve “gel ne olursan ol yine gel“ Diyerek semah dönüyorlardı Zebaniler insan kılığına bürünmüş Hayvani çığlıklar atarak Ölüm danslarını yapıyorlardı Sivas’taydı 35 can, yanıyorlardı Kaldırımlar, kaldırımlığından utanmış Evler, evliğinden utanmış Ağaçlar, ağaçlığından Güneş utanmış gördüklerinden, yüzünü saklamıştı Kuşlar, karıncalar, sinekler hayvanlığından Zebaniler gülüyorlardı. zebaniler “yağın la yağın“ naraları atıyorlardı Sivas’ta, temmuz ayıydı Sivas yandı, madımak yandı Eller yandı, Gözler yandı, 53
Yürekler yandı çıkan duman bütün ülkeyi sardı Sene doksan ikiydi. Temmuz ayıydı, Sivas’talardı Yanan insanlıktı. Fethi Aslan
54
Dünya Aydınlık Olsaydı Sanat Olmazdı! Mustafa Balbay Başlık, Albert Camus’nün sözü… Sanat, yeryüzünde insanlığın, karanlığa karşı mücadelesinde en önemli güçlerden biri olmuştur. Sanatın bu gücünü bilen yöneticiler tarih boyunca iki yöntem arasında gidip gelmiştir: 1- Tamamen kendi kontrolü altına almak ve kullanmak. 2- Tümüyle yok saymak ve ortadan kaldırmak. Bu iki yöntemin coğrafyası da yoktur. Hemen her yerde aynı yaklaşımla karşılaşmıştır sanatçılar. Ama ne olursa olsun, kaybetmiş gibi görünseler de kazanan hep onlar olmuştur. Büyük sanatçılar için vatan ve zaman tartışması olmaz. Onlar nereye giderse gitsin, doğduğu toprağın insanıdır. Zaman kavramı da işlemez onlara. Hatta zaman geçtikçe tazelenirler. Yeri geldikçe aktarmadan geçemediğim bir Çin sözüdür: Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit. Buna benim kendimce bir ekim var: Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir.
*** 55
Anadolu’nun en eski sanatçıları ozanlarımızın “söz sanatının” bütün inceliklerini kullanarak yazdıkları dörtlükler hala güncel değil mi? Yüzlerce yıl öncesinden bugüne ışık tutmuyorlar mı? Yunus Emre’nin şu sözünden daha hümanist kaç söylem vardır: “Bir insanı incittinse, bu kıldığın namaz değil!” Bugün Türkiye’de, dini araç, vahşi kapitalizmi haraç edinmiş bir iktidar var. Doğal olarak sanata karşı. Olsa olsa ne kadarını kullanabilirim diye bakıyor. Ötesi batıyor. Hele birazcık gerçekleri söyleyen varsa, kendisine yeryüzünden köşe beğensin! Hükümet kadrolarının sanata şaşı bakışı yetmiyormuş gibi, kimi sorumlu noktadaki sorumsuzlar, özel kurumların sanata olan desteğini bile yönlendirmeye girişebiliyorlar! “Onu değil bunu destekleyin” diye dayatıyorlar. Şunu da en iyi iktidardakiler biliyor: Sanata bulaşmış bir kişi, bağnazlaşamaz… Onu, körü körüne bir düşüncenin peşinden sürükleyemezsiniz…
*** Bu durumda ne yapmalı? Sanatın gücüne inanan herkes, bütün gücüyle sanatı desteklemeli. Evet, karanlığa sürükleniş var. Ama bu karamsarlığa sürüklememeli bizi. O zaman karanlığa biz davetiye çıkarmış oluruz. Son gelişmeler, toplumsal mücadelenin bir dayanağının da sanat olduğunu gösterdi bize. Resim sanatından söz sanatına, tiyatrodan müziğe her alanda sanat toplumla buluşmalı… Sanatın aydınlığı, yüzü karanlığa dönük herkesi kuşatmalı… Bir anlamda karanlığın kuşatmasını tersine çevirmeli… 56
Gelin; sadece sanatı sevmekle, sanatçılar zor duruma düşünce onları desteklemekle kalmayalım… Sanatla iç içe olmayı bir yaşam biçimi olarak yerleştirelim. O gün kendimizi daha güçlü hissedeceğiz… Sanatın ışığı boş sandalyeleri, salonları değil, insan yüzlerini aydınlatmak ister… Not: Mustafa Balbay tutuklu olduğu için bu yazıyı Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Temsilcisi Sayın Serdar Kızık’ın izniyle yayınlıyoruz.
57
www.azizm.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
58