Azizm Sanat E-Dergi
Ocak 2014 Sayı 73
Hollywood Aksiyon Sinemasında Erkeklik Nazım Hikmet’in Tiyatrosu
Film Eleştirileri: Kusursuzlar, Hobbit, Rambo,Tango ve Cash, Zor Ölüm
1
Genel Yayın Yönetmenleri Onur Keşaplı Selin Süar Yayın Kurulu Can Önen Engin Taş Gökhan Baykal Osman Bahar Özgür Keşaplı Didrickson
Ön Kapak: Rambo 3 (1988) – Peter MacDonald Arka Kapak: Kusursuzlar (2013) – Ramin Matin
azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
2
Editörden Geride bıraktığımız yıl, Yeni-Osmanlıcılar için 2014’e uzanan bir kâbusa ev sahipliği yaptı. Egemen yapı, gerici kitle inşasının son perdesine girdiğini düşünürken karşısında vahşi saldırıyla bile geri adım attıramadığı toplumsalı buldu. Egemenlerin ilkelliğini ve ideolojilerini şekillendiren dinamiklerin tamamındaki gericilik, yıl sonunda ayakkabı kutularından bile taşar oldu. Ama nasıl ki Osmanlı, daha büyük egemenlerin ihtiyacı doğrultusunda yüz yıl kadar yaşayan ölü olarak günlerini sürdürmüşse, Yeni-Osmanlı da benzer bir ihtiyaçlar listesi vesilesiyle karşımızda durmayı sürdürüyor. Küreselliğini sürdürme gayesindeki insanlık düşmanı sistem için ideolojilerindeki yıkıcılık ve primitif zihniyetleri, ölü veya diri gerekli. Tam da bu yüzden vitrinlerin tazelenmesi veya irili ufaklı oyuncuların değişmesi köklü bir dönüşüm getirmeyecek. Buna karşın 2013’te ideallerini yeryüzüne indirenler ve tehlikeyi apaçık görenler, 2014’te bu amaçlarını gerçekleştirme savaşımına bir an evvel girmeli. Sanat cephesine doğru keskin bir geçiş yapacak olursak, sansür gibi gericilik için atom bombası gücündeki bir silahla başta tiyatro olmak üzere sanat disiplinlerinin tamamına karşı sıcak savaşa girişen, heykel yıkımı gibi binyılların geleneksel yöntemlerini de es geçmeyen, “canlı yayında sansür” gibi fütürist denemeler yapan ve paralı film kanallarından DVD’lere, liberalizmin iki yüzlüğünün kanıtı olarak da okunabilecek kesmelere başvuran bu zihniyetin ölü haliyle neler yapabileceğinin kanıtı ise +18’lik olarak nitelediği filmlere devlet yardımını kesmek oldu. Kaybedecek zaman yok.
Yeni yılın ilk sayısında, soL Gazetesi köşe yazarı Özgür Keşaplı Didrickson, yukarıdaki satırları da göz önüne alarak okunması gereken bir denemeyle Azizm Sanat EDergi’de. Uğur Mumcu’dan Hrant Dink’e, basın tarihimizin en büyük ve yıkıcı kayıplarını yaşadığımız Ocak ayında, bu kayıpların en genci Metin Göktepe’yi saygı ve özlemle anarken faili meçhul kalmayı sürdüren bu cinayetlerin aydınlatılamadığı bir 3
ülkenin asla aydınlığa varamayacağını hatırlatmak istiyoruz. Bu ay dördüncü bölümünü yayınladığımız “Sinema ve Erkeklik” yazı dizimizde bu kez 1980’ler Hollywood’unda emperyalizm adına dünyayı kurtarmaya soyunan kas yığını kahramanlar kuşağını ideolojik bir değerlendirmeyle işliyor. Diğer sinema yazılarımızda ise Peter Jackson’ın Orta Dünya sömürüsünün son halkası “Hobbit” üzerine bir eleştiri ve son Altın Portakal’da büyük ödülü kazanan, Ramin Matin’in yönettiği “Kusursuzlar”ı ele alıyoruz. Şiirimiz dev çınarı Nazım Hikmet’in doğum gününü kutladığımız bu ay, Mavi Gözlü Dev’in şiirinin gölgesinde kalan oyun yazarlığına dair kapsamlı bir makale yayınlıyoruz. Sahne sanatlarında ayrıca, Brecht’in en büyük yapıtlarından “Kafkas Tebeşir Dairesi”nin son uyarlaması üzerine bir değerlendirme yer alıyor. Birbirinden özgün şiir, deneme, öykü ve tefrika roman “Geyiklerin Komplosu”nun beşinci bölümü de Azizm Sanat E-Dergi’de.
Karanlığı topyekûn defetmek üzere, sanatla kalın…
Azizm'in Notu: Önümüzdeki ay “Ekoloji ve Sanat” dosyasını işleyeceğimiz Azizm Sanat E-Dergi Şubat sayısı için öncelikle dosya kapsamında olmak üzere dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, resim, video ve fotoğrafı 2 Şubat tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.
4
İçindekiler İnsanca Yaşamak ve Sol Cephe – Özgür Keşaplı Didrickson
s.6
Mühürlü Sorular – Selin Süar
s.9
Senaryosuzluğun Çoraklaştırdığı Hobbit – Onur Keşaplı
s.12
Sinema ve Erkeklik 4- Reagan Döneminde ‘Sert’ Erkeğin Yükselişi ve Düşüşü – Can Önen
s.16
“Kusursuzlar” ya da Burjuvazinin Kusurları – Selin Süar, Onur Keşaplı
s.29
Şiirinin Gölgesindeki Tiyatrosuyla Nazim Hikmet – Ahmet Can Pehlivan
s.32
"Kafkas Tebeşir Dairesi" ve Epik Tiyatronun Dönüşü – Onur Keşaplı
s.45
Hata – Fırat Tunabay
s.49
Sümerli Gelin (şiir) – T. Ayhan Çıkın
s.51
Kışkırtmak – Hasan Cüneyt Bozkurt
s.52
Geyiklerin Komplosu (bölüm 5) – Kamil Murat
s.57
Yol Uzun Hayat Kısa ve Sanat; Bitmeyecek Bir Rüya – Nur Gözde Yılmaz
s.74
Çığlık (şiir) – Rabsız Kafiyeler
s.77
5
İnsanca yaşamak ve Sol Cephe Özgür Keşaplı Didrickson Juneau, Alaska’ya döndüm. Her yer kar. Van depremi sonrası ne zaman buzula gitsem yüzümde beliren sevince çok geçmeden burukluk gölge ederdi. Nerde olursa olsun üşüyenleri düşününce dünyanın adaletsizliğinden çatlardı ellerim; soğuktan değil. Türkiye’den dönmeden önce de sık sık Van’da üşüyen insanlarımızın haberlerini okudum. Aklıma aylarca kullanılmayan yazlıklar geldi. Bir yerde başını sokacak sıcak bir çatıya sahip olmayanlar, diğer yanda birkaç ay kullanmak için ve çoğunlukla yaban hayatını da evinden ederek yapılmış konutlar. Ne kadar düşünürse insan, o kadar utanma duygusu sokuluyor içe. Beyaz, adaletsizlikleri en iyi hissettiren renk belki de.
Ya ateş kızılı? Hiç üşümeyen, utanmayan, işte bu nedenle büyük bir pişkinlikle yolsuzluk yapabilenlerin haberleri gündemimize düşmüşken bir insanımız kendini Meclis önünde açlıktan ateşe verdi. İnsan çaresizliğini en keskinleştiren midir açlık? İnsanların açlığını, çaresizliğini siyasi amaçları için sömürenlerin zalimliğinin akla cehennem ateşlerini, kuyruklu şeytanları getirmesine şaşmalı mı?
İşsizlik korkusu, aç kalma korkusu derken sömürü, baskı ve haksızlıklar altında ezilen; yaşam alanlarına, yaşamına sürekli müdahele edilen halk... Ve sonra kıyametin üzerine kolkola, şarkılarla yürüyen bir halk. Korku dahil tüm insanca duyguları taşıyarak çağlayan insanlar. Çağlayandan bir adım ötede yürüyen ve ateşi yiyenler; ölümsüzlükte yerlerini alan direnişin gençleri.
Yürüyüş, direniş bitmedi. Her yanımız yalanla, yolsuzlukla, rantla, talanla doluyken, bilime kulaklar bunca tıkalıyken, siyasi etiğe sahip olmayanlar yerlerinde otururken nasıl bitebilir ki? Sınıfsız, sömürüsüz, aydınlık bir gelecek için bilginin rehberliğinde 6
direnme gücümüz de sönmedi. Daha ileriye yürüyebilmek için haksızlıklara uğrayan herkesi kucaklayan Sol Cephe kuruldu. Örgütlü direnmek ve siyasete müdahele etmek için siyasi partilerin ötesindeki bu çatıda toplanabiliriz.
Bunca yol geldikten sonra güçten düşmemeli, tersine daha da güçlenmeliyiz. Bizi ayıran şeylerle konuşmayı adet edenlere inat, bizi birleştirenlerden söz etmeliyiz. Bizleri en çok birleştiren şey insanca yaşama ihtiyacı değil midir? Farklılıklarımıza göre ihtiyaçlarımız değişebilir ama kimsenin aç ve yoksul kalmaması, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanabilmesi, sömürüye ve baskıya uğramaması ulaşılması zor bir hedef mi?
Çeşitli engelleri ve farklılıkları olan insanlardan yalnızca günün belirli günlerinde söz edilmesine öylesine alıştık ki, sorunlarının pek farkında değiliz. Oysa bilsek tüm farkılıklarımızla hepimiz için daha fazlasını, örneğin sınıfsız ve bilimi içselleştirmiş bir toplumu isteyeceğiz. Bu toprakların tüm körleri, tüm eşcinselleri, tüm şizofrenleri tek bir etnik kökenden olamayacağına göre onların yardımıyla belki emperyalizmin işine gelen kimi farklılıklarımızı da yalnızca zenginliğimizi vurgularken hatırlayacağız. Açlığa, yoksulluğa, soğuğa, türlü zorluklara karşı direnen emekçilerle birlikte tüm yaşamları boyunca direnen körler, eşcinseller, şizofrenler ve yaşamı zorluklarla savaşarak geçen daha nice güzel insanı hatırlamak, onlarla birlikte savaşmak, direncimiz sönmeye başladığında çıra görevi görmez mi?
Bunca yalan, dolan arasında camide içki içilmediğini söyleyen imam geldi aklıma. İster inançsız, ister inançlı olalım dürüst olmak ve yalanın karşısında durmak değil mi bu örnekte de bizi birleştirecek olan? Diğer yandan güneşe akın etmiş direnişçilere “marjinal” diyen eski AKP’li Lütfü Savaş’a kendimizi yakın hissedebilir, 3 gencini toprağa veren Antakya’da CHP belediye başkanı adayı olmasını normal karşılayabilir miyiz? 7
Gün bizleri birleştirip güçlendirecek değerlerin peşinde koşmanın günü. Örgütlenerek ve sap ile samanı birbirinden ayırarak. Direnişte ölen gençlere ve güneşli günleri hakeden tüm çocuklara borcumuz değil mi bu?
***
Birlikte yürüyerek güneşi zapt edeceğimiz bir yeni yıl dileklerimle…
8
Mühürlü Sorular Selin Süar Her akşam paket halinde sunulan haberleri izleyen birçok kişi kimi zaman savaş meydanından, kimi zaman en soğuk yerden titreyerek, bombalardan kaçınarak konuşmaya çalışan muhabirleri fark eder. Oysa bunlar sadece görebildiklerimizdir. Ajanslara düşen sıcak gelişmeleri elimizin altında bulunan cep telefonlarından an be an takip edebilme lüksümüz olsa da bir basın mensubunun çektiği çileyi gündelik hayatımız çerçevesinde fark etmemiz pek de mümkün değil.
Zaman kavramını
hayatlarından çıkararak kimi durumlarda günlerce uyumadan çalışan, birçok kez hayatlarını hiçe sayarak haber ulaştırma tutkusu içinde olayın en yakınına kadar giden; bu da yetmezmiş gibi eğer kazasız belasız ortamdan ayrılabilirse yaptığı habere burun kıvırıp gerçekleri görmezden gelen ana akım medya sözcüleriyle cebelleşen basın mensuplarının aklındaki birincil endişe, vatandaşa doğruları ulaştırabilmek. Uluslararası Gazeteciler Federasyonu tarafından belirtilen mesleğin etik ilkeleri şu şekilde yer alır: Gazeteci hiçbir çıkar çatışmasının içinde yer almamalıdır. Gazeteci savunuculuk yapamaz, aksi takdirde gerçeklerden ve bağlamdan uzaklaşır ve gerçekleri çarpıtır. Gazeteci, siyasi iktidarlar veya başka güç odaklarının her türlü müdahalesinden kendini uzak tutmalıdır. Gazeteci herhangi bir siyasi etkinlikte taraf olamaz. İlk bakışta kolay geliyor, ancak faili meçhul cinayetlerin diz boyu olduğu dünyada tek bir amaç için ‘kim vurduya giden’ öyle çok kişi var ki… Bizim gördüklerimizin ötesinde, ortalama 50 bin Lira’cık olan ve kanalın üzerine zimmetlediği kamerasını canından öte sayıp ona zarar gelmesin diye bin bir şekle girerek korumaya çalışan kameramanlar, fotoğraf makinesini bedeninin bir parçası haline getiren gazeteciler her gün, her an görevlerinin başında oluyorlar. Dolayısıyla her şey olup biterken kimi zaman halk, kimi zaman polis güçlerince rahatsızlık veren bir sinek gibi görülüp ilk 9
darbeyi de onlar alıyor; bundan 18 yıl önce, 8 Ocak 1996 tarihinde Ümraniye Cezaevi'nde öldürülen tutukluların cenazesini izlemek üzere Alibeyköy'e giden, ancak sarı basın kartı olmadığı gerekçesiyle ilçeye sokulmayan 28 yaşındaki gazetecinin başına gelenler gibi… Haberi izlemekte ısrar edince gözaltına alınan yüzlerce insanla beraber Eyüp Kapalı Spor Salonu'na götürülen ve polislerce dövülerek öldürülen Metin Göktepe gibi…
6 Şubat 1997’de başlayan dava sürecinde duruşmayı 200’e yakın yerli / yabancı basın mensubu izledi; davaya müdahil olan 350’den fazla avukatın yanında. Elbette ki müdahil avukatlar bir yılı bulan süre içerisinde çeşitli engellemeler, yıldırmalarla karşılaştı. 1999 yılında kasten adam öldürmek suçundan, baklava çalan çocuktan daha az hapis ve komik para cezalarına çarptırılan failler 19 Aralık 2007’de yürürlüğe giren Şartlı Tahliye ve Ceza Erteleme Yasası kapsamında bırakıldılar. Göktepe’nin ailesi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvursa da, sorumlu polislerin yargılanıp 10
cezalandırıldığı ve devletin de tazminat ödediği gerekçesiyle reddedildiler. Defalarca kendime sordum; suçlu kim? Emir alan ve görevini yapmak zorunda bırakılan polis mi, emri veren kişi veya kişiler mi, yoksa mesleğinin gereğini yerine getirme amacıyla olay yerine giden Göktepe mi? Habercilik mesleğinde “sözün bittiği an” tabiri sıkça geçer ve bermuda şeytan üçgeninden oluşan bu soru da kaos ortamlarının yaşandığı zamanlarda vurgulanır. Metin Göktepe ve daha nice faili meçhul olayları da sözlerin bittiği ve insanın vicdanıyla baş başa bırakıldığı mühürlü sorulardan…
11
Senaryosuzluğun Çoraklaştırdığı Hobbit Onur Keşaplı
Peter Jackson'un, aralarında Guillermo Del Toro’un da yer aldığı kalabalık bir yazar grubuyla birlikte senaryosunu yazdığı ve yönettiği, Tolkien'in "Hobbit" adlı kitabından toplam dokuz saatlik bir üçlemeye dönüşen serinin ikinci bölümü "Smaug'un Çorak Toprakları", geçtiğimiz ay gösterime girdi. Tolkien'in feodalite yanlısı, sanayi devrimi ve modernite karşıtı Orta Dünya evrenine dair on yıl aradan sonra gerçekleşen bu ikinci üçleme, tıpkı "Yüzüklerin Efendisi" gibi özel efektleri, makyaj ve yapım tasarımlarıyla öne çıkıyor. Buna rağmen bekleneni karşılayamayan seri, senaryoyu son yıllarda ısrarla görsel gücün arkasına iten egemen sinema algısının iflası olarak nitelendirilebilecek heybetli bir hezimet.
12
Başkentleri Erabor'un, ejderha Smaug tarafından ele geçirilmesiyle birlikte yurtsuz kalan Cücelerin, tahtın varisi Thorin önderliğinde, büyücü Gandalf ve Hobbit ırkından Bilbo Baggins'in de yardımıyla ülkelerini kurtarma mücadelesinin anlatıldığı üçlemenin ikinci bölümünde, Sisli Dağları aşan ekibin, Mirkwood ormanını geçişi ve Erabor'a ulaşıp Smaug'la karşılaşmalarını seyrediyoruz. Klasik öykülemenin gerektirdiği şekilde tek bir zirve noktasına sahip "Hobbit"in, üçe bölünüp, senaryo ekibinin her bir bölüm için yeni girişler, gelişmeler ve sonuçlar yaratma çabasıyla filmleştirilmesi, yapıtta onarılamaz gedikler açıyor. Karakterleri izleyiciye tanıtmak, motivasyonlarını aktararak etkileşim sağlamak ve beraberinde özdeşleşmeye varmak için filmlik zaman açısından uzun saatlere sahip senaristlerin, ana akım için olmazsa olmaz bir temelin altından kalkamamaları yedinci sanatın geleceği açısından ürkütücü. "Yüzüklerin Efendisi"nde izleyici tarafından benimsenen ancak "Hobbit"te yer almayan karakterlerin uyarlamaya eklenmeleri, aynı müziklerin kullanımı ve elbette kesmeye dayalı yüksek kurgu ritmi, izleyicide "Yüzüklerin Efendisi'ni izliyormuş" hissi yaratmak için tekrar edilen yöntemler. Fakat karakter inşasının zayıflığı buna engel oluyor. Cücelerin onyıllardır beklediği kurtarıcı olan Thorin'in 13
silikliğini, ilk filmi de sayacak olursak, beşinci saatte farkeden senaryo ekibi, karakterin o ana kadarki tercih ve kararlarıyla örtüşmeyecek bir tirad atmasına izin veriyor. Kimliğini ve planını o ana kadar sır gibi saklayan Thorin'in, bir anda ülkemizin vasat siyasilerinin seçim nutuklarını andıran bir konuşmaya girişmesi, epik müzikle desteklenmesine rağmen izleyicide arzu edilen karşılığı bulamıyor. Eleştiri adına ele alınabilecek bir temaya, önermeye hatta senaryoya, ama en kötüsü de manaya bile sahip olmayan serinin, bir an önce sonlanması ve Peter Jackson'un, yaklaşık bin sayfalık Orta Dünya yapıtı "Silmarillion"u uyarlamamasını dilemekten başka şansımız kalmıyor.
Önemli kalemlerin bir araya gelip, romandan uyarladıkları senaryo nasıl bu kadar zayıf oluyor? "Hollywood'da konu tükendi" yanıtı, klişe olmasının yanı sıra yetersiz. Ülkemiz dahil olmak üzere, kısa veya uzun metraj film yarışmalarında yükselen küresel eğilimin, görüntü kalitesi öncelikli oluşu ve senaryo ne kadar vasat olursa olsun çekim, efekt ve oyuncu kalitesi üzerinden ilerleyen beğeniler, tükenen konvansiyonel sinemaya can simidi oluyor. Bu durum, zaten izleyiciyi kestirme yoldan duygulanımlara sürüklemekten başka bir gayesi olmayan Hollywood'un, senaryo derinliğinden tümüyle uzaklaşması anlamına geliyor. Sinema dergisi Arka Pencere'deki söyleşide, Haneke'nin görüntü yönetmeni Christian Berger'in, "Güzel görüntülerle iyi film olmaz! Bakıyorumda şiirsel ve şahane görüntüler var filmlerde, 14
ama hikayeye, karaktere hizmeti nedir, meçhul!" sözleri, sinemanın görüntü cephesinde de senaryoyu öteleyen algıya karşı seslerin yükselmeye başladığını kanıtladığı kadar, yedinci sanatı kuşatan ve önüne geçilemeyen içeriksizliğinin de vardığı noktayı gözler önüne seren önemli bir çıkış.
15
Sinema ve Erkeklik 4- Reagan Döneminde ‘Sert’ Erkeğin Yükselişi ve Düşüşü Can Önen 1980’li yıllarla birlikte yaşanan neo-liberal ve muhafazakâr dönüşümlerin farklı ulusal sinemalardaki erkek temsilini incelemeye devam ediyoruz. Geçen sayıda İngiltere’de ‘Iron Lady’ döneminin siyasi gündemlerinin işçi sınıfı temsiline etkisine odaklanmıştık. Bu sayıda ABD’yi, Ronald Reagan dönemini ele alıyoruz. Bu dönem ABD siyasi yaşamında önemli bir kırılma noktasıydı. Bir önceki dönemde önemli kazanımlar elde edilen radikal toplumsal hareketler, özellikle de kadın hareketi 1970’li yıllar boyunca Amerikalı muhafazakârları çileden çıkarmıştı. Temel motivasyonu, mevcut toplumsallığı veri kabul ederek onu korumak olan muhafazakârlık açısından yükselen kadın hareketinin, hâlihazırdaki erkek egemen yaşam tarzına dönük bir tehdit olarak algılanması ve muhafazakârlığın buna tepki duyması son derece anlaşılır görünüyor. Bu rahatsızlık, 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren hâlihazırda ana akım sinemada karşılık bulmaya başlamıştı. Henüz muhafazakârlığın siyasi iktidara erişemediği bu yıllarda söz konusu tepkiselliğin sinemasal karşılığı özellikle korku türündeki örneklerde hissediliyordu. Geniş bir izleyici kitlesine sahip olsa da ele aldığı konu ve işlediği temalar itibarıyla genellikle kadın seyirciyi korkutmayı amaçladığı aşikâr olan bu filmler, henüz iktidarda olmasa da ideolojik düzlemde muhafazakârlığın artan ağırlığının da işareti ve geliyorum diyen bir tehdidin somut ipucu olarak okunmalı.
1981’de Reagan’ın Başkanlığıyla birlikte, ataerkil toplumsal yaşantıya ve erkek egemenliğe dönük tehdit olarak algılanabilecek kazanımlara karşı iç siyasette ciddi bir karşı saldırı başladı. ABD siyasi yaşamındaki bu değişim, Reagan döneminde yaşananların yalnızca bir boyutu. İç siyasi dengelerde yaşanan değişime paralel 16
olarak, bu dönemde soğuk savaşın iyiden iyiye sertleşmesi, Reagan iktidarının dış politikada önceki dönemde yaşanan hayal kırıklığı ve yenilgilere bir cevap anlamına da geldiği üzerinde durulmalı. Neo-muhafazakâr iktidar, önceki dönemde sosyalist blok karşısında geri düşen, giriştiği dış politika hamlelerinde ise hüsrana uğrayan bir tarzdan, ayağa kalkan ve karşı tarafı elimine etme iddiası taşıyan bir tarza geçiş anlamına geliyordu. Bu tarz-ı siyasetin sinemasal karşılığının ise, Vietnam benzeri yenilgileri boşa düşürecek biçimde, geçmişi yeniden üreten, güncel bazı dış politika konularındaysa tutturulan sert politika tarzıyla uyumlu bir üsluba denk düştüğünü söyleyebiliriz.
Bu noktada, neo-muhafazakâr iktidarın iç ve dış siyasetteki bu birbiriyle bağlantılı amaçlarının, sinemasal açıdan nasıl bir erkeklik üzerinden yansıtıldığını araştıracağız. Reagan dönemi aksiyon sineması, Amerikan popüler kültüründe birer ikon haline gelmiş, tıpkı Reagan’ın kendisi gibi sağcı ve muhafazakâr vücut geliştirme 17
şampiyonlarının aksiyon sinemasının yeni starları haline gelmeye başladığı bir dönem oldu. Bu starlarla, bir politik figür olarak Ronald Reagan’ın temsil ettiği ideolojik motivasyon arasındaki ilişkinin doğrudanlığı bazı örneklerde açıkça görünür hale geldi. Örneğin, Başkan Reagan’ın Rambo filmlerinden birini izledikten sonra, ‘‘bir daha Beyrut’ta uçak kaçırılması olayı gibi bir olay yaşanırsa ertesi gün ne yapması gerektiğini anladığı’’ söylenir. Tasker’ın bir makalesinde (1995: 92) aktardığına göre Reagan, Amerika’nın Vietnam’daki rolünün yeniden değerlendirildiği bir siyaset tarzı anlamına geliyordu. Bu dönemde gösterilen İlk Kan adlı filmde Rambo’nun oynadığı rolün de, Vietnam ve benzer örneklerde dış politikadaki Amerikan müdahaleciliğinin meşrulaştırıldığını söylemek makul görünüyor. Rambo’nun Vietnam’ı çağrıştırması öyle bir boyuttaydı ki, 1980’lerin ortalarında Rambo Oxford İngilizce sözlüğünde ‘‘maço, kendi kendine yetebilen, ve şiddet yoluyla cezalandırma eğilimi olan Vietnam savaşı gazisi’’ şeklinde tanımlanıyordu (ayg). Bu tanımın kendisi dahi, 1980’lerde Amerikan muhafazakârlığının, kadının toplumsal yaşantıdaki rolünü geriletmek ve soğuk savaşın nihai düşmanına karşı üstünlük sağlamak gibi politik özlemlerinin ihtiyaç duyduğu tipte bir kahramanı tarif ediyor. Rambo’nun maçoluğu ve kendine yeterliliği, kadını toplumsal alanda baskılamak isteyen erkek egemen muhafazakâr anlayışın, kadınsızlaştırılmış bir erkek kahramanın, bütünüyle saf bir erkekliğin sahip olması gereken nitelikler olarak karşımıza çıkıyor.
18
Reagan ve Rambo öncesi dönemde, yani kadınların kamusal alanda ağırlıklarını artırdıkları, muhafazakâr algı açısından ifade edecek olursak, ‘‘her işe burunlarını sokabildikleri’’ bir ortamda Vietnam Savaşını kaybeden Amerikan dış siyaseti; ancak maço, kendi kendine yetebilen bir ‘aşkın’ erkek kahramanın varlığında bu savaşı kazanabilirdi. Guardian’da aktarıldığına göre, ‘‘Silvester Stallone’un Rambo II’si, yalnızca bir film olmanın ötesine geçti. Film Amerikan sinemalarında tam zamanında, Beyrut’taki uçak kaçırma olayının hemen ardından gösterime girdi. Tam da Beyaz Saray politik açıdan yetersizken, öfkeli, vatansever Amerikan vatandaşları, kaslarıyla GI’ları komünist hapishanelerinden kurtaran, Vietnam ve Rus ordularını yok eden ve ABD’nin sahada kaybettiği savaşı sinemada kazanan Rambo’yu izleyebildiler.’’ (ayg, 93) Bu aktarımdan da çıkarsanabileceği üzere, ABD’nin ‘‘sahada kaybettiğini Rambo’nun sinemada kazanması’’, yaratılan Rambo kültünün muhafazakâr erkek algısı açısından bir tür özlem, hatta bunun da ötesinde fantezi anlamına geldiği görülebilir.
19
ABD’nin Reagan öncesi dönem dış politikasındaki Vietnam’la özdeşleştirilen başarısızlığının, Rambo fantezisiyle ekarte edilme çabası, aslında iç siyasette de muhafazakâr algı açısından kadının artan görünürlüğü ve rolünün yarattığı kaygı açısından da bir anlam içeriyor. ‘‘Rambo, 1980’lerin feminizm karşıtlığının semptomu, erkek egemenliğinin cinsiyetçi iddialarının bir tezahürü olarak işlev görüyordu Örneğin bu dönemde Rambo’da somutlaşan erkekliğin sert yanının, eşine ve çocuklarına karşı şiddet uygulayan her erkeğin lehine bir temsil olduğu öne sürülüyordu.’’ (ayg, 94)
20
Rambo’yu bir kenara bıraksak dahi, bu dönemin fenomeni olan vücut geliştirici aksiyon yıldızlarının da genel olarak kadın karşıtı bir pozisyona denk düştüğünü öne sürebiliriz: ‘‘Seksi sporcu ve yarı çıplak aksiyon kahraman portresi, pasif bir pozisyona tekabül eden feminenliği reddediyor.’’ (ayg, 77) Buna dönemin aksiyon filmlerinde tercih edilen mekân kullanımını da ekleyebiliriz. 80’li yılların sağcı/muhafazakâr aksiyon filmleri, kahramanın kadınlarla karşılaşma olasılığının dahi olmadığı, yalnızca erkeklere ait hapishane, spor salonu, iş yeri gibi mekânların kullanımının oldukça yoğun olduğu filmlerdi. (Tasker 1993: 236) Dönemin muhafazakar erkekleri, kadının kamusal alandaki varlığından öylesine rahatsızdı ki, popüler sinema, hedef kitlesine kadınlardan arındırılmış, veya en azından görünürlüğü azaltılmış mekanların tercih edildiği filmler vaat ediyordu.
21
Öte yandan, erkekliğin aşkın hali olarak vücut geliştirici star imgesiyle Amerikan toplumunun sıradan erkeklerinin önüne konulan hedef çelişkili bir durum yaratıyordu. Geliştirilmiş bir erkek vücudu bir yandan bu ‘tamamlanmış’ haliyle aşkın bir form gibi görünse de, aslında sıradan erkek için kendi sıradanlığından şüphe duymasına, bunun da ötesinde mevcut yaşam koşullarından dolayı asla sinemalarda gördüğü star gibi bir vücuda sahip olamayacağından dolayı ‘tamamlanmamış’ bir erkek gibi hissetmesine yol açması kaçınılmazdı. Benzer bir çelişki, vücut geliştirici starın kendisi için de geçerli görünüyor: ‘‘Kimilerine göre body builder figürü erkek baskınlığının temsili, güçlü erkek vücudunun erotize edilmiş hali gibi görünürken, kimilerine göre de erkekliğin histerik ve istikrarsızlığının bir göstergesi olarak görülüyordu. Aksiyon yıldızının kaslı vücudu hem arzunun, hem de yoksunluğun güçlü bir sembolü gibi görünüyor.’’ (Tasker 1995: 80) Dolayısıyla tüm görsel ihtişamı ve erkeksiliğine rağmen, yoksunluğun sembolize edildiği bir temsilin ötesine geçemeyen bir erkekliğin, ‘phallus’tan yoksunluk ile özdeşleşen kadından çok da farkı yok gibi görünüyor: ‘‘Lacan’a göre erkek, ‘phallus’a bir kadının sahip olabileceği kadar 22
sahiptir.’’ (Holmlund 1993: 213)
Lacan’ın bu tespiti, ister istemez erkekliğin de tıpkı kadınlık gibi toplumsal bir rol olduğunu düşündürtüyor. Biyolojik bir durum olmanın ötesinde kadınlık nasıl bir cinsiyet olarak toplumsal ilişkiler içerisinde belli davranış kalıplarının uygulandığı, belli yükümlülüklere tekabül eden bir rol ise, erkeklik için de benzer bir durum söz konusu. 80’li yıllarda vücut geliştirici star fenomeniyle birlikte erkek bedeninin teşhir edilmeye başlanması, Tasker’a göre erkekliğin aslında bir performans olması ile doğrudan ilişkili. (Tasker 1993: 230) Barbara Creed de buna benzer bir görüş öne 23
sürüyor. Ona göre, Stallone ve Schwarzenegger gibi 1980’li yılların vücut geliştirici starları ancak birer ‘erkeklik performansı’ olarak tanımlanabilecek vakalar. (ayg, 232) Biçimsel açıdan oldukça sert bir erkekliğin temsiline rağmen, gerek kahramanı canlandıran star açısından, gerekse aksiyon filmlerinin tüketicisi erkek kitleleri açısından ‘erkekliği’ erişilemez bir yerde konumlandırılarak bir tür paradoks yaratan aksiyon sineması 1980’li yıllar boyunca Reagan iktidarının özellikle Amerikan dış siyasetinde ihtiyaç duyduğu saldırgan tarza uygun olarak belli bir işlevi sürdürdükten sonra, soğuk savaşın yumuşaması ve sona ermeye başlamasıyla birlikte fonksiyonunu yitirerek başka bir mecraya sürüklendi. Bu dönemde 80’ler boyunca body builder sinema yıldızları fenomeni aracılığıyla şişirilen ‘aşkın’ erkeklik imgesinin, ortaya çıkan yeni duruma uygun olarak, ilginç bir şekilde yeri geldiğinde yine aynı starlar kullanılarak revize edilmeye çalışıldı: ‘‘Bizzat George Bush’un atamasıyla Başkan’ın Fitness danışmanlığının başına getirilen Schwarzenegger zengin, rahat ve baba figürü olma gibi özellikleriyle (…), body builder imajını aşırılık ve narsizmden, kahramanlık ve sağlığa dönüştürdü.’’ (Tasker 1995: 80-81)
24
Yeni dönemde aksiyon sinemasındaki erkeklik temsili açısından gidilen revizyonu kabaca önceki dönemde kahramanın aşkın erkekliğiyle bağlantılı olarak mücadele ettiği zorluklar karşısında tek başınayken, artık bir tür ortak veya yardımcısının olması, ‘Hulk’vari’ bir maçoluğun yerini esprili ve konuşkan, dolayısıyla görece yumuşatılmış bir temsilin alması ve giderek ‘sert erkeklik’ imajının yerini ‘zeki erkeğin’ alması şeklinde özetleyebiliriz.
Yukarıda da bahsedildiği üzere aksiyon sinemasının erkeklik imajında yaşanan revizyon, yeni starların devreye girdiği örneklerin yanında, 1980’li yılların alışılagelen body builder starları üzerinden gerçekleştirildi. Buna verilebilecek en çarpıcı örnek herhalde yeni dönemle birlikte Silvester Stallone’un star imajında yaşanan değişimdir. “Lock Up” ve “Tango and Cash” gibi yeni dönem filmlerde Stallone, alışılagelen imajının aksine daha duygusal ve komplike bir profil sergiliyor. Bu dönemde yeni Stallone, ‘‘ağır siklet yerine orta siklet olan vücudu giydirilmiş halde, ağzı laf yapan, espri kabiliyeti kazanmış ve bakın ‘Hulk aslında konuşabiliyormuş’ dedirtebilen bir karaktere dönüşüyor.’’ (Tasker 1993: 234) Yeni bir ‘hassas’ Stallone imajının, çeşitli magazin dergilerinde tıpkı bir sanat koleksiyoncusu veya eserlerini sergileyen bir sanatçıymış gibi resmedilerek alay konusu haline gelmesine rağmen, dönemim erkeklikle ilgili tartışmalarına bu imaj ‘neandertal’dan ‘yeni adam’a dönüşüm olarak yansıdı. (ayg, 234-235)
Aynı filmlerde Stallone’un önceki imajından farklı olarak kazandığı bir diğer özellik, zorluklarla artık tek başına değil, bir başka erkek ile dayanışma içerisinde mücadele ediyor olması. Stallone “Lock Up” filminde hapishanedeki bir başka mahkûmdan yardım alırken, “Tango and Cash”te başka bir polis memuruyla birlikte mücadele ediyor. Söz konusu filmlerde Stalone ile birlikte yer alan erkek karakterlerin oynadıkları rol öylesine önemli ki, “Holmlund” (1993) onları ‘Stalone’un klonları’ 25
olarak nitelemiş. (s. 214)
Tasker’a göre (1993), erkeklik imajıyla ilgili, body builder starın yumuşatılması durumu, ‘‘postmodern dönemin tüketim toplumu, erkeklik tanımı ve çalışma yaşantısında yaşanan değişimle ilgili.’’ (s. 232) Yaşanan teknolojik değişimlerle birlikte, uluslararası alanda soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte politik açıdan aldığı yenilgiye, işçi sınıfının üretim ilişkileri içerisindeki belirleyici konumunda yaşanan değişim de eşlik ediyordu. Geleneksel sektörlerin yok olmaya başlamasıyla birlikte kol emeğinin öneminin azalıyor oluşu, bir anlamda kol emeğin metaforu işlevini de gören body builder starın vücudunu bir dekorasyona indirgiyordu. Bu durumda Stalone gibi yıldızların imajında yaşanan değişimin yanı sıra, vücudundan ziyade veya vücudunun yanı sıra sesini kullanma becerisini öne çıkaran starlar da aksiyon sinemasında tercih edilir hale geldi. Örneğin Bruce Willis bu dönemde fiziksel becerilerdense, karşılaşılan zorlukların üstesinden gelmek için zekâsının daha önemli bir işleve sahip olduğu, dolayısıyla starın vücudundan çok sesinin önemli hale geldiği filmlerle ağırlığını artırdı. Bu bağlamda “Die Hard” serisinde Willis’in temsil ettiği erkekliğin ‘sert erkek’ değil, ‘zeki erkek’ olduğunu tespit etmek mümkün. (ayg, 239) Hatırlanacağı üzere, seride Willis kötü karakterin kurduğu tuzakların üstesinden keskin zekâsıyla geliyor.
26
Görüldüğü üzere 1980’li yıllarda Reagan Başkanlığında ABD’nin dış politikada sosyalist bloğa karşı sert hamlelerinin, iç siyasette ise özellikle kadınların kamusal alandaki varlığına dönük muhafazakâr bir saldırının Hollywood sinemasında, özellikle 27
de aksiyon türünde karşılığı ilk önce body builder starların yükseldiği ve şişirilmiş, ‘aşkın’ bir erkekliği temsil ettikleri bir dönem; soğuk savaşın sona ermesiyle ve yaşanan teknolojik değişimle beraber kol emeğinin toplumdaki öneminin azalmasıyla birlikte ise body builder starın yani ‘sert’ erkeğin yerini ‘zeki’ erkeğe bıraktığı bir dönem oldu. Bahsedilen değişim, aynı zamanda erkekliğin de, tıpkı kadınlık gibi bir tür performans olduğunu kanıtlıyor. Gelecek sayıda, sosyalizmin çözülüşüyle birlikte tıpkı ABD ve İngiltere’nin 1980’li yıllarda yaşadığına benzer bir neo-liberal dönüşümü, görece çok daha keskin bir şekilde yaşayan, dolayısıyla da halkı üzerinde çok daha travmatik etkilerin gözlendiği Rus’yada, yaşanan sürecin sinemada nasıl bir etkiye yol açtığı üzerinde duracağız. Tüm okurlara 2013 Haziranının hakkını veren, mücadele dolu bir yıl diliyorum.
Kaynakça Yvonne Tasker, ‘‘Masculinity, politics and national identity’’, Spectacular Bodies: Gender, Genre and the Action Cinema içinde, ABD:Routledge, (1995) 2000, s. 91-108.
Yvonne Tasker, ‘‘Tough Guys nad Wise-Guys: Masculinities and star images in the action cinema’’, Spectacular Bodies: Gender, Genre and the Action Cinema içinde, ABD:Routledge, (1995) 2000, s. 73-90.
Yvonne Tasker, ‘‘Dumb movies for dumb people: Masculinity, the body, and the voice in contemporary action cinema, Steve Cohan ve Ina Rae Hark (der.), Screening the Male: Exploring Masculinities in Hollywood Cinema, Londra: Routledge, 1993, s. 230243.
Chris Holmlund, ‘‘Masculinity as multiple masquerade: The ‘mature’ Stallone and Stallone clon’’, Steve Cohan ve Ina Rae Hark (der.), Screening the Male: Exploring Masculinities in Hollywood Cinema, Londra: Routledge, 1993, s. 213-229. 28
“Kusursuzlar” ya da Burjuvazinin Kusurları Selin Süar, Onur Keşaplı
İlk uzun metrajı “Canavarlar Sofrası”yla tek mekân kullanımı gibi sinemasal açıdan kısıtlayıcı bir tercihi çarpıcı bir yönetimle aşan Ramin Matin, kara ütopyanın hakkını verecek aydınlatma ve sanat yönetimi ile biçimsel olarak fütüristik, burjuvazinin vardığı son nokta olan hazcılığı ise içeriksel olarak sınıfsal bir anlatımla vererek sonraki çalışmaları konusunda merak uyandırmıştı. Yönetmenin, son Altın Portakal’da en iyi film ve yönetmen ödüllerini kazanan yeni filmi “Kusursuzlar”, Başka Sinema ile 29
gösterimde.
Birkaç yıldır görüşmeyen ancak anneannelerinin cenazesinde bir araya geldiklerini öğrendiğimiz, biri doktor diğeri eczacı, iki kız kardeş, cenaze sonrası anneannelerinin Çeşme’deki yazlığına giderler. Mayıs ayının ıssızlığındaki Çeşme’de hem birbirleriyle hem de kendileriyle yüzleşen iki kardeş, kusursuz görünümlerinin içini kemiren kusurlarına direnç gösterirken, anne-babalarının ölümüyle ilgili dile getirilmemeye özen gösterilen travmatik bir olayın su yüzüne çıkmasına engel olamazlar.
Kamerasını bir kez daha burjuvaziye yönelten Ramin Matin, dünya sinemasında benzer bir eleştirel yaklaşıma sahip filmlerin aksine kameraya aldığı ‘üst sınıf’ın 30
ışıltısını daha filmin başlarında solduruyor. “Kusursuzlar” adının tümüyle tezat oluşturduğu filmin karakterleri, olay örgüsünün ötesinde mekân tercihi ve özellikle ses kanalının ustaca kullanımı neticesinde gerilim dozu yüksek bir yaratımın parçası oluyorlar. 2000’lerle birlikte kimilerince “cemiyet” olarak adlandırılan kesim başta olmak üzere burjuvazinin “tatil cenneti” olarak konumlanan ve her daim sıcaklığın, ferahlığın beldesi olarak pazarlanan Çeşme’nin mekân olarak tercih edilmesi ise tüm bu algıya hücum olarak okunabilir. Sezonun henüz açılmadığı Mayıs ayında geçen filmde Çeşme’yi; ıssız plajları, sokakları, bomboş evleri, bitmek bilmeyen inşaatları ile tekinsiz ve tüm parlaklığını rağmen huzur vermeyen bir yer olarak görüyoruz. Yinelenen köpek havlamaları, böcek sesleri gibi dış sesler de bunu destekleyecek biçimde filme eklenmiş.
Burjuvazi için işlerin pek de yolunda gitmediğini göstermenin sinematografik kodlarından olan, hayatı kolaylaştıran aletlerin bozulması, “Kusursuzlar”ın sıkça başvurduğu bir diğer yöntem. Araba arızaları ve özellikle yazlık evin su tesisatının yarattığı sorunlar, ses kanalıyla da beslenerek görüntü dilinin gerilimini besliyor. Başta Haneke filmleri olmak üzere Orta ve Kuzey Avrupa Sineması’nda sıkça vurgulanan refah geliri yüksek, özgürlüğüne düşkün, ancak birbirine kenetlenmiş mutlu aile göstergelerinin arka planına ışık tutan ve bu yanılsamayı parçalayan filmlere benzeyen “Kusursuzlar”da bir farklılık olarak gerilimi tetikleyen unsurda başat rolü erkekler oynuyor. “Biraz yalnız kalmak istiyorum”u anlamamakta ısrar edip durmaksızın telefon açan sevgili, markette, plajda, yolda kadına sulanan, reddedildiğinde şiddete çalan tepkiler gösteren erkekler ve yine ses kanalı üzerinden işittiğimiz televizyondaki kadına şiddet haberleriyle kürtaj yasağını savunan din âlimleri, iki kardeşin büyük travmasındaki erkek rolü de açığa çıktığında filmi feminist bir okumaya doğru açıyor. İki kız kardeşin sevgi-nefret arası gezinen ilişkilerinde birbirlerini yine erkekler üzerinden cezalandırmaları da dikkat çekici. Tüm bu yaşanan gerilimlerin ikilide kimi zaman psikolojik kimi zaman fiziksel yaralar şeklinde 31
dışavurması, filmin her hangi bir soruna çözüm üretmeyerek karakterler ve izleyicide arınmaya izin vermemesi düşünüldüğünde somutluk kazanıyor. İstanbul’dan arabayla gece yola çıkan ikilinin, aktüel kamera kullanımını çağrıştıran dengesizlikteki yakın ve boşluklu çekimli, yolda açılıp tünelde sonlanan açılış sahnesiyle başlayan filmin, yine gece ancak bu kez klasik çekim ölçeklerine başvurulan ve erkeklerle dolu bir minibüste yola devam edilen bir planla sonlanması farklı okumalara açık. Doktor ve eczacı oldukları halde yaralarını iyileştiremeyen iki kardeşin kimi noktaları karanlıkta bırakmayı sürdürecekleri, erkek egemen yapının gündeliği içinde birlikte var olacakları ve ilerleyecekleri bir yolda, herhangi bir dönüşüm yaşanıp yaşanmayacağı yönetmenin yanıtlanmak üzere izleyiciye bıraktığı bir soru gibi.
Ramin Matin’in, oyuncu yönetimi de dâhil olmak üzere yönetmenlik konusunda özgünleşerek ustalaştığı “Kusursuzlar”, yönetmenin önceki filmiyle kıyaslandığında bizce aynı ölçekte bir yapıt değil, ancak içeriksek olarak kısırlaşan sinemamızı farklı kanallara doğru açacak ve besleyecek bir güçte olduğu da bir gerçek. Ülkemiz için yeni sayılabilecek, fakat dünya sineması bağlamında yeni olmayan burjuvazi eleştirisine dair filmlere alışmış izleyiciler olarak şu soruyu sormaktan kendimizi alıkoyamıyoruz; kötü, tıkanmış ve yanlış olduğuna hemfikir olduğumuz kapitalizmin 32
yerine neyin gelmesi gerektiği üzerine bir film izleme beklentisi ne zaman karşılanacak?
33
Şiirinin Gölgesinde Kalan Tiyatrosuyla Nazım Hikmet Ahmet Can Pehlivan
Hayatı üzerine makaleler, dergiler ve kitaplar yayınlanan, filmler çekilen, şiirleri ezgilerle birleşip türkülere anlam katan Nâzım Hikmet'in oyun yazarlığı yönü pek 34
bilinmemektedir. Genel olarak insanlarda oluşan düşünce ise Nâzım'ın şair yönünün yanında
oyunlarının
görünmez
hale
gelmesidir.
Bu
durumu
bu
şekilde
değerlendirmek hayatının büyük bir kısmını tiyatro oyunu izlemeye ve yazmaya ayırmış bir insana haksızlık olur. Nâzım'ın oyun yazarlığını, şairliğiyle kıyaslamadan değerlendirmek daha sağlıklı olacaktır. Nâzım Hikmet'in yaşamına göz attığımızda oyun yazarlığını üç döneme ayırmak mümkün görünüyor. Birinci dönem yurt dışına ilk çıkışı ile başlıyor. Bu döneme hazırlık olan önceki yılları özetlersek; Darülbedayi geleneği içinde izlediği ilk oyunlar, Kurtuluş Savaşı yıllarında ona Shakespeare'i sevdiren “Othello Kamil”, Bolu'daki öğretmenlik yıllarında köylü dilinde kaleme aldığı diyaloglar, Batum'da kaldığı dönemde altı ay boyunca okuduğu Fransız vodvilleri Nâzım'ın kafasında oyun yazarlığı hakkında bir şeyler canlanmasına yol açıyor. Nâzım bu hazırlık evresinde ilk olarak “Ocakbaşı” adlı piyesi yazıyor fakat Kurtuluş Savaşı’na katılmak gerektiğini düşünüyor ve Darülbedayi’ye veremeden Anadolu’ya geçiyor. "Ocakbaşı”nda oyunun içerdiği yaşlılık ve ölüm korkusu temasına uygun olarak karanlık bir atmosfer yaratılmıştır. Olay, yaşlanmayı ve sona yaklaşmayı akla getiren bir sonbahar gününün akşamüstünde geçer. Olay geliştirilirken, oyun kişilerinin ruhsal gerçeklerinin açımlanmasına çalışılmış, dış aksiyon yanında iç aksiyona da yer verilmiştir. Oyunda ocak simgesel bir anlatım taşımaktadır. Bu bakımdan yazarın, çağdaşı olan öteki oyun yazarları gibi hem batı gerçekçi tiyatrosunun hem sembolizmin etkisi altında olduğu görülür"(1) Nâzım Hikmet , "Oyunlarım Üstüne" adlı yazısında, ilk oyunu olan Ocakbaşı'ndan sonra Bolu'da öğretmenlik yaptığı sıralarda, Valâ Nurettin'le beraber “Taşyürek” adlı bir oyunu yazdığını belirtmiştir. "Köylü bir deli, köy ağasının odasına konuk oluyor. Konuşulanları dinliyor. Köylüler ağa için taş yürekli herif, diyorlar. Deli, gece boğuyor ağayı, göğsünden taş yüreğini çıkarmak istiyor, ama bir şey bulamıyor. Tüh, diye haykırıyor, herifin yüreği yokmuş..."(2) 35
Genç yaşında ağalarla uğraşan Nâzım, 1921'de Batum'a geçer. Buradan sonra hayatı yeni bir döneme kapılarını aralar. Bunun adı Moskova’dır...
"1922-1923 yılları kış aylarıydı. Vselod Meyerhold Tiyatrosu gösterilerinde ve Meyerhold Atölyesi öğrencileri çevresinde, uzun boylu, levent endam, kıvırcık sarı saçlı, mavi gözlü, pembe yanaklı, yakışıklı bir delikanlı görünmeye başladı."(3) Nâzım artık Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde öğrenim görmekteydi. Burada Türk Tiyatro Topluluğu’nun çalışmalarına katılan Nâzım aynı zamanda Meyerhold Atölyesi'nde rejisörlük yapan Nikolay Eck ile dost olmuştu. Bu dostluk uzun soluklu bir dostluk olacaktı. Bu dönemde şiirleri kavramsal açıdan son derece özgün olan Nâzım büyük ilgi çekmişti. Moskova'daki sanatsal üretim, oradaki ortam Nazım'a doğrudan temas etmişti. Göz kamaştıran Meyerhold ve Stanislavski yapıtları Nâzım'ı bu derya denize kolayca sürüklemişti. Nâzım "Oyunlarım Üstüne" adlı yazısında bunu net bir şekilde anlatıyordu: ''Ben, Stanislavski’nin, Meyerhold’un, Vahtangof’un Tairof’un ellerinden taze çıkmış, dumanı üstünde buram buram hayat, devrim, güzellik, kahramanlık, iyilik, akıl, zekâ kokan oyunlar seyrettim. Ben 922’de MHAT’ta (4) “Ayaktakımı Arasında”yı (5), ben Meyerhold’ta “Traelkin’in Ölümü”nü (6), 36
“Fırtına”yı (7) “Müfettiş”i (8), ben Kamerni’de “Fedra”yı (9), ben Vahtangof’ta “Turandot”u (10), seyretmiş adamım... Bütün bunları seyredersin de donmuş, hareketsiz sanat anlayışın altüst olmaz mı? Karşında birbirinden geniş ufuklar açılmaz mı? Halkın için, halklar için, insan için umutlu, aydınlık, ileriye, haklıya, doğruya, güzele, hürriyete, kardeşliğe çağıran eserler yazmak için yanıp tutuşmaz mısın? Benim de başıma aynı şey geldi.''
Eş zamanlı olarak Eck ile birlikte Türk dram çevresinde çalışmasını sürdüren Nazım 1921-24 yılları arasında üniversitede “Mustafa Suphi Olayı”, “Kabahat Kimde”, “Kapitalizmin Son Merhalesi Emperyalizm” adlı oyunlarıyla birlikte “Ayın On Dördü” yarım kalmış bir oyun yazmıştır. Nazım bir makalede otuz sekiz yıl sonra adının ilk kez dramaturg olarak anıldığı tarihin 1924 ve "Pravda"da geçtiğini öğrenecek ve bu durum Nazım'ı gerçekten sevindiren bir durum olacaktı. Nâzım'ın ilk sahnelenen oyununda 1924'de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilişlerini anlatılmıştı. Bundan önce ne “Ocakbaşı” ne “Taş yürek” sahnelenmişti. Nâzım çok geçmeden yurda dönüyor ama bir yıl sonra tekrar Moskova'ya geliyor ve üç yıl Moskova'da kalıyor. Artık Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'ni bitirmiş 37
olan Nâzım, Rus sahnesi için yazmaya başlıyor. Eck ile birlikte genç bir oyuncular grubu oluşturarak "Metla" adında bir yergi tiyatrosunu kuruyorlar. Burada şunu ekleyelim: Nâzım tiyatro ve oyun yazarlığı felsefesini diyalektik bir temele ve sınıf çelişkileri üstüne oturtur. Oyun yazarlığının yanında sinema alanında çalışması, senaryo yazarlığı ve yönetmenlik tecrübeleri dram yazarlığının hızla gelişmesine katkıda bulunmuştur ve "organik-estetik" bileşimlere varması kolaylaşmıştır. İşte bu mihenk taşları Moskova yıllarının meyvesidir. METLA 19 Eylül 1926'da açıldı. Afişlerinde kızıl bir disk üzerine çizilmiş uzun saplı çalı süpürgesi kullanan oyuncular süpürgenin günlük hayatta gericiliği temsil eden kalıntıları süpüreceğine inanıyorlardı. Bu tiyatroda Nâzım Hikmet'in yazdığı “Kirpiçiki”, “Kabahat Kimde”, “Her Şey Mal” adlı tek perdelik oyunlar sahnelenmişti. Nâzım'ın oyunlarında Türk kukla tiyatrosundan, pantomimden, kabare tiyatrosundan motiflere yer verdiği, Mayakovski'nin sirkte sahnelenen oyunlarından, sirk ve bale gösterilerinden etkilendiği görülmüştür. Nâzım Hikmet'in oyun yazarlığı hem dönemin gerçekçi tiyatrosunun hem Sovyet modernizminin izinde gelişmiştir. Metla altı ay sonra kapandı. Bundan sonra, Nâzım yurda döndü ve onun için yeni bir dönem başladı. Yazarın İstanbul'da çoğu arkadaşı hapishanelerde işkence görmekteydi. Tam da bu dönemde Muhsin Ertuğrul Nâzım'dan bir piyes istedi. Bunun anlamı Kafatası piyesinin Darülbedayi'de sahnelenmesiydi. Bu piyesin önemi ise Nâzım'ın Rusya'da gelişen olgunlaşan düşüncelerini ve oradan edindiği tiyatro anlayışını yansıtmasıydı. Bu piyeste, veremin serumunu bulmaya çalışan bir doktorun nasıl engellendiği anlatılır. Veremi iyileştirmek için bulunan mevcut kuruluşların patronları, yöneticileri bu buluşun kendilerinin çıkarlarına ters düştüğünü hesap edip, kurnazca bir plan hazırlarlar. Önce doktorun maddi sıkıntılarından dolayı çalışmalarını erteletmeyi, sonra da sözü geçen serumu yok etmeyi başarırlar. Bu nedenle doktorun verem hastası kızı ölecek, kendi ise hapse düşecektir. Nâzım oyunda, basının güçlü şirketlerle çıkar birliği içinde olduğunu, 38
güvenlik güçlerinin orta sınıfın çıkarını koruduğunu, sanatçı ve aydın kesimin bu duruma kayıtsız kaldığını gösteren bir düzenleme yapıyor. “Kafatası”ndaki yan olay dizisi Nazım'ın istediği gibi seyirciyi dehşete düşürüyor. Bu doktorun hasta kızı ile onun kişiliksiz aşığı arasındaki ilişki... Doktorun kızı eski şair sevgilisinin tecavüzüne uğrar ve ölür. Doktorun bulduğu serum elinden zorla alınır ve kırılır. Doktor, şirketle yaptığı anlaşmaya aykırı olarak, araştırmalarını gizli gizli sürdürdüğü için suçlu bulunup hapse atılır. Hapisten çıkan doktor, sirkte halka teşhir edilir, ölür, morgda kafatası satılır. Nâzım Hikmet'in bir sonraki oyunu 'Bir Ölü Evi' yayınlandığı yıl Darülbedayi'de sahnelenmiştir. “Bir Ölü Evi”nde varlıklı orta sınıf ailede yaşanan bir ölüm sonrası anlatılır. Ölen erkeğin karısı ve oğulları miras kavgasına düşerler. Oyunda para hırsının her şeyin üstünde olduğu görülür ve ailenin, çevresindeki insanların ölüm olayına nasıl duyarsızlaştığı görülür. Nâzım, cenaze töreninde bir toplum kesiti göstermiştir. Toplumun çeşitli kesimlerinin
olduğu
bu
kesitte
yer
alan
kişiler
güldürücü
özellikleriyle
canlandırılmıştır. Yazarın amacı, orta sınıfta gözlemlediği ahlak çöküntüsünü, bu çöküntüye neden olan para hırsını sergilemek, geleneklere saygı ve dindarlık gösterisi arkasına gizlenen aç gözlülüğü göstermektir. “Unutulan Adam” Nâzım Hikmet'in Darülbedayi'de sahnelenen üçüncü ve son oyunudur. Muhsin Ertuğrul’un 1935'te sahnelediği ve başrolünü oynadığı bu oyun çok beğenilmiştir. Ayrıca Nâzım 1935'te tutuklanmadan önce Muhsin Ertuğrul'un isteği üzerine, Selma Muhtar takma adıyla 'Bu Bir Rüyadır' adlı operet metnini yazmıştır. 1938'te hapse düştüğünde bu kez onu 13 yıl bekliyordu. 'Yolcu', 'Sabahat' , 'Evler Yıkılınca', 'Allah Rahatlık Versin', 'İnsanlık Ölmedi Ya', 'Ferhad ile Şirin', 'Yusuf ile Menofis' eserlerini bu dönemde yazdı. 'İnsanlık Ölmedi Ya', olay kurgusu bakımından 39
aynı dönemde yazılan 'Yolcu', 'Sabahat' ve 'Allah Rahatlık Versin' adlı oyunlarıyla benzerlik göstermiştir. Nâzım bu oyunu Rusya'ya gittikten sonra “Enayi“ adı altında yeniden yazarken konuyu olduğu gibi korumuş ancak kurgulamada kimi değişiklikler yapmıştır. 'Ferhad ile Şirin', 'Yusuf ile Menofis' Nâzım'ın en çok beğenilen ve en çok oynanan eserleri arasındadır. Türkiye hapishanelerinde on üç yıl yattıktan sonra dünya kamuoyunun baskısı ile özgürlüğüne kavuşmuştu. Fakat özgür bir Nâzım da gericilik için fazla tehlikeliydi. Öldürülmek tehdidi ile karşı karşıyaydı. Bir yıl sonra Türkiye'den kaçmak zorunda kaldı. Nâzım için bu, bir başka ve son döneme kapının aralanması anlamına geliyordu. Bu dönemin özelliği ise Nâzım'ın altın çağı olmasıydı. Her ne kadar sağlığı birçok kez buna engel olsa da bu ele avuca sığmaz insanı engeller yıldıramamıştı. Bu nedenle hemen üretmeye başladı. Geldiği ilk yıllarda "Türkiye öyküsünü"(11) yazıp bitirmiş ve Sinema Stüdyosu için bir başka oyun yazma hazırlığına girişmişti. Nâzım bu yıllarda hem dost sohbetlerinde hem eski belgelerde konu Moskova'ya geldiği ilk yıllardan açıldığında merakla ve heyecanla dinlerdi. Çünkü eski günler hep ilgisini çekmişti. Bu ilgi, biraz da eski günlerin aklında net kalmamasındandı. “Yine eski oyunları üzerine konuştuk. Onlardan bazılarının yazılış tarihlerini kesinliğe kavuşturmak istiyordum. -Bunu hiçbir zaman anımsamıyorum. - dedi ve ekledi Benim için dün yoktur...”-(12) Yeni bir oyun tasarısı konusunda şunları söyledi bana: "Bu oyun, bir ölçüde, hapishaneden çıktığımda yazdığım -Enayi- adlı oyunumun öğelerinden biri üzerine kurulacak. Bir oyun içinde tek bir konu çizgisi bulunmasını isteyen oyun yazarlığı ilkesini bırakıyorum. Oyunumu, sonunda birleşen, birbirinden tümüyle bağımsız iki konu çizgisi üzerinde kuruyorum. Oyunun üç bölümünden her biri iki tablodan oluşuyor. Bunlardan birinde birinci konu çizgisine, ötekinde ise ikinci konu çizgisine ilişkin olaylar gelişiyor. Olay, ABD diktatörlüğüne uydu olan, ulusal sanayinin geliştirilmediği ve zanaatçiliğin çökmekte olduğu Çağdaş Türkiye ortamında gelişiyor. 40
Komünist Partisi önderliğinde Türkiye halkının barış ve ulusal bağımsızlık savaşımını gösteriyorum.
Kapitalist
düzen
koşullarında
insanların
karşılıklı
ilişkilerini
açımlayarak, en iyi, en dürüst bir insanın bile, eylemini tek başına yürütüyorsa, yok olup gideceğini (-Enayi-), tüm iyi niteliklerinin hiçbir işe yaramayacağını, bu nedenle diğer öncü insanlarla birlikte bir örgüt içinde birleşmesi gerektiğini gösteriyorum" Nazım bu oyunu yazmadı. Fakat iki yıl sonra “Enayi”nin yeni bir varyantını yazdı.(13) Nâzım bu dönemde oyun yazmaya devam etti. Bir kısmını eski oyunlarını revize ederek bir kısmını ise yeniden yazdı Bu oyunlar birçok yerde sahnelendi. Oyunlarını birçok farklı tiyatro grubundan izledi. Kimilerinin rejilerini, dramaturgilerini çok beğendi. Örneğin “Yusuf ile Menofis” Nâzım Hikmet'in en çok beğenilen, en çok oynanan oyunlarından biri oldu. İlk kez 1956'da Rusça sahnelenen bu oyun Almancaya, Çekçeye çevrilerek bu ülkelerde de oynanmıştı. 1949'da yazdığı “İnsanlık Ölmedi Ya” adlı oyununu 1955'te Enayi adıyla yeniden yazdı. Yazar 1955'te Moskova'da “İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?” adlı oyununu yazdı. 1958'de “İstasyon”u yazdı. İstasyon, yıllar önce yazdığı Yolcu adlı oyunun Sovyet yaşamına uyarlamasıydı. 1959 yılında yazılmış olan “İnek” ise hem gerçekçi, hem fantastik boyutları olan masalsı bir güldürüydü. Neşeli havası, şirin tipleri, kıvrak diyalog düzeni, en çok da absürd sınırlarını zorlayan durumları bu oyunun Nâzım Hikmet Tiyatrosunda kendine özgü bir yeri vardı. Bundan sonra “Demokles'in Kılıcı”, “Tartüf59”, “Yalancı Tanık” ve son olarak “Kör Padişah” eserlerini yazdı. Genel olarak bu üç dönemi böyle inceleyebiliriz. Böyle tarihsel dönem ayrımına gitmenin, Nâzım'ın oyun yazarlığı hayatında kimi tarihsel dönüm noktaların olması ve bu dönemlerin Nâzım açısından yeni kanalları, yeni ufukları açmasındandır. Yazının sonuna gelirken biraz daha bu dönemlere bütünsel bakalım. Nâzım metinleri, onun toplumcu gerçekçiliğini bugün de sürdüren Komünist dünya görüşünü perçinlerken, bir yandan da insana dair olanı incelemişti. İçerik açısından metinlerin güncelliği kendini hala korumaktadır. Çünkü her oyunda hangi sosyal 41
koşullarda olursa olsun, insan doğasındaki iyi-kötü, doğru-yanlış kavramlarının çatıştırıldığı; çıkar ilişkilerinin, hırsların, tutkuların insani değerleri nasıl yozlaştırdığı üzerinde durulmuştur. İnsanı tarihsel ve toplumsal koşullarıyla somut bir biçimde ele alır, sınıfsal durumu belirterek eylem ve akış içinde çağdaş diyalektik felsefe aracılığıyla saptar ve çözümler. Bunun yanında biraz öncede söylediğim gibi, Nâzım Hikmet gerek şiirlerinde gerek oyunlarında insanları çelişkileriyle derinlemesine samimi bir şekilde vermiştir. Ancak bazı metinlerinde bunu başaramamıştır. Örneğin; "Yolcu" oyununda bir aşk üçgeni içinde yaşanan olayları görürüz. Oyun, genel olarak bir düş imgesi içinde geçmesine rağmen, sahneye Marx’ın ve Lenin'in gelmesi yazarın kendi imgesinde tutarlı olsa da biçim ve samimiyet olarak oyunu zora sokar. Bu bağlamda; yazar bu coğrafyadaki bu kültürdeki bireyleri oluştururken daha başarılı ve içtenlikle aktarmıştır. Fakat farklı kültürden insanları konuşturmaya başladığımızda bu içten ve sıcak büyünün bozulduğunu görüyoruz. Nâzım öncü ve epik tiyatro türlerinin buluşlarına ilgisiz kalmamış, dışavurumcu ve öncü tiyatro alanında denemeler yapmış fakat pek de başarılı olamamıştır. Özellikle çağdaş iki yazar olan Bertolt Brecht ve Nâzım arasında ilginç benzerlikler ve başkalıklar vardır. Her iki yazar da aynı dünya görüşünden hareket ederek sanat olgusu içinde kendi sanatçı kişiliklerini dışsallaştırmışlardır. Ne var ki toplumsal ve kültürel ortam bakımından Nâzım'dan daha şanslı olan Brecht, çağdaş tiyatroda kendi adıyla anılan bir ekol olmayı ve bunu geliştirmeyi başarmıştır. Nâzım Hikmet ise özde Brecht'den geri kalmamakla birlikte, biçimde zamanını dramatik tiyatronun olanaklarını geliştirmek ve değiştirmekle harcamıştır. Nâzım Hikmet'in oyunlarında genel olarak bakış açısı insandan yola çıkarak biçimlenir. Pek çok oyunda toplumsal düzeyde yaptığı yanlışı yoğun bir yabancılaşma süreci yaşadıktan sonra düzelten insanı görürüz. Yalnızlaşma eylemi yoluyla birçok oyun kişisi psikolojik derinlik kazanır. Nâzım'ın insanı insan yapan değerlere bağlı 42
olduğunu ve incelediği her toplumsal sistemde aynı değerleri aradığını aratmaya çalıştığını söyleyebiliriz. İnsana ve topluma dair tüm eleştirilerinde tepeden bakan bir tavrın izi yoktur. Bu nedenle de Nâzım Hikmet Tiyatrosu’nu genel tanımlar içine sığdırmak olanaksızdır. Nâzım oyunlarını bugün de güçlü kılan onun umutlu, sevecen ele avuca sığmazlığıdır.
Dipnotlar (1)Kabacalı, Alpay; 100.Doğum Yılında Nâzım Hikmet’e Armağan; T.C Kültür Bakanlığı Yayınları; Birinci Basım 2002; s.389 (2)Hikmet, Nâzım ; Oyunlarım Üstüne ; Nisan-Haziran 1962 , Moskova (3)Fevralski, Aleksandr ; Nâzım’dan Anılar; Türkçesi Ataol Behramoğlu ; Cem Yayınevi 43
; İstanbul 1979 ; S.9 (4)MHAT-Rusça ; Moskovski Hudojesvenni Akademiçeski Tentr(Moskova Sanat Tiyatrosu) (5) “Ayaktakımı Arasında”- Maksim Gorki Piyesi (6) “Tarelkin’in Ölümü” - Rus yazarı Suhovo - Kobilin’in piyesi. 1922’de Meyerhold sahneye koymuştur. (7) “Fırtına” - Rus Dramyazarı A. Ostrovski’nin piyesi. (8) “Müfettiş” - Gogol’ün piyesi. (9) “Fedra” - Fransız yazarı Rasin’in piyesi. (10) “Turandot” - “Prenses Turandot”, İtalyan yazarı Karlo Gotsi’nin eseri. (11)”Fatma, Ali ve Başkaları” ; Bulgaristan’da yayınlanan “Bütün Eserler” ; 6.cilt (12) A.g.e. ; S.47 (13) A.g.e. ; S.17 Kaynakça Fevralski, Aleksandr ; Nâzım’dan Anılar; Türkçesi Ataol Behramoğlu ; Cem Yayınevi ; İstanbul 1979 Hikmet, Nâzım ; Oyunlarım Üstüne ; Nisan-Haziran 1962 , Moskova Kabacalı, Alpay; 100.Doğum Yılında Nâzım Hikmet’e Armağan; T.C Kültür Bakanlığı Yayınları; Birinci Basım 2002
44
"Kafkas Tebeşir Dairesi" ve Epik Tiyatronun Dönüşü Onur Keşaplı Antik Yunan'dan bu yana sanata ve sanatçıya egemen olmuş algıları kıran ve yalnızca sahne sanatlarında değil tüm sanat disiplinlerinde devrimci bir dönüşüme imza atan Bertolt Brecht'in, en önemli yapıtlarından olan "Kafkas Tebeşir Dairesi", Sadri Alışık Kültür
Merkezi'nin
güçlü
kadrosunca
hafızalardan
çıkmayacak
özgünlükle
sahneleniyor.
"Bir çocuğu doğuran mı annesidir, yoksa onu yetiştiren mi?" gibi izleyicinin duygularına hücum ederek ajit-popvari bir dramatizasyona meyilli bir sorunsalı, felsefenin tümevarım yöntemini çağrıştıracak bir açılmayla emek, toprak, mülkiyet, sınıf çatışması gibi evrensel ve tarihsel üretim ilişkilerine çeviren Brecht, oyun içinde oyun tercihiyle, sahne-seyirci ilişkisini akılcı bir çizgiye çekiyor. 45
Brecht'in epik tiyatro kuramının başat kodlarından olan yabancılaştırma efektleri, "Kafkas Tebeşir Dairesi" gibi büyük bir yapım söz konusu olduğunda hem oyuncular hem izleyici için kolaylıkla yıpratıcı bir sürece dönüşebilecekken, SAKM'nin sahnelemesinde oyun son yılların en güçlü deneyimlerinden birine dönüşüyor. Barış Erdenk'in dengeli yönetiminde kalabalık oyuncu kadrosu, ritmi yüksek ve değişkenli bir metni başarıyla canlandırıyor.
Sosyalizme ve diyalektik materyalizme inanan Brecht'in, tarafını emekten yana koyan oyunlarında olduğu gibi, "Kafkas Tebeşir Dairesi"nde de, emekçi sınıfların daha minimal bir temsille canlandırıldığını, öte yandan aristokrasi ve burjuvaziyi temsil eden karakterlerin oldukça abartılı canlandırmayla gerçeklikten koparıldığını, özdeşleşilemez hale taşındığını söyleyebiliriz. Kostüm ve gestuslarla (jest) yükselen yabancılaştırıcı seyir, yine Barış Erdenk imzalı "çok amaçlı" dekor ile en üst noktaya varıyor. Metindeki mekansal geçişlerin hepsini küçük dönüşümlerle yakalayabilen ancak hiç bir mizansende oyuncuların ve daha da önemlisi iletinin önüne 46
geçmeyerek sanat yönetimi açısından ders niteliğinde bir somutluk kazanıyor. Oyunun diğer artılarından biriyse müziğin izleyicinin gözü önünde icra edilerek yapıta üst perdeden tesir edecek bir ses kanalı yerine doğrusal bir müdahaleyle gerçekleştiriliyor oluşu. Üç saate yaklaşan süresiyle bu dev eser, Levent Ülgen'in ikinci perde boyunca sahnede adeta hegemonya kurması ve genç kuşaktan Onur Bilge ve Serhat Parıl'ın ona ayak uydurabilen üst düzey oyunculuk becerileriyle tam olarak sözcüğü karşılayacak şekilde epik bir başyapıtına dönüşüyor. Toğrağın onu işleyenlere, emek verenlere ait olduğu önermesine sahip "Kafkas Tebeşir Dairesi"nin kaçırılmaması gereken bir oyun olduğunu hatırlatırken, hedef kitlesi açısından Brecht'in mirasını ve Haziran Direnişi'ni karşılayacak şekilde emekçi kitlelerle bir an önce buluşması gerektiğini belirtmek gerek.
Oyun programı: 11 Ocak 2014 Cumartesi 20.30 Cadde Bostan Kültür Merkezi 13 Ocak Pazartesi 20.30 Ataköy Yunus Emre Kültür Merkezi 18 Ocak Cumartesi 20.30 Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi 26 Ocak Pazar 16.30 Zorlu Performans Sanatları Merkezi 1 Şubat Cumartesi 20.30 Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi 4 Şubat Salı 20.30 Kozzy 8 Şubat Cumartesi 20.30 Ankara Şinasi Sahnesi 9 Şubat Pazar 15.30 Ankara Şinasi Sahnesi 10 Şubat Pazartesi 20.00 Ankara Yenimahalle 47
Detayl覺 bilgi i癟in; http://www.sakm.net/
48
Hata Fırat Tunabay Yönelimlerinde bir hata vardı. Payına düşeni kabul edememişken hata payını hesaplamamanın sonuçlarıyla uğraşıyordu. Birden bire ve ikiden ikiye olduğu yerde sayıklıyordu; bu daha başlangıç diye. Sınıflandırmalar yapabilmek için kendini her şeyden farklı konumlandırması gerekiyordu. Ama her şeyle eş olduğunu düşünürken küçük burjuva hayallerinden sıyrılamamıştı. Yaşadığı yaşam ile yaşamak istediği yaşam arasındaki uçurumu gördüğünde nefesini tuttu. Başının dönmesini engelleyemiyordu uçurumdan düşme korkusuna yenik düşerken. Oturduğu koltukta ağır bir kütle gibiydi. Belki de bu kütlenin ameliyatla alınması gerekiyordu iyi huylu olmaması ihtimalini gözardı etmeden. Elinde tuttuğu kitabı bıkkınlık halinde bırakıp kaldığı sayfayı unutmak istercesine ayracın sayfalar arasından düşüşünü izledi. Koltuktan kalmak düşündüğünden daha kolay olmuştu.
Peki, zihnindeki belirgin olarak ortaya çıkan belirsizlikleri ne yapacaktı. Banyoya doğru yöneldiğinde evde yalnız olmadığını hatırladı. Mutfaktan güzel kokular geliyordu ona acıktığını hatırlatan. Evde yemek yapan birinin olması onu güvende hissettiriyordu kimseye güvenmediği şu günlerde. Bırakılıp gidilmesi endişesi yalnız olma mutluluğu ile çatışıyordu. Tıpkı mutfakta ki ile arada bir çatıştıkları gibi. Yemek yaparken kendinden geçmişti ve geldiğini duymadı. Acıktım hem de çok acıktım dedi ve ekledi eminim harikalar yaratıyorsun yine. İrkildi genç kadın bu sözleri duyduğunda evde birisinin olduğunu unutmuştu. Kendinden emin cevapladı harikaları sadece mutfakta yaratmıyorum biliyorsun. Bu cevaba karşılık ona ne şüphe dedi ve gülümsedi. Gülümseme değildi hatta pis bir sırıtış demek daha doğru olur. Banyoya doğru yöneldi yine. Banyoya geldiğinde aynaya baktı ve neden banyoya geldiğini sorguladı. Yüzünü yıkadı soğuk su ile. Sakallarının uzunluğunu görünce 49
birden yabancıladı kendini. 2-3 haftalık sakal yakışmamıştı kendine. Sakallardan kurtulmak istedi tüm olumsuzluklardan kurtulmak isteyerek. İçinde biriken cevapsız soruların kaynağı uzayan sakalları olabilir miydi. Belki de diye düşünerek sakallarını kesme konusunda tereddüt içine girdi. Akşam yemeğinde güzel görünmek istedi bir teşekkür yerine. Tıraş olmanın angaryası düzenli tıraş olmasını gerektiren bir işte çalışmamanın şanslı durumunu hatırlattı ona.
Tıraş olduktan sonra mutfağa doğru yöneldi. Mutfakta kimseyi bulamayınca salona. Salonda sofra kuruluydu. Salonda onu göremeyince adını seslendi. Cevap gelmeyince sesini daha da yükseltti. O olmadan sofraya oturmak istemiyordu. Gözü koltuğa takıldı ve biran oturup da ya kalkamassam endişesi içini sardı. Yerde duran kitabı alarak herhangi bir sayfadan okumaya başladı. Varmak istediği bir yer yoktu ya da varılabilecek bir hedef. Adının seslenildiğinin farkına vardığında sabrının sonuna gelmiş bir sesin öfkeyle yükseldiğini duydu. İki saattir sana sesleniyorum duymuyor musun beni diyordu genç ve öfkeli kadın. Gerçekten de duymamış mıydı ne kadar zaman olmuştu koltuğa oturalı? Anlamsızlıklarına sürekli bir yenisini eklerken kendisine seslenen kişiyi tanımadığını fark etti. Hızlıca kalkarak mutfağa doğru yöneldi kendini evde yalnız olarak düşünürken. Mutfakta yemek yapan birini görmek ona mutluluk ve güven verdi biran için. Ama yine de durumun boşluğuna kapılmamak için genç kadını arkadan kavrayarak kendine döndürdü. Bu farkındalıkla birlikte hata payının büyüklüğü altında ezildi. Sonuçları ile başedemeyeceği bu hatayı yıllar önce yaptığını hatırladı. Hatta okuldan gelmek üzere hatadan kaynaklı küçük hataların ona yönelen sesleri kulağında çınladı. Hatalar birbirini izler ve büyük sürprizleri içinde gizler diye düşündü.
50
Sümerli Gelin T. Ayhan Çıkın - Zamanı aşan bir insana/M. İlmiye Çığ’a-
Mavilikleri çoğaltmak karanlıkların içinden (.) ve yaşamı öper dudakları Sümerli gelinin • İnsanlarla oynaşır tarihin koynunda düşler Leylekler taşır çocukları Anadolu kırlarında Milyonlarca yıla tarihlenen insan yazgısında İki aydınlığı ayıran bir çizgi midir tarih bilimi ? Yaklaşırken karanlığın gölgeleri, umudu çoğaltan Eski Sümer’lerin atları mı Kızılırmak’ta sulanan ?
Çok uzak yıldızlardan mı gelir zaman bilgisi Isı parçalanırken bir yaprağın klorofilinde Geçerken karanlık yollardan ışıl ışıldır sesi
51
Kışkırtmak Hasan Cüneyt Bozkurt İşe ilk başladığım günlerdi. Öğle arasında arşiv odasında çalışıyordum. Aklıma gelen her şeyi hiç durmadan sayfalarca kaydediyor, bilinçaltımın dehlizlerinde araştırmalar yapıyordum. Bu yöntemi bir kitapta okumuştum. Kaybolmadan yol almak ve verileri ürüne dönüştürebilmek gerçekten beceri gerektiriyordu. Yoğunlaşmaya çalışıyordum. “İlker Bey!” diye seslendi biri. Sesi hemen tanıdım. Koridordan geliyordu. Odanın kapısını açtım. “Efendim şefim?” dedim. “Gel hele, gel.” Çantamı toplayıp odayı kilitledim. Şefin ofisine yürüdüm. Kapısı açıktı. İki defa tıklattım. “Efendim?” dedim. “Sen gitmiyon mu Cuma’ya?” “Yok gitmiyorum.” “İyi.” “…” “Odada ne yapıyon?” “Çalışıyorum şefim.” “Ne yazıyon, duygu mu yazıyon?” “…” Söyleyecek bir şey bulamadım. Yazarlık dersleri mi vermeliydim? Sanatın önemli bir şey olduğunu mu anlatmalıydım? “Yav bi insan içine karış, bi günaydın de, bi nasılsın de, iyi misin de.” “…” 52
Şimdi de asosyalliğin dışlanmakla ya da dışlamakla karıştırılmaması gerektiğinden, aksine bilinçli ve üretici bir yalnızlık biçimi olabileceğinden bahsetmem gerekiyordu. Açıklama yapmayı gereksiz gördüm. “Bak, ne güzel kantinimiz var. Sen genç adamsın. Git, otur, sohbet et arkadaşlarla.” “Olur.” “Yalnız, o büfeye gitme bir daha.” “Hangi büfeye?” “Karşıdakine. Bir haftadır izliyorum seni. Öğle yemeklerini orada yiyorsun. Dairede ne kadar ipsiz sapsız adam varsa hepsi orda. Ben onları dağıtmasını bilirim de, neyse… Bundan sonra yemeğini kantinde ye ya da lokantaya git.” “…” Telefonu çaldı. Ekrana baktı. Ayağa kalktı. Ceketinin iki kanadını göbeğinde topladı. İstemsiz bir şekilde önünü iliklemeye çalıştı, beceremedi. “Müdürüm hayırlı Cumalar!” dedi. “Sağ olasın müdürüm, sağ olasın. Evet, aldım müdürüm. Şimdi geldi. Gönderiyorum müdürüm…” Konuşma devam ederken ben çıkıyorum, der gibi bir el işreti yapıp odadan ayrıldım. Şef, hiçbir tepki vermedi. Telefon onu bu dünyadan almıştı. Hala parmakları telaş içinde düğme iliklemeye çalışıyordu. Saatime baktım. Mesainin başlamasına yirmi dakika vardı. Arşiv odasına dönsem yine şefle karşılaşacaktım. Bir kat aşağı indim. Kantin tıka basa doluydu. Pencereden yolun karşısındaki büfeyi gözledim. Daireden dört-beş kişi bir masada sohbet ediyordu. Başka da hiç kimse yoktu. Sessizlik istiyordum. Şefin söyledikleri umurumda değildi. Büfeye gittim. Oturanlara selam verip boş masalardan birine yerleştim. Çay söyledim, geldi. Yan masadaki konuşmaları duyulabiliyordum. “Yağmur soğuğu bu.” “Yağsın da rahatlasın hava.” 53
“Yine başlayacak aksırık tıksırık.” “Antiboyotikler de fayda etmiyor artık.” “İlaç kullanmayacaksın arkadaş.” Konuşanları az çok tanıyordum. Günün üçte birini birlikte geçiriyorlardı. Politik tartışmalardan kaçınmaya çalışır, iş gününü kavgasız, gürültüsüz bir şekilde atlatmaya özen gösterirlerdi. Hayatın yükü yeterince canlarını sıkıyordu. Aslında her biri başka dünyaların insanıydı. Farklı gerekçelerle de olsa şefle anlaşamıyor olmaları onları bir araya getiren en önemli sebepti. Öğle aralarında ve molalarda havadan sudan ya da futboldan konuşurlardı. Elbette kendisine karşı oluşturulan bu birliktelik şefin hoşuna gitmiyordu. “Geliyor kılkuyruk.” dedi masadakilerden biri. Herkeste telaşlı bir hareketlenme oldu. Alışılmadık bir durum vardı ortada. Seri adımlarla sallana sallana hatta büyük bir özgüven içinde arada bir yaylanarak yürüyen şef, büfeye yaklaştı. Masadakiler onu görmemiş gibi yapıp boş çay bardaklarıyla oynamaya başladılar. Şefin topuklu ayakkabılarından çıkan ritmik ses gittikçe kuvvetlendi. “Merhaba İlker Bey.” dedi tuhaf bir gülümsemeyle. “Merhaba.” dedim yarım yamalak. Masamın etrafındaki sandalyelerden birini aldı. Hiçbir şey söylemeden yandaki arkadaşların masasına sürükleyip, oturdu. Kumaş pantolonunu sertçe dizlerinden yukarı sıvazladı. Tokalı, siyah rugan ayakkabıları, siyah çorapları ve kıvırcık, kalın, siyah kıllarla kaplı ayak bilekleri ortaya çıktılar. “Hayrola yav.” dedi. “Bayanların yanına gidiyorum, ben gelince konuyu değiştiriyorlar, erkeklerin yanına gidiyorum, ben gelince susuyorlar.” Zorlama gülümsemeler oldu. “Estağfurullah şefim.” dedi şişman olan. “Hava bozdu, diyordu arkadaş.” “Yav memleketin neresi düzgün ki havası düzgün olsun? Meclise bile başörtüsüyle girmek serbest oldu.” 54
“Öyle.” dedi bıyıklı olan onaylar gibi. Fakat bu sözden memnun olmayanlar da vardı. Gözlerini tokat yemiş gibi kocaman açanları görebiliyordum. Damarlarındaki kan çekiliyor, vücutları buz gibi soğuyordu. “Niye giremeyeceklermiş şefim? Ermenistan mı burası, Yunanistan mı?” dedi şişman olan. “Özgürlük gelecekse herkese gelsin gardaş.” dedi şef. “Bu ülkede adam yerine konmayan yığınla insan var.” “Herkese gelsin, benim bir diyeceğim yok. İsterse bikiniyle gezsinler. Ama benim bacımın başındaki örtüye kimse garışamaz.” “Yav doksan yıldır nelere karışıyorlar bu ülkede, ona mı karışmayacaklar! Herkesin kendine göre bir ibadeti vardı. Tekke ve Zaviyeler Kanunu’nu çıkardılar. Aha, o da bitti. Varsa yoksa kendi çabamızla…” “Yobazın mezhebi olmaz.” dedi bıyıklı olan. “Senin Hz. Ali dediğin adam elinde Zülfikar’la cihat yapan radikal İslamcı bir adamdı.” Şef cevap verecek oldu ama şişman adam öfkeyle sözünü kesti. “Benim dedem harf devrimine garşıydı şefim. Hep anlatır: ‘Çocuklarınızı okutun, dediler. Okuttuk, bu sefer de başörtülü diye üniversiteye almadılar. Şimdi onların hepsi hesap verecek.” dedi burnuyla bıyıklı olanı göstererek. “Zihniyet değişmedikten sonra alfabe öğrense ne olur?” dedi bıyıklı olan. “O zaman git Ermenistan’da yaşa, Yunanistan’da yaşa. Benim dedem niye şehit oldu Çanakkale’de? Biz niye verdik Kurtuluş Savaşı’nı? Benim bacımın başından başörtüsünü aldılar diye verdik. O zaman git Fransa’da yaşa.” Bundan sonra olacakları tahmin edebiliyordum. Bu ikisi arasında her sözcük bir bıçak darbesine dönüşecek, laf kime değerse onun etini kesecekti. Kimisi sıcağı sıcağına hissedilmeyecek, yalnız kalındığında acısı ortaya çıkacaktı. “Cilbab başörtüsü mü? Hımar başörtüsü mü?” dedi bıyıklı olan.
55
“Bak dinden çıkarsın, bak. Ahzap’da sokakta cilbablarını üzerilerine alsınlar, diyor. Nur’da hımarlarını gerdanlıklarının, süslerinin üzerine salsınlar, diyor.” “E, hani nerde başınızı örtün? Rahibe gibi giyinmek Müslümanlık mı oldu?” “…” “…” Bu tartışma şiddetlenerek sürerken şef elini cebine attı. Telefonunu çıkardı. Ekrana baktı. Sanki biri arıyormuş gibi hızla yerinden kalktı. Bir süre bakışlarını telefonun ekranından ayırmayarak yürüdü. Yanımdan geçerken başını kaldırdı. Telefonu cebine koydu. Dudağının kenarını yukarıya gerip gülümsedi. Sonra topluklu, tokalı, siyah rugan ayakkabılarını seri bir şekilde tıklata tıklata büfeden ayrıldı.
56
Geyiklerin Komplosu – Bölüm 5 Kamil Murat
Hayatı gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçmek… G Günü, S + D + 02 1
- Bana kızdı bana ama şimdi özür dileyeceğim barışıcaz. Ver şu elini. Ver elini dedik ya! Ya uzatsana elini kardeşim ya! Zıııt yazıhaneye gel, tırınıttım tırıtırınım. - Gördünüz mü kaptan? Mantık dışı bir yaratık. 2 7,5 Metrelik Amerikan California yapımı teknemde, “Mantık dışı bu kaptan, mantık dışı” diye kendi kendime söyleniyordum, çünkü birisi canım tekneme acımadan ateş ediyordu. Tam da 1916 yılında batırılan İsveç gemisi enkazından çıkma 1907 Heidsieck şampanya şişesinin ağzını, mantarı kimseye zarar vermesin diye denize çevirmiş açmaya hazırlanıyordum ama birisi canım tekneme hiç acımadan ateş ediyordu. Derin ve mutlu bir rüyadan patavatsızca uyandırılmama isyan ediyormuş gibi sayıklıyordum: “Mantık dışı bu kaptan, mantık dışı”. Üçüncü mermi çekirdeği biraz daha yakınımdaki Arnavut kaldırım taşına çarparak parçalanınca uyandırılışımı patavatsızlık olarak değerlendirmekten vazgeçtim. İlk mermide olup biteni kavrayamamıştım. İkinci mermide silahın namlusundan çıkan alevi görmüş, hemen her askerin bildiği “namlu ağız alevi ve sesi usulü” ile nişancının uzaklığını bulmak için saymaya başlamıştım “bin bir, bin iki, binüüü...”. Demek ki nişancının uzaklığı bir kilometre civarındaydı. Bir kilometre mesafeden ateş eden nişancı fikri öyle sinirlerimi bozmuştu ki
1
Olay günü, olaydan iki dakika sonra. Turist Ömer Uzay Yolunda, Yönetmen; Hulki Saner, Senaryo; Ferdi Merter, Başroller; Sadri Alışık, Cemil Şahbaz, Erol Amaç, 1973 2
57
Anthony Robbins’in3 swift yöntemini uygulamaktan başka çarem kalmamıştı. Aksi takdirde kontrolümü tamamen kaybedip kuyruğu titrete titrete postu deldirmek içten bile değildi. Namludan çıkan alevin sıcaklığını güneşi çağrıştıracak şekilde zihnimi yönlendirdim, güneş imgesi de denizi çağrıştırdı. Bu yöntem sayesinde canımı sıkan herhangi bir şeyi güneşi çağrıştıracak şekilde kodladığımda, gerisi “vıjt vıjt vıjt” diye otomatik bağlantılarla geliyordu. İşte gene öyle yapmıştım, namlu alevi güneşi, güneş denizi, deniz tekneyi, tekne şampanyayı çağrıştırmıştı, hem de ışık hızıyla vıjtlaya vıjtlaya. Vallahi akıllara zarar yahu.
Yavaş yavaş anlıyordum, nişancı bir kilometre uzaktaydı ama gece görüş dürbünüyle ateş etmiyordu. Çünkü atıcının geçici körlük yaşamasını istediğimden ilk mermiden sonra bir sokak lambasının hemen altına mevzi almıştım, üstelik tam arkamda otoparkı aydınlatan devasa projektör lambası da cabasıydı. Askerdeyken bunu gece eğitimlerinde acemileri delirtmek için yapardık. Gece görüş cihazı takan acemiye bize baktığında el feneri tutardık, gariban ışığın etkisini arttıran cihaz yüzünden geçici körlük geçirirdi. Karşımdaki nişancı ise sokak lambasıyla projektörün ışığından etkilenmemişti aksine atışlarındaki isabet artıyordu. Bütün bu değerlendirmeler ışığında karşımdaki nişancının profilini çıkardım: 1. Mermi çekirdeğinin zeminde
çıkardığı alevden silahın en fazla 30
kalibre4 olabileceği, 2. Nişancının mesafesinin 1 kilometre civarında olduğu, atışın tek tek yapıldığı değerlendirildiğinde elinde bir keskin nişancı silahı olabileceği,
3 4
Anthony Robbins, Sınırsız Güç, İnkılap Kitabevi, 1996 7,62 mm çapında 58
3. Işıktan etkilenmediği, aksine daha isabetli atış yaptığı göz önünde bulundurulunca, gece görüş dürbünü ile değil, dürbün iç aydınlatma lambası ile atış yapıldığı sonuçlarına ulaştım.
Karşımda, eski Sovyet yapımı, 7.62X54 mm'lik mermi atan, PSO-1 Dürbün ile atış yapan Türkiye'de Kanas adıyla bilinen Dragunov yarı otomatik tüfekli bir nişancı olduğuna karar verdim. Geriye yedi mermisi kalmıştı ama bunları kullanma niyetinde olmadığı anlaşılıyordu çünkü iyi bir atıcı dakikada ortalama 3 mermi atar, hedefinin işinin bittiğine emin olana kadar mermi yağdırırdı, oysa ben bu sürede tek tek basaraktan, bade süzerekten kendime mevziler seçebilmiş, tekne gezintilerine çıkabilmiş, projektör ortalama fiyatları hakkında tahminlerde bulunabilmiş, evde banyoda bozulan florasan lambayı hala
değiştirmediğim
için
hanımdan
esaslı
bir
fırça
yiyebileceğimi
değerlendirebilmiştim. Hepsinden önemlisi, bu katilin hangi araştırma dosyamdan rahatsız olduğu için beni öldürmek istediğini düşünmüştüm usul usul. Elbette bu dosyaları milletin gözüne soka soka hazırlamamıştım. Aksine dosyaların üzerinde kimsenin ruhu duymadan, dolambaçlı ve de dolaylı yaklaşımlarla, karınca sabrı eşek inadıyla çalışmıştım. Amma gel gör ki “Bir damla balın olsa sineğin Çin’den gelir” misali yine de belayı üzerime çekmiştim. Aramızda kalsın ama bu işte benim kabahatim yok değil hani, çenemi tutamayıp sağda solda “öyle bir araştırma dosyası hazırlıyorum ki bir konuşsam yer yerinden oynar” diye epey caka satmıştım. Şimdi durumu anlıyordum. Demek ki “hayati bir sır” taşıyordum. “Ve sırlar esas itibari ile hayati” idiler 5
5
Menteş, Murat, Dublörün Dilemması, İletişim, İstanbul, 2005, s.123 59
Hacı hocayı Mekke’de …
Yusuf üç mermi ile atışlarını tamamlayıp olay yerinden uzaklaşırken kondisyonunu gözden geçirdi. Koşabiliyordu, nefesinde sorun yoktu. Zaten bu işi alacağını anlayınca, gerektiğinde yaya olarak kaçabilmek için altı haftalık koşu antrenman programına başlamış, uzatılmış zaman aralıklarıyla orta düzeyde zorladığı kasları açıldıkça kendine güveni artmıştı. Yusuf koşarken haline bakıp bakıp gülüyor, bu günlere nasıl geldiğini düşünüyordu. Dişinden tırnağından artırdığı o parayı Feyyaz’a uyup borsaya yatırmasaydı, başka bir hayata mı kapı açacaktı yoksa kader her nasılsa bir yolunu bulup onu buralara sürükleyecek miydi?
Almanya’dan memleketine geleli daha bir gün olmadan, Feyyaz sanki yememiş içmemiş oturmuş onun yolunu gözlemiş gibi Yusuf’u bulmuştu. Yusuf daha ne olup bittiğini anlamadan kendisini borsanın, net faiz, bileşik faiz hesaplarının içinde bulmuş, Feyyaz’ın Keynes’e bile taş çıkartan ekonomi yorumları, borsa tüyoları ile başı dönmüştü. Daha memlekete ayak basar basmaz tepesine dikilen Feyyaz’ı sabır ve nezaketle dinlemiş, biraz da onu başından savma umuduyla her dediğine he demişti. Gel gelelim paraya söylediği banka hesabına yatırana kadar tepesinden eksilmeyen Feyyaz, şimdi ortalarda görünmüyordu, bu kadar da olmazdı yani, insanda insaf denilen bir şey olurdu. Yinede Yusuf kimselere soramıyordu. Nasıl sorsun? Şimdi sorsa, “vaaay, geldin mi lafımıza, biz sana demedik mi oğlum, o Feyyaz kırığına fazla güvenme dedik” deseler, böyle internet kafe ortamında, herkes monitörlerin üzerinden abana abana, “ne olmuş, öyle mi olmuş, böyle mi olmuş” diye karga gibi boynunu uzatıp ona baksa, Yusuf utanır yerin dibine girerdi. Gözü yine bilgisayar masalarından artan boşluktaki kahvehane bozması beş altı masalık 60
yerde oturan, sanki duvara değil de, onun ötesi de varmış, orda da derya deniz varmış gibi dalıp giden adama takıldı. Adam gündem üstü sükûnetiyle olmayan duvarın ötesindeki, olmayan denize dalmış oturuyor, her hangi bir şekilde kendisine bakanlara da “benim için ne düşünüyorsan, Allah on mislini sana versin” tavrı sergiliyordu. Adamın bu gündem üstü ve doktor “ne yerse yesin dedi” tavırlarından çok, hemen yanı başında duran, arada sırada adamın sıkıntıyla kolunu attığı, arada ona mırıl mırıl bir şeyler mırıldandığı, bazen de sarıldığı mekanik bir varlık dikkat çekiyordu. Buraya birden fazla gelenlerin ister istemez hikâyesini öğrendiği bu mekanik varlık, elektrikle çalışan, uzatma kablosu kendinden bobinli, üç farklı hızlı, Allah seni inandırsın dostu düşmanı çatlatacak, hem de böyle çatır çatır çatlatacak bir çim biçme makinesiydi. Adamın tavırları umursamaz gibi görünüyordu ilk bakışta ama dikkat edilirse; usul usul çağlayan, anlayana sivrisinek saz misali bir duruş da sezilmiyor değildi hani.
Buraya birden fazla gelmiş olanlar bilirdi ki bu adamın bir bildiği vardı, onun da kendine göre hesabı, kendine göre eşi dostu vardı. Biraz sonra internet kafeye gelecek olan, kimseye tam ağızla selam vermeden dosdoğru çim biçme makineli adama seğirtecek olan muhterem ise onun dostuydu. O muhterem, gerisin geriye uzattığı eliyle peşi sıra sürüklediği, kaldırım taşlarına çarpa çarpa biraz eğilmiş tekerlikli çim makinesiyle gelecek adam, tabi ki oturan adamın can dostuydu. Yani bu iki çim biçme makineli adam birbirini bulmayacaktı da kim bulacaktı birbirini, insaf yani, akıl var izan var, ben size daha ne diyeyim.
Yusuf bu çifte çim biçme makineliler sayesinde kafasındaki tansiyondan bir süreliğine sıyrılmıştı ama sıkıntısı yeniden depreşti içinde, unutuverdi adamları, yine düştü derdinin peşine. Hatırlamaya çalışıyordu şu kırık Feyyaz’ın söylediklerini, “Ankara’dan tüyo geldi” demişti, Ankara’dan, başka 61
bir yerden değil “Ankara’dan”. Nerden? “Ankara’dan”. Demişti ki “borsada kazanmak için içerde adamın olması yetmez, yukarda da adamın olmalı, yukarda taaa yukarda! Merak etme, sen güzel kafanı bu işlerle yorma” demişti, böyle parmağıyla gökteki bulutları haşır huşur deler gibi yukarıyı göstermişti yani öyle “Yukarda taaaa Ankara’da!”, taaaa orada birilerini, bir yerleri göstermişti.
Ankara’dan haber gelmişti ama nerden peki? Ankara’nın neresinden? Meclisten mi, Altındağ’dan mı 6, Güven Park’tan mı? Başka ne denmişti sahi gelen tüyoda? Denmişti ki; “birader bu kaat yavruluyacak yavruluyacak”. Yani bu kâğıda bir yatırırlarsa bir sürü daha kâğıt, hisse alacaklardı, yuvarlak hesap, bir yatırıp en az iki alacaklardı, tabi doğal olarak Yusuf’un parasını yatıracaklardı tek ama beraber kazanacaklardı. “Eeee daha ne olsun yani”, Feyyaz bu işe fikrini koymuştu, Yusuf ise sermayesini. Biri olmadan diğeri para etmiyordu bu devirde, Allah yüzlerine bakmış, biri akıllı biri paralı iki mübareği bir araya getirmişti.
“Kaat çok bereketliydi” Feyyaz’ın dediğine göre, yavrulamakla kalmıyor bir de yumurtluyordu, yani “Allahtan daha ne istiyorsun, belanı mı”ydı artık, kâğıt bire bir vermekle kalmıyor bir de kar payı dağıtıyordu, kaç kuponun varsa o kadar da lira, yani yuvarlak hesap bire üç veriyordu kâğıt. Yusuf sıkıntıyla uzun bir of çıkardı, öyle ki çim biçme makineli adamlara kadar uzandı da oflaması, adamlar şöyle bi ters ters baktı çim biçme makinesiz Yusuf’a. Yusuf ise onları görmüyordu bile, Feyyaz’ı düşünüyordu o, bir de yaptıkları yatırımı. “Bileceksin” demişti Feyyaz, “ne zaman alıcan ne zaman satıcan bileceksin,
6
Altındağ Biri bir koca görür rüyasında, Yüz lira maaşlı kibar bir adam. … Orhan Veli, Bütün Şiirleri, Can Yayınları, İstanbul, 1983, s. 145 62
yoksa sermayeyi diil kediye, fareyi yüklersin” demişti. Bu işte zamanlama çok önemliydi, önemli olan “çıkmadan almak, düşmeden satmaktı”. Çok adamlar görmüştü Feyyaz, “adam kaadına aşık olmuş” biraz daha çıksın satıcam diye bekler ha bekler, diğeri de “kaadına aşık olmuş” satmıyım biraz artsın o zaman satıcam diye bekler. Dediğine göre o adamlar silinip gitmiş, ne yiğitleri öğütmüştü bu kaat işleri, ne baba yiğitler harcanmıştı.
Önce güle oynaya bir yere gitmişler, orada Yusuf’un Türkiye’de sabit ikameti olmadığı için yatırım hesabı açamamışlardı. Allahtan Feyyaz oradaydı da hemen delikanlı gibi ortaya atılıp “bi dakka ya, hesabı benim üstüme açın o zaman” diye bir diklenmişti ki, o biz parayla oynuyoruz havasındaki aracılar, komisyoncular, yancılar falan böyle tık diye kalmışlar, ağızlarını açamamıştı, arkadaşlık buydu işte. Sonraları Feyyaz, herhalde yeni olsa gerek, bir cep telefonu ile Yusuf’la kafede buluşmaya geliyor, bilgisayarın başına oturuyorlar, “aç ordan imekabe sayfasını” diyor, “vay gördün mü bizim kaadı, tavan yaptı, bileceksin bu işleri, her şeyin bir raconu var” diyor, omuz hizasından aşağıda tutarsa çalışmayacakmış gibi özenle havada yukarda tuttuğu telefonuyla Kaptan Körk gibi uzaktan uzaktan konuşup, yok “bir lot alın” yok “iki lot satın” diye ordinolar, al emirleri, sat emirleri yağdırıyordu. Birkaç gün sonra ise Feyyaz kaçar olmuştu ondan, kağıtlar sorulduğunda ise, “fena diil ama satıcaz galiba, başka çaresi yok zarardan kar etmek için satcaz herhal” gibi laflar ediyordu.
Yusuf’u daldığı düşüncelerden uyandırmayan garson, onun sipariş niyeti olmadığını çoktan anlamış, çim biçme makineli adamlara doğru seğirtmişti. O gidince Yusuf’un dikkati de garsonun peşinden onlara tebelleş oldu. Birinci çim biçme makineli adam da kendilerine bakıldığını fark etmiş gibi ikinci çim biçme makineli adama bir göz ucu etmiş, ikisi de mağrur ve belirsiz baş 63
hareketleri ile Yusuf’u selamlamışlardı. Yusuf da, onlar gibi yaparak selama karşılık vermeye çalıştı ama bir türlü onlar gibi mağrur ve belli belirsiz baş işareti yapamadı, ikinci çim biçme makineli adam da bunu fark edip, başını alayla geriye atıp birinci çim biçme makineli adama göz ucu etti. Birinci çim biçme makineli adam da başını alayla geriye eğdi, ikinci çim biçme makineli adama gülümsedi ama öyle cıvık değil, böyle anlatılmayacak kadar mağrur ve mesafeli. Yusuf onların hikâyesini bilmese, tedirgin olacak, önünü başını ilikleyecek, daha fazla yerin dibine girmeden saygıyla müsaade isteyip, bir telaş oradan kirişi kıracaktı.
Amma Yusuf biliyordu ki hadise çok başkaydı. Bu birinci çim biçme makineli adam, diğerini burada bulmuştu. Önceleri birbirlerinden uzak masalarda oturmuşlar, bir kendi bir diğerinin çim biçme makinelerine bakmışlar, sonra anlamamazlıktan gelip bir süre havalara girmişlerdi. Sanki mesafe çok uzakmış gibi birbirlerine, birer masa birer masa yaklaşmışlar, yaklaşırlarken de köle pazarında avrat satar gibi, çim biçme makinelerini döndüre döndüre poz yapmışlardı. Aslında birinci çim biçme makineli adam ikinci çim biçme makineli adamın hikâyesini öyle merak ediyor öyle merak ediyordu ki, merakından hemen oracıkta karganın gökten yere attığı ceviz gibi çatlayabilirdi. İkinci çim biçme makineli adam da cevizlikte ondan aşağı kalmadığını göstermekten çekinmiyor, kıpır kıpır halleriyle kıpraşıp duruyor ama bir türlü lafa söze giremiyordu. Mümkün müydü lafa söze girmek efendim, ya adamın durumu kendisinden farklıysa, olmadık asil bir açıklaması varsa? Bunca milletin içinde rezil olursan, bi daha böyle ucuz, hesaplı çaylı bir kaveye, hem de veresiye çaylı bir kaveye nasıl geleceksin kavane milletinin diline düşersen? Milleti de bir merak almış tabi, kavedekiler de, çim biçme makineli adamlar birbirleriyle halvet oldukça usulca onlara yanaşıyor, pusu kurmuş
hasımlar
gibi
sessiz
sessiz,
adamların
burnunun
dibine 64
sokuluyorlarmış. Bu çim biçme makineli adamlar da insan, içlerinden biri artık dayanamayıp anlatıvermiş hikayesini, eee tabi her hikaye gibi bunun da evveliyatı varmış, başlamış adam en baştan pehlivan tefrikası gibi anlatmaya. Evet efendim bakalım çim biçme makineli adam söylemiş söylemiş ne söylemiş.
…………………….
Aslında o günü, o günlerde İstanbul’da olup da bilmeyen yokmuş, öyle bir kaynatmışlar ki İstanbul kazanını o mevzuuyla, değil Koca İstanbul, komşu şehirlerden hatta daha uzak diyarlardan bile gelenler olmuş. O gün, o malum gün, bir büyük ecnebi elektronik şirketinin Türkiye şubesi İstanbul’da açılacakmış. Elektronik ürünleri piyasa fiyatının altında hem de öyle bir altında satışa sunacakmış ki mağaza. Duyan duymayan da bedava dağıtılacakmış gibi iki gece hatta üç, dört gece önceden mağazanın önünde aportta dikilmeye başlamış, hatta bekleyenler kendi aralarında “yok abi bu kalabalıkla baş edemeyeceklermiş, izdiham çıkmasın diye vaktinden önce açacaklarmış” diyerek birbirini doldurdukça, onlar da eş dost hısımlarına haber gönderiyor, SMS çekiyor, güvercin uçuruyor, herkesi oraya topluyorlarmış. Gel gör ki mağaza ne açılıyor ne ediyor, dışarıdaki kalabalık da ümitleri azaldıkça daha da bileniyor, iyice sıkılan bazıları ise “yok abi, kaynım haber almış açacaklarmış, kalabalıkta bir siyasinin akrabası varmış o kapıya biraz daha yanaşınca açacaklarmış” diye balon uçurup moral veriyormuş. Gel gör ki bekleyenler bir süre sonra kendi uçurdukları balonlara, yalanlara kendileri de inanıyor, bekleyenlerin içindeki temiz pak kalantor giyimli insanların “olsa olsa vekil akrabası budur” diye usulca kapıya yanaşmalarını kolaylaştırıyorlarmış. Onları kapıya yanaştırmak için bağırıyorlar “az daha yanaş az daha, hooop hoop sağ
65
yap yap az daha az daha” diye figan ediyorlarmış ama yine de kapı ne açılıyomuş ne de aralanıyormuş.
Bütün çalkalanma ve dedikodulara rağmen bir türlü açılmayan ama ha açıldı ha açılacak diye önünde coşkun dalgalar gibi insan selinin biriktiği kapı açılmamış açılmasına ama vakit de az kalmış. Vakit yaklaştıkça, kapının vaktinden önce açılmayacağını artık daha fazla kabullenilmiş gibi, böyle iftar topu atılacakmış gibi huzurlu bir sessizlik çökmüş kalabalığın üzerine. İnsancıklar neredeyse tam huzurla nurla, sessiz sedasız beklemeye başlamışlar ki kalabalıktan biri koyvermiş yaygarayı. Amma ne yaygara! Demiş ki daha doğrusu bağırmış ki “millet millet siz hala uyuyun, arka kapıdan mağaza çalışanları eş dost akrabalarını içeri almaya başlamışlar bile, bize bi kapuçine makinesi bile kalmıycak” demesin mi yani bağırmasın mı? İnsan selinin içinden iri yarı patates suratlı, bir o kadar davudi sesli biri bunu duyar duymaz “laaaayn, şu hayatta bi anam var, o da, kadıncağız nerden gördüyse görmüş özenmiş, kapuçine makkinam olmadan ölürsem gözüm açık giderim diye başımın etini yedi, o makine bana kalmazsa ben dağıtırım burayı huoooop” diye bağırıp belinden çıkardığı nah böyle bir bıçağı, jiletçi gibi pıçak pıçak diye koluna vurup kan revan içinde kalmasın mı, vay anam vay! Bu yetmiyormuş gibi kalabalıktan biri tutturmuş “gitti benim kapaklı cep telefonum”, biri tutturmuş “gitti gitti az ceryanlı çamaşır makinem”, efendim ne olmuşsa o zaman olmuş. Bu zincir vurulması mümkün olmayan insan seli dalgalandıkça kabarmış, kabardıkça dalgalanmış, önlerinde set olan o koca kapıyı, bekleşen güvenlikçileri, korumaları da önlerine kattığı gibi, sel gibi, afet gibi daha nasıl söyleyeyim Nuh Tufanı gibi lambur lumbur mağazaya dalmasın mı, amma ne dalmak ne dalmak. Cam, çerçeve, pen hepsi birden içerde.
66
Millet mağazada tuttuğunu kaptığı gibi başka parçanın peşine düşüyormuş, bazen bir parçayı iki kişi birden pençeliyor, o zaman da o parça iki parça olarak satışa sunulmak zorunda kalıyormuş, yani mahşer ki mahşer vesselam. Günlerdir bekleye bekleye gözü dönen bazı müşteriler ise akla hayale gelmedik şeyler yapıyormuş. Hatta öyleymiş ki, sonradan psikolog olduğu anlaşılan bir adamcağız, gördüğü insanüstü manzaraların resimlerini çekip çekip doktora tezi için arşivliyormuş. Öyle akla hayale gelmez şeyler oluyormuş ki “aaaa o kadar da olmaz artık çok atıyorsun” durumuna düşmemek için yazar bile ancak en akla hayale yakın olanlarını anlatmayı tercih ediyormuş. Mesela pire kadar bir adam, görsen on onbeş okka çekmez, Karamürsel sepeti gibi değil bizzat kendisi Karamürsel sepeti bir adamcağız, “bana da bu kaldı” diye sırtladığı iki kapılı dev buzdolabıyla yetinmeyip onu üzerine de dört katlı bir müzik yüklemiş, daha da hızını alamayıp cebine de iki dijital kamera ile bir gece lambası sokuşturmuş. Hele hele altı plazmanın üzerine iki mikro dalga fırın istifleyen adam onların üzerine ankastre fırın yüklemeye kalkınca, o ankastre sen bir kay mikro dalga fırının üstünden insanların üzerine. Tam da oradan geçen ihtiyar amcanın beyninin çatına çatanak diye çarpacakken daha havada, Allah seni inandırsın, daha havada o koca ankastre fırını yere düşmeden daha havada öyle bir götürmüşler ki akıllara zarar, kim almış ne zaman almış koca mal havada gitmiş, görebilene aşk olsun.
İşte birinci çim makineli adamın hikâyesi de bu kargaşada başlamış (ikinci adamın da hikâyesinin aynı olduğu anlaşıldığından burada sadece birincisinin hikâyesi ele alınmışmış), efendim o zamanlar henüz çim biçme makinesiz olan birinci adam, bu kargaşada “yahu millet deveyi hamudu ile götürüyor, buradan boş çıkarsam yazık bana” diye kendini doldurup doldurup bir o mala, bir bu mala saldırıyormuş ama elin oğlunun eli armut toplamıyor ya, 67
adamcağız neye elini atsa, elin oğlunun eli ondan önce davranıp malı götürüyormuş. Ne çamaşır makinelerine sarılmış, ne plazmaları kucaklamış, ne fritözleri koynuna sokmaya çalışmış ama hiç biri adamcağıza yar olmamış. Kan ter içinde ümitsiz, bilinçsiz bir oraya bir buraya koştururken, can havliyle elinin kolunun uzandığı bir aleti tuttuğu gibi kendine çekmiş ama ne çekmek ne çekmek! Öyle sarmalamış ki aleti, nice yiğitler tırsıp uzaklaşıvermişler adamcağızın başından, gözlerinden neredeyse ateş çıkıyormuş zira. Adam aldığı malı sırtladığı gibi kasa kuyruğunda soluğu almış, elindeki malı iki üç misline almayı teklif eden, salya sümük ağlayan biçarelere hiç yüz vermemiş adam, yüz vermek bir yana “hadeee hadeee” diye bağırmış bile. Neden sonra elinde tuttuğu, bağrına bastığı aletin ne olduğuna bakmaya fırsat bulmuş da adam, elindeki alete şöyle bir bakmış, bakmış bakmasına da bir şeye benzetememiş, zaten zar zor almış adamcağız, “anlamadığın şeyi niye alıyorsun arkadaş bırak biz alalım zaten bize lazım” diye üzerine çullanırlar diye etrafındakilere de soramamış. Yarım saat bir saat sonra, aldığı şeyin parasını ödemek için kasaya yanaştığında ortalık sakinleşmiş, adam da aletin üzerindeki yazılardan ne olduğunu anlamaya çalışmış makinenin ama nafile bir türlü çıkaramamış ne olduğunu. Fakat iyi bir tarafı varmış makinenin, küçük lastik tekerlekleri sayesinde, sırtında kucağında taşımadan kasaya böyle yürüterek götürmek mümkün olmuşmuş. Adam bir ara dolmuşa geldiğini, ihtiyacı olmadığı bir şeyi satın aldığını düşünmeye başlamış ki iki üç kişi gelip gelip etiket fiyatının iki misli fiyat önerip makineyi isteyince, vazgeçmiş bundan, hemen caymış, “demek ki iyi bi şey bu, millet dönüp dönüp sorduğuna göre” diye düşünmüş. Hatta bir ara, adamın biri kurnaz kurnaz makineye yanaşıp “ne yapcan kardeşim sen bu makineyi, senin neyine” deyince, paspal kılıklı daha doğrusu kılıksız kılıksız bir adamcağız “aaa efendi amma yaptın haa ama, ne yapıcan olur mu, o elindeki makine üç devirli elektrikli, amartisörlü çim biçme makinesi, altın altın, yok kendin 68
kullanmazsan koy kızının çeyizine” demesin mi! Çim biçme makineli adam, bu bilgili, ilk bakışta anlaşılmasa da her haliyle görgülü, hatta yani baya kalburüstü bu beyefendiye saygıyla karışık merakla hatta nezaketle sormuş “yani saygıdeğer beyfendicim bu makine çok kıymetli öyle mi?” Adam hiç kompleksiz cevaplamış soruyu “ooo efendi ne diyorsun, kıymetli de laf mı, hele dur bakayım şunun amortisörüne, oooo, hem de mekanik amortisör, yağlı da değil, bunlar var ya bunlar evladiyelik, hiç bozulmazlar, torununun torunu görür bunu efendi, hiç merak etme sen” diye cevaplamış. Çim biçme makineli adam öyle sevinmiş ki duyduklarına, öyle gururlanmış ki makinesiyle, hemen oracıkta boy boy resim çektiresi gelmiş mekanik amortisörlü makinesiyle, şöyle bir kurulmuş bir kurulmuş, gören Elli sekiz Konvertibl Şavrole İmpala’ya binmiş sanır. Bilgili, kalburüstü, güngörmüş beyefendi müsaade isteyip makineyi şöyle bir kurcalayınca “ooo hem de onbeş metrelik kablolusundan, dur bakayım dur dur, ooo hem de topraklı prizlisinden” diye ilave edivermiş.
Çim biçme makineli adam parayı nasıl ödediğini eve nasıl geldiğini bilmemiş bile, eve gelmesiyle bir süre kendi halinde yaşantısına devam ediyormuş gibi görünen apartmanda usul usul kıpırtılar başlamış. Kat koridor ışıkları, otomatikler, mekanikler birer birer yanıp sönmeye, kapı aralarında fısıltılar artarak baya baya normal konuşmalara dönmeye başlamış, -Duydun mu adamı, hem de o mağazadan tutuğu gibi getirivermiş valla helal olsun. -Helal olsun valla helal olsun, erkek adammış! Bak karısı sünepe herif, sünepe herif diyordu, şimdi de kocacım kocacım diye sirk maymunu gibi adamcağızın sırtından inmiyo.
69
-Ah kardeş kıymet bilmek lazım, kıymet! Neyin eksik nankör kadın, neyin eksik? Bak adam makineyi kapmış gelmiş, daha ne yapsın, nankör kadın nolucak işte. -İnşallah toprak doyursun gözünü, görmemiş ne olacak.
Başka bir katta ise, -Olursa bu kadar olur. -Pes yani pes, eee artık bir hayırlı olsuna gitmek lazım. -Tabi canım o da laf mı, duydunuz mu mevlit okutacaklar mıymış, ona göre gidelim, yani şimdi zamansız olmasın. -Valla hanımı bi Eyüp Sultan yapıcaz demiş ama ne zaman olur bi şey söylememiş. -Eeee tabi kardeş senin de öyle mekanik amortisörlü şeyin olsa senin de ağzından kerpetenle laf alınır. -Aaa, hiç te diiil valla, hiçte bozulmam ben, geçen sene plazma aldıydımdı da değiştim mi yani aşk olsun. -Gördünüz mü siz? Doğru muymuş üç hızlı olduğu? -Valla ben şöyle bi bakıverdim usulen şimdi bozulur mozulur nazarı deydi demesinler diye, neme lazım göz ucuyla baktım, böyle beyaz beyaz rakamlar var üzerinde, bir iki üç yazıyo.
Bir başka katta iseyse, -Araya torpil sokmuş diyorlar, -Ben de duydum ama, torpil morpil yetmez ki ona birader, kablosu nah böyle göstermek gibi olmasın tamı tamına onbeş metre. -Ya yaaa hem de toprak prizli emniyetli. -Ya kardeşim o işe torpil işler mi yaa! Yani torpil olsa da çok yüksek yerdendir çoook! 70
-Çoook! -Çoooook çok!
Bu kadar dalgalanmaya, heyecana, çim biçme makineli adam da başının gözünün sadakası olsun diye bir koç kestirmiş makinesine, koçun kanını sırasıyla aileye sürmüş bir de makinesinin tam böyle alnının çatına denk gelen yerine. Tabi elaleme seyir lazım, makineyi duyan koşmuş hayırlı olsuna, evde salonda köşeye koymuşlar makineyi, başında kırmızı kurdele, gelen bakmış giden bakmış, evin büyük kızı da misafirlerin çocukları bozup kurcalamasın diye hemen makinenin başında aportta beklemiş, tam biri elini uzatacak “hiiiş, hadi bakim ananın yanına” diye yetişiveriyormuş. Duyan gelmiş duyan gelmiş, öyle olmuş ki taa memleketten köylerinden minibüs kaldırmışlar makineyi görmeye, kimisi yol parasını denkleştirememiş, meraktan kurdeşen dökmüş de yine merakını yenemeyip kredi alıp makineyi görmeye gelmiş.
Bir akşam gazetelere yazı yazan bir adam gelmiş, kapı da karşılamışlar zatı muhteremi, adam demiş ki, -Uygarlığın ölçüsü, haftalık tüketilen su miktarı ile bu miktarın verimli kullanılan kısmın nispi payı ile ölçülür demiş. Ve hatta, -Gelişmişliğin ölçüsü, günlük protein bölü karbonhidrat miktarıyla doğru orantılı olduğundan günlük menüde aşırı bulgur tüketen toplumların bir şeyleri bi şey olur demiş. İlaveten, -Sanayileşmeden pay alan toplumlarda, her yüz kişiye düşen çim biçme makinesi miktarının temel parite kabul edildiğini, uluslar arası sanayi platformlarında ise temel gösterge olarak kullanıldığını demiş. Hatta bir ara dayanamayıp, 71
-Babaerkil toplumlarla anaerkil toplumların… dediğinde, misafirlerden yaşlıca bir kadın dayanamayıp fırt fırt gülmüş de kocası dirseği ile çaktırmadan böyle böyle kadını dürtmüş, dürtmüş ama fayda etmemiş kadın fırtı fırt güle güle “ben çaylara bakıyim” diye odadan kendini dışarı zor atmış.
Sonra sonra, azalmış gelen giden, sade tek tek, o da hanımının apartman goygoycuları, onlar da makineye değil hazır çaya kaveye geliyorlarmış. Çim biçme makineli adam da böyle yedi düvel padişahı gibi kurulduğu sedirin üstünde, gelen giden azaldıkça gevşeyivermeye, kasıntısı azalıvermeye başlamış, omuzları düştükçe düştükçe adamı bir düşünce almış; “yahu demiş tamam anladık bu makine üç hızlı, mekanik amortisörlü, toprak fişli de, şimdi ben bunu nerde kullanıcam?”
Oturdukları daire apartmanın dördüncü katındaymış, eee zaten bahçe de yokmuş, apartman kapısının yanındaki boşluğa da kapıcı “zemin katta banyo yok, hamama gider gibi her gün birinize gelicek halim yok ya, bi duş olsun yaptırayım” deyip yarım kamyon kumu oracığa yıkmış, sonra da “yönetim para vermiyo, ben duşu bi başıma nası yaptırayım” deyip kumu orada bırakmışmış. Adam düşüne düşüne hindileşmeye başlamış, sonunda “yaa bahçeyse bahçe, çimse çim, balkona üç beş teneke toprak taşıyıp meyve kasaların içinde çim büyütürüm, sonrada biçerim” demiş karısına. Karısı “aman aman evin içini yusufçukla kertenkelekle mi doldurcan istemem ben” diye postayı koymuş. Adamı almış bir haller, ne yapsın ne etsin, önceleri evini merakla saygıyla dolduran insanlar, şimdi hiçbir şey olmamış gibi, onun mekanik amortisörlü makinesi yokmuş gibi davranmaya, görmemezlikten gelmeye hatta son zamanlarda uzaktan da olsa birbirlerine gösterip bıyık altından gülmeye başlamışlar.
Adam da “düşme kalkma dünyası işte nolucak” diye sineye
çekmiş ama yine de bir türlü sindiremiyormuş insanların bu dönekliğini. 72
İşte böyle yalnız hem de yapayalnız, zaferlerle dolu mazisinde kayda değer bir şey olmayan bu dertli adam, insanlar iyice yüz bulup da yüzüne bir şey söylemeye cesaret edemesinler diye de asık suratlı dertli bir adam olup çıkmış. Kul sıkışmadan Hızır yetişmez derler ya, Allah acımış olacak birinci çim biçme makineli adamın haline, karşısına ikinci çim biçme makineli adamı çıkarmış, o gündür bu gündür bu ikisi birbirlerine destek olmuş, ayakta kalmışlar.
…………………….
Sürecek
73
Yol Uzun Hayat Kısa ve Sanat; Bitmeyecek Bir Rüya
Nur Gözde Yılmaz
Kar tanelerinin sessiz coşkusu pencereme vuran sokak lambasının yorgunluğuyla garip bir tezat oluşturuyordu. 10 Ocak 2014, O’nu kaybedişimin yıl dönümüydü. O; benim en sevdiğim rengi gözlerine giymiş harika bir adamdı. Çok iyi bir dosttu. Yeri doldurulamayacak kadar büyük bir yüreğe sahip olan şahane bir insandı.
Kısaca, 2013’ün bizden aldığı çoğu tanıdık bazısı sadece çevremizden olduğu için herkesin “başın sağ olsun” diyerek geçtiği insanlardan biriydi. İyi bir dosttu benim için her şeyden önce. Ağabeydi, yazı yoluma destek veren, fikir ve düşünceleriyle her zaman yanımda olan, ağrıları olduğunda bile gülümseyen, “iyiyim” sözünü dudaklarından eksik etmeyen biriydi. O gitti. İşte o garip tezatlığın sade uyumunu izlerken ben de O’nu düşünüyordum.
Göz açıp kapanıncaya kadar ilk ölüm yıl dönümü gelmişti, muhtemelen son da olmayacaktı- dünya durmadığı sürece, sevdikleri hayattan göçüp gitmediği sürece biz onu hep anımsayacak, konuşmasak da sessizliğimizle birbirimize hatırlatacaktık. Kar taneleri gibi sade, sessiz bir neşesi vardı onun da.
Olanca yorgunluğuna, iş hayatının anlamsız kargaşalığına rağmen hiç kimseye ‘gık’ dememişti. Demezdi de. O yüzden şimdi en basit bir soğuk algınlığını abartanlara öyle kızıyorum ki. Hele bazıları yok mu? “Hastalık hastası” diyebileceğimiz türden, aynı cinsin yaratık diyebileceğimiz kısmı. Neyse, ne… 74
“Olduğu gibi” kabullenmişti hastalığını. Gittiğinden aylar sonra cesaret edebildim bazı şeylere. Ailesini arayamadım, dostlarımızı soramadım. Kaçmadım. Acı vermekten korktum. Aslında belki teselli olurdum, belki emanettim onlara ama kendimi hatırlatmaktan korktum sadece. Üstelik ne diyecektim ki? Şimdi aynı okuldan mezun olduğum için meslektaş olarak anıldığım fakat benim birkaç tanesi hariç hiç birini öyle göremediğim insanlar cephe aldılar bana.
Sanki O, ameliyat olurken, kemoterapi görürken, ben geceleri uyuyamaz ama sabahları işimin başında olurken ve ben işe gitmediğimde bile yükümü hafifletmeye çalışmazken, ahkam kestiler. Hiç sevmediğim insan türü “kraldan çok kralcı olanlar.” Ama oluyormuş demek ki.
Kısacası yeri hiçbir zaman dolmayacak adam; bana güler yüzünü, içtenliğini, sonsuz maviliğini, sessiz gevezeliğini, huzur verdiği anları miras bıraktı. O sayede devam edebildim. Ayağa kalktım. İlk zamanlar dizlerim titredi. Düştüm çamurların üstüne. Sonra kanadı dört bir yanım. Sağım solum, kalbim kollarım…
Sonra tuttu biri terli avuçlarımdan. “Haydi” dedi. “Yürüyelim beraber.” Şaşkınlık, telaş, kaybetme korkusu, hayatın ateşi, karı soğuğuna rağmen “evet, haydi yürüyelim” dedim. Sesim çıkmadı. Çıkmıyor bazen. Sessiz çığlıklarımı okuyor O da. O zaman diyor ki; “iyileşiyorsun.” Umut oluyor her yerde, her zamanda bana. “Yeri doldurulamayacak bir insanı kaybettim” diyorum yazımın başından beri.
“Kim?” diye soruyorlar. “Bazı insanlar, tanımlara sığdırılamayacak kadar önemlidir, değerlidir hayatınızda. Sınırlandırmayın kaldı ki bu kişi sonsuza gittiyse” diyorum buradan sizlere.
Sevdiklerinizin, hayatın tadını çıkarmanız, anlamıyla mutlu olmanız, renginizi 75
unutmamanız dileğiyle.
76
Çığlık Rabsız Kafiyeler Yokluğuyla karmaşık tanrına ve sana koskoca bir çığlık yolluyorum, Zalim ve şehvet dolu ateşinle yarattığın cehennemde köz olmuş bir çığlık. Sökülüp pejmürde yüreğimden, Donuk, tepkisiz, tembel bedenine, Ses tellerimi, kulak zarlarını yırtarcasına kin dolu, Yankısız bir kükreyiş; Duygusuz, ölümcül ve ani bir sessizlikle son bulan, Ve akıbetinde her olası dayanağın seni çaresizliğe savuracağı bir haykırış.
77
azizm.sanat@gmail.com www.azizmsanat.org https://www.facebook.com/azizmsanat https://twitter.com/AzizmSanat
78