2 minute read
Gurbette Karantina, Mahmut Akcin
from Bahar Dergi 05
diği, insanların bolluk ve refah içinde yaşadığı yeryüzü cennetleri gibi görünürlerdi. Çoğunun yanlış olduğunu zamanla öğrendim, en azından dünyada cennet diye bir yer olmadığını. İnsanın karakterinin üç yaşına kadar belirlendiğini, kişiliğinin şekillenmesinin ise genellikle ergenlik döneminde, lise çağlarında sona erdiğini okumuştum. Üç yaşımı da, liseyi de geceli çok zaman olmuştu. Gittiğim ülkede insanların yirmi yıldır görüştüğü lise arkadaşları vardı. Yirmi beş sene önce televizyonda izledikleri bir diziden akıllarına bir replik geliyor, birlikte gülüyorlardı. Olması gerektiği gibi. Bense hayatımın otuz dört yılını T.C. simülasyonunda geçirmiştim. Elbette ki profesyonel hayatta evime ekmek götürmemi sağlayan mesleki yetkinliklerim, ‘eski Türkiye’nin hediyesi iyi bir eğitimim ve yabancı dilim vardı. Ama sosyal hayata tutunmak için gerekli yetkinlikleri burada baştan kazanmam gerekiyordu. Parkın neresinin daha güvenli olduğu, hangi marka peynirin daha lezzetli olduğu, ya da insanlardaki hangi mimiklerin ne anlama geldiği gibi sahip olduğunun farkında olmadığım bilgileri yeniden öğrenmeliydim. Bazı yetkinlikleri kazanamayacağımın da farkında olmalıydım. Yirmi beş yıl önce yayımlanan o diziyi açıp izlemeye çalıştım ama belki kötü bir taklidi bizde de yayımlandığı için gülemedim bile. Taşındığım yere benimle gelen, havayolunun bagaj hesabına dahil olmayan, kimseye satamadığım, bir yere atamadığım kültürel bir bavulum vardı. Bunu reddetmeyip kabul ettim ve bavulu açıp yeni eşyalarla doldurmaya başladım. Çalıştığım şirketin bulunduğu kampüste ilk Covid-19 vakası görüldüğünde hepimizi on dört günlüğüne evlerimize karantinaya yolladılar. Ondört gün sonra işimizin başına döneceğimizi düşündüğüm için sadece bilgisayarımı ve şarj aletimi almıştım. Notlarım, kalemlerim, şarj aletim, hatta internetten yaptığım bir siparişin açılmış kutusu hepsi masamın üzerinde kalmıştı. Diğer insanların masasının da benimkinden farkı yoktu. Sanki tüm insanlık “I am a Legend” filmindeki gibi birden bire yok olmuş ve herşey olduğu gibi yerinde kalmıştı. Ölü sayısının eksponansiyel şekilde arttığı grafikleri izlerken, haftada bir yalnızca markete gitmek için evden çıkıyorduk. Avrupa’ya taşınmanın güzel yanlarından birisi canımız istediğinde uçağa atlayıp bir kaç saatte memlekete, sevdiklerimize kavuşabilmekti. O yüzden asıl şoku uçuşlar iptal edilip, sınırlar kapatıldığında yaşadık. Bizler ya da onlar hasta olduğunda ulaşabilmek için hiçbir şansımız yoktu. Kendimizi kafese kapatılmış deney fareleri gibi hissediyorduk. Eşimle kaygıyla birbirimize sarıldığımızı hatırlıyorum. “Ya ikimiz de hastalanırsak” diye düşünmüştük, ikimiz birden hastaneye düşersek çocuğumuza kim bakacaktı? Oysa buraya gelirken Avrupa’yı dolaşmayı, festivallere, doğa gezilerine gitmeyi, kariyer yapmayı, kendimizi gerçekleştirmeyi planlamıştık. Yumurta ya da un bulabilmek için üç market dolaştığım, marketten aldıklarımı çamaşır suyuyla yıkadığım, komşuyla karşılaşmamak için karşı kaldırıma geçtiğim bir hayat, planlarım arasında yoktu. Daha da kötüsü, endüstri devrimini başlatıp dünyaya çağ atlatan bir ülkenin, yani İngiltere’nin sağlık sistemi Türkiye’den daha kötüydü. Hastalık belirtisi gösteren insanlardan evlerinde en az on dört gün beklemeleri, on dört gün sonra hala ölmedilerse ambulans çağırmaları isteniyordu. Yaşlılar huzurevlerinde hamam böcekleri gibi ölüme terk ediliyorlardı. Türkiye kesinlikle yaşamak istediğim bir ülke değildi, ama açıkçası İngiltere’de de ölmek istemiyordum. Neyse ki birinci dalgayı zor da olsa hastalanmadan atlattık. Sınırlar açıldı, ailelerimize kavuştuk. Şu anda Türkiye’de balkondan, beton blokların arasından görünen Tralleis antik kentinin kalıntılarına bakıyorum. Ayasofya’nın mimarlarından Anthemios’un memleketine. Gözüm uzaklara dalıyor. Eski Dünya’nın bütün büyük uygarlıklarının en az bir kez üstünden geçtiği, şarabın, rakının ve demokrasinin icad edildiği bu topraklar belki de bambaşka bir yer olabilirdi diye düşünüyorum.
Advertisement