4 minute read

Bir Garip Sohbet, Melis Tekin Akçin

Bir Garip

Sohbet / Melis Tekin Akçin

Advertisement

Gitmekle gitmiş olmazsın: Gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır. Cemal Süreya

Benim dışımdaki herkes için normal sayılabilecek günlerden biriydi. Sırtımdan süzülen ter damlası yüzünden uyanıyorum. Gecenin sıcağı tenimde yapış yapış. Aheste bir hareketle geriniyorum. Kuşların cıvıltılarını takip ederek balkona çıkıyorum. Üzerimde pejmürde bir pijama. Tişörtümün yakası eprimiş. Günün en sevdiğim saatleri. Gökyüzü yeni yeni uyanıyor. Sabah rüzgarı, üstümdeki kıyafetlerden içeri sızarak tenime değiyor. Biraz olsun ferahlıyorum. Topuzumdan kurtulan saçlarım hareketleniyor. Derin bir nefesle ciğerlerime dolduruyorum serin havayı. Sonra, tüm hayatım boyunca bana bu günü hatırlatacak o koku taşınıyor burnuma. Sadece şehir daha uyanmadan uyanabilenlerin sırrına erdiği, fırından gelen taze ekmek kokusu içimi huzurla dolduruyor. Arkamdan balkona çıkıyor o da. Şaşırmıyorum, zaten uyandığımda yatağında yoktu. Yatağı özenle toplanmıştı. Sabahın bu saatinde bile tekmil kıyafet hazır. Evimizin gümüşlüğünde duran çerçevedeki fotoğrafından çıkıp gelmiş gibi. Tiril tiril uzun siyah eteği rüzgarla dalgalanıyor. Üzerinde siyah yarım kollu puantiyeli bluzü var. Boynunda ise en sevdiği inci kolyesi. Bildiğiniz inci kolyelerden değil ama. Doğuran inci bu. Çocukluğumun unutulmaz hikayelerinden. Gençken pazardaki bir amcadan satın almış. Amca kolyeyi verirken, canlı olduğunu söylemiş. İnanmamış tabii. Satmak için yalan söylediğini düşünmüş, ama yine de incileri çok sevdiği için satın almış. Sonra alınan çoğu eşyanın başına gelen bir şey gelmiş bu incinin de başına. Bir köşede yeniden hatır

lanmayı beklemiş usul usul. Tekrar çekmeceden çıktığında, incilerin arasındaki boşluklar iyice kapanmış, sıkılaşmışlar. Amcanın dediklerini hatırlamış sonra. İnciler doğurmuş. -Günaydın. Kahvaltı getireyim mi, diye soruyor sıcacık gülümseyerek. Sesiyle kendime geliyorum. -Olur, diyorum gülümsemesine karşılık vererek. Kahvaltıyı hazırlamak için içeri giriyor. Ben de üzerine minder konmuş sandalyelerden birine oturuyorum. Apartmanın hemen altındaki turunç ağacını izlemeye koyuluyorum. Olgunlaşmışlar daha. Biraz daha büyüsünler, toplayıp sıkarız salataya. Turunçların kokusu gelir belki diye derin bir nefes alıyorum. Balkon demirinin kokusu baskın çıkıyor. Tedirginlik duyuyorum. Sırada bekleyen çocuklar yüzünden salıncaktan isteksiz inişlerim ve avuç içlerimde kalan o kokuyu duyuyorum. Biraz sonra içerden elinde yuvarlak bakır bir tepsiyle geri geliyor. Boynuna bir de ipe dizilmiş karanfillerden yaptığı uzun kolyeyi takmış. Öyle güzel görünüyor ki. -Kız nerden buldun bunu? Sandıktan mı çıkardın, diyorum göz kırparak. -Hatırladın mı? Senin için yapmıştım bunu. Boğazım düğümleniyor, -Hiç unutmadım ki. Tepsiyi ortadaki sehpanın üzerine bırakıyor. Sütlü ekmek hazırlamış. Üzerine toz şeker serpmiş, biraz da tarçın. Sihirli tarifi. Kase-

lerden birini bana uzatıyor, diğerini kendi alıyor. ‘Bugün acelemiz yok, yavaş yavaş yiyelim’ diyor. Sohbet ederek yapıyoruz kahvaltımızı. Sahi, en son ne zaman bir yerlere yetişmeye çalışmadan bir şeyler yaptım ki? Kuşların şamatalarına bizim seslerimiz karışıyor. Birden tepsinin içindeki peçetelerde takılı kalıyor bakışlarım. Yüzüme kocaman bir gülümseme yayılıyor. Hiçbir zaman diğer eşine kavuşamayan çoraplar gibi peçeteleri, hepsinin deseni farklı. Gülüşümden anlıyor, savunmaya geçiyor hemen. Ne var yani, yediğim içtiğim bende kalıyor. Bunlar benim gezip gördüklerim: Anı koleksiyonum. Mesela, sen şu an elinde Hatçe teyzenin evinden bir parça tutuyorsun deyip gülüyor. Dudaklarını avuç içiyle saklıyor gülerken, her zaman yaptığı gibi. -Anı koleksiyonu ne güzel bir isimmiş, diyorum. Tüm yaşayamadıkları geliyor aklıma. Biz kahvaltımızı ederken şehir de yavaş yavaş uyanıyor. Sokağın renkleri değişmeye, kuşların cıvıltıları artık duyulmamaya başlıyor. Ekmek kokusunun yerini, evlerden gelen yemek kokuları alıyor. Bizim sakinliğimize inat aceleci arabalarla, sabırsız adımlarla dolmaya başlıyor sokaklar. Sokağın uğultusu gitgide artıyor. Ben etrafı izliyorum, o da oyalarını çıkarıyor poşetin içinden. Parmaklarının uçlarındaki eklem yerleri çarpık dişlere benziyor. Saçlarının beyazıyla aynı renk bir kuka var elinde. Hızlıca birbirinin içine geçmeye başlıyor ilmekler. İkimiz de kalkmaya niyetli değiliz yerlerimizden. Tüm konuşamadıklarımızın, paylaşamadıklarımızın acısını çıkarıyoruz bugün. Sokağın telaşı azalmadı hala. Daha da arttı sanki. Bu kadar kalabalık olması normal mi? Bunca insan aynı anda çıkmış olamaz ki evden? Bizim apartmanımızın altında toplanan insanlara takılıyor gözüm. Ne oldu ki acaba? Biraz daha dikkatli bakıyorum, ama insanların yüzleri bulanık sulara benziyor. O ise pek umursamıyor görünüyor toplanan insanları. Sohbetin bir yerinde öyle aniden- sanki uzaktan bir şey görmüş de acele edermiş gibi- ben kahveyi sade içerim diyor. -Nasıl yani? Ben sana yıllardır şekerli yaptım. Her seferinde de “anam bu pek dadlı olmuş ya” derdin. Gülümsüyor, -Söylemişim ya işte pek dadlı olmuş diye. -Ama ben yıllarca elimden kahve içmenin sana tatlı geldiğini kastettiğini sandım. Karşılıklı kahkaha atıyoruz. Bu sefer ilk defa dudaklarını saklamıyor. Bir cenaze arabası giriyor evin sokağına. Evin altında toplanan kalabalıktan ağlama sesleri yükseliyor. Araba gelip tam bizim apartmanın önünde duruyor. Anlamaya çalışıyorum olanları. Aşağıdaki yüzler gittikçe belirginleşiyor. Bazı yüzler tanıdık geliyor artık. Sakince ayağa kalkıyor. Artık gitmem lazım diyor. Önceden hep beni uğurladığı evden bu sefer ben onu uğurluyorum. Boynuma sarılıyor. Hoşçakal anneanne, deyip sıkı sıkı sarılıyorum. Pamuk yanaklarını öpüyorum. O da sıcacık bir öpücük konduruyor yanağıma. Boynundaki karanfiller. Ne de güzel kokuyorlar.

This article is from: