6 minute read

Tekinsiz, Ertürk Demirel

Lapa lapa yağan kar üstünü kaplıyor ama o bir heykel gibi dikilmeyi sürdürüyor sokak lambasının altında. Ayakları çıplak. Rengi belirsiz, bezermiş bir pantolon giymiş, ağında sarı bir leke var. Kim bilir nereden bulduğu mavi tişörtünde “I am so cool” yazıyor beyaz harflerle. Alamet-i farikası haline gelen kırmızı kadın paltosunun kolları eprimiş, dikişleri atmış. Saçı sakalı karmakarışık, keçelenmiş, artık tarak geçmeyecek kadar katılaşmış. Dilenmiyor, ama yemek verirsen yer, çay verirsen içer. Mahalleli çoktan kanıksamış onu; tıpkı bakkalın beyaz kedisi Pamuk gibi, tıpkı bir taksi çarptıktan sonra hep eğik kalan park edilmez levhası gibi bu mahallenin bir parçası artık. Yolu ilk defa Kağıthane’nin bu mahallesine düşenler bu hem komik hem de acıklı görüntüye bakakalsalar da çirkin, eğri büğrü balkonları birbirine bakan evlerle dolu bu semtin sessiz bekçisi o. Bir yaz günü üstünden hiç çıkarmadığı kırmızı paltosuyla belirmişti. Nereden geldiğini, kim olduğunu kimse bilmiyordu. Bu sıcakta bile paltosuna sıkı sıkıya sarınmış, kollarını kavuşturmuş bir halde eczanenin karşısındaki parkın girişinde durmuştu. Belki gece olup herkes uyuyana kadar. Mahallenin çocukları önce taş atıp kovalamaya çalışmış, ama tepki vermediğini görünce sıkılıp vazgeçmişti. Kahveci Nuri duyunca bir bardak çayla bir simit yollamıştı çırağıyla. Simidi sanki hiç aç değilmiş gibi ağır ağır, tadını çıkararak yemiş, ama çayı neredeyse birkaç dikişte içivermişti. Çırağın sorularına cevap vermemiş, sadece yüzünde anlamsız bir ifadeyle yere bakmayı sürdürmüştü. Taksi durağındaki Hüseyin de acıyıp konuşmayı denemiş ama hiçbir yanıt alamamıştı. Deli olup olmadığı tartışma konusuydu; gözleri zeki bakıyor gibiydi ama konuştuğunu, ya da dikilmek dışında tuhaf bir şey yaptığını gören olmamıştı. Bir tek yiyecek verildiğinde canlanıyor, o heykel gibi duran sureti kıpırdanıyordu. Para uzatırsanız almazdı, sanki paranın ne işe yaradığını bilmiyor ya da unutmuş gibiydi. Onun dışında sadece sokak köpekleriyle ilgilenirdi, onları sever, kulaklarının arkasını kaşır, varsa cebinde sakladığı ekmeklerden biraz sunardı. Bir şekilde hayatını sürdürmeyi başarıyordu gene de. Bakkal arada ekmek arası peynir yollar, kahveci çay gönderir, o da karnını doyurduktan sonra başka bir şey istemezdi. Buradaki her eğri büğrü mahallenin delileri, sapıkları, dolandırıcıları ve sırları vardı. Karakolun karşısında oturan Halime Teyzenin kızı deli ve obezdi: her akşam ezanı okunduğunda pencereye çıkar, anlaşılmayan sözlerle bağırırdı. Kime ya da neye bağırdığı belli değildi, derdinin ne olduğu da. Annesi bir süre sonra kızı yatıştırır, içeri sokardı ve mahalle gene sessizleşirdi. Alışmıştı herkes Halime’nin deli kızına. Sonra Suriyeliler vardı. Buraya gelmelerinin üzerinden beş yıl geçmesine rağmen tek kelime Türkçe bilmiyorlardı. Babaları, ya da mahallelinin babaları olarak gördükleri adam köşede berberlik yapıyordu. Arapça tabelasının altında tüm gün taburede oturur, gelen sinekleri omzuna attığı beziyle kovalardı. Arada gelen müşterileri hep aynı biçimde tıraş eder, aldığı parayı kasabın etlerine yatırırdı: parmağıyla vitrindeki eti işaret eder, “wahid kile, şükran, şükran” diye mırıldanarak parayı uzatır, yedi çocuğun ve bir de kadının yaşadığı gecekondularının yolunu tutardı. Sokağın sonunda 27 numarada oturan Şükrü her gece pavyona giderdi. Dönüşte de karısıyla kavga eder, edilen küfürler sokakta çınlardı. 13 numara bir tarikatın üyesiydi: haftada bir evine başı bağlı kızlar ve sakallı adamlar gelir, mevlit dinlenir, dini sohbetler yapılırdı. 6 numara olan bakkalın bir türlü erkek çocuğu olmuyordu: adam dördüncü kızdan sonra vazgeçmişti ama öfkesini karısından çıkarıyor, kadını her akşam dövüyordu. Yanındaki deponun kapısı yük teslimatları dışında hep kapılıydı: aslında burada kaçak rakı yapılıyor, bastırdıkları rakı etiketlerini zehirli içkilerin şişelerine yapıştırıyorlardı. Onun yanında, 10 numarada eskiden yarı ünlü sayılabilecek bir şarkıcı vardı: artık sadece düğünlerde iş bulabiliyor ama gene de çok şık giyinip, ona hediyeler alan cici kocalarının arabasına binerken görülüyordu. Onun yanındaysa hepsi aynı okula giden üniversite öğrencileri yaşardı: bunlar beş arkadaş sefil bir halde bir evi kiralar ama dönem sonuna kadar arada gelip kalanların sayısı onu bulurdu. O, kırmızı paltosuna bürünmüş halde tüm bu insanların etrafında yaşayıp gitmelerini seyreder, hiç yerini değiştirmeyen bir muhafız gibi parkın önünde neredeyse gururla dikilirdi. Çocuklar büyür, yaşlılar ölür, aşıklar evlenir ve evliler boşanırdı ama o hiç değişmeden, paltosuna sarılmış bir halde ayakta dururdu. Daha da duracaktı belki ama sonunda onun hayatında da bir şeyler değişti. Yavru bir sokak köpeği bulmuştu, beyaz tüylü, sıska ve çirkin. Köpeğin de nereden geldiği bilinmiyordu ama artık onun yanından hiç ayrılmıyor, mahallelinin gönderdiği yemekleri onunla paylaşıyor, ona

Tekinsiz / Ertürk Demirel

Advertisement

Öteki Değil Onlar!

Gerçeğin Düşündürdükleri

kuyruk sallayıp pejmürde pantolonun paçasını çekiştiriyordu. Herkes uyuyuncaya kadar ikisi parkın girişinde birbirlerine yarenlik ediyor, sonra parkın içinde ağaçların altında kartonların üzerine kıvrılıyor, beraber uyuyorlardı. Köpek bitli ve uyuz bir itten başka bir şey değildi kuşkusuz ama onun için değerli olduğu belliydi. Onu okşuyor, besliyor, yola atlamasın diye ona bulduğu bir ipten tasma yapıyor, sanki konuşacakmış gibi eğilip köpeğin burnunu burnuna yaslayıp öpüyordu hayvanı. Mahalleli önce bu işe anlam verememişti: yıllar boyunca hiçbir insanla ilgilenmeyen delileri şimdi bir köpekle dost olmuştu. Önce köpeği bahane edip tekrar onunla konuşmaya çalıştılar; büfeci Mehmet köpeğe bakkaldan aldığı salamları getirdi, “Senin mi oldu bu it?” diye muhabbet açmaya çalıştı, hatta köpeği sevmeyi bile denedi. Ama o cevap vermedi, salamları aldı, köpeğin önüne attı, sonra da her zamanki gibi sustu. Bu yabaniliği insanları kızdırmaya başlıyordu artık. Tarikatçı teyze köpek olan mahalleye melek girmeyeceğini söyleyip sokranmaya başlamıştı. Bakkal kedisini kovalayıp ağaçlara çıkarttığı için öfkelenmişti. Taksici Emin köpeğin ona saldırdığını söylüyordu kahvede. Üniversiteli gençler de artık onu görünce yollarını değiştiriyor, sırt çantalarındaki poğaçalardan vermemeye başlıyordu. Sonunda Şükrü muhtara kadar gitti. Gene pavyondan döndüğü bir

gece parkın orada inmişti. Karanlıkta onunla köpeği yollarına çıkmış, Şükrü zom sarhoş halinde bile korkmuştu. Köpek havlamış, herkesi uyandırmış, Şükrü’nün de bacağını ısırmıştı. Şikayetçiydi Şükrü: ya o köpeğinden vazgeçecek ya da ikisi birden bu mahalleden gidecekti. Yıllar yılı kırmızı paltolu adamın önünden geçerek muhtarlığa giden Halil Bey Şükrü’yü yatıştırmaya çalıştı ama adam Nuh diyor, tufan demiyordu. Sonunda belediyeyi arayacağına söz vermek zorunda kaldı Halil Bey. Şükrü de yatışıp işine gitti. Belediye gerçekten de geldi. Bir sabah kırmızı paltoluyu ilk defa eğilmiş köpeğe bakarken gördüler. Köpek zehirlenip ölmüştü. Ağlıyordu kırmızı paltolu. Hem de sarsıla sarsıla, haykıra haykıra. Komşular pencerelere çıktı, bakkal işini bırakıp koştu, Suriyeli berber bile taburesinden kalkıp parka geldi. Hepsi etrafını çevirmişti. İlk defa onu insanca bir şey yaparken görüyorlardı ve onlarla konuşup konuşmayacağını merak etmişlerdi. Kırmızı paltolu adam bir süre ağladı, sonra ona seslenenlere aldırmadan köpeği kucakladı, ilk defa görev yerini terk ederek yokuştan aşağı indi yavaş yavaş. Bir daha görmediler onu. Geldiği gibi kaybolmuştu, sessiz ve tekinsiz bir biçimde.

Geçmişin Hikayesi, Şimdide Yazılıyor

This article is from: