KapaK KonuSu: Karda Kışta LojİStİK ¼ olumsuz Hava Koşullarında demiryolu taşımacılığı ¼ Lojistik Sektöründe Her Mevsime Hazırlıklı olmalısınız ¼ aKoM Karda Kışta İstanbullunun Hizmetinde depreMLerİn pSİKoLojİK etKİLerİ ve pSİKoSoSyaL deSteK SaLİM KadıbeşegİL: “KuruMSaL İtİbar, bİr organİzaSyonun en ÖneMLİ ve en değerLİ SerMayeSİdİr.” Latİfe teKİn : “İyİ bİr KİtapLa zİHnİMİz MutLu bİr SonSuzLuğa gİder”
1
İçindekiler
BLMYO Adına İmtiyaz Sahibi Prof. Dr. Ahmet Yüksel Yüksekokul Müdürü Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Doç. Dr. Baki Aksu Yüksekokul Müdür Yrd. Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Nükhet Güz Yayın Koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral
Başyazı
Prof. Dr. Ahmet Yüksel
Kış Ayları Lojistik Sektörü İçin Krize Dönüşebilir.
Genel Yayın Yönetmeni’nden
Prof. Dr. Nükhet Güz
Akademi Beykoz dergimizin onuncu sayısı ile karşınızdayız!
Yayın Kurulu Prof. Dr. Nükhet Güz Prof. Dr. Okan Tuna Doç. Dr. Baki Aksu Doç. Dr. Emine Koban Yrd. Doç. Dr. Güray Tezer Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral Yrd. Doç. Dr. Nejla Karabulut Yrd. Doç. Dr. Kenan Dinç Öğr. Gör.Dr. Reha Uluhan Öğr. Gör. Sevil Bektaş
04 Başyazı
66 Olumsuz Hava Koşullarında Demiryolu Taşımacılığı
05 Genel Yayın Yönetmeninden
68 Lojistik Sektöründe Her Mevsime Hazırlıklı Olmalısınız
06 Havayolculuğunda Hizmet Kalitesinin Önemli Bir Halkası: Yer
72 Kar Ve Buzlanma Birçok Ana Güzergahın Kapanmasına Neden
Hizmetleri Operasyonları
Oluyor
12 Marka ve Lojistik
74 Akom Karda Kışta İstanbullunun Hizmetinde
14 Özel Dosya: AFET LOJİSTİĞİ 16 Kuraklık Kıranı Risk Yönetimi 22 Depremlerin Psikolojik Etkileri ve Psikososyal Destek 28 İş Zekası Nedir, Ne Değildir? 34 İnanılmaz Büyüklükte Bir Kara Delik Keşfedildi 28 Empati ve Kendine Aşık Olmak Üzerine 32 “Dijital Yaşam Koçunuz” BİLKOM
Grafik Tasarım Ayşegül İzer
36 Özel Dosya: EĞİTİM
Yönetim Yeri Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu Vatan Caddesi No:69 Kavacık/Beykoz T. 444 25 69 F. (0216) 413 95 20 www.beykoz.edu.tr
38 Lojistik Eğitiminde Laboratuvar Kullanımı Üzerine Bir
E-posta akademibeykoz@beykoz.edu.tr Özlem Matbaa, Litros Yolu 2.Matbaaclar Sitesi D/Blok Kat :5 3ND 1-2-3-4. Topkapı/İSTANBUL Tel : (0 212) 612 06 62. Fax : (0 212) 612 06 63 SAYI: 10 • MART 2013 • ISSN:1309-4092 Akademi Beykoz, Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu’nun süreli yayınıdır. Bu yayının herhangi bir bölümü kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Bu dergide yayınlanan yazılar yazarlarının sorumluluğundadır.
Değerlendirme 42 Eğitim/Öğretimde Bilgisayar Kullanımının Başarıya Etkileri 44 Biofeedback: Beyin Eğitim Sistemi 47 Soğuk Zincir 50 Dokuz Canlı Konumlandırma Stratejileri 52 Nöromarketing: Bu Ayakkabıyı Bana Satın Aldıran Mantığım Mı Yoksa Duygularım Mı? 56 “Kurumsal İtibar, Bir Organizasyonun En Önemli Ve en Değerli Sermayesidir.” 60 Özel Dosya: KARDA KIŞTA LOJİSTİK 62 Lojistik Hizmetlerde Mevsimsellik Ve Kış Etkisi 64 Dikkat! Çatıda Kar Ve Buz Birikimi
76 Karda Kışta Sorunsuz Lojistik İçin Müşteriyle Doğru İletişim 80 Latife Tekin: “İyi Bir Kitapla Zihnimiz Mutlu Bir Sonsuzluğa Gider” 84 2012 Yılında Yolumuzu Aydınlatan Kitaplar 88 Çağlar Boyu Takvim 92 “Bir Çift pedal Ve Mutluluk...” 94 2012’de Türkiye’de En Çok İzlenen Filmler 98 Lars Trier* Sineması: İnsana Düşmanlığın Estetize Hali 108 Ömür Gedik: “Şehrin İçinde Şehir Baskısını Yaşamadığım Tek Yer Beykoz” 110 Plazaların Ortasında Mangal Keyfi: Kavacık Mangal
Prof. Dr. Ahmet Yüksel
Prof. Dr. Nükhet Güz
Başyazı
Genel Yayın Yönetmeni’nden
Kış Ayları Lojistik Sektörü İçin Krize Dönüşebilir
Akademi Beykoz dergimizin ONUncu sayısı ile karşınızdayız!
Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu’nun akademik ve sektörel katkı hedefinde siz değerli okuyuculara sunduğu Akademi Beykoz dergisi, kurumumuzun vizyonerliğinin ve eğitim, öğretim standartlarındaki kalitenin görsel bir ifadesidir.
Akademi Beykoz dergimizin onuncu sayısı ile karşınızdayız! Dergimizin bu sayısı da yine dopdolu bir içerikle karşınızda. Afet yönetiminin önemini sürekli zihinlerde kalmasını sağlamak amacıyla oluşturduğumuz afet lojistiği dosyamızı dördüncü kez beğenilerinize sunuyoruz. Farklı bir afet biçimi olan kuraklık afetini ve afet sonrasında bireylerin psikolojik durumlarını incelemeye çalıştığımız bu dosyamızda Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu’nun “Kuraklık Kıranı Risk Yönetimi” ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nda Prof.Dr. Nuray Karancı’nın “Depremlerin Psikolojik Etkileri ve Psikososyal Destek” başlıklı yazılarını bulacaksınız. Her bir yazının afet yönetimi konusundaki önemi büyük.
Bu kaliteyi, siz değerli okuyucularımıza duyduğumuz saygının bir sorumluluğu olarak sunmayı ve her sayıda kalite standartlarımızı daha da yukarı çıkartmayı sürdürebilmeyi hedefliyoruz. Geçen sayımızda lojistiğin; son derece derin ve geniş bir alanı içeren ve çok çeşitli uzmanlık hizmetlerinden oluşan operasyonların planlanması ve tasarlanması süreci olduğunu ve tüm bu operasyonların gerçekleştirilmesine yönelik bir faaliyetler zinciri olduğunu ifade etmiştim. Bu itibarla; Lojistik kesintisiz, sürdürülmesi zorunlu bir faaliyetler zinciri olarak son derece hassas bir sektördür. Diğer bir ifade ile; çevresel ve iklimsel koşullardan, sosyal, ekonomik ve siyasal ortamlardan en fazla etkilenen sektörlerden biridir. Lojistik sektörünün kış ayları itibariyle, mercek altına alınmasının özellik arz ettiği düşüncesinden hareketle, dergimizin bu sayısında, kış hava koşullarında lojistik faaliyetleri ve süreçleri “Karda Kışta Lojistik” başlığında incelenmiştir.
Akademi Beykoz’un eğitim dosyasının konukları ise Prof. Dr. Okan Tuna, Öğr. Gör. Çağla Terzioğlu ve Dr. Tanju Sürmeli oldu. Prof. Dr. Okan Tuna “Lojistik Eğitiminde Laboratuvar Kullanımı Üzerine Bir Değerlendirme” başlıklı yazısı ile lojistik sektöründe uygulamanın önemine dikkat çekerken, Öğr. Gör. Çağla Terzioğlu “Eğitim/Öğretimde Bilgisayar Kullanımının Başarıya Etkileri”ni irdeliyor. Dr. Tanju Sürmeli ise henüz ülkemiz için yeni bir teknik olan Bioofeedback’i anlattığı röportaj ile siz okuyucularımızla bir araya geliyor.
Dergimizin onuncu sayısının ana dosya konusunu ise “Karda Kışta Lojistik” oluşturuyor. İstanbul gibi metropollerde yaşayan insanlar için zorlu hava koşulları günlük hayatın akışını kesintiye uğratan önemli bir faktör. Ama bunun ötesinde bu günlük hayat içerisinde hiç fark etmediğimiz lojistik unsurların kesintiye uğraması deyim yerindeyse hayatı felç edebiliyor. Lojistik işletmeleri açısından da zorlu kış koşulları işletme giderlerinin arttığı kriz dönemleri haline gelebiliyor. Akademi Beykoz ekibi olarak zorlu hava koşullarının lojistik süreçlere etkilerini mercek altına yatırdığımız dosyamızda Atilla Yıldıztekin’in “Lojistik Hizmetlerde Mevsimsellik ve Kış Etkisi”, Demiryolu Taşımacılığı Derneği Genel Müdür Yardımcısı Nükhet Işıkoğlu’nun “Olumsuz Hava Koşullarında Demiryolu Taşımacılığı” başlıklı yazılarını ve Mars Lojistik - “Lojistik Sektöründe Her Mevsime Hazırlıklı Olmalısınız” ve AKOM - “AKOM Karda Kışta İstanbullunun Hizmetinde” başlıklı röportajları bulacaksınız. Dosyamızdaki diğer yazıları da zevkle okuyacağınıza eminim.
Her sayısında lojistik sektörünün farklı eğilimlerini ortaya koymak ve bu alanda kamuoyuna, gençlerimize, sektöre ve akademik çevrelere popüler bir kaynak sunmak amacını güttüğümüz dergimiz onuncu sayısını gururla ilgilerinize sunuyor ve bu sayımızı da beğeniyle okuyacağınızı umut ediyorum.
Dergimizin onuncu sayısı bu yazılarla sınırlı değil elbet. Marka danışmanı Güven Borça’nın “9 Canlı Konumlandırma Stratejileri”, Öğr.Gör. Mehmet Sarıoğlu’nun “İnanılmaz Büyüklükte Bir Kara Delik Keşfedildi”, Bülent Göven’in “İş Zekası Nedir, Ne Değildir?” başlıklı yazılarını ve Think Neuro Yönetici Ortağı Dr.Yener Girişken ile yapılan nöromarketing, ünlü yazar Latife Tekin ile yapılan “İyi Bir Kitapla Zihnimiz Mutlu Bir Sonsuzluğa Gider” röportajları ve Ömür Gedik ile gerçekleştirilen Beykoz sohbetlerini büyük bir keyifle okuyacağınızdan eminim. Dergimiz Akademi Beykoz’un onuncu sayısının daha nice nitelikli sayılara yol açması dileğiyle. Esenlikler!
6
7
Havayolculuğunda Hizmet Kalitesinin Önemli Bir Halkası: Yer Hizmetleri Operasyonları
Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Nejla Karabulut
lanmayı gerçekleştiriyorlar. Yer işletme için şunu söyleyebilirim: Yer işletme, havalimanındaki ürün, hizmet, yer operasyonu ve anlaşmaları takip eden, kontrollerini yapan ve uygulayan birimdir. Havayolunun yolcuya bakan yüzlerinden en önemlilerindendir yer işletme. Bunun içine yolcunun yanında taşıdığı yükü de girer. Kargo hizmetiyse yalnızca eşyayı, yükü kapsar. Biz kargo hizmetini, THY Kargo aracılığıyla veriyoruz.
Yer hizmetleri, havayolu şirketlerinin yolcuya bakan en önemli yüzlerinden biri. Havaalanına girdiğimiz andan itibaren, karşılanmamız ve check-in işlemleri ile başlayan bu süreç, bizim görmediğimiz ama tüm yolculuk sürecinin başarısını etkileyen bagaj, güvenlik gibi unsurları da kapsıyor. Türk Havayolları Yer İşletme Başkanı Mehmet Büyükkaytan, “Tüm hava yolları aynı koltuğu satıyor; önemli olan, bir bütün olarak iyi hizmet sunmaktır” diyor. Yer hizmetleri süreci de bu bütünün içinde çok önemli bir rol oynuyor. Şu anda yaklaşık olarak 12.000-13.000 kişiye istihdam sağlayan yer hizmetleri sektörünün durumu, sorunları ve geleceğiyle ilgili olarak THY Yer İşletme Başkanı Mehmet Büyükkaytan’la konuştuk.
Havacılık hizmetleri içinde yer işletmelerinin önemi nedir? Bir havayolu üç büyük operasyonun yürütülmesiyle çalışır. Bunlar; pazarlama-satış, yer ve uçuş operasyonu. Yani süreç, operasyon olarak pazarlama-satış operasyonu ile başlıyor, yolcu havalimanına geldiğinde yer operasyonu devreye giriyor. Yerdeki hizmetlerden sonra uçuşa geçiyor ve uçuş operasyonu yapılıyor. Yolcu gideceği noktaya vardığında tekrar yere geçiyor ve yolcuyu uğurluyorsunuz. Yer işletmeleri, yolcu havalimanına girdiği andan itibaren başlayan, yolcu varış noktasında havalimanını terk ettiği anda biten bir süreci kapsıyor. Evet, aradaki uçuş kısmında yok sadece. İndikten sonra yine var. Orada da bagajınızı alıyorsunuz veya elde olmayan bazı sebeplerden dolayı alamıyorsanız, ne olduğunu ve çözümünü yine biz takip ediyoruz. Yer hizmetlerinin önemi, sadece yolcuya hizmetle sınırlı değil, güvenliği de kapsıyor değil mi?
Mehmet Bey, genel olarak hep “yer hizmetleri” diye söylüyoruz ama doğrusu “yer işletmeleri” galiba?
Aynen öyle. Uçak yolculuğunda güvenlik ve hizmet ayrılmaz bir bütündür. Yolcuların gidecekleri yere emniyetli şekilde ulaşmalarını sağlamak, sizin vermiş olduğunuz hizmetlerden biridir.
İngilizcede “ground operation” yani “yer operasyonu” olarak geçer. Türkiye’de ve dünyada yer operasyonlarının farklı uygulamaları var. Bunun tek bir standardı yok. Mesela yer işletmelerinin içine kargoyu da dahil edebilirsiniz veya bizde (THY’de) ya da dünyadaki diğer örneklerinde olduğu gibi kargo ayrı bir oluşum da olabilir. Operasyon noktasında Yer Hizmetleri çevirisi doğru. “Yer İşletmeleri” dediğiniz zaman içerisinde operasyon dahil bir çok başka fonksiyonu kapsıyor.
Zaten bakarsanız, yer işletmenin yer hizmeti noktasındasınız. Yer hizmeti nedir? Servistir, hizmettir. Sonuçta sattığınız şeydir. Aslında koltuk değil, hizmet satıyoruz. Herkesin koltuğu var. Önemli olan hizmettir. Yolcunun yerdeki, havadaki ve tekrar yerdeki hizmetinin bir bütün olması lazım. Yer hizmetleri, havayolu şirketinin yolcuyla ilk olarak yüz yüze gelen kısmı. İlk kez uçan yolcu neye dikkat eder diye düşünürsek eğer; hayatında ilk defa uçağa binen yolcu, uçağı merak eder. Onun için algı noktası uçaktır. Uçağa binmesidir, uçağın kalkışıdır. Ama bir yolcu, devamlı seyahat ediyorsa, onun artık hizmet noktasında algısı başlar. Yerdeki olaya bakar sık seyahat eden yolcu. İlk defa uçan yolcu, yerde ne olup
Bu, kurumun yapılanmasıyla ilgili sanıyorum. Tabii, kurumun yapılanmasıyla ilgili. Havayolu şirketi nasıl yapılanmak istiyorsa o şekilde düzenleme yapıyor. Burada şunu unutmamak gerekir. Şirketler, ülkelerin Sivil Havacılık otoritelerinin kurallarına uyarak bu yapı-
8
bittiğine çok dikkat etmez; çünkü onun uçağa binme heyecanı vardır. Ama çok uçan insanların algısı artık uçak değildir. “Yerde ne olup bitiyor, hizmeti nasıl alıyorum, bagajımı sorunsuz aldım mı, istediğim yere oturabildim mi, uçaktaki hizmet nasıldı?” gibi noktalara bakar. Yerdeki hizmetler ve istekler sınırsız.
lama 340 seferin kalkışı oluyor burada. Bir 340 tane de geldiğini düşünürsek yaklaşık 700 tane sefer sadece THY İstanbul İstasyonu’nda yapılıyor. İstanbul İstasyonu’nda, diğer havayollarıyla beraber toplamda yaklaşık 1000 uçuş gerçekleşiyor. Peak dediğimiz yoğun sezonda, yani Temmuz-Ağustos’ta bu seneki planımız 800 sefer. Bu da demektir ki İstanbul seferleri de 1200’lere çıkacak. İstanbul havalimanı, böyle bir kapasite için yapılmış bir havalimanı değil. Bizim tahmin edilemeyen bir şekilde büyümemiz nedeniyle artan transit yolcu geçişi için de yapılmış bir havalimanı değil. Ondan dolayı sıkıntılar yaşanıyor.
Peki sektör olarak baktığımızda Türkiye’de yer hizmetlerinin büyüklüğü nedir? Kaç tane şirket var? Çalışan sayısı nedir? Şöyle ifade edeyim. Yer hizmetini, havayolu şirketleri kendi elemanlarıyla sağlayabildikleri gibi, yer hizmet kuruluşlarından da satın alabilirler. Türkiye’de şu anda üç tane büyük yer hizmet kuruluşu var. Bizim (THY’nin) ortağı olduğumuz Turkish Ground Services (TGS), Havaş ve Çelebi. TGS’yi üç yıl önce, Havaş’la ortak kurduk. Üç sene öncesine kadar yer hizmetlerinin %70’ini biz kendi personelimiz ile yapıyorduk. Yani yolcuya bakan yüzde THY’nin kendi personeli vardı. Kontuarda duran arkadaş THY personeliydi. Boarding yapan, aşağıda yolcuyu karşılayan arkadaşlar THY personeliydi. O dönemde sadece bagaj taşıma hizmeti alıyorduk -ki on sene öncesine kadar onu da biz kendimiz yapıyorduk-. Ama yavaş yavaş hem maliyet baskısı, hem hizmet alanının genişlemesi, hem kaliteli yer hizmet kuruluşlarının bu hizmetleri daha iyi vermesi, bu hizmetler için ayrı bir yapılanmaya yönlendirdi bizi. Biraz önce dediğim gibi TGS’yi kurduk. Sektör çok hızlı ilerliyor
Yeni bir havalimanı projesi var. Sayın Başbakanımız ve Sayın Bakanımızın dile getirdiği bir 2016 yılı var. Dilerim bu proje, bu tarihte gerçekleşir. Sabiha Gökçen de büyüyor değil mi ? Evet, Sabiha Gökçen de büyüyor ama bir havalimanının büyük olmasının iki önemli unsuru vardır. Birisi pistleri, diğeri terminalleri. Sabiha Gökçen Havalimanı’nda bir tane pist var; yeterli değil. İkinci bir pist için uğraşılıyor, yapılacak. Burada yani İstanbul İstasyonu’nda üç tane pist var ama birbirini kesen pistler. Bazı sıkıntılara neden olabiliyor. Ama ürün noktasında gelişmeler çok farklı. Belki İstanbul İstasyonu’nda yapamayacağız ama Devlet Hava Meydanları, yeni yapacağı meydanda bunları yapabilir. Amaç artık, yolcunun evinden uçağa bineceği zamana kadar sorunsuz, kolay ve basit bir şekilde herhangi bir sıraya girmeden kapıya gelmesi ve kapıdan da uçağa geçmesi.
Bu noktada son yıllardaki gelişmelerden bahseder misiniz?
Bu, şu anda online check-in işlemleriyle kısmen de olsa gerçekleşiyor değil mi?
Son on senedeki ilerlemesi çok büyük sektörün. THY 60 uçaktan 207 uçağa çıkmış durumda ki bu, büyük bir atılım. 2020’ye kadar 360 uçağa çıkmayı planlıyoruz ama biz her zaman planlarımızın üzerine çıkmışızdır. Sektör, Başbakanımız ve Ulaştırma Bakanımızın destekleriyle hızlı bir büyüme içinde. Özel havayollarının sayısı ve uçak filoları gün geçtikçe artıyor.
Evet kısmen, ama meydanlarda şimdi gidişat şu yönde. Konvansiyonel check-in dediğimiz personelle check-in her geçen gün azalıyor. Genelde dalga sistemi uygulanıyor. Nedir bu dalga sistemi? Havalimanına girmeden önce araç park yerlerinde veya farklı lokasyonlarda kiosklarla (kerbside) karşılaşıyorsunuz, o kiosklarda işleminizi yapıyorsunuz, bagaj etiketinizi takıyorsunuz, Sonra havalimanına giriyorsunuz, işleminiz bittiyse uçağa binmek üzere kapıya geçiyorsunuz. Bu noktalardan gelmediyseniz havalimanına girişte yine bir kiosk dalgası ile karşılaşıp, orada işlem yapıyorsunuz. En son artık, bagajınızı kontuara ve/veya bagaj bırakma alanına getirip, sadece bagaj teslimi gerçekleştiriyorsunuz. Atatürk Havalimanı şu anda daha çok konvensiyonel tipte. Yeni havalimanında kiosk düzenine uygun bir yapılanma olur
Her alanda olduğu gibi yer işletmeleri de 2023 için ciddi hedeflere sahip o zaman. Ürün ve hizmetler konusunda hedeflerimiz var tabii ama havalimanının alt yapısı da burada çok önemli. Dünya ne tarafa gidiyor, nasıl ilerliyor, yer hizmetlerinde ne yapmaya çalışıyorlar, havacılık sektörü nasıl ilerliyor? Bu noktalara dikkat ediyoruz, takip ediyoruz. Şu anda THY’nin merkezi (hub’ı) İstanbul. THY’ye ait günde orta-
9
mu bilmiyorum. Çok farklı yeniliklerden söz ediliyor dünyada. Geçenlerde Abu Dabi’de IATA’nın konferansında bir sunum vardı. Çok uzak değil, 2020 yılında, belki insanların vücutlarındaki ve bagajlarındaki çiplerle hiçbir yere uğramadan uçağa geçebileceklerini söylediler.
maya mahkum. Bir şirketin de güçlenebilmesi için yurtdışına açılması gerekiyor. Bunu Havaş ve Çelebi yaptı. TGS de yavaş yavaş başlıyor. TGS’nin, sektörde olgunlaşması gerekiyor, daha çok yeni bir şirket. Her geçen gün daha iyiye gidiyor, THY gibi bir operasyonu bir anda devir alması kolay değil ve dezavantajınız gibi gözüküyor. Çünkü 79 senenin birikimini devralıyorsunuz; bir anda böyle büyük bir opeasyonu devralmak zor ama bir taraftan da avantaj. Diğer firmalardan çok daha hızlı olgunlaşmayı başarabilir.
Sektörde çalışan sayısına geri dönersek… Ben TGS’nin çalışan sayısını biliyorum. TGS, altı meydanda hizmet veriyor. Tabii ki en büyük müşterisi THY. Diğer uçak şirketlerine de hizmet veriyor ama domine eden THY. TGS’nin çalışan sayısı A’dan Z’ye 7000 civarında. Bu rakam, önümüzdeki sene 7500 olacak. Diğer istasyonlardaki Havaş ve Çelebiyi de katarsak herhalde 12.000-13.000 civarında olur çalışan sayısı.
Siz de sonuçta daha iyi hizmet verebilmek için TGS’yi kurma yoluna gittiniz değil mi? Doğru. İki nedeni var: Birincisi daha iyi bir hizmet. İkincisi maliyet.
Bu çalışan sayısı yeterli mi sizce? Genel olarak havacılık sektöründe nitelikli eleman konusunda bir sorun olduğu dile getiriliyor. Bu, yer hizmetlerine de yansıyordur mutlaka.
Bildiğim kadarıyla yer işletme şirketleri, sahip olduğu sertifika tipine göre hizmet veriyor. TGS hangisine sahip? A tipi sertifikaya sahip. Yani herkese, her türlü hizmeti verebilir.
Çok doğru. Buradaki önemli konu şu: Havayolunun yolcuya bakan tarafında nitelikli elemana ihtiyacınız var. Özellikle dil bilen elemanlara ihtiyacınız var. En büyük sorun dil. Bir de nesiller fark ediyor herhalde. Yeni nesil, iş noktasında biraz sıkıntı yaşıyor bazen. Yer hizmeti zor bir iştir, çünkü insanla ilgileniyorsunuz. İnsanla ilgilendiğiniz her iş zordur. İnsanların istekleri sonsuz.
Üç Türk şirketi sektöre hakim. Yabancı şirketlerin ilgisi var mı sektöre? Şimdi, Türkiye’de piyasayı domine eden THY’dir. Örnek vermek gerekirse, İstanbul istasyonunun %70’lik kapasitesini THY doldurur. TGS, bize hizmet vermek için kurulmuş bir şirket. Geriye kalan %30’luk bir kapasite var. Bunu üç firmanın paylaşması gerek. TGS’nin, bu %30’luk orandan da tekrar pay alması lazım. O zaman geriye kalan, %10, %10, %10 olarak paylaşılıyor. Bu durumda birkaç tane daha yeni şirket sektöre girse, çok yaşama şansı yok. Ama pasta büyük, herkese kapılar açık.
Özellikle rekabet ortamında, çalışanların müşteriyle olan iletişimleri, şirketin tercih edilmesinde belirleyici bir rol oynuyor. Siz de hizmet veriyorsunuz, diğeri de veriyor ve müşteri, hizmeti en iyi şekilde aldığı yere gitmek istiyor. Havayolu olarak biz de müşteriyiz yer işletme kuruluşları karşısında. Yurtdışında da yer hizmeti kuruluşlarından hizmet alıyoruz. O noktada hem fiyat rekabeti hem hizmet rekabeti devreye giriyor. Sektörde nitelikli eleman ihtiyacı var. İngilizce bilen eleman ihtiyacı var. Ama İngilizcesi iyi olan çalışanlar diyor ki “Ben burada niye çalışayım? Başka yerde iş bulurum.” Çünkü yer hizmeti kuruluşları çok yüksek paralar vermiyor personeline. Ama sektörde şöyle bir fırsat var. Turn-over’ı yüksek bir sektör. Çalışanın önünün açık olduğu bir sektör. Dünyanın havacılık gidişatına bakarsanız, belki bundan 20 sene sonra tüm dünyada seyahat edebilen belli başlı havayolu şirketleri kalacak. Yer hizmetleri de bu şekilde ilerliyor. Tüm dünyada hizmet veren belli başlı hizmet kuruluşları kalacak. Onun dışındakiler sadece lokal ol-
Yer hizmetlerini, kendi elemanlarıyla gerçekleştiren şirket var mı Türkiye’de? Şu anda çok yok. Bir ara Pegasus düşünmüştü bildiğim kadarıyla, vazgeçti. Kurduğunuz yer hizmeti şirketine Turkish Ground Services adını vermeniz, uzun vadede markalaşıp, yurtdışında da daha rahat ifade edilebilmesi için mi? Evet. THY’nin bir markası olduğunun görünmesi gerekiyor. Örneğin DO&CO bir markadır ama Türk Hava Yolları ile yapılan ortaklık sonucu ismi TURKISH Do&Co olan bir şirket kululmuştur; Mesela Opet’le ortaklığımız var-
10
dır ama havalimanında hizmet veren ortaklığın adı TURKISH OPET’tir. Hepsinin başında THY’nin ismi var.
Yolcular hangi havayolundan ne bekleyeceklerini çok iyi biliyor. Hizmet kalitesinde öne çıkmaya çalışan bir havayolu markası, bizde olduğu gibi verdiği hizmeti çeşitlendirebilir. Daha az hizmet verebileceğiniz yolcularınız olabileceği gibi Business Class bilet almış, sadakat programına katılmış ve daha üst seviye hizmet almak isteyen yolcularınız da olabilir. Bu tip yolcuların çoğunluğu birebir insan ilişkisi ister. Yüz yüze hizmet vermeniz gerekiyor. Havayollarının bu tip kartlara sahip olan yolcuları her zaman sizden özel ilgi istiyorlar. Ödedikleri para arttıkça, istedikleri hizmet de farklılaşıyor. Beklenti farklılaşınca, bir makineden değil, insandan hizmet almak istiyorlar. Yolcuların hep yüksek ücret ödemesi şart değil. Sık uçarak havayolu kart statüsünü yükseltip bu tip kartlara sahip olan ve Ekonomi Class bilet ile uçan özellikli yolculara da hizmet verdiğimiz bir alan burası. Durum böyle olunca, bu sektörde yapacak daha çok iş var.
THY’nin markalaşma ve farklılaşma stratejisiyle ilgili bir durum bu. Evet, markalaşmayı ve farklılaşmayı, yer hizmetlerinde de yapmaya çalışıyoruz. Ortaya koyduğumuz ürün ve hizmet, THY markası olarak yolcunun karşısına çıkıyor, Yer İşletme Başkanlığı’nın bir ürünü olarak değil. Örnek olarak Atatürk Havalimanı Dışhatlar gidiş terminaline Business Class ve Türk Hava Yolları kartına sahip olan yolcularının kullanabileceği salonumuzu yeniledik, Lounge Istanbul. Her yerde çok konuşuldu. Bu salon artık bir Türk Hava Yolları markası oldu. Peki mesleki eğitim konusunda ne düşünüyorsunuz? Sivil Hava Ulaştırma İşletmeciliği eğitiminin önemli bir alanı, yer işletmeleri. Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü (SHGM), Türkiye’de havacılıkla ilgili verilen eğitimin standardize edilmesi için çalışmalar yapıyor. Siz buna dahil oluyor musunuz ya da önerileriniz var mı?
Sektörün sorunları neler? Bu konuda neler denebilir? Sektörün sorunları konusunu yer hizmetleri kuruluşlarıyla konuşsanız daha faydalı olur. Ben, havayolu şirketi tarafında olduğum için, sektördeki gelişmeleri takip ederek, Yer Hizmetleri Kuruluşlarından yeniliklere ayak uydurmalarını talep ediyorum..
Tabii. Eğitim konusuna da dahil oluyoruz. Alınması gereken eğitimleri, eğitimlerin neleri kapsaması gerektiğini Eğitim Başkanlığımızla beraber hazırlıyoruz ve Eğitim Başkanlığımız vasıtasıyla aktarıyoruz konuştuğumuz konuları.
Ama siz de TGS olarak hizmet veriyorsunuz. O yüzden oradaki sorunlar sizi de ilgilendiriyor.
Gittiğim bazı okullarda yaptığımız söyleşilerde, öğrencilerin moralinin bozuk olduğunu gördüm. Yer işletmelerinin makineleşmeye gitmesi onları endişelendiriyor.
TGS bakış açısıyla size söyleyebileceklerim şöyle olabilir. Sektörün en büyük sorunlarından bir tanesi havalimanı kısıtları, havalimanları yer hizmet kuruluşlarının ve havayollarının operasyonlarını düşünerek tasarlanmıyor. Bu kısıtlar sektörde büyük bir sıkıntı yaratıyor. Maliyet bir başka önemli sorun. Araçlar mesela… Sektörde kullanılan araçlar çok pahalı. Yatırım maliyetleri çok yüksek. Örnek olarak uçaklardaki buzlanmayı önlemek için kullanılan de-icing araçlar. Bu araçları yılda belki iki sefer kullanıyorsunuz ama bir araç, 200 bin ile 400 bin Avro arası değişiyor. Çok pahalı bir sektör, yatırımın geri dönüşünü, yedi-sekiz seneden önce sağlayamıyorsunuz.
Ama makineleşmeye gitse bile o teknolojileri kullanacak, süreci yönetecek insan gücüne her zaman ihtiyaç var. Ben de onu söylüyorum onlara. Bazı noktalarda makineleşmeye gidilmesine rağmen insan faktörü hala önemli. Hizmet kalitesini etkileyen bir faktör. Low Cost Havayollarını örnek verirsek, yer hizmetleri konusunda tam bir makineleşmeye gidebilir, yolcuların kimseyle karşılaşmadan uçağa geçme şansı olabilir ancak hizmeti makinalaştırma noktasında her zaman bir insan elinin değmesine gerek vardır, her seviyesinde hizmeti daha etkili ve kaliteli yaparsınız.
Bence sektörün en önemli sıkıntısı, daha önce belirttiğim gibi özellikle yolcuya bakan yüzde kalifiye eleman bulmak. Bunu bagaj işçilerine de indirgeyebiliriz. Çünkü bagaj işçileri sadece bagajları uçaklara basit olarak yükleyip boşaltmıyorlar, etiket de okumaları gerekiyor. Biz bugün 98 ülkeye uçuyoruz. 219 destinasyon, 219 farklı kod demektir. Yeni noktaların üçlü kodlarını akılda
Zaten insanların da onlardan, çok kaliteli bir hizmet beklentisi de yok. Doğru. Beklentiler markaya göre şekilleniyor. Havayolları da markalarını, verdikleri hizmete göre ortaya koyuyor.
11
tutmakta ben de zorlanıyorum. Bagajdaki arkadaşların, bu üçlü kodları bilip, bagajların yanlış gitmesini engellemeleri gerekiyor. Burada sistem var ancak her zaman insanın bakması da gerekiyor.
Sizin sektörle ilgili öngörüleriniz neler?
Evet, artık Z neslinden bahsediliyor.
Sektörde teknoloji çok üst düzeyde. Buna ayak uyduramayan firmalar kapanmaya yüz tutabilir.
Şimdi bilgisayar çağı çocukları var. Sürekli online yaşıyorlar.
Eğitimler yalnızca yolcu tarafında değil, öbür tarafta da var değil mi? Yani bagaj kısmında? Tabii, bagaj kısmında da var. Orada en fazla belki güvenlik eğitimi veriyorsunuz. Zaten yer hizmetlerinde, biraz önce sizin de söylediğiniz gibi, sadece hizmet değil, güvenlik noktası da var. Her yer hizmetinde çalışan kişi, aynı zamanda bir güvenlik elemanı. Çünkü terör noktasında, dünyada en fazla ses getiren işler, uçakla alakalı oluyor maalesef. Onun için yer hizmeti çalışanlarının her biri, birer güvenlik elemanıdır aynı zamanda. Dikkatli olmaları gerekiyor. Eğitimlerde bu da veriliyor arkadaşlara. Profilingden tutun da yolcuyla konuşmaya, yolcunun hareketlerine nasıl karşılık verilmesi gerektiğine ve stres noktasında neler yapması gerektiğine kadar eğitimler veriyoruz. Yer hizmetleri stresli bir iş. Adrenalin çok yüksek. Sürekli zamanla yarışıyorsunuz. Alıştıktan sonra da kolay kolay bırakamıyorsunuz.
Djital yerliler yani. Bagaj etiketi okumak da makineleşen bir süreç değil mi? Barkodları okutuyorsunuz.
Ayak uydurmaktan öte, bu maliyeti karşılamak lazım. Sonuçta her şirket, bu gelişmeye ayak uydurmak ister.
Makineleşen bir süreç ama, sizin okutup yüklemeniz veya boşaltmanız ile görerek yapmanız daha farklı. Okutup yükleyip boşaltırken vakit kaybediyorsunuz özellikle sıkışık zamanlarda. Diğerinde, gördüğünüz an, hemen nereye koymanız gerektiğini biliyorsunuz. Mesela dün, kötü hava şartları yüzünden uçaklar, indikten iki saat sonra park yerine gelebildiler. İki saat sonra park yerine gelmeleri, havayolu olarak bizim yapmış olduğumuz tüm planı alt üst etti. Örnek olarak herhangi bir yerden gelen uçakta Londra devamlı transit yolcular var ve dendi ki “Londra bagajını ayırın ve hızlı bir şekilde Londra uçağına aktarın” çünkü Londra uçağının kalkış zamanı gelmişti. LHR’nin, Londra olduğunu bilmiyorsa buradaki bagaj işçisi arkadaşımızın onu okuta okuta ayırması çok vakit alır ve Londra uçağının rötara girmesine sebebiyet verebilir ya da sefer, bagajları beklemeden başka kısıtlar nedeniyle o bagajları almadan kapısını kapatır ve bagajlar kalır. Ama LHR nin Londra nın üçlü kodu olduğunu bilen arkadaşım, bu işlemi çok daha hızlı yaparak, Londra uçağının rötara girmesini önlemiş olur ve/ veya tüm bagajların yolcuyla beraber seyehat etmesini sağlayabilir.
Dediğiniz şirketin hem mali yapısı hem de yönetim tarzı ile alakalı. Teknolojiye çok çabuk adapte olunması gerekiyor, bu da sadece malzeme ve sistemle ilgili değil insan programlanmasını da kapsıyor. Herkesin bildiği Japonların ilk olarak uygulamaya başladığı “Lean Management” adında bir konsept var. Bunun yer operasyona uygulamasında, operasyon yönetimde çok sade bir yapı kurulmasını ve operasyon süreçlerinde her duruma karşı çeşitli standartların koyulmasını ve o yapıda ilerlemesini sağlıyor. Sektörün bu sisteme yavaş yavaş adapte olması ve düşünce yapısını değiştirmesi gerekiyor. Lean Management, var olan süreçleri geliştirmekten öte, süreçler içerisinde boşa geçen zamanı tespit edip burada iyileştirme sağlar.
Evet, artık hep online. Sürekli tweet atıyorlar, sürekli Facebook’talar. Böyle bir durum sıkıntı yaratıyor tabii. Anlayışları farklı. Ben 43 yaşındayım. Ankara’da doğdum ve büyüdüm. Bürokrasi noktasında daha resmiyimdir. Sert dururum. Kurallar önemlidir benim için. Ama onlar, bizim baktığımız gibi bakmıyor olaya. İletişim anlayışları farklı. Yolcuya daha rahat bakıyorlar. Mesela kravatın düzgün durmaması, benim için kabul edilemez bir şey, özellikle yolcunun karşısında dururken. Ama arkadaşlar diyor ki “Neden beni zorluyorsun? Ne olur ki? Ben yolcuya iyi hizmet veriyorum.” İşte o noktada bazı eğitimler veriliyor ve bu eğitimler tazeleniyor. Sürekli bir eğitim durumu var.
Bu bilgileri bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.
Şöyle bir örnek verirsem daha somut olur. Mesela bir bagaj işçisi, uçaktan bagajı indiriyor. Bu, bir süreçtir. Şimdi siz, bu bagajı indirme süreciyle ilgili bir iyileştirme yaparsanız en fazla %5’lik bir iyileştirme yaparsınız ve verimi %35’e çıkarırsınız. Ne yaparsınız? Aracı biraz daha hızlı çalıştırırsınız, çalışanın biraz daha hızlı çalışmasını sağlarsınız. Ama bu kişinin, görevi sürecindeki boş zamanlarda ne yaptığını tespit edip, ona başka bir iş bulabilirseniz, o süreci komple yeniden daha güzel işletebilirsiniz. İşte lean management, %70’lik kısımda iyileştirme ile ilgilenir. %30’luk bir süreçte iyileştirme yaptığınız zaman en fazla %5’lik bir oran yakalıyorsunuz. Oysa %70’lik sürece odaklandığınızda, toplamda %50-55’lik bir oranı yakalamak mümkün.
Yüksek maliyetler sorununu daha önce söylemiştim zaten. Ama şu da bir gerçektir ki havayolları, sektördeki diğer şirketlere nazaran kar marjı en düşük olandır. Bize -yolcu olarak- sanki havayolu daha çok kazanıyormuş gibi geliyor. Değildir. Net karda zarardasınız yatırımlarınızdan dolayı (uçak alımları gibi). Operasyonu döndürebilmek için bir paranız var mı genelde havayollarında buna bakılır. Buna da Operasyon Karı denir. Biz bu konuda uzun zamandır başarılıyız.
Verimliliğin artırılmasında çalışanların eğitilmesi de önemli. Siz neler yapıyorsunuz bu konuda? Buraya aldığınız elemanları, belli aralıklarla eğitime tabii tutuyor musunuz?
Sonuçta kâr ediliyor ama…
Tabii. Buraya başlayan arkadaşların, öncelikle mesleki eğitimleri var. Bu mesleki eğitimleri geçtikten sonra, ara ara da tazeleme eğitimleri yapılıyor. Bunun dışında verdiğimiz en önemli eğitim, kişilerarası iletişim eğitimi. Yolcuya karşı davranışı öğreniyorlar mesela. Şimdiki nesil farklı. X nesli vardı, sonra Y oldu. Şimdiki nesil daha da farklı.
Operasyon karı elde ediliyor. Bir de cironuz büyüyor tabii. Yoksa bu uçakları nasıl alacaksınız. Veya kredi gerektiği zaman , kredi veren kuruluşlar, hiçbir şekilde size kredi vermez.
12
13
Marka ve Lojistik
Dr. Hakan Çınar
Üniversite’deki bir öğrencim, şöyle bir soru yöneltti bana bir süre önce : “Hocam, Türkiye’de pek çok Türk markası var artık, ve başarıyla işlerini yürütüyorlar, onlarca mağaza açıyorlar ülkemizde. Ancak neden Türkiye ile sınırlı kalıyorlar, neden yurtdışında da tüm Dünya’nın tanıdığı bir marka olmaya çabalamıyorlar. Bugün engel gibi görünen bir çok şey ortadan kalkmış durumda, özellikle yakın coğrafyada yer alan Avrupa Birliği ile imzalanan Gümrük Birliği anlaşması ile bu ülkelerle gümrük vergisi olmaksızın ticaret yapabiliyoruz.
bul ettirebilmiş işletme sayımız parmakla gösterilebilecek kadar az, belki de kimilerine göre yok bile. Bu konuda hep bir takım çabaları duyar, sağlanan devlet desteklerinden de yararlanarak, tanıtım faaliyetlerini ve mağazalar oluşturma fikrini gündeme getirir, ancak çok azımız bu konuda bir çaba içerisine gireriz. Elbette sebebinin çeşitli zorluklara dayandığını kabul etmekteyiz. Öncelikle ben bahsettiğim bu amaca ulaşmada gördüğüm iki temel zorluğu paylaşmakta yarar görüyorum. Şüphesiz ilk zorluk ve endişe; söz konusu markanın, yaygınlaşılması düşünülen ülkedeki tanıtımı, marka bilinirliğinin oluşturulma güçlüğü ve dolayısı ile de satılabilirliği. Bunun için önemli bir kapital güce ihtiyaç olduğu aşikar. İkinci önemli zorluk ise, böyle bir oluşumun meydana gelmesi halinde oluşacak lojistik güçlükler. Malum, yurtdışında markalaşabilmek için, en önemli şeylerden bir tanesi, mağaza raflarında her zaman bulunabilir mal düzeyini sağlamak ve sürekliliği- yenilikçiliği her daim başarabiliyor olmaktır. Bugün dünya devleri olan markaların başarısında belirttiğim noktaların ve hızın çok büyük önem taşıdığını hepimiz bilmekteyiz.
Lojistik sektörü çok gelişti ve artık firmalar imkansız denilen herşeyi yapabiliyor, burada depolanan ürünleri Avrupa’daki veya dünyanın her yerinde yer alan mağazalara dahi doğrudan sevk edebiliyorlar. Ekonomi Bakanlığı’nın sunduğu başta Turquality olmak üzere, yurtdışında pazar araştırma, ofis-mağaza açma, marka desteği gibi destekler de var. Peki neden bunca pozitif gelişmeye rağmen, Türk markaları yurtdışında yeterince yaygınlaşamıyor, neden Dünya markaları yaratamıyor ve bunları geliştiremiyoruz? ”
Eminim bir çok firma, doğaldır ki, yurtdışında mağazalar açtığı taktirde, o bölgelerde depo açmak ve o depolardan da dağıtımı yönetmeleri gerektiğini düşünerek, bunun da lojistik maliyetlerinin yanı sıra, aynı zamanda önemli bir stok maliyeti yaratacağını varsayarak, hesaplarını da buna göre yapıyorlardır. Oysa ki lojistiğin geldiği noktada işin bu yönü öylesine kolaylaştı ki, firmalara sadece ne istediklerini, diğer bir deyişle doğru zamanda doğru bilgiyi aktarmak suretiyle, onlarla uzun soluklu bir iş birliği yapmak kalıyor.
Soru çok yerinde, ama asıl zor olan bu sorunun cevabını bulabilmek. Hatta bu sorunun cevabını tüm iş adamları ile birlikte arayabilmek. Ülkemizin de önemli ihtiyaç noktalarından birisi olan, yurtdışına açılabilme, “franchise” verebilme, markaların yurtdışında yaygınlaştırılabilmesi gibi konuları tartışmak için zamanın geldiğini hatta geçtiğini düşünüyorum. Hepimizin kabul edeceği üzere, yurtdışında Türk markası olarak yaygın bir şekilde kendisini ka-
Geriye, bu kararı verebilmek, asıl enerjisi ve gücü, tasarım, satış ve tanıtım organizasyonu, ve markalaşmaya harcamak kalıyor. Benim için Türkiye pazarı yeterlidir diyen pek çok markanın, ülkemizde dahi, ben markayım diyen yabancı yatırımcıların baskısı altında kalarak, bir süre sonra darboğa girebilmesi kaçınılmazdır. Belki az sayıda Türk markası istikrarını kaybetmeden koruyabilecek, ama pek çok Türk markasının, ülkemize gelen yabancı
500 milyar dolarlık bir ihracat hedefine adım adım ilerleyen ve geride bıraktığımız 2012 yılı itibarı ile de 150 milyar Dolar çıtasını geride bırakan ülkemizde markalaşmanın ne denli önemli olduğunu ve bu konudaki gereksinimi her an gündemde sıcak tutmak gerektiğini belirterek başlamak isterim yazıma.
14
markaları gördükçe işlerinin her geçen gün zorlaştığını, yeni açılımlar yaratmak zorunda olduklarını, tek çıkışın da global marka olabilmeyi başarmak olduğunu düşünüyorum. Marka olabilmek vizyon işidir; önce buna inanmakla başlıyor süreç, sonra doğru noktalarda konumlanma, kaliteli ve iyi bir hizmet, istikrarlı mal tedariki, özetle doğru bir “Tedarik Zinciri Yönetimi”. İşimiz kolay değil, ama girişimci ve pratik zekalı bir toplum olduğumuzu ve lojistiğin de ne denli geliştiğini düşündüğümüzde, o kadar zor da değil.
15
Türkiye Afet Lojistiğine Hazır Mı?
Akademi Beykoz Dergisi Onuncu Sayısında; Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu’nun “Kuraklık Kıranı Risk Yönetimi” Ve Prof. Dr. Nuray Karancı’nın “Depremlerin Psikolojik Etkileri ve Psikososyal Destek” Başlıklı yazıları ile “afet ve afet lojistiği” konularını masaya yatırıyor.
Kuraklık Kıranı Risk Yönetimi
Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu
layısıyla kuraklığın gelişimini, günlük/aylık olarak takip ederek, kurak ve nemli alanların ve bunların şiddetinin yerel dağılımı hakkında doğru ve zamanında bilgi sahibi olamıyoruz. Bunun bir sonucu olarak kuraklığı, su kaynaklarının azalması, göllerin kuruması gibi, görünür olan ciddi sonuçları ile ama çok geç kalarak fark edebiliyoruz.
İstanbul Teknik Üniversitesi Kuraklık, iklimin su kaynaklarını, tarımı ve tüm canlıları etkilemesinin bir yoludur. Aynı zamanda kuraklık, en kapsamlı sosyo-ekonomik zararlara neden olan, yavaş gelişen en sinsi ve en tehlikeli doğal afettir. Kuraklık, yer çekimi gibi bir doğa kanunudur. Nasıl ki suyun çoğu (sel) ölümcül ise suyun azı da (kuraklık) ölümcüldür. Deprem gibi kuraklık da, çeşitli büyüklüklerde oluşabilen bir doğal afettir. Her kuraklığı, küresel iklim değişikliğine bağlamak doğru değildir. Aslında sürekli olarak “iklim” ile “hava şartları” arasında bağlantı kurmak, bu tür meteorolojik afetler sanki sadece “iklim değişince” oluşurmuş gibi kamuoyunda yanlış bir kanı uyandırmakta ve gerçek çözümleri de geciktirmektedir.
Toplumun çok geniş bir kısmını ilgilendiren kuraklık kıranı için yıllardır söylenmeye çalışılan özetle şudur: “Normal hava şartları diye bir şey yoktur. Meteorolojik kuraklık, normal ve bilinen atmosferik sistemler tarafından geçmişte hep oluşturulmuş ve gelecekte de oluşturulmaya devam edecektir. Kuraklık, meteorolojik kuraklık olarak başlar, tarımsal, hidrolojik kuraklık olarak gelişir ve sosyo-ekonomik kuraklık olarak devam eder. Kuraklığın etkileri en fazla, suya talebin en çok olduğu zamanlar hissedilir, ama o zaman da herhangi bir önlem almak için artık çok geçtir. Türkiye’de köy, kasaba, şehir ve ülke bazında da artık bu günden itibaren kuraklık ile mücadele için acilen planlar geliştirilmeli ve su kaynaklarımız için kriz yönetimi yerine sürekli olarak risk yönetimi uygulanmalıdır.” Bunun için de acilen yanlış olan “kriz yönetimi” mantığını terk edip, “Kuraklık Planları” gibi planlama vb. hazırlık ve zarar azaltma çalışmaları ile “risk yönetimine” geçmeliyiz. Çünkü kuraklığın etkileri, suya talebin en çok olduğu zamanlarda en fazla hissedilir, ama o zaman da herhangi bir önlem almak için artık çok geçtir. Yani, kıt olan su kaynaklarımızı da verimli kullanabilmek için merkezi ve yerel yönetimlerimiz de her yeni su yılının başında su bütçesini hazırlayıp gerektiğinde “Kuraklıkla Mücadele Planları”nı devreye sokmalıdır. Yoksa planlamadan yoksun bir çerçevede aşırı ve yanlış su tüketip su kaynaklarımızı verimli kullanamayarak büyük su (bütçe) açıkları ve su kıtlıkları ile çaresizce boğuşur dururuz.
Maalesef, yarı kurak bir iklim kuşağında bulunan Türkiye’de ise sahipsiz afetlerin başında kuraklık gelmektedir. Çünkü 1959 yılında çıkan 7269 sayılı Umumi Afetler Kanununa göre Türkiye’de kuraklık afet dahi sayılmamakta ve afet istatistiklerinde hiç yer almamaktadır. Hâlbuki depremle beraber Dünyada etkili olan 31 çeşit doğal afet arasında kuraklık ilk sırada sayılmaktadır. Gerçekte ülkemizde yağışların yersel ve zamansal dağılımı düzensizdir. Şehirlerimizin su kaynakları hızla artan nüfusu ve sanayinin ihtiyacını karşılayamıyor. Vahşi sulama ile tarımsal üretimde suyun büyük bir kısmını israf ediyoruz. İçme, kullanma ve sulama suyumuzun kalitesi artan sanayi ve diğer çevre kirlilikleri neticesinde giderek düşüyor. Bütün bunlara bir de küresel iklim değişimi eklenirse ülkemiz kuraklığın şiddetini çok daha fazla hissediyoruz ve hissetmeye de devam edeceğiz. Diğer bir deyişle, kuraklığın artması ile şehir ve ülke sınırlarını aşan nehirlerin kullanımı dâhil birçok uluslararası, ulusal ve yerel su kaynağının paylaşımını ve yönetimini daha da zorlaşmaktadır. Bugün yaşanan kuraklık, ülkemizin ileride karşılaşabileceği tehlikenin boyutlarını göstermesi açısından son derece önemlidir. Çünkü kuralık yavaş gelişen, sinsi ve kronik bir afettir.
Kuraklık Tanımları Literatürde kuraklığın tek bir tanımı yoktur. Kuraklığın tanımı her disiplin için farklıdır. En basit ve genel anlamda kuraklık, arz ve talep ilişkisinde su sıkıntısıdır. Kuraklığı, “yağışların, normal seviyelerinin önemli ölçüde altına düşmesi sonucu arazi ve su kaynaklarının olumsuz etkilenmesi” şeklinde de tanımlayanlar vardır. Meteorolojik Kuraklık: Belli bir dönemin ortalamasına göre yağış miktarının az olması. Ya da belirli bir zaman periyoduna ait normallerden (genellikle en az 30 yıllık) meydana gelen sapma olarak tanımlanır. Bu tanımlamalar genellikle bölgesel-
Ülkemizde, değişik kuraklık endeksleri hazırlayıp, yeraltı suyu, akarsu ve göllerdeki su miktarını, toprak nemi ve uzun vadeli yağış tahminlerini bir elde toplayı değerlendirebilen her hangi bir kurum veya kuruluş yoktur. Do-
18
dir ve bölgenin klimatolojisinin tam olarak anlaşılması temeline dayanır. Normal olarak meteorolojik ölçümler kuraklığı ifade etmede başta gelen göstergelerdir. Devam eden bir meteorolojik kuraklık hızlı bir şekilde kuvvetlenebilir veya aniden sona erebilir. Kuraklık periyotları genellikle, belirlenen eşik değerlerinin altında yağışlı olan günlerin sayısı olarak da tanımlanır. Seçilen noktada ve istenen periyotta meydana gelen yağışın, uzun yıllar yağış ortalamalarına göre az yâda çok oluşunu mukayese ederek bir kuraklık sınıflandırması için “Normalleştirilmiş Yağış Endeksi” (NYE) endeksler de hesaplanabilir. NYE metodu, yağış eksikliğinin geriye doğru farklı zaman dilimleri (1, 3, 6, 9, 12, 24 ve 48 aylık) içerisindeki değişkenliğini dikkate alabilen bir kuraklık endeksidir. En az 30 yıl süreli periyotta aylık yağış dizileri hazırlanır. NYE değerlerinin normalize edilmesi sonucu seçilen zaman dilimi içerisinde kurak ve sulak dönemler tespit edilir.
lunmaması durumu olarak da ifade edilir. Büyüme periyodu boyunca, belirli bir bitkinin suya ihtiyaç duyduğu belirli bir kritik döneminde yeterli toprak nemi olmadığı zaman tarımsal kuraklık meydana gelir. Tarımsal kuraklık meteorolojik kuraklıktan sonra ve hidrolojik kuraklıktan önce ortaya çıkan tipik bir durumdur. Tarımsal kuraklık, toprağın derinlikleri doymuş halde olsa bile ürün verimlerini ciddi oranda düşürebilir. Yüksek sıcaklıklar, düşük bağıl nem ve fön rüzgârları da yağış azlığının etkilerinin artmasına sebep olur. Kuraklık zamanla (yağış mevsiminin başlamasında gecikmeler, ürün büyüme mevsimi- yağış zamanının ilişkisi) ve yağışların tesirleri (yağış şiddeti, yağışlı gün sayısı) ile ilişkilidir. Yüksek sıcaklık, şiddetli rüzgâr ve düşük nem miktarı gibi diğer değişkenler de birçok bölgede kuraklıkta etkili olur. Hidrolojik Kuraklık: Nehir, göl ve yeraltı su kaynaklarında azalan su miktarı olarak tarif edilir. Hidrolojik kuraklık, uzun süre devam eden yağış eksikliği neticesinde ortaya çıkan yeryüzü ve yeraltı sularındaki azalma ve eksikliklerini ifade eder. Bu nedenle kuraklık, “su kaynaklarının (yağışlar, yeraltı ve yüzey suları) beklenen normal seviyelerin ve ortalamaların altında kalması olarak” da tanımlanabiliyor. Nehir akım ölçümleri ve göl, rezervuar, yeraltı su seviyesi ölçümleri ile takip edilebilir. Yağmur eksikliği
Tarımsal Kuraklık: Toprakta bitkinin ihtiyacını karşılayacak miktarda suyun bulunmaması olarak tarif edilebilir. Yetiştirilen bitki için toprakta tutulan elverişli su miktarına da toprak nemi denir. Bitkiler gelişme dönemlerinde farklı miktarda suya ihtiyaç duyar. Böylece tarımsal kuraklık bitkinin kök bölgesinde, büyüyüp gelişmesi için yeterli nem bu-
19
ile akarsu, dere ve rezervuarlardaki su eksikliği arasında bir zaman aralığı olduğundan dolayı hidrolojik ölçümler kuraklığın ilk göstergelerinden değildir. Meteorolojik kuraklık sona erdikten uzun bir süre sonra dahi hidrolojik kuraklık varlığını sürdürebilir.
1. İklim şartları (Türkiye için yarı kurak iklim) 2. Kuraklık (Kuru dönemlerin görülme sıklığı ve şiddeti) 3. Çölleşme ve ormansızlaşma 4. Su stresi (Yüksek nüfus, yoğun sanayi nedeniyle aşırı su talebi, kaçak yer altı kuyularının kullanımı) 5. Çevre tahribatı. Su havzalarının amaç dışı kullanımı, kirlilik ve küresel iklim değişimi
Örneğin, 1915, 1930’lu yıllarda ve 1970-1974 arası Türkiye ciddi bir kuraklık tehlikesi geçirmiştir. 1988 -1989 yılları, Güneydoğu Anadolu Bölgesi için en kurak yıllardan biri olmuştur. Keban barajı girişinde Fırat’ın debisi kurak yıllarda 50 m3/sn’ye düşmesine rağmen, Keban ve Karakaya baraj göllerinden verilen ilave sularla komşumuz ülkelerle yapılan yazısız anlaşmalardaki 500 m3/sn’lik debiyi sağlayabilmek için mevcut depolardan 269 m3/ sn lik bir ilave su ile bu verilen söz yerine getirilmeye çalışılmıştır. Keban barajında 23 Kasım 1989 ile su tutulmasının bittiği 13 Şubat 1990 tarihleri arasındaki 81 günlük süre boyunca sınırımızdan 515.6 m3/sn’lik su verilmiştir. Aynı yıllarda İstanbul’da da benzer büyük bir kuraklık yaşanmış.
Bu nedenler alt alta geldiğinde susuzluğun nedeninin sadece kuraklık olmadığı gerçeği ortaya çıkar. Bazen bunların biri, çoğu kez de bunların birkaçı birden kuraklığa neden olur. Şu anda bunların 5’i de ülkemizin farklı yerlerinde farklı faklı ölçülerde etkili olmaktadır. Bu nedenle, kuraklığın tek bir nedeni ve çözümü yoktur. Problemi ve çözümü bir bütün olarak yapısal ve yapısal olmayan tüm yönleri ile ele almak zorundayız. Yani, kuraklık problemi sadece baraj yapmak, boru döşemek gibi “yapısal” önlemler ile çözülemez. Zaten ülkemizde birçok havzada baraj ve gölet yapılacak yer de kalmadı. Ülkemizde küresel iklim değişimi sonucu artması beklenen problemler: (1) Kuraklık, (2) Ani seller ve (3) Deniz su seviyesinin yükselmesi gibi üç genel başlık altında toplanabilir. Kuraklık artması demek, daha az yağış, daha çok güneş, sıcak hava dalgalarının daha uzun süreli ve şiddetli geçmesi, daha fazla böcek ve haşere üremesi, susuzluk ve kıtlık yaşanması, daha sık ve uzun süreli orman yangınları anlamına gelir. Bu nedenlerden dolayı, günümüzde iklim değişikliği toplumların en az kalkınma, açlık, sağlık kadar dünyanın üzerinde durması gereken çevre sorunlarının başında gelmektedir. Ülkemizin de içinde bulunduğu enlemlerde sıcaklıklarda artışların, yağışlarda ve toprak su içeriğinde azalmaların olacağı tahmin edilmektedir. Bütün bunlar yarı kurak olan ülkemizde kuraklığın etkilerinin gelecekte daha da fazla hissedilebileceğini, suyun ülkemiz için öneminin gelecekte daha da artacağını göstermektedir. Küresel İklim Modelleri ile yapılan projeksiyonlara göre 2030 yılında Türkiye’nin de büyük bir kısmı oldukça kuru ve sıcak bir iklimin etkisine girecektir (IPCC, 1990). Türkiye’de sıcaklıklar kışın 2 0C, yazın ise 2 ila 3 0C artacaktır. Yağışlar kışın az bir artış gösterirken yazın % 5 ila 15 azalacaktır. Bununla birlikte, şu an Türkiye’nin gece ve gündüz sıcaklıkları ile beraber yağış gözlemlerinin trend analizinde ise, Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de özellikle gece sıcaklıklarında istatistiksel anlamda önemli artışların olduğu belirlenmiştir (Kadıoğlu, 1993a,b, 1997; Karl, 1994). Ayrıca, yaz aylarında toprak neminin de % 15 ile % 25 arasında azalacağı tahmin edilmektedir. Ülkemiz için su hem enerji, hem de tarımsal açıdan son
Sosyo-ekonomik Kuraklık: Toplumun üretim ve tüketim faaliyetlerini etkileyen su eksikliğidir. Kuraklığın sosyo-ekonomik tanımı meteorolojik, hidrolojik ve tarımsal kuraklıkla bağlantılı bazı ekonomik ürünlerin arz ve talepleriyle ilgilidir. Sosyoekonomik kuraklık, yukarıda bahsedilen kuraklık tiplerinden farklı bir durum arz eder. Çünkü bu kuraklık yer ve zamana bağlı olarak ortaya çıkar. Su, gıda, balık ve hidroelektrik santralleri gibi birçok ekonomik ürünün temini hava şartlarına bağlıdır. İklimin doğal değişkenliği nedeniyle bazı yıllar su kaynakları yeterli olsa da sonraki yıllarda bu su kaynakları gerek insanların ve gerekse çevrenin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olabilmektedir. Sosyo-ekonomik kuraklık yağışlardaki azalmanın sonucu olarak gelişen ve üretimin ihtiyacı karşılayamadığı durumlarda ortaya çıkar. Küresel İklim Değişiminin Su Kaynaklarına Etkisi İklimi yarı kurak olan ülkemizde yaşanan kuraklıktaki artışın birçok nedeni var. Bunların başında: İklim değişimi ile beraber yağışların olduğu yerler ile suya ihtiyacın bulunduğu yerlerin bir birinden çok farklı ve uzakta gelişiyor olası gelir. Ayrıca içme, kullanma ve sulama suyu kalitesi her gün geçtikçe artan sanayi ve diğer çevre kirlilikleri neticesinde düşüyor. Ve su havzaları korunamayıp tahrip ediliyor... Özetle su kıtlığına neden olan aşağıdaki gibi belli başlı 5 faktör vardır:
20
derece önemlidir. Sulama ve enerji amaçlı ülkemizde çok sayıda su yapısı inşa edilmiş ve edilmektedir. Bu su yapılarının amaçlarına uygun faaliyet gösterebilmesi, ancak yeterli miktarda yağışın düşmesi ile mümkündür.
den ve yeraltından) sağlayabiliriz. Temel soru şudur: bu kaynaklardan nasıl daha fazla su temin edilebilir? Yağış olarak yer yüzeyine inen suyun bir kısmı bitki örtüsünce tutulur, bir kısmı yüzeyde akarak denizlerde ve yapay göllerde toplanır. Bu suyun bir kısmı da bitkilerden terleme, toprak ve su yüzeylerinden de buharlaşma yoluyla tekrar atmosfere geri döner. Bu süreçlerin her birinde yapay ve doğal göllerde daha fazla suyun toplanması ve daha az su kaybedilmesi için tedbirler alınabilir. Alınan önlemlerden biri su tahmini ve yönetimdir. Su tahmini ve yönetimi, dünyanın tüm modern kentlerinde, su rezervlerinde mevcut suyun en verimli bir şekilde kullanılabilmesi, suyun planlı olarak şehir şebekesine verilmesi ve kuraklığa karşı zamanında önlem alınabilmesi için:
Zarar Azaltma ve Kayıp Önleme Maalesef millet olarak genellikle zorda kaldığımız zamanlar çareler aramaya başlıyoruz. Böylece, kuraklık gibi doğal afetlere karşı toplumumuz hiç de rasyonel davranmamaktadır. Kriz doğduğunda otomatik olarak harekete geçmekte ve tüm zamanımızı ve paramızı kayıplarımızın hafifletebilmesi için harcanmaktayız. Bunun adı “kriz yöntemi”dir. Kriz şartları ortadan kalkınca da, bir sonraki, örneğin, kuraklık için zaman ayırmak ve yatırımlar yapmak da gereksiz ve mantıksız görülmektedir. Çünkü tek başına uygulanan kriz yönetimi; tepkisel, eşgüdümsüz, hedef kitle yanlış, etkisiz, zamansız, güven vermez ve afetin felakete dönüşmesine neden olur. Bunun için ülkemizde kriz yönetiminden risk yönetimine geçerek afetlere müdahale ve iyileştirmeden daha çok afetin oluşmaması, zararlarının azaltılması, hazırlık, tahmin ve erken uyarı konularına önem verilmeli. Aksi takdirde kriz yönetimi ile yani su tamamen bittikten sonra yapacak fazla bir şeyimiz yok.
¼ su havzaları ve çevrelerinin iklimi iyice bilinir ve değişimler sürekli takip edilir, ¼ su rezervlerinin klimatolojik su denge analizleri yapılır, ¼ kısa ve uzun vadeli meteorolojik tahmin ve bilgilere göre rezervuarlarındaki su seviyeleri sürekli olarak ve çok önceden belirlenir. Farklı şehir veya bölgeler birbirlerine benzer coğrafya, iklim, nüfus gelişim vb. unsurları içermesine karşın kuraklık riskine karşı sergiledikleri duyarlılık ve hassasiyetleri birbirlerinden farklı olabilir. Bir bölgenin kuraklığa karşı hassasiyetini azaltan dolayısı ile maruz kalınabilecek olumsuz etkileri asgaride tutan en önemli faktörler, insanların musluğuna su temini sağlayabilecek alternatif su kaynaklarının ve bu kaynakların değerlendirilmesine olanak sağlayacak olan sağlam bir altyapının varlığıdır.
İstanbul, Ankara vb. büyük şehirlerimiz bugün kendi kendine yetemeyen, suyu, toprağı ve enerjisiyle başka coğrafyaları sömüren bir dev haline geldi. Yağmur suyunu mahallerde toplamak tek çözüm olamaz elbet. Kuraklıkla başa çıkmak için aynı zamanda su havzalarının korunması, yağmur suyunun toprakla buluşmasını engelleyecek uygulamalardan uzak durmak gerek. Çünkü bu tür uygulamalar yağmur suyunun toprağa sızmasını engelliyor ve yeraltı sularının beslenmesini de önlüyor. Hâlbuki yağışlar azaldıkça su havzalarına olan ihtiyaç artacak. Zaten az olan suyun baraj havzalarına yönlendirilmesi için havzaların amaç dışı kullanımının önlenmesi gerek. Normalde bir kentin kendi suyunu kendi havzalarından karşılayabiliyor olması gerektir. Bu nedenlerden dolayı bugün Türkiye’deki susuzluğun nedeni sadece kuraklığa bağlanamaz ve çözüm başka derelerden su getirmek ve onları da kurutmak da olamaz. Çözüm, her şeyde olduğu gibi yerleşim planlarını da doğanın taşıma kapasitelerini göz ardı etmeden yapmak. Kentlere olan yığılmaları önlemenin yolu dengeli bölgesel planlamanın ve arazi kullanım planlarının yapılmalı, kırsalda yaşayanların refahının artırılması ve onlara bu konuda destek olunmalı… Bilindiği gibi, kullandığımız suyu hidrolojik çevrimin değişik kısımlarından (atmosferden, yeryüzün-
Bununla beraber, kuraklık tehlikesinin oluşturduğu can ve mal kaybı gibi riskleri hesaplayabilmek için çevre tahribatı ile birlikte sosyo-ekonomik etkilerin belirlenmesi gerekir. Hazırlık Kuraklık ile mücadele planları, kuraklık şartlarının oluşup oluşmadığını tespit edebilmek, kuraklığın ne kadar sürdüğü ve hangi aşamalarda hangi önlemlerin alınması gerektiğini belirleyebilmek için objektif standartlar ortaya koyar. Bu planlar, genellikle Kuraklık Gözetlemesi, Kuraklık Uyarısı ve Kuraklık Alarmı gibi üç aşamadan oluşur. Bir bölgedeki yağış miktarları, nehirlerdeki akışlara ve barajlardaki su seviyelerine göre sırasıyla bu aşamalara geçilir ve önceden belirlenmiş su kullanımı ve yönetimini düzenleyen çeşitli tedbirler yürürlüğe konulur. Kuraklık planı bireysel vatandaşların, ulusal ve yerel yönetimlerin, kurum ve kuruluşların ve diğerleri-
21
nin kuraklık nedeniyle ortaya çıkabilecek olan problem ve etkilerinin zararlarını azaltmak için atılması gereken adımları tanımlar. Bu problemlerin aşılması için bireysel ve kurumsal önlemler tüm paydaşların katılımı ile beraber belirlenip uygulanmalıdır. Kuraklık yönetim planı, ilgili tüm otoritelerin ve tarafların katılımı ve desteği ile oluşturulur, kuraklık ve akabinde su tasarrufu ve kısıtlamalarının etkin ve pratik bir şekilde çözümlenmelerine yönelik gerekli tüm plan, program ve prosedürleri içerir. Bu nedenle, ülkemizde ilk defa bir kent için Valilik koordinasyonunda Kocaeli Kuraklık Yönetim Planı 31 Mayıs 2005 tarihinde geliştirilmiştir. Kocaeli Kuraklık Yönetim Planı Alt Komisyonu kuraklığın yol açabileceği riskler, kuraklık aşamaları ve her aşamada alınabilecek aksiyonlar ve konunun Kocaeli bölgesi için kritik önem ve hassasiyeti göz önüne alarak Kocaeli bölgesinin karşılaşacağı kuraklık problemlerine yönelik çalışmaların ilgili otoritelerce bir plan ve program dâhilinde hayata geçirilmesi uygulamaya konması için bir plan hazırlanmıştı. Kuraklık yönetim planı, “olası kuraklık riskleri ile karşılaşıldığında yaşanacak olan istenilmeyen etkilerin ve su kesintilerinin minimum seviyelerde tutulması ve mümkün olan en kısa süreçte kuraklık problemlerinin berterafına yönelik olarak oluşturulmuş uygulamalı yönetimsel bir plandır.”
nemi gibi ana iklimsel ve hidrolojik değişkenler düzenli olarak izlenmeli ve normal değerlerden olan sapmalarının trendi gözlenmelidir. Kuraklık endeksleri formüle edilip limitleri tanımlandığında kuraklığı izlemek ve araştırmak için çok kullanışlı anahtar olacaklardır. Kuraklık olduğunu anlamak için “Yağış, Dere ve Nehirlerdeki Akış, Yer altı Su Seviyesi, Kuraklık İndeksleri, Reservoir seviyeleri” parametreleri ölçülüp izlenmelidir. Sonuç ve Öneriler Ülkemiz için su, hem enerji, hem de tarımsal açıdan son derece önemlidir. Sulama ve enerji üretme amaçlı ülkemizde çok sayıda su yapısı inşa edilmiş ve edilmektedir. Bu su yapılarının amaçlarına uygun faaliyet gösterebilmesi, ancak planlanırken düşünülen miktarda yağışın düşmesi ile mümkün. Bilindiği gibi buharlaşma, küresel ısınma ile artacak ve ülkemizde daha şiddetli ve uzun süreli kuraklıklar görülebilecek. Bu nedenle hem su kaynakları, hem de genelde yağışa bağlı olan kuru tarım ve hidro-elektrik enerji üretimini ciddi bir şekilde etkilenebilecek. Ayrıca hidrolojik döngüdeki değişimler, sulama ve su sağlama problemlerinin yanı sıra ani sel olaylarında da artışı beraberinde getirecektir. Çevre koruma, arazi kullanımı, kuraklık, vb. ülkemizde bilimsel ve bütünleşik bir şekilde ele alınmamasından dolayı Türkiye’de kuraklık gelişmiş ülkelere nazaran daha büyük bir problemdir. Yoğunlaşan nüfus ve sanayi, iklim değişimi, kuraklık, kirlilik ve su havzalarındaki yapılaşma nedeniyle ülkemizde su kalitesi, arz ve talebi değişmekte. Ülkemizde kuraklık, geçmişte olduğu gibi gelecekte de büyük problemlere neden olabilecek. Bunun için yerel yönetimler su bütçelerini hazırlanmalı, kuraklığı meteorolojik, hidrolojik, tarımsal ve sosyoekonomik yönü ile izlemeli ve gerektiğinde erken uyarı ile su tasarrufu, vb. önlemlerin gecikmeden yürürlüğe girmesini sağlamalı. Bunun için de her su yılının başı 1 Ekim’de yürürlüğe girmek üzere bireysel vatandaşların, ulusal ve yerel yönetimlerin, kurum ve kuruluşların ve diğerlerinin kuraklık nedeniyle ortaya çıkabilecek olan problem ve etkilerinin zararlarını azaltmak için atılması gereken adımları tanımlayan “Kuraklıkla Mücadele Planları” hazırlayıp uygulanmalı. Böylece su kullanımda, zarar azaltma ve hazırlığı öne çıkartan; kurum ve kuruluşlar içindeki ve birbirleri arasındaki koordinasyonu geliştiren; erken uyarı ve bütünleşik izleme ile zamanında önlem alınması sağlayan ve tüm paydaşlar sürece katan proaktive bir yapı oluşturulmalıdır. Ayrıca, içme ve sulama suyu, sınırı aşan sular, ekolojik göçler, çölleşme,
Kuraklık planının içeriği ve aşamaları şehri değişik seviye ve büyüklüklerde karşılaşabileceği kuraklık riskleri olası tüm senaryolar dikkate alınarak hazırlanmalıdır. Kuraklık yöntemi planı, sadece kuraklık riski ve akabinde yaşanabilecek sıkıntılara ve alınabilecek tedbir ve çözümlere yönelik oluşturulmalıdır. Geçici su kesintileri, altyapının zarar görmesi, su kıtlığı ve hastalıklar gibi sebeplerden dolayı yaşanabilecek zorunlu su kısıtlamaları ise bu planlar dâhilinde değildir. Kuraklık yönetim planının ana aşamaları esas itibarı ile kuraklık kritik tanımlama ve temel yaklaşımlarını, bölgenin potansiyel su kaynaklarını ve bu kaynakların kullanım planlamalarının, birbirini takip eden kuraklık seviye alarm aşamalarının ve söz konusu alarm seviyelerinde ki kuraklığın boyutlarını tespit ve alınacak tedbirlere yönelik çözüm başlıklarını içerir. Nihai olarak da gerek su kaynağına gerekse de su tüketimine yönelik önlem ve ölçütler belirtilmeli, kuraklık aksiyon tabloları oluşturulmalı ve planın ekinde sunulmalıdır. Tahmin, İzleme, Uyarı ve Önlemler Kuraklık; normalin altında yağış, düşük toprak nemi, sıcak kuru hava gibi birçok faktörün bileşiminin bir sonucudur. Bunun için sıcaklık, yağış, yüzey akışı, toprak
22
azalmasına yol açacağı, zemin çökmeleri ve akabinde yapısal hasar ve taşkınların artma tehlikesini beraberinde getireceği gözden uzak tutulmamalı. Bütün bunlar için de acilen bir Su Çerçeve Yasası çıkartılmalıdır.
yok olan yaban hayatı, meralar, tarım alanları ve tarımsal üretim, azalan hidroelektrik üretimi gibi büyük problemler ile karşı karşıya olan ülkemizde de kuraklık, afet mevzuatına dâhil edilmelidir. Çünkü uzak yerlerden su getirme projeleri kısa vadede problemi çözerse de uzun vadede çözüm değildir ve başka problemlere neden olur. Bu nedenle, azalan su varlığımız havzalar arasında projelerle taşınmamalı, doğal bütünlük bozulmamalı su yerinde değerlendirilmeli. Su havzalarımızın planlaması yapılarak suyu daha az tüketen bitkilerin yetiştirilmesine dikkat edilmeli. Tarımda vahşi sulama ve büyük yağmurlama sistemleri yerine damla sulama gibi mikro sulama sistemlerinin kullanımı teşvik edilmeli. Rüzgârlı ve yağışlı havalar ile birlikte gündüz sulama yasaklanmalı. Bitkilerin su ihtiyacını doğru belirleyebilmek için her ilçeye en az bir tane “tarımsal meteoroloji istasyonu” kurulmalı. Drenaj suları doğal arıtımla yeniden kazanılmalı. Su kullanım planlaması doğal varlıkların su ihtiyacını da gözetmeli. Sanayinin suya olan gereksinimini en aza indirecek teknolojiler desteklenmeli. Sürdürülebilir üretim ve tüketim teşvik edilmeli. Suyun sanayide kullanımında kapalı su devre sistemleri geliştirilmeli, buna rağmen çıkacak atık sular da arıtımla geri kazanılmalı. Kentlerde su kullanımında bütün tasarruf önlemleri alınmalı, şebeke su kayıpları engellenmeli. Ayrıca ülkemizde denetimsiz açılan kuyuların, taban suyu düzeyinin hızla
Türkiye yarı kurak bir ülkedir. Ayrıca kuraklık sosyo-ekonomik etkileri, kalıcılığı ve çözüm bulmadaki zorluk nedeniyle dünyadaki en tehlikeli doğal afet olarak kabul edilmektedir. Kuraklık şehirlerde kullanma suyu kıtlığının yanı sıra, tarımsal ürün ve hidro elektrik üretiminde de büyük düşüşlere yol açabilir. Bu nedenle, su havzalarının ve tarım alanlarının korunması büyük önem arz etmektedir. Ayrıca kuraklık, ülke içinde şehir sınırlarını aşan sular ile beraber ülke sınırlarını aşan sularda da büyük sıkıntılara yol açabilecektir. Sonuç olarak suyun kısıtlı, yağışların bazı bölgeler dışında miktar ve dağılımının düzensiz olduğu, büyük şehirlerde ve tarımsal üretimde suyun kısıtlı bulunduğu, içme, kullanma ve sulama suyu kalitesinin gün geçtikçe artan sanayi ve diğer çevre kirlilikleri neticesinde düştüğü ve küresel ısınma düşünülürse, ülkemizin kuraklığın şiddetini çok yakın bir zamanda bugünkünden çok daha fazla hissedeceği açıkça görülmektedir.
23
Depremlerin Psikolojik Etkileri ve Psikososyal Destek
Prof. Dr. A. Nuray Karancı
gerektirecek kadar büyük can ve mal kayıplarına neden olduklarında doğal afet olarak tanımlanırlar.
ODTÜ, Psikoloji Bölümü
Depremlerden kimler ruhsal olarak etkilenir diye sorduğumuzda çok geniş bir kitlenin etkilenebileceği ortaya çıkmaktadır. Depreme doğrudan maruz kalanlar, depremde yakınlarını kaybedenler, mal varlıklarını kaybedenler, arama kurtarma ekipleri elemanları ve diğer afet çalışanları, medya mensupları, gönüllüler, görgü tanıkları , TV’den ve sosyal medyadan olayı izleyenler gibi depremlerin doğrudan ve dolaylı olarak etkileyebileceği pek çok grup vardır. Travmatik yaşam olayları ise, insanların yaşamları boyunca karşılaşabilecekleri, kendi yaşantılarını tehdit eden veya ciddi yaralanmalara yol açan, kişisel bütünlüklerini tehdit eden olaylar ve/veya bu durumlara başkalarının maruz kalmalarına tanık oldukları olaylardır. Travmatik yaşam olaylarının ruhsal travma yaratabilecek olaylar olarak sınıflanabilmeleri için kişinin bu travmatik olaylara verdiği tepkiler de göz önünde tutulmaktadır. Kişinin olaya aşırı korku, dehşet veya çaresizlikle tepki vermesi de önemlidir. Ciddi kazalar, doğal afetler, fiziksel veya cinsel saldırı, bir yakının beklenmedik ani ölümü gibi olaylar ruhsal travmatik olaylara örnek olarak verilebilir. Dolayısıyla ruhsal travma tanımında hem olayın özellikleri hem de bireyin tepkileri bir arada değerlendirilmektedir. Travmatik olaylar önceden tahmin edilemez olmaları, bireyin kontrol algısını tehdit etmeleri, ve zarar görebilirliklerini fark etmelerine yol açmaları nedeniyle temel varsayımları yıkarak örseleyici olmaktadırlar. Travmatik olaylara örnek verirsek, deprem, sel, kasırga gibi doğal afetler , savaşlar, cinsel ya da fiziksel saldırıya uğrama, işkence görme, trafik kazaları ve yaşamı tehdit eden hastalıklar, gibi olayları sıralayabiliriz. Bu tür olayların oldukça yaygın olarak yaşandığı ve yaşam boyu en az bir travmatik yaşantısı olanların % 55 ile % 90 arasında olduğu çeşitli ülkelerde yürütülen çalışmalarda bulunmuştur (Breslau ve ark., 1998, Flett ve ark.,2004; Frans ve arkadaşları, 2005; Karanci ve ark, 2009; Karanci ve ark., 2011; Norris ve ark., 2003). Karanci ve ark., (2009), Türkiye’de en yaygın olarak yaşanan travmatik yaşantıların sevilen bir yakının beklenmedik ölümü, kazalar ve doğal afetler oluğunu bulmuşlardır.
Depremlerin fiziksel, ekonomik ve sosyal etkileri üzerinde oldukça çok araştırma olmakla birlikte psikolojik etkileri daha az odaklanan bir konu olmaktdır. Ancak, deprem yaşantısı bireyler üzerinde oldukça örseleyici etkiler yaratabilirler. Bu etkilri anlamak onları azaltmanın en önemli adımıdır. Bu nedenle bu makalede depremlerin psikolojik etkileri ve bu etkileri azaltmada psikososyal desteğin işlevleri üzerinde durulacaktır. Depremler sonrası ortaya çıkan psikolojik etkilerin bir kısmı olağan ve geçicidir. Ancak, bazı tepkiler , şiddetleri, sosyal ve iş yaşantısını engellemeleri ve ne kadar uzun süre devam ettiklerine bağlı olarak ciddi ruhsal bir bozukluk olarak değerlendirilebilirler ve bu durumlarda profesyonel destek sağlamak önemlidir. Psikososyal destek uzun soluklu bir süreçtir ve afet yaşayan toplulukların ve bireylerin temel ihtiyaçlarını, sorunlarını ve psikolojik sıkıntılarını odak alan önleyici bir yaklaşımdır. Uygulanmasında çok farklı kurumların ve meslek gruplarının katkıları gerekmektedir.
Afetlerin Psikolojik Etkileri Ruhsal travmatik olaylar ve afetlere maruz kalan kişilerde bu olaylar sonrasında çeşitli psikolojik sıkıntı belirtileri görülebilir. Bu tepkiler daha sonraki bölümlerde ele alınacak olan “olağan üstü bir duruma verilen normal tepkilerdir” ve zamanla şiddetleri azalır. Ancak, ruhsal bir travma ve /veya afet sonrası bazı kişilerde akut stres bozukluğu,
Afetler ve travmatik yaşam olayları Afetler, belirli bir coğrafi bölgede nispeten aniden ortaya çıkan, kolektif stres yaratan, önemli ölçüde kayıp yaratan, toplumun yaşantısını sekteye uğratan ve kendi başa çıkma kaynaklarını aşan doğal veya insan kaynaklı olaylardır. Deprem, sel, heyelan, fırtına gibi doğa olayları, bölge ve ülke düzeyinde veya uluslararası yardım
24
(kişiler arası) tepkilerdir. Bu tepkiler olağan üstü bir duruma verilen normal tepkilerdir ve mağdurların bunların normal tepkiler olduğunu bilmeleri normalleştirme ve rahatlatma açısından psikolojik ilk yardım prensipleri arasında önemli bir yer tutar. Duygusal Tepkiler Doğal afetler sonrası mağdurlarda görülen duygusal tepkiler; şok, öfke, çaresizlik, kendini boşlukta hissetme, hissizlik, aşırı korku hali, suçluluk, yas, ümitsizlik, asabiyet, karamsarlık, dissosiyasyon (ayrışma), değersizlik hissi, panik ve utanç olarak sayılabilir. Bilişsel (düşünceler ve düşünce akışında) Tepkiler Mağdurlarda görülen bilişsel tepkiler; konsantrasyon bozukluğu, karar verme konusunda zorlanmalar, hafıza ile ilgili sorunlar ve/veya hafıza kaybı, yanlış inançların geliştirilmesi (örneğin; ‘Hep benim suçumdu.’ gibi), düşüncelerde karışıklık/düzensizlik, yaşadıklarını çarpıtma/değiştirme, kendine saygı duymama, kendine olan inancını kaybetme, kendini suçlama, endişe geliştirme, istenmeyen ve önlenemeyen düşünceler ve anılara maruz kalma olarak görülebilir.
Şekil 1. Afet olaylarına uyumu etkileyen faktörler
ve daha sonra travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) olarak adlandırılan ve kişinin yaşamını engelleyebilen ve oldukça yoğun sıkıntı yaratabilen ruhsal rahatsızlıklar da gelişebilmektedir. Ayrıca, çeşitli başka kaygı bozuklukları (panik bozukluğu, fobiler gibi), depresyon, madde bağımlılığı, saldırganlık ve öfke, kişilik bozuklukları ve patolojik uzatılmış yas gibi sorunlar da gözlenebilir.
Davranışsal Tepkiler Mağdurlarda görülen depremi hatırlatan uyaranlardan kaçınma, yerinde duramama ve ani irkilmeler gibi tepkiler davranışsal tepkiler arasında değerlendirilir.
Öncelikle afet ve travmanın bireyler üzerindeki etkilerini açıklayan Parkinson’un (2000) modelini incelememiz bize bu olaylardan etkilenmenin hangi değişkenlere bağlı olabileceğini gösterecektir.
Fiziksel Tepkiler Mağdurlarda fiziksel olarak görülen tepkiler arasında yorgunluk/bitkinlik, uykusuzluk, uyku düzeninde bozulma, aşırı uyuma, uyuyamama veya uykuyu sürdürememe, tedirginlik, yaygın ağrılar, baş ağrısı, cinsel istekte azalma, iştahsızlık, bağışıklık sisteminde bozulmalar, mide ve bağırsaklarda sorunlar, gerginlik, çarpıntı, bulantı, baş dönmesi ve göğüs ağrıları görülebilir.
Şekil 1’de gösterildiği gibi afet öncesi bulunan bazı özellikler afetin kişi üzerindeki etkisini belirlerler. Bu özellikler kişinin çevresel ve öz kaynakları (sosyal destek, eğitim, iş durumu, gelir, gibi), kişilik özellikleri (iyimserlik, deneyime açıklık gibi), daha önce karşılaşılan travmatik yaşantılar ve bunlarla nasıl başa çıkılmış olduğu, ve kişinin başa çıkma yollarıdır (problem odaklı veya duygusal başa çıkma gibi). Afet olayı ile ilgili olarak afetin etkilerine ne derece maruz kalındığı, afet olayının şiddeti ve kişinin kayıpları göz önünde tutulmalıdır. Modelde afet sonrası olayların ve çevrenin de psikolojik tepkileri önemli ölçüde belirlediği görülmektedir. Bu bakımdan psikososyal destek afet sonrası olumsuzlukları en aza indirmeyi amaçlamalı ve afetzedelere olayla başa çıkabileceklerini göstermeli kontrol ve güven duygusunu yeniden kazandırmayı amaçlamalıdır.
Sosyal (kişiler arası) Tepkiler Yabancılaşma, sosyal geri çekilme, kişiler arası ilişkilerde çatışmalar ve sorunlar (aile, iş, okul, evlilik), güvensizlik, şüphecilik, yargılayıcı ve suçlayıcı olma mağdurlarda afet sonrası görülen sosyal (kişiler arası) tepkilerdir. Psikolojik Tepkiler: Afet Sonrası Aşamalar Afetler/travmatik yaşam olayları bireylerin karşılaştıkları olağan dışı durumlardır ve bu bakımdan aşağıda açıklanan olay sonrası tepkiler normal psikolojik tepkilerdir. Bu normal tepkiler afetten sonraki dönemde çeşitli evreler içerisinde incelenebilir. Genel olarak travmatik bir yaşantıdan ve/veya afetten sonra kişilerin geçtikleri evreler ve tepkiler şunlardır ( ISMEP, 2009; Karanci, 2005;
Yetişkinlerde afet sonrası psikolojik tepkiler Doğal afetlerden sonra mağdurlarda görülen tepkiler genel olarak beş ayrı başlık altında incelenebilir. Bunlar; duygusal, bilişsel, fiziksel, davranışsal ve sosyal
25
Bu dönemde afetzedeye destek olmak için normal yaşam rutinine dönebilmesini sağlamak, okula veya işe gitmek gibi, yitirilen kontrol duygusunu geri verebilir ve sosyal desteğe ulaşımı sağlayabilir. Afetzedelerde gelecek perspektifi yaratmak ve umut aşılamakta bu dönemde yardımcı olacaktır.
Saari, 2005) : 1. Psikolojik Şok Dönemi: (İlk 24 saat veya daha uzun) Bu dönemde afet yaşayanlarda genel olarak şu tepkiler görülür; ¼ Fizyolojik uyarılma ¼ Algıda hassasiyet ancak kısıtlanma ¼ Mantıklı düşünememe ve karar verememe sorunları ¼ Hafıza ve dikkati yoğunlaştırma güçlükleri ¼ Her şeyin gerçek dışı görünmesi (dissosiyasyon) ¼ Duyguların küntlenmesi/taşlaşmak ¼ Acı hissetmeme ¼ Şok ¼ Bazıları panik ya da dona kalma reaksiyonları gösterebilir, ancak bu oran çok yüksek değildir (20 %).
4. İyileşme / Yeniden Oryantasyon Dönemi: Bu dönemde afetzede gelecek planları yapmaya başlar ve tepkilerin şiddeti azalır. Bu evrede görülen genel tepkiler ise şunlardır : ¼ Afetzede olanları kabul etmeye başlar. ¼ Tepkilerin şiddeti azalır. ¼ Afetzede günlük hayata ilgi göstermeye başlar. ¼ Gelecekle ilgili planlar yapar. ¼ Duygusal olarak kendini daha iyi hisseder. ¼ Afet/travma olayı yaşamının, anılarının bir parçası haline gelir, ancak zihnini tamamen meşgul etmez. Tüm olanları işlemleyebilmek için zaman gereklidir. Afet sonrası olayla başa çıkma stratejisi olarak olanları inkâr etme, kabullenememe, bastırma ve kaçınma yollarını kullanmak ve/veya psikolojik olarak tam hazır olmadan işe/okula geri dönme zorunluluğu işlemleme ve anlamlandırma süreçlerini engelleyebilir. Bu durumda belli dönemlerde kalma/takılma olabilir ve ileriki yaşamı etkileyebilecek psikolojik sorunlar ortaya çıkabilir.
2. Tepki Dönemi: (afet olayından yaklaşık 2 - 6 gün sonra ortaya çıkar) Neler olduğunun ve olayın anlamının farkına varıldığı dönemdir. Bu dönemde görülen tepkiler: ¼ Duygusal karmaşa: Kaygı, korku, öfke, sinirlilik, umutsuzluk, çaresizlik, üzgünlük, suçluluk, utanç, suçlama, güvensizlik, kendini yalnız ve gerçek hayattan kopuk hissetme. ¼ Bedensel/Fizyolojik tepkiler: Titreme, bulantı, kardiak sorunları (çarpıntı gibi), adale ağrıları, baş dönmesi, yorgunluk, yerinde duramama, uyku sorunları, iştah değişimleri. ¼ Afet durumunu hatırlatan uyaranlardan kaçınma ¼ Afet ile ilgili tekrar eden düşünceler ve hayaller (flashback) ¼ Korkutucu, dehşet verici rüyalar ve kâbuslar Tüm bu tepkiler çok korkutucudur ve bu dönemde afetzedelere bu tepkilerin olağan dışı bir duruma verilen normal tepkiler olduğu ve sağlıklı başa çıkma yöntemlerinin anlatılması, kısaca psikoeğitim olarak tanımlanan süreci başlatmak yararlı olacaktır.
Afetler Sonrası Görülebilecek Ruhsal Bozukluklar: Yukarıda anlatılan tepkiler normal dışı bir yaşantıya verilen normal tepkilerdir. Ancak, bazı afetzedeler belirtilen evreleri başarı ile atlatamazlar ve tepki aşamasında takılıp kalarak Akut Stres Bozukluğu ( 2gün-bir aya kadar olan) veya Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSBB)(bir aydan sonra), depresyon, uzatılmış-patolojik yas, maddde kullanım bozuklukları gösterebilirler. Bu durum, şiddetli bir travmatik olayın ardından kişinin yaşamının ya da fiziksel bütünlüğünün tehdit altında olmasından, yoğun bir korku hissi ve dehşet duygusu yaşamasından veya çaresizlik hissi duymasından ve bu olayı tam olarak sindirememesinden veya anlamlandıramamasından kaynaklanır.
3. İşlemleme ve Olanları Düşünme (Üzerinden Geçme) Dönemi: Bu dönemde afet yaşantının işlemlenmesi, yani yaşantının ve yarattığı duygusal, düşünsel ve davranışsal tepkilerin gözden geçirilmesi ve anlamlandırılması gerekir. Afetzede olayla kendi arasına bir mesafe koyabilmelidir. Bu evrede görülen genel tepkiler şunlardır : ¼ Afetzede artık afet ile ilgili konuşmak istemez. ¼ Kaybettikleri için yas tutar. ¼ İşlemleme içsel olarak devam eder. ¼ Üzüntü, özlem gibi güçlü duygular yaşayabilir. ¼ Hafıza ve dikkat sorunları ortaya çıkabilir. ¼ Kişiler arası ilişkilerde sorunlar, sinirlilik ve çatışmalar, dış kaynaklara/kişilere öfke patlamaları yaşayabilir. ¼ Yalnız bırakılmak ister, psikolojik olarak ortamda değildir.
26
TSSB’nin çok daha yüksek oranda görüldüğünü gösteren çalışmalar bulunmaktadır (Amir ve Sol, 1999; Frans ve ark., 2005). 17 Ağustos’tan sonra yapılan çalışmalarda Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) oranları % 23 ile %43 arasında bulunmuştur (Kılıç ve Ulusoy 2003; Başoğlu ve ark. 2002, Başoğlu ve ark. 2004; Tural ve ark. 2004). Afetler Sonrası Psikososyal Destek : Neler Yapılmalı Psikososyal Destek Nedir? Geniş bir yelpazede psikososyal problemlere odaklanan ve sosyal birlikteliği ve afetzedelerin saygınlığını ve bağımsızlığını desteklemeyi, psikolojik sorunların gelişmesini ve sosyal dağılmayı engellemeyi amaçlayan bir süreçtir. Psikososyal destek örseleyici bir deneyim yaşamış olan, ancak psikolojik olarak sağlıklı bireylere uygulanır”(IPPHEC, 2009; p.9). Psikososyal destek sadece afetden hemen sonra verilen bir uygulama değil, sürekliliği olan bir süreçtir. Bu süreçte sürekli izleme, takip ve etkililiğn degerlendirilmesi gerekir.
Şekil 2. Afetler sonrası psikososyal destek
¼ Psiko-sosyal sorunları olanlar (işsizlik, evsizlik, kronik hastası olanlar, vs) ¼ Aile problemleri olanlar Psikolojik Destek : Genel İlkeler 1. Paylaşım : Afetzedelere yaşadıkları olayı paylaşabilecekleri ortamları sunmak 2. Normalleştirme: Yaşanan sıkıntıların olağanüstü bir duruma verilen olağan tepkiler olduğunu ve bunlarla nasıl başa çıkabileceklerini anlatmak 3. Normal yaşama dönüş: Mümkün olduğunca normal yaşam rutinlerine dönmelerini sağlamak 4. Afet sonrası olumsuz olayların azaltılması: Afetzedelerin ihtiyaçlarını tespit etmek bunları karşılayan kaynakları sağlamak 5. Bilgilendirme: Afetzedelere açık ve anlaşılabilir bir şekilde yapılacaklar ve kaynaklar hakkında bilgi vermek 6. Katılım-kontrol: Afetzedelerin verilen kararlara ve uygulamalara katılımlarını sağlamak ve onlara kontrol duygusunu verebilmek 7. Profesyonel yardım-tarama: Belirtileri çok şiddetli olanların profesyonel yardıma ulaşmalarını sağlamak 8. Afet çalışanları: Afet bölgesinde görev yapan ekiplerin, ve öğretmenler gibi diğer görevlilerin stress tepkilerini tanımalarına ve bunlarla başa çıkabilmelerini sağlamak
Psikososyal destek toplum yaşantısının işlevsel bir şekilde devam etmesini sağlamayı ve bireylerin iyilik hallerini ve dayanıklılıklarını arttırmayı amaçlar. Önceki bölümlerde belirtildiği gibi, afetler sonrası etkilenen çok sayıda afetzedenin sadece bir kısmı uzmanların verebileceği profesyonel desteğe (psikiatri ve klinik psikoloji) ihtiyaç duyarlar. Şekil 2’den görüleceği gibi afet yaşayanların hepsi akut destek olarak adlandırabileceğimiz psikolojik ilk yardımdan yararlanabilirler. Orta vadede ise daha az bir kısmı sosyal destek, psikoeğitim, kaygı/stres yönetimi gibi yaklaşımlardan yararlanabilirler. Şekil 2’den görülebileceği uzun vadede uzmanlardan destek görmesi gerekebileceklerin oranı oldukça düşüktür. Akut dönem ve orta dönemde ne kadar çok destek verilirse ciddi sorunların ortaya çıkması o kadar önlenebilecektir.
TSSB’nin özelliklerinin bilinmesi afetzedelerin sorunlarını anlayabilmek ve gerekli durumlarda uzmanlara yönlendirebilmek açısından önemlidir.
Akut dönem ve orta vadede destek verilirken kimlerin afetden daha çok etkilenmiş olabilecekleri göz önünde tutulmalıdır.
TSSB’nin yaşam boyu yaygınlığı toplumu temsil eden çalışmalarda % 5 ile %12 oranları arasında saptanmıştır (Frans ve ark., 2005; Breslau ve ark., 1998, Bernat ve ark., 1998; Norris ve ark., 2003; Amir ve Sol, 1999). TSSB yaygınlığının travmatik olayın türüyle ilişkili olduğunu, özellikle cinsel saldırı ve tecavüz olaylarının ardından
Afetlerden daha çok etkilenme olasılığı olanları şöyle listeleyebiliriz: ¼ Yoğun kayıp yaşayanlar ¼ Kadınlar ¼ Sosyal desteği eksik olanlar ¼ Yakın geçmişte kayıp yaşamış olanlar
Sonuçlar Deprem sonrası psikolojik tepkilerin neler olduğu ve deprem yaşayanlara psikososyal desteğin nasıl verilmesi gerektiği konusunda bilgili olmak gerekmektedir. Psikososyal Destek Yöntemleri konusunda yapılmış çok sayıda çalışma ve yayımlanmış rehber bulunmaktadır. Bu rehberlerde psikososyal destek kapsamında neler yapılması gerektiği, desteğin nerelerde, ne zaman , kim-
27
ler tarafından ve kimlere verilmesi gerektiği açıklanmaktadır. Yani, afetzedelere uygulanacak bilimsel temelli uygulamalar için standartlar verilmektedir. Bu kılavuzlar geliştirilirken hem bilimsel çalışmalar hem de uygulayıcılardan gelen verilere yer verilmektedir (IASC ;2007; IPPHEC,2009 ; IFRC, 2001; NICE, Psychosocial Working Group [PWG],2004; United Nations High Commissioner for Refugees [UNHCR], 2001; Weine et al., 2002; WHO, 2001, 2003, 2005). Avrupa Psikologlar Birliği (EFPA) Afet, Kriz ve Travma Psikolojisi Komitesi’de (SC on Disaster, Crisis and Trauma Psychology ) psikolojik destek ilkelerini belirlemiştir ( Proposal for quality standards for psychological interventions in disaster and crisis (http://disaster. efpa.eu/standing-committee).
Kaynakça
in Oslo, Norway, 15-18 June.
Parkinson, F. (2000). Post-Trauma Stress. Fisher Books: U.S.A.
Amir,M., & Sol, O. (1999). Psychological impact and prevalence of traumatic events in a student sample in Israel: The effect of multiple traumatic events and physical injury. Journal of Traumatic Stress, 12, 139-154.
Karanci, A.N., Özkol, H., Aker, T., & Işıklı, S. (2011).Psychological effects of traumatic events: A qualitative analysis. The 12th European Congress of Psychology, July, İstanbul, Turkey.
Saari, S. (2005) A Bolt from the Blue: Coping with Disasters and Acute Traumas. Jessica Kingsley Publishers, London and Philadelphia.
Basoglu, M., Kılıc, C., Salcioglu, E., et al.(2004). Prevalence of posttraumatic stress disorder and comorbid depression in earthquake survivors in Turkey. Journal of Traumatic Stress, 17, 133-141. Basoglu, M., Salcioglu, E., Livanou, M., et al. (2002). Traumatic stress responses in earthquake survivors in Turkey. Journal of Traumatic Stress, 15, 269-276.
Tural,Ü., Coşkun,B., Önder,E., Çorapçıoğlu, A., Kesapara, C., ve ark. (2004). Psychological consequences of the 1999 earthquake in Turkey. Journal of Traumatic Stress, 17, 451-459
Kılıc, C., & Ulusoy, M. (2003). Psychological effects of the November 1999 earthquake in Turkey: an epidemiological study. Acta Psychiatrica Scandinavica, 108(3), 232-238. Norris, F.H., Murphy, A.D., Backer, C.K., Perilla, J.L., Rodriguez, F.G., & Rodrigues,J.J.G. (2003). Epidemiology of trauma and posttraumatic stress disorder in Mexico. Journal of Abnormal Psychology, 112, 646-656.
Breslau, N., Kessler, R.C., Chilcoat, H.D., Schultz, L.R. , Davis, G.C., & Andreski, P.(1998). Trauma and post-traumatic stress disorder in the community.: The Detroit area survey of trauma. Archives of general Psychiatry, 55, 626-632.
EUR-OPA (Avrupa ve Akdeniz Büyük Tehlikeler Anlaşması) kapsamında da üye devletlere verilen önerilerde psikososyal desteğin tüm afetler sonrası afet yaşayanların kolay ve ücretsiz erişebilecekleri şekilde sağlanması önerilmiştir. (http://www.coe.int/t/dg4/majorhazards) Psikososyal destek ve hizmetlerin afet sonrası planlara dahil edilmeleri önemlidir. Bu bakımdan Türkiye’de afetler sonrası psikososyal desteğin mekanizmalarının geliştirilmesi , koordinasyonun sağlanması ve sürdürelebilir bir şekilde afetler sonrası verilmesi önemlidir. Bu konuda hizmet verecek profesyonellerin (örn. Afetlerde Psikososyal Hizmetler Birliği’ne dahil meslek kuruluşları) ve afet alanında çalışan STK’ların kaynak arttırımına destek sağlamak, verilecek psikososyal desteğin bilimsel temelli ve nitelikli olmasını sağlayacaktır.
Bernat, J.A., Ronfeldt, H.M., Calhoun, K.S., & Arias, I. ((1998). Prevalence of traumatic events and peritraumatic predictors of posttraumatic stress symptoms in a nonclinical sample of college students. Journal of Traumatic Stree, 11, 645-664. DSM-IV-TR. (2001). Psikiyatride Hastalıkların Tanımlanması ve Sınıflandırılması El Kitabı, Yeniden Gözden Geçirilmiş Dördüncü Baskı, Amerikan Psikiyatri Birliği, Washington DC, 2000’den çeviren Köroğlu E, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, Sy. 288. EUR-OPA: Major Hazrds Agreement. http://www.coe.int/t/dg4/majorhazards/ Flett, R.A., Kazantzis, N., Long, N.R., MacDonald, C., & Millar, M. (2004). Gender and ethnicity differences in prevalence of traumatic events: evidence from New Zealand community sample. Stress and health, 20, 149-157. Frans, O., Rimmo, P.A., Aberg, P., & Fredikson, M. (2005). Trauma exposure and post-traumatic stress disorder in the general population. Acta Psychiatrica Scandinavica, 111, 291-299. ISMEP (2009). Afetlerde Psikolojik İlk yardım (Karancı, A.N., ve Aker, T. Editorler). Karancı, A.N. (2005). Afetzede Psikolojisi ve Hazırlıklı Olma/Zarar Azaltma Davranışları. Afet Yönetiminin Temel İlkeleri, JICA Türkiye Ofisi Yayın No:1, 93-99. Karanci, A. N., Aker, T., Işıklı, S., Başbuğ Erkan, B. B. Gül, E., Yavuz, H., Önen, P. (2009). Personality, impact of traumatic event and post-traumatic growth in an adult sample from Turkey. 11th ECOTS
28
29
İş Zekası Nedir, Ne Değildir ?
Bülent Göven
başka bir şey anlamasından mı, pek de emin değilim doğrusu. Daha ziyade yapılan işe, o yapılan iş her ne ise artık, popüler bir yaklaşımın ismiyle hitap etmek ürünü daha pazarlanabiliyor kılıyor da, ondan ortaya böyle bir durum çıkmış diye düşünüyorum ben. İş zekasının özünde ne olduğunu bilseler, pazarlamaya çalıştıkları şeye iş zekası diyerek aslında ne komik duruma düştüklerini de görecekler de, neyse artık...
Getron Bilişim Hizmetleri Ürün Yöneticisi Biz dışarıdan ithal ettiğimiz kavramları kendimizce evirip biçimlendirmeye bayılırız. İçini ve biçimini değiştiririz de bir tek ismi aynı kalır. Demokrasi mesela. Biz toplum olarak demokrasiyi kendimiz için olduğunda pek severiz de, başkalarının hakları söz konusu olduğunda gözardı ederiz. Dilimizde pelesenk olmuştur demokrasinin herkese lazım olduğu, ama sadece kendi anladığımız şekle sokabildiysek. Demokrasi sözcüğü, uygulamada olmasa bile en azında felsefi anlamda, gelişmiş ülkelerde aynı şekilde tanımlanır. Bizim her parti liderlerimiz içinse ayrı bir tanımı, ayrı bir felsefesi vardır. Keza gazetecilerimiz için de öyledir. Bir sorun bakalım Yılmaz Özdil, Mehmet Tezkan, Emin Çölaşan demokrasiden ne anlıyor; Mehmet Barlas, Ayşe Hür, Mehmet Altan, Etyen Mahçupyan ne ?
Adını burada andığım ya da anmadığım tüm bu yazılımlar, gerçekten de pek çok üstün özellikle donatılmış. Ne ki, bu ürünlerin hiç biri iş zekası çözümü olarak pazarlanmadı üretildikleri ülkelerde bile, bunlar yalnızca iş zekası çözümleri üretirken kullanılabilecek araçlardı. Bu yüzden bu yazılımların üreticileri bile kendi ürünlerine “business intellegence tools” demeyi tercih etmişlerdi. Ülkemizde ise bu yazılımlar, haydi açık açık söyleyelim, bu araçlar, öyle bir anlatıldılar ki pazarda, sanırsınız ki parayı verip aldığınızda tüm dertleriniz sona erecek. Tüm verilerinizi kontrol altına alıp işleyebilecek, kolaylıkla yorumlayabilecek ve tüm kararları doğru verme şansına sahip olabileceksiniz. Evet bu araçlar yoğun verinin işlenebilmesi üzerine kurgulanmış, veritabanı bağımsız çalışabilen, kullanımı son derece basit, kolaylıkla diğer uygulamalara entegre edilebilen, karmaşık verileri birbirinden anlaşılır görsellerle son derece hızlı ve pratik şekilde raporlayabilen harika yazılımlardı. Ama adı üstünde bunlar sadece birer “tool”du. Sadece bir işinize akıl katarken kullanabileceğiniz kullanışlı araçlar. Hepsi bu.
Anlaşılan, bizim sektörde de, iş zekası kavramını da eğip büküp nalıncı keseri gibi kendine yontacak hale getirmek epeyce prim yapıyor...tıpkı demokrasi kavramı gibi...tıpkı kurumsallık kavramı gibi...
Burada kastedilen anlayış farkı işin felsefi boyutundan kaynaklanıyorsa amenna. Ama buradaki bakış açısı farkı, işin genelde felsefesinden değil de algılayan kişinin çıkarıyla ilintili gibi görünüyor çok zaman.
gibi hani. Eğer veriler içinde bu tip ilişkiler belirlenebilirse buna göre yeni pazar stratejileri oluşturulabilir, tüketici segmentasyonu bu ilişkilere göre tanımlanabilir, ürünler markete bu ilişkileri destekler nitelikte sunulabilir, müşteri memnuniyeti ve sadakati yükseltilebilir, karlılık arttırılırken maliyetler düşürülebilir.
İş dünyasında da benzer eğlenceliklerle karşılaşmak mümkün. Ülkemizde hemen hemen her firma kendi içinde bir kurumsallaşma hedefi belirlemiştir ancak bu hedef yalnızca işverenin çıkarına işlediğinde gündem konusudur. Herhangi bir çalışan kurumsallık adına görev tanımı dahilinde kalmak istediğinde işten kaytaran kişidir işverenin gözünde. Tam tersi de olabilir tabii zaman zaman; çalışan kurumsal yapılarda olduğu gibi yaptığı fazla mesainin ücretini, çok haklı olarak talep eder, ama işverenin, sebebi her ne olursa olsun, kendisinin maaşından kesinti yapmasına hiçbir şekilde hak vermez.
Kağıt üzerinde baştan çıkarıcı duran bu söylem tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de, özellikle son dönemde oldukça popüler oldu. Ben de bu yazımda, naçizane, bu konu üzerine birkaç kelam etmek isterim.
İş Zekası deyince...
Yıllardır üzerine kafa patlattığım iş zekası üzerine yazmaya karar verdiğimde öncelikle kavramı tanımlamak gerek diye düşündüm. Kavrama karşılık gelen açıklamayı yabancı kaynaklı bir yerden almak yerine ise, iş zekası üzerine bir şeyler yaptığını iddia eden yerli firmaların yaptıkları işi nasıl tanımladıklarına bakmak istedim önce. Karşıma öyle değişken, ilintisiz ve işin felsefesinden bağışık ifadeler çıktı ki anlatamam.
Malum, son bir kaç on yıldır, kurumlar ellerindeki verileri işleyip bu verilerden bilgi üretmeye odaklandılar. Bunun için de operasyonel veri içinde anlamlı bir ilişki olup olmadığını tespit etmeye çalışıp duruyorlar. Şu “çocuk bezi alanlar bira da alır” klişesiyle verilen türden ilişkiler
Tamam, iş zekası demek yoğun veriyi düzenlemek demek, bu verileri güvenli bir ortamda saklamak demek, yine bu verileri işleyip anlamlı şekilde raporlayabilmek demek. Ama hepsi bu kadar değil, çok daha fazlası var. Bu tanım kargaşası, herkesin iş zekası kavramından
Kurumsallık da aynen demokrasi gibi eğilip bükülmeye çok elverişlidir, hem işverenin hem de çalışanın gözünde.
30
İş Zekası Nedir ? Nobel ödüllü İrlandalı oyun yazarı George Bernard Shaw “En basit insanı bile tek bir sözcük ile tanımlamak mümkün değildir” der, Kara Kız adlı eserinde. Sanırım iş zekası kavramı için de benzer bir şey söylemek mümkün. Okuduğum tüm tanımlamalar arasında işin felsefesini de ortaya koyabilen, çok içime sinen herhangi bir açıklama göremedim doğrusu. Bunda şaşılacak pek de bir şey yok sanırım, çünkü işin hikayesini okumadan tariflemek epey zor bu kavramı.
İş Zekası Bir Teknoloji de Değildir İş zekası çözümü üretiyoruz diye ortaya çıkanların bir kısmının anlattıkları da doğrudan bu amaçla üretilmiş teknolojilerden ibaret kalıyor. Eğer bir firma büyük veriyi depolamaya yönelik birtakım çözümler üretiyor ve bunun üstüne bir de bu büyük veriyi işleyebilecek veri madenciliği teknikleriyle geliştirilmiş arayüzler sunuyorsa, hiç çekinmeksizin iş zekası çözümü sağladığını söylüyor böbürlene böbürlene. Keşke bu kadar basit olsa.
O halde biz önce, iş zekasının ne olmadığına bakalım. Çerçeveyi daraltırsak resim biraz daha netleşecek sanırım. İş Zekası Ne Değildir ? Madem ki “iş zekası nedir ?” sorusuna öyle bir seferde kolaylıkla cevap vermek mümkün değil, o halde sorduğumuz soruyu değiştirip işe şu soruyla başlayalım: “iş zekası ne değildir ?” Bu soruya cevap verirken de yapılmış yanlış tanımlardan gidelim.
Bu noktada bir iş zekası çözümü üretirken bu tip teknolojilere ihtiyaç duyulduğunu söylemek gerek en baştan. Yoğun verinin temizlenmesi ve anlamlı hale getirilmesi için elbette ki farklı teknolojilerden yararlanmak durumundayız. Ötesi yıllar boyunca toplanmış operasyonel verilerin saklanması için elbette ki veri depolama (data warehousing) teknikleri de kullanılmalıdır. Ayrıca, tera bytelarca verinin en hızlı şekilde ve anlamlı şekilde raporlanabilmesi için de veri madenciliği teknolojisine de çok zaman muhtaç olduğumuz doğrudur.
İş Zekası Bir Tür Yazılım Mıdır ? İş zekası öncelikle CRM gibi, ERP gibi, herhangi bir muhasebe paketi gibi ya da ofis uygulamaları gibi bir yazılım olmaktan ibaret değildir. Doğrudur, bir iş zekası çözümü üretmek yoğun verinin pek çok kırılımla detaylı şekilde irdelenmesini gerektirir ve bu gerekliliği yerine getirmek herhangi bir yazılımdan faydalanmaksızın pek de mümkün değildir. Yine doğrudur, günümüzde sadece bu ihtiyaçtan yola çıkılarak üretilmiş pek çok yazılım var: SPSS gibi, Cognos gibi, Business Objects gibi, QlikView gibi. Bu yazılımlar da ülkemizde de uzun yıllardır pazara sunulmuş durumda.
Yine de söylemeli ki tüm bunlar bir iş zekası çözümü üretirken kullanacağımız yazılım tekniklerinden başka şeyler değil. Doğru, bu teknikler olmaksızın iş zekası çözümü üretmek pek mümkün değil, ancak bu gerçek, iş zekası denen şeyin basit bir teknoloji olduğunu da göstermiyor. Tüm bunlar yalnızca hedefe giden yolda kullanılmak üzere üretilmiş pratik ve faydalı enstrümanlar,
31
ama iş zekasının bizzat kendisi değil.
ya koymak için üretilmiş veri madenciliği (data mining) diye anılan veri işleme tekniğinin tek başına çok da bir şey demek olmadığı anlaşıldıktan sonradır aslında. Veri madenciliği yazılımları, verileri işlemede ve raporlamada büyük avantajlar sağlıyorlardı gerçekten de. Ama büyük verileri işleyip kurumların stratejik karar almalarına yarayacak bilgi üretimi işi yazılımcıların üzerine kalınca birer raporlama aracı olmaktan öteye gidememişlerdi. Bu uygulamaları kullanan teknik personel çok zaman hangi verilerin birbiriyle ilişkili olabileceğini, hangi parametrelerin birbirini nasıl etkileyebileceğini ortaya koyamadı. Kaldı ki bu insanlara böyle bir görev yüklemek de anlamsızdı. Ne de olsa, verilere bu tip ilişkilerin varlığını gösterebilecek doğru soruları sormak ciddi bir sektör bilgisi gerektiriyordu.
Kavram Kargaşasının Kaynağı... İş zekası kavramının içinin, bilerek ya da bilmeyerek, bu kadar boşaltılmış olmasının temel sebebi sözcüğün dile bu şekilde çevrilmesi olarak anlatılıyor sık sık.
Veri madenciliği yazılımlarına yapılan yatırımlar tam çöpe gidecekken, görece daha kısıtlı teknik bilgiye sahip ama ondan da önce “iş” (business) bilen kişilerden talep edildi bu zorlu görev. Ancak bu noktadan sonra doğru analiz edilen verilerden anlamlı bilgiler üretmek mümkün olabildi. Yani “tool” aynı “tool”du, ama işi bilen kişilerin elindeydi şimdi. Ama bu değişim bir devrim niteliğindeydi, çünkü veri madenciliği sadece bir teknolojiyken, henüz adı konmamış hali, yepyeni bir kavramdı. Bir süre sonra, sadece operasyonel sistem üzerinden toplanan verilerden türetilen bilgilerin bir ölçüde işe yaradığı, ancak karar verme sürecine yeterince katma değer sağlayamadığı görülecekti. Bunun için daha planlı ve en baştan varılmak istenen nokta hesaba katılarak düşünülmüş bir yapı kurmak gerekiyordu. Yani veri madenciliği ve raporlama artık yazılım sürecinin en son adımı değildi; tasarımla başlayıp son güne kadar devam eden bir kompleks süreçti. Günlük operasyon içinde önemi olmayan bir veri dahi, raporlama esnasında bir kriter olarak önem kazanacağı düşünülerek veritabanı yapısına dahil edilmeliydi belli ki. Tabii, operasyonel süreçte kullanılmadığı halde kritik olabilecek parametreleri bilmek sektör bilgisine sahip kişilerin harcıydı yalnızca.
Malum, kavramın orijinal ismi “business intelligence”. “intelligence” sözcüğü de dilimize zeka olarak çevrilince, kavram da tümden içerik değiştirdi diye düşünenler oldu önce. Daha sonra, “intelligence” sözcüğünün aslında CIA içinde geçen “intelligence” şeklinde yorumlanması gerektiği dillendirildi; haber ve bilgi toplama, istihbarat edinme yani. Birtakım insanlar da iş zekasını bu algı üzerinden değerlendirdiler. Haber ve Bilgi Toplamak Yeterliydi Sanki. Yukarıda saydıklarım yüzünden mi (işin gerçeği ben öyle olduğunu sanmıyorum), yoksa “gerçeğini yapamıyoruz bari adının karizmasından yararlanalım” temalı pazarlama stratejilerinden mi bilinmez; iş zekası denen şey, tümden olmadığı bir şey haline evriliverdi bu topraklarda. Uluslararası yazılım devlerinin sundukları iş zekası araçlarını bir yana koyun, her bir veritabanı yazılımının bir iş zekası modülü oldu neredeyse. Müşteri tanımları listesi bile görmeyeli epey bir büyüdü, gelişti, serpildi; iş zekası uygulaması raporu uygulamasına dönüşüverdi. İş Zekasının Öyküsü Oldukça Yeni Aslında İş zekası kavramının ortaya çıkışı, yazının başında örneğini verdiğim operasyonel veri içindeki ilişkileri orta-
32
üretilmiş zaten. İş zekası kavramı dünyada böyle algılansa da bizde durum epeyce değişik. Bankalardaki ve sigorta şirketlerindeki raporlama departmanları iş zekası departmanlarına dönüştü mesela. Perakendecilerin pek çoğu liyakat programlarıyla bolca işlenemeyen veri topluyorlar yıllardır. Bir de Excel ve Word ile alınan raporlar daha pahalı yazılımlarla ama daha şık görsellerde üretilebiliyor. Bolca yaldızımız var anlayacağınız ama kutunun için hep aynı. Peki Nasıl Olacak ? Bir iş zekası çözümü üretmek oldukça kapsamlı ve çetrefilli bir meydan okuma. Öyle ülkemizde sunulduğu gibi “veritabanınızdaki verileri dilediğiniz gibi boyutlandırıp raporlayabilirsiniz” basitliğinde olmadığı artık daha biraz daha nettir sanırım. Zaten bu kadar basit olmadığı için, veri madenciliği teknolojisi bir devrim olarak ortaya konulduğu halde beklenen etkinliği yaratamadı. Verileri boyutlandırıp raporlamak iş zekası araçları (business intelligence tools) sayesinde gerçekten çok kolay ve zevkliydi ama işin kritik tarafı bunun çok ötesindeydi. Veritabanı uzmanlarının ya da yazılımcıların teknik konulardan ziyade, derin bir sektör bilgisine ve bu bilginin özüne odaklanabilmek gibi çok özel yetenekleri yoksa; bu araçların ürettiği raporlar Excel ya da Word raporlarından pek de fazla katma değer yaratmıyordu. Çünkü iş zekası kavramı bir mühendislik işi olmasından çok daha fazla, bir vizyon ve sezgi meselesiydi.
Sektör bu noktaya ulaştığında, iş zekası çözümü sunmak için gerekli tüm altyapıya sahipti. Doğru tasarlanmış bir veritabanı, operasyonel veri, veri işleme teknolojileri ve harika raporlama araçları. Ama sanılanın aksine unu, yağı ve şekeri bulduktan sonra helva yapmak o kadar kolay değildi. Çünkü bu malzemenin teslim edildiği kişiler yine teknik personeldi. Veri madenciliği yaparken sektör ve iş bilgisizliği yüzünden yaşanan sıkıntı bir kez daha ortaya çıkmıştı. Ancak yazılım dünyası bu sefer daha deneyimliydi, verileri yorumlama işini “business” bilen kişilere devretmekte bir önceki seferki kadar geç kalmadı. Böyle bir tarihsel gelişimle ortaya çıkmıştır iş zekası kavramı. Yani ülkemizde kullanıldığı gibi şık görünümlü raporlama araçları yeterli değildir tek başına. Evet, doğru veritabanı tasarımıyla, operasyonel sistemiyle, raporlama aracıyla bir mühendislik işi yanı da vardır iş zekası kavramı içinde. Ama iş zekası bir bakış açısı ve vizyon meselesidir, son tahlilde. Çünkü bir iş zekası çözümü üretebilmek için yazılımın içine iş aklı katmak gerek. Bunu yapabilmek içinse yazılımdan ziyade işin kendine odaklanmak gerek herşeyden önce.
Öncelikle, bir iş zekası çözümünü operasyonel verinin raporlanması olarak algılama yanlışından çıkmak olmazsa olmazı bu işin. Gerçekten kurumun süreçlerinin ve faaliyetlerinin performansını doğru şekilde ölçmek ve bu performansların nasıl iyileştirilebileceği üzerine bilgi üretmek isteniyorsa, operasyonel veriden çok daha fazlasına gereksinim var demektir. Operasyonel süreçte hiç ihtiyacınız olmayan; ama süreç performansını etkileyen parametrelere ilişkin verilere mesela.
Yine Aynı Soru...İş Zekası Nedir ? Bunca tantanadan sonra yeniden asıl sorumuza dönelim: iş zekası nedir ?
Daha önce çalıştığım bir kurumda, bankalara ve bağımsız ATM operatörlerine yönelik olarak bir tahminleme (forecasting) uygulaması geliştiriyorduk ekibimle. Hangi ATM’ye hangi tarihte ne kadar para yüklenmesi gerektiğine ilişkin oldukça karmaşık algoritmalar geliştirdik. Temel olarak yapay sinir ağları prensiplerine dayanan bu algoritmalar pek çok parametreyi dikkate alıyordu: geçmişe yönelik para çekim miktarları, maaş ödeme tarihleri, dönemsel etkinlikler, tatil ya da bayram günleri vs. Operasyon içinde anlamlı olduğuna inandığımız tüm
Benim şimdiye kadar karşılaştığım en iyi tanımı Gardner’dan Andreas Bitterer yapmış. “İş zekası”, Bitterer’e göre, “kurumların etkinlik ve finansal fayda elde etmek amacıyla, performansla ilgili doğru kararları verebilmek, ölçümleri yapabilmek, süreçleri en iyi şekilde yönetebilmek ve optimize edebilmek için bilgiyi kullanmalarıdır.” Malum bunun için de veriye, veriyi doğru ilişkilendirme ve yorumlama yeteneğine ve dolayısıyla iş bilgisine gereksinim var. Dünyadaki başarılı iş zekası çözümleri de böyle bir felsefeden yola çıkarak
33
parametreleri algoritmamıza dahil ettiğimiz halde beklediğimiz başarıyı tutturamamıştık. Bazı günlerde beklenmedik artışlar ya da düşüşler olabiliyordu.
makinalar için bu durum her zaman bu şekilde gerçekleşmiyordu. Hatta yağmur sebebiyle kapalı mekanlara yönelen insanlar para çekim miktarlarının artmasına sebep oluyordu.
Sonra bir gün verilerini işlediğimiz bankanın Beşiktaş ilçesi sınırları içindeki tüm ATM’lerine ilişkin bir veri toplama çalışması yaptık. Bu çalışma sonucunda, bir ATM’nin performansını etkileyen pek çok kriter daha olduğunu farkettik. Bir kısmının etkisinin bu kadar yüksek olacağını tahmin etmemiştik, bir kısmı ise aklımıza bile gelmemişti. ATM’nin hemen yanındaki diğer makinanın çalışıp çalışmadığı, güneş ışığının ATM ekranının görüntüsünü etkileyip etkilemediği, üzerinde bir tente olup olmadığı gibi pek çok faktör vardı aslında. Havanın yağmurlu olup olmaması durumunu algoritmamıza bir parametre olarak eklediğimizde gerçek verilere % 8 oranında daha fazla yaklaşmıştık örneğin.
içini boşalttıkça, hem kendimizi hem de müşterilerimizi daha fazla kandırmıyor muyuz ? Aklı Özgür Bırakmak... Bir iş zekası çözümü üretmenin olmazsa olmazlarından birinin de aklı özgür bırakmak olduğunu söylemiştik. Yani hiç bir şeye “olmaz” dememek gerek. Aksi halde gidecek yolu da kendi kendimize tıkamış oluruz.
“Yağmurlu hava, açık ve kapalı mekanlardaki ATM’leri farklı yönde etkiler gibi” bir mantık kurmak da mümkün değildi. Çünkü Beşiktaş’ın İnönü Stadyumu’nda maçı olduğu günlerde yağmurun etkisi ihmal edilebilir bir hale dönüşüyor, başat parametre futbol maçı oluyordu. Beşiktaş’ın maç programını sisteminize dahil etmenin gerekliliği düşünülmez ya da parametreler arasındaki ilişkiler doğru kurulamazsa, eldeki operasyonel veri tek başına bir şey ifade etmeyecekti. Tatsız Bir “İş Zekası”zlığı Hikayesi... Tabii iş, altyapıyı doğru kurup işe katma değer yaratan bilgiler üreten raporları hazırlamakla bitmiyor. Raporu doğru okuyabilmeli ve bu bilgileri doğru bir şekilde yorumlayabilmek gerek. Bununla ilgili çok çarpıcı bir örneğim var. Ülkemizin aklı en özgür akademisyenlerinden ve gazetecilerinden biri olan Mehmet Altan, Star Gazetesi’ndeki 30 Temmuz 2009 tarihli “Meryem’in Kürt Açılımı” adlı yazısında tam da buna değinmişti:
Görüldüğü gibi, sadece operasyonel veriden yola çıkıldığında bu türlü bir uygulamanın başarıya ulaşma şansı pek yoktu. Başka pek çok parametre daha vardı düşünülmesi gereken. Üstelik bunlar sistem çalışır hale geldikten sonra eklenebilir türden parametreler değildi. Daha en baştan veritabanı tasarımına dahil edilmesi gerekiyordu. Buradaki kritik nokta elbette ki, bu parametrelerin algoritmaya dahil edilmesi değil. Asıl önemli olan bir ATM’nin performansını etkileyen faktörleri masanın üzerine koyabilmek. Bunu da bir ofis odasında oturduğunuz yerden yapamazsınız. Gerçekten işin özünü bilmek, güçlü sezgilere sahip olmak (ilki olmadan ikincisi zaten olamaz) ve “yok daha neler, ATM üzerindeki bir tente ne kadar önemli olabilir ki” demeyecek kadar aklı özgür bırakabilmek gerek.
Türkiye’nin en yüksek doğum oranına sahip kentlerden biri olan Muş’ta, 6,5 aylık olarak dünyaya gelen Ebrar ve Merve adlı ikiz kardeşlerin yaşayabilmeleri için solunum cihazlı kuvözlere konmaları gerekiyordu. Oysa bu tip kuvöz Muş’ta yoktu. Erzurum’da, Diyarbakır’da, Elazığ’da, Şanlıurfa’da ve Bingöl’de de yoktu. Güzel haber Van’dan gelmişti, ama ne yazık ki orada da yalnızca bir tane vardı. Doktorlar sağlık durumu kardeşine göre daha iyi olan Ebrar bebeği Van’a naklettiler. Ebrar bebek kurtulmuştu ama Meryem bebek ikinci bir solunum cihazlı kuvöz bulunamadığı için maalesef yaşamını yitirmişti.
Bu detayları bilmiyorsanız ve sisteminize ona göre tasarlamamışsanız harika özelliklere sahip bir raporlama aracı neyinize yarar ki!
Bundan birkaç ay önce Türkiye’nin kalburüstü yazılım firmalarından birinde bir toplantıya katılmıştım. Orada İş Geliştirme’den sorumlu kişiye, verilere bakarak bilgi üretmenin önemli olduğunu, ama iş zekasının gelmesi gerektiği noktanın bunun ötesinde bir şeyler olması gerektiğini söyledim. Veriler doğru analiz edildiğinde kullanıcının farkında olmadığı gereksinimler ortaya konabilir ve yepyeni sektörler bile yaratılabilirdi. Bu bey, kendinden ve yazılımından emindi. “Bizim yazılımımız” dedi, “pek çok sektörün her türlü ihtiyacını karşılıyor ve hiç bir açık bırakmıyor. O yüzden neyi inceleyip de yeni şeyler bulacağız. Yapılabilecek her şeyi yaptık biz.”
o bilgi neden üretilir ki ? İstatistik, yalnızca okumak için midir, biraz da yorumlayabilmek gerekmez mi? İşte bu yüzden veri madenciliği tek başına hiçbir şeyken, iş zekası çok fazla şeydir. Bu yüzden iş zekası çözümleri üretiyoruz diyen kurumların pek çoğu, - bilerek ya da bilmeyerek - aslında sadece basit veri madenciliği uygulamaları sunuyorlar. Sektör bilgisi dahil edilmemiş bir sistem nasıl bir iş zekası çözümü olabilir? Üstelik bu yazılımlar eğer güçlü bir yapay zeka içermiyorsa bir bilgiyi yorumlayıp nasıl çözüm üretebilir ki ? Kavramın
Böyle bir cümle üzerine söylenecek birşey yoktu doğrusu. Ama böyle bir cevap üzerine gülümsememek de olmazdı. Tabii ki aklıma Charles H.Duell gelmişti. Bilirsiniz canım siz de, 1899 yılında “Artık yeni hiç bir şey yok, icat edilebilecek her şey icat edildi” diyen Amerikalı. Hani şu Amerikan Patent Dairesi Başkanı olan adam. Anımsadınız mı ?
Olay gerçekten çok acı ve konumuz açısından da ibret verici. Eldeki tüm istatistiki verileri, veri madenciliği teknikleriyle işleyip, bu işlenen verileri de yüksek yetenekli iş zekası araçları ile raporlayabilir ve Doğu Anadolu Bölgesi’nin Türkiye’nin doğum oranı en yüksek bölgesi olduğunu, Muş’taki doğum oranının da bölgeyle paralellik gösterdiğini açıklıkla ortaya koyabilirsiniz. Verinin gerçek anlamda bilgiye dönüşmesi için çok güzel bir örnek. Ancak okuma, anlama ve yorumlayabilme yeteneğiniz yoksa, bu bilgiye sahip olmak neye yarar ki ! Böyle bir bilgi üretildikten sonra bile bölgedeki hastanelere yeterli sayıda solunum cihazlı kuvöz konması akıl edilemiyorsa,
Süreçlerin performanslarını etkileyen parametreleri yapıya entegre etmek yetmiyor çok zaman. Bu parametreler arasındaki ilişkiyi de doğru belirleyebilmek gerek. ATM tahminleme projesinde karşılaştığımız ilginç durumlardan biri de şuydu: Yağışlı havalarda ATM’lerden çekilen para miktarlarının düşeceğini ama bu oranın ATM’den ATM’ye değişiklik göstereceğini varsaymıştık. Gerçekten de yağmurlu bir günde ATM’lerden para çekme oranları “outdoor” makinalarda ciddi oranda düşüyordu. Ama alışveriş merkezlerinde konumlandırılmış
34
35
İnanılmaz Büyüklükte Bir Kara Delik Keşfedildi
Öğr.Gör. Mehmet Sarıoğlu
Öylesine büyük bir delik ki bu, kütlesi, kendi galaksisinin genel kütlesinin %14’ünü oluşturuyor. Oysa, genelde galaksilerin çoğunda kara deliğin kütlesi bulunduğu galaksisinin kütlesinin %0.01 ini oluşturmaktadır. Bu öylesine devasa ve bilinen “normal” standartlardan o denli uzak büyüklükte bir kütle ki bilim adamları tam bir sene boyunca yaptıkları ölçümlerin sonuçlarını doğrulamak için üzerinde hep çalıştılar ve çalışmalarının sonuçlarını yayınlama aşamasına getirdiler. Almanya da, astronomiye ilişkin bir kuruluş olan Max Planck Enstitü’sünden astronom Remco van den Bosch, Space.com’a yaptığı açıklamada: “İlk defa bu gözlemin sonucunu hesaplarken bir yerlerde belli bir hata yaptığım düşüncesine kapıldım. Tekrar aynı araçları kullanarak ölçümler yaptık, sonra başka yöntemler de kullanarak hesaplamalarımızı neticelendirdik.” demiştir. Zaten, araştırmaların sonucunda aynı verilere ulaştılar.
İstanbul Kültür Üniversitesi Şimdiye kadar asla bu denli büyük, muazzam boyutlara ulaşan bir kara delik keşfedilmemişti. Astronomlar, şu ana kadar gözlemlenen en büyük kara delikler içinde ikincisini, hatta birincisini gözlemlediklerini düşünüyorlar. Bu muazzam kara deliğin kütlesi, güneşimizin kütlesinden tam 17 milyar defa daha büyük bir kütleye eş değer ve dünyadan 250 milyon ışık yılı uzaklıkta ufak bir galakside bulunmakta. Astronomlar, uzakta bulunan bir galaksinin tam kalbinde, şimdiye kadar asla keşfedilmemiş en büyük kara deliğin keşfedildiği hususunda hem fikirler. Bu dev canavar dünyadan 250 milyon ışık yılı uzaklıkta bulunan ve Saman Yolu’nun 10 katı küçük, NGC 1277 kimlikli bir galakside bulunmaktadır. Oysa bu kara deliğin ağzı, yapılmış olan ölçümlere göre, Neptün Gezegeni’nin güneş etrafında çizdiği yörüngesinden 11 kere daha fazla bir genişliğe sahip. Daha da çarpıcı olanı ise bu kara deliğin kütlesi Güneş’imizin kütlesinden 17 milyar kere daha büyük bir kütleye denk olmasıydı.
büyük kara delikler klâsmanında ki yerinin ne olduğuna ilişkin saptamaları şüphesiz olanaklı kılacaktır. Devam eden incelemenin ışığında, söz konusu kara deliğin, bilinen en büyük rakibine karşı çok daha fazla kitlesi olduğu ortaya çıkmıştır. Öyle ki, bu kara deliğin boyu, tahmin edilen fakat henüz onaylanmamış verilere göre güneşin kitlesinden 6 ilâ 37 milyar kere daha fazladır. Bu özelliği de içinde bulunduğu galaksisinin merkez kitlesinin yaklaşık % 59’luk kısmını oluşturmaktadır.
Bununla birlikte, Van den Bosch ve ekibine göre, NGC 1277 galaksisinin yakınlarında 5 benzer galaksi daha belirlediklerini ve bunların da muazzam büyük kara delikler taşıyabilecekleri olasılığı bulunduğunu açıklamışlardır. Van den Bosch sözlerine ek olarak: “ Hep bir fenomen bulmayı ümit ederken şimdi bunlardan tam 6 tanesini bulmuş durumdayız. Onları öyle ümit etmezdik, çünkü galaksilerin ve tüm kara deliklerin birbirlerinden etkilenmelerine değin bekleme durumundayız.” demiştir
Austin’de bulunan, Texas Üniversitesi’nden, Karl Gebhart “ Bu gerçekten alışılmadık bir galaksi” demiş ve “Sanki neredeyse tamamı bir kara delik olan bir galaksi” diye fikrini ortaya koyan “Nature” Dergisi ortak yazarlarından Gebhart, sözlerine ilâve olarak: “ Galaktik Kara Delikler içinde yeni bir sınıfın ilk nüvesi de olabilir.” demektedir. Galaksilerin Oluşumunda Yeni Bir Teori Mi? Onlara göre, söz konusu keşif, uzmanları galaksilerin oluşumunda öne sürülen teorileri yeniden gözden geçirmeye zorlayabilir. Gerçekte, kara deliğin içinde bulunduğu NGC 1277 kayıtlı galaksisine oranla sahip olduğu bu ölçüsüz büyüklüğün, kozmik bir oluşumun mekanizmasına bu güne kadar bilinememiş bir ipucu sunabilir. Bu olasılığı göz ardı etmeyen araştırıcılar, diğer kara delikleri araştırıp, inceledikleri gibi keşfedilmiş kara deliği incelemektedirler. Bu da, NGC 1277 de bulunan kara deliğin, en
36
37
Lojistik Eğitiminde Laboratuvar Kullanımı Üzerine Bir Değerlendirme
Prof. Dr. Okan Tuna
lamında büyük farklılıklar taşımaktadır. İn-vitro deneyler bütünüyle yapay ortamı oluşturmaya çalışmakta, böylece gerçek hayata ilişkin uygulamaları bu ortamda geliştirerek test etmeyi amaçlamaktadır. Öğrenme sürecinin de büyük oranda gerçekleştirildiği in-vitro laboratuvarlar hem deneysel öğrenme hem de sistem geliştirme görevlerini yerine getirebilmektedir (Tuna, 2009). İnvitro laboratuvarlar, gerçek yaşama ilişkin yapısallaştırılmış mikrokozmozları kullanarak katılımcıların birlikte öğrenmelerini sağlayan ortamlar olarak da tanımlanmaktadır (Senge, 2010). Bunun yanı sıra, öğrenme laboratuvarları anlamlı işletme olgularını anlamlı kişilerarası dinamiklerle bütünleştirmektedir.
İki ayrı kısımdan oluşan bu çalışmanın ilk bölümü Akademi Beykoz dergisinin 9. Sayısında “Türkiye’de Lojistik Sektörü Üzerine Genel Bir Değerlendirme” başlığı ile yayınlanmış olup, Türkiye’deki lojistik sektörü ve hizmetleri genel bir değerlendirme ile okuyuculara sunulmuştur. Yazının bu ikinci kısmında kullanımı önem arz eden lojistik laboratuarları üzerine genel bir değerlendirme yer almaktadır.
Lojistik Laboratuvarı Güncel Türkçe Sözlüğe göre, Laboratuvar; “ayrıştırma, birleştirme yoluyla bir sonuca ulaşmak veya teşhis koymak için çeşitli araçlar kullanılarak tıp, eczacılık, fizik, kimya gibi bilim dallarıyla ilgili araştırmaların, deneylerin yapıldığı özel donanımlı yer” olarak tanımlamaktadır. Türkçede Batı Kökenli Kelimeler Sözlüğü ise Laboratuvarı; “bilimsel ve teknik araştırmalar, çalışmalar için gerekli araç ve gereçlerin bulunduğu yer” olarak ortaya koymaktadır.
Lojistik eğitiminde, özellikle benzetişim (simülasyon) uygulamalarının etkili olduğu ortaya konulmakta ve gerçek ortamlara erişimin güç ve pahalı olduğu durumlarda öğrencilere gerçeğin bir benzeri üzerinde çalışma ve gerçeğe yakın kurguları tecrübe etme olanağı sağladığı belirtilmektedir (Esmer ve Tuna, 2010). Benzetişim ile, sınıf içinde bir olay, durum ya da problem gerçeğe uygun olarak geliştirilen bir model olarak yaratılabilmekte ve bunun üzerinden öğrenme sağlanabilmektedir. (Uşun, 2004; 48). Yönetim eğitiminde benzetişimin en fazla kullanıldığı alanlar pazarlama, değişim yönetimi, strateji geliştirme, ürün ve operasyon yönetimi ve lojistik/ fiziksel dağıtım olarak belirtilmiştir (Moratis vd., 2005; 219). Yaşayarak ve deneyimleyerek öğrenme prensibi kapsamındaki benzetişim yöntemleri arasında rol oynama, örnek olay (vaka), eğitim oyunları ve bilgisayar benzetişimleri gibi çeşitli alternatifler de yer almaktadır. Son dönemlerde ise, gerçeğe yakın iş atmosferinin yansıtıldığı in-vitro laboratuvar ortamları, deneysel öğrenme platformu olarak değerlendirilmeye başlanmıştır (Tuna, 2009; Göçer v.d., 2011), Laboratuvar deneyleri (in-vitro), saha/ klinik (in-vivo) deneylerinden özellikle içerik an-
Laboratuvar kavramı her ne kadar tıp ve fen bilimleri ağırlıklı bir kavram olarak algılansa da günlük kullanımda “bilgisayar laboratuvarı” ve “dil laboratuvarı” gibi farklı uygulamaların da olduğu gözlenmektedir.
Bu çalışma kapsamında laboratuvar; “kontrollü koşullar altında araştırma, deney, ölçme ve öğrenmenin gerçekleştirildiği özel donanımlı yer” olarak ele alınmaktadır. Laboratuvar deneyleri (in-vitro), saha/klinik (in-vivo) deneylerinden özellikle içerik anlamında büyük farklılıklar taşımaktadır. İn-vitro deneyler bütünüyle yapay ortamı oluşturmaya çalışmakta böylece gerçek hayata ilişkin uygulamaları bu ortamda geliştirerek test etmeyi amaçlamaktadır (Moller, 2008).
alınmaktadır. Maliyetler ise stok tutma, sipariş verme ve stok dışı kalma gibi maliyetleri içermektedir. 2. Üretim Laboratuvarı (The Product X, Product Z Production Laboratory) Robert J. Schlesinger (San Diego State University) tarafından geliştirilen bu uygulama işletmelerin iç tedarik zinciri sürecini katılımcılara göstermeye yönelik olarak tasarlanmıştır. Uygulama kapsamında, 5 istasyonlu bir montaj hattı X ve Z ürünlerini üretmektedir. Teknik çizimleri iş istasyonlarına verilen bu ürünler, pazarlama müdürü tarafından tanımlanan siparişlerin satın alma ve lojistik müdürlüğüne aktarılması ve gerekli malzemelerin tedarikin den sonra doğru zaman ve doğru yere doğru kalitede ulaştırılması amacına dayanmaktadır. Uygulamada, Oyun süreci içerisinde, kalite kontrol sorumlusu da bitmiş ürünlerin kalitesini kontrol etmekten sorumludur. En az 7 en fazla 14 kişi ile gerçekleştirilebilmektedir.
Öğrenme laboratuvarları, gerçek yaşama ilişkin yapısallaştırılmış mikrokozmozları kullanarak katılımcıların birlikte öğrenmelerini sağlayan unsurlar olarak tanımlanmaktadır (Senge, 1990). Yine Senge’ye göre öğrenme laboratuvarları anlamlı işletme olgularını anlamlı kişilerarası dinamiklerle bütünleştirmektedir. Lojistik Laboratuvarı Uygulamaları 1. Tedarik Zinciri (Beer Distribution Game) İlk kez John D. Sterman (Massachusetts Institute of Technology-MIT) tarafından geliştirilen ve dünyadaki birçok lojistik ve tedarik zinciri okulu tarafından kullanılan bir modeldir. Beer Distribution Game (Bira Dağıtım Oyunu) olarak da bilinen bu model, tedarik zincirinin tüm taraflarını içermektedir. Tedarik Zinciri modeli, en az 8 en fazla 15 kişi ile gerçekleştirilmekte ve üç farklı renkteki legonun birleştirilmesi ile ortaya çıkarılan bir ürün kullanılmaktadır.
3. Cooperstown Araba (Cooperstown Cars, Inc.) Larry R. Dolinsky (Bently College) tarafından geliştirilen bu model Malzeme İhtiyaç Planlaması (MRP) kavramını bir araba üretim hattı kapsamında katılımcılara yaşatmayı hedeflemektedir. Üretilecek olan arabaları temsil etmek amacıyla farklı renklerde ve boyutlarda legolar kullanılmaktadır. En az 6 en fazla 10 kişi ile uygulanabilmektedir. Cooperstown arabası GÖVDE – DİNGİL ve TEKER olmak üzere üç ayrı bölümden oluşmakta ve her bir araç için bir gövde, iki dingil ve dört tekerleğe ihtiyaç duyulmaktadır. Katılımcılar bu uygulama kapsamında çeşitli üretim ve dağıtım pozisyonlarından sorumludurlar ve pozisyonları gereği talepleri tahmin etmek, tahminlere göre sipariş vermek, talepleri karşılamak, talebin karşılanmaması durumunda talebi bekletmek gibi çeşitli kararları vere-
Uygulama sürecinde, müşterinin perakendecilere vermiş olduğu siparişler tedarik zincirinin son aşamasına kadar yazılı sipariş formları ile iletilmekte ve bu kapsamda zincirin her oyuncusu hem müşteri hizmet düzeyi hem de maliyetler anlamında hedeflerini yerine getirmeyi amaçlamaktadır. Uygulama kapsamında, müşteri hizmet düzeyi siparişlerin karşılanma oranı olarak ele
40
41
5. Gozinto (Gozinto Products) Peter Arnold, J. Robb Dixon, ve Jay S. Kim (Boston University) tarafından geliştirilen bu oyun çok basit bir Kanban uygulamasını katılımcılara yaşatmayı hedeflemektedir. En az 5 en fazla 8 kişi ile gerçekleştirilebilmektedir. Gozinto, yalnızca çekme ve üretim Kanbanlarını kullanarak, oynayan ve izleyenlerin Kanban sisteminin genel akış mantığını kavramasını amaçlamaktadır Tedarik kanbanı, uygulamayı daha basite indirgemek amacıyla Gozinto modelinde yer almamaktadır.
rek temsil ettikleri bölümlerin maliyetlerini minimum kılmaya çalışmaktadırlar. 4. Yokimabobs (Yokimabobs) Robert E. Stein (CASE Design, Inc.) ve Conor F. O’Muirgheasa (University of Houston) tarafından geliştirilen bu model işletmelerde uygulanan Tam Zamanlı Üretim (JIT) sisteminin akışını göstermek, anlatmak ve kavratmak amacıyla hazırlanmış olan bir Kanban Üretim Sistemi uygulamasıdır.
6. Stok Yönetimi Oyunu (The Simkin Inventory Decision) William R. Benoit (Plymouth State College) tarafından geliştirilen bu uygulama, katılımcılara stok yönetimi kapsamındaki karar verme sürecine ilişkin gerçeğe yakın ortamı yaşatmayı amaçlamaktadır. Bu kapsamda da Monte Carlo simülasyonundan faydalanılmaktadır. En az 8 en fazla 10 kişi ile gerçekleştirilebilmektedir.
Uygulamada, Kanban Üretim Sisteminde olduğu gibi, sonraki süreçler önceki süreçlerden sadece tükettikleri miktarda ve zamanda malzeme (WIP) talep eder ve çekerler. Dolayısıyla üretimin ters yönünde oluşan iş akışı, son süreçten ilk sürece doğru hareket ederek sağlanır. Uygulama, somun, rondela, cıvata ve bağlayıcı gibi tedarik edilen malzemelerin 3 ayrı iş istasyonunda aşama aşama süreçten geçerek yarı mamul haline getirilip ilgili malzemelerle birleştirilmesinden ortaya çıkan Yokimabobs isimli bir bitmiş ürün üzerine kurgulanmıştır.
rencilerinin Pazarlama Algısı: Bir Vakıf ve Bir Devlet Meslek Yüksek Okulunda Uygulama”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt.7, Sayı.13, s. 404-419
Louise, W. Smith, Doren, Van, Doris C., (2004), “The Reality-Based Learning Method: A Simple Method for Keeping Teaching Activities Relevant and Effective”, Journal of Marketing Education, Cilt. 26, Sayı. 1, s. 66-74
Senge, P., Smith, B., Kruschwitz, N., Laur, J.& Schley, S., (2010), “The necessary revolution Working Together to Create a Sustainable World”, Broadway Books, USA
Messina, Micheal J., Guiffrida, Alfred L., Wood, Gregory R., (1991), “Faculty/Practitioner Differences: Skills Needed for Industrial Marketing Entry Positions”, Industrial Marketing Management, Cilt. 20, s. 17-21
Tuna, O. (2009), Lojistik Laboratuvarı: İlkeler ve Uygulamalar,2009, ISBN 978-975-441-267-3
Moller, C. (2008), The Process Innovation Laboratory as an Enabler of an Action Research Program, Workshop on the 12th International Conference on Project Engineering, July, Zaragoza Logistics Center, Spain.
Uşun, S. (2004). Bilgisayar Destekli Öğretimin Temelleri, 2.Basım. Ankara: Nobel Yayın
Moratis, L., Hoff, J. ve Reul, B. (2005). A Dual Challange Facing Management Education: Simulation-based Learning and Learning About CSR. Journal of Management Development, 25(3): 213-231 Önce, Günal, Kayabaşı, Aydın, Fettahoğlu, H.Seçil., (2008), “Öğrencilerin İş Uyumlarının Geliştirilmesi için Etkin Öğretim Yöntemlerinin Belirlenmesi üzerine bir Uygulama”, KMU İİBF Dergisi, Yıl. 10, Sayı. 14 Özsoy, Tufan, Gelibolu, Levent, (2010), “Meslek Yüksekokulu Öğ-
Kaynakça Akkurt, M., Öztekin, M.Seyyid, Görener, Ali, Türkyılmaz, Ali, (2008), “Endüstride İhtiyaç Duyulan Mesleklerin Belirlenmesi ve İş Gücüne Yönelik Eğitim: İmalat Sanayinde bir İnceleme”, 1. Mühendislik ve Teknoloji Sempozyumu, Ankara, TÜRKİYE Çakaloz, Burak, (2008), “Lojistik Yönetiminde Simülasyon Temelli Eğitim Yaklaşımları”, Dokuz Eylül Üniversitesi, Denizcilik İşletmeleri Yönetimi Programı, Yüksek Lisans Tezi Esmer, S. ve Tuna, O. (2010) “Pazarlama Araştırmalarında Benzetim Yönteminin Kullanımı”. 15. Ulusal Pazarlama Kongresi, 26-29 Ekim 2010. Kuşadası, İZMİR. S: 430-447.
Yokimabobs, çekme ve üretim Kanbanlarının yanı sıra tedarik Kanbanlarını da kapsamaktadır ve her üç tip kanbanın işleyiş detaylarının kavranması hedeflenmektedir. Ayrıca, Kanban Üretim Sistemlerinde stokların ihtiyaca paralel olarak nasıl düşürülebileceğinin gösterilmesi de oyun süresince amaçlanmaktadır. Bu bağlamda, her istasyon, akış süresince stok seviyelerini takip etmekten ve raporlamaktan sorumludur.
Gocer, Aysu, Saatci, Omur Yasar, Demir, Muhittin H., Tuna, Okan, Baltacioglu, Tuncdan, Adalı, Erman, (2011), “Achieving Sustainable Learning Through ERP Based Supply Chain In Vitro Laboratory”, World Conference on Educational Technology Researches Kolb, David A., (1984), “Exxperimental Learning”, Englewood Cliffs, NJ:Prentice Hall
42
43
EĞİTİM VE ÖĞRETİMDE BİLGİSAYAR KULLANIMININ BAŞARIYA ETKİLERİ
Öğr. Gör. Çağla Terzioğlu
Yapılan istatistiksel sonuçlara göre teknolojinin getirdiği yenilikler ve bilgisayar kullanımının giderek artması, ülkemizde eğitim-öğretimde değişiklik yapma gereksinimi doğurmaktadır. Öğretim programlarına uyarlanması gereken değişmeler gelişmeye yönelik olmalıdır. Derslerin içeriğinin de değişmesine yol açan bu değişiklikler öğreticiyi uygun bir yazılım kullanmaya zorunlu kılar. Öğreticinin bu noktada bir takım ihtiyaçları olacaktır. Bu ihtiyaçların giderilmesi çalıştığı kurum tarafından karşılanabilir. Yazılımsal ve donanımsal anlamda bir yeterlilik göstermesi ilk başta bu eksikliklerin giderilmesiyle tamamlanmalıdır.
Bilgisayarların kullanımından öğretimde yararlanılması, bu alanda önemli bir rol oynaması ve kullanım sonuçlarının getirdiği etkenler; ulusal ve uluslararası kaynaklarda çok fazla araştırmalara/çalışmalara konu olmuştur. Yaşamımızda artık önemli bir yer kaplayan, birçok insan, kurum ve kuruluşlar için vazgeçilmez bir halde olan bilgisayar teknolojisinden eğitim/öğretimde de önemli ölçüde faydalanılmaktadır. Bilgisayarlardan derslerde eğitim aracı olarak kullanılmak amaçlanmış ve öğrenci başarısının bu doğrultuda arttığı görülmüştür. Bozkurt’a göre (2000: 30-31) bilgisayarlar birer alettirler, yazı yazmamıza, hesaplarımızı yapmamıza ve iletişimde bulunmamıza yardımcı olurlar ancak bunların çok ötesinde bilgisayarlar ayni zamanda bizlere, hem zihni modeller sunarlar, hem de, fikirlerimizi aktarmaya yardımcı olan birer araç işlevi görürler.
Bugünkü bilgi çağında bireysel öğretimlerde de kullanılan bilgisayarlar öğretim sürecinin ve niteliğinin gelişmesinde önemli rol oynamaktadır. Her geçen gün artan bilgi oranı bireysel öğrenimleri önemli kılmakta bu yüzden bilgisayarlardan yararlanma isteği doğurmaktadır. Bu süreçte hem öğrencinin hem de öğreticinin bilgisayarlardan yararlanma isteği hem bir amaç hem de bir araç olarak kullanılmaktadır. Bilgisayarların eğitim/ öğretimde birçok sebeple kullanılması öğrenciye daha çağdaş bir ortam yaratmakta ve derslerin verimliliğini arttırmaktadır.
Bugünün teknolojisine baktığımızda bilgisayar kullanımının giderek arttığı bir gerçektir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’nun yaptığı bir araştırmaya göre verilen grafikte Türkiye’de, 16-74 yaş grubu bireylerde bilgisayar kullanımının 2007-2012 yıllarına göre değişimi verilmiştir. Çıkan sonuçlardan bir tanesi de bilgisayar ve internet kullanım oranlarının en yüksek olduğu yaş grubu 16-24’tür.
Gerçekleşen bu hızlı değişimle birlikte hem ülkemiz hem diğer ülkeler bir bilgi toplumu oluşturmaktadırlar. Artan küreselleşme, ekonomiyi olduğu gibi, sosyo-kültürel ilişkileri de etkilemektedir. Örgütler ve toplumlar bilgi ile yönetilmektedirler bu da eğitim ve öğretim sisteminin bu değişimlere ayak uydurması gerektiğini göstermektedir. Yani okullarda yapılan eğitim ve öğretime bunlar yansıtılmalıdır, aksi takdirde giderek artan bilgiden geri kalınmış olur. Oluşan bilgi toplumuna ayak uydurmak gerekmektedir, bilgisayar teknolojilerini evlerde olduğu kadar örgütlerde de kullanılması, öğrenci başarısının artması için bilgisayara daha fazla aşina olunması gerekmektedir (Bayrakçı, 2005). de yapılmasını sağlamıştır. Eğitim/öğretim hayatında bilgisayarlardan yararlanılması çoğu bölgede beklenen düzeyi karşılamalıdır.
Öğrencilerin bilgisayarlı derslerdeki başarıları öğreticilerin derslerine bilgisayarı nasıl entegre ettikleriyle de doğru orantılıdır. Bu yüzden öğreticiler bilgisayarları dersleriyle nasıl bütünleştirmeleri gerektiği hususunda eğitim alabilirler. Bu hem kendileri için hem de öğrenci grupları için geliştirici bir çözüm yolu olabilir. Öğrencinin tutum, beklenti ve görüşleri bilgisayarın derse iyi entegre edilmesine bağlı değişebilir ve böylelikle bu tepkilerin pozitif yönde artması için öğreticinin çok iyi planlanmış bir yol izlemesi gereklidir.
Yapılan birçok araştırmada özellikle bilgisayarlı veya bilgisayar destekli yapılan derslerde öğrenci başarısının arttığı ispat edilmiştir. Öğrencinin derse olan ilgisi pozitif yönde artmaktadır. Buna örnek olarak bilgisayar destekli yapılan bir İstatistik dersi araştırmasının bulguları incelenebilir. Bunun dışında çeşitli dersler ve ortaya çıkan negatif ve pozitif bulgular da değerlendirilebilir. Araştırmadan elde edilen bulgular; istatistik derslerinde bilgisayardan faydalanmanın, istatistik paket programları ile işlem yapmanın, internet bilgi kaynaklarını kullanmanın, derslerin görsellik bakımından zengin sunulmasının hem istatistik dersindeki başarıyı artırdığını hem de istatistik dersine karşı tutumu olumlu yönde etkilediğini (tutum puanlarını artırdığını) göstermektedir (Doğan, 2009).
Öğreticinin teknolojiye yakın olması bir bakıma bilgisayar kullanımına da etki etmektedir. Bu nedenle ders içinde uygulanmak üzere verilen kararlar, öğreticilerin öğretimde bilgisayar kullanımına yaklaşımları ve deneyimleri öğrencinin de buna motive olma yüzdesinin değişmesini sağlamaktadır. Bunun sonucu da başarının artması demektir.
Çağımızda günümüz insanının en çok ihtiyacı olan şey zamandır. Bilgisayar destekli yapılan derslerde öğretici öğretirken, öğrencide öğrenirken zamandan büyük oranda tasarruf sağlar. Bunun sonucunda da öğretici açısından farklı bilgiler aktarma, öğrenci açısından fazla bilgi edinme, daha az öğrenebilen öğrenci açısından ise tekrarlama imkânı doğar.
Öğretimde bilgisayar kullanılması veya öğretimin bilgisayar destekli yapılması öğrenciler için teşvik edici olmakta, öğrencinin derse katılımını arttırmaktadır.
Kaynak: Türkiye İstatistik Kurumu
Kısaca şöyle söyleyebiliriz; eğitim/öğretim alanında bilgisayar kullanılması, öğrencileri ve öğretmenleri geleneksel ders işleyişinden uzak tutmakta ve davranışlarını geliştirmektedir.
Kaynaklar Bayrakcı, M. (2005). Avrupa Birliği Ve Türkiye Eğitim Politikalarında Bilgi Ve İletişim Teknolojileri Ve Mevcut Uygulamalar, Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Milli Eğitim, Üç Aylık Eğitim ve Sosyal Bilimler Dergisi, Yaz Dönemi, Yıl 33, Sayı 167 Bozkurt, V. (2000). Enformasyon Toplumu ve Türkiye, Sistem Yayıncılık, İstanbul. Doğan, N. The Effect of Computer –Assisted Statistics Instruction on Achievement and Attitudes toward Statistics, Education and Science. 2009, Vol. 34, No 154, ss. 13, Hacettepe Üniversitesi, 2009. Türkiye İstatistik Kurumu Başkanlığı, Sayı: 10880, 16/08/2012
Son yıllarda bilgisayarların günlük hayatımızda da özellikle çok fazla kullanılması bilgisayar destekli birçok işin
44
45
Biofeedback: Beyin Eğitim Sistemi
Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral
1888’de Feré deriden elektrik akımının kayıtlanabileceğini gösterdi. 1907’de Jung ilk Galvanometeri keşfetti. 1930’da Jacobsan EMG ölçüm aleti geliştirdi. Lindsley 1935’de insanların Biofeedback yapmadan kendilerini relax ettiklerini motor sinir sistemini değiştirebileceğini keşfetti. Kegel 1947’ de perinometre geliştirdi ve ilk olarak idrarını kaçıran hamile kadında uyguladı. Klinik biofeedback eğitimi Amerikan halkı tarafından hızla kabul görmeye başladı.
Fotoğraflar: Hüseyin Alemdaroğlu
Türkiye’de Biofeedback aletlerinden bazıları anlatılanlara göre Farmakolojist Prof. Dr. Cankat Tolunay ve Psikiyatrist Prof. Dr. Cevdet Arsan tarafından 1980’li yıllarda kullanıldı ama oturmuş bir tedavi yöntemi haline hiçbir zaman gelmedi. ABD’den döndükten sonra 2001 yılında benim tarafımdan QEEG yönlendirmeli neurofeedback uygulaması psikiyatrik hastaların tedavisinde bir tedavi yöntemi olarak bazı hastalıklarda (Özellikle Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite bozukluğu, Öğrenme Zorluğu çeken çocuklarda, uyku bozukluklarında, anksiyete bozukluklarında) kullanılmaya başlandı. 2007 yılında da Biofeedback, Neurofeedback, Psikiyatri de QEEG ve ERP kullanım derneğini kurdum.
Tanju Sürmeli
İnsan beyni sırlarla dolu kapalı bir kutu. Onca bilimsel çalışmaya rağmen, bugün gelinen bilimsel noktada dahi beynin sırları tam olarak çözümlenmiş değil. Dr. Tanju Sürmeli’ye göre herşeyin sırrı beyinde ve beynimizi eğer doğru yönlendirebilirsek bir çok rahatsızlıktan kurtulmak mümkün. Beynimizi doğru yönlendirmek için kullanılan son tekniklerden biri biofeedback. Kişinin bedenini kontrol altına almasını ve bedensel farkındalığı arttırmak sureti ile rahatlama sağlayan bir yöntem olan biofeedback hakkında bu konunun uzmanı Dr. Tanju Sürmeli ile bir röportaj gerçekleştirdik.
Sağlık Bakanlığınca hazırlanan ve 25.09.2010 tarih ve 27710 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan yönetmeliğe göre bugün Biofeedback muayenehanede yapılabilecek tıbbi işlemler listesindedir. Biofeedback yöntemi kullanılabilir?
hangi
rahatsızlıklar
için
Amerikan Çocuk Akademisi’nin “Çocuk ve Ergen Kanıta Dayalı Psikososyal Müdahaleler” altında Biofeedback’i Dikkat ve Hiperaktif Davranışlar (DEHB) için Seviye 2 - İyi Destek’ten, Seviye - 1 En İyi Destek seviyesine yükseltmiştir. İlaç ve Davranış terapisinin birlikte kullanılması ile Biofeedback aynı etki seviyesine tek başına ulaştığını görmekteyiz. Ayrıca Amerikan Uyku Tıbbı Akademisi, EEG Biofeedback’i kronik uykusuzluk tedavisinde önermektedir.
Tanju bey biofeedback nedir? Nasıl bir yöntemdir? Biofeedback kişilerin fiziksel, zihinsel, duygusal ve ruhsal sağlıklarını artırmak için fizyolojilerini nasıl değiştirmeleri gerektiğini öğrendikleri bir zihin-beden tekniğidir. Klinik biofeedback, stres yönetimi eğitimi yoluyla genel sıhhat ve sağlık durumunu iyileştirdiği gibi, hastalık semptomlarını nasıl kontrol edeceğimizi de öğretir. Biofeedback terapisi bir tedavi olmaktan ziyade bir eğitim sürecidir. Bisikleti nasıl süreceğimizi ya da ayakkabıyı bağlamayı öğrenmek gibi, kişiler biofeedback eğitiminde de beceriyi geliştirmek için aktif bir şekilde rol almalıdırlar. Pasif bir şekilde tedavi almaktan ziyade hasta aktif bir öğrencidir. Bu aynı yeni bir dil öğrenmek gibidir.
Migrende Biofeedback’in etkisinin kanıtlanmış olduğunu gösteren Meta-Analiz çalışması bulunmaktadır. Bunun dışında kadınlarda, erkeklerde ve çocuklarda idrar kaçırma, kaygı, hiperaktivite ve dikkat bozukluğu, epilepsi, yetişkinlerde başağrısı, pediyatrik başağrısı, kronik ağrı, alkol/madde kötüye kullanımı, uykusuzluk, travmatik beyin hasarı, depresif bozukluklar, travma sonrası stres bozukluğu, otizm, inme, Bell paralizisi, serebral palsi, fibromiyalji/kronik yorgunluk sendromu, el distonisi, yetişkinlerde kabızlık, hipertansiyon,
Bu yöntem ne kadar süredir kullanılıyor? Dünyadaki ve Türkiye’deki gelişiminden söz eder misiniz?
46
ransı arttırmak, karar verme mekanizmalarını sağlıklı ve yerinde kullanabilmek, planlama yapma ve organizasyon yeteneklerini geliştirmek, hayat kalitesini arttırmak.
araç tutması, Raynaud hastalığı, Temporomandibular Bozukluk, artrit, diyabet mellitus, fekal inkontinans, vulvar vestibülit, tinnitus, erektil disfonksiyon, astım, kronik obstruktif akciğer hastalığı,koroner arter hastalığı, kistik fibroz, irritabl bağırsak sendromu, tekrarlanan kasılma yaralanması, solunum yetmezliği, mekanik ventilasyon, yeme bozuklukları, bağışıklık sistemi fonksiyonları, omurilik yaralanması, senkop gibi rahatsızlıklarda kullanılabilir. Ama etkinliği farklı boyutta olacaktır. Yani hastanın rahatsızlık düzeyi gibi değişkenler tedaviden alınacak sonucu etkiler.
Üniversite gençliğinin en fazla yaşadığı sıkıntıların başında sınav stresi geliyor. Gençler eğitim hayatlarındaki bu kaygıyı nasıl yönetebilirler? “Beynin İyileştirme Gücü” adlı kitabımda bu konulara yer verdim. Sınav kaygısını sınavdan önce olumlu düşünerek yenmeye çalıştıklarında veya sınav öncesi kendilerini oturdukları yerde beklerken gözlerini kapatıp iyi bir yerde hayal etmelerini yaptıkları halde sorun çözülmüyorsa Biofeedback’i deneyebilirler.
Her hekim bu yöntemi kullanabilir mi, yoksa ayrı bir uzmanlık sertifikası gerektiriyor mu?
Bir öğrenci veya yüzücü, sınav heyecanıyla veya diğer kulvardaki yüzücüden etkilenebilir ve bu sırada beynin ön bölgesinde fazla theta dalgası aktivitesi gösterir. Bu theta dalgalarını normalize etmeyi beyne öğretirsek, aynı yüzücü diğer kulvardaki yüzücüyle ilgilenmeden dikkatini tamamen yarışa vererek yarışı tamamlayacaktır veya öğrenci sınav heyecanı yaşamayacaktır.
Haziran 1990 yılından beri Amerikan Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Akademisinin kararına göre Çocuk ve Ergen psikiyatristlerinin Biofeedback (BF) uygulaması için gerekli eğitimi almaları ve Biofeedback sertifikalı olmaları gereklidir denmektedir. Türkiye’de standartlar ve gerekli olan kural Amerikadaki gibi olmalıdır. Dernek olarak bu konuda bir girişimimiz olduğu halde, Sağlık Bakanlığı bu konuda herhangi bir düzenleme yapmamıştır.
Aileler çocuklarının ve antrenörler sporcuların çok stres altında kaldığından yakınabilir, bir taraftan da sınavda veya oyunda konsantrasyonlarının düştüğünden! Bunların hepsinin kısa, etkili ve kalıcı çözümü Biofeedback beyin vücut eğitim sistemidir.
Eğitim alanında ve iş dünyasında bu yöntemden nasıl fayda sağlanabilir? Özellikle öğrencilere ne gibi yararlar sağlar?
Dikkat, konsantrasyon, motivasyon, planlama yapma, organizasyon, karar verme mekanizmalarını sağlıklı ve yerinde kullanabilme hepsi frontal lob yani ön beynin işidir. Bu bölge beynin dış etkenlerden en kolay etkilenen bölümüdür.
Sağlıklı insanlarda yapılan çalışmalarda performanslarının arttığına dair karşılaştırmalı çalışmalar dikkati arttırma, hafızayı güçlendirme ve daha iyi uyku uyumak için kanıta dayalı müdahale olarak etkili olduğu belirlenmiştir.
Öğrenciler veya Sporcuların, hangi derste veya spor dalında olursa olsun “tam performans” göstermeleri için yaptıkları işe tam olarak odaklanmaları, dikkatlerini sürdürebilmeleri, el göz koordinasyonunu iyi sağlamaları, maç veya ders öncesi ve sırasında her zaman motive olmaları, bireysel bir sporda iseler rakiplerine karşı doğru strateji ve soğukkanlılıkla yaklaşmaları, takım oyunu ise takım arkadaşlarıyla koordineli çalışma gereklidir. Stres ve heyecan her zaman olmalı ancak stres bir sınavın sonucunu veya bir maçın sonucunu olumlu etkileyecek şekilde olmalıdır.
İş dünyasında CEO’ların performansını arttırmak için çalışmalar yapılıyor. Öğrenciler, atletler, sanatçılar ve yöneticilerin ortak amacı performanslarının en iyisini ortaya koymaktır. Peak Performans hem doğal yetilerimize hem de zihnimizin net, kararlı ve odaklanmış olmasına bağlıdır. Peak performansta Biofeedback kullandığımızda şu yararları gözlemlemekteyiz. Dikkat ve konsantrasyonu artırmak, odaklanma ve hedef belirlemelerini artırmak, motivasyonu arttırmak ve uzun vadede yüksek tutmak, hafızayı güçlendirmek, özgüveni arttırmak, sınav kaygısını azaltmak, ders notlarını arttırmak, ödev yapma becerilerini arttırmak, sınıf içerisindeki duygusal reaktifliği azaltmak, sınıf içerisinde veya arkadaşlarına karşı şiddeti azaltmak ya da ortadan kaldırmak, stres kontrolünü sağlamak, anksiyeteyi azaltarak doğru karar vermeyi sağlamak, aniden parlamadan sabırla olaya müdahale etmeyi sağlamak, diğer insanlara karşı tole-
Bütün bu saydıklarımız beynin en iyi performansıdır ve neurobiofeedback ile bunu başarmak mümkündür. Tanju bey son olarak Yaşam Sağlık Merkezi’ndeki çalışmalarınızdan söz eder misiniz?
47
SOĞUK ZİNCİR
“Kişiye özel,” kişinin tedaviye nasıl yanıt vereceğini ayırt ederek tahmin etmemizi sağlayacak, kişi hakkında bir bilgiye sahip olduğumuz anlamına gelir. Kanıta dayalı tedavi algoritmaları, bireysel farklılıklar (örn. Kalıtımsal varyasyonlar) için küçük değişiklikler yapıldığında faydalı olurlar ancak çok genel kalırlar ve akut tedaviler haricindekiler çok az kanıt tarafından desteklenirler. Amerika’dan döndüğüm 2000 yılından beri 10.000 den fazla yetişkin, ergen ve çocuk hasta birden fazla psikotropik ( antidepresantlar, antipsikotikler ve amfetamin grubu ) ilaçlar ile iyileşemedikleri için kliniğimize başvurdu. 4000’den fazla hasta diğer yöntemlerden (çoğunluğu ilaç) iyileşmediği halde bizde QEEG uygulamalı Neurobiofeedback yönteminden yararlanıp iyileştiğini gördük.
Psikiyatride elektrofizyolojik bulguların kullanımına önem vermekteyim. Psikiyatrik hastalıkların kimyasal bir bozukluktan oluştuğu ispatlanamadı, ama birçok psikiyatrik hastalıkta elektrik akım bozuklukları olduğu kanıtlandığı için ilaçlarla tedaviyi en az kullanmaktayım. Vücut-beyin bağlantısının çok önemli olduğuna dair çıkan bilimsel yayınları takip etmekteyim. Kalp atışı, nefes alışı ve beynin elektrik akımının o kişide senkroni halinde olmasını sağlatan Biofeedback yönteminden yararlanmaktayım. Psikiyatrik hastalıkların bazılarını (DEHB, Öğrenme zorluğu, Depresyon, Manik depresyon, Şizofreni, Geçirilmiş Kafa travması, Alkol Madde bağımlılığı, Alzheimer ve Damarsal Bunama gibi) beyin EEG kayıtlamaları yapıp FDA onaylı veri tabanında inceleyip tanı koyma en önemli bulduğum incelemelerimden biri, ayrıca Biofeedback protokolleri için beynin hangi bölgesinde elektrik bozukluğu olduğunu gösterdiği için tedavide de yardımcı oluyor. Kaplan& Shadock (2009) psikiyatri ders kitabı bu yöntemin bilimsel olduğu halde psikiyatristler tarafından az kullanıldığından şikayet etmektedir. Biofeedback yöntemi çok doğal ve bilinçaltı mekanizmalarımızı kontrol etmeyi öğreten yan etkisiz bir yöntem ve birçok ilaca cevap vermeyen depresyon hastasında 10 günde bile belirgin klinik iyileşme görülebiliyor.
Down sendromu, zeka geriliği, antisosyal kişilik bozukluğu ve şizofren hastalarda biofeedback uygulamasının olumlu sonuçlarını prestijli tıp dergilerinde dünyada ilk klinik uygulama olarak yayınladık. Zeka geriliği olan çocukların önemli kısmında EEG biofeedback sonrası zeka skorlarında artış gördük. Ortalama 8 sene ilaçlarla iyileşmemiş obsessif kompulsif bozukluk olan hastalarda biofeedback ile iyileşme sağladığımız çalışmamız ilk geniş sayıda hastanın katıldığı klinik çalışma olarak yayınlandı. Elsevier yayıncılık Klinik uygulamalı bir kitapda şizofrenlerde neurofeedback’in etkisi ile bir bölüm yazmamı istedi. Nijerya’dan ve Lübnan’dan kliniğimize gelen psikiyatrist, ve psikologlara Biofeedback eğitimimizi yeni tamamladık. Society of Applied Neuroscience yıllık toplantısını ve çalıştaylarını hazırlıyorum. Kurumlarla Pik performans çalışmaları yapıyoruz ve onlara stres karşısında vücüdumuzdaki değişiklikleri kontrol etmeyi öğretiyoruz.
EEG Biofeedback ( Neurofeedback: NF), “tek beden herkese uyar” şeklinde bir yöntem değildir. Her tedavi protokolü hastaya göre kişiselleştirilmelidir, düzenli olarak kontrol edilmelidir ve en iyi tedavi sonuçları için düzenlenmelidir.
Yrd. Doç. Dr. Ruhet Genç Bilgi Üniversitesi Turizm ve Otel İsletmeciliği Yüksekokulu Müdürü Soğuk Zincir, kolay bozulabilen ve belirli ısılarda saklanması gerekli olan ürünlerin taşınmasında kullanılan bir sistemdir. Bu sistem, kolay bozulabilen ve ısı hassasiyeti olan ürünlerin taşınması sırasında oluşan sorunlar nedeniyle ortaya çıkmıştır. Ürünlerin taşındığı araçların değişiklik göstermesi (uçak, gemi, kamyon vb.) ve ürünün bir araçtan başka bir araca transfer edilişi nedeniyle ürünü her koşulda sabit ısıda tutabilecek sistemlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu sistemlerle ilgili olarak Soğuk Zincir Yönetimi ise bu ürünlerin taşınması sürecinde işlevsellik gösterir. Bu yönetim, ürünün taşınması işleminin başından sonuna kadar ürünün gerekli ısı derecesinde tutulmasını sağlar. Soğuk Zincir Yönetimi, tedarik zinciri boyunca ürünün termal ve soğutulmuş paketleme yöntemiyle sabitlenen ısısının kesintiye uğramaksızın, nakliyatın bütünlüğünü korumaya yönelik yapılan logistik planlamayı kapsar. Gıda çeşitlerinin yanı sıra tıbbi, biyolojik, kimyasal ürünler ile laboratuvar örnekleri ve sonuçları bu yöntemle taşınılmasına ihtiyaç duyulan ürünlerdir. Bu ürünlerin tam vaktinde (just-in-time) taşınacağı son noktaya sağlıklı ulaşması açısından soğuk zincir önemli bir yöntemdir.
bi ürünlerin hem de gıdaların bozulmadan taşınmasında; ve bir başka önemli nokta olarak da raf ömürlerinin uzatılması konusunda işlevsellik gösteriyor. Tıbbi ürünlerin içerisinde ısı hassasiyeti olan ilaçlar, aşılar, test sonuçları, örnekler, klinik deneyler ve tıbbi aletler bulunmaktadır. İlaçlar, aşılar vb. gibi tıbbi malzemelerin bozulmadan taşınabilmesi kullanıcıların sağlığı açısından hayati önem taşımaktadır Yine benzer bir şekilde test sonuçları ve klinik deneyler gibi ürünlerin doğru sonuçları verebilmesi açısından zarar görmeden taşınması gerekmektedir. Etkili ve zararsız bir tedavi açısından tıbbi ürünlerin gereken soğukluk derecesinde taşınması önemlidir.
Soğuk Zincir yöntemiyle ürün taşımak on dokuzuncu yüzyılın başlarına rastlamaktadır.
Taşınan ürünleri iki başlık altına aldığımızda ilkini tıbbi, kimyasal ürünler oluştururken ikincisini gıdalar oluştuyor. Gıdaların tazeliğinin korunması yine sağlık açısından oldukça önemli. Sağlık örgütleri soğuk zincir yönteminin öneme vurgu yapmaktadır.
Özellikle et ve meyve taşımacılığında ürünü soğuk tutarak taşımak, ürünün bozulmasını önlemek açısından önemli taşıyordu. Günümüzde bu yöntem geliştirilerek hem tıb-
Kimi gıdaların taşımacılığının belirli derecelerde tutulması ve belirli yollarla yapılması öngörülmüştür. Bunlara örnek olarak muzun 13 derecede taşınması gerek-
Şekil 1. Soğuk Zincir Yönetimi
Kişiselleştirilmiş tıbbın öneminin artmasıyla birlikte, bu çeşit tedaviler gelecekte daha yaygın olabilir. Bu sorun yakın zamanda Amerika NIH’de Ruh Sağlığı Konseyi Ulusal Danışma Grubu’nun Ağustos 2010 raporunda ele alınmıştır. Rapora göre kişiselleştirmenin tanımı aşağıdaki gibidir:
48
49
Şekil 4. Büyük Bir Buzdolabı
Şekil 6. Soğuk Zincir Yönteminde Kullanılan Ekipmanlardan Birkaçı
tiğini ve taşımacılıkta belirli ısı standartları olduğunu söyleyebiliriz (chill (2°), frozen (-18°), deep (-29°) gibi). Bu öngörülerde çevresel faktörlerin etkileri yer alır.
Jel/buz paketlerinin avantajı katıdan sıvıya ve svıdan katıya geçerek etrafındaki hava ısısını kontrol etmesidir. Yüksek oranda ısıyı emebilir. Kuru buz, -80 dereceye kadar ürünlerin uzun süre saklanmasında kullanılır.
Şekil 8. Kuru Buz Havayla temasa geçtiğinde, suya dönüşmeden buharlaşır. Ötektik plaka ise jel/buz paketleriyle aynı işlevi görür; onlardn farklı olarak içinde kimsayal sıvı vardır. Bu sıvı tekrar tekrar kullanımını kolaylaştırır. Yorgan ise, ürünlerle temas edilen hava arasında bir tampon görevi görür. Bu da ürünün ısısının daha uzun süre korunmasını ve pahalı soğutma sistemlerinin kullanımını azaltmayı sağlar. Soğutulmuş konteyner (reefer) ısıyı kontrol eden konteynerlerdir. Küçük bir soğutulmuş kamyondan, soğutumuş gemiye kadar büyüklükleri değişir.
Şekil 9. Konteyner ( Reefer) bir sonucu olarak dondurulmuş gıdaların tüketimine yönelinmesi, küreselleşme sonucu daha çok sayıda ve türde ürünün tedarik edilip tüketilebilmesi, tıb ve ilaç sanayisindeki teknolojik gelişmelerin daha çok noktaya ulaşması ve bunlara artan talepler sonucu soğuk zincir lojistik sektöründe önemli ve vazgeçilmez bir yöntem haline gelmiştir. Artan enternasyonel ticaretin etkisiyle maddi geliri yüksek olan kişilerin daha çok tükettiği et, sebze ve meyve gibi gıdaların taşınması kolaylaşmıştır. Bunlarla birlikte soğuk zincir sayesinde ürünlerin market potansiyeli artmaktadır. Normal koşullar altında taşınma sürecinde bozulmaya uğrayacağından dolayı taşınamayan ürünler, soğuk zincir sayesinde taşınarak kendine yeni pazarlar bulabilmektedir. Dünyanın daha çok bölgesine ürün taşımak ve bu yolla tüketicinin ürüne ulaşımı kolaylaştırılmaktadır.
Şekil 5. Isı Ölçer Bu çevresel faktörlerden biri uzun mesafede ve süreyle taşınan gıdaların değişen hava sıcaklıkları nedeniyle bozulması sorunudur. Soğuk Zincir, besini hangi hava koşulu altında olursa olsun aynı sıcaklık derecesinde tutarak gıdanın çevresel faktörlerden olumsuz etkilenişini ortadan kaldırmaya için kullanılır. Soğuk Zincir, gıdaların bozulmadan daha uzak alanlara ve daha çok miktarda taşınmasını imkanlı kılar. Soğuk Zincir taşımacılığı belirli teknolojik araçları gerektirir. Bunlar ürünün aynı ısı derecesinde saklanması açısından önemlidir. Bu teknolojik araçlar içerisinde jel/buz paketleri, ötektik plaka, yorgan (quilt), likit nitrojen, kuru buz ve soğutulmuş konteyner (reefer) yer alır. Jel/buz paketleri, daha yaygın bir şekilde kimyasal ve tıbbi ürünlerin taşımacılığında kullanılır.
Bu büyük konteynerler içerisinde, buzdolabında olduğu gibi, hava dolaşımı sayesinde ısı istenen seviyede tutulur.
Şekil 7. Jel/Buz Paketleri
50
Soğuk Zincirine duyulan ihtiyaç değişen yemek yeme alışkanlıkları ve teknoloji ile yakından alakalıdır. Yaşam biçimi nedeniyle şekillenen zaman yönetiminin
Şekil 10. Likid Nitrojen ile soğutulmuş gıdalar
51
DOKUZ CANLI KONUMLANDIRMA STRATEJİLERİ - Al Ries ve Jack Trout’a saygıyla -
Güven Borça
Siz de onunla dalaşmak yerine gidip tüketicinin en çok önem verdiği ikinci, üçüncü özellikleri sahiplenirsiniz. Örnek: Alo-beyazötesi, Ona-Açık sarı. Konumlandırma stratejileri arasında şekil açısından en karaktersiz görünenidir ama markaya para kazandırır.
Fotoğraf: Güven Borça Arşivi
3. Kafa kafaya vuruşma: Pazar liderine kafa tutar, ondan iyi olduğunuzu iddia edersiniz. Bir savaş stratejisi olarak değerlendirildiğinde cepheden saldırı anlamına gelir. Konvansiyonel savaşta iyi savunulan bir mevkinin üç-dört katı kuvvetle ele geçirilebileceğinden yola çıkarak lideri tehdit eden markanın gerçekten de altı okka GRP, muharebe deneyimi, istihbarat ve lojistiğe ihtiyacı olduğunu söyleyebiliriz. Örnek: Ariel ile Omo arasındaki mücadele Sakarya Meydan Muharebesini aratmaz. Tarihte kimse Prima’ya (dünyada Pampers) uzun soluklu kafa tutamamıştır...vb 4. Niş pazarlama: Pazardaki büyük kütleler büyük markalar tarafından sahiplenilmiştir. Yeldeğirmenleriyle savaşa girmek yerine kendinize küçük ama emniyetli bir alan bulur, onu sahiplenir ve şükredersiniz. Örnek: Perwoll yünlüler için özel deterjan veya kahve içenler için özel beyazlatıcı diş macunu. Otomotiv pazarında Jeep vakası niş pazarlamaya örnek verilirdi ancak günümüz İstanbul’unda ciplerin sedanlara cepheden direkt taarruz başlattığını söylemek yanlış olmaz.
Soru: 400 kiloluk goril nerede oturur? Cevap: Nerede isterse Marka konumlandırma, hedef kitlenin beyninde bir yer sahiplenmek ve mümkünse oradan çıkmamaktır. Standart bir reçetesi yoktur. Ne yapacağımıza pazar ve rekabet durumuna göre karar veririz. Öncüsü olduğumuz bir pazar ile beşinci girdiğimiz bir pazarda aynı şekilde davranamayız. Aşağıda farklı durumlar için kullanılabilecek dokuz farklı konumlandırma stratejisi beğeninize sunulmaktadır:
5. Gerilla pazarlama: Genellikle niş pazarlama ile karıştırılır. Aradaki fark şudur; Niş pazarlama yapan marka etliye sütlüye karışmadan küçük bir alanda işini sürdürme çabasındadır. Kanaatkar ve mutludur. Gerilla da küçük bir alanı ele geçirmeyi hedefler ancak bu parçayı liderden kopartır. Yani pazar liderinin alanına girer, onu rahatsız eder. Örneğin Kosla, normal deterjanların çıkaramadığı lekeleri çıkarma iddiasında olan hazımsız bir markadır. Bu tavrı büyükler arasında tiksintiyle karşılanır.
1. Çöreklenme: Bir pazarda iletişime başlayan ilk marka, doğal olarak tüketicilerin en çok önem verdiği ürün özelliklerini (attribute) sahiplenmelidir. Sen bu üründen bunu bekliyorsun, ben de sana onu veriyorum, al ve hayrını gör. Örnek: Omo ve lekesiz temizlik, Prima ve emicilik, Akbank ve güven. İlk marka doğru işler yapıp zirveydeki yerini sağlama almazsa günün birinde goril gelir ve onu oradan kovalar. Örnek: Salat-Komili, Meysu-Cappy.
ruz. Bu da bir nevi niş pazarlama taktiğidir. Hormonlu pazarlarda iletişimi kesince satışlar durur çünkü çoğu zaman gerçek bir tüketici ihtiyacını karşılamıyordur. Bkz. Ton balığı konservesi pazarı. 7. Yanında bir de tükenmez kalem: Pazar lideri çorbasına düşen sineğe karşı bazen önlem almak ihtiyacı duyar. Deterjan pazarındaki lider markaların “biz de kirece karşı koruyoruz” şeklinde reklam yapması gibi. Bazen rakipler ikincil-üçüncül özelliklerin üzerine öyle kuvvetle giderler ki lider de çıkıp “yahu biz bu alanda da iyiyiz” deme mecburiyeti hisseder. Omo’nun klasik leke reklamları dışında arada yaptığı “beyazlık” kampanyası gibi. Buna “ikincil yarar” denir. 8. Kanat taarruzu: Ana markalar niş sayılabilecek alanlarda da varyant çıkarırlar. Buradaki amaç bir yandan ana markanın temel iddialarını kullanırken, bir yandan da daha spesifik ve alt seviyedeki ihtiyaçları da karşılamasıdır. Örneğin ana deterjan markalarının “Active Fresh”, “Dağ esintisi” gibi parfüm varyantları çıkarması bu alana girer. Literatürde bunlara “flanker” denir. Kanat taarruzunun gerilla savaşından farkı, küçük bir alanı sahiplenmek değil de savaşı kazanmaya yönelik bir girişim olmasıdır. 9. Hepsi bir arada: Oh ne ala. Çok kuvvetli ve kalıcı bir konumlandırma stratejisi değildir ama bazı durumlarda işe yarayabilir. En iyi örnekleri dört eğilimi birleştiren ANAP ve şampuandaki ikisi-üçü bir arada konseptleridir. Turgut Özal’ın karizması ve dönemin özel koşullarıyla ayakta duran ANAP zamanla eridi gitti. Şampuanda üçü bir arada hiç tutmadı. İkisi bir arada da eski gücünü yitirdi zaman içinde. Hem karada hem havada (ya da denizde) giden taşıtlardan onlarca üretildi ama hiçbiri satılmadı. Zor iştir bu işler. Siz siz olun bir şey yapın ve iyi yapın. Bir de onu net bir şekilde ifade edin. Konumlandırma stratejileri esas olarak somut ürün yararları üzerine kurulduğundan “farklılaşmada” tek başlarına yetersiz kalırlar. İşin içine duygusal yararlar, kişilik özellikleri, semboller, sloganlar, metaforlar, renkler ve sesler girer. Onları da başka sefere ele alırız.
6. Hormon takviyesi: Tüketicinin çok az ya da hiç önem vermediği ürün özelliklerinden biri öne çıkarılır, abartılır. İnsanlar bundan böyle onsuz asla yapamayacağına inandırılır. On yıl önce çamaşır makinelerimizde kireç diye bir sorun var mıydı? Şimdi Calgon’suz yapamıyo-
2. Var mı ikimize yan bakan? Pazar lideri en tepeye çöreklenmiştir ve onu oradan indirmek altı okka GRP ister.
52
Gerilla Marketing
53
Nöromarketing “ Bu Ayakkabıyı Bana Satın Aldıran Mantığım Mı, Yoksa Duygularım Mı?” Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral
Nöropazarlamanın ortaya çıkması ve gelişmesine neden olan unsurlar nelerdir? Yani daha evvel sadece sıradan pazarlama araştırmaları yapılıp tüketici davranışları hakkında veri elde edilirken, ne oldu da bizim beynimizde ne olduğunu anlamaya çalışmaya başladık? Burası çok kritik, zira burası nöromarketingin temelini oluşturuyor. Pazarlama dünyasında tüketici kaynağı duygusal tepkilerden oluşuyor. Bundan dolayı tüketicilere soru sorarak neden o davranışı sergilediklerini, neden o çantayı satın aldıklarını sorgulamak artık çok anlamlı değil. Çünkü onların verecekleri cevap bilinç seviyesinde olacak ama gerçekte davranışların kaynağı bilinç dışında olacaktır. Bilinç seviyesi ile bilinç dışı ölçülmeyi çalışmak geçerli olmadığından ve bilim bunu ortaya koyduğundan dolayı, artık nöro pazarlama ve nöro bilime olan ilgi hat safhada. Bu nöropazarlamanın temelinde yatan esas konsepttir, yani duygusal algılama sürecinin çok ön plana çıkması. Nöro pazarlamada hangi teknikler kullanıyor ve nöro pazarlama klasik araştırma çalışmalarına ne gibi katkılarda bulunmuştur?
Yener Girişken
Nöromarketing Türkiye’de henüz çok yeni olarak kullanılmaya başlanan bir araştırma yöntemi. Bireylerin satın alma eğilimlerini, satın almaya karar verirken hangi dinamiklerin etkili olduğunu, beynimizin nasıl çalıştığını ve nasıl karar verdiğimizi bilimsel tekniklerle ölçen ve açıklamaya çalışan bir kavram nöromarketing. Diğer araştırma yöntemlerinin tersine bireyin karar verme süreçlerini incelerken salt beyana bakarak yorum yapmıyor nömarketing yöntemi, beyanı dışarıda bırakmadan bireyin belki de hiç farkına bile varmadığı yönleri ortaya koyuyor. Bu yeni teknik hakkında Think Neuro Yönetici Ortağı Dr.Yener Girişken ile görüştük.
Nöropazarlamada şu anda iki tane temel yöntem kullanıyor. Aslında biyolojik ölçümlemelerin metotları çok farklı olmakla beraber nöronların ölçümlenmesi konusunda esas kaynak teşkil edenlerin ölçülmesi konumunda. Örneğin beyin MR’ı var fMR’ı var, yani o kandaki oksijen seviyesindeki değişimi ölçüyor; bir duyguyu hissettiğinizde beyinde o duygunun oluştuğu bölgede aktivasyon söz konusu. Bu aktivasyonla beraber kan dolaşımı hızlanıyor ve o bölgedeki oksijen seviyesi değişiyor, artıyor. Bunun ölçümlenmesi fMR makineleri ile mümkün, MR cihazları ile mümkün. Bizim sıklıkla kullandığımız EG cihazları var, EG ise elektronik nokta anlamına geliyor yani küçük elektrik parçacıkları olarak ifade edilir. Bu da beyindeki elektrik aktivasyon artışı sonucunda ortaya çıkan artışı veya azalmayı ölçüyor; böylelikle kişilerin bir reklama bir filme bir logoya bir ambalaja verdikleri beyinsel tepkiyi ölçümleyerek bunu anlamlı bir algoritmayla anlamlandırarak pazarlama çıktısı haline getiriyor.
Yener Bey nöromarketing nedir? Bize kısaca anlatır mısınız? Nöromarketing aslında pazarlama ile nöro bilimi buluştuğu bir nokta. Bu buluşma sonrasında pazarlama sosyal bilimler gömleğinden yavaş yavaş kurtularak, daha doğrusu pozitif bilimle etkileşim içine girerek duygusal tüketicinin duygusal tepkilerini modernleyerek pazarlama stratejilerini geliştirme özelliği olan birim ve iş alanı haline geldi. Nöropazarlama temelinde tüketicileri anlamak ama bunların duygusal seviyelerini hesaba katarak anlama söz konusu.
54
Nöropazarlama İnsanların Davranışlarını Etkileyen Duygusal Tepkileri Ölçüyor Nöropazarlamayı daha çok hangi sektörlerde kullanıyorsunuz? Bu sektörlerde hangi amaçlar için kullanıyorsunuz, firmalar reklamlarını mı ölçümlüyorlar ya da marka tutum araştırmaları, imaj araştırması için mi tercih ediyorlar? Bunu da cevaplayalım ama daha önceki soruyla ilgili aklıma bir şey geldi. Onu da ekleyip bu sorunun cevabına geçelim. Geleneksel araştırmaya nasıl bir faydası var onu söylerken şunu da ifade edelim, biz bu nöromarketing araştırmalarında evet EG tekniği gibi birçok tekniği kullanıyoruz ancak beyan verisini de tamamen göz ardı etmiyoruz. Çünkü nöromarketing tekniği kullanarak bir kişinin verdiği tepkinin ne olduğunu tespit etmek mümkünken, neden o tepkiyi verdiğini tespit etmek mümkün olmayabilir. Dolayısıyla sorarak derinlemesine görüşmeler yaparak bir moderatör eşliğinde bire bir, bir de nöroskorler eşliğinde olmak kaydıyla biz beyan verisinde de hesaba ve modele katıyoruz. Bu orta vadede tüketiciyi anlarken geleneksel araştırmacılarında işine yarayacak kodları ortaya koymakta ve tüketicilerin hem beyan verisinden hem beyan dışı verisi hesaba katmakta çok faydalı oluyor.
lerinde, kafeye girdiklerinde, kafede alışveriş yaparken oraya oturduklarında neler hissettiklerini ölçümlemek yine EG yöntemiyle mümkün. Yani insanlar bir gözlükle nereye bakıyorlar onu görme imkanına sahip oluyoruz. O baktıkları yerde ne hissediyorlar onu görme imkanına sahip olabiliyoruz. Bu açıdan alışveriş sırasında real time gerçek alışveriş zamanında duygu dağılımını ölçmek, saniye saniye raporlamak mümkün. Dolayısıyla reklamda alışveriş deneyiminde web tasarımı dijital pazarlama da kullanıyoruz, bir kişinin bir web sayfası incelerken ya da x alışveriş sitesinden satın alma yaparken neler hissettiği ile y alışveriş sitesinden alışveriş yaparken neler hissettiği arasındaki farkı net bir şekilde ortaya koyabiliyoruz. Ve bunu ortaya koyduktan sonra gelişim planlarını ortaya koyarak o çıktığı sağlayarak çok önemli bir fayda sağlamış oluyoruz. Çünkü duygusal açıdan insanların rahatsız olmadığı şekilde bir sayfa dizayn etmek satın alma davranışına da büyük bir ölçüde etki edeceğini düşünüyoruz. Temel kullanım alanları bunlar. Ek olarak marka konumlandırmasında bunu kullanmak mümkün.
Diğer sorunuza geçecek olursak, bu yöntem Türkiye’de şu anda ve dünyada da aslında reklam ve film sektöründe çok kullanılıyor. Esas olarak reklam sektöründe kullanılıyor. Çünkü, her bir reklam yatırımı milyonlarca lira değerinde. Ve reklam sadece yaratıcılıkla ilgili bir konu değil aynı zamanda etki etmekle ilgili bir konu. Çünkü yaratıcılık sonucunda eğlendirmek ya da insanları duygulandırmak tek amaç değil; o reklamı yapan markanın algısına nasıl katkıda bulunacağına, o reklamın ya da satın alma davranışına nasıl etki edeceği çok önemli bunu da ölçümlemek nöromarketing yöntemleriyle mümkün oluyor. Örneğin bir reklamın belli bir bölümünü kısalttığımız takdirde hem o reklamın maliyetini azaltmış oluyoruz. Diyelim ki 40 saniyelik bir reklamdan 4 saniyeyi çıkartmak, etkisiz olan travma yaratan ya da duygusal anlamda rahatsızlık yaratan 4 saniyeyi çıkartmak -tabii ki hikayenin bütününü bozmadan çıkartmak - hem reklamın etkinliğini artıyor hem de ciddi bir tasarruf sağlıyor reklam verene. Bu yöntemin reklam verenler tarafından hızlı bir şekilde kabullenilmesi ve hayata geçirilmesi sağlandı. Bunun yanında alışveriş deneyimi sırasında da kullanılıyor; yani insanlar bir kafeye gittik-
Eğer bir markadan bahsediyorsak bir markanın duygusal gücü çok önemli ise ve yarattığı sembolik değerler çok önemli ise yine bunu beyan yönteminde sorarak almak markanın gücünü beyan gücüyle tespit etmek çok kolay bir şey değil çünkü insanlar çoğu zaman neler hissettiklerini kendilerini bile farkında değiller ondan dolayı beyin dalgaları yönetimiyle, EG yöntemiyle bir markanın gücünün ölçümlenmesi ve markanın konumlandırılması mümkün.
55
Nöropazarlama çalışmalarında dikkat edilmesi gereken etik kurallar var mı? Varsa bunlar neler?
tüketicilerimizin hem müşterilerimizin hem de diğer tüketicilerin bundan korkmamasını bunu doğru algılamasını sağlamak temel amaç bu. Yayınlanmış etik kodlar listesi var mı ?
Tabii. Nöromarketing yöntemlerinde özellikle şunu vurgulamak gerekiyor ki neler yapabildiğimizi anlatırken aslında nöromarketingin neler yapamadığını da anlatmak çok önemli. Neler yapamadığını anlatamazsak insanların zihninde nöropazarlamanın bir şeytan işi olduğu, bilinç altımızı yönlendirerek bizi satın almaya koşan zombiler haline getirebileceği algısı yaratabilir. Fakat bu kesinlikle doğru değildir.
Var NMSBA web sayfasında bulabilirsiniz. Lojistik Firmaları Nöromarketingten Yararlanabilir Lojistik sektörü nöromarketingden ne şekilde fayda sağlayabilir? Ya da bu konuda size başvuran şirketler firmalar var mı ? Nöromarketing araştırmalarından daha çok son tüketiciye hitap eden şirketlerin reklamlarında faydalanıyoruz, yani diyelim ki bir internet sağlayıcısının ilgisini çekebiliyor ya da bir FMCG sektöründe ya da gıda sektöründe bu çok yaygınlıkla kullanılabiliyor. Çünkü bu milyonlarca insana hitap ediyor, onun reklamları, onun pazarlama stratejileri fakat lojistik sektöründe bir şirketler grubuna hitap ediyorsun ve belki hitap ettiğiniz müşteri sayısı 1000-2000. Ancak bir düşünün, çikolata satan ya da internet satan bir şirket ya da cep telefonu operatörü 40 milyona hitap ediyor. Dolayısıyla 40 milyonun duygusal tepkisini ölçmek demek 1000 kişi ya da şirketin duygusal tepkisini ölçmemekten çok daha zor bunun için nöropazarlama orada çok daha etkili. Bu demek değil ki, lojistik sektöründe kullanılmaz lojistik sektöründe de kullanılabilir özellikle marka konumlandırma konusunda örnek veriyorum, bir Borusan’ın, bir DHL’in marka algısı lojistik müşterileri gözünde nedir? Bunu ortaya koymak mümkün; bunu marka kişiliği araştırmaları temelli düşünecek olursak o marka konumlandırmayı yapmak mümkün. Bunda yardımcı olabilir, aynı zamanda mesela dergilerde yazılı görsel bir takım reklamlar veriliyor, o reklamların etkisini ölçmek mümkün. O reklamlarda gerçekten marka görülüyor mu? Mesaj anlaşılıyor mu? Bunu ölçümlemekte, çünkü lojistik sektöründe dergilerde yayınlanan reklamların etkisini ölçmek çok mümkün ve sıklıkla reklam yayınlanıyor biliyorum sektör hala ilerde bunu ölçümlemek mümkün tabi ki.
Biliyoruz ki yapılan araştırmalar sonucunda subliminal etki insanların algılayabildiklerinden daha farklı daha hızlı bir takım veriler sunmak onların beyinlerinde bir takım tepkiye yol açıyor. Fakat davranışa yöneltmek konusunda o kadar etkili olmuyor. Dolayısıyla biz insanlara farkında olmadan her hangi bir tohum ekemeyiz. Bunu ekmek teknik olarak mümkün değil, evet onların belli bir noktada beyinlerinin tepki vermesini sağlayabiliriz ama davranışa yöneltmek başka bir şey. Nöropazarlama yöntemleri insanların beyninde ki satın alma tuşuna basarak, ona basmayı da göstermiyor aslında sadece gösterdiği pazarlama araştırmalarında nasıl temel olan tüketiciyi anlamak ve bu anlama süreci sonucunda markaya uygun bir strateji geliştirerek insanları kendi markanıza yöneltmek ise geleneksel pazarlamada nöropazarlama da aslında bunu yapıyor. Buna ek olarak o anlama sürecinde duygu dağılımını da hesaba katıyor, çünkü biliyor ki nöropazarlama insanların davranışlarını etkileyen duygusal tepkileri yani aslında bizim yaptığımız o duygusal tepkileri ölçmek, insanların duygusal seviyelerini anlamak ve ona göre stratejiler geliştirmek. Tek farkı çok önemli farkı yeni bir bilim ama sanıldığı gibi insanları zombiye dönüştüren, tüketicilerin bilincini devreden çıkartan bir yöntem değil dolayısıyla etik olarak. Şuna dikkat etmek lazım nöro pazarlama uzmanı nöromarketing bulgularıyla kendi bulgularını aynı şeymiş gibi sunmaması lazım bu dünyada karşısına çıkan bir takım etik sorunlar var. ve bunları da NMSBA yani Neuromarketing Science & Business Association belirliyor. NMSBA en büyük nöromarketing örgütü ve biz onun Türkiye başkanıyız. Burada çok dikkatli bir şekilde yapmaya çalıştığımız şey, bu etik kuralları net bir şekilde ortaya koyarak, önce kendimizi bağlamak, oto kontrol mekanizmasını devreye sokmak ve sonra hem
56
niyeyi tut demiyoruz; biz diyoruz ki bir hikayenin etkili olabilmesi için onun örgüsü çok kritik ve bir reklamın etkili olabilmesi için yarattığı hikaye aslında çok kritik dolayısıyla biz hiçbir zaman aslında hikayeyi bozacak bir takım optimizasyon planları sunmuyoruz. Reklam şirketlerine ya da kreatif ajanslara biz diyoruz ki, hikayeyi bozmayacaksa şu şu saniyeler arasında duygusal travma yaşanıyor, bunu belki müzikle belki orda ki seslendirmeyi değiştirerek belki orada ki görselliği değiştirerek aşalım; aşamıyorsak ve hikayeyi de bozmuyorsa, bu sahneleri çıkartalım ya da bu sahneler arasını çıkartalım diye geri bildirimde bulunuyoruz. Dolayısıyla bu aslında hem reklam ajanslarının hangi kodlarının çalıştığını öğrenmesi noktasında Türkiye’de Türk toplumuna hemde reklamın hikaye örgüsünün ne kadar önemli olduğunu algılama konusunda onlara önemli bir sıçrama tahtası görevi görüyor. Buradan elde ettikleri bulguları kullanarak yaptıkları reklamları daha duygulara hitap eden daha etkili kılmaları mümkün olabiliyor
bir takım çalışmalar yaparken bilimsel çalışmaları da yapmayı kendimize görev edinmiş durumdayız. Bununla ilgili makaleler yazıyoruz, sık sık görsel basında ya da yazılı basında bu makalelere yer veriyoruz. İTÜ ile, ODTÜ ile bir takım çalışmalarımız var; hem makale konusunda hem de sosyal sorumluluk konusunda; bunların detaylarını daha sonra kamuoyuyla paylaşacağız. Onun yanında dünydaa nöromaketing konusunda aktif şekilde yer alıyoruz. Mart ayında Brezilya’da bir konuşma sunum yapmak üzere davet edildik; bu konuşmanın konusud a hem Türkiye’de hem Azebeycan’da aynı reklamın ölçümlenerek, o kültürel farklılıkları kültürel kodları coğrafyaya göre ne kadar değiştiğini, o değişimin de reklamın algılanmasına ne kadar etki ettiğini ortaya koymaya çalışıyoruz. Dolayısıyla Think Neuro’nun yaptığı pazarlama alanında ki değişiklikleri nöromarketing bakış açısıyla harmanlayarak hem iş konusunda hem bilim konusunda bir öncü görevi üstlenmek.
Yener Bey son olarak bize firmanız Think Neuro’dan söz eder misiniz?
Nöromarketing reklam dünyasının geleceğini ne şekilde etkileyebilir, zira bu bir bilinç altı reklam değil.
Think nöro 2011 Kasım ayında nöropazarlama araştırmaları yapmak üzere kuruldu. Temel amacı insanların tüketicilerin duygusal seviyelerini tespit ederek onlara her hangi bir şey sormaksızın, onların ne hissettikleri onların ne istediklerini ölçümlemeye yönelik bir araştırma modeli kurumu. Bu araştırma modelinin içerisinde göz takibi, EG ve bunların sonucunda da yine bu bilgiler ışığında deneklerle görüşme yaparak onların hikayelerini elde etmeye yönelik araştırma modeliyle yoluna devam ediyor. Başladığı zamandan itibaren bugün en çok reklam araştırması yapan şirket haline gelmiş durumdadır. Ve sektöre öncü reklam verenle çalışıyor. Finans sektöründe, FMCG sektöründe, otomotiv sektöründe, internet sektöründe, iletişim sektöründe, beyaz eşya sektöründe, kafe sektöründe yani çok geniş bir yelpazede hem reklam konusunda hem alışveriş deneyimi konusunda hem dijital pazarlama konusunda, marka konumlandırması konusunda Türkiye’de ve çevre ülkelerde ölçüm yaparak şirketlere nöromarketing hizmetlerini sunuyoruz.
Biz bulgularımızı Mediacat dergisinde yayınlıyoruz. Ve bizi sevindiren nokta şu ki reklam şirketleri bu bulguları alıyorlar ve hayata geçirip kullanıyorlar. Bizim yaptığımız bir montaj makinesi üretmek değil, ya da biz insanların beyin dalgalarına bakarak şu saniyeyi kes şu sa-
Bizim yaptığımız çalışmalar Irak’ta, Azerbaycan’da yankı buldu. Oralara kadar giderek Türkiye’nin bir anlamda bu bilgiyi ihraç etmesi ve Think Neuro’nun Türkiye merkezli belki çevre ülkelere hizmet eden şirket haline gelmesi bizi gururlandırıyor, aynı zamanda biz ticari olarak
57
“Kurumsal İtibar, Bir Organizasyonun En Önemli Ve En Değerli Sermayesidir.”
Röportaj: Okutman Mehtap Tunç
Ekolojik Dönüşüm Derneği ve Türkiye Bilim Merkezi Vakfı Yönetim Kurulu üyeliklerinde aktif görev yapmaktadır. Temsil ettiği ORSA Stratejik İletişim Danışmanlığı aynı zamanda Global Reporting Initiative üyesidir. iletişim alanındaki 30 yıllık birikimi içinde yayımlanmış altı kitabı bulununan Salim Kadıbeşegil, MediaCat Communication Institute’ de ve İletişim Danışmanları Derneği İDA’da “Kurumsal İtibar Yönetimi, Kriz iletişimi yönetimi, Stratejik İletişim Planlaması, Kurumsal Sosyal Sorumluluk” konularında workshop ve seminer programları vermektedir.. Halkla ilişkiler, Stratejik İletişim, Kurumsal İtibar Yönetimi, Kriz İletişimi, Kurum İçi İletişim konularında yerli ve yabancı yayınlarda yayımlanmış 100’den fazla makalesi olan Kadibeşegil ile “itibar” konusunda bir söyleşi gerçekleştirdik. Salim Kadıbeşegil’in “ İtibar” ile tanışması nasıl oldu? İtibar yönetimi ile beni tanıştıran sanırım “sosyal paydaş” kavramı oldu. Aslında bunu da uzun zaman “sosyal ortaklar” olarak kullandım ama pek tutmadı. Şirketlerin gerçek anlamda performansları sosyal paydaşlarıyla olan ilişkilerinden geliyor. Oysaki 1990’lara kadar üret ve sat anlayışı egemendi. Yani varsa yoksa tüketici odaklı is modelleri. Oysaki hemen bir adim arkadaki çalışanlar ve tedarikçilerin performansı iş sonuçları açısından son derece kritik önem taşıyordu ama ihmal ediliyordu. Bizler de halkla ilişkiler endüstrisinde doğrudan tüketici odaklı bir düşünce anlayışındaydık. Gazetelerde dergilerde televizyonlarda hizmet verdiğimiz müşterilerin haberlerinin çıkması üzerine yoğunlaşmıştık. Bu konuda oldukça başarılı olmamıza karşın rekabette istenen farklılaşma yaratılamıyordu. Zamanla sadece tüketiciler değil o şirketin eko sistemindeki tüm paydaşların şirket performansı üzerinde etkili olduğunu gösteren araştırmalar bizleri itibar kavramı ile tanıştırdı. Çünkü şirketlerin gerçek sahibi sosyal paydaşlarıdır. İtibarlı olup olmadıklarına da onlar karar verir. Araştırmalar paydaşları tarafından itibarlı tanımlanan şirketlerin sadece finansal değil tüm iş sonuçlarında farklılaşma yaratabileceklerini söylüyorlardı. O halde itibar bir felsefe olmakla birlikte, ölçümlenebilir yaklaşımlarla yönetilebilirdi de...
Salim Kadıbeşegil
Stratejik İletişim Yönetimi alanında akademik ve profesyonel birikimi ve yüksek referansları bulunan Salim Kadıbeşegil, Kurumsal İtibar Yönetimi kavramının ülkemizde tanınması ve yer etmesine öncülük etti. Merkezi Londra’da bulunan Uluslararası İletişim Danışmanları Birliği, ICCO’da ülkemizi 1999-2004 yılları arasında Yönetim Kurulu Üyesi olarak temsil eden Kadıbeşegil, Capital Dergisi’nin “En Beğenilen Şirketler” ve “Kurumsal Sosyal Sorumluluk” araştırma projelerine danışmanlık verdi. Kadıbeşegil halen merkezi New York’ta bulunan “The Reputation Institute”un Türkiye temsilciliğini yürütüyor. Türkiye Kurumsal Yönetim Derneği ve Buğday
Zamanla en beğenilen şirketlerin en çok ciro yapan ya da kar eden şirketlerden tüm paydaşları nezdinde daha fazla güven verdiği ortaya çıktı. Bu noktadan sonra itibar yönetimi küçük, orta veya büyük tüm şirketlerin gündemi oldu. Çünkü itibarlarını yönetmekten daha önemli bir işleri yoktu!
58
Bu aşamaları dünyada ve ülkemizde yakından izlemeye çalışırken ben de kendimi bu disiplinin içinde buldum.
dır. Sadece ülkemizde değil dünyada da halkla ilişkiler mesleğinin gündemi pek iç acıcı değil. Temel sorun mesleğin alt yapısında kuramsal ve nitelikli insan kaynağı yetiştirilmesine yönelik temel alt yapının eksikliği.
Halkla İlişkiler, Türkiye’deki kurumlar tarafından, olması gerektiği gibi mi algılanmaktadır?
Dürüstlük ve Etik Öncelikli Konular
Halkla ilişkiler maalesef kendini yenileyememiş bir meslektir. Aslında içinde bulundurması gereken birçok farklı disiplini birer uzmanlık alanı olarak dışarı ihraç etmiştir. Örneğin yatırımcı ilişkileri, kurum içi iletişim, sosyal medya, sürdürülebilirlik yönetimi vb. Halkla ilişkiler mesleği artik pek de önemli olmayan medya ilişkilerinin dar duvarları arasında kendini göstermeye çalışmakta-
Halkla İlişkiler aslında bir algılama yönetimidir. Peki bu algının olumlu olması için neler gereklidir? Algılama yönetimi olarak tanımladığımız kavram yaşamın gerçekleri ile uyumlu olduğu zaman anlamlıdır. Çünkü gerçek algılar böyle oluşur. Oysaki algılar her zaman gerçekleri vermeyebilir! Bu da normaldir.
59
Ancak itibar konusunda şirket içinde bir kültür oluşmamışsa, günümüzde çok yaygın olduğu gibi, şirketler sosyal sorumluluk adı altında bir şeyler yaparak itibarlarına “yama” yapmaya çalışırlar ve genellikle de bu yamalar tutmaz.
Burada kritik soru şu: Halkla ilişkiler bu algı yönetiminin neresinde duracak? Yaşanan gelişmeler göstermektedir ki gerçek bilgi, bulgu ve kanıtlardan yola çıkılarak halkla ilişkiler yapılabildiği gibi, gerçeğe dayanmayan, spekülatif ve manipülatif bilgi ve eylemlerden de hareket edilerek halkla ilişkiler yapılmaktadır.
Sözünü ettiğimiz kültür yapmakta olan binada kullandığımız “harçtır”. Demir ve çimentodan çalan muteahhitin binası ne kadar sağlam olabilir ki? Aynı şey itibar için de geçerlidir.
Yani gerçeklerin üzerine battaniye örtmek için de halkla ilişkiler mesleğinin nimetlerinden yararlanılmaktadır. Temel sorun burada etik değerlerle ilgilidir. Her ne kadar dünyada halkla ilişkiler mesleği ile ilgili yeteri kadar etik ilke ve kural varsa da bunlara uymayanlar için bir yaptırım söz konusu değil. Bu durum terziler, kasaplar, berberler, marangozlar için geçerli değil. Orada ahlaki değerlerle ilgili bir sorun olduğunda meslek odası devreye girmekte ve faaliyetten mene kadar yaptırım uygulayabilmektedir.
Sosyal Sorumluluğun İtibara katkısının ne kadar büyük olduğunu biliyoruz. Özellikle Türkiye’deki kurumlar için sormak istiyorum, sizce sosyal sorumluluk doğru anlaşıldı mı? Sosyal sorumluluk doğru anlaşılmadı. Bu sadece ülkemiz için değil dünyada da yanlış anlaşılmasının payı var. Sorumluluğun sosyalı olmaz! Temel sorun burada zaten. Olması gereken bireysel sorumluluktur. Kendimize, topluma, çevreye, gezegene karşı bireysel anlamda sorumluluklarımızın bilincinde olmalıyız ki hangi kurumda hangi pozisyonda çalışıyor olursak olalım bu sorumluluk bilincini yaptığımız işin içine katabilelim.
Dolayısıyla halkla ilişkiler ve algı kavramları bir araya getirildiğinde dürüstlük ve etik öncelikli konular olmaktadır. İtibar Yönetimi kitabınızda, “ kurumsal itibar, bir organizasyonun en önemli ve en değerli sermayesidir. İtibarı olmayan bir organizasyonun ayakta durabilmesi düşünülemez bile. Kurumsal itibar, bir binanın beton direkleri ile kaba inşaatına benzetebiliriz .” demişsiniz. İnşaata benzetmekten yola çıkarsak itibar, “ kurumun oluşması ile birlikte başlayan bir süreçtir” diyebilir miyiz? Yoksa sonradan da elde edilebilir mi? .
Bireysel sorumluluklarımızın bilincinde olamadığımız için çalıştığımız kurumlarda toplum veya cevre adına yanlış giden bir şeylere bugüne kadar engel olamadık. Sonuçta engelli bir gezegenin engelli bireyleri olduk ancak bunun ne kadar farkındayız? Belki ucu bize henüz dokunmadığı, yaşam kalitemiz ve konforumuzdan henüz çalmadığı için farkında olmayabiliriz ama büyük ölçekte baktığımızda çocuklarımızın geleceğini tehdit eden son derece ciddi sorunların burnumuzun ucunda durduğunu görmekteyiz.
Şirketler kuruldukları günden itibaren itibarlarını yönetmek durumundadırlar. İş hayatı ve güven et ve tırnak gibidir. İtibarınız yoksa kimsenin güvenini elde edemezsiniz. Aslında bankalar ve kurumsal müşterileri arasında bu ilişkinin karşılığı “kredibilite” dir. Yani kredi vermeye değer bir şirket olması ya da olmaması! Aldığı krediyi geri ödeyebileceğine inanılan şirketlere bankalar para verir. Aynı şekilde kalite ve müşteri memnuniyeti konusunda güvenilir markaların malini tercih eder tüketiciler. Rekabete uygun maaşları, sosyal paketleri ve adil yönetilen şirketlerde çalışmak ister nitelikli insan kaynakları. Ödemeleri düzenli iyi yönetilen şirketlerle çalışmak ister tedarikçiler. Gibi... Gibi...
Yüz yılı aşkın bir süredir üretmek ve tüketmek konusunda doğadan aldığı borcu ödemeye yanaşmayan bir toplumsal yaşamı benimsemişiz. Yani toprağı, havası, suyu ile her şeyi borçlu olduğumuz doğaya karşı oldukça sorumsuz davranmışız. Simdi sosyal sorumluluk başlığı altında bu borcu geri ödemekle arınacağımızı düşünüyoruz. İşte bu nedenle sosyal değil kurumsal sorumluluk bilincini yerleştirmemiz gerekiyor. Adil ve hakkaniyetli bir yönetim, herkese ve her şeye karşı sorumlu, hesap verebilirlik anlayışı ile işimizin yönetimi kaynak ayıracağımız sosyal projelerden çok daha fazla katma değeri olacak sorumluluk bilincidir.
Bir şirket ilk günlerinde itibarını yönetmek konusunda ne kadar hassasiyet gösteriyorsa bu zamanla kurum kültürüne dönüşür. Bu kültür şirketi risklerden uzak tutar. Kendi dışında oluşan kriz ortamlarında şirketin ayakta kalmasını sağlar. Rekabette her zaman fark yaratır.
60
Salim Bey, son olarak şu soruyu sormak istiyorum, çağa ya da döneme göre sizce itibarın tanımı değişir mi? Değiştiğini düşünüyorsanız, günümüz dijital çağında ( sosyal medya ortamında) “ itibar” nedir? İtibar değerler üzerine inşa edilir. Dolayısıyla toplumun değerleri ne ise o dur. Geçtiğimiz yüzyıl “para, silahlanma, nükleer, atom bombaları” birer değer gibi algılanıyordu ve bu kavramların üzerinde itibarlı olunabiliyordu. Oysa günümüzde, küresel ısınma, insan hakları, kadına şiddet, çocuk hakları, hayvanlar, bitki örtüsü, su gibi konular toplumun değerleri arasında bir önceki yüzyıldan farklılaşıyor. Platformların değişiyor olması kavramın özünde bir değişime neden olmuyor. Sonuçta her gecen gün yaşanmakta olan güven bunalımı derinleşiyor. Bunu aşmak sadece bu değerlere uygun iş yapmak, siyaset yapmak ve toplumu yönetmek ile mümkün olacak.
Türkiye’de ve dünyada bir uyanış var. Belki yeterli değil. Sesi cılız çıkıyor olabilir. Ancak unutmayalım; geçen yıl kapitalizmin mabedi sayılan Wall Street işgal edildi. Bir anda binlerce şehirde on binlerce insan eylemleri ile bu eyleme destek verdi. Söyledikleri şarkılar, taşıdıkları yazılar değerlerdeki değişimi vurguluyordu. Bu seslere kulak vermeyenler, görmezden gelenler ve umursamayanların bu yüzyılda itibarları olmayacağı açık bir gerçek.
Ancak bu değerlerle buluşmak pek kolay değil. Sanayi devriminden bu yana tüketmek için geliştirilmiş şablonlara aykırı bir şeyler söylüyorum.
61
KARDA KIŞTA LOJİSTİK 62
63
Lojistik Hizmetlerde Mevsimsellik ve KışI Etkisi
Atilla Yıldıztekin
sadece envanter maliyetleri artmaktadır.
Lojistik Yönetim Danışmanı
Lojistikçiler için kış ayları kriz aylarıdır. Her yıl hazırladığımız yıllık bütçelerde cironun azaldığı, işletme masrafların arttığı dönemdir soğuk kış ayları.
Tedarik zincirinde en temel operasyonlarımızdan birisi depolama hizmetlerimizdir. Tedarik zincirinde arz ve talebin farklı lokasyonlarda olduğu her durumda, ilk temel işlemi, yani taşımayı yapmak zorundayız. İkinci temel operasyon da depolamadır. Arz ve talep arasında eşitsizlik olduğu zamanlarda üretim fazlası olan ürünleri depolar ve talebin arttığı zamanlarda, bunları tedarik zinciri içine aktarırız. Üretim her zaman aynı seviyede olmasına rağmen tüketici talepleri yıldan yıla, mevsimden mevsime, aydan aya, haftadan haftaya hatta günden günde farklılık gösterir. Bu farklılığın tümü lojistik sektöründe mevsimsellik olarak ele alınır ve tüm planlarımızda göz önünde bulundururuz.
Kışın günler kısalmaktadır. Geç aydınlanan günler ve erken gelen akşam karanlığı aydınlık içindeki çalışma saatlerini kısaltır. İş yapma koşulları zorlaştırır. Kışın tüketim de düşer ve buna bağlı üretimde azalmalarla karşılaşırız. Lojistik sektörü daha az ürün taşır ve daha az ürün depolar. Yağmur, kar, hatta dolu ve buzlanma gibi hava muhalefeti, kısa gün ışığı dönemi, nedenleriyle kara taşıma araçlarımızın hızı düşer, taşıma süreleri uzar. Yollarda daha fazla kaza olayları ile karşılaşırız. Taşımalar aksar ve yavaşlar, aktarmalar söz konusu olur. Taşıma araçlarımızın da ıslak zemin ve soğuk hava nedeniyle yakıt tüketimleri artar, rölantide bekleme süreleri uzar. Eski araçlarda bakım eksikliğinden doğan arızalar hep kış döneminde ortaya çıkar. Taşıma daya yüksek maliyetli bir hale gelir. Buna karşılık azalan iş kapasitesi nedeniyle pazardaki taşıma fiyatları düşer ve kar oranları alt limitlere dayanır.
Özellikle tarımsal üretimi, bir dereceye kadar tüketim ürünlerini, yatırım ürünlerini etkileyen en büyük mevsimsellik yaz-kış farklılığıdır. İş kolları arasında Turizm’den sonra yaz ve kış farkından en çok etkilenen sektör lojistik sektörüdür. Üretim sektöründe örneğin, buzdolabı ve soba üreticileri kendilerini en çok etkilenen iş kolları içine koysalar da; üretimlerini talebin az olduğu zamanlarda depolamaları ve talebin üretimin üzerine çıktığı dönemlerde, bu depolardan pazara ürün sevk etmeleri kendi çözümleri olmaktadır. Üretimleri aksamamakta
uçakları da seferlerinde gecikmekte ve verimlilikleri azalmaktadır.
munda kalırlar. Kargo şirketlerimiz gibi günün tamamını dışarıda geçiren dağıtım elemanlarının da işleri zordur. Yağmur, çamur, kar buz onların günlük verimliliklerini etkilemektedir. Şehir içindeki trafik hızının azalmasından dolayı günlük dağıtım adetleri düşmektedir. Daha geç saatlere kadar çalışmak zorunda kalırlar.
Lojistik tedarik zinciri sürecinin planlanmasını, uygulanmasını ve ardından da planlanan durum ile gerçekleşen sonuçların analizi ile yeni planlamalar yapmayı gerekli kılar. Bundan dolayı planlarımızı yaparken yıllık, mevsimsel, aylık, haftalık hatta günlük sapmaları yani mevsimselliği göz önünde bulundurmamız gerekir. Maliyetlerimizin artmaması, kaynaklarımızın gereksiz yere kullanılmaması için doğru planlama yapmak zorundayız.
Denizcilerimiz de kış aylarında daha kötü deniz koşullarında seyahat etmektedirler. Gemilerin sefer hızları düşmekte, liman erişimlerinde gecikmeler yaşanmakta, zaman zaman limanlarda gemi sayıları azalmakta ve zaman zaman da üst üste binmeler olmaktadır. Dalga nedeniyle limana yanaşamayıp açıkta bekleyen her gemi, hem taşıtan için hem taşıyan için hem de liman hizmetleri için bir maliyet yaratmaktadır. İş yoğunluğuna neden olmaktadır. Liman elleçlemesinde hız düşüklüğü ile karşılaşılmaktadır.
Her türlü olumsuz koşullara rağmen tedbirlerini baştan alan şirketler mevsimselliklerin en önemli olanını, kış krizini kolay ve çabuk atlatırlar. Sorunu ortaya koyduktan sonra çözme veya sorunun etkisini azaltma çalışmaları bir risk yönetim işlemidir ve lojistik sektöründe de son derece önemlidir. Başımıza gelecekleri önceden ön görüp sorunların krize dönmemesi için tedbirlerimizi önceden alırız. Yağmur yağmaya başlayınca şemsiyesiz kalmayalım diye..
Hava taşımasında da sis veya kar nedeniyle uçuşlarda iptaller olmaktadır. İptal edilen her uçuşta yolcu uçaklarının yük bölmelerinde taşınan uçak altı kargo hizmeti sekteye uğramaktadır. Uçakla ulaşması gereken JIT ürünler ulaşamamaktadır. Genel yük taşıyan kargo
Kışın soğuk algınlığı, grip, akciğer hastalıkları gibi sorunlar da artmaktadır. Çalışanlarımız daha fazla viziteye çıkmakta, hastahanelerde zaman geçirmekte veya özel izin kullanmakta ve işyerinde kalanlara daha çok iş yükü düşmektedir. Kurumsallaşmamış şirketlerde iş kalitesi düşer ve daha fazla müşteri şikayetleri oluşur. Depolarımızda da ısıtma maliyetlerimiz artar, depoların tamamını ısıtmıyorsak da sosyal tesislerin, yönetim ofislerinin ısıtılması gerekir. Havanın erken kararmasından dolayı çalışma alanlarımızda daha fazla elektrik tüketiriz. Bazı depolarda elleçleme alanlarında radyant ısıtıcılar devreye girer. Ofis dışında çalışan satıcılarımız, pazarlamacılarımız da kış aylarında, yaz ve bahar dönemlerindeki performanslarını göstermezler. Yoğun trafik nedeniyle günlük ziyaret sayıları azalır. Gittikleri ziyaretlerde daha fazla zaman harcamak duru-
64
65
DİKKAT! ÇATIDA KAR VE BUZ BİRİKİMİ
Taner Atlatırlar
Çatılarda kış öncesi yapılması tavsiye edilen” Çatıyı kontrol edin ve yağmur oluklarını temizleyin” önerisi genelde her tesis için geçerlidir. Depo çatılarının maruz kalacağı kar yükü; bölgede yağan karın kaç gün yerde kaldığı ve kar kalınlığı istatistiklerine bakılarak hesaplanır. Unutmamak gereken ise; “mevsimler değişiyor ve bu kış çetin geçecek “sloganıdır.
Frigonetwork - Gıda Lojistik & Tedarik Zinciri Danışmanı Palamut balığı bol, ayva ağaçları dalları kırılacak biçimde meyve dolu, bu işaretlerin yaklaşan kışın çetin geçeceğine dair işaretler olduğu büyüklerimiz tarafından öğretilirdi. Her sonbaharda olduğu gibi kış mevsiminin sebep olabileceği olumsuzlukları anımsatmak ve ilgililerin AVM, depo ve fabrikaların çatılarında kışa hazırlık önlemleri konusunda dikkatlerini çekmek benim için geleneksel bir hal aldı.
Mevsim değişiyor ve depo çatısında biriken kar normal sürede erimeyecek veya atılmayacaksa çok ciddi sorunlar bizi bekleyecektir. Örneğin; yaklaşık 5000 m2 çatısı olan bir lojistik şirketi deposunun çatısında 2,5 cm kar birikmesi 117 ton ilave yük getirmektedir. Kar kalınlığının artması veya çatıda kar bulunma sürenin uzaması sizleri önlem almaya yöneltmelidir.
Küresel ısınma nedeniyle mevsimlerin değiştiğini konuşur olduk, şayet kış sert geçecek ise özellikle depo çatılarında biriken kar için ve çatılarda oluşan buz sarkıtları için şimdiden önlemler almak gerekmektedir.
Şayet deponuz; büyük düz tavan gibi yüksek çatıysa, yüksek ve düşük tavanların bir arada olduğu binalar varsa rüzgarın sürükleyip getireceği kar düşük tavana toplanacaktır. Bu gibi birleşim yerleri hemen temizlenmelidir.
Geçen kış orta ve güney Avrupa’da birkaç lojistik depoda ağır kar birikmesinin sebep olduğu çatı çökmesi olayı hakkında farkındalık yaratmak gerekiyor.
Kar temizleme; yapısal sistemin tasarımı üzerinde büyük ölçüde etkilidir.
Çatılardaki kar temizliği yapılırken dikkat edilmesi gerekenler ise;
Bina çatınızın canlı yükünü azaltmak için ne yapılması gerektiğini mütahidinize sorunuz Eriyen kar sularının serbestçe yağmur kanallarına gittiğinden emin olunuz, kar erimesinden sonra yağmur oluklarındaki su, gecegündüz ısı farkından donar.
1. Çatılarda kar temizliği için kenardan başlayıp ortalara gitmek bir yoldur ancak ortada biriken karın sebep olacağı yük kolon-kiriş mesafeleriyle ilintilidir.
Ertesi gün eriyen kar suyu, buzlanmış yağmur oluğu nedeniyle akamaz, taşar ve göllenme olabilir.
2. Orta açıklıkta kirişlerde kar yükü kenarlarda daha fazla öneme sahiptir. Ancak, genel olarak konuşursak, çoğu kar temizleme kenarlarında başlar ve merkeze doğru ilerler. Çok ağır kar yüklerinde ortadan bir yol açmak tavsiye edilir.
Yağmur oluklarından buz sarkması sonucu üzücü olaylara sıklıkla rastlanır. Eğer buz çatıdan aşağıya gerek yağmur oluğundan gerekse çatıdan aşağıya sarkıyor ve çatı yüksekliği iki metreden fazla ise oluşan buzu yok gerekir. Bu nedenle buz sarkıtlarını temizletiniz, temizleninceye kadar bölgedeki yaya trafiğini engelleyininiz.
3. Konsol Kirişli düz Çatılarda başka bir sorun ise; Karla kaplı bir bölüm kaldırılır ise, diğer uçta yüksek yükler oluşturabilir. 4. Genel Çatılarda gölleneme konusunda da duyarlı olunmalıdır. Çözülmenin sebep olacağı potansiyel gölleneme sorunları için sık sık kontrol edilmelidir. Çatılar; canlı ve ölü yükleri taşımak için tasarlanmıştır ve canlı yük kar ağırlığıyla ilgilidir.
66
67
Olumsuz Hava Koşullarında Demiryolu Taşımacılığı
Nükhet Işıkoğlu
Soğuk kış günlerinde olumsuz hava şartları, kar ve buzlanma yüzünden kapanan yolları, iptal edilen uçak ve gemi seferleri haberlerini sıklıkla duyarız.
ve verimliliklerini arttırmışlardır. Avrupa Birliği; taşımacılığı modern ekonominin anahtarı olarak ele almakta ve ulaştırma politikalarında dengenin demiryolu, denizyolu ve iç suyolları lehine arttırılmasını sağlamak için çalışmaktadır. Avrupa genelinde tek tip Pazar oluşturmak ve tüm Avrupa ülkelerini dolaşabilen kesintisiz bir demiryolu altyapısını tesis etmek amacıyla; Demiryolu kuruluşlarının özerkliği, İşletme ve altyapının birbirinden ayrılması, yeni işleticilerin hatlara erişim hakkının sağlanması, Altyapı kullanım bedelinin ayrımcı olmayan bir şekilde belirlenmesini sağlama konularında ülkeleri yapısal değişimler yönünde zorlamaktadır.
Demiryolu Taşımacılığı Derneği Genel Müdür Yardımcısı Sağlıklı, güvenli bir gelecek için yeşil ve temiz bir çevrenin oluşturulmasının gerekliliği artık tüm dünyada uygulanacak politikalara ve yatırımlara yön vermektedir. Lojistik sektöründe de bu hedeflere ulaşmanın yolunun ancak demiryolu taşımacılığının daha yaygın ve etkin kullanımıyla mümkün olabileceği anlaşılmıştır.
Bu çalışmalara paralel olarak Avrupa Birliği’nde, ülkelerin milli demiryolu şebekelerini bir araya getiren, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini de içine alan bir Avrupa yüksek hızlı tren şebekesinin gerçekleştirilmesi yönünde de süreç devam etmektedir. Kombine taşımacılık her geçen gün önem kazanmakta ve bu durum da demiryolunu yıldızını daha da parlatmaktadır.
AB ülkeleri bu bağlamda demiryolu sektörü ile ilgili 91/440 sayılı Avrupa Konseyi Direktifi doğrultusunda yönetim özerkliği sağlayarak mali yapılarını iyileştirmişler
Dünya genelinde küresel ticaretin gelişimine paralel
68
Demiryolu olumsuz hava koşullarından en az etkilenen taşıma modu olarak lojistik zincirinin güvenli bir şekilde aksamadan devam etmesine imkân sağlamaktadır. Demiryolcular, zorlu hava şartlarında, özellikle yoğun kar yağışında demiryolunda seyrüseferin kesintiye uğramaması için önceden gerekli tedbirlerin alınmasını sağlarlar. Demiryolu hatlarının her kısmında trafiği engelleyen ve her kış mevsiminde karın kapattığı bölgeler önceden tespit edilerek gerekli önlemler alınır. Demiryolunun karla kapanmasını ve karın hat üzerinde birikmesini önlemek üzere yapılan engeller yani kar siperleri, tamir ettirilerek kar mevsimi gelmeden hazır bulundurulur.
olarak ortaya çıkan ulaştırma koridorları, demiryollarının küreselleşmenin getirdiği düzene ayak uydurabilmesi için önemli yapısal ve teknik değişim süreçlerinden geçmesine neden olmaktadır.
Özellikle istasyonlardaki ve hatlar üzerindeki makas parçaları, hatlar, traversler, vagon kantarları, hemzemin üst ve alt geçitler, peron, istasyon meydanları, bina, ambar ve yollar karlanma ve buzlanmaya karşı sürekli temizlenmektedir.
Ülkemizde de demiryoluna verilen önem yatırımların planlamasında kendini göstermiştir. 2003 yılında 480 milyon TL olan Demiryolu sektörü ödeneği, 2013 yılında 16 kat artarak 7.968 milyar TL’ye ulaşmıştır. Demiryolunun güvenli olması, ağır yük taşımacılığına uygunluğu, sabit transit süresi, çevreci olması ve hava koşullarından etkilenmemesi demiryolu taşımacılığını üretici ve ihracatçı için etkin bir taşıma modu haline getirmektedir.
Bu önlemler sayesinde demiryolu her türlü olumsuz hava şartı, kar, buz demeden işleyişine devam eder.
69
Lojistik Sektöründe Her Mevsime Hazırlıklı Olmalısınız
Röportaj: Öğr. Gör. Sevil Bektaş
le başa çıkabilme yollarını Türkiye’nin önde gelen kara, hava, deniz ve demiryolu nakliyesi, fuar ve etkinlik lojistiği, proje taşımacılığı ve diğer tüm lojistik hizmetlerini başarıyla sunan, sektöre sayısız yenilikler getirmiş olan Mars Logistics firmasından Ali Tulgar ile konuştuk.
Fotoğraf: Mars Lojistik Arşivi
Bize Mars Logistics’in tarihçesinden bahsedebilir misiniz? Hangi alanlarda faaliyet gösteriyorsunuz? Mars Logistics, Karayolu Taşımacılığı, Havayolu Taşımacılığı, Denizyolu Taşımacılığı, Demiryolu Taşımacılığı, Fuar ve Etkinlik Lojistiği, Proje Taşımacılığı, Intermodal Taşımacılık, Gümrükleme, Sigorta, Depolama ve diğer tüm lojistik hizmetlerinin kusursuz olarak sunulduğu, sektöre sayısız yenilikler getirmiş olan kurumsal bir lojistik firmasıdır. Çatısı altında topladığı şirketleri, 1000’nin üzerinde profesyonel çalışanı, tam donanımlı altyapısı ve kusursuz iletişim ağıyla, tam hizmet politikası güden organize bir kurum olarak yapılanmaktadır. Mars Lojistik Uluslararası Taşımacılık Depolama Dağıtım, Mars Hava ve Deniz Kargo, Mars Sigorta ve Mars Logistics S.A.R.L. şirketlerinden oluşan Mars Logistics’in, merkezi İstanbul Yenibosna’da olmak üzere Avcılar, Bursa, İzmir, Adana, Ankara, Mersin, Tuzla, Atatürk Havalimanı, Adnan Menderes Havalimanı, Esenboğa Havalimanı’nında, yurtdışında ise Lüksemburg, Trieste, Guangzhou ve Shanghai’da şubeleri bulunmaktadır. Peki siz Mars ailesine nasıl katıldınız? Ben 1997 senesinden beri Mars ailesinin bir üyesiyim. Daha önce yüksek inşaat mühendisi olarak Yıldız Teknik Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışmaktaydım. Karayolu ve demiryolunda yaptığım projelerin benim lojistik sektörüne olan ilgimi artırması sonucu bu sektöre giriş yaptım.
Mars Logistics Genel Müdür Yardımcısı Ali Tulgar
Son yıllarda ülkemizde de kış oldukça ağır geçiyor. Mevsimsel değişikliklerden en çok etkilenen sektörlerin başında gelen lojistik faaliyetlerinde ciddi krizler yaşanabiliyor. Özellikle kış aylarında etkili olan kar yağışları günlük hayatın neredeyse durmasına sebep olabiliyor. Tren seyirlerinin aksamaması, karayolu ile taşınan ürünlerin zarar görmemesi ve müşterilere sunulan hizmetin zamanında ulaşması lojistik firmalarının önceliğini oluşturuyor. Kış dönemi yaşanabilecek her türlü doğal afetlerden en az zararla atlatabilmek için diğer mevsimlere göre ek tedbirler almak gerekiyor. Başta komşu ülkeler olmak üzere Avrupa’da ve son yıllarda Türkiye’de zorlu geçen kış koşullarının lojistik süreçlerine olan etkisini, yaşanan krizleri ve bu zorlu süreçler-
Türkiye ve Avrupa’da son yıllarda kış koşulları hayatı zorlamakta. Turizmin yanı sıra taşımacılıkta mevsimsel değişikliklerden en fazla etkilenen sektör olarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda zorlu hava koşulları lojistik süreçlerini nasıl etkilemektedir? Mevsimsel değişiklik kavramı bizim sektörümüzde yok. Sadece kış şartları ya da kar olarak düşünmemek lazım. Şiddetli yağmur yağışları sonucunda, yollarda sel baskınları vb. gibi sorunlar da yaşanabiliyor. Yine şiddetli rüzgârların etkisiyle sert hava şartlarından dolayı gemilerin yanaşamama durumları söz konusu olabiliyor.
70
Örneğin 2012 senesinin ilk ayında hava şartlarından en az etkilenen demiryolu taşımacılığı olmasına rağmen, komşumuz Bulgaristan’da ciddi bir sel baskını oluştu ve demiryolları ciddi hasar gördü. Bu afet yaklaşık bir ay Avrupa’ya yapılan demiryolu taşımacılığının aksamasına sebep oldu. Dolaylı olarak da bu selin etkilerini yaşadık. Örneğin o sırada mevcutta gelmekte olan tren taşımalarında ciddi aksamalar görüldü.
Kötü hava koşullarının yarattığı olumsuzluklar karşısında kriz yaşamadan süreçlerimizi yönetebiliyoruz. Çünkü rota değişikliğine anında karar verebilen şirketimizde ayrı bir filo yönetimi departmanımız var. Yaklaşık 1500 tane aracımız var ve bu araçların yönlendirilmesi ve değiştirilmesinde profesyonel bakış açısına ihtiyaç var. Başarılı filo yönetimimizin yanı sıra 2012 senesinin eylül ayında Intermodal taşımacılığı hayata geçirdik.
Biraz önce söz ettiğim Demiryolu taşımacılığımızı aksatan Bulgaristan sel faciası bizim açımızdan ciddi bir vakaydı. Aslında bu olay bir vaka çalışması gibi düşünülebilir. Bu durumda ne yaptığımıza gelince, biz Mars Lojistik olarak, Türkiye’den Bulgaristan’a tırlarımızı yollayarak, yolda kalan trenlerden ürünleri devralarak, zamanında müşterisine ulaştırdık. Tabii ki ister istemez ufak aksamalar yaşandı ama lojistikteki tüm alternatiflerimizi kullanarak taşımaları zamanında gerçekleştirdik. Bu kriz çok ciddi ve masraflı bir çalışma oldu ama hepimiz açısından incelenecek güzel bir vaka olarak yerini aldı.
Intermodal taşımacılık nedir? İtalya’nın Trieste limanından Lüksemburg’a kadar olan güzergahtaki tren sistemi üzerinde kendi tırlarımızın taşınmasını kapsayan bir intermodal taşıma hizmetini hayata geçirdik. Şuan için haftada 3 ihracat ve 3 ithalat yani 3 tren geliş, 3 tren gidiş olarak hizmet vermeye devam ediyoruz. Bu taşıma işlemi sırasında kullanılan özel treylerler ile yüklerde ekstra bir boşaltma işlemi yapılmadan treylerler direkt olarak limanda trene hızlı bir şekilde aktarılır. Karayolu, demiryolu ve denizyolunun karma bir şekilde kullanıldığı bu taşıma modeli ile optimum süre ve maksimum çevrecilik hedeflenmektedir. Bu sistemin getirdiği en büyük avantaj, Avrupa içinde kötü hava şartlarından en az etkilenecek bir alternatif olarak müşterilerimize sunuyor olmamız. Başta otomotiv ve kimya olmak üzere birçok endüstriyel sektör intermodal hizmetimizden ciddi anlamda faydalanıyor. 2013’ün ilk yarısı tamamlandığında tren sayısını dörde yılın son çeyreğinde de beşe çıkartmayı planlıyoruz.
Mevsimsel değişikliklerden dolayı lojistik süreçlerimizde yaşadığımız diğer sıkıntıların başında hava şartlarından dolayı kışın kar ve buzlanmadan dolayı oluşan aksaklıklar gelmektedir. Yine komşularımızdan özellikle Bulgaristan başta olmak üzere Romanya, Polanya’da ve eski doğu ülkelerinde ciddi kış şartları oluşuyor. Keza aynı şekilde diğer Avrupa ülkeleri için de geçerli ama kış şartları yakın komşularımızda daha şiddetli hissediliyor. Bu gibi durumlarda hava şartlarının gidişatına göre rota değişiklikleri yapıyoruz.
Türkiye’nin İstanbul, İzmir ve Mersin limanlarından gemilere bindirilen tırlarımız hiçbir şekilde başka bir işleme maruz kalmadan tesis limanında trene bindiriliyor. Lüksemburg’a kadar hiçbir çekicisi olmadan devam ediyor. Bu da kara şartlarından minimum etkilenmemiz demek. Her ne kadar transit süre açısından direkt kara ulaşımına göre biraz daha yavaş gibi dursa da gemi ve trenlerin belli zamanlarda muhakkak hareket etmesi ile en güvenilir ve sabit bir hizmeti sunmuş oluyorsunuz. Çünkü tren yoluyla gelen treylerin gemiye binme öncelikleri vardır. Bu projemiz ile Lüksemburg, Belçika, Kuzey Fransa, Hollanda, İngiltere ve Batı Almanya bölgelerine intermodal hizmetini sunuyoruz.
Rota değiştirdiğimiz durumlarda yaşanabilecek zamansal değişikliklerde, müşterilerin bilgilendirilmesi önceliğimiz oluyor. Bu durumda denizyolu ile taşımacılığa yöneliyoruz. Ama kötü hava koşullarından ötürü Ro-Ro’ların limana yanaşamadığı durumlar da olabiliyor. Bu durumda yapacak bir şey kalmıyor ve müşteri konuyla ilgili bilgilendiriliyor. Rota değişiklikleri size ekstra masraf yaratmıyor mu? Bu durumu nasıl çözüyorsunuz? Tabii ki lojistik süreçlerinde planlanmamış değişiklikler beraberinde yeni masraflarda getiriyor. Mesela Bulgaristan’daki sel felaketinde, müşterilerimizin etkilenmemesi için ciddi fedakârlıkta bulunduk. O felaket aşamasını şirket olarak başarıyla atlattık, hatta birçok rakibimize de bu konuda destek vererek karşılıklı işbirliğine gittiğimiz de oldu.
Mars Logistics olarak geliştirdiğiniz Intermodal taşıma sistemi, yurtdışında yaşanabilecek sert hava koşullarına karşı bir alternatif çözüm olduğunu söyleyebilir miyiz? Intermodal sistemi kullandığı karma taşıma sistemi ile hava ve yol şartlarından etkilenmeden yüklerinizin
71
optimum sürede varış noktasına ulaşmasını sağlıyor. Avrupa’ya Karayolu taşımacılığı, tren taşımacılığı, denizyolu ve havayolu olarak biz müşterilerimize değişik birçok alternatif sunuyoruz. Bunların içinde denizyolu daha ekonomik olmasına rağmen hepimizin bildiği gibi deniz yolu taşımacılığı taşımacılıkta en uzun süreye sahiptir. Açıkçası lojistik süreçlerimizin rotası, müşterinin ürün yelpazesine göre değişebiliyor. Acil bir ürün ise hava şartlarından dolayı bir aksama yaşanmaması için hava taşımacılığı tercih edilebiliyor. Biz Mars Lojistik olarak bünyemizde olan tüm imkanları kullanarak mevsimsel değişikliklerin sonuçlarından en az etkilenmeye çalışıyoruz. Bu durumda Ali Bey dışarıdan destek almak yerine çözümleri kendi içinizde ürettiğinizi söyleyebiliriz…
Bugüne kadar kötü hava koşullarında müşterinizle yaşadığınız bir sorun oldu mu? Varsa eğer bu krizi nasıl yönettiniz?
Kötü hava şartları nedeniyle oluşabilecek can ve mal kaybıyla karşılaştığınızda bu durumun tazmini karşısında neler yapıyorsunuz?
Müşteriyle yaşadığımız ciddi bir kayıp söz konusu değil. Bizde yaşanan kriz, müşteriyle olan ilişkiyi yönetmedeki psikolojik faktörler diyebiliriz. Şöyle düşünürsek, burada mevsim koşullarını biliyorsunuz. Kışın bile bizde bazen güneşli veya 20 derecelere kadar hava şartlarına ulaşabiliyoruz. Şimdi müşteri camdan dışarı bakıyor ve hava belki kış şartlarına göre ceketle bile dolaşılacak durumda ama siz diyorsunuz ki şu anda buzdan dolayı araçlar yürüyemeyecek konumda. Hatta çok uzağa gitmeyelim Kapıkule yani bizim kendi Trakya bölgemizde de biz bunu yaşıyoruz.
Hava şartlarından dolayı hiçbir zaman mal kaybı yaşanmadı hatta Mars Lojistik olarak hiç bir kaza da yaşamadık. Zorlu hava şartlarına hem ekipman olarak hazırlıklı olmamız hem de sürücülerimizin bu durumlarda azami dikkat sarf etmeleri bugüne kadar bizleri kötü sonuçlardan uzak tutmuştur. Yaşanan tek sorun transit sürelerin gecikmesi olmaktadır. Bahsettiğim gibi belli bir güzergahlarda tıkanmalar yaşanmaktadır.
Müşteri her ne kadar bunu bilse de sonuçta kendi ürününü sattığı veya satacağı müşterisine karşı sorumluluk hissettiğinden dolayı baskı altında ve o şartları anlamak istemiyor. Bu durum karşısında son derece deneyimli ekibimiz müşterilerimize en doğru şekilde bilgileri ulaştırarak karşılıklı çözüm yolları buluyorlar. Sonuçta müşteri memnuniyetinin önemli olduğu hizmet sektörüyüz. İletişim bizim sektörümüz için çok önemli ve mümkün olduğunca ön bilgilendirme yapmaya gayret ediyoruz. Dediğim gibi iletişimde çok başarılı bir şirket olmamızdan dolayı müşterimizle sorun yaşamıyoruz. Müşterilerimiz tüm bilgilere sadece Mars çalışanları vasıtasıyla değil aynı zamanda web üzerinden ve hatta Apple ve Android mobil sistemleri üzerinden de günün 24 saati hızlı ve doğru bir şekilde ulaşabiliyorlar.
Öncelikle elinizdeki tüm imkanları ve alternatifleri değerlendirmeniz gerekmektedir. Tabi ihtiyaç durumunda sektördeki diğer imkanları da değerlendirmeye alıyoruz. Çünkü Türkiye bile son yıllarda ciddi kar koşullarıyla karşı karşıya kalıyor. Kelimenin tam anlamıyla İstanbul’da hayat durabiliyor ki, Anadolu’da kış şartları daha da ağır geçiyor. Sadece Avrupa’da değil son 2-3 yıldır ciddi oranda Türkiye içindeki sorunumuz da artmaya başladı ve o yüzden kendimize kriz masaları oluşturuyoruz. Kış döneminde süreçlerimizi ve filolarımızı daha hızlı takip ediyoruz. 1500 araçlık bir filoyu yönettiğimizi düşünürseniz sadece kış ayları değil bizim 365 gün 7/24 çalışan içeride her an krize hazır olan bir ekibimiz bulunuyor. Çünkü buna mecbursunuz. Biraz önce örneklendirdiğim gibi birçok alternatif kötü senaryoya karşı bizim çok hızlı reaksiyon almamız gerekiyor.
Kış şartlarında süreçlerinizin aksamaması için uyguladığınız stratejiler ya da önlemler var mı? Biz araçlarımıza özel bir bakım yaptırıyoruz ve bu bakımları ikiye ayırıyoruz. Bir yaza girerken bir kışa girerken araçlarımızın genel bakımlarını uyguluyor ve olası hava muhalefetlerine karşı önlemlerimizi erkenden alıyoruz. Lastik, zincir kontrollerinin yanı sıra antifiriz kontrollerini yapıyoruz özellikle kuzey Avrupa bölgesinde soğuk havalara göre dereceleri ayarlamak önem teşkil ediyor. 1500 araçlık bir filo ve bunların her dönem kontrol edilen bakımları söz konusu olduğundan kendi bakım atölyemiz bulunuyor. Kışa girmeden tamamladığımız hazırlıklarla herhangi bir sürprizle karşılaşmadan yılı tamamlıyoruz.
En kötü zorlu şartlardan dolayı belki yolda kaymalar yaşanmıştır ama bunlara da en kısa zamanda müdahale edilmiştir. Kardan dolayı yaşanabilecek kaymalar için zincir, kış lastiği gibi önlemler kış başlamadan alınıyor.
Peki mevsimsel değişikliklerin etkisini en fazla hissettiğiniz yerler, Türkiye mi Avrupa mı ?
Sadece 3 tırdan, 5 tırdan bahsetsek hiç önemli değil bir çözüm bulunur ama 1500 araçlık bir filo yönetimi ve artı bunun yanında da ciddi anlamda bir taşeron yani dış kaynak olarak kullandığımız filonun devamı da söz konusu.
Kış koşulları için düşünürsek en ağır şartlar genelde Avrupa’da yaşanıyor diyebiliriz. Firma olarak karayolunda ağırlıklı faaliyet alanımız Avrupa olduğu için burada her sene doğal olarak oluşan kış şartları ağır geçiyor ve haliyle bu durum bizi erken çözümler üretmemizi zorunlu kılıyor. Aslında Türkiye’de de sonuçta hava şartlarından etkileniliyor ve ona göre alternatif ulaştırma veya toplama dağıtım metodları da uygulanıyor.
Sadece kar kış olarak tanımlamamak lazım bazen hiç hesaba katmadığımız doğa olayları da bizim sektörümüzde kriz yaratabiliyor. Bunun en güzel örneği İzlanda’da patlayan yanardağ. Bu felaket Avrupa’ya olan uçuşları aksattı. Biz bu süreci müşterilerimize alternatif olarak karada daha hızlı olan ultra ekspres dediğimiz acil taşımalarla başarılı bir şekilde geçirdik. Neredeyse uçak seferlerine yaklaşacak kadar hızlı olan bu alternatif ulaşımla ithalat ihracat bazında müşterilerimize hizmet verdik. Bu kriz örneği de gösteriyor ki süreçlerimizi kendi içimizde yarattığımız alternatif yollarla çözebiliyoruz.
Tek fark ülkemizde zorlu hava şartlarını kendimizde yaşadığımız için gördüğümüz şeyi kabullenmemiz, müşterilerimizin kendi müşterilerine durumu izah etmesi biraz daha kolay oluyor.
72
73
KAR VE BUZLANMA BİRÇOK ANA GÜZERGAHIN KAPANMASINA NEDEN OLUYOR
Röportaj: Yrd. Doç.Dr. Pınar Seden Meral
Biz özellikle İstanbul kentinde olumsuz hava şartlarının hayatı felce uğratmasından yakınıyoruz ama ticaret yapan firmalar açısından bu olumsuzluklar kuşkusuz çok önemli. Sizin işbirliği içerisinde olduğunuz ülkelerde hava koşulları nakliyeyi etkiliyor mu? Örneğin kara yollarının ya da sınır kapılarının kapanması gibi.
Uluslararası lojistik sektöründe partnerlerine 2007 yılından beri hizmet veren Damla Uluslararası Nakliyat, Avrupa ve Uzakdoğu ülkelerine konteyner ve karayolu taşımacılığı yapıyor. Sundukları lojistik hizmetinin niteliği sebebiyle olumsuz hava koşullarından en fazla etkilenebilecek kuruluşların başında gelen Damla Uluslararası Nakliyat kurucusu Korkut Doğan ile lojistik faaliyetleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
nistan-Hırvatistan- Romanya güzergahıdır. Diğeri İtalya Trieste üzerinden çalışan Ro Ro hattıdır. Her iki güzergah da göz önüne aldığımızda bir taraftan Balkanlar diğer taraftan deniz yolu karşımıza çıkmaktadır. Bu iki güzergah da kış aylarında çok çetin hava koşulları meydana gelmekte kara yolunda kar, tipi ve buzlanma denizde ise fırtınaya bağlı büyük dalgalar meydana gelmektedir.
Korkut bey, Damla Lojistik olarak uluslararası alanda lojistik hizmetleri sunuyorsunuz. Bize hangi ülkelerle nasıl bir işbirliği içerisinde olduğunuzu anlatır mısınız? Firmamız Damla uluslararası nakliyat 2007 yılında kurulmuş genç bir kuruluştur. İstanbul merkez ofisi Macaristan Budapeşte şubesi ve Çin acentaları ile başta Avrupa ile karayolu taşımacılığı ve Uzakdoğu’dan konteyner taşımacılığı yapmaktadır.
Özellikle son yıllarda küresel ısınmanın sonuçları olsa gerek kış ayları bir çok ana yol güzergahının kar ve buzlanma sebebiyle kapanmasına sebep olmaktadır. En güzel örnek geçen yıl yoğun kar yağışı sebebiyle İpsala kapıkule ve Hamzabeyli kapılarımızın tamamen kapanması ve İtalya Trieste’de dev dalgalar ve fırtına sebebiyle Ro Ro gemilerinin karaya yanaşamamasını gösterebiliriz.
Avrupa’da ağırlıklı çalıştığımız ülkeler Macaristan, Yunanistan, Polonya, Almanya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Hollanda, Avusturya, Fransa, Belçika Ve İngiltere’dir .
Bu tip durumlarda taşımalarımız tamamen durmakta ve hava koşullarının düzelmesini beklemekteyiz. Yol gidememek, kapılardan geçememek limanlara varamamak ticaretimizin durması işin bir kötü sonucu olmakla beraber uzun süreli beklemelerde araçlarımızdaki yüklerinde uzun süreli araç üstünde soğuk ortamda beklemesi bazı malların bozulmasına deforme olmasına da sebep vermektedir.
teyiz. çok kötü durumlar da yüklemeleri kesinlikle henüz araç yola çıkmadan durdurmaktayız. Bu tedbirin mümkün olmadığı durumlarda araçların yol almasını durdurmakta ve güvenli parklarda bekletilmesini sağlamaktayız. İleri aşamada taşıdığımız yükün bozulma vs gibi durumlarda içinde bulunduğumuz ilke gümrüklerine başvurarak malzemelerin güvenli depolarda belirli prosedürleri yerine getirerek geçici olarak muhafaza edilmesini sağlamaktayız
Avrupa’ya 3 ana sınır bölgesinden çıkış yapmaktayız: İpsala (Yunanistan) Kapıkule- Hamzebeyli (Bulgaristan). Ülkemizin konum olarak Akdeniz ülkesi olmasına rağmen Başlıca çalıştığımız ülkelerin Avrupa ülkeleri olduğu düşünüldüğünde özellikle Balkanlar ve Kuzey kutbuna yaklaştıkça zorlaşan iklim şartları bu ülkelerde ki yolların ülkemizden daha çok kapanmasına sebep olmaktadır .
Deniz yolu ya da hava yolu ile yapılan nakliyelerde nasıl bir yöntem izleniyor sorunun çözümünde? Hava yolunda direk uçuşlar iptal edilmekte deniz yolunda ise geminin limana yanaşamaması durumunda açıkta bekletilerek uygun şartların oluşması beklenmektedir .
Özellikle Bulgaristan’ın ekonomik ve siyasi kararları çerçevesinde yeterli yol açma çalışmalarına önem vermemesi yağışlı havalarda baraj kapaklarının açarak Trakya bölgesini sular altında bırakması, yaz aylarında sıcak yüzünden trafiği durdurması, karlı yolları temizlememesi bu güzergah üzerindeki tüm yolların kapanmasına neden olmaktadır.
Kötü hava koşullarında lojistik süreç herhangi bir sebep ile kesintiye uğradığında işin sigorta boyutu nasıl gerçekleşmektedir? Sigorta firmaları kış şartlarında araçların kaza yapması durumunda hasa ödemesi yapmakta onun dışında araçların yol alamamasından kaynaklanan ticari kayıpları kesinlikle ödememektedir.
Siz bu tip durumlara ne gibi çözümler üretiyorsunuz? Aldığınız önlemler nelerdir? Kış aylarında özellikle hava durum raporları dernek ve ulaştırma bakanlığının haberlerini dikkatle takip etmek-
Diğer yandan çok sıcak geçen yaz aylarında da aşırı sıcaklarda yol güzergahı üzerinde ki ülkelerin asfaltın erimesi sebebiyle yollarının korumak amacıyla araç trafiğini günün belli saatlerinde durdurmaktadırlar. Yine sıcak hava şartları da kışın olduğu gibi uzun süreli beklemelerde araç üstündeki malların bozulma deforme olma durumu ortaya çıkmaktadır. Artan rekabet koşullarında sektör içinde ki firmalar daha hızlı daha ucuza taşıma teklifleri oluşturmakta bunları karşılamak içinde daha çok tur atıp rekabetin getirmiş olduğu durumları karşılamaya çalışmaktadır. kötü hava koşullarının yolları kapatması ve benzeri duraksamalar nakliye sektöründe rekabet adına yapılan bütün hesapları alt üst etmekte ve firmalar zarara uğramaktadır.
İş kolları arasında turizmden sonra mevsimlerden en çok etkilenen sektör lojistik sektörü. Zorlu hava koşulları lojistik süreçleri nasıl etkiler? Firmamızın ana iş konusu Avrupa Türkiye arasında kara taşımacılığı olduğu daha önce bahsetmiştim. Araçlarımızın Avrupa’ya ulaşması için iki yol kullanmaktayız, bunlardan biri Balkanlar üzerinden Bulgaristan –Yuna-
74
75
AKOM Karda Kışta İstanbullu’nun Hizmetinde
Röportaj: Yrd. Doç.Dr. Pınar Seden Meral
rında tuz ve solüsyon temin noktaları oluşturulmuştur. Ayrıca arazide çalışan araçların ihtiyacı olan yakıt vb. ihtiyaçlar içinde uygun noktalar oluşturulmuştur. Çalışan personelin 24 saat boyunca yeme içme ihtiyacının karşılanması içinde İBB’nin yemek ve kumanya çıkaran mutfağı 24 saat açık tutulup uygun araçlarla sahada çalışan tüm personele iaşe yardımı yapılmaktadır. Kış mevsiminde her zaman ortaya çıkan kimsesiz vatandaşlarımız içinde mutlaka bir spor salonumuz tahsis edilip daha sonra mağdur olan vatandaşlarımızı bu spor salonumuzda barındırıp her türlü ihtiyaçlarını karşılamaktayız.
İstanbul kenti coğrafi konumu itibariyle kış aylarında yalnızca kısa bir süre kar ve şiddetli yağışa maruz kalsa da, olumsuz hava koşullarından en fazla etkilenen şehrimiz. Olumsuz hava koşullarının, bu denli kalabalık ve plansız büyüyen bir metropoldeki yaşamı durma noktasına getirmesi, İstanbul halkını en fazla zorlayan bir faktör olarak karşımıza çıkıyor.
İstanbul kentinin en önemli problemlerinden birisi kötü hava şartlarında şehrin normal hayat seyrinin etkilenmesi. Büyükşehir Belediyesi AKOM olarak 2013 kış sezonu hava koşullarıyla mücadele planlarınızdan söz eder misiniz? Her yılın Eylül, Ekim aylarında Akom ’da İlçe belediyeleri ve İBB birimlerinin katılımı ile kışla mücadele hazırlık toplantıları yapılır. Bu toplantılarda bir önceki kış mevsiminde yapılan mücadele masaya yatırılıp varsa eksikler gözden geçirilir. Araç, gereç, personel, tuz, solüsyonvb. depoları tam kapasite hazır tutulur. Özellikle İstanbul’un kritik ve sorunlu güzergahlarında araçlar konuşlandırılır. Bu araçlar araç takip sistemi (GPS) ile takip edilir. BEUS ve OMGİ’den faydalanılır.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı olarak faaliyetlerini sürdüren AKOM ile zorlu kış şartlarındaki uygulamaları ve önlemleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sert hava koşullarında İstanbulluların hayatını felce uğratan ulaşım ve trafik problemleri için nasıl çözüm önerileriniz var?
Öncelikli olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi AKOM olarak kötü hava koşullarındaki lojistik çalışmalardan söz eder misiniz?
Dünyanın bütün büyük metropollerin de yaşanılan sorun İstanbul’da da az da olsa yaşanmaktadır. Bu sorunları en aza indirebilmek için sürücülerin trafik kurallarına mutlaka uymaları, mutlaka kış lastiği kullanmaları ve mümkün olduğunca toplu taşıma araçlarını kullanmaları en önemli tedbirdir.
Öncelikle kışla mücadele çalışmalarının etkin bir şekilde yapılması ve çalışmalara katılacak personelimize, lojistik desteğin verilmesi noktasında, İstanbul 9 bölgeye bölünmüş her bölgeye yeteri derecede araç ve personel görevlendirilmiştir. Bu 9 bölgenin değişik noktala-
76
Kötü hava koşullarında yaşanan ulaşım ve trafik problemlerinde sizce İstanbulluların yaptığı hatalar nelerdir?
buzlanmanın meydana gelmemesi için anında önceden tuz ve solüsyon atarlar.
Kötü hava koşullarında, halkımızın her hangi bir problemle karşılaşmaması için ya da problemin bir parçası olmaması yönünde, yazılı görsel vb. tüm iletişim kanalları ile bizler yaklaşan olumsuz hava koşullarını vatandaşlarımıza bildirip, onların kişisel olarak almaları gereken tedbirleri hatırlatırız. Ama en önemlisi toplumda hala kış lastiği kullanılmasının öneminin tam olarak bilinmemesidir. İnsanlarımız kış lastiğini her kasım ayından mart sonuna kadar aracına takmış olsa trafikteki sorunlar %80 azalacaktır.
Kış hazırlıkları kapsamında İlçe Belediyeler ile nasıl bir işbirliği içerisindesiniz? İBB şehrin tüm ana halterlerinden sorumlu olmakla beraber, şehrimizin Mikro düzeydeki ara sokak ve ara caddelerinden ilçe belediyelerimiz sorumludur. Akom olarak tüm ilçe belediyelerimiz ile kışa hazırlık toplantısı yaparız. Onların ihtiyacı olan tuz, solüsyon vb. malzemelerden kendilerine temin ederek, ilçe belediyelerinin de çalışmaların içinde yer alması sağlanır.
Buzlanma Erken Uyarı Sistemi ve Otomatik Meteoroloji Gözlem İstasyonları AKOM’un kötü hava koşulları ile mücadelesinde nasıl bir rol oynuyor? OMGİ ile özellikle yağışın yoğun olacağı yerlerin ve yağış miktarı bilgilerini temin ettikten sonra, BEUS sistemi ile buzlanma çiğ, kırağı vb. gibi durumları noktasal olarak tespit ederiz. Sorun yaşanmaması için buzlanmaya 1 saat kala noktası tespit edilen yol güzergâhından alınan otomatik mesaj ile, tuz veya solüsyon atacak araçlar
77
karda kışta sorunsuz lojistik için müşteriyle doğru iletişim
Röportaj: Öğr. Gör. Sevil Bektaş
DHL, 220 ülkede faaliyet gösteren dünyanın en yaygın şirketi. Seda Hanım bize hangi alanlarda faaliyet gösterdiğinizden ve DHL’in Türkiye’deki konumundan söz edebilir misiniz? DHL, bir Deutsche Post DHL Grubu şirketidir. DHL, uluslararası hızlı hava taşımacılığı, deniz taşımacılığı, kara ve demiryolu taşımacılığı, kontrat lojistik ve uluslararası posta hizmetleri alanlarındaki uzmanlığıyla müşterilerine taşımacılık çözümleri sunmaktadır. 220’den fazla ülke ve bölgeyi kapsayan küresel ağı ve yaklaşık 275.000 çalışanı ile üstün hizmet kalitesi ve yerel tecrübesini birleştirerek müşterilerinin tedarik zinciri ihtiyaçlarını karşılamaktadır. DHL, sosyal sorumluluğunun bilincinde bir şirket olarak; iklim korumayı desteklemekte, afet yönetimi ve eğitim konularında da önemli çalışmalar yürütmektedir. Tüm hizmet ihtiyaçlarınızı doğru bir şekilde karşılamak için DHL, Türkiye’de dört uzmanlaşmış şirket ile faaliyet göstermektedir:
Son yıllarda tüm dünyayı etkisi altına alan küresel ısınmanın etkisiyle hızlı değişen mevsimsel koşullar günlük hayatın yanı sıra ticareti de etkiliyor. Özellikle zorlu hava koşullarında en çok aksayan sektör olan ulaşım ve lojistik hizmetlerinde krizlerle karşılaşmak olağanlaşıyor. Tabii ki lojistik süreçlerinde planlanmamış değişiklikler beraberinde yeni masrafları da gündeme getiriyor. Bu bağlamda Kötü hava koşullarının yarattığı olumsuzluklar karşısında kriz yaşamadan lojistik süreçlerini nasıl yönetmek gerektiğini ve olası durumlarda üretilen çözümleri konuşmak üzere, 220 ülkede faaliyet gösteren dünyanın en yaygın şirketi olan DHL grubu şirketlerinden tedarik zinciri ve lojistik çözümleri şirketi olan DHL Supply Chain’in Türkiye Pazarlama ve İletişim Müdürü Seda Bi ile görüştük.
¼ DHL Express : Uluslararası Hızlı Hava Paket/Döküman Taşımacılığı ¼ DHL Supply Chain: Tedarik Zinciri Yönetimi Hizmetleri ( Depolama ve Yurtiçi Dağıtım) yönetimi hizmetleri sunar. Ev teslimatı, gıda lojistiği, hastane lojistiği ve LLP (Lider Lojistik Sağlayıcı) hizmetleri ile DHL’in küresel bilgi ve deneyimini, yerel tecrübesiyle birleştirerek “fark” yaratır. Müşterilerinin hayatını kolaylaştırır.
¼ DHL Global Forwarding: Uluslararası Hava, Deniz, Demiryolu Yük Taşımacılığı ¼ DHL Freight: Uluslararası Karayolu Yük Taşımacılığı DHL şirketler grubu içerisinde yer alan Supply Chain şirketinin iş tanımından ve faaliyet gösterdiği alanlardan bahseder misiniz?
Peki siz DHL ailesine nasıl katıldınız? İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunuyum. 2010 senesinin Kasım ayından beri DHL Supply Chain Türkiye’nin Pazarlama ve İletişim Müdürü görevini yürütüyorum.Daha önce 3M Türkiye’de farklı bölümlerde pazarlama pozisyonlarında görev aldım.
Lojistik endüstrisinin dünya çapında pazar lideri DHL grubu şirketlerinden DHL Supply Chain, DHL’nin tedarik zinciri ve lojistik çözümleri şirketidir ve 60 ülkede müşteri odaklı 140 binden fazla çalışanı ile hizmet vermektedir. DHL Supply Chain Türkiye, DHL’in global gücünü kullanarak, tedarik zincirlerini yönetmek için entegre çözümler üretir. DHL Supply Chain olarak
78
Türkiye’de 3000’den fazla çalışanımız ile 21 lokasyonda ve 370.000 metrekareyi aşan depolama alanımızla toplam 7 sektörde faaliyet gösteriyoruz.
Türkiye ve Avrupa’da son yıllarda kış koşulları hayatı zorlamakta. Turizmin yanı sıra taşımacılıkta mevsimsel değişikliklerden en fazla etkilenen sektör olarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda zorlu hava koşulları lojistik süreçlerini nasıl etkilemektedir?
Sağlık, teknoloji, perakende, tüketici ürünleri, otomotiv, kimya ve sanayi sektörlerindeki uzmanlığı ile şirketlere rekabet avantajı sağlayan DHL Supply Chain Türkiye, müşterilerinin iş kolunun ihtiyaçlarına özel depolama, dağıtım ve katma değerli hizmetler gibi tedarik zinciri
DHL Supply Chain Türkiye olarak tüm Türkiye’yi kapsayan dağıtım ağımız ile sağlık, teknoloji, perakende, tüketici ürünleri, otomotiv, kimya ve sanayi gibi sektörlerdeki şirketlere hizmet sunuyoruz. DHL Supply Chain Türkiye olarak 2012 yılında dağıtım merkezi sayısını
79
8’den 13’e çıkardık. Zamanında ve hasarsız teslimat, kısa sürede araç ihtiyacına cevap verebilme gibi hizmetlerimizle müşterilerimizin operasyonlarını gelişmiş dağıtım altyapımızla ve tüm Türkiye’de parsiyel, FTL, ekspres, soğuk zincir gibi farklılaştırılmış yurtiçi dağıtım hizmetlerimizle destekliyoruz. Zorlu hava koşulları lojistik süreçleri olumsuz yönde etkileyebilir, önreğin gecikmelere neden olabilir.Ülkemizin karayolu altyapısı her yıl iyileştiriliyor. Bu nedenle önceki yıllara oranla bu zorlu hava koşullarını daha rahat atlattığımızı söyleyebilirim. Ayrıca DHL’nin her türlü beklenmedik şartlar oluştuğu zaman yürürlüğe koyduğu acil durum prosedürü mevcuttur. Bu prosedür kapsamında örneğin bahsettiğiniz gibi kötü hava koşulları nedeni ile operasyonumuzu engelleyen bir durum oluşursa, bu durumun içeriğine göre kimin ne yapması gerektiğini açıklayan acil durum planı devreye alınıyor. Biz her zaman çalışanlarımızın iş güvenliğini ve sağlığını koruyarak müşterilerimiz için en verimli ve hızlı çözümü geliştirip, uyguluyoruz. Özellikle İstanbul’da kar yağdığı zaman hayat durma noktasına geliyor ve ticaret yapan firmalar da olumsuz hava koşullarından ciddi anlamda etkileniyor.
Sizin işbirliği içerisinde olduğunuz ülkelerde hava koşulları nakliyeyi etkiliyor mu?
Bugüne kadar kötü hava koşullarında yaşadığınız bir sorun oldu mu? Varsa eğer bu krizi nasıl yönettiniz?
Bizim faaliyet gösterdiğimiz diğer ülkelerde ve şehirlerde olduğu gibi İstanbul’da yaşanan kötü hava koşulları tabii ticareti olumsuz etkileyebiliyor. Bu kapsamda özellikle kötü hava şartlarının sıkça yaşandığı yerlerdeki uygulamaları inceleyip ülkemize bu uygulamaları uyarlamaya çalışıyoruz.
Spesifik bir örnek veremeyeceğim.
Siz bu tip durumlarda bir kriz masası oluşturuyor musunuz? Aldığınız önlemler nelerdir? Yukarıda da bahsettiğim gibi her lokasyon ve operasyon bazında önceden hazırlanan acil durum planlarımız var. Bu plan kapsamında kontrol masasının nasıl oluşacağı, kimlerin katılacağı ve hangi aksiyonların alınacağı ve zamanlamaları belli. Bazı acil durumlar için düzenli provalar organize ediyoruz, böylece her an beklenmedik durumlar karşısında hazırlıklı oluyoruz. Kötü hava şartları nedeniyle oluşabilecek can ve mal kaybıyla karşılaştığınızda bu durumun tazmini karşısında neler yapıyorsunuz?
Son olarak lojistik süreçleriyle ilgili eklemek istediğiniz bir şey var mı? Dünyanın bir numaralı tedarik zinciri yönetimi şirketi olan DHL Supply Chain, olarak müşterilerimizin öncelikli ihtiyaçlarına esnek çözümler sunabilmek için, sektörel ve tedarik zinciri yönetimi alanındaki uzmanlığımızdan, yerel bilgi birikiminden ve DHL’in global gücünden faydalanıyor ve tedarik zincirinin her aşamasında sektöre özel çözümler sunuyoruz. Bugün iş ortaklarımıza İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirler dışında Antalya, Adana, Kayseri, Konya gibi önemli lojistik durakları gibi toplam 14 şehirde bulunan aktarma platformlarımız ile Türkiye’nin 81 ilini kapsayacak şekilde dağıtım hizmetleri sunuyoruz. Tek amacımız müşterilerimize değer katmak ve onların hayatını kolaylaştırmak.
Şirket politikamız gereği bu soruyu cevaplayamıyorum.
80
81
Latife Tekin : “İyi Bir Kitapla Zihnimiz Mutlu Bir Sonsuzluğa Gider”
Röportaj: Yrd. Doç.Dr. Pınar Seden Meral
Latife hanım, İlk kitabınız Sevgili Arsız Ölüm’ü 1983 yılında yayınladınız. Bu kitabınız bütün yazarlar tarafından her zaman Türk Edebiyatının en sevilen ve en beğenilen eserleri arasında ilk onda. Bize yazarlığa nasıl başladığınızı ve bu eserinizi anlatır mısınız? Yazmaya şiirle başladım ama bizim kuşağımız neredeyse çocuk yaşta politize oldu ve ben de politik mücadele içinde buldum kendimi, şiir yazmayı bıraktım o arada. Fakat 12 Eylül’e doğru içimde tekrar yazma isteği uyandı, diyordum ki, “eğer ileride devrim yaparsak ben romancı olacağım, benden hayır gelmez size” Sonra darbe oldu, darbeden hemen sonra yazmaya başladım, 12 Eylül öncesi arkadaşlarla toplandığımızda ben hep anlatırdım ve herhalde onların tepkilerini de ölçüyordum, kitapta herkesin hoşuna giden bir mizah duygusu var, anlatarak sınıyordum kendimi. Sonra yazmaya başladım ve çok kısa zamanda yazıp bitirdim. O dönemde kendimiz, kuşağımız için çok güçlü bir şey yapmamız gerekiyordu, kendimizi ayakta tutabilmek için. Benim için o roman oldu yani edebiyat oldu. Peki, bir yazar olarak nasıl bir yazarsınız? Yani her yazarın kendine göre alışkanlıkları var; kağıt mı kullanırsınız yoksa daktilonuz mu vardır, bilgisayar mı kullanırsınız? Kendinizi evinize kapatır mısınız ya da her yerde yazabilir misiniz? Ben uzun süre yazacağım kitabın hayalini kuruyorum, notlar alarak ilerleyen biri değilim. Sonuna kadar hayal ederim, kurarım kafamda, düşünürüm, kalbimi kitabın duygusuna açarım… Başlarda sadece bir imgesi vardır, bu imgeye yakınlaşmaya çalışırım, onu görünür hale getirmeye çalışırım. Yazmak istediğim şeyle ilgili zihnimde ışımalar olur, dilime sözcükler doğar, işte kalbim çarpar falan böyle bir duygu birikmesi. Sonra işte bir taşma noktasında yazmaya başlarım. Duygular yüklenip düşüncelere kapılarak dolarım dolarım bir an gelir, zihnim bana ilk cümleyi söyler sonra yazmaya başlarım. Daha çok yatakta yazıyorum, gündüzün gerçeği bastırmadan, uykuyla uyanıklık arasında, yatakta dönerek yazarım. Ama tabi şimdi artık korkuyorum uzun süre hareketsiz kalıyorum böyle yaz-
Latife Tekin
Sanırım pek az insan, çocukluğunda kendini hayal ettiği yerde ve hayal ettiği işi yaparken bulabilir. Türk edebiyatının en önemli romancılarından biri olan Latife Tekin, bir söyleşisinde ilkokul bitirme sınavlarında kendisine “Ne olacaksın ilerde?” diye sorulduğunda, “Yazar olacağım,” yanıtını verdiğini ifade eder. Yazarlık serüvenine 1983 yılında Sevgili Arsız Ölüm adlı eseri ile başlayan ve bugüne dek sekiz romana imza atan Latife Tekin ile söyleştik.
82
dığım için, o yüzden arada bir bahçede dolanırım sonra gelir yatağın içine girerim. Öyle kalabalıklar içinde yazamam , yoğunlaşamam çünkü, kendi iç sesimin müziğini duyarak yazmak isterim. Dışarıdan bir ses gelse, ritmik ses rahatsız eder beni. Kuşların cıvıltısı, insanların mırıltısı değil de hani öyle ritmik şeyler rahatsız eder. Çok sigara içiyorum en korkutucu yanı bu. Diğer zamanlarda sigara içmediğim halde. Doğrudan bilgisayara yazamıyorum çok uzun yıllar daktiloyla yazdım. Bilgisayarı yabancıladım önceleri, zamanla alıştım. Tabii büyük kolaylık. Bazen daktilo tıkırtısını özlüyorum. Saman kağıtlara yazardım önceleri, o kağıdın kokusunu, rengini özlüyorum. Her şeyi önceden planlayan bir yazar değilim, hani kahramanların hikayesi öyle yürüyecek böyle yürüyecek. Şöyle düşünürüm, onlar benim aracılığımla var olmak istiyorlar, sözcükler yoluyla hissedilir olmak, okunmak istiyorlar, onların arzusuna bırakmalıyım kendimi... Kahramanlarını yönetmek isteyen zorba bir yazar değilim… Roman Kahramanlarına karşı özgürleştirici bir yazar…
En son sizin hakkınızda yazılan bir kitap var, Şeref Nur Atik’in kitabı, okuma fırsatım olmadı fakat arka kapağı çok fazla dikkatimi çekti. Sizin oradaki bir sözünüzü de çok dikkat çekici buldum. Diyordunuz ki “iyi roman, iyi şiir, iyi resim insan kalabalığından kurtulmuş evrenin sonsuzluğuna eklenebilecek, dağların, kuşların, masum insanların dünyasına katılabilecek bir şeydir, öyle olmalıdır”. Biraz açıklar mısınız? Ne hissettin peki sen bunu okuduğunda? Zihnimde bir imge belirdi, onu çok net olarak söyleyebilirim. Beyaz dalın ucunda cıvıldayan bir kuş. Net olarak buydu. O yüzden çokta hoşuma gitti. Bu sözün devamında da bir şey yazmışsınız ama bu kısmı çok hoşuma gitti. Ben de gerçekten şunu düşündüm, ben roman okumayı, güzel demlenmiş bir romanı okumayı çok severim. Böyle bir kitap okuduğumda da böyle bir hissin uyandığını hissettim bu cümleyi okuduktan sonra. Sizin ağzınızdan dinlersek daha hoş olur diye düşünüyorum.
Zorba Bir Yazar Değilim Bu romandaki duygu ve karakterleri nasıl besliyorsunuz?
Yani iyi bir kitap okuduğumuzda, iyi bir resme baktığımızda sessizlik çöker üstümüze. İyi bir sanatçı, sonunda yarattığı eserin sessizliğe ekleneceğini bilir, yani burada sessizlik, sonsuzluk anlamında artık, her şeyin ahengine katılacak, o ahenkte eriyecek bir şey yaratma arzusuyla işine koyulur demek istiyorum, güzel bir resim, iyi bir roman gürültüyü çoğaltmaz, ağaçlar, dağlar gibi susar. Ve o güzel kitaplar bizi öyle bir yere götürür ki, zihnimiz durulur… Günlük hayatın gürültüsüne karmaşasına değil; oradan alıp bizi kuş cıvıltılarının çoğalttığı sessizliğe ulaştırır, dağların doruklarına ermiş gibi hissederiz kendimizi. O yüzden ben şunu söylerim hep, iyi bir kitabı elinize alıp okumaya başladığınızda bakışlarınız göğe doğru çekilir, gözleriniz dünya dışı bir şeyleri görüyormuş gibi parlar. Kitabı alıyoruz, okuyoruz, bırakıyoruz sonra ne kalıyor bize. Okuduklarımızı unutuveririz aslında. Sözcükleri hatırlamayız; bir duygu, bir imge kalır geriye. İşte o duygu sonsuzluk duygusuna eştir. Günlük hayatın karmaşasından gürültüden uzakta, yükseklerde parlayan yıldızların imgesi… İyi bir yazar sözcükleri öyle kullanır ki, sözcükleri sözcük olmaktan, bizi biz olmaktan kurtarır, ben yazdıkça sessizleştim mesela, yazma sürem uzadı, kafamın içindeki gürültü de, yani ilk zamanlarda korkunç acılı çatışmalı bir yazma süreciydi, hafifledi zamanla. Tabi ki çarpan bir imgeyle, silik bir duyguyla yola çıkıp bir roman yazmaya kalkışmak, zorlu bir macera…
Duygu olarak, imge olarak geliyor. Yani şimdi bir şey yazacağım, önce başladım ama sonra yarım bıraktım. Emin olamadım çünkü daha çok düşünmem, hayal etmem gerekiyordu. Zihnimiz nerede acaba, hiç susmuyor, biriktiriyor, soru soruyor, çarpıyor, bölüyor. Onun içine ne kadar çok şey atarsan, his, duygu, düşünce, fikir onu sonsuz defa çarpar böler müziğini bulur. Aslında biz zihni farkında olmadan böyle kullanırız. Benim yaptığım zihnimle bir çeşit farkındalık oyunu gibi bir şey, zihnimi serbest bırakırım yani. Bir şey yazacaktım, bekledim, tekrar düşündüm, havasını soluyabileyim, müziğini besteleyebileyim, duygusunu tam hissedebileyim diye. Hikayeyi biliyorum ama tam olarak nasıl yazacağımı bilmiyorum, hayal ettikçe düşündükçe oluşacak… Romanın uzun zaman alacağını biliyorum sadece. Sabırsızlığa gelmez. Aceleci bir yazar değilim, bu sene bir roman, seneye bir roman daha yazayım filan. Araya zaman girsin, bir önceki romanımın havasından sıyrılayım ki, tekrar aynı şeyleri yazmayayım... Diyelim ki unutmak konusunda yazacağım; unutmakla ilgi bir roman yazacağım diye başlıyorum o kadar. Hayal ede ede şöyle mi yazsam, böyle mi yazsam, o konu hakkında okuyorum, düşünüyorum, öyle yani. Ama yazma sürecinde kopmamaya çalışıyorum, eserek yazıyorum, esmeli bir halde yazıyorum.
83
Eskiden Çocuk ve Genç Edebiyatı Yoktu
Peki günümüzde gençlerin çok az okuduğundan şikayet ediyoruz. Akıllı telefonlar sebebi ile yazma eylemimiz de üç beş kelime ile sınırlandı ama halen yazar olmak isteyen, yazmaktan haz alan gençler var, onlara ne önerirsiniz? İmkanlar belki sizin döneminize göre arttı diye biliriz, kendi kitaplarını basabilirler ama günümüzde yazma eğilimi de konuşmamızın uzantısı gibi duygudan arınmış gibi, sadece sözcükler ve eylemlerin sözcüğe dökülmesi gibi görünüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Türk toplumu az ya da hiç okuma alışkanlığı edinmiş bir toplum. Evinde kütüphanesi, bir kitabı dahi olmayan bir kesim var. Bu gençlere belirli bir yaştan sonra okuma alışkanlığı kazandırabilmek mümkün mü? Ben oğlumu, kızımı büyütürken Türkçe çocuk kitabı bulamıyordum, Pıtırcık serisi vardı, Küçük prens… Hep aynı şeyleri oku, oku… Gençlik edebiyatı yoktu; şimdi var ama diyebiliriz, bir ev içinde annenin babanın okuyup okumaması, çocuğuna kitap okuma-okutma çabası önemlidir. Bizim zamanımızda çok sınırlı sayıda anaokulu vardı, ilkokulda da resim, müzik, okuma derslerine pek önem verilmiyordu; bugün okullarda öğrenciler yazarlarla sohbet edebiliyorlar… Yani öğretmenler, okul yöneticileri, yazarlar bu konuda ciddi biçimde çaba sarf ediyorlar, ama çocuklar, gençler fazla da zorlamaya gelmez…
Şöyle düşünüyorum, insan dediğimiz canlılık halinin bir sanatçı damarı var, o damar da melankolik bir damar, o damar dünya kurulalı beri var, ve hep var olacak, endişem yok bu konuda, formlar değişiyor, farklı biçimler alıyor….
yor, çevirmenler geliyor, tarihçiler geliyor, beyin üstüne çalışanlar geliyor. 450 kişilik bir anfitiyatromuz, sanat atölyelerimiz var, gelenekselleşmiş atölyelerimizin yanı sıra, her yıl yeni bir tema belirleyip farklı disiplinlerden ustaları bahçemizde katılımcılarla buluşturuyoruz, ama sadece kitap okumak için gelen konuklarımız da oluyor, roman yazmak için sessiz bir çalışma mekanı arayanlar, dünyanın çeşitli ülkelerinden fotoğrafçılar, müzisyenler, şairler…
edecek kişilerle gelebilirler, ama büyüklerin çalışmalarını izlemek onlar için sıkıcı olabilir tabi ki. Bazı zamanlar çocuklara, gençlere yönelik atölyeler de yaptığımız oluyor, projeler oluyor, ayrıca yaşlı insanlar için de zorlayıcı bir mekân, inişli çıkışlı, merdivenli, çocuklar ve yaşlılar geldiğinde Akademide herkes seferber olur…
Her yaş grubundan bireylere hitap ediyor mu? Gümüşlük Akademisi, alanında ustalaşmış insanlar için tasarlanmış bir yer, yani oraya gelirken hocalar veya katılımcılar bazen çocuklarını da getirirler. Yanlarında denetleyecek büyükler yoksa küçük çocuklar için güvenli bir yer sayılmaz pek, büyükçe bir göletimiz, göletimiz de kurbağalarımız, su yılanlarımız var, nilüferlerimiz ve su sümbüllerimiz de var tabii. Bahçemiz aynı zamanda bir su bahçesi… Çocuklar aileleriyle ya da onları kontrol
Son olarak, Gümüşlükteki akademinizden bahsedelim istiyorum, bu önemli bir gelişme. Neler yapıyorsunuz, fikir ortaya nasıl çıktı, ne gibi projeleriniz var? Gümüşlük Akademisi bir vakıf, 15 yıldır Vakfın bahçesindeyim ben de, orada yaşıyorum. Bağışlanmış bir arazinin üzerinde kurulmuş edebiyat - sanat atölyelerimiz var ve konuklar için konuk odalarımız var. Aynı zamanda bilim insanlarına da açık bir bahçe. Sanat, kültür, ekoloji ve bilimsel araştırma merkezi vakfı. Profesyonellerin, farklı alanlardan ustaların bir araya gelip doğa içinde ayaklarını toprağa basarak tartışacakları çalışacakları düşüncelerini paylaşacakları bir yer olsun diye hayal edilerek kurulmuş bir vakıf. Bahçemizde çok çeşitli etkinlikler yapıyoruz, tamamen bağımsız bir ortam ve mimarisi bile öyle kendi kendine ayakta kalabilsin diye tasarlanmış. Projelerimiz olmadığı zamanlarda odalarımızı kiraya vererek, yemekli buluşmalar gibi çeşitli etkinlikler düzenleyerek temel giderlerimizi karşılamaya çalışıyoruz, edebiyat evine bağlı yaratıcı yazarlık atölyeleri yapıyoruz, edebiyatçılar geliyor, fizikçiler geli-
Yani şimdi gençler okumuyorlar ama biliyorum ki, daha doğrusu hissediyorum bunu, edebiyat üniversitelerde bir uzmanlık alanı olacak, felsefenin başına gelen edebiyatın da başına gelecek, gelebilir… Gençlerin şimdi bu kadar enerjisi ve heyecanı var, yani o ifadesini şöyle ya da böyle bulacak, endişelenmemek lazım. Edebiyat, sinema, dans, müzik gibi formlar iç içe girmeye başladı, yeni ifade biçimleri oluşacak…
84
85
2012 Yılında Yolumuzu Aydınlatan Kitaplar
Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral
Çocukluktan gençliğe geçiş döneminde ben hayatı kitaplardaki benzersiz dünyaları hayal ederek anlamaya çalışanlardanım. Kimileri için bu gerçeğin yerine gölgesini koymak olsa da, asla yaşayamayacağım yaşamlara tanık olmak, kendimi o kahramanlardan birinin yerine koymak düşünsel ve duygusal dünyamı hiç olmayacak ölçüde zenginleştirdi ve geliştirdi. Bir Çin atasözü der ki “Kitaplar insanların yolunu aydınlatır”. Bu özlü söze tüm kalbimle inanarak, sizler için 2012 yılında yolumuzu aydınlatan kitaplardan küçük bir seçki sunmak isterim.1 Yolunuz aydın olsun!
mektup açacağıyla öldürülmüş bir tarih profesörü... Bir aşk cinayeti mi? Yoksa kökleri “Ulu Hakan”ın şüpheli ölümüne uzanan bir entrika mı? Osmanlı devletinin bir imparatorluğa dönüştüğü o zaferler ve ihanetlerle dolu günlere yapılan sıradışı bir yolculuk. Ve bu heyecan verici yolculuk boyunca kulaklardan eksik olmayan o kadim soru: Tarih, geçmişte yaşananlar mıdır, yoksa tarihçilerin anlattıkları mı?
Yedinci Gün - İhsan Oktay Anar (İletişim Yayınevi) Çizgilerin kürelere, zamanın sonsuzluğa, sonsuzlukların da hayâllere dönüştüğü bir hikâyedir bu. Sıradan insanların sıra dışılığı, bilinen hikâyelerin düşlere dönüşümü, zaafların asîlleşmesi, erdemlerin ardındaki günâhkârlık tüm içtenliğiyle akacak zihinlere. İnsan olmanın en zayıf ve en yüce yanları, bir hikâyenin dokunuşuyla bir kez daha bilinebilir olacak. İhsan Oktay Anar, bu yeni düşüyle sizleri bir kez daha şaşırtacak. Çizgilerde değil kürelerde gezinecek, bilinen zamanların bilinmeyen anlarına yolculuk edeceksiniz. Alışık olmadığınız bu dünyanın kapısından girdiğinizde âşinalık hissedecek, sadeliğin ihtişâmına teslim olmanın rahatlığıyla kendinizi akışta yolculuk ederken bulacaksınız.
“...Ve Sultan Mehmed Han. Mehmed Han oğlu Murad Han oğlu Fatih Sultan Mehmed Han. İki karanın ve iki denizin hâkimi. Allah’ın yeryüzündeki gölgesi. Kostantiniyye’yi zapt eden padişah. Roma İmparatorluğu’nun doğal
varisi, farklı dinlerden, farklı dillerden, farklı ırklardan yepyeni bir millet yaratma aşkıyla yanıp tutuşan kudretli hükümdar. Uçsuz bucaksız ovalarda at koşturan ordular. Kılıç sesleri, savaş naraları, korku çığlıkları. Ardı ardına düşen şehirler, ardı ardına yıkılan devletler, ardı ardına el değiştiren kaleler. Kırk dokuz yaşında dünyaya nam salmış bir hükümdar. Ve değişmez kader. Akşama kavuşan gün. Ecel şerbetini içen insan. Ve Fatih Sultan Mehmed’in şüpheli ölümü. Ve onun iki şehzadesi. İkiye bölünen saray, ikiye bölünen devlet, hiçbir şeyden haberi olmayan bir halk. Ve iki şehzadenin kanlı boğazlaşması sürerken saray odasında unutulan Fatih Sultan Mehmed Han’ın cansız bedeni...”
“Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Yaşar Kemalin yerlerinden edilen insanların Egede bir adada yeni bir yaşam kurma çabalarının destansı öyküsü Bir Ada Hikâyesinin dördüncü ve son kitabı. Dörtlünün bu son romanında, geçmişin yaraları kapanmaya yüz tutmuş ama izleri kalmıştır... Ağaefendiyle Melek Hatun, Poyrazla Zehra, Ali Hüseyinle Nesibe muradına erecektir; Lena Ananın hasretle yollarını beklediği kayıp oğulları da geri dönmüştür ama balıkçıların reisi Hıristonun başına beklenmedik bir olay gelir.
Ahmet Ümit, kusursuz bir kurguyla ele aldığı bu cinayetaşk-tarih örgüsünde edebiyat okurlarının gözündeki ayrıcalıklı yerini bir kez daha sağlamlaştırıyor.
Tren raylarında bulunan, hafızasını yitirmiş bir adam… Aynı yerde, bir bakım çukurunda çırılçıplak bir ceset... Ve olay üzerine polis tarafından çağrılan psikiyatr Mathias Freire… Polis, hafızasını yitirmiş adamı sorgulamak isterken, Mathias kendisinde de aynı kişilik hastalığı olduğunu fark eder. Acaba aranan seri katil kendisi midir?
Sisle Gelen Yolcu - Jean-Christophe Grange (Doğan Kitap)
Çıplak Deniz Çıplak Ada - Yaşar Kemal (Yapı Kredi Yayınları) Yaşar Kemalin “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” romanı ile başlayan, “Karıncanın Su İçtiği” ve “Tanyeri Horozları” kitaplarıyla devam eden Bir Ada Hikayesi dörtlemesi, son kitabı “Çıplak Deniz Çıplak Ada” ile tamamlandı. Bir Ada Hikâyesi dörtlüsü, savaşlardan, kırımlardan, sürgünlerden arta kalan insanların, Yunanistana gönderilen Rumların boşalttığı bir adada yeni bir yaşam kurma çabalarını konu alır. Umut romanın başkahramanıdır.
Sultanı Öldürmek – Ahmet Ümit (Everest Yayınları) “Biri, sizi cinayet işlemekle suçladığında deliller bulur, tanıklar gösterir, bunun bir iftira olduğunu kanıtlamaya çalışırsınız, ama sizi itham eden kişi bizzat kendinizseniz, ne yaparsınız?” Ahmet Ümit’in romanı Sultanı Öldürmek bu satırlarla başlıyor. Yıllardır aynı kadını bekleyen bir tarihçinin hikâyesi bu. Şahane bir aşk için harcanmış bir ömrün hikâyesi... Serhazinlerin son temsilcisi Müştak Serhazin’in başından geçen dört günlük tuhaf bir serüven. Sapında Fatih Sultan Mehmed’in tuğrası bulunan
Sadece Fransa’da 300 binden fazla satan ve şimdiden 10 dile çevrilen Sisle Gelen Yolcu, tüm romanlarında ısrarla “kötülük”ün kaynağını arayan Jean-Christophe Grangé’nin kurduğu kabus dolu bir labirent. Grangé, romanını tasarlamak için her romanında olduğu gibi bu romanında da titiz bir araştırma süreci yaşamış. Bir psikiyatri hastanesinde bir süre kalmış ve hastalarla uzun sohbetler etmiş. Marsilya’daki evsizlerin arasına, heyecan verici tasvirlerle anlattığı tekinsiz bir dünyaya dalmış.
Dörtleme hem bir Yaşar Kemal klasiğidir hem de diliyle, yarattığı kişilerle, yarattığı doğayla Yaşar Kemalin romancılığında önemli bir yeniliği işaret eder. Yaşar Kemal, mitos yaratıcısıdır... Ağıtların diliyle, kendi özgün dilini (hiçbir yazara benzemez ve asla taklit edilemez) harmanlamış, çeviride bile yitmeyen anlatısını kurmuştur. Bu dörtlüyse, tarihle destanların kaynaşmasıdır. Yaşar Kemal tarihi roman yazmaz bu dörtlüde, bir tarih var eder.
1 Bu kitap listesi internet üzerinden satış yapan www.dr.com, www. ideefixe.com, www.kitapyurdu.com, www.ilknokta.com sitelerindeki satışlar baz alınarak hazırlanmış olup, kitaplarla ilgili bilgiler de yine bu sitelerden ve www.dogankitap.com sitesinden derlenmiştir.
86
87
Romanın ana karakterini bu araştırmalar sonucunda yaratmış Grangé. Mathias Freire, Bordeaux’da işi dışında özel bir hayatı olmayan, bir ihtisas hastanesinde görev yapan genç bir psikiyatr. Nöbetçi olduğu bir gece, tren raylarında bulunan, hafızasını yitirmiş bir adam getirilir hastaneye. Ertesi gün ise bölgede bir ceset bulunur. Cesedi bulunan kişi genç bir uyuşturucu bağımlısıdır ve vücudunda hiçbir darp izi yoktur. Mathias hastasıyla özel olarak ilgilenir. Yaptığı hipnoz sonucu hastası, geçmişiyle ilgili bazı bilgileri hatırlar. Ancak doktorun araştırmaları, hastasının verdiği bilgilerin tamamen düzmece olduğunu gösterir. Mathias, adamın psişik bir kaçış içinde olduğu, büyük bir travmadan sonra esas benliğinden kurtulmaya çalıştığı ve bu yüzden bilinçsizce yeni bir kimlik yarattığı görüşündedir. Ancak an gelir, kendisinin de, hastası gibi psişik bir kaçış yaşadığını keşfeder ve asıl kimliğini bulmaya karar verir. Mathias’da da hafıza kaybı vardır; kendine geldiği zamanlarda, başka bir kişiliktir. Ve “bavulsuz yolcu” olarak, kendi geçmişini araştırmak üzere yola düşer.
gibi önünde durduğum “Kürk Mantolu Madonna”yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.” Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz. Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına dair, yanıtlanması zor sorular soruyor. Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer - Laurent Gounelle (Pegasus Yayınları) Bir düşünün. İntihar etmek üzeresiniz. Bir adam hayatınızı kurtarıyor, ama karşılığında sizinle bir anlaşma yapıyor. Bundan sonra o ne söylerse sorgusuz sualsiz yapacaksınız. Kendi iyiliğiniz için... Çaresiz, kabul ediyorsunuz ve hayatınızın iplerini tıpkı bir kukla gibi başkasının ellerine bırakıyorsunuz. Ve hayatınız eskisinden çok daha güzel oluyor. Yine de şüpheleriniz var: Bu adam aslında kim? Çevresindeki gizemli kişilerin sırrı ne? Sizden aslında ne istiyor?
Kürk Mantolu Madonna – Sabahattin Ali (Yapı Kredi Yayınları)
Od – İskender Pala (Kapı Yayınları)
Ve Türk yurtlarında, onu en çok “Bizim Yunus” diye çağırırlar.
Her yazdığı romanla yüz binlerin kalbini feth eden İskender Pala yeni romanı OD ile yeniden okurlarını selamlıyor. Od bir Yunus Emre romanı. Gök kubbemizin her zaman parlayan ve hep çok sevilen, şiirleri gönülden gönüle dolup dilden dile dolaşan Yunus Emre, bu kez ODun ana kahramanı. İskender Palanın ilim ve kültür adamı olmasının yanında, yazar kişiliğinin imbiğinden geçirilerek aşkın tahtına bir kez daha oturtuluyor. 13. yüzyılın her bakımdan kavruk ve yanıp yıkılan ortamına Yunus Emrenin gelişi tarihi atmosfer içerisinde hakiki anlamına kavuşturuluyor. Yıkıntılar ve yangınlar içinden bir gönül ve bir insanlık anıtının inşa edilişi cümle cümle anlatıyor ve elbette kalbe dokuna dokuna yol alıyor. Romanın her sayfasında Yunusun hamlıktan saflığa geçişi okunuyor.
Biliyorum… Ten fânidir, can ölmez Çün, gitti geri gelmez Ölür ise ten ölür Canlar ölesi değil
Doğu’dan Uzakta - Amin Maalouf (Yapı Kredi Yayınları) Geçmiş... bıraktığın yerde mi hâlâ? Amin Maalouftan unutulmayacak bir “eve dönüş” romanı Amin Maaloufun merakla beklenen yeni romanı Doğudan Uzakta, kaderin ve tarihin acımasızlığında terk ettikleri yurtlarına dönen bir grup arkadaşın hikâyesini anlatıyor. Doğudan Uzakta, bir yüzleşmenin romanı: Gençliklerinin en güzel dönemlerini bir arada geçiren, ülkelerinde patlak veren iç savaştan sonra farklı yerlere dağılan ve yıllar sonra, eski arkadaşlarından birinin cenazesi için tekrar ülkelerine dönen bir grup arkadaş... Açıkça belirtilmese de Lübnan İç Savaşının getirdiği yıkımlara ve Ortadoğu coğrafyasının kültürel, tarihsel ve toplumsal sorunlarına dair çok çarpıcı gözlemlere de yer veren Doğudan Uzakta’da Maalouf, yine en iyi bildiği şeyi yapıyor: Doğuyu anlatıyor.
“Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış
Biliyorum, “Biz bu ilden gider olduk, kalanlara selam olsun,” demişti… Yine Biliyorum, “Bizim için hayır dua kılanlara selam olsun.” Demişti… Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer, kendi kendimize koyduğumuz engelleri, korkularımızı ve önyargılarımızı nasıl aşacağımızın, kaderimiz sandığımız mutsuz bir yaşamı, bizi mutluluğa götüren bir yolculuğa nasıl dönüştüreceğimizin hikâyesi.
88
Ve Sevgiliye gittiği o geceden sonra adının dilden dile, Aşkının gönülden gönüle dolaştığını da biliyorum… Şimdilerde ona kimisi Âşık Yunus, Miskin Yunus… Derviş Yunus…Varsın onu da desinler.
89
Çağlar Boyu Takvim
Dr. Selçuk Tuzcuoğlu
Takvimlerde hesap birimi olarak kullanılan gün, hafta, ay ve yıl gibi değerlerin büyüklüğünün saptanması da hep bir sorun olarak toplumların karşısına çıkmıştır. Gün; doğal zaman birimidir. Tartışmasız olarak güneşin doğuşu ile batışı arasında yeralan süre diye tanımlanır. 7 günlük zaman biriminin hafta olarak tanımlanması Babilliler döneminde olmuştur. Ondan önceleri Mısırlılar, Çinliler ve Yunanlılar günleri onar onar (decades sistemi) sayarlardı. Türkçe’ de kullandığımız HAFTA kelimesi, farsça YEDI anlamına gelen HEFTE’ den türetilmiştir. Haftanın 7 günden oluşmasının sebebi, ilk çağda bilinen 7 gezegene, uğurlu sayılan 7 rakamına ve ayın hareketinin 4 evresinin sürelerinin, en yakın tam günü sayısı olan
Bahçeşehir Üniversitesi
uzunluğuna (29,5 gün / 4 = 7,375) bağlanmaktadır. Ay, dünyanın uydusu ve ilk çağlarda ilk tespit edilen gök cismi olan ayın dünya etrafındaki dönme süresinden yola çıkılarak (29,53 gün) bulunan bir hesap birimidir. Haftanın günleri ilk çağlarda bilinen gök cisimlerinden yola çıkılarak tanımlanmıştır. Pazartesi; Ay Tanrısı Lunae’ nin günüdür (Monday, Lundi !), Salı; aynı zamanda Savaş Tanrısı’ nın da ismi olan Mars’ ın günüdür. Çarşamba; Merkür’ ün, Perşembe; Jüpiter’ in, Cuma; Venüs’ ün, Cumartesi; Satürn’ ün (Saturday !), Pazar da Güneş’ in (Sonntag, Sunday !) günüdür. Pazar günü, daha sonradan kilisenin baskısıyla Tanrının Günü (Dies Dominica) olarak tanımlanmıştır.
Tarih boyunca bütün medeniyetler, hem gündelik hayat ile dini faaliyetleri düzenlemek hem de yaşanan olayları tarihlendirerek kaydetmek amacıyla, bir zaman dilimleri sistemi geliştirme ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu ihtiyaç ile ortaya çıkan takvim kavramı, güneşin ya da ayın dünya etrafında dönmesi gibi astronomik olayları temel alan bir sistemdir. Tarihte bilinen ilk takvimi M.Ö. 4. binyıldan itibaren Mısırlılar kullanmışlardır. Daha sonraki dönemlerde Babilliler, Eski Yunanlılar, Mayalar, Aztekler ve Romalılar bugünküne çok benzer takvimler geliştirerek kullanmışlardır. Bugün takvim kavramının birçok batı dillerindeki karşılığı olan kelime, latince CALENDARIUM’dan gelir ve HESAP DEFTERI anlamındadır. Romalılar’ da faizlerin ödendiği ayın ilk günü CALENDAE adını alırdı.
Haftanın günleri için bugün Türkçe’ de kullandığımız kelimelerin kökeni ise arapça ve farsçadır. ¼ Pazar; farsça alışveriş yeri anlamına gelen BA-ZAR’ dan türetilmiştir. ¼ Salı, arapça ÜÇÜNCÜ anlamına gelen SALIS’ den türetilmiştir. ¼ Çarşamba; farsça DÖRDÜNCÜ GÜN (Çehar Şenbih), ¼ Perşembe; farsça BEŞINCI GÜN (Penç Şenbih) anlamına gelmektedir.
90
¼ Cuma; arapça TOPLANMA anlamına gelen ve inananların camide toplanmasını hatırlatan CEM’ den türetilmiştir. Bugün kullandığımız Gregoryen Takvimi’ nin temelleri ise Roma Takvimi’ ne dayanmaktadır. Başlangıçta 10 ay ve 304 olarak belirlenen Roma takvimi, M.Ö. 6. ve 7. yüzyılda yapılan düzeltmeler ile ortalama 366 günlük bir takvim haline gelmiştir. M. Ö. 46 yılında Imparator Julius Sezar’ın emriyle Mısırlı astronomi bilgini Sosigenes’ in hazırladığı ve bir yılın tam 365,25 gün olduğu varsayımına dayanan takvime JÜLYEN TAKVIMI adı verildi. 6 ayın 30, 6 ayın da 31 gün olduğu bu takvimde, 366’ ya ulaşan gün sayısını 365’ e indirebilmek için Roma takviminin son ayı olan Şubat’ tan 1 gün indirilmiştir. Ayrıca Sezar, Roma takviminin 5. ayı olan QUINTILIS’ de doğduğu için bu aya imparatorun adı (JULY, JULI) verilmiştir. Takvim yılıyla mevsimyılı arasındaki uyumu sağlamak amacıyla değişikliklerin yapıldığı M.Ö. 46 yılı, bu düzenlemeler sebebiyle tam 455 gün sürmüştür. Jülyen Takvimi’ ne geçilirken, o zamana kadar ilkbaharın başlama tarihi olan 1 Mart’ da kutlanan YILBAŞI da, Romalı konsüllerin göreve başladıkları tarih olan 1 Ocak gününe alındı. Mart ayının yılbaşı kabul edilmesi geleneği Ingiltere gibi bazı Avrupa ülkelerinde 18. yüzyıla kadar devam etti.
Gregoryen Takvimi’ ndeki 12 ayın batı dillerindeki isimleri büyük benzerlikler göstermektedir. Bu ayların isimlerinin bir kısmı Roma mitolojisinden, bir kısmı da ayların sıra numaralarının latince söylenişlerinden kaynaklanmaktadır. Ilk ay (JANUARY, JANUAR) ismini, biri geçmişe diğeri geleceğe bakan çift yüzlü roma tanrısı JANUS’ dan alır. 2. ay (FEBRUARY, FEBRUAR); 15. Şubat’ da kutlanan FEBRUA isimli dini bayramdan adını alır. Roma’ nın savaş tanrısı MARS, 3. aya (MARCH, MÄRZ) adını verir. 4. ayın ismi (APRIL), latince açmak anlamına gelen ve çiçeklerin açması ile bağlantılı olarak kullanılan APRIRE kelimesinden gelmektedir. 5. ay (MAY, MAI) romalı tanrıça MAIA’ dan ismini almaktadır. Doğum tanrıçası ve dünyanın koruyucusu JUNO, 6. aya (JUNE, JUNI) ismini verir. 7. ve 8. ayların isimlerinin Roma imparatorlarından geldiğini yukarda belirtmiştik. 9. aydan 12. aya
Sezar’ ın evlatlığı Octavius da Senato’ dan “kutsal ve saygıdeğer” anlamına gelen AUGUSTUS ünvanını aldıktan sonra, 6. ay olan SEXTILIS’ e ismini vermek istemiş (AUGUST) ve Sezar’ ın altında kalmamak için kendi ayının da 31 güne çıkartılmasını emretmiştir. Ağustos ayına eklenen bir gün de, yine yılın son ayı Şubat’ dan alınınca, bu ayın gün sayısı 28’ e düşmüştür. Papa 13. Gregorius’ un emriyle 1582’ de hazırlanan son Gregoryen takvimi ise takvimle mevsimler arasındaki uyumu koruyabilmek için artık yıllarla ilgili düzenlemeleri getirmiştir. Her şeye rağmen Gregoryen takvimi de 0,0003 günlük bir hatayı içermektedir ve bu sebeple 4317 yılı 1 gün fazla olacaktır.
91
kadar olan ayların isimleri bu ayların eski sıralamadaki yerleri ile ilgilidir (SEPTEM = 7, OCTO = 8, NOVEM = 9, DECEM = 10).
takvim, kullandığımız takvimden yaklaşık 11 gün (365,25 - 354,37 = 11 gün) kısa olduğu için, örneğin Ramazan ayı her yıl, bir önceki yıldan 11 gün daha önce başlar. 29 ve 30’ ar günlük olan Islami ayların isimleri sırasıyla Muharrem, Sefer, Rebiülevvel, Rebiülahir, Cemaziyelevvel, Cemaziyelahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce’ dir.
Ayların türkçe adlarından sadece üçü, Mart, Mayıs ve Ağustos, Roma kökenlidir. Şubat, Nisan, Haziran, Temmuz ve Eylül Süryanice asıllıdır (Şevat, Nisan, Heşvan, Tamuz, Illul) ve Musevi takviminden dilimiz geçmiştir. Ekim, Kasım, Aralık ve Ocak ise,1945 yılına kadar teşrinievvel, teşrinisani, kanunuevvel, kanunusani olarak anılmaktayken, 15 Ocak 1945 tarihli ve 4696 sayılı yasa ile değiştirilerek, öztürkçe isimler alan aylardır.
Hrıstiyanların da azizlere adanmış yortuların sabit günlerde kutlandığı bir dini takvimi bulunmaktadır. Tarihi yıldan yıla değişiklik gösteren dini bayramlar ise, Paskalya Yortusu ile bağlantılı olan bayramlardır. Islamiyeti benimsemeden önceki dönemlerde Türkler, güneş yılı esasına dayalı ve sıçan, sığır, kaplan, tavşan, balık veya kertenkele, at, koyun, maymun, tavuk, köpek ve domuz isimli yılları içeren 12 Hayvan Yılı Takvimi’ ni kullanıyorlardı. Islamiyetin benimsenmesiyle beraber Türkler, Hicri Takvim adı verilen Peygamber’ in Mekke’ den Medine’ ye göçüş tarihini başlangıç kabul eden takvimi kullanmaya başladılar. Hicri 1255, miladi 1839 yılında
Müslüman Arap ülkelerinde bügun hala kullanılmakta olan Islami takvim ise, Gregoryen Takvimi gibi dünyanın güneş etrafındaki dönüş süresini değil, ayın dünya etrafındaki dönüş süresini esas almaktadır. Yılın ortalama süresinin 354.37 gün (29,53 günlük 12 ay) olduğu Islami
Tanzimat’ la beraber Rumi Takvim de benimsendi ve tüm mali ve resmi işler bu takvime bağlandı. Başlangıcı Hicret olan Rumi takvimde yıllar güneş yılına göre hesaplanıyordu. Cumhuriyet’ in ilanından sonra 26 Aralık 1925 tarihli ve 698 sayılı kanun ile kabul edilen Gregoryen Takvimi, 1 Ocak 1926 tarihinden itibaren yürülüğe girmiştir.
92
93
“Bir Çift Pedal ve Mutluluk...”
Emrah Altuntecim
Mardin’den İzmir’e, Amasya’dan Çanakkale’ye kadar onlarca kentte seminer ve konferans verdim. Manisa’da Manisa Tarzanı’nın arşınladığı Spil Dağları’nın o nefis havasını soludum. Her gittiğim şehirde yepyeni şeylerle karşılaşmanın zevkine vardım.
Danışman-Yazar
Seyahat etmenin okumaktan daha öğretici olduğunu savunanlardanım. Bir İstanbullu olarak 5 kilometrelik bir yolu 1 saatte gitmenin ne demek olduğunu da biliyorum… İstanbul’u seven ancak İstanbul’dan da sık kaçanlardanım… İstanbul’un bu durumunu nasıl çözebiliriz diye düşünüyorum. Seyahat ederken sıra dışı uygulamalarla ve modellerle karşılaştım.
Geçen yıl 29 Nisan tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turnuvasını eşim Ceyda Altuntecim ile birlikte canlı olarak izledik. Yüzlerce bisikletçi yanınızdan geçerken rüzgar esmeye başlıyor, alkışlıyor, bisikletçilerle gönülden ve coşkunlukla selamlaşıyoruz. Her biri çok karizmatiktiler. Rengarenk kıyafetleri, kaskları, güneş gözlükleri ve zarif bisikletleri ile bu gün onların günüydü!
Seyahat edenlerin öyküleri çoktur. Şimdi sizi biraz geçmişe götüreceğim… Beni hem ferahlatan, hem de kıskandıran bir anımı paylaşacağım.
Seyahat etmeyi seviyorum. Bir yaşam koçu ve yazar seyahat etmeyi olağan karşılamalı ve alışkanlık haline getirmeli diye de düşünüyorum. İş haricinde de seyahat ediyorum. Eşimle beraber Afrika’nın yoksul ülkesi Nijer’de insani yardım çalışmalarına gönüllü olarak katıldım, ardından kişisel gelişim konularında seminerler vermek için ABD’deydim.… Fakirliğin ve zenginliğin timsali iki uç nokta arasında bir sarkaç gibi gidip geliyorum… Bu durum kalbimde ve zihnimde yepyeni açılımlara meydan veriyor.
Yıl 2002. Kopenhag Tren İstasyonundaydım. Almanya’nın en büyük liman kenti Hamburg kentinden buraya çok keyifli bir gemi ve tren seyahati ardından ulaşmıştım. Önce Baltık Denizi’nde kutuplardan esen serin havayı ciğerlerime çekmiş, ardından da Viking ülkesine ayak basmıştım. Başkent Kopenhag’a kadar yemyeşil düzlüklerine serpiştirilmiş on binlerce devasa rüzgar pervanesine hayranlıkla bakarak tamamladığım tren yolculuğunun ardından meşhur masalcı Andersen’in memleketindeydim işte. “Danimarka!” Kopenhag tren istasyonu tamimiyle geçme ahşaptan yapılmış koca bir oyuncak maketi andıran rengârenk bir sanat eseri. Yaz olmasına karşın içerisi oldukça serin… Çantalarımı bozuk para ile çalışan çelik dolaba kilitledim ve dışarı çıktım. Pırıl pırıl güneşli bir Kopenhag sabahı ve tertemiz bir hava… Avrupa ülkelerindeyseniz tren istasyonunda iki noktaya uğramadan şehri gezmek için istasyondan ayrılmayın: Birincisi
94
turist enformasyon; şehir haritası ve bilgi için, ikincisi de tren enformasyon; dönüşte kullanacağınız trenleri öğrenmek ve gerekirse bileti önceden alabilmek için… Kopenhag’da buna ihtiyaç duymadım. Trenler sakin, Şehir’de sakin ve kaybolmak için herhalde çok uğraşmak gerekiyor. Ancak herkes benim kadar rahat değildi, İsveç’e geçmek için trenlere binen ve Kopenhag’da yalnızca birkaç saati olan bembeyaz saçlı İskandinavlar vardı. Ama Kopenhag herkesi düşündüğü gibi, acele etmek zorunda olan yolcularını da misafir olarak kazanmanın bir yolunu bulmuştu. Treninize 1 saat varsa, bu kısıtlı zamanda ancak tren istasyonunun yakınlarında bir kafeye gidebilirsiniz, şehri gezmek için zamanınız yetersizdir. Hele benim gibi uzak bir ülkeden geldiyseniz bu sizde bir burukluk yaratır… Güzel bir şehri gezmeden geçip gitmek genlerinde göçebelik olan bizler için kolay değildir… Güzel bir şehir gezilmeli, görülmeli, yemeği varsa yemeği tadılmalıdır. Bu konuda çok teferruata girmeden ama anlatacak bir
haritası bulunuyor. Şehrin tüm ilginç ve güzel yerlerini gezdikten, bir şeyler de yiyip içtikten sonra bisikleti geri getirip cihazınkollarına bırakıyorsunuz. “Trink!” size paranızı geri veriyor! İnanılmaz değil mi? Cihaz bozuk paranızı rehin alıp bisikleti geri koyduğunuzda paranızı geri veriyor… Böylelikle koca şehri tek kuruş harcamadan gezebiliyorsunuz. Böylelikle ne oluyor; 1 – Tren istasyonunda bekleyeceğinize bu zamanınızı değerlendirip bir ülkenin başkentini geziyorsunuz. 2 – Gezerken yemek yiyor, bir şeyler içiyor ve ufak tefek bir alış veriş bile yapsanız Danimarka’yı harcadığınız para ile daha da zenginleştiriyorsunuz. 3 – Ülkenin ayaklı reklam modülü olabiliyorsunuz. 4 – Çevreyi egzoz dumanı ve motor sesi ile kirletmiyorsunuz. 5 – Bir turist olarak şehri en ekonomik yoldan gezmiş olmanın ve bu güzellikleri ıskalamamanın verdiği mutlulukla seyahatinize devam ediyorsunuz. Bu arada “bisiklet çalınmıyor mu?” diye aklınıza geliyor değil mi? Pek nadiren oluyor bu… Çünkü bisiklet çalındıktan sonra serbestçe binilebilecek bir görüntüye sahip değil, özel yapılmış, jantları değişik boyutta ve gidonu farklı. Ayrıca Danimarka’da bu bisiklete bir Danimarkalı’nın binmesi ilgi çekerdi. Her Danimarkalı’nın bir adet hatta birden fazla bisikletinin olduğunu düşündüğünüzde pek de kalabalık olmayan bir şehirde polisin yakalama olasılığı oldukça yüksek. Bisikletin jant kapaklarında da bir sürü markanın logosu var. Kopenhag Belediyesi kendine bir reklam mecrası bulmuş! Bu markalardan elde edilen “Jant üstü reklam mecrası”nın kira bedeli ile bozuk para ile bisiklet sistemi tıkır tıkır yürüyor…
hikaye için gerekli ipuçlarını da toplamak için ekspres tarafından da olsa şehri görmek isteriz…
Peki, ister istemez aklımıza gelecektir; Türkiye’de bu mümkün mü? Her yerde olmasa da bizce mümkün, özellikle nüfusun az olduğu ancak turizm açısından önem taşıyan, yol güzergâhları üzerinde bulunan kent ve kasabalarımızda bu sistem kurulabilir.
Zamanı kısıtlı olan yolcuyu şehir içlerine çekmenin bir yolu vardı bu şehirde; “bisiklet”. Bir bisiklet ile 2 saat içinde Kopenhag’ın en güzel yerlerini baştan aşağı gezebilir, ara sokaklardaki Danimarkalıların günlük yaşamına ve lezzetlerine şahit olabilirsiniz…
Otomobil kullanmaktan kaçınan ve toplu taşıma araçlarını destekleyen biri olarak dışarı çıktığımda manzara değişiyor… Dışarıda pek nadiren bir bisikletle karşılaşıyorum… Dünyanın en pahalı petrolünü kullanan bir toplumda, sarkacın diğer ucunda düşüncelere dalıyorum…
Tren istasyonunun hemen önündeki bisiklet parkı dikkatimi çekti, insanlar trenden inip yaklaşık 1 Euro’ya tekabül eden Danimarka Kronunu cihaza atıyor, bisikleti gövdesinden kavrayan cihazın kolları bir anda açılınca bisiklet sizin oluyor. Bisikletin gidonunda bir Kopenhag
95
2012’de Türkiye’de En Çok İzlenen Filmler
Ege Görgün
Fetih 1453 Fetih 1453‘e yoğun bir ilgi oldu. Ancak ben bu tür tarih konulu eserlerin, hele bir de bu kadar ilgi görüyorlarsa önemli bir misyon üstlenmeleri gerektiğine inanıyorum. Bu misyon da toplumda “sağlıklı bir tarih bilinci yaratmak” olmalı. Sağlıklı tarih bilincinden anladığım şey ise geçmişe karşı merak duymak, tarafsız bir gözle geçmişi araştırmak ve bu araştırmalardan çıkan sonuçları daha iyi bir gelecek inşa etmek adına kullanmak. Fetih 1453’ün böylesi bir misyona çok fazla hizmet etmediği rahatlıkla söylenebilir. Bu konunun ayrıntısına az sonra gireceğim ama önce eskilere gidip sinemanın İstanbul’un Fethi’yle imtihanına bir göz atalım.
2012’de sinema seyircisinin en çok rağbet ettiği filmlere baktığımızda PR’ı iyi yapılmış, ya da kendinden PR’lı popüler filmlerin her zamanki gibi öne çıktığı görülüyor. Listenin ilk sırasında yer alan ve yıldız oyunculara yer vermeyen Fetih 1453 PR’ı iyi yapılan filmlere en iyi örnek. Fetih 1453 en çok seyredilen ikinci filmin seyirci sayısını bu sayede üçe katlıyor, ya da diğer bir kıstaslama şekliyle en çok izlenen ikinci, üçüncü ve dördüncü filmin seyirci toplamından daha fazla seyirci toplayarak yıllarca konuşulacak bir başarıya imza atıyordu.
İstanbul’un Fethi ilk kez 1951 yılında filme çekilmişti. Aydın Arakon’un yönettiği, İlhan Arakon’un kameramanlığını üstlendiği filmde Fatih Sultan Mehmet’i Sami Ayanoğlu, Ulubatlı Hasan’ı Turan Seyfioğlu canlandırıyordu.
İkinci ve dördüncü sıralardaki iki film ise başrol oyuncuları sayesinde kendinden PR’lı dediğimiz türden yapımlardı. İki film de eleştirmenler tarafından beğenilmese de, sinema seyircisi televizyon programından gülerek takip ettiği Tolga Çevik’i ve önceki filmlerinden memnun kaldığı Ata Demirer için bir kez daha salonları doldurmaktan geri durmadılar.
İstanbul’un Fethi’ni konu alan dev bütçeli diğer bir filmin çekilmesinin gündeme gelmesi ise 1960’ların ilk yarısına rastlar. Ünlü İtalyan yapımcı Dino De Laurentiis Türk hükümetinin desteğini alarak çekmeyi planladığı filmde Fatih rolünde Kirk Douglas’ı, Bizans İmparatoru rolünde ise Anthony Quinn’i oynatmayı planlıyordu. Neyse ki Fin yazar Mika Waltari’nin Kara Melek (The Dark Angel) romanından uyarlanacak bu film hiçbir zaman gerçekleşmedi. Muhtemelen bu De Laurentiis’in Türk hükümetini söğüşlemek maksadıyla ürettiği bir projeydi bu. Ayrıca filmde müzelerimizde saklanan silah, zırh ve giysilerin kullanılması konusunda hükümeti ikna etmişti De Laurentiis. İşin ucu tarihi eser kaçakçılığına bile gidebilirmiş anlayacağınız.
En çok seyredilen 10 filmden dördünün Türk filmi, 2 tanesinin animasyon, 2 tanesinin süper kahraman çizgi romanı uyarlaması olduğu görülüyor. Dokuzuncu sıradaki Cehennem Melekleri 2’nin ise bu rakamlara ulaşmasının ardında kadrosunda çok sayıda aksiyon yıldızını barındırması var. Açlık Oyunları’nın listeye girmesi ise gençliğe hitap eden filmlerin her zaman sürpriz yapabileceğinin bir göstergesi. Tür olarak benzeşmeseler de Açlık Oyunları’nın Alacakaranlık’ın kulvarında yer aldığı ve benzer bir seyirci profiline hitap ettiği söylenebilir.
Bir diğer örnek ise Ersin Pertan’ın 1997 tarihli filmi Kuşatma Altında Aşk filmidir. Fatih’in kuşatması altındaki Bizans’ta yaşanan bir aşkı anlatan filmde de gerçekle kurgu harmanlanmıştı. Senaryoda Pertan’ın imzası olsa da bu filmin hikayesinin Waltari’nin Kara Melek romanından esinlendiği aşikardı. Türk-Macar-Yunan ortak yapımı olan film görüntü dalında Altın Portakal’la ödüllendirilmiş olsa da pek çok zafiyetinden dolayı bugün pek de iyi anılmamaktadır.
2012’nin en çok seyredilen filmleri haftasonu seyircisinin 2013’te en çok hangi tür filmleri tercih edeceği konusunda güvenilir ipuçları veriyor.
Fetih 1453 filminin senaryosu yazılırken olması gerektiği gibi tarih kitaplarının karıştırıldığı çok açık. Danışmanlar sayesinde bu güvenilir tarih kitaplarından alıntılanan bazı ayrıntılar ve diyaloglar bire bir filme taşınmış. Ancak bu ayrıntılardan yalnızca bizim milli duygularımızı okşa-
96
yacak, ceddimizi övecek ayrıntıların seçilmiş olması da dikkati çeken bir diğer nokta. Bu anlayış filmi tek yönlü okumaya açık kılmasının dışında, projenin ne kadar popülist ve ticari bir yaklaşımla kotarıldığını da gözler önüne seriyor. Yani içerik derinliği, tarihsel ve politik olgunluk açısından Fetih 1453 bir zamanların Cüneyt Arkın’lı Kara Murat’larından çok da farklı bir yerde durmuyor. Filmde, ülkelerini korumaya çalışan sıradan insanlar olmak yerine Yeşilçam’ın o malum “kötü adam” kalıbına sokulup adeta karikatüre dönüştürülen Bizanslılar söylediklerimizin doğruluyor zaten. Hikayenin dramatik yapısını güçlendirmek, epik coşkusunu artırmak, sinema duygusu yaratmak için bu filmde de tarihi arkaplana kıvam arttırıcı kurgusal ilaveler yapılmış. Fatih’le Ulubatlı Hasan’ın dostluğu ve yine Ulubatlı’yla Urban’ın kızı Era arasındaki aşk bu türden insiyatifler. Bunların seyirci üstünde gayet etkili olduğu söylenebilir. Filmin sınıfı geçtiği taraf ise işin prodüksiyon kısmı. Bugüne kadar konvensiyonel sinemada ülke adına gelinmiş en uç nokta herhalde bu. Ha, film için harcandığı iddia edilen o astronomik rakamları karşılayacak işçilik var mı ortada diye sorarsanız… Ben de o hissiyat uyanmadı açıkçası… Cesur Yürek, Son Samuray, Cennetin Krallığı gibi Hollywood epiklerinin izinden gidildiğini gösteren pek çok sahneye sahip filmde kalabalık savaş ve birebir dövüş sahneleri, kostümler, mekanlar ve grafik uygulamalar son derece başarılı. Bu tür kalabalık sahneli filmlerde her daim başımızı ağrıtan figürasyon sorunu, olabildiğince bertaraf edilmiş. İşin bu yönünde göze batan noktalar ise, Dilek Serbest’in peruğu, castta çok benzer tipte aktörlerin yer alması – öyle ki Ulubatlı Hasan ile Jüstinyen’in dövüşünde ikiz kardeşler kapışıyor zannediyorsunuz, Fatih de bu ikiliye benzer bir tipe sahip üstelik. Seyircinin dikkatinden kaçabilecek de olsa dikkatli gözlerin es geçmeyeceği bir iki devamlılık hatası da mevcut filmde.
Fetih 1453 Yönetmen: Faruk Aksoy Senaryo: Atilla Engin, İrfan Saruhan Oyuncular: Devrim Evin, İbrahim Çelikkol, Dilek Serbest Yapım: 2011 / Türkiye/ 165 dakika
97
muhakkak ama, beklediği sonucu ne yazık ki elde edemiyor. Karizması, komikliği filmi vasat bir eğlencelik olmaktan öteye taşımıyor. Filmin fragmanındaki esprilerden fazlasını bulamıyorsunuz Sen Kimsin?’de. Filmin teknik ve yapısal unsurlarının kusursuz kotarıldığını söylemek lazım yine de. Ticari filmlerde karşımıza böyle bir titiz çalışma çıktığında filmin teknik ekibini mutlaka kutlamak lazım. Toparlarsak… Pembe Panter filmlerinin Türkiye uyarlaması sanki Sen Kimsin?, Komedi Dükkanı’ndaki Tolga Çevik biraz Komser Cluzo olmuş, biraz da İnek Şaban. Zekice espriler yerine karakterin sakarlıklara, salaklıklarına gülmeniz bekleniyor. Bu da bir noktadan sonra sıkıyor. Hikayenin de sizi meraklandıracak, şaşırtacak, coşturacak bir yanı yok. Tolga Çevik, Komedi Dükkanı seyircileri üstünde yarattığı etkiyi sinema salonunda yaratamıyor. Demek beyazperdede tek adam olmak sahnede tek adam olmaya benzemiyor. Bu arada, Sen Kimsin? Madem Pembe Panter filmlerinin bir devamı tadında, ismini de seriye uygun olarak değiştirelim o zaman: Pembe Panter’in Sönüşü.
Sen Kimsin? Yönetmen: Ozan Açıktan Senaryo: Levent Pala, Tolga Çevik, Ozan Açıktan Sen Kimsin!
bir öykü olması da onun işini kolaylaştırıyordu. Çünkü bu sayede esprilere hazırlıksız yakalanıyordu seyirci ve daha kolay gülüyordu.
Tolga Çevik 2005 tarihli Organize İşler filminde önemli bir rol üstlenip, bu rolde başarılı bir performans ortaya koysa da, şöhreti televizyon sayesinde elde etti. Avrupa Yakası gibi müthiş bir dizinin, “dreamteam” olarak nitelendirilebilecek kadrosuna girerek yakaladığı şansı ve ivmeyi, aslında gayet iddiasız bir proje olarak başlayan Komedi Dükkanı’nda bireysel bir patlamaya dönüştürdü.
Oyuncular: Tolga Çevik, Köksal Engür, Toprak Sergen Yapım: 2012 / Türkiye
Şimdi sahne ilk kez tamamen Tolga Çevik’e kalıyor. Elbette başta Köksal Engür olmak üzere onu destekleyen iyi oyuncular var, ama Sen Kimsin? de aynı Komedi Dükkan’ı gibi bir Tolga Çevik şovu. Önemli fark, bu kez ortaya konulanın dışarıdan manipülasyona kapalı, başı sonu belli, geleneksel, kısacası seyirciyi hazırlıksız yakalaması anlık espriler dışında mümkün olmayan bir hikaye olması. Üstelik bırakın geleneksel olmasını, düpedüz sıradan, son derece tanıdık, üstüne pek kafa yorulmamış bir hikaye de bu. Tipleme filmlerinde karşımıza çıkan türden. Yani Tolga Çevik bir zamanlar İnek Şaban’ın, Cilalı İbo’nun, Turist Ömer’in, hatta Recep İvedik’in yaptığı gibi bir yandan hikayeyi sürüklemeli, bir yandan da seyirciyi güldürmeli bu durumda. Komedi Dükkanı’ndan miras popülerliğine güvenen Çevik bu konuda kendinden emindi
O güne kadar sinema söz konusu olduğunda üzerine düşeni her seferinde layığıyla yaptığını, yani parçası olduğu öykülere en iyi şekilde hizmet ettiğini kanıtlayan Çevik, bu şovda sahne tamamen kendisine kaldığında da başarılı olacağını gösterdi. Başarısının sırrı Allah vergisi sempatikliğinde ve hazır cevaplılığında gizliydi. Ama sahneye konulanın sonunun nereye varacağı belli olmayan, seyri her an değişebilen
98
99
Lars Trier* Sineması: İnsana Düşmanlığın Estetize Hali
Yrd. Doç. Dr. Nevzat Evrim Önal
Danimarka sinemasının kendi ülkesi dışında en fazla tanınan yönetmeni olan Lars Trier’in filmleri, gerek biçim gerekse öz açısından “gişe filmi” olarak tanımlanmaları mümkün olmamakla beraber, kıta Avrupası’nın sanat sinemasının da dışında konumlanıyor. Böyle bir konumlanışın ne sanatseverlere, ne de Hollywood izleyicilerine yaranamayıp boşa düşmesi pekâlâ mümkünken Trier filmleri, içerdiği tüm marjinal biçimsel ve düşünsel öğelere rağmen ortalama eğitime ve entelektüel derinliğe sahip sinema izleyicisinin zorlanmadan tüketebileceği birer pazarlama başarısına dönüşüyor. Kanımca Trier bu başarısını bugün bütün diğer sanat dalları gibi sinemanın da neredeyse tamamen postmodernizmin etkisi altına girmiş olmasına borçlu. Postmodernizmin temel eğilimlerinden olan, öz ile biçimin birbirinden ayrılması ve biçimin özü fazlasıyla baskılayarak öne çıkması Trier sinemasının da başat öğesidir. Öyle ki, Trier filmlerinin çoğu aslında hayli basit, sıradan fikirlere dayalı bir düşünsel özün, entelektüel açıdan çarpıcı bir biçimle ambalajlanmış halidir. Bu filmlerin başarısı Lars Trier’in, kendisinin de mensup olduğu alıcı kitlesi olan batılı ve kentli küçük burjuvazinin dertlerini gayet iyi anlamış olmasıyla ilgilidir. Deklase konumu içerisinde kendi dertlerinin herkesinkilerden farklı ve derin olduğunu zanneden küçük burjuva entelektüel, aslında bütün bireysel niteliğine rağmen “sınıfdaşları” arasında nezle gibi bireysel yaşanan ancak bir salgın kadar sık rastlanan dertleri beyazperdede gördüğünde Lars Trier’e tutulmaktadır. Sonuçta bir miktar eğitim almış, bir miktar da düşünsel nitelik sahibi hangi yalnızlaşmış kentli birey sık sık “insan kötüdür, insanlardan mürekkep toplum daha da kötüdür” diye düşünmez ki? Bu yazı, Trier’in düşünsel çerçevesinin özünde bu basit, hatta bayat önermenin bulunduğunu deşifre etmeye yönelik olarak kaleme alınıyor, yani Trier sinemasının ambalajını açıp içindeki özü açığa çıkartmaya çalışacağız. Bunu yaparken de üç yöntemsel kırmızı çizgimiz olacak. Birincisi: Analiz nesnemizi şu veya bu Trier filmi değil, “Trier sineması” olarak tanımlıyoruz; dolayısıyla bu yazı, Trier’in bilhassa Dogville sonrası filmlerine doluşturduğu dinsel ya da sanatsal göndermelerle, bu göndermeler Trier sinemasının bütünü açısından bir anlam taşımadı-
ğı müddetçe ilgilenmeyecek. Trier’in filmlerine yönelik bugüne dek yapılan pek çok analiz denemesinde görüldüğü üzere filmin sembolojisine odaklanmak, Trier’in entelektüel zokasını yutmak manasına geliyor. Bu zokayı yutan analizler filmin biçimsel öğelerinin şurasını burasını didikleyip, nihayetinde işin içinden çıkamadığında yönetmenin “hakkını teslim etmek” zorunda kalıyor; zira bir sanat eserine yönelik her analiz denemesi bir meydan okumadır ve sanat eleştirmenliğinin küçük burjuva entelektüel ortamında bir eseri çözümleyip ne olduğunu ortaya dökemiyorsanız bu (her niyeyse), o eserde belki de anlaşılacak bir şey olmadığını değil, muhakkak sizin o eserin derinliğini kavrayamadığınızı gösterir; size de bükemediğiniz eli öpmek kalır. İkincisi: Bu yazı “ambalajı açmayı” hedefliyor, ambalajı tartışmayı değil; dolayısıyla tartışmamızı Trier sinemasının düşünsel içeriği ile sınırlayacağız. Bu, gerek Dogma 95 manifestosu, gerekse Dogville ve Manderlay’in, entelektüel çevrelerin Trier aşkıyla yanıp tutuşmasını sağlayan sözde minimalizmiyle hesaplaşmanın önemsiz olduğu manasına gelmiyor. Kuşkusuz Trier’in ambalajı da çok önemli, sonuçta Danimarkalı bu beyefendi aynı zamanda usta bir reklamcı. Ancak ölçek darlığı nedeniyle biçime dair tartışmayı şimdilik erteleyeceğiz. Son olarak: Lars Trier, kariyeri ilerledikçe öncelikle Danimarka, ardından da tüm dünyanın gündemini filmleri dışında bir pazarlamacı yaklaşımıyla ortaya döktüğü cinsel fantezileri ve benzeri skandallarla da meşgul etmiş bulunuyor. Bu skandalların sonuncusunda, “Hitler’i anlıyorum” ve “ben Nazi’yim” gibi açıklamaları(1) sonucunda tüm dikkatleri üzerine çekmenin dışında festival jürisi tarafından 2011 Cannes Film Festivali’nden kovuldu. Trier sinemasına yönelik bütünlüklü bir tartışmanın, Trier’in kendisine yönelik bir tartışma yapılmaksızın eksik kalacağı söylenebilir, ancak bu da çerçevemizin dışında kalıyor. Biz bu yazıda Trier’in kişiliğini değil, filmlerinde ifade ettiği, zaman içerisinde bir miktar evrim geçirse de baskın bir sürekliliğe sahip olan gerici düşüncelerini eleştireceğiz.
Trier 01: Lars Trier: Avrupa sinemasının kendi kendisine unvan veren “asilzadesi”
Trier Sinemasında Toplumsal-Mekânsal Gerçeklikten Uzaklık Trier’in erken dönem filmlerinde(2) toplumsal gerçeklik değiştirilmeyen ve her ne kadar zaman zaman bu yönde çaba gösterilse de, değiştirilmesi mümkün görünmeyen bir zemindir. Tüm spotların üzerine tutulduğu ana karakter bu zemin üzerinde hareket eder ve yan karakterlerle etkileşime girer. Bu ana karakter daima söz konusu toplumsal zemine yabancıdır: Örneğin Europa’da
100
Trier 02: Dalgaları Aşmak: Bess’in haykırışlarına dalgalar yanıt veriyor
101
2. Dünya Savaşı sonunda yıkılmış Almanya’ya gelmiş ve Alman kuralcılığı karşısında sürekli eli ayağına dolaşan liberal bir Amerikalı; Karanlıkta Dans’ta sosyalist Çekoslovakya’dan ABD’ye iltica etmiş, meta fetişizminden bihaber ve çocuğunun ameliyatı için gıdım gıdım para biriktirmeye çalışan bir işçidir. Bu yabancılık illa ki uyruk farkından kaynaklanmak zorunda değildir, önemli olan onun düşünsel niteliğidir: Dalgaları Aşmak’taki Bess zenofobik ve köktendinci bir balıkçı kasabasının, yabancı bir işçiyle evlenen delisidir; Geri Zekalılar’daki Karen ise çocuğunun ölümünün ardından depresyona girmiş, kocasını ve ailesini bırakıp sürüklenmeye başlamıştır. Geç dönem filmlerinde Trier’in öyküleri toplumsal gerçeklikten giderek uzaklaşır ve o gerçeklik aktarılmak istenen fikre uygun biçimde, suni olarak inşa edilen bir şeye dönüşür. Dogville ve Manderlay’de gerçeklik bir tiyatro sahnesi formunda sunulan, sözde bir sosyal laboratuardır. Bu filmlerde yan karakterler yoktur. Her iki filmin ortak ana karakteri olan Grace dışındaki tüm şahıslar birer karakter değil, bu laboratuarın bir parçası olan stereotipler, Grace ise bu izole laboratuarlara girip içindeki insanlar üzerinde olumlu değişiklikler yaratmaya çalışan bir çeşit azize-peygamberdir. Bu laboratuarlar yalnızca sembolik değildir; gerçeklikten de kopuk mekânlardır. Birinci filme ismini veren Dogville, ABD’nin Kolorado eyaletinin dağlık kesiminde, artık kullanılmayan bir maden ocağının sefalet içindeki kasabasıdır ama sekiz hanenin bulunduğu bu kasabada her nasılsa bir çiftçi, bir de aile emeğiyle işletilen küçük bir cam atölyesi olmasına rağmen aynı zamanda bir zenci gündelikçi evlere temizliğe gidebilmekte; çiftçinin yedi çocuğundan hiçbiri elma bahçesinde çalışmamaktadır ve anneleri tarafından yunan mitolojisinden kahraman isimleri verilmiş bu çocuklara evde antik yunan felsefesi gibi konular öğretilmektedir; kasabanın tek dükkânı ise sadece temel ihtiyaçlara yanıt vermemekte, aynı zamanda porselen biblolar da satmaktadır. İkinci filmin geçtiği Manderlay ise, köleliğin kaldırılmasından yetmiş yıl sonra halen köleliğin yürürlükte olduğu, zaman içinde donmuş bir pamuk çiftliğidir. Trier’in son iki filminde ise artık mekânsal gerçeklik tamamen yitirilmiştir. Deccal ormanın ortasında, sadece toplumsal yaşamdan değil tüm fiziksel gerçeklikten kopuk bir kulübede geçen bir cadı hikâyesidir. Öyle ki, filmin ana karakteri bir kadın, yan karakteri onun kocasıdır ve gittikleri kulübenin ismini (Cennet) biliriz ama bu iki insanın isimlerini film boyunca duymayız. Melankoli ise dünyanın sonuna birkaç gün kala, izole bir şatoda geçmektedir. Ana karakter şatoda yapılacak bir düğünle ev-
Trier 03: Azize Bess’in şehadetini gökte çalan çanlar müjdeliyor
lenecektir ama düğün dağılır, damat (ve davetliler) çekip gider ve film melankolik ve kendisine “düzgün” bir hayat kuramamış ana karakter ile onun fazlasıyla düzgün bir burjuva yaşantıya sahip ablası arasındaki rol paylaşımı üzerinden ilerler. Trier’in Kadını Trier’in hikâyelerini kadın karakterler üzerinden anlatmaya her ne kadar Altın Kalpli üçlemesi ile başladığı düşünülse de bu konuda dönüm noktası, gerek ilk örnek olması gerekse seçilen karakterin sembolik niteliği açısından 1988’de çektiği Medea’dır. Yunan mitolojisinde en geniş olarak Euripides tarafından yazılan aynı adlı tragedyada ele alınan Medea karakteri, bir cadı-kâhin olmanın yanı sıra, aşkı için büyük fedakârlıklarda bulunmaktan, onun için cinayet işlemekten dahi çekinmeyen; ancak âşık olduğu adam kendisine ihanet ettiğinde çekip gitmeden önce sadece yeni karısını zehirlemekle kalmayıp, ondan yaptığı iki çocuğu öldürecek(3) kadar şiddetli bir öfke hissedebilen bir figürdür. Trier’in Medea’dan sonra çektiği Europa ve Manderlay ile Deccal arasında çektiği, çok ses getirmeyen Emret Patronum dışındaki bütün filmlerinde ana karakterler sadece kadın değil, Medea’nın kimi özelliklerini taşıyan, mistifiye edilmiş kişilerdir. Bu kadın, doğa ile erkeklerin sahip olmadığı ve anlamadığı paganik bir uyuma sahiptir ve ikinci planda olan ana erkek karakterle arasında bir bütünlük ya da diyalektik değil, dualite vardır. Son tahlilde, ana erkek karakter tüm olgulara rasyonel yaklaşıp, onları anlamada tamamen başarısız olurken, sezgileriyle hareket eden kadın er ya da geç haklı çıkmaktadır. Postmodernizmin temel düsturlarına gayet uygun olan bu çerçeve, senaryolara aynı zamanda materyalist düşünceye yönelik bir güvensizlik olarak yansır: Melankoli’de, Melankoli isimli gezegenin dünyaya çarpmayacağını iddia eden bilim adamı John yanıldığını ve dünyanın yok olacağını anladığında intihar etmekte, oysa bunu baştan beri sezgileriyle bilen Justine dün-
102
Trier 04: Grace: Dogville’in köpekleşmiş insanları karşısında bir tanrıça
Trier 05: Trier’in iddiası: İnsan kötüdür; fırsatını bulursa en kötüsünü yapar
yanın sonunu stoacı bir metanetle karşılamaktadır. Bir başka örnek olarak; Geri Zekâlılar’da yerleşik toplumsal düzeni geri zekâlı taklidi yaparak reddeden komünün lideri olan anarko-komünist Stoffer tüm ilerici fikirlerine rağmen komünü bir arada tutamazken; yalnızca “Altın Kalpli” Karen yerleşik düzen ailesinin yanında da geri zekâlı taklidi yapacak kadar reddeder. Karen’in bunu yapmasını olanaklı kılan, tek varlığı olan evladını kaybetmiş yoksul bir anne olarak hayattan hiçbir beklentisi kalmamış olmasıdır.
Aşmak – Bess, Geri Zekâlılar – Karen ve Karanlıkta Dans – Selma) mistik öğeler barındırmakla beraber gerçek karakterlerdir ancak daha önce değindiğimiz üzere, onları mevcut toplumsal zeminden ayrıksı kılan farklılıklar taşırlar. Bu karakterlerin ortak özelliği uçlaştırılmış düzeyde sevgi dolu, verici, emektar ve fedakâr olmaları ve asla bunun karşılığını görmemeleri, aksine her türlü şanssızlığın yanı sıra, gösterdikleri iyiliğin tam tersi bir kötülüğe maruz kalmalarıdır(6).
Lars Trier neredeyse tamamını kendisi yazdığı filmlerinde bir yandan söz konusu ettiğimiz kadının ağzından konuşmakta, diğer yandan da onu, adeta sadistçe tarifsiz acılara boğmaktadır. Kadın karakterin çektiği acılara verdiği tepki, Trier sinemasının evrimine paralel olarak değişkenlik gösterir ve bunu aşağıda detaylı olarak ele alacağız.; ancak bu acıların ortak yönü erkek karakterden ya da aynı anlama gelmek üzere toplumun erkek egemen yapısından kaynaklanıyor olmasıdır. Yani dünyada “feminist” olarak nitelenebilecek belki de son insan olan, bir pornografi hayranı olmasının yanı sıra pornografinin yaygınlaşmasına da katkıları olan(4), hatta filmlerindeki ana kadın karakteri oynayacak oyuncuyu iyi performans göstermesi için karakterinin filmde çektiği işkencelere benzer acılara tabi tutan(5) Trier, insanlığın kötücül yönlerine mercek tutmak için, kötülüğün en kolay dramatize edilebilecek biçimi olan “erkek”in “kadın”a karşı kötülüğünü araçsallaştırmaktadır. Altın Kalpli Azizeler Trier’in kadını her ne kadar ilk kez Medea’da kendisini gösterse de, bir karakter olarak Trier’in kaleminden ilk kez Altın Kalpli üçlemesinde çıkar ve evrimi de bu filmlerle başlar. Bu üçlemenin kadınları (sırasıyla; Dalgaları
Üçlemenin ilk filmi olan Dalgaları Aşmak’ın “Altın Kalpli”si Bess biraz “kaçık”tır ve köktendinci bir balıkçı kasabasında yaşamaktadır. Kasaba o denli gericidir ki, kadınların Pazar ayinlerinde konuşmalarına ve cenaze törenlerine katılmalarına izin yoktur. Kilisenin çanı sökülmüştür zira kimseye ayin saatinin hatırlatılmasına gerek yoktur. Din tarafından düzenlenen sosyal normlara uymayanlar toplumsal hayattan dışlanmakta, kimse onlara selam bile vermemekte ve nihayetinde kasabayı terk etmek zorunda bırakılmaktadırlar. Bu ortamda Bess kasaba dışından bir işçi olan Jan’a deli gibi âşık olur ve evlenirler. Jan denizin ortasında bir petrol platformunda çalışmakta, sadece izin günlerinde karaya çıkabilmekte, Bess ise gönüllü olarak kilisenin temizliğini yapmaktadır. Bu arada Bess yalnız kaldığı zamanlarda tanrı ile konuştuğuna inanmakta, hatta konuşmanın tanrı tarafını da gözlerini kapatıp kendisi seslendirmektedir. Bess’in en önemli özelliği budur ve filmde kendisi tarafından da dile getirilir. Bess çok iyi “inanabilmektedir.” Âşık olduğu andan itibaren Bess’in hayatı Jan’dan ibaret olur ve o petrol kuyusuna çalışmaya gittiğinde sinir krizi geçirir. Israrla onu geri getirmesi için tanrıya dua eden Bess, tanrının sesiyle kendi kendisine gayet ürkütücü biçimde “bunu istediğine emin misin?” diye sorar. Bess “eminim” der ve Jan geri gelir: İş kazası geçirmiştir,
103
Trier 06: Deccal: Trier’in azizesi canavarlaşıyor
boynundan aşağısı felç olmuştur ve yavaş yavaş ölmektedir. Jan bu halde Bess’ten, başka erkeklerle birlikte olmasını ve yaşadıklarını ona anlatmasını ister. Jan’ı halen taparcasına seven (hatta film açısından çok önemli bir sahnede Bess, komadaki Jan’ı aynı tanrıyı seslendirdiği gibi seslendirir) Bess, Jan’ın bu isteğini yerine getirmeye başladığında kasabada kıyamet kopar. Kısa bir süre sonra kimse Bess’le konuşmaz olur. Bess kendisini İsa tarafından himaye altına alınan fahişe Magdalene’e benzetir ve bir başka önemli sahnede kovulduğu kiliseye tekrar kabul edilmek için, çocuklar tarafından taşlanarak, sırtında çarmıhı Golgotha’ya tırmanan İsa misali kilisenin bulunduğu tepeye tırmanır, ama rahip tarafından bir kez daha kovulur. Diğer yandan Bess, bedenini başka erkeklerle kullandırırken çektiği bedensel ve ruhsal çilenin Jan’ı iyileştiriyor olduğuna inanmıştır. Jan, bu sefer öleceğine kesin gözüyle bakılan bir komaya girdiğinde Bess, başına gelecekleri bile bile limanda çalışan fahişelerin hiçbirinin adım atmadığı, hatta kendisinin daha önce bir kez gidip canını zor kurtardığı gemiye gider. Bess ağır yaralı olarak kıyıya getirilir ve Jan’ın da yatmakta olduğu hastanede son nefesini verir. Onun ölümüyle birlikte Jan mucizevî biçimde iyileşir. Doktoru mahkemede Bess’e “nevtorik ya da psikotik” değil olsa olsa “iyi” tanısı konabileceğini söyler. İyileşmiş olan Jan ve petrol platformundan arkadaşları Bess’in cesedini çalar ve tabutuna kum doldururlar. Kasabanın bağnaz yaşlıları Bess’in günahkârlığından dem vurarak onun yerine boş bir tabut gömerken Bess kocası tarafından denize gömülür. Ertesi sabah platformun radarında hiçbir şey görünmüyor olmasına rağmen gökten açıkça duyulan çan sesleri gelmeye başlar. Kamera göğe doğru yükselir ve film gökte çalan koca çanların görüntüsüyle son bulur. Bess, Trier’in kadınının ilk halidir ve onda saf, idealize ve kendini korumaktan aciz, hatta korumayı düşünmeyen
bir iyilik görürüz. Bess bu iyilikle özgeci bir biçimde dokunduğu her şeyi kendince güzelleştirmeye çalışmaktadır. Bess aynı zamanda paganik bir biçimde doğayla uyumludur: film boyunca deniz ve gökyüzü Bess’in ruh halini yansıtmaktadır. Hatta filmin ismi, Bess’in Jan gittikten sonra kıyıdaki kayalara gidip denize doğru defalarca haykırdığı ve çıldırmış haldeki dalgaların kayaları dövdüğü meşhur sahneden gelmektedir. Bess, iyiliği kasabanın bağnazlığına çarptığında bu bağnazlığın üzerine de sonrasını düşünmeden gider; ancak Trier’in derdi kesinlikle din eleştirisi yapmak değildir. Trier’in pek çok filminde olduğu gibi(7) burada da Bess’in zekâ geriliği bir özür değil, bilgelik halidir ve Bess sahip olduğu bu bilgelikle neyin iyi, neyin kötü olduğuna herkesten, hele ki siyahtan başka bir renk giyinmeyen bağnaz yaşlılardan çok daha vakıftır. Bess bir azizedir; onun iyiliği, sadece saflık ve masumiyet değil, metafizik bir iyiliktir ve bunun sonucunda kocasının hayatını kurtarmak için şehit olduğunda, tanrı katına bağnaz dindarların reddettiği çan seslerinin neşesi içinde kabul edilmiştir. Dalgaları Aşmak üçlemenin ilk filmi olmasına ve son filmi Karanlıkta Dans çok daha büyük bir başarıya (Cannes’da Altın Palmiye ve en iyi kadın oyuncu) ulaşmasına rağmen, Trier’in sinemasına düşünsel açıdan en fazla öğeyi Dalgaları Aşmak kazandırmıştır. Bunun sebebi, her ne kadar Altın Kalpli üçlemesinin filmleri kendi içerisinde önemli ölçüde benzerlik gösterseler de, Dalgaları Aşmak’ın bir yöne, Geri Zekâlılar ve Karanlıkta Dans’ın başka bir yöne işaret etmesi ve bu üçlemeyle birlikte kariyerinde önemli bir kırılma yaşayan Trier’in Dalgaları Aşmak’ın işaret ettiği yönde ilerlemiş olmasıdır. Aradaki farklılık şudur: Her ne kadar Geri Zekalılar’ın Karen’i ya da Karanlıkta Dans’ın Selma’sı da Bess gibi gerçek olamayacak ölçüde fedakâr ve cefakâr birer iyi-
104
lik meleği olsalar da; her ikisini Bess’ten ayıran bir temel özellik vardır: Karen ve Selma, hiçbir mistik yanları olmayan, iyi yürekliliklerinin de, yaşadıkları trajedilerin de temelinde maddi sebepler bulunan karakterlerdir. Örneğin Selma kör olmaktadır ve kendisiyle aynı körleşme hastalığından muzdarip çocuğunu tedavi ettirmek için çalışıp para biriktirmektedir. Bunun için sosyalist Çekoslovakya’dan ABD’ye iltica etmiştir, ancak sosyalizmin insanlar arasında oluşturduğu maddi ilişkileri daha güzel ve hakça bulduğunu açıkça ifade etmektedir. Selma’ya büyük bir kötülük edecek erkek olan ev sahibi polis Bill ise Selma’nın biriktirdiği parayı yine gayet maddi bir gerekçeyle, lüks düşkünü karısının harcamalarının yarattığı borç batağını kapatmak için çalar. Selma, Bill’i parayı geri almak için öldürür ve parayı çocuğunun tedavisi için ödedikten sonra paranın nerede olduğu keşfedilip çocuğunun tedavisi durdurulmasın diye mahkemede kendisini doğru dürüst savunmaz, nihayetinde de idam edilir. Geri Zekâlılar ve Karanlıkta Dans, Trier’in genel kariyeri açısından çok daha ayakları yere basan ve ideolojik içeriği öne çıkan filmlerdi. Trier, Altın Kalpli üçlemesini tamamladıktan sonra kariyerine bilinçli bir biçimde bu yönde değil, Dalgaları Aşmak’ın gösterdiği yönde; içeriğini geri felsefi tartışmalar ve mistisizmin oluşturduğu filmler çekerek devam etmeyi tercih etmiştir. Tanrı’nın İnayeti, İnsan Kötülüğü Karşısında Gazaba Dönüşüyor Altın Kalpli üçlemesinin ardından Trier, henüz üçüncü filmini çekmediği Fırsatlar Ülkesi ABD üçlemesini çekmeye başlar. Bu üçlemede ana karakter, her türlü işini zorbalıkla gören bir gangster babanın, sonsuz bir merhamet ve anlayışla donanmış kızı Grace’tir. Grace karakterinin temeli Bess’tir, ama Grace’in iyiliğinde öne çıkan başat özellik bağışlayıcılıktır. Grace, Bess’de başlayan iyiliğin mistikleştirilmesi sürecinin tamamına ermiş hali gibidir. Bu, isminden de bellidir: Grace kelimesinin anlamı “tanrının lütufu”dur. Burada lütuf, en geniş anlamıyla tanrının insana bahşettiği her iyilik anlamına gelmektedir, örneğin İncil’de Adem ve Havva’nın cennetten kovulması “fall from grace” olarak isimlendirilir ve tanrının lütufunun kaybedilmesi anlamını taşır(8). Trier’in en fazla seyredilen ve hakkında en fazla övgü yazılan filmi kuşkusuz Fırsatlar Ülkesi ABD üçlemesinin ilk filmi Dogville’dir. Film, babasının şiddete dayalı yaşantısını reddedip kaçan Grace’in sekiz haneden oluşan sefil bir dağ köyüne sığınmasıyla başlar. Babası ve
adamları Grace’in peşindedir ve köylüler Grace’i saklamakta tereddüt ederler. Ancak köyün henüz tek bir satır yazmamış olsa da her fırsatta köylülere ahlakçı söylevler çekip onları “başkalarına kucak açmamakla” suçlayan genç “yazar-aydın”ı Tom Edison, Grace’in Dogville için bir lütuf olduğunu; Dogville sakinlerinin bir yabancı olan Grace’i aralarına kabul etmelerinin onların diğer insanlara değer veren kişiler olduklarının ispatı olacağını söyler. Köylüler razı olur ve Grace, iki haftalık bir “deneme süresi” sonucunda kendisini herkese sevdirir ve köyde saklanmaya başlar. Bütün bunlar olurken, Grace ile Tom Edison arasında daha önce dikkat çektiğimiz dualitenin geliştiğini görürüz. Grace, kasabalıların tümünden daha erdemli, özgeci ve sevgi doludur; onlardaki eksiklikleri sınırsız bağışlayıcılığıyla hoş görmekte, nazikçe göstermekte ve düzeltmek için emek vermektedir. Tom ise gördüğü tüm eksikliklere aşağılayarak yaklaşmakta, düzelmeleri için emek vermek şöyle dursun, babasının emekli maaşı sayesinde en ufak bir üretkenlikte bulunmadan asalak gibi yaşamaktadır. Tom ve Grace arasındaki zıtlığı en güzel özetleyen, Tom’un atölye sahibinin alık oğlunu yenip aşağılamak için her akşam aynı saatte onunla dama oynaması, Grace’in ise çocuğa Tom’u yenebilecek derecede taktik geliştirmeyi öğretmesidir. Diğer yandan, Grace ile Tom arasında bir aşk ilişkisi de gelişmektedir. Ancak köyün kilisesinin kapısına önce Grace’in arandığına, ardından da yerini bildirene 5000 dolar verileceğine dair posterler asıldığında işler Dogville “dişlerini gösterir.” Artık geldiği günden beri kasabanın tümünde erişilmezlik ve hayranlık uyandıran Grace’in de yüksek olmakla beraber bir fiyatı vardır ve bu onun o kadar da erişilemez olmadığını göstermektedir. Grace’ın bu gökten yere inmesi, onun erdemlerine ve güzelliğine duyulan hayranlığın kıskançlığa ve köyün erkekleri açısından da istismar etme arzusuna dönüşür. Üstelik tamamı satılsa 5000 dolar etmeyecek Dogville’in sakinleri, bu güzel varlığa pekâlâ tek kuruş ödemeden, onu ele vermekle tehdit ederek de istediklerini yaptırabilecek durumdadırlar. İlk taşı kendisi de Grace gibi aslen kentli olan çiftçi Chuck atar ve elma bahçesinde Grace’i öpmeye çalışır. Bu olayın ardından Dogville büyük bir hızla habisleşir ve film bize kötülüğün çocuklara dek uzandığını gösterir. Chuck’ın oğlu Jason(9), ailenin diğer çocuklarıyla birlikte ders alırken sürekli Grace’in kucağında oturmak ister; bu isteği karşılanmadığında ise ortalığı dağıtır ve Grace’ten onu dövmesini talep eder. Filmin belki de en alçakça sahnesinde Grace Jason’ı dövmeyeceğini söyler. Jason
105
ise son günlerde kötü çocuk olduğunu, cezalandırılmayı hak ettiğini, eğer onu güzelce cezalandırmazsa Grace’e hiç saygısının kalmayacağını, dahası, annesi eve geldiğinde onu dövdüğü yalanını atacağını söyler ve “annem sana cephe alırsa senin için kötü olur” diye şantaja başlar. Grace şantajı yutmaz, Jason bunun üzerine uyumakta olan bebek Achilles’in beşiğini devirmeye kalkar. Nihayet Grace Jason’ı dizine yatırıp dövmeye başladığında ise “daha hızlı, daha hızlı!” diye bağırır. Dayak faslı henüz yeni bitmiştir ki, Chuck vakitsizce çıkagelir. Dogville’e bir kez daha polis gelmiş, Grace’i sormaktadır. Grace sokağa çıkamayacak haldedir ve Chuck, Jason’ı dışarı yollayıp Grace’e tecavüz eder. Chuck kısa sürede bunu alışkanlık haline getirir ve sonunda olay Chuck’ın karısı Vera’nın kulağına gider. Bir gece, kasabadan iki kadınla birlikte Grace’in kaldığı eve gelirler. Vera, Grace’in köylülerden emeği karşılığında aldığı küçük ücreti biriktirerek köyün dükkânından satın aldığı yedi çirkin porselen bibloyu kırmaya karar verir. Grace için biblolar çok değerlidir çünkü “her şeye rağmen, çektiği çilenin değerli bir ürün verdiğini” göstermektedirler. Bu yüzden Vera’ya “çocuklarına stoacı doktrini anlattığımda ve anladıklarını gördüğünde birlikte ne kadar mutlu olduğumuzu hatırla” diye yalvarır. Vera ise Grace’e “o halde önce bibloların ikisini kıracağım ve eğer stoacı doktrin konusundaki bilgini gözyaşlarını tutarak göstertebilirsen geri kalanını kırmayacağım” der. Grace gözyaşlarını tutamaz, Vera da bibloların hepsini kırıp çekip gider. Bu noktadan sonra ipler kopar. Grace, Tom’un da verdiği akılla kasabadan kaçma planı yapar ama Grace’in gitmesini istemeyen Tom’un ihaneti sonucunda Grace bir de kamyon şoförünün tecavüzüne uğrar ve köye geri getirilir. Dogville böylelikle “köpekleşmesinin” son noktasına ulaşır: Kaçmasını engellemek için Grace’i boynundan demir bir tekerleğe zincirler ve onu köy içinde sürekli olarak tekerleği çekerek gezmeye mahkûm ederler. Grace köylülerin arasından tekerleği çeke çeke yürürken, onun şahsında bir kez daha sırtında çarmıhıyla Golgotha tepesine tırmanan İsa imgesini görürüz. Artık kasabanın tüm erkekleri geceleri Grace’e tecavüz etmeye başlarlar. Bu öyle olağan hale gelir ki köyün çocukları birisi bu amaçla Grace’in evine girdiğinde kilisenin çanını çalıp dalga geçmektedirler. Sonunda bir gece Tom’un çağrısıyla kilisede toplanırlar ve Grace Dogville’in tüm sakinlerine yaptıkları her şeyi tek tek sayıp döker. Grace evine döner, köylüler büyük bir ikiyüzlülükle hep bir ağızdan yapılanları yalanlar, Tom da köylü-
lerle tartıştıktan (ve kendisine “taraf seçmesi gerektiği” söylendikten) sonra Grace’in yanına gelir ve “onu seçtiğini” söyleyip birlikte olmak ister. Grace kendisi böylesine özgür değilken birlikte olmalarının doğru olmayacağını söyleyince Tom “ideallerini biraz esnetsen olmaz mı” diye üsteler. Grace ise yumuşak tavrını hiç bozmadan onun da diğerlerinin yaptığını yapabileceğini söyler ve Tom’a “böylesine insanca düşünceler taşımaktan korkuyor musun” diye sorar. Tom yüzüne tutulan bu aynaya dayanamaz ve Grace’i arayan gangstere, onun Grace’in babası olduğunu bilmeden telefon eder. Grace babasıyla yüzleştiği diyalog ve ardından olanlarda Lars Trier’in artık olgunluğa ermiş düşünsel çerçevesinin en açık halini görürüz. Grace babasını insanları yargıladığı için, babası ise Grace’i tüm kötülükleri koşullarla açıklayıp, insanları hiç yargılamadığı için kibirli olmakla suçlar. Grace “köpekler doğalarına tabidir, neden onları affetmeyelim?” diye sorar; babası ise “köpekleri ancak doğaların uygun davranmalarını engellersen eğitebilirsin” der; ancak görünüşe göre her ikisi de köpek benzetmesinde hemfikirdir. Babası Grace’e “insanları kendi yüce etik standartlarında görmeyecek kadar kibirlisin, oysa onları, kendini yargılarken uyguladığın standartların aynısıyla yargılamalısın” der. Grace ikna olur ve bunu yaptığında tüm kasabayı ölüme mahkûm eder. Bunu gerçekleştirecek gangsterlere “çocuklu bir aile var, çocukları tek tek öldürün ve anneye seyrettirin, ona eğer gözyaşlarını tutabilirse duracağınızı söyleyin, bunu ona borçluyum” der, Tom’u ise bizzat kendisi infaz eder. Dogville’in katliam sahnesi, sinema tarihinde belki de en sinsice hazırlanmış katarsistir. Trier’in idealist felsefi demagojisine kapılan bir izleyicinin film boyunca Grace’e yapılan kötülüklere giderek hiddetlenip, sonunda Dogville tanrının gazabına nazire kıyıma uğradığında, “layıklarını buldular, oh olsun” diye rahatlaması, beşiğinden alınıp vurulan bebek Achilles’in bile biraz olsun bunu hak ettiğini düşünmesi işten bile değildir. Oysa çevrilen üçkâğıt çok basittir: sahne dizaynı, kamera tekniği ve oyunculuk kullanılarak izleyicide bir “gerçekçilik” hissi yaratılmakta ancak gerçek olması olanaksız derecede ideal bir siyahbeyaz dualitesi kurulmaktadır. Grace’in saflığı ve iyiliği tanrısaldır (ve bu hissi yaratması için oyuncu olarak bembeyaz tenli Nicole Kidman seçilmiştir), karşısındaki köylüler ise kıskanç, kaknem, hırpani kılıklı ve pistir. Bir tanesi dahi Grace’e yapılan kötülüklere ses çıkartmamakta, üstelik tümü istekli biçimde dâhil olmaktadır. Küçücük çocuklar bile Grace’in acılarında rol sahibidir: Grace tecavüze uğradıkça çanı çalıp dalga geçmekte, kaçmasın diye boynuna zincirledikleri tekerleğin içine
106
oturup Grace’e işkence etmektedirler. Trier Dogville’in ana fikrini “kötülük doğru koşulların bulunduğu her yerde ortaya çıkabilir” diye özetlemektedir(10), ancak Dogville’de ortaya çıkan “kötülük” değil, koşullarla açıklanamayacak, ancak De Sade’ın romanlarına yakışacak bir iblislikler manzumesidir. Söz konusu olan koşuların ürünü bir kötülük olsaydı, Dogville sakinlerinin sefaletleri içinde Grace’i ihbar edene verilecek 5000 dolarlık ödül için sıraya girmeleri gerekirdi; ama onun yerine Grace’i boynuna çan takıp köyün orta malına dönüştürmeyi ve sırayla tecavüz etmeyi tercih etmektedirler. Üstelik içlerinden bir tanesi bile diğerlerinden bağımsız olarak parayı almayı denememekte, söz konusu tecavüz kadınların da onay vererek dahil olduğu büyük bir örgütlülükle işlenmektedir. Trier, çizdiği kötülük portresiyle kendi “koşullara bağlı ortaya çıkan kötülük” açıklamasıyla çelişmektedir ancak bu çelişkinin kaynağı düşünsel çerçevenin eksikliği değil, bozukluğudur. Gerçek hayatta kötülük, maddi koşullardan kaynaklanır kötülüğü işleyenler ne denli maddi sıkıntı içerisindeyse, o ölçüde maddi kazanç için işlenir. Oysa Trier’in derdi bu sıradan kötülüğü anlatmak değil, kendi içinde mükemmeliyete ulaşmış, ideal bir kötülüğü anlatmaktır; zira ona göre “kötülük iyilikten çok daha net bir biçimde görseldir. İyiliği resmetmeye çalışmak filmlerde iyi sonuçlar vermez”(11). Dolayısıyla ortada, insan gerçekliğinin bir parçası olan kötülüğün anatomisine dair sanatsal bir inceleme yoktur. Dogville, izleyicinin vicdanını daha iyi istismar edebilmek için Brechtiyen epik tiyatro tekniğini dahi arsızca araçsallaştırmaya yeltenecek derecede samimiyetten uzak, gerçekdışı ve suni bir kötülük melodramıdır. Bu, Trier’in düşünsel ve estetik çerçevesindeki nihai kırılmadır. Bu noktadan itibaren yokuş aşağı bir yolculuk başlar. Üçlemenin ikinci filmi olan Manderlay’de Grace, köleliğin kaldırılmasından yetmiş yıl sonra hala kölelik uygulanan izole bir çiftliğin kölelerini “özgürleştirir” ve çiftliğe silah zoruyla el koyarak kölelerin mülkü haline getirir. Ama sonradan ortaya çıkar ki, bu çiftlikte yetmiş yıldır kölelik silah zoruyla veya kölelerin cehaletinden dolayı değil, köleler ve efendiler arasında bu yönde bir anlaşma kurulduğundan dolayı sürmektedir; zira tüm köleler, köleliğin rahatlığının özgürlüğün getirdiği sorumluluk ve zorluklara göre daha tercih edilebilir olduğu konusunda hemfikirdirler. Grace onları zorla özgürleştirdiğinde köleler tembellik ve örgütsüzlük nedeniyle artık kendi mülkleri olan çiftliği batma noktasına getirirler ve Grace’i zorla yeni efendi tayin ederler. Film, Grace’in
“bizi siz böyle yaptınız” diyen köleyi delirmişçesine bir hiddetle kamçılaması ve ardından çiftliği kaçarak terk etmesiyle son bulur. Her ne kadar dış ses bütün bu olanların sebebinin ABD’nin özgür zencileri kabul etmemiş olması olduğunu söylese de, film boyunca resmedilen, özgürlükleri için büyük mücadele vermiş, onurlu zencilerle uzaktan yakından alakası olmayan, tembel, aptal, riyakâr ve köleyken daha mutlu olduğunu iddia eden onursuz kapıkullarıdır. Böylelikle büyük bir tarihsel mücadelenin tüm olumlu sonuçları bir kalemde silinir ve Dogville’de öne sürülen “insan kötüdür” iddiasının yanına “insan tembeldir ve özgürlüğe değil, rahatlığa düşkündür” iddiası eklenmiş olur. Kaçınılmaz Son: Mizantropi İnsana dair bu denli olumsuz düşüncelerden oluşan bir düşünsel çerçeve, içerdiği iyilik kırıntılarını da zorunlu olarak kusar ve Deccal’de buna şahit oluruz. Bu filmde artık ana karakter, Trier’in varlığından ve derinliğinden kuşku duymadığı insan kötülüğünün “dişi” halidir. Bu isimsiz kadın, içinde kendisine destek değil yük olduğunu düşündüğü çocuğunu işkence edip sakatlayacak ve kocasıyla cinsel birleşmesinin hazzı içerisinde onun camdan düşmesini seyredip kılını bile kıpırdatmayacak derecede canavarca bir taraf barındırmaktadır. Bu taraf “cadı”dır ve uyumlu olduğu doğa da “şeytanın kilisesi”dir. Bu sefer kötülük kadının kişiliğinde yoğunlaşmıştır ve erkek rasyonel aklıyla olan biteni anlamamakla beraber, sabırla karısına yardım etmeye çalışan, iyi bir karakterdir. Ne var ki cadının kötülüğü ona da bulaşır. Kadın, ölen çocuklarına işkence ediyor olduğunu öğrenen erkeği, kendisini terk edeceği düşüncesiyle ağır işkencelere tabi tutarak sakatlar. Bunu yaparken kendi bedenine de zarar verir. Nihayetinde erkeği kendisini öldürecek derecede hiddetlendirir ve sonra da kendisini boğmasına izin verir. Böylelikle Bess’ten Grace’e gelen yolculukta artık bir safra haline gelmiş olan idealize insan iyiliği, isimsiz bir karı-kocanın, ismi “Cennet Bahçesi” olan idillik bir ortamda birbirlerine her türlü fiziksel kötülüğü yaptığı sado-mazoşistik bir şiddet öyküsüyle Trier’in gündeminden düşer. Böylelikle Trier’in son filmi Melankoli’ye geliriz. Artık Trier’in kadını, ismi Justine olan, kayıtsız ve yabancılaşmış bir tiptir. “Melankoli” isimli gezegenin dünyanın yakınından mı geçeceği, yoksa çarpıp dünyayı yok mu edeceği tartışılmaktadır ama Justine kesinlikle dünyanın yok olacağını bilmektedir çünkü o metafizik öngörülere sahiptir. Bunun delili ise çekiliş yapmak için bir şişeye doldurulan fasulyelerin kaç tane olduğunu bilme-
107
sidir. Filmin yaklaşık 90. dakikasında Justine ve ablası arasında yaşanan diyalogda Trier Justine’in ağzından konuşmaya başlar(12) ve “dünya habis, onun için üzülmeye değmez, zaten kimse onu özlemeyecek. Dünyadaki yaşam habis, evrende başka hiçbir yerde de hayat yok, evrende yalnızız ve yakında yok olacağız” şeklinde, sadece “kötü” değil “iyi” olarak bildiğimiz her şeyin de kaynağı olan dünyadaki yaşama nefretini kusar. Sonuç Özü bu denli açıkça ifade edilen, bu denli insana düşman düşünceler olan bir eserin biçimine ya da estetiğine dair bir tartışmanın bizim açımızdan bir anlamı bulunmuyor. Artık, Trier sinemasının vardığı noktaya dair genel bir tahlil yaparak yazıyı noktalayacağız.
bir inanç ve bu inanç üzerinden insana düşmanlıktır. Bu düşünsel çerçeve, Trier’in kariyerinde adım adım gelişmiş, ilk aşamada olağanüstü iyi karakterlerin insan kötülüğü karşısında yaşadığı trajediler olarak anlatılırken, giderek bu “kötülük” durumu her türlü cezalandırmayı hak eden bir aşağılıklık olarak resmedilmeye başlanmış, nihayetinde de insanlığın tek hak ettiği şeyin tümden yok olmak olduğunu iddia eden, yabancılaşmış bir mizantropinin vazedilmesine varmıştır. Trier, eserlerinde insana dair umut barındırmayan ve onun daha iyiye, daha güzele doğru ilerlemesini ne mümkün gören, ne de arzu eden bir entelektüeldir. Trier’in estetiği ise, bu “kötülük” algısının kötücül estetiğidir. Bütün bunların sonucu olarak Trier, kaçınılmaz olarak gericidir.
Trier sinemasının biçimsel ambalajı açıldığında ortaya çıkan öz insanın da, insanlığın da kötü olduğuna dair
Notlar (*) Lars Trier’in soyadının önünde yer alan “von” eki, kendisi tarafından eklenmiştir. Bu ek, Cermen aristokrasisinin asaletini belirtmek için kullandığı ön ektir. (1)http://www.youtube.com/ watch?v=stjM2q3D8I4 (2) Bu yazı çerçevesinde Trier’in sinematografisini kabaca ikiye ayıracağız ve Dogville’e (2003) kadar çektiği filmleri erken dönem, Dogville’den sonra çektiği filmleri ise geç dönem olarak adlandıracağız. 2006 yılında Manderlay ve Deccal arasında çekilen Emret Patronum ise erken döneme kısa bir dönüş niteliğinde olmakla birlikte, çok önem arz etmemektedir. (3) Söylencenin kimi yorumlarında Medea çocuklarını Jason tarafından işkence edilmesinler diye öldürmektedir, ancak bu “yumuşatılmış” bir yorumdur. Euripides’in tragedyası ve Trier’in filminde Medea, çocuklarını işkenceden kurtarmak değil, intikamını tamamlamak için evlat katili olmaktadır. (4) Jack Stevenson, Lars Von Trier,
108
İstanbul: Agora, 2005, s.85, 168-169. Ayrıca bkz: http://www.imdb.com/ title/tt0285610/fullcredits#cast (Erişim Tarihi: 03.05.2012) (5) age., s. 150, 186-187. (6) Üçlemenin Trier tarafından dile getirilen (age. s.85) iki ilhamı vardır. Birincisi elinde avucunda ne varsa hepsini başkalarına dağıtıp, sonunda çırılçıplak kalan bir kız çocuğu hakkındaki “Altın Kalp” isimli çocuk masalıdır. İkincisi ise Marquis de Sade’ın “başyapıtı” sayılabilecek Justine romanıdır. Bu romanda ana karakter Justine, “erdem”i aramak için uzun bir yolculuğa çıkar, 12 yaşından 26 yaşına kadar her türlü tacize, tecavüze katlanır. Nihayet kendi ablası tarafından kurtarıldıktan sonra da kafasına yıldırım düşüp ölür. (7) Örneğin Türkiye’de de yayınlandığında çok sayıda hayran edinmiş olan Krallık dizisinde senaryoda nelerin dönüyor olduğunu ancak bölüm açılışlarında konuşan geri zekâlı karakterlere kulak vererek anlayabilirsiniz. Geri Zekalılar’da karakterlerin geri zekâlı gibi davranmaları, sadece bir yerleşik düzen eleştirisi değil, aynı zamanda iç huzura ulaşmak için verilen bir çabadır.
(8) Sembolojiler peşinde koşmayacağımızı söylemiştik, ancak geçerken değinmekte yarar var: Bess ismi de Elizabeth’in kısaltılmış halidir ve genel kabule göre “tanrı yemini” manası taşımakla beraber, kimi kaynaklarda “tanrının kızı” manasına da geldiği ifade edilmektedir. (9) Kuşkusuz bu habis çocuğun isminin Medea’nın kocasının ismi olması da tesadüf değildir. (10) A.O.Scott, “’Dogville’: It Fakes a Village”, New York Times, 21 Mart 2004, http://www.nytimes.com/2004/03/21/movies/dogville-it-fakes-a-village. html?pagewanted=all&src=pm (Erişim Tarihi: 04.05.2012) (11) Stevenson, s.109.
SEÇİLMİŞ FİLMOGRAFİ Suç Unsuru (1984) Salgın (1987) Medea (1988) Europa(1991) Krallık (1994) Altın Kalpli Üçlemesi Dalgaları Aşmak (1996) Geri Zekâlılar (1998) Karanlıkta Dans (2000) Fırsatlar Ülkesi Abd Üçlemesi (Tamamlanmamış)
(12) Trier bu filmde Justine’in kendisi olduğunu açıkça söylemektedir: Lars Von Trier, “Longing for the End of All” (Herşeyin Sonuna Özlem), 2011 Cannes Film festivali için hazırlanmış basın kitinde yer alan, Nils Thorsen tarafından yapılan röportaj, http://www.festival-cannes.fr/ assets/Image/Direct/042199.pdf Erişim Tarihi: 04.05.2012)
109
Dogville (2003) Manderlay (2005) Wasington (henüz çekilmedi) Emret Patronum (2006) Deccal (2009)
ÖMÜR GEDİK: “Şehrin İçinde Şehir Baskısını Yaşamadığım Tek Yer Beykoz” Röportaj: Öğr. Gör. Sevil Bektaş
sinin yazı işlerinde de görev yapıyordum. İlk ekonomik krizde ana gazetenin kültür sanat sayfası kapatılınca bizler de eklere dağıldık.
konumu çok ayrıcalıklı. Şehre bu kadar yakın ama bir o kadar da şehir baskısının hissedilmediği bir yer. Özellikle hayvanlarla yaşıyorsanız yeşil, toprak çok önemli. Bu da Beykoz’daki evimizde bize sunulan bir lütuf.
Üniversite yıllarında seçmeli sinema dersleri almıştım. Londra’da yaşadığım yıllarda sinema kurslarına gittim. TÜRSAK sinema seminerlerini de bitirmiştim. Bunlar ve sinemaya olan özel ilgim, Hürriyet eklerde sinema eleştirmenliğine kadar uzanan yolu açmış oldu.
Televizyon ekranlarının en sevilen yüzlerinden olan Ömür Gedik, Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Filolojisi okurken, bölümün seçmeli olarak verilen sinema derslerine katılarak, şimdiki mesleği sinema eleştirmenliğinin tohumlarını atmış. Altı sene rock müzik yapan ‘Mavi Topluluk’ grubu ile çalışan Gedik, sinemanın yanı sıra müziğe olan ilgisi de üniversite yıllarında devam etmiş.
Beykoz’daki komşuluk ilişkileriniz nasıldır? Beykoz’da oturan diğer ünlülerle görüşüyor musunuz? Şafak Sezer ve Tamer Karadağlı ile onlar buraya taşınmadan önce görüşüyorduk. Şimdi yakınlarda yaşayan Erol Avcı, Erkan Petekkaya, Mustafa Sandal ve Murat Han var.
Sinema kadar hayvan hakları konusundaki yazılarınız da dikkat çekmekte. HAÇİKO ile ortaklaşa gerçekleştirdiğiniz projeden söz edebilir misiniz?
Televizyonculuk serüvenine 2004 yılında başlayan Ömür Gedik, 2005 yılından beri Kanal D’de yayınlanan ve ekranların en çok izlenen sinema programı olan Cinemania’yı hazırlayıp sunmaya devam ediyor. Hürriyet Kelebek ekinde Salı ve Perşembe günleri popüler kültür, Keyif ekindeyse Cumartesi ve Pazar günleri sinema yazıları yazan Ömür Gedik, son dönemlerde Sinema kadar hayvan hakları konusundaki yazılarıyla da gündemde yer alıyor.
Üç yıl önce kurduğum ve halen başkanı olduğum HAÇİKO (Hayvanları Çaresizlik ve İlgisizlikten Koruma Derneği) daha çok sahada çalışan bir dernek. Şu anda mecliste olan yasa ile ilgili olarak sık sık Ankara’yı ziyaret ediyoruz. Ama dediğim gibi daha çok sahadayız. HAÇİKO’nun iki adet arabası var. Bu arabalar restoran, ilaç firmaları ve mama sponsorumuz olan Goody’den aldıkları yemek ve tıbbi malzemeleri orman ve barınaklara götürüyor. Çok yakında derneğimizin bir ambulansı da olacak.
Başarılı sanatçı Ömür Gedik, başkanlığını yaptığı Hayvanları Çaresizlikten ve İlgisizlikten Koruma Derneği olan ve ‘HAÇİKO’ ile ortaklaşa gerçekleştirdiği organizasyonlarda hayvan hakları konusunda pek çok soruna parmak basmaya devam ediyor. Sinema eleştirmenliği ve köşe yazarlığının yanı sıra son zamanlarda müzik piyasasında da kendinden söz ettiren Ömür Gedik de Beykoz’lu ünlülerimizden. Beykoz’u ‘Şehre bu kadar yakın ama bir o kadar da şehir baskısının hissedilmediği bir yer’ olarak tanımlayan Ömür Gedik ile Beykoz’daki yaşantısı ve son projeleri üzerine kısa bir söyleşi yaptık.
Derneğe yaralı hayvan ihbarı çok geliyor. Bunları en yakın veterinerlere aldırırken çektiğimiz zorluklar biraz daha azalacak. Yollardan kurtardığımız hayvanların tedavilerini de yaptırıyoruz. Sonrasında da sokakta yaşayamayacak olanları sahiplendirme yoluna gidiyoruz. Öğrencilik yıllarınızda müzik tutkunuz başlamış diyebiliriz. Yaklaşık altı sene çok sesli rock müzik yapan “Mavi Topluluk” ile çalışmışsınız. Müzikle ilgili yeni projelerinizden ve müzik ile beraber kariyerinizdeki değişimi nasıl yorumluyorsunuz? Ortaokul yıllarımdan beri müzikle iç içeyim. Uzun süre piyano çaldım, solfej dersleri de aldım. Üniversitede solisti olduğum bir rock grubum vardı.
Ömür Hanım, öncelikle Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu bünyesinde yayınlamakta olduğumuz Akademi Beykoz adlı dergimizin, Beykoz’dan portreler köşesine konuk olmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Beykoz semti ile ilgili sorularımıza geçmeden önce son çalışmalarınızdan ve meslek hayatınızdan bahsetmek istiyorum. Sinema eleştirmenliği serüveniniz nasıl başladı?
Mavi Topluluk adlı çok sesli rock korosunda 10 yıla yakın Koristlik yaptıktan sonra İstanbul Avrupa Korosu, AG34 ve Ladies and Gentlemen korolarında da çalıştım. Ama albümle birlikte müzik hayatıma farklı bir şekilde girdiğinden bu yana daha geniş kitlelere seslenme imkanı bulduğumu itiraf etmeliyim.
1993 yılında Sabah gazetesinden Hürriyet gazetesinin Kültür Sanat bölümüne geçtim. O arada Focus dergi-
Bu durum özellikle hayvan hakları konusundaki çağrılarımı çok daha geniş kitlelere ulaştırma imkanı sağladı bana.
110
Beykoz semtinde gitmeyi sevdiğiniz ve gözlerden uzak kaçış noktalarız var mı? Bu bölgede neler yapmaktan keyif alırsınız? Beykoz’da en çok yol kenarına atılmış köpekleri beslemeye gidiyorum. Belli besleme noktalarımız var. Benim hem HAÇİKO kapsamında görev olarak bildiğim hem de yapmış olmaktan keyif aldığım bir etkinlik bu. Son olarak Bu bölgede sevmediğiniz, gözünüze batan ve Beykoz ilçesinde olmamalı dediğiniz unsurlar var mı? Beykoz demek yeşil demek. Ama son zamanlarda korunacağına çarpık yapılaşma nedeniyle yeşil yok ediliyor. Daha çok beton, daha çok araba sadece bizim değil, doğayı paylaştığımız hayvanların da yaşam alanlarının daha da daralması anlamına gelecek. Hayvan hakları için çıkarttığım albüm bu anlamda hem maddi hem de manevi açıdan amacına ulaşmış oldu. Bildiğim kadarıyla 18 yaşında bir kızınız var. Annelik ve müzisyenlik birbirinden apayrı ve büyük sorumluluklar. Aradaki dengeyi nasıl sağlıyorsunuz? Kızım Tayga en özel arkadaşım. Tayga müziğe olan tutkumu biliyor ve bu konuda da benim yanımda. Anne kız ilişkisinin sınırlarını korurken iyi de birer arkadaş olduk. Çok olgun, derslerinde başarılı ve duyarlı bir kızım var. Özellikle çevreye ve hayvan haklarına duyarlı olması beni çok mutlu ediyor. Beykoz’u yaşama alanı olarak tercih etme nedenleriniz nelerdir? Beykoz’un sizin için taşıdığı anlam nedir? Ne kadar zamandır Beykoz’da ilçesinde oturuyorsunuz? Üç yıldır Beykoz’da yaşıyorum. Buranın yeşili, doğası ve
111
PLAZALARIN ORTASINDA MANGAL KEYFİ: KAVACIK MANGAL
Kiracılarımız vardı restoran işleten; kendi dükkanlarımızı kiraya verdiğimizde öyle haşır neşir olduk. Bir de yemek kültürü olan bir aileyiz; gezdiğimiz yerlerde özellikle gittiğimiz yerin meşhur olan yemeğini yemeye çok dikkat ederiz. Amcam Mehmet Ali Tuncer sanatçı olduğu için de -lezzet yolu diye bir program hazırlıyordu TV 8’de, Kanal 7- ailecek bir aşinalığımız da, merakımız da vardı yemeğe karşı.
Fotoğraflar: Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral
Mangalda et sever misiniz? Eğer cevabınız evet ise, Kavacık Mangal tam size göre! Kavacık gibi İstanbul’un iş merkezlerinin olduğu bir noktada gerçek mangal keyfini sürebileceğiniz ender mekanlardan biri olan Kavacık Mangal, hiç yorulmadan, zahmetsizce öğlen ya da akşam saatinde mangalda pişmiş et yiyebilmenize olanak sağlıyor. Kavacık Mangal’ın sahibi ve işletmecisi olan Ekrem Tuncer ile lezzetli bir söyleşi yaptık.
Bu iş bir de severek yapılması gereken bir iş; hani bu iş para kazanmak mantığıyla yapıldığı zaman yapılamaz. Yani hem başarılı olamazsınız, hem de heyecan duyamazsınız. Sadece materyal gözle baktığınızda bunun size bir getirisi olmaz; tam tersi götürüsü olur. İnsanlarla diyaloğu genel olarak seven bir yapım var; restoran kültüründe de insanlarla devamlı diyolog halinde olmamız gerekiyor.
Ekrem Bey, bize kendinizden söz eder misiniz? Bu işe nasıl başladınız?
Benim bu işe girmem de ailemin rolü çok oldu. Kavacık’ta da açıkçası böyle bir şey yoktu; böyle plazaların içerisinde, alışveriş merkezlerinin içerisinde mangal yapılan bir yer yoktu. Bu işe girmenin avantajlı olacağını öngördük.
Ben, 27 Mayıs 1986 Beykoz doğumluyum. Bu ilçenin çocuğuyuz. Aslen de Ordu Mesudiyeliyim. Babam ve dedem de oralı. Mesudiye’ye de devamlı gider geliriz. Hemşehrilerimizle diyologlarımız vardır. Bu işe başlamadan önce, biz emlak-inşaat üzerine çalışıyorduk; yemek sektörüyle kiracılarımız yoluyla haşır neşir olduk.
Ekrem bey, röportaj öncesi sohbet ederken balıkçıktan söz ettiniz; önce balıkçılıkla başlamışsınız bu işe. Balıktan ete geçişiniz nasıl oldu?
Ayrıca et üzerine aklınıza hangi çeşit var ise, bu çeşitleri burada bulabilirsiniz. Ama kebapçıdan farklıyız. Kebapçıdan farklı olduğunu söylediniz. Burası bir et restoranı, kebap türü et mönünüzde yer alıyor mu?
Balık işi çok zor bir iş ve genelde Erzincanlıların elindedir balık işi; Karadenizlilerin elinde değildir.
Kebap da yapıyoruz, köfte de yapıyoruz, beyti de yapıyoruz, sucuk da yapıyoruz ama karışım yoktur bizim ürünlerimizde. Tamamen ettir, tamamen doğaldır. Köftemiz kuzu eti ve dana etiyle karıştırılır.
Balıkçılığın çok daha ayrı bir zorlukları var, örneğin balık fiyatı borsa gibidir, devamlı değişir. Yani daha dikkat isteyen bir durumu var.
Sucuğumuz da aynı şekilde Osmanlı sucuğudur, büyük sucuklardandır, etten yapılır, içinde sakatat yoktur. Burada ayrıca her ürünümüzü kilo ile alabilirsiniz.
Restoranımızda hala devam ediyoruz yoğunluk olarak biz bu et işine geçtik, daha zevkli geldi açıkçası. Bir de balık her yerde ucuza yenebiliyor ama et her yerde ucuza ve kaliteli yenmiyor.
Peki fiyatlarınız nasıl?
Balık piyasasına baktığınızda bir kilo hamsiyi pişmiş halde 5 liraya yiyebilirsiniz ama bir kilo eti bu fiyata yiyemezsiniz.
Fiyatlarımız çok uygun; piyasada herhangi bir et restoranında bir porsiyona yenilen her hangi bir eti burada bir buçuk porsiyon kadar yiyebiliyorsunuz.
Mangal olması enteresan…Mangal yapan yerde daha çok kendin pişir kendin ye biçiminde çalışıyor. Ama sizin mekanınız böyle değil. Gayet şık, gayet nezih ve hem aile hem iş yemeğine de hitap eden yer burası.. Mekanın dekorasyonunda nelere dikkat ettiniz ?
Mekan kavacık’ın çok merkezi bir noktasında; bu müşteri portföyünüzü nasıl etkiliyor? Kimler gelir? Öğle akşam servisindeki yoğunluğunuz neye göre değişir? Öğle servislerinde plaza çalışanları yoğunlukla geliyorlar; 12 ile 14 arasında çok ciddi yoğunluk yaşıyoruzB bunun dışında Beykoz’un çeşitli mahallelerinden duyanlar, tavsiye üzerine aileler yoğun bir şekilde akşam servisine geliyorlar. Beykoz’un dışarısından da gelen insanlar var, mesela Sarıyer’denÜsküdar’dan mesela.
Mangal dediğimiz zaman bayanlar özellikle geri planda duruyorlar dumanı kokusu.. Biz bayanları düşündük. Bayanların da mekanı tercih etmesini istediğimiz için, özellikle ailelerin çok rahat gelebilmelerini, iş toplantılarının, iş yemeklerinin rahat yenmesini göz önüne aldık. Mekanımızın konsepti hem klasik hem de hareketli cafe tarzı gibi. Herkesin gelip rahat edebilecğei bir mekan olmasına dikkat ettik. Herkesin gelebileceği bayanlarında rahat edebilecekleri ferah bir mekan olsun istedik.
Ünlü müşterileriniz var mı? Sanat camiasından tanınmış kişiler geliyor. Devamlı müşterilerimiz arasında Adnan Sezgin var, Kurtlar Vadisi dizisinin oyuncunlarından Barbaros bey var Eşref Bey karakterini oynayan. Buraya pek çok ünlü gelir ve mekanımızda yemek yer.
Burada bize sunduğunuz etler nereden geliyor ve nasıl hazırlanıyor? Şimdi eti öncelikle Balıkesir bölgesinden alıyoruz Balıkesir gönen ve Bigadiç bölgesinden alıyoruz. Bunun araştırmasını yaptık, Türkiye’de en çok yayla hayvanlarının etinin lezzetli olduğunun öğrendik; çünkü yayla hayvanları gezen hayvanlar.
Başka şubeniz var mı? Yoksa açmayı düşünüyor musunuz? Hayır yok, ama açmayı düşünüyoruz. Nerelere düşünüyorsunuz? Sahil kesimine mi ineceksiniz?
Etlerimizi direk kesimhanelerden alıyoruz ve bütün haliyle alıyoruz; parça olarak değil. Bizzat kesimini de görüyoruz; hepsi İslami usullere kesilmiş oluyor ve böylece farklı karışımların önüne geçmiş oluyoruz.
Avrupa yakasında düşünüyoruz. Biz lezzetimize çok güvendiğimiz için insanlar bizi nerde olursak bulurlar diye düşünüyoruz. Bundan sonrası için açacağımız yer Avrupa yakasında herhangi bir yer olacak ama sahilde olabilir olmayabilir.
İthal hayvanın etini kullanmıyoruz. Biz aldığımız hayvanın kemiğinin suyunu dahi değerlendiriyoruz, burada müşteriye bunu sunuyoruz ve daha ucuza mal ediyoruz.
112
Mekanınıza gelen müşterileriniz hangi yemeğinizin
113
tadına bakmadan gitmemeli? Kavacık köftemiz, kaşarlı köftemiz, Kavacık Kebabımız kendimize ait ürünlerimizdir. Özellikle Türkiye’de bizim yaptığımız gibi kaşarlı köfte yoktur. Kavacık kaşarlı köfteyi yemeden gitmesin.
Kavacık Et & Mangal Restaurant: 0 216 322 83 22
114
116