58 - ZAFERİN GÜCLÜ SİLAHI BİLGİDİR

Page 1

ZAFERİN EN GÜÇLÜ SİLAHI

BİLGİDİR

2 0 1 9 - Ağ ust o s Makale ve Analizleri


2

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ZAFERİN EN GÜÇLÜ SİLAHI BİLGİ BULTURK BGSAM Yayınları Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi - BGSAM -58 BULTÜRK Adına Genel Başkanı: Rafet ULUTÜRK Basım: Ağustos - 2019 Editör: Raziye ÇAKIR İnternet sorumlusu : Kapak Tasarım: Murat ULUTÜRK Pazarlama Sorumlusu: Hamiyet ÇAKIR

www.bulturk.org; www.bghaber.org; info@bulturk.org İnternet sitesinin yazıları

Adres: Yıldırım Mah. Şehit Kamil Balkan cad. No.114/A Bayrampaşa İstanbul Tel: +90 (212) 511 63 47 Belgegeçer: +90 (212) 526 51 98 https://bgsam.org/, https://issuu.com/bulturk, https://bulturk.org.tr/ Baskı : DİNÇ OFSET MATBAACILIK SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cd. Emintaş San. Sit. No: 103/580-581 Topkapı - İstanbul Tel: 0090 212 493 24 67 TÜRKİYE CUMHURİYETİ YASASI GEREĞİNCE BU ESERİN YAYIN HAKKI BULTÜRK’ten İZİNSİZ KISMEN VEYA TAMAMEN ÇOĞALTILIP YAYINLANAMAZ

Web: www.bghaber.org ; E.Posta: rafetuluturk@yahoo.com


3

Makale ve Analizler - 2019

“Bilgi Ordusu, Bizim Ordumuz, Bildiğimizi Öğretmek, Bizim Görevimiz .” Rafet ULUTÜRK

Düşünceler dizisi olan elinizdeki eserin anlamı derin bir uğraşın ancak başlangıcıdır. Bulgaristanlı Türk Müslümanların başına 1970-72, 1984-85’te düşen yıldırımın bir daha düşmemesi için bir uyarı ve ışık niteliğindedir. Saygılarımızla, B U LT Ü R K


4

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

5

Önsöz Yerine Yıl 2019 2016 yılı Bulgaristan Türkleri ve soydaşlarımız için umut dolu gelmişti. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve siyasi dönüşüm amaçlayan bir halk oylaması yapılacaktı. Vatandaşlar siyasi sistem değişikliğinin seçim sisteminden geçtiğini kavramıştı. Ancak parti listelerinde gösterilenlerin seçildiği “çoğulcu” uygulamadan kurtulup, seçmen tarafından gösterilecek ve seçmenin iyi tanıdığı kişilerin meclise gönderileceği mutlak ekseriyet (salt çoğunluk) sistemine geçişin müjdesini bekliyordu. Bu değişiklik için 2 milyon 500 bin seçmen oy verdi.Seçmen, meclis seçimlerinde parlamentoya giren siyasi partilere oy başı 11 leva verilmesine yani milyonlar ceplemesine son verilmesini ve seçimlerin zorunlu olmasını istedi. 2 milyon 500 bin seçmenin oyu mahkeme kararıyla rafa kaldırıldı. Siyasi sistem değişikliği için “izin veremeyiz” dendi. Bunu deyen ise, 1989 yılından sonra, “ben artık öldüm” aldatmacası yaparak, Bulgar toplumu içine boydan boya uzanan kaskatı totaliter sistemin yarattığı oligarşi ve sözcüleri oldu. Onlar aynı yıl Bulgar aşırı sağcılarını birleşmeye çağırdılar. Giderek birleştirdiler ve onlara “yolunuz iktidar basamaklarından tırmanmaktır” dediler. Avrupa’nın kaderi de kötüydü. Sığınmacılar, savaş kaçakları, kitle göçleri, kıta değiştirenler çatır çatır kıvılcım saçan faşizm her günümüzü zehir etmeye başladı. 1989’da parçaları anmalık olarak satılmaya başlayan Berlin Duvarı’ndan parçaların yerine yeni duvarlar çekmek için yeni duvarcılar belirdi. Doğu Avrupa ülkeleri aralarındaki sınırlara boydan boya tel duvar gerdiler. Tarih ayıbın böylesini daha önce görmemişti. Sınırları kaldırıp özgür bir dünyada yaşama hevesiyle birleşmeyi seçenler insanlara, “Toplama Kamplarını”, yargısız idamları, Nazileri, faşistleri anımsattılar. Avrupa Konseyi 3 Bulgar siyasi partisine, “Ataka”, İç Makedon Devrim Hareketi (VMRO) ve “Bulgaristan’ı Kurtarma Hareketi” ve bu üçlünün “Yurtsever Cephe” ortaklığı Türk, Müslüman, İslam, sığınmacı, göçmen ve öteki düşmanlığı aldı yürüdü. Düşmanlık yılan zehrinden kötü olan...


6

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Müslümanları hem isteme hem de istememe siyaseti karıştıkça anlaşılmaz oldu. Avrupa Birliği üyesi 28 devlet Türkiye Cumhuriyeti karşısında boyun eğdi ve bir gün “ama şu göçmenleri durdurun, bizi çökertecekler” dedi. 2016 ve 2017’nin en büyük olayı buydu. Dev adımlarla büyüyen ve güçlenen Türkiye’ye daha önce 28 devlet birden yalvarmamıştı. Diz çöktüler ve 2016 ve 2017’de durumun özünü fark edemediler. Çökenler Güneşten uzaklaştıklarını fark edemezler. Kuşkusuz, önüne eğilmiş kafalardan biri olan Bulgaristan’dı. Hem Brüksel’e ve hem de Ankara’ya bakarken Bulgaristan Türklerini görmezden geldi. Onları siyasi olarak parçalayarak ve parçaladıkça ezerek mecliste faşistlere daha geniş yer açanların ve faşistleri 1944’ten beri ilk defa iktidar koltuklarına davet edenlerin tam olarak ne düşündüklerini ve ne istediklerini anlamak çok zor olmadı. Artık göç durmuş, doğal olarak geri göç başlaması zamanı gelmişti. Faşist düşmanın kafasında iki hedef birden doğdu. Camiler ve mezarlıklar. Camilerin içinde de Türkçe konuşmayı yasaklamak, Türkler için Vatan kalesi olan, mezarlıkları daraltmak hatta vakıfları kabristanlık olarak ayırdıkları bütün arsalara el atıp, onları cesetlerini gömecek bir insan boyu topraksız bırakmayı düşündüler. Sofya Türk Mezarlığı 28 yıl önce dolmuştu. Bunu Ahmet Doğan’a, Lütfi Mestan’a, Osman Oktay’a, Kasım Dal’a vb asla anlatamadık. Yakın geçmişte mecliste yaşlanan Ramadan Atalay’ın eşi vefat etti. Bir mezar yeri bulamadık, doktor hanım Bulgar mezarlığına gömüldü. Yazarlarımızdan İsmail Çavuş öldü, Sofya dışında Bankiya kasabasındaki Hıristiyan mezarlığına gömdük. Bu şehirde zengin Müslümanlar için de mezar yeri yok. Sofya kenarında 52 dönüm bir yer alındı. Toprak sahibi Bulgar komşular vakıf malımıza, kendi mülkümüze mezarlık yapılması için gereken “razıyım” belgesini vermedikleri için, 20 yıldır boş duruyor o kutsal toprağımız. Karşımızdaki devlet kale gibi! Püskülü faşist. Ortada kaldık. 2016 - 2017 bizim için çok zor yıllardı. Mezarlıksız Vatan olmaz!!! Mücadele devam ediyor. Raziye ÇAKIR


Önsöz: Elinizdeki kitapta, biz Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜTK’ün aydın kadroları ile Bulgaristan Stratejik Araştırmalar Merkezi BG-SAM ekibinin kaleme aldığı yazıları bulacaksınız. Size değişen dünyamızı kendi açımızdan anlatmaya çalıştık. Bulgaristan’da ve Türkiye’de yaşamış ve eğitim almış bir ekip olarak öncelikle her şeyimizin ortak olduğu inancından çıkarak, ne kadar istesek de birlikte yürüdüğümüz yolu ve içinde birlikte olduğumuz zamanı zorlayabilmemizin mümkün olmadığını ama bu yol ve zamanın kendi kuralları olduğunu ve bunlardan akıllıca yararlanarak birçok işler yapılabileceğini açmaya çalıştık. Bu kitabın zaman kesimi 2018 yılının Ocak ve Şubat aylarıdır. Bu kısa dönem bizim BULTÜRK olarak 2002’den beri izlediğimiz yolun iki aylık devamıydı. Bizim için çok önemliydi. Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da Avrupa Konseyi’nin (AK) 6 aylık dönem başkanlığını Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov yapacaktı. Siyasi öngörümüzde, ilk kez olmak üzere, Bulgaristan kurumları ve vatandaşları Avrupa Konsey, Komisyon ve Birlik yönetimiyle yüz yüze gelecek ve askıdaki problemlere çözüm aranacak ümidi vardı. Bulgaristan Balkanların büyük ülkelerinden biri olsa da, Avrupa Birliği bileşiminde orta boyutta, tarımı ve sanayi bunalım içinde, işsizlik oranı yüksek, eğitim sistemi kriz yaşayan, çok yoksul ve çaresizlikle boğuşan bir ülkeydi. Bulgaristan’ı 2009’dan beri yöneten halkın Avrupa vatandaşlığı seçeneğini temsil eden GERB partisi, 24 Mart 2017’i erken genel seçimlerinden sonra 3 aşırı milliyetçi partiyi kabineye almış ve AK’nin “faşist” olarak nitelendirdiği bu partilerle yönetimi paylaşmıştı. AK Başkanlığının “faşist” olarak damgaladığı güçlerin iktidarda bulunduğu bir ortamda 6 aylık dönem başkanlığını dağıtması ve yeni seçim yapılarak adalet ve demokrasi güçlerinin hükümet kurmasını istemesi beklenirdi. Ne yazık ki, AK’yi üyeleri dönem başkanlığı için keçi kılından elbise giyip samsak kolonyası kullandılar ve faşizm yılanına kendileri ısırtmadan işe varıp geldiler. AK başkanlığı Sofya’da büyük protesto gösterileriyle başladı. Bulgar başkenti köpürdü. Dönem toplantıları başkanı Boyko Borisov zulayı açtı ve karanlık güçlerin hiçbir zaman yenilgi kabul etmediğini kanıtlarcasına, bir çuvalda bir milyon leva olduğunu kabul etsek, 100 çuval leva dağıtarak önce polis ve jandarmayı yatıştırdı. Diğerleri beklemeye devam ediyor.


8

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu 2 ay BULTÜRK etkinlikleri için çok önemliydi. İlk kez olmak üzere Başkan Rafet Ulutürk yönetiminde bir heyetimiz Sofya Büyükelçimiz Sayın Hasan Ulusoy Beyi makamında ziyaret etti ve iki halk ve iki ülke, özellikle de Bulgaristan Türkleri, dostluk, barış ve güvenlik davası yararına başarılı çalışmalar temennilerinde bulundu. Bulgaristan Müslümanları Diyanetini ve Başmüftülüğü ziyaret etti. Sofya Kültürel Etkileşim Derneğinde yararlı bir görüşme gerçekleştirdi. Elinizdeki kitapta, Bulgaristan’da 2018 atılımlarına, oradaki kardeşlerimizin yaşam ve etkinliklerine, büyük bir hevesle başlattıkları aydınlanma sürecine ilk kez yayınlanan yazılar da bulacaksınız. Rafet ULUTÜRK BULTÜRK / BG-SAM 07.08.2018


Makale ve Analizler - 2019

9

Değerli Hemşehrilerim, Bulgaristan’da hepimiz zor günler yaşadık, itildik, ezildik, çiğnendik, hatta gün geldi vurulduk, şehitler verdik. Bu nedenle bizler kendi içimize kapanarak, yaşam mücadelesi vermeye çalıştık. Ancak bu içine dönüklükten kurtulmalıyız ve Türkiye’de yaşadığımıza göre, yasaların bize verdiği tüm haklardan bizlerde yararlanmalıyız. Peki, neden bunu yapamıyoruz? 1877-78 Rus-Türk savaşından sonra Osmanlının Balkanlardan çekilmesiyle birlikte, savaş esnasında işlenen akıl almaz katliamlar nedeni ile atalarımız asırlarca yaşadıkları yerleri terk ederek göç yolunu tutmuşlardır. Geride kalanlar ise Bulgaristandevleti’nin uygulamaya başladığı soy kırım politikalarına karşı direnmiş ve hayatta kalmaya çalışmışlardır. Şimdi ise burada Türkiye’de yaşayanlar oralara yardım edebilmek için, burada ilk önce bir araya gelmek ve bir merkez oluşturmalıyız. Artık bir kurum altında toplanmalı ve birlikte hareket etmeliyiz. Bu birliğe hepimizin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Artık bir birimizi kötülemekten vaz geçmeliyiz, birisi için yanında konuşamayacağımızı başka bir yerde konuşmamalıyız, yani kısaca arkasından konuşmamalıyız. En önemlisi samimi, hoşgörülü ve ahlaklı olmak. Zamanla her şey yerine geleceğine inanıyorum, ama tabi ki bu dava üzerinde kafa yoran, stratejiler üreten ve devamlı bunun üzerinde çalışan olursa. Bizim savaşımız insanlarımızı ahlaklı yetiştirmek olmalı, birlik ve beraberliğe kendi insanlarımızla başlayarak tüm Türk Dünyasına taşmalıyız. Bizler burada Türkiye’de yaşayan Bulgaristanlılar büyük bir kitle haline gelmiş durumdayız. İşte bu nedenle şimdi bu kitleyi yani kendi hemşerilerimizi, bir araya toplayarak bir merkez, bir güç birliği oluşturmalıyız, tabi ki bu bizim doğal tabii hakkımızdır. Bizler de artık toplum gücünü kullanabilmeliyiz. Toplum olarak haklarımızı elde etmek zorundayız ve bu yönde çalışmalıyız. Biz bunu söylerken, önderlerimizi seçerken, başkaları kötüdür demiyoruz. Biz bu işi onlardan daha iyi yapabileceğimize, Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Dünyasına daha verimli olacağımıza, buralarda bu bölgelerde yaşayan Türklerin daha iyi, daha güvenilir, yaşamalarını sağlayacağımıza inandığımız için, Önderliğe, Yönetime talibiz. Bu arada Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizin hepsinin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel kimliklerini,


10

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

muhafaza edebilmeleri için mücadele etmeliyiz ve bu konuda gerekeni yapmalı ve gerekli yardımları yapmalı ve yaptırmalıyız. Aramızda Ahlâklı, Adaletli olanları seçmenli ve yüceltmeliyiz. Geçmişi konuşmaktansa, gelecekten söz etmeliyiz, bugünü değil, yarınları görerek hareket etmeliyiz. Aramızdan stratejistlere imkân ve fırsat vermeliyiz ve onları bizler yetiştirmeli yön verebilmeliyizkısa-10 ve uzunvadeli -50 yıllık hedefleri gösterebilmeliyiz. Aramızda kötü niyetli insanları tespit etmeliyiz, bilmeliyiz ki, onların kusurlarından dolayı değil, bu güne kadar yapılması gerekenleri engelledikleri için aramızdan uzaklaştırmalıyız. Bu güne kadar neler yapılmamış, onları araştırmalı, bilmeliyiz ve neler yapılması gerekir onları söylemeliyiz ve bunları bir an önce hayata geçirmeliyiz. Bizler gözyaşları dindirmek için, yaralara mehlem olmak için, her yüke ortak olabilmeliyiz. Gençlerimize, sadece balık pişirmesini değil, balık tutmasını da öğretmeliyiz, insanlarımızı denizlere, okyanuslara açılmalarını sağlamalıyız. Aramızda Tek Lider değil her sokakta, her mahallede bir lider yetiştirmeliyiz, biz dünyayı yönetmek için oğullarımızı yetiştirmeliyiz. Bizim insanlarımız yani Bulgaristan Türkleri şahsi başarıları Türkiye’de belkide en çok olanlardanız. İşte artık bizler toplum olarak haklarımızdan yararlanmasını bilmeliyiz. Her şeyden önce siyasi haklarımızı toplum olarak kullanmalıyız, daha sonra ekonomik ve kültürel haklar onu takip edecektir. Hepimizin gördüğü gibi, tarihte büyük güçler çok defa kötü politikaların kurbanı olmuşlar ve bunlar devam edecektir. Bir toplumun Lideri olmadan hiçbir şey olmaz, bu lideri de toplum çıkarmalıdır. Siyaseti güvenilir, sevimli hale getirmek bizim hedefimiz olmalı, bu gün çok zor, imkânsız olarak görünse de, yarınlara umutla bakabilmeli ve baktırabilmeliyiz. Var olabilmemiz için, var kalabilmemiz için, öncelikle temel hususlarda anlaşma sağlamalıyız. Aramızda bir birimize güveni kaynaştırmalıyız ve samimi olmalıyız. Her şeyden önce özgüvenimizi kazanmalıyız, birlik ve beraberliği ön planda tutarak insanları insan oldukları için sevip saymalıyız. İçimizde barışı sağlayıp, tek merkezde bir çatı altına toplanmalıyız. Bu çatı da “BULTÜRK Derneği” olmalıdır. Buradan tüm dünyaya sesimizi duyurabiliriz. Balkanlar konusundaki politikalarda etkili olabilmek için yolları aşındırmalıyız. Çünkü gelişmiş ve Bulgaristan’da etkili bir


Makale ve Analizler - 2019

11

Türkiye Balkanlara tamamen hâkimiyet kurabilecektir. En önemlisi kararlı olalım ve birbirimize samimi, saygılı olmayı ve bir birimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bizim derdimizi ve problemlerimizi en iyi anlayabilecek zaat bizden olduğunu idrak etmeliyiz. Bulgaristan Türkleri konusunda teşhisi bizler kendimizi yetiştirerek yetki mercileri alarak son noktayı biz koymalıyız, bu güne kadar ki eksikliğimiz budur. Ayrıca Balkanların anahtarı Bulgaristan’da yani Bulgaristan Türklerinden geçtiğini de öğrenmeli ve öğretmeliyiz. Sevgili dava arkadaşlarım. Kendimizde özgüveni, aramızda güveni ve merkezioluşturduktan sonra, kimsenin aramıza nifak tohumları ekmesi mümkün değildir. Bizim için önemli olan, eksiklerimizi bulmaktır. Geçmişi bırakarak artık bizler aydınlanma dönemine bir an önce geçmeliyiz. Halimizi tespit etmek çok kolay, gazete, dergi yayın hayatımız nerede, kaç gazete, tv, radyo bizimle ilgili haber yapıyor.Burada suçlu değil, sebepleri aramalıyız. Gelin bunları tartışalım, niçin bu güne kadar bir Bulgaristan Kültür Merkezi olmamış, bunu şimdi nasıl gerçekleştirilebiliriz, bunlara yönelik çalışmalar toplantılar yapmalıyız. Hedefimiz Türkiye Cumhuriyetini daha güçlü, daha huzurlu ve daha iyi yarınlara götürmek için olmalı. Güçlü bir Türkiye Bulgaristan da yaşayan Türklerede güven ve huzur verecektir, onların daha rahat yaşamalarını hep birlikte sağlayabiliriz. Bunlar zannetiğiniz kadar zor işler değil. Dünyada insanlar bir iş için değil, bir İdeal için hayatını feda ederler. Bunun için güçlü olmak sesini duyurabilmek için öncelikle bir Kurum ve bunun Merkezini oluşturmalıyız. Çünkü Merkezi olmayan hiçbir topluluk bir yerlere gelmesi mümkün değildir. Bu güne kadar konuşmalar tartışmalar yapılmış fakat bir ağıç ekilmemiş işte bu gün bunu yaptık BULTÜRK tüm Bulgaristan Türklerinin biz öncelikle sadece Bulgaristanlıyız. Bizler elimizdeki kıt kaynaklarla bir merkez oluşturmaya çalıştık, bunda da muhafak olduk. Bu merkeze ulaşmakta büyük güçlükler ile karşılaştık bu konuda bizlere yardımcı olan emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Ayrıca bizlere kendi yerini veren Mümin Hocamıza huzurunuzda kendisine tekrar tüm halkımız adına buradan teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki hedef de Türkiye’nin her yerine ulaşmak ve bu birlikteliği her yerde tesis etmektir. Bu merkezimizde artık kendimize ait bir kültür merkezimiz oluştu toplantı salonumuz da mevcuttur her 15 günde bir toplanıyoruz.


12

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Amacımıza ulaşabilmek için devletin bir şeyler yapmasını beklememeliyiz. Birlikten kuvet doğar Atasözünde olduğu gibi güçlerimizi birleştirerek devlet yönetiminde söz sahibi olmalıyız ve geleceğimize kendimiz yön vermeliyiz. Gençlerimizin devlete girmelerinin yolunu aydınlatmalıyız. Artık bizim de Ankara’da TBMM’de kendi temsilcilerimiz olmalı. Bizler de buralara kendi içimizden birilerini gönderebilmeliyiz. Aramızda birlik ve beraberliğimizi oluşturduğumuz takdirde kendi içimizde samimi olduğumuzda başarıların ard arda geldiğini göreceğiz bunu başaracağımıza eminim. İhtiyacımız olan tek şey kendi içimizde daha adaletli olabilmek. Sevgi ve saygılarımı sunarım, Genel Başkan Rafet ULUTÜRK


Makale ve Analizler - 2019

13

Gün Sayıyorlar

Yazan: Nedim AKIN Konu: İpler GERB partisinin elinden kaçtı. İstihbaratçı eğitiminde yüz göz okuma dersi vardır. Somun suratlılar kendini kolay ele verir. Bulgaristan’ı Başbakan Boyko Borisov’un suratından okuyanların işi kolay. Her şey gazete manşeti, bostan tarlası gibi… Soru, sararmış kavunlardan hangisi ham, kadar kolay. Bu arada, onun bir özelliği daha var. Bilirsiniz, tilki pilici çalar ama yarısını gömer. O da başı sıkışınca kayıplara karışıyor. TV ekranına çıkmıyor. Son dönem ayakkabısı çok sıkmış ki, etrafta yok. Sorunlarsa şunlar: 2019 Bütçesinden “F-16 block 70” uçak sistemi için 2 200 000 000 (iki milyar iki yüz milyon) leva para çıkarıp 8 uçağı birden ödemek. Bu parayı Ağustos 2019’un ilk haftasında bulamazsa istifa etmek! NAP – kısa adıyla bilinen Devlet Gelir Ajansından, ölülerle birlikte 5 milyon Bulgaristan vatandaşının, şirketin ve kurumun tüm verilerinin çalınmasının hesabını vermek. Veremiyorlar. Balık baştan kokmuş. Sorumlu başbakan. Şimdilik 300 bin domuzun öldürülmesiyle başlayan hayvancılık ulusal felaketin sorumlularından hesap sormak. Soramıyorlar. Bulgarlardan evlerinde kendi ihtiyaçları için baktıkları domuzların hepsini öldürüp gömmeleri isteniyor. Bunu TV ekranına çıkıp gerekçelendirecek surat kimsede yok. Manevi Babası ve akıl hocası olan diktatör Todor Jivkov Türkleri sınıra iterken, memlekette 1 690 000 (bir milyon altı yüz doksan bin) iri baş hayvan (inek, manda) vardı. Şimdi onda biri yok. Domuz Bulgar’ın temel gıdasıdır, köreltirse bir daha canlandırılamaz (geliştirilemez) Bulgar bir işten bir defa el çekti mi bir daha tutunmaz. Olay çok büyük ve iktidar lamba fitilini geri çekti ancak üfürüp söndürmesi kaldı. Gelelim olayın kesin ve değişmez gerekçelerine: Bulgaristan’ın Doğu Avrupa – Rus sisteminden çıkıp, Batı – Amerikan sistemine katılma (montaj) hevesi 30 yaşında. Ne yazık ki, pek bir şey olmadı. Bu işlerin zor olduğunu bilenler, Rus yapımı “SS-23” ve “SS 22” orta menzilli füzelerin ve namluları Sakar Dağı’na bakan tanklardan bir kısmının hurdaya çıkarılıp kesilmesiyle işin bittiğini sanmıştı. İşler bitmedi.


14

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Rus silahlarıyla silahlanmış ve bu silahları değiştirmeden 2004’ten beri NATO üyesi olan Bulgaristan, 2019’da boyundan büyük işler için heveslendi. Kimsede olmayan, hatta üretimi bile başlamamış, parası peşin ödendiğinde 7 yıl sonra teslim edilecek, Amerikan yapımı “F-16 block 70” uçaklarına merak sardı, önce 8, ardından daha o kadar ve bir filo oluşturana kadar alırız, dendi. Bu işin en meraklısı, Savunma Bakanı, VMRO-komitasıcı Krasimir Karakaçanov. Olay şöyle. Bulgaristan’da neyin nasıl olacağı artık, Bulgarların (hükümetin) elinde ve emrinde değil. Kimin tutuklanıp mahkemeye verileceğini de Amerika’nın Sofya Büyükelçiliği belirliyor. Karakaçanov ve partisi 2018’in sonunda Bulgar vatandaşı olmayan yabancılara vize, doğum kâğıdı, Bulgar menşei, kimlik, pasaport ve başka ticaretinden 50-60 milyon leva ceplemişler ve hemen iktidardan inmeleri ve yargıya düşmeleri gerekirken, palazlı, hortlak ve kinli bir tavırla kesip biçmeye devam ediyorlar. Güç aldıkları merkez, Sofya Amerikan Büyükelçiliği… Trump’ın Bulgaristan Sofya Büyükeçiliği’ne de Kür kadın diplomat Hêro Qadir Mihemed Emîn Mistefa’yı ataması durumu değiştirmedi. “F-16/70” uçaklarının peşin ödemeli alımı, “VMROsorgu dosyasını kapattı.” Olay bu. Bu arada, dünya medyalarında ciddi konu olan “S 400” – “F-35” alım satım tartışmalarından anlaşıldığı üzere, eski Varşova Paktı silahları artık tamamen işe yaramaz olmuş. Bu nedenle Bulgaristan Meclisi, Bulgar Savunma Bakanlığı bir yandan “MİG-29” uçaklarını Moskova’ya onarıma gönderirken, bir de “ 8 adet “F-16 bloc 70” tipi Amerikan uçağı satın alma kararı almak zorunda kaldı. Bundan sonra “silahlarımızı sizden yenileriz” anlamına gelen bu karar, Sofya iç politikasında bazı olumsuzlukları sanki ört bas etti. Fakat olumlu haberler, Haziran-Temmuz 2019’a ait. Karşında Amerika olunca ve işin ucu paraya dayanınca, olayların gelişim hızı saat ve dakika le ölçülüyor. Aslında Amerika – Bulgaristan ilişkilerinin askeri-ticari alana hızla kayması Bulgaristan iç siyasetine deprem yaşattı. Bu olayın ilk belirtisi, önce Başbakan Borisov’a bindiği dalı kestirdi. En güvendiği, en yakını olan GERB Başkan yardımcısı Ts. Tsvetanov’u tüm görevlerinden ve partiden attı. Bu sır kutusu henüz açılmadı. Ne olduğu bilinmiyor. Fakat Amerika’nın Borisov’a sen Ahmet Doğan gibi “fahri” başkan ol ve “kenara çekil” dediğine inananlar arttı. Ama GERB başkan koltuğuna oturacak kadro eğitmedi, çünkü bulgur biçimi mafyotik bir örgütlenmeye dayanıyor. Bu olay sır kalsa da “F-16 block 70” uçakları hükumet ortaklarını şöyle parçaladı.


Makale ve Analizler - 2019

15

2019 bütçesinin yeniden gözden geçirilmesi, mecliste onaylanması ve en geç 03 Ağustos 2019 tarihinde Cumhurbaşkanı R. Radev tarafından da kabul edilmesi gerekiyor ki, Amerika’ya uçak peşini zamanında havale edilebilsin. Mecliste onaylama henüz geçmedi. 121 oy gerekiyor. Son haftaki gelişmeler bu açıdan olumsuz geçti. Faşistlerin teki olan “Yurtsever Cephe” adı altında 2016’da ittifak oluşturan, Moskofçu “Ataka” partisi, Avrupa Birliği Konseyi’nin “aşırı milliyetçi-ırkçılar” diye nitelendirdiği, İç Makedon Devrim Hareketi VMRO partisi ve güya “Bulgaristan’ı Kurtarmak İçin Milli Cephe” (NFSB) üçlüsü parçalandı. “Ataka” ortaklıktan atıldı. “F-16 bloc 70” konusunda aralarından kara kedi geçti, “Ataka” ortaklığın meclis grubundan çıkarıldı. “Ataka” partisi “F-16 block 70” uçaklarının alınmasına daha öncede oy vermemişti. Fiyatı yüksek buldu. Bu parayla Türkiye gibi “S-400” savunma sistemi alalım ve sorun çözülsün, dedi. Bu parti, 2019 bütçesinde bu amaçla değişikler yapılmasına oy vermek istemiyor. “Bulgaristan’ı Kurtarmak İçin Milli Cephe” (NFSB) başkanı Valeri Simyonov da “F-16 block 70” fiyatını yüksek bulduğundan dolayı ödemeleri onaylamıyor. Ayrıca muhalefetteki 9 milletvekilli “Volya” (İrade) partisi (Moskofçu Mareşki partisi) savunma ve güvenlik konularında NATO ve ABD’den askeri uçak alınmasına olumsuz bakıyor. Sosyalist BSP partisi ise Amerika’dan silah almaya kesinlikle karşı çıkıyor. Bütçe değişikliği, dolayısıyla 2,2 milyar leva ödenmesi GERB, aşırı milliyetçilerin VMRO partisi ve Müslüman azınlığın (HÖH-DPS) milletvekilleri tarafından onaylansa bile, Cumhurbaşkanı R. Radev bütçe değişikliğini bir daha veto ederse “F-16/70” alımı suya düşecek. Yani hükümet istifa etmek zorunda kalacak. Amerika’dan uçak alım görüşmelerini yürüten 10 askeri uzman, “2,2 milyar leva, uçakların reel fiyatı değil, % 20 KDV ile nakliyat masrafları da eklenmeli,” (500 milyon leva), dediler. En önemli olansa, Amerika’dan izin almadan bu savaş uçaklarının askeri operasyonlara katılamayacağı ve Plovdiv (Filibe) yakınlarındaki “Rakovski” askeri hava üssü hangarlarında bekletileceği yönünde tepkiler arttı. Günümüzde Bulgaristan güvenliği Amerika tarafından sağlansa da, bu alış verişten Bulgar kamuoyu sanki huzura kavuşmadı. Güvenlik fiyatını pahalı buldu. Yeni durumda DPS partisinin rolü yine belirleyici oldu.


16

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

2017’de Mustafa Karadayı’nın DPS partisine sanki “geçici” başkan seçilmesinden sonra, Türklerin partisi duvar satı sarkacına (topuzuna) dönüştü. Yine geçen hafta DPS ile ilgili yine önemli olaylar oldu. “Ciğeri 20 sene önce donmuş Varna Elektik Santrali’nin buzunu çözmek için B. Borisov hükümeti Ahmet Doğan’a 26,5 milyon leva verdi. Tabii bu milyonların hatırı sayılmalı, DPS milletvekilleri 2019 bütçesinden 2 milyar 200 milyonu Washington’da bir banka hesabına, 7 yıl sonra gelece “F-16 – 70” avcı uçakları için göndermeyi mutlaka onaylayacaktır. Bulgaristan Müslüman çocuklarının eğitimi için bir şeyler isteyeceklerine hep kendi cepleri için istediler ve istemeye devam ediyorlar. Sözün kısası, Sosyalistler (BSP) bu Amerikan uçaklarına artık 3 defa oy vermediler. DPS-Karadayı çetesi bir an için yoksulluğumuzu düşünse, ilaç alamayan yaşlıları, maması olmayan bebeleri düşünse ve yalnız perçem taşımaya yarayan kofalarda “bütçeden 2,2 milyar leva daha yolarsak, ülkede ölüm oranı 2 kat artar” fikri şakısa, ama nerede, bizimkilerin derdi başka. Karadayı başta olmak üzere “babalarının yediği sopayı” unuttular, “milli çıkarların” koruyucusu kesildiler. Hele de gidip Amerika’da Kilise avlusunda kahvaltı yapalı, iyice kendinden geçti, zavallı ruhunu satmış sözlerini kullananlar var. Anlattıklarımdan görüldüğü üzere, Eski komünistlerin püsküllüsü olan Başbakan B. Borisov bir tek “ne zaman istifa vereyim acaba” sıkıntısından kurtulamıyor. En yakın dostu olan Ts. Tsvetanov’u partiden, meclisten ve politikadan iskarto ettiği günden beri, yalnız kaldı. O, eşeğini çamurda bırakmaz! Diyenler etrafında dolaşıyor. GERB partisi içinde patlama olabilir tahmininde bulunanlar da var. Tüm bu tahminlerin içinde kesin olan birkaç nokta var. Birisi, Cumhurbaşkanlığı ile yürütme arasındaki çukurun artık hiçbir araçla geçilemeyeceği bir derinliğe eriştiği artık konuşulmuyor, çünkü olaylar herkesin gözü önünde gelişiyor. Radev, “F-16 block 70” uçaklarının alınması yolunu kesecek. Dolayısıyla hükümet düşecek. Tahmin, 27 Ekimde yerel ve genel seçimler birlikte yapılacak, o zamana kadar Cumhurbaşkanı Geçici Hükümet atayacak. İkincisi, Cumhurbaşkanı Rumen Radev’in seçilmesi için 16 Kasım 2016’da oy veren Bulgaristan Türklerinin partisi DPS, şimdi neden Radev’e karşı ve gözlerinde Türk düşmanlığı okunan Başbakan Boyko Borisov ile faşist Krasimir Karakaçanla gizli birlik kurdu ve onlara destek oyu sağlıyor. Bu yeni üçlüyü birbirine bağlayan ve kenetleyen nedir? Baskı eden kimdir? Sanki Borison, Karakaçanov ve Karadayı’yı korsanlar yakalamış, elleri ke-


Makale ve Analizler - 2019

17

lepçeli, üçünün de elini kolunu bağlayan sicim onlara dolandıkça dolanıyor. Üçünün de konuşmaktan başka yapabilecekleri bir şey kalmadı. Üçü de yalan makinesine dönüştü. Konuştukça konuşuyorlar. Bu sabah ajanslar, Bulgaristan’da “Afrika vebasının, Vidin ve Dobruca’ya da sıçradığını haber verirken, öldürülen domuzların 300 000 –ni bulacağını bildirirken, felaketin öldürücü olmadığına işaret etmek için, Çin’de öldürülen domuzların 1 milyon olduğunu bildirildi. Et fiyatlarının % 50 zam gördüğünü söylemiyorlar. Çin’i sivrisinek ısırmış. Güler misin ağlar mısın? Geçen sene keçi ve oğlakları öldürmüştük. 1 000 öldürülüyor ardından sayaya giren yenileri yok. İnsanlar da öyle, geçen ay Bulgaristan’ın en modern hastanesi olan Panagürüşte – ”Üni Hospitalinde” 92 doğum olmuş, ama aynı bölgede ölenlerin sayısı 462. Herkes gün değil saat sayıyor. Gelişmeleri ilgiyle bekliyoruz. Onlar saat sayıyor. Biz ise sanki cereyanı kesilmiş sinema salonu karanlığındayız. Çekirdek soyup elektrik gelmesini bekliyoruz. Başımız kuruda, umutluyuz… Arkadaşlarımla görüşüyorum, koçun sarkıntıları da sallanıyor ama kopmuyor, “korkma bir şey olmaz”, deyip sırıtıyorlar. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Paylaşmayı unutmayınız. Politika sahne oyunu gibi oldu, seyirciler sahneye çıkmadan, değişiklik olmaz. Beklemek zorundayız. Son günlerde hukuk kitapları karıştırıyorum. Hiç birinde iflas ede devletlerin kaderini belirleyen bölüm ve maddeler bulamadım. Yeni anlaşma yazılması gerekecek… Yüzlerinden okunan budur. Teşekkür ederim.


18

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Baştan Sona Yalan Anlatıyorlar

Tercüme. Raziye ÇAKIR Kaynak: “Dnevnik” gazetesi Konu: Türklere zulüm ve Bulgar tarihindeki yeri – ders kitapları 2019/20 ders yılı Tarih ve Uygarlık Ders kitaplarında “Yeniden Doğuş/SoyaDönüş” adlı asimilasyon projesinde Todor Jivkov ve gizli polis (DS) nasıl değerlendirildi, bir görseniz! SKANDAL Diktatör Todor Jivkov döneminde Bulgaristan Müslüman Topluluğu ve komünist partisinin ve devletin bu topluluğa karşı izlediği kıyım siyasetini yakından tanıyan Bulgar bilim adamlarından biri olan Prof. Dr. Bayan Evgeniya İVANOVA Eğitim ve Öğretim Bakanına bir mektup göndererek, ders kitaplarındaki saçmalıkları protesto etti. Ders kitaplarına işlenmiş olan ayrıntılar şunlardır: Komünist rejimin Bulgaristan Türklerini topraklarından ve vatanlarından silah zoruyla amansız baskılarla kovduğu 29 Mayıs 1989 tarihli diktatör Todor Jivkov’un mesajı. Devlet Güvenlik Örgütü (DS) tarafından toplanan ihbarlar ve “İç İşleri Bakanlığı” (MVR) ve Sınır Askerleri Güçleri’ne” sözde Türklerin saldırılarına ilişkin gizli polis “DS” subayı Bonço Asenov’un yazdığı uydurma bir kitaptan alıntılar. Türklere yapılan zulümle ilgili öğrencilerin değerlendirmede bulunacakları, “Domino” yayın evi tarafından basılan, 10. Sınıf Tarih ve Uygarlık Kitabı’nda yer alan kaynaklar şunlardır. Bu vesileyle ilgili Öğretim ve Bilim Bakanı Krasimir Vılçev’e Prof. Dr. Bayan Evgeniya İvanova’nın gönderdi mektupta “Etnik ve inanç asimilasyonu ile ilgili değerlendirmenin, tartışma götürmez bir biçimde, yalnız olumsuz olacağını düşünmüştüm” deniyor. Prof. İvanova’nın gönderdiği mektubun metni: Sayın Bay Vılçev Tarih kitaplarında da tekrarlamaya devam ettiğimiz, sözüm ona “soya dönüş süreci” dediğimiz – Müslümanların asimile edilmesi zorbalığı – 10. Sınıf Tarih Ve Uygarlık Kitaplarında yer alan 1944-1989 döneminin yorumlanmasını kapsayan problemlerden biri ile ilgili görüşümü bildirmek istiyorum. Bu benim konumdur, üzerinde ve ayrıca onun bıraktığı yaralı hafıza üzerinde birçok araştırma yaptığımdan bilirkişi olduğum bir alandır.


Makale ve Analizler - 2019

19

İlgili dönemde, Bulgaristan Müslümanlarının asimilasyonu – rejimin en büyük suçlarından biridir – kitaplarda farklı ve birçok yerde de yetersiz yansıtılmıştır. Pomak ve Romenlerin, Müslüman Tatarların isimlerinin (çok küçük istisnalarla) periyodik olarak değiştirilmesinden söz bile edilmeden, ancak Türklerinin isimlerinin değiştirildiği 1984-1985 yılları ele alınmıştır. “Soya Dönüş Süreci” adıyla anlatılan, yalnızca üç sayfada (267-269) yine (Türkleri ele alan) “Domino” yayınevi tarafından basılan kitap üzerinde özellikle durmak istiyorum. “Çağdaş Bulgar tarihinde üzerinde en fazla tartışılan” bir konu olan “olaylarla ilgili değerlendirmeyi” kitapta sunulan belgelere dayanarak öğrencilerin bir alıştırma destinde kendilerinin yapması isteniyor. Ben şimdiye kadar evrakların değerlendirilmesinden isim ve din değiştirmeye zorlama konusunda ancak olumsuz bir değerlendirme sonucu çıkarılabileceğine inanıyordum. Ve bunun bir tartışılmaz gerçek olduğuna inanmıştım. Ders kitabının yazarları, 1984-1987 yılları arasında Bulgaristan’da Türkler tarafından 4 suikastın yapıldığını ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra, aynı dönemde sözde olmuş olan ve kamuoyu tarafından o zamanlar olduğu gibi, şimdi de bilinmeyen, “42 illegal Türk grup” tarafından işlenmiş olan bir sıra “saldırı, kundaklama, ölüm ve yanıltma“ olayından söz ediyorlar. Bu bilgilerin kaynağı olarak sivil polis (DS) ihbar kaynakları ve asimilasyon siyasetini gerçekleştirenlerin anıları gösteriliyor. Burada izlenen hedefte, aynı dönemi huzur ve güvenlik cenneti olarak bilen öğrencilere, ana babalarının maruz kaldıkları, ürpertici bir terör ortamı hayal ettirmek olmalı. Eklenen belgeler: Bulgaristan’ın Türk asıllı vatandaşlarını kovduğu 29 Mayıs 1989 tarihli T. Jivkov’un mesajı. Öğrenciler bu belgeden, Müslümanların Osmanlı İmparatorlunun onları içine attığı “adaletsizlik ve yoksulluk karanlığından” ancak “sosyalist devrimin zaferinden sonra” kurtulduğunu anlamalıdır. (Birkaç sayfa sonda – s. 273. – yazanlar bu görüşü kendileri de kabul ediyor. Öğrenciler “her yerde terör ve diversiyon” ve “aktif düşmanca yalanlayıcı etkinlikler” olduğu yolundaki bilgilerini gizli polis DS’nin topladığı ihbarlardan öğrenerek pekiştirecektir. Saldırı olayları hazırlayanlara Türkiye ve ABD yardım ederken, Gorbaçov ise, onlara engel olacağına, tarafsız kalmayı seçmiştir. Gizli polis DS subayı Bonço Asenov’un kitabından bir alıntı seçilmiştir. İsim, din, dil ve kimlik değiştirme, yaşam şekli yasaklayıcısı bu gizli polisin kitabından alınan alıntıdan öğrenciler, protesto eden, silahsı Türkler İç İşleri Bakanlığı MVR güçlerine ve Sınır askeri birliklerine çılgınca saldırdıklarını, şehitlere yalnız sakan kurşunlar isabet ettiğini,


20

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Türkan Bebenin ise, “anası elinden düşürünce” kalabalık tarafından ezildiğini anlamalıdır. Başka belge yoktur. Bu kitapta öğrencilerden istenenler arasında şu da vardır. O günün rejimi isim ve din değiştirme olayına neden “soya dönüş süreci” adını vermişken, Türkiye ve diğer Batı devletleri aynı olaya bir “cinayet” demişlerdir? Bu kitabı yazanlar, editörler ve basanlar, büyük bir gecikmeyle de olsa, Bulgar Devletinde işlenen suçlara ve isim ve din değiştirme zulmüne “cinayet” dediğini bilmeleri gerekir. Yazılmasına değil, düşünülmesine bile imkân tanınmaması gereken bu saçmalıkların sonunda (s. 274) 29 Aralık 1989 tarihinde İsimlerin ve din haklarının iade edilmesine ilişkin kararın bir kompromis (taviz) – (hak edilmemiş bir hakkı tanıma) olduğu kaydedilmiştir. “Domino” yayın evince hazırlanan bu kitapta birçok başka esas yanlış var. Bana gülünç gelenlerin kimisine yer vermek istiyorum. Osmanlılardan ötürü Bulgarlar “kapalı ve tecrit” durumda yaşıyordu. Bu nedenle “Bulgar halkının konuştuğu lehçeler, kullandığı giysiler ve geçimleri” arasında büyük farklar belirmiştir. (S.106). Osmanlı devri yaşamamış olan diğer halklar sanki lehçe, giysi ve geçim farkları yaşamamıştır. Sayın Bakanım, Ben bu fikirlerin ve iddiaların Bulgar öğrencilere erişmeyeceğine samimiyetle inanmak istiyorum. 29 Temmuz 2019 Saygılarımla: Evgeniya İvanova Hak ve Özgürlükler Hareketi, Şeref Halk ve Hürriyet Partisi ve Demokrasi İçin Sorumluluk, Hoşgörü ve Özgürlük Partisi, dernekler, federasyonlar, İl Müftülükleri ve Başmüftülük, Bulgaristan Diyaneti Müslümanları İslam Konseyi Başkanı ve diğer politik eylemcilerimiz, belediye başkanları ve valilerimiz, aydınlarımız ne günlere duruyor??? Bizi izleyiniz. Paylaşanlara teşekkürler.


Makale ve Analizler - 2019

21

Türk Çocuklar Türkçe Dersine! Tarih: 1 Ağustos 2019-08-01 Hazırlayan: Oya Canbazoğlu Konu: Çocuklarımız cahil kalırsa bize gelecek haramdır Yerel seçimlerin ana konusu

Bulgaristan hükumeti 1998’de imzaladığı Ulusal Azınlıklar Hakları Savunma Çerçeve Anlaşmasınını bir gereği olarak 1999’da Asgari Genel Eğitim ve Eğitim Planı Yasasını çıkartmıştır. Bu yasada ana dilinin, zorunlu seçmeli hazırlık dersleri olarak zorunlu eğitim programı çerçevesinde okutulması kararı alınmıştır. Bu yasanın sağladığı gelişmelere bakıldığında Türkçenin eğitimi statüsünün eğitim planına giren bir ders olması ve giderlerin belediye bütçesi tarafından değil de devlet bütçesi tarafından karşılanmasının garanti altına alındığı görülür. Ayrıcabu yasada ana dili olarak Türkçe eğitiminin kademeli olarak 1. sınıftan 12. sınıfa kadar gerçekleştirilebilmesi hakkı kazanılmıştır (Chakar 2001). 28 Mayıs 2001’de Bulgaristan Eğitim ve Bilim Bakanlığı 6 numaralı genelge yayınlamış ve bu genelgede ilk veorta dereceli okullarda okutulan dersleri ve bu derslerin saat sayılarını belirtmiştir. Bakanlık yayınladığı genelge ile okullarda okutulan dersleri zorunlu okutulması gereken dersler, zorunlu seçmeli dersler ve seçmeli dersler olmak üzere üç başlık altında toplamıştır. Bu sınıflamada Türkçe dersi zorunlu seçmeli dersler başlığı altında değerlendirilmiştir. Bunun yanı sıra haftalık dört saat olan Türkçe ders saati sayısı 2., 3. ve 4. sınıflarda iki ders saatine, 1., 5., 6., 7. ve 8. sınıflarda ise üç ders saatine düşürülmüştür. Türkçe dersine katılmak isteyen öğrencilerden her dönem başında dilekçe toplanması zorunluluğunun devam ettirilmesi kararı da alınmıştır. Kırcaali, Burgas, Şumnu, Razgrad, Rusçuk, Dobriç ve Silistre İl Milli Eğitim Müdürlüklerinde an a dili müfettişleri kadrosu açılmış, bakanlığa da bir müfettiş atanmıştır. Bu müfettişler öğretmenleri denetlemelerinin yanı sıra öğretmenlere rehberlik yapmak ve hizmet içi eğitim kursları düzenlemeyi de üstlenmişlerdir. Bulgar ve Türk makamlar işbirliğine giderek çeşitli seminerler düzenlemiş ; ancak, 2010 yılında ana dili müfettişliği kadrolarının devlet tarafından kapatılması ile bu uygulamalara son verilmiştir (Bekir 2011).


22

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dönemin Hak ve Özgürlükler Hareketi Genel Başkan Yardımcısı Lütfi Mestan, 2012’de meclis eğitim komisyonunda “haftada dört saat mecburi ana dili dersi yapılır” önerisinde bulunmuş ancak bu öneri Bulgar Eğitim Bakanı tarafından reddedilmiştir. Yürürlükteki yasaya göre mecburi seçmeli dersler kapsamında bulunan ana dili dersi haftada üç saat, seçmeli ders olarak da alındığı takdirde bu süre haftada dört saate kadar çıkabilmektedir. Ana dili olarak Türkçe dersinin yanı sıra İbranice, Ermenice ve Romanca dersler de verilmektedir. 2012 Bulgar Eğitim Bakanlığı’nın verilerine göre 7,34 milyon nüfusa sahip Bulgaristan’da ana dili dersini seçen öğrencilerin sayısı 11.068’dir. Bu öğrencilerin 10.612’si Türkçe, 216’sı Ermenice, 117’si İbranice, 14’ü Yunanca, 13’ü ise Rumence dersini seçmiştir. Uluslararası Azınlıklar ve Kültürel İletişimler Araştırma Merkezi’nin Temmuz 2012’de yayınladığı rapora göre 1992-93’te 114 bin öğrenci ana dili dersini seçerken bu rakamın. O tarihte 11 bine kadar gerilediği görülmüştür (Radoykov 2012). 20142015 eğitim-öğretim döneminde Bulgaristan genelinde ana Dili dersi kapsamında Türkçe dersini seçen öğrencilerin sayısı 7 bindir. Bu rakamın 4-5 bini güneyde Kırcaali ve Hasköy illerinde, geri kalanı ise kuzeyde Şumnu, Razgrad, Varna, Silistre, Dobriç, Rusçuk, Sliven ve Targovişte’deki okullarda öğrenim gören öğrencilerden oluşmaktadır. 1992’de 114 bin olan bu rakamın 2015’te 7 bine kadar gerilemesi Türkçenin Bulgaristan’daki varlığını tehdit etmektedir. Türkçe Öğretmeni Yetiştirme Meselesi 21. yüzyıldan itibaren Bulgaristan’da Türkçe öğretmeni yetiştirmek gayesiyle pek çok sayıda kurum ve kuruluş faaliyet yürütmüştür. Ancak günümüzde Bulgaristan’da Türkçe öğretmeni yetiştiren üç kurum bulunmaktadır. Bunlar Sofya Üniversitesi, Plovdiv Üniversitesi ve Şumen Üniversitesi bünyesindeki Filoloji Fakülteleri’nin alt bilimdalları olarak hizmet vermektedirler. Sofya (Kliment Ohridski) Üniversitesi Türk Filolojisi bölümü 1952-1953 eğitim-öğretim yılında açılmıştır. 1959-1974 döneminde hem Türkoloji ve Osmanlı Türkçesi alanında uzmanlar yetiştirmek hem de Türk Dili ve Edebiyatı derslerini verebilecek öğretmenler yetiştirmek amacıyla Türk Filolojisi bölümünde öğretim planı Türkoloji’nin usul ve esaslarına dayalı yürütülmüştür. Bulgaristan’daki totaliter rejimin Türk okullarını kapatması ile Türkçe öğretmen ihtiyacı da azalmış dolayısıyla pek çok Türk Filolojisi mezunu açıkta kalmıştır. Bunun için 1973’te bölüm Türkoloji dalına kaydırılmıştır.


Makale ve Analizler - 2019

23

1973-1974 ile 1981-1982 eğitim-öğretim dönemleri arasında bölüme öğrenci kabul edilmemiştir. 1982 yılında bölüm yeniden düzenlenerek Türkçe, Türkoloji’nin altında bir bilim dalı olmuştur (Boev’den aktaran Aydoğdu 2011). Plovdiv (Paisii Hilendarski) Üniversitesi’nde Filoloji Fakültesi bünyesinde Türk Dili ve Bulgarca Bölümü bulunmaktadır. 2009-2010 eğitimöğretim yılında öğrenci alımına başlanan bu bölümü bitiren öğrenciler hem Türkçe hem de Bulgarca öğretmeni olmaya hak kazanabilmektedirler. 2008’de Filibe’ye taşınan bu bölüm daha önce 1951’de Kırcaali merkezinde açılmış, bazı yıllar kapalı kalmışsa da 2008’e kadar burada hizmet vermiştir. Bölümün mevcut öğrenci sayısı sınıf kademelerine göre şöyledir: 1. sınıfta 32, 2. sınıfta 31, 3. sınıfta 26, 4. sınıfta ise 13 öğrenci. Sınıf düzeyi ilerledikçe mevcutların düşmesinin nedeni Bulgaristan’da Türkçe dersini seçen öğrencilerin sayısının giderek azalması Türkçe öğretmenine duyulan ihtiyacı da aşağı çekmektedir. Dolayısıyla dört yıl lisans öğrenimi görüp de ardından iş bulamama korkusu, birinci sınıfın ardından öğrencileri farklı bölümlere yatay geçiş yapmak zorunda bırakmaktadır. Sumen (Piskopos Konstantin Preslavski) Üniversitesi’nde Filoloji Fakültesi bünyesinde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü bulunmaktadır. 1992’de kurulan bölümde biri profesör, üçü doçent, ikisi yardımcı doçent ve üç de araştırma görevlisi olmak üzere 9 öğretim elemanı görev yapmaktadır. Trakya Üniversitesi’nden de bölüme ders vermeye gelen öğretim elemanları vardır. Fakültede ayrıca Türkçe-Almanca ve Türkçe-Rusça bölümleri de mevcuttur. Buralardan mezun olan öğrenciler bir yıl pedagojik eğitim aldıktan sonra her iki dilde de öğretmenlik yapabilme hakkı kazanmaktadırlar. Ayrıca bu bölüm Türkiye’deki pek çok üniversite ile Erasmus Protokolü kapsamında öğrenci alışverişinde bulunmaktadır. Bölüm sınıflara göre; 1. sınıfta 15, 2. sınıfta 7, 3. sınıfta 17 ve 4. sınıfta 10 öğrenci lisans öğrenimine devam etmektedir. Bölümde yüksek lisans programı mevcuttur. Bu bölüme yerleşebilmek için öğrenciler Türkçeden farklı dillerden yapılan sınavlara girmektedirler. Bu durumun nedeni, Bulgaristan liselerinde Türkçe eğitim yapılamaması, Türkçenin liselerde seçmeli ders olarak dahi okutulamamasıdır. Dolayısıyla hiç Türkçe bilmeyen öğrenciler de bu bölüme yerleşebilmektedirler. Türkiye’de bu gibi durumlarda 1. sınıfa geçmeden açılan ‘hazırlık sınıfı’ uygulaması Bulgaristan üniversitelerinde yoktur. Öğrenciler, öğretim elemanları bu açığı normal müfredatta her dönem yer alan ‘Uygulamalı Türkçe’ dersi ile kapatmaya çabalamaktadırlar. Öğretim elemanları dersleri hem Türkçe hem de Bulgarca anlatmaktadırlar.


24

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Mezun olan öğrenciler genellikle çeviri ve turizm alanlarında iş bulabilmektedirler. Öğretmen olabilenlerin sayısı bu iş alanlarında çalışanlara göre düşüktür. Ders Kitabı Meselesi Bulgaristan’da totaliter rejimin 1989’da devrilmesinin ardından gelen demokrasi ortamında ilk ve orta dereceli okullarda Türkçe dersinin seçmeli olarak okutulması için yasa çıkarılmıştır. Türkçe dersinin müfredata eklenmesinin ardından Türkçe ders kitabı ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu ihtiyacı giderebilmek için Bulgaristan Türklerinin ağırlıklı olarak desteklediği Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) siyaset alanında sorumluluk üstlenmiş, kitapların hazırlanmasında öncülük etmiştir. Kurulan komisyon ilkokul ve ortaokul düzeyinde her sınıf kademesi için Türkçe ders kitapları hazırlamıştır. Ancak hazırlanan bu kitaplar Bulgar devlet makamlarının ileri sürdüğü özellikle maddi sıkıntılar nedeniyle bir türlü basılamamıştır (Yenisoy 2007). Kitapların basılamaması üzerine Türkiye’den yardım istenmiştir. Yardımda bulunmayı kabul eden Türkiye kitapların büyük bir çoğunluğunu basmış ve Bulgaristan’a kitapları hibe etmiştir. Bulgaristan Eğitim ve Bilim Bakanlığı’nın 24.07.1992 tarihini taşıyan 2 numaralı protokolle özel bir komisyon tarafından hazırlanan ve içerisinde Bulgar ve Türk yazarlara ait metinlerin yer aldığı 11 ders kitabı 1992-1993 eğitim-öğretim yılı başında öğrencilere dağıtılmıştır (Memişoğlu 2002). 20 yıl aradan sonra ilk kez 2013’te 2, 3 ve 4. sınıfların Türkçe ders kitapları yenilenmiştir. 1992’de basılan kitaplar güncelliğini yitireli epey olmasına rağmen çeşitli nedenlerden dolayı Bulgaristan’daki Türkçe ders kitapları bir türlü yenilenememiştir. Kuzey ve Doğu Bulgaristan Türkçe Öğretmenleri Derneği Başkanı Emine Halil ve Sumen (Şumnu) Ana Dili Müfettişlerinden Fikriye Hüseyin (4. sınıflar için hazırlanan kitapta Sevim Ömerova’nın da katkısı vardır) tarafından hazırlanan Veliko Tırnovo’da Faber Yayınevi’nin bastığı yeni Türkçe ders kitaplarının 2013-2014 eğitimöğretim döneminden itibaren illere gönderilerek okullarda Türkçe dersini seçen öğrencilere dağıtımına başlanmıştır. Şimdilik 2, 3 ve 4. sınıflardaki öğrenciler bu değişimden yararlanabilmiş, diğer kademelerde öğrenim gören öğrencilerin de güncellenmiş ders kitaplarına kavuşabilmeleri için hazırlık çalışmaları sürmektedir. 1992’de basılan ders kitaplarının artık güncelliğini yitirmesinin yanında pek çoğu da yıpranmış ve dağılmıştır. Özellikle köylerdeki çocukların tek başvurabilecekleri kaynak olan ders kitapları ihtiyacı had safhadadır.


Makale ve Analizler - 2019

25

Sınıf ortamlarında ya sadece öğretmende ya da bir -iki öğrencide kitap bulunmakta, dersler bu şekilde yürütülmeye çalışılmaktadır. 2007’de Avrupa Birliği’ne tam üye olmuş Bulgaristan’da 2015 yılında bu manzaranın yaşanıyor olması Türkçenin ve Türklerin Bulgaristan’daki geleceği açısından endişe vericidir. Göçe Dayalı Meseleler Bulgaristan’ın 2007’de Avrupa Birliği’ne tam üye olmasının ardından Bulgar vatandaşları AB içinde serbest dolaşım hakkı elde etmiştir. Bu hak, Bulgaristan ekonomisinin uzun yıllardır kendisini toparlayamamış olmasından dolayı tüm Bulgar vatandaşları için büyük bir fırsat olarak görülmüştür. Çok sayıda Bulgar vatandaşı ailelerini geride bırakarak Avrupa’nın zengin ülkelerine iş bulup çalışmak maksadıyla dağılmışlardır. Çok sayıda Bulgaristan Türk’ü de bunların arasında yer almaktadır. Öyle ki çocuklarını dede ve ninelerine bırakarak önce erkekler, artlarından da eşleri Bulgaristan’dan farklı ülkelere çalışmak için göç etmişlerdir. Anne- babadan yoksun kalan çocukların psikolojileri ister istemez etkilenmekte, bu durum öğrenim hayatlarına da olumsuz yansımaktadır. Dede ve nineler torunlarıyla ilgilenmeye çabalasalar da bir noktadan sonra onların da çabası çocukların eğitim, öğretime ilişkin isteklerininyükseltilmesine yetmemektedir. Bu nedenlerden dolayı Bulgar yaşıtlarının gerisinde kalan Türk çocukları akademik bir başarı elde edemeden sistemden ayrılmakta, bu da gelecekte onların toplumun alt katmanlarında yer almalarına yol açmaktadır. Köylerden kentlere yaşanan göçler de Türk çocuklarının Türkçe eğitim hayatlarını olumsuz yönde etkilemektedir. Bulgaristan’daki Türk nüfusun geneli köylerde yaşamaktadır. Köy okullarında yeteri düzeyde öğrenci ve Türkçe öğretmeni bulunduğundan okullarda Türkçe dersi daha rahat ortamlarda okutulabilmekte iken şehirlerde bu durum böyle değildir. Köyden şehre taşınan Türkler şehirdeki kalabalık Bulgar nüfusu arasında erimekte, kendi kültürlerini ve ana dillerini koruyup kullanmakta zorluklar yaşamaktadırlar. Türklerin köylerden kentlere, kalabalık Bulgar nüfusun arasına taşınması Bulgaristan devletinin bilinçli yürüttüğü bir eritme politikasıdır. Terk edilen köylerdeki okullar bir bir kapatılmaktadır. Diğer Meseleler Bulgaristan’da Türkçe dersleri seçmeli dersler statüsündedir. Bulgaristan yasaları gereğince bir okulda Türkçe dersinin açılabilmesi için dönem başında 13 velinin imzalı dilekçesi gerekmektedir.


26

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şehir merkezlerindeki öğrenci velileri, genellikle Bulgar okul müdürlerinin yönlendirmesi ile ders seçme haklarını Türkçeden yana değil de İngilizce, Matematik, Bulgarca vb. gibi derslerden yana kullanmaktadırlar. Dolayısıyla velilerde Türkçenin önemi açısından bir bilinçsizlik göze çarpmaktadır. Bulgaristan genelinde Türkçe derslerinin okutulduğu okulların tamamına yakını köy ve ilçe merkezlerinde yer almaktadır. Veliler 13 imzalı dilekçeyi temin etmiş olsalar bile Türkçe dersinin açılıp açılmaması okul müdürünün yetkisindedir. Okulda Türkçe dersini verebilecek öğretmen olmamasını, okul bütçesinin yetersizliğini öne sürerek okul müdürleri, velilere başka bir dersi seçmeleri hususunda baskı yapabilmektedirler. Sonuç: Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Türk demek Türkçe demektir’ özlü sözünden hareketle Balkan coğrafyası Türklerle tanıştığında aynı zamanda Türkçe ile de karşılaşmıştır. Ancak gelinen noktada Bulgaristan’da 1992’de 114 bin çocuğun seçtiği Türkçe dersini 2014’te 7 bin öğrencinin seçmiş olması hayli düşündürücüdür. Bulgaristan’da Türkçeye gösterilen ilgi günden güne azalmaktadır. Bulgaristan ile Türkiye Cumhuriyeti’nin yapacağı ikili anlaşmalar ile özellikle TİKA, Yunus Emre Enstitüsü vb. merkezlerin bir an evvel Bulgaristan’da kurulması, Bulgaristan Türklerinin kültürlerini, dillerini, gelenek ve göreneklerini koruyup geliştirebilmeleri adına atılacak önemli adımlar arasında yer almaktadır. Bulgaristan’daki kırtasiyelerde Türkçe bir öykü kitabı dahi bulunmamaktadır. Dolayısıyla Bulgaristan’daki Türk köylerinde yer alan okullara kitaplıklar kurulmalı, özellikle çocuklar için Türkiye’den Türkçe kitaplar gönderilerek buralara hediye edilmelidir. Ders kitaplarının güncelliğini yitirmesi Türk çocuklarının Türkçe dersine olan isteklerini köreltmekte, ilgilerini düşürmektedir. Ders kitapları sorununun çözülmesi için yetkili Bulgar makamlar ile iş birliği yoluna gidilmeli, Bulgar makamlarınca öne sürülebilecek maddi kaynaklı bahaneler Türkiye Cumhuriyeti tarafından karşılanmalıdır. Bulgaristan’daki Türkçe öğretmenlerine Türkiye’de verilen hizmet içi eğitim seminerlerinin sayısı ve sıklığı arttırılmalı, öğretmenler arasında iş birliği teşvik edilmelidir. Siyaset alanında Bulgaristan Türklerinin en büyük temsilcisi olan Hak ve Özgürlükler Hareketi’ne de büyük görevler düşmektedir. AB üyesi Bulgaristan’da Türklerin sahip olması gereken pek çok hak hala devletçe gasp edilmektedir. Seçim dönemlerinde Türkçe propaganda dahi yapmak Bulgaristan’da hâlâ yasaktır.


Makale ve Analizler - 2019

27

Balkanlardaki en büyük Türk nüfusu (1 milyona yakın) bünyesinde barındıran Bulgaristan’da önlem alınmadığı takdirde Türkçenin geleceği karanlık görünmektedir. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Arkadaşlarınızı ve yakınlarınızı bilgilendiriniz.


28

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Birlik Ve Beraberlik

Yazan: Dr. Nedim BİRİNCİ Konu: Yenilmek bize yakışmaz. Kırca Ali Bulgaristan Türklüğünün Kalesidir. Naim’in yumruğundan yükselen esinle Yerel seçime gidiyoruz. 27 Ekime ne kaldı şurada… Bundan sonra yelkenlerde seçim var. Oyumuzu bekleyen Muhtarlar, Belediye Başkanları, belediye meclis üyeleri, yarım kalmış işler. Yeni projeler. Ardından devlet valilerini atayacak. Toplumun ve yürütmenin temeli bu kadrolardır. Seçeceklerimiz toplumun alt dokusudur. Onlar olmadan devlet devlet olamaz, yürütme organları çalışamaz. Adına demokrasi denen hayat durur, olmadıkları an demokratik düzenin maddi ve manevi sistemi felce uğrar… Bize ne demeyin…Demokrası ekmek ve su gibidir! Bulgaristan Türkleri zülüm görmüş, kendine uzun süre zülüm edilmiş, menfaatlerinin bilincinde olan, gövdeli dallı budaklı bir halk topluluğudur. Geçmiş dönemlerde sesiz ve uysal, boynu bükük olmamıza çok çalışıldı. Başaramadılar… Şanlı yürüyüşümüzde çok kurban verdik. Hep kör cahil, kıt kanat geçinen insanlar olarak kalmamıza gayret edildi. Somunda bu duruma geldi. Seffilerin sırasında baştayız. Elimizde ancak çırpınan ve yenilmez ruhumuz kaldı… Bugün Bulgaristan’da birçok şey bize bağlıdır. Devlet bile yaprak kıpırdasa, saatini Türklerin tavrına göre ayarlıyor. Şu iyi bilinmelidir: Bulgaristan’da yaşayan etnik azınlıklar Türkler burada diye buradadır. Biz olmasak her biri kimseye selam vermeden tasını tarağını toplar, çeker gider. Bu bakıma yine Bulgar milli tarihini süzüp Bulgar ruhunu en iyi anlatan komitacı Zahari Stoyanov’un dediğine dönüyorum: “Bu memlekette Türklerin var oluşu her zaman mukaddes olacaktır.” Demiştir. Bu cümlede mukaddes sözü özel anlam taşır. Takdis edilmiş yani kutsanmış anlamındadır. Mübarek ve kutsal temiz ve hilesiz anlamındadır. Hak edilmiş vatan hakkıdır, anlamı taşır. “Mukaddes” sözü Kuran, Tevrat, Zebur ve İncil’de vardır ve yasalar üstü geçerlidir. Kutsanmış insanlara Tanrı dokunulmazlık bahşetmiştir ki, her konuda tavrımızı belirleyen de bu olmuştur. İşte bu, mukaddes vatan hakkı bizim hepimizin ortak edinimi, nimeti ve kutsalıdır. 1989’da bizi birleştiren ve şahlandıran bu hakkın kutsallığı olmuştur. Bu hakkın özündeki ise, var olma özgürlüğüdür.


Makale ve Analizler - 2019

29

Var olma özgürlüğü, gidenler döner anlamını taşır. O zamanla sınırlı olmayan, sonsuz bir özgürlüktür. 20. asırda, dün, bugün Bulgar devletinin bize ettiği zulüm o bakımdan haksızlıktır, suçtur, lanettir, devleti yok edicidir ve ortak geleceğimizi karartan odur. Bu bakıma, bugünkü Bulgar kamuoyunda büyük bir kısım, “Bu memlekette Türklerin var oluşu her zaman mukaddes olacaktır!” öngörüsünü vasiyet eden Zahari Stoyanov’tan çok geri, sönüktür. Bu açıdan bakıldığında, Bulgaristan’da yaşayan çok etnikli nüfus arasında öncü yerimiz, orta direk konumumuz da hak edilmiş bir haktır. Şu dediklerim, öncü olmak ve orta direk olmak pazardan alınan nimetler değildir. Asırların emeğiyle hak edilmiştir ve şuurlaşmış bir birikimdir. Bizi millet yapandır. Her etnik grup toplumda başı çekmemiz, üretim biçimi geliştiremez, devlet kuramaz, egemen kültürü yaşatamaz, ayrım yapmadan herkesi örgütleyip ardından götüremez. Türklerde olan bu özellikler, sabır, iyi niyet ve soyluluk beraber yaşadığımız diğer etnik azınlıklarda olmadığından dolayı, hepsinin bize ihtiyacı vardır. Bizi 27 Ekim 2019 yerel seçimlerine birlikte götüren ruhumuzdur. 1990’da ilk kez olmak üzere siyasi parti kurduk. Siyasi partiyi size birçok kişi çok lafla anlatmaya çalışmış olabilir veya çalışabilir. Gerçek şudur. Siyasi, parti elle tutulur gözle görülür, salatalı sofra kurup rakı mezesi olan bir şey değildir, soğuk su, çay veya köpüklü kahve de değildir, çünkü hepsinden daha büyük, daha yüce, daha dev bir şeydir. Ruhumuz bizde olan ve bizi biz yapandır. Belki de küresel sporcuların paşası Naim Süleymanoğlu’nun Mestanlı (Momçilgrad) Spor Salonu önünde geçen hafta açılan anıttaki sıktığı yumruktur. Bizim ruhumuz hep vardı ama Bulgaristan Türklerinin mücadele ruhu şimdiye kadar kurduğumuz şehir anıtlarımızda sıkılmış yumruk şeklinde belirmemişti. Anlamı biz yenilmedik. Zulümden kaçtım ama dişimi ve yumruğunu sıktım ve mücadele sembolü olarak geri döndüm anlamındadır. Nayim Süleymanoğlu geri dönen ruhtur. Anlamı büyüktür. Bu, yeter dağıldığınız, yeter parçalandığınız, yeter başka birilerine yaranmaya çalıştığınız ve halkımı yaraladığınız anlamını taşır. Açılış töreni kalabalıktı. Havada birlik olalım çağrısı vardı. Ve bizi 1984-1989’daki birbirimize kenetleyecek yumruk sımsıkı sıkılmış ve herkesi yüreklendiriyordu. Bu aynı zamanda bütün ezilenlere birleşme çağrısıydı. “Bu memlekette Türklerin var oluşu her zaman mukaddes olacaktır!”


30

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yükselen Süleymanoğlu yumruğunun bükülmez gücündeki çağrısında, tüm azınlıklar için bir umut belirdi. Adalet, hak ve özgürlük! Bu birlik ve beraberlikten geçen yoldu. Ne ekmek ne su isteyen ama yerel idareleri, 40 karma bölge belediyesinin hepsinde ve yüzlerce belediyede siyaseti ve sosyal politikayı sefillerden, yoksullardan, açlardan yana çevirecek güçtü. Yeryüzünün spor dünyasına ayak öptüren Naim Süleymanoğlu haklarımız, özgürlüklerimiz ve adalet için sıktığı yumruğu yükselterek bizi etrafına topladı. O küsleri birleştirecek, gençlere yol isteyen, yaşlılara huzur dileyen bir güçle ve ruhla çıktı karşımıza… Devden büyük bir olay yaşandı. O yumruk birleşin çağrısıydı. Kırca Ali Belediyesini almak için saf düzen Meclis Başkanı Karayançeva’ya sıkılmış bir yumruktu. Kırca Ali Kalemiz alınamaz. Kutsalımızdır. Birlik ve beraberliğimizi kimse yenemez çağrısıydı. Yeni büyük bir atılımın başlangıcı yaşandı. Mehmet Hocalara, Güner Tahirlere, Osman Oktaylara, Kasim Dal ve Lütfi Mestanlara politik mücadele sahnesinden çekilin yönetimi ve bayrağı gençlere devredin çağrısını herkes işitti. Bu çağrıda Dobruca ve Deliormana, Koca Balkan ve Gerlovoya, Orta ve Batı Rodoplara selm vardı, birlik ve beraberlik selamı. Bulgaristan Türkleri ölmedi, hakları ve özgürlükleri üstüne pazarlık yapılamaz çağrısı bütün memlekette duyuldu. Yerel seçimlere giderken yeni bir Hak, Özgürlük ve Adalet Hareketi başlatıyoruz. Temellerinde birlik ve beraberlik ruhu var. Naim Süleymanov’un Hüseyin Pehlivan’ın, Koca Yusufun, Lütfi Ahmed’ın yenilmez ruhunu yaşatmak, bölünmeden, parçalanmadan, birliğimizi pekiştirerek ilerlemek bizim özümüzde olandır. Paylaşanlara teşekkürler. Sağlıcakla kalınız.


Makale ve Analizler - 2019

31

Balkanlarda Son Durum… Alptekin CEVHERLİ

Geçtiğimiz hafta Makedonya ve Kosova’ya gittim, bu vesile ile Türkiye’nin Balkanlar’daki iki müttefiki konumundaki bu ülkelerle ilgili izlenimlerimi sizlerle paylaşmak isterim. Yazılarımı takip edenler bilir, bu sütunlardan belki de yüzlerce kez Balkanlar ve Balkanlardaki Türkiye konulu makalelerim yayınlanmıştır. Kiminde eleştirilerim, kiminde önerilerim olmuştur… Ancak bu kez yazımızda eleştiri veya öneri yerine kısaca objektif durum tespitlerine yer vereceğiz inşallah(!)… Öncelikle Kosova’dan başlayalım… Kosova’da neredeyse kaybolmaya yüz tutan ‘Türkçe’ yeniden hayat bulmuş. Halk artık sokaklarda daha fazla Türkçe konuşur hale gelmiş. Bir dönem yasal olarak resmi dillerden biri olmasına rağmen Arnavutça’dan başka bir dil duyamadığınız Priştine ve Prizren sokaklarında insanlar, artık yüksek sesle birbirleriyle Türkçe konuşabilir hale gelmişler. Kosova için bu güzel bir başarı, Türkiye ile olan güzel dostluk ilişkilerini kesinlikle bir adım daha ileriye götürecek önemli bir gelişme… Eskiden alışveriş için bir dükkâna girdiğinizde içeriye yabancı bir müşteri girdiğinde Türkçe’yi bir anda unutuveren (!) esnaf, artık ana dilini konuşmaya devam edebiliyor. Bu aynı zamanda Türkiye’den ata topraklarını ziyarete gidenler ve Türk turistler için de büyük bir kolaylık. Sultan Murat Hüdavendigar Türbesi TİKA’nın desteği ile dimdik ayakta. Ancak etrafında turistlere ve özellikle Türkiye’den gelen konuklara yönelik sosyal bir tesis, kafe, hediyelik eşya dükkânı ve/veya Kosova Meydan Savaşı ile ilgili ayrıntılı bilgilendirme yapılan bir alan ya da otağ şeklinde daimi çadır ihtiyacı kendini hâlâ ne yazık ki gösteriyor. Bu konuda Türk Büyükelçiliği’ne sanırım biraz daha görev düşüyor. Sultan Murat’ı ziyaretin, basit bir türbe veya müze ziyaretinden fazla anlam taşıması gerektiğine inanıyorum. Özbekistan’dan gelmiş olan aile olmasa; o kadar kilometre yol gittikten sonra gülümseyen bir yüz göremeden dönmenin acısını yaşayacağız… Bir de şunu paylaşmak isterim: Daha önce gittiğimde KFOR bünyesinde görev yapan Hırvatistan askerlerinden üçü KFOR’a ait bir cip ile gelip Sultan Murat’ın türbesinde dua etmişlerdi.


32

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ve kendi aralarında Türkçe konuşuyorlardı. Ancak biz kendileriyle muhatap olmak isteyince telaşlanıp kaçarcasına araçlarına binerek orayı terk etmişlerdi. Diyeceğim o ki; Balkanlarda bizim bildiğimizden ve hayallerimizden çok daha öte ve çok daha büyük gizli bir Türkiye var. Kıymetini bilelim… Gelelim Makedonya’ya… İktidar değişikliği ve ardından Türk Hareket Partisi’nin iktidara koalisyon ortağı olarak gelmesi, ülke genelinde müthiş bir rahatlama ve kalkınmaya sebep olmuş. Makedonya Dinarı son gittiğime göre yine diğer kazanmış. (Böyle giderse yakında eşitleneceğiz herhalde(?) Ülke ekonomisi iyiye doğru gidiyor. Artık Almanya artığı ikinci el araçların yanında, sıfır kilometre otomobillere de sık sık rastlıyorsunuz… Ohri’de, Manastır’da, Resne’de, Kalkandelen’de ve hatta St. Naum’da hangi Makedon veya Arnavut ile karşılaşsak İngilizce veya yarım yamalak bir Türkçe ile “Türkleri çok seviyoruz, Türkler kardeş, dost” vb. sözler duymak bizi ziyadesiyle memnun etti. Eskiden bu ifadeleri, bu oranda pek duymazdık. Türkçe’nin Makedonya’daki özgürlüğü konusunda eskiden olduğu gibi hiçbir sıkıntı yok. Sadece Türkçe bilmeniz, bütün ülkeyi adım adım gezmeniz için yeterli… Üsküp Türk Çarşısı, her zamankinden daha hareketli ve canlı. Türkiye’den akrabalarını ziyarete gidenler veya turist olarak gelenler, eskiden akşam karanlığı bastığında Vardar’ın karşı kıyısına geçip Makedonların daha yoğun yaşar hale geldiği bölgede gece hayatına akardı (!) şimdi gecenin bir vakti de olsa Üsküp Türk Çarşısı cıvıl cıvıl… Akşamdan sonra çay içtiğimiz Kapan Han’daki bir çay ocağının içinde; duvara asılı Türk bayrağı, halıya dokunmuş Atatürk ve Boğaziçi resimleri ile karşı duvarda asılı Türkiye haritasının Türkiye’den yüzlerce kilometre ötede taşıdığı anlamı düşünerek otellerimize çekilip, düşüncelere dalıyoruz… Kendinizi vatanınızda hissettiğiniz Makedonya’da yüreğimizin bir kısmını da bırakıp, ana vatan Türkiye’ye geldiğimizde; kulaklarımızda hâlâ Murat Paşa Camii’nin minaresinden yükselen ezan sesi yankılanıyor…


Makale ve Analizler - 2019

33

“Böyle Bir Devlet Olamaz” bultürk Editör Köşesi

İşitme özürlü bir genç kız, eğlence programı sunucusu ve “KuKu Bend” orkestrasının şefi Slavi Trifonov’a bir mektup göndermiş, işitme özürlüğü olduğundan ve keyifle kahve içmekten zevk aldığından sandalyeyi uzunca meşgul etmesinden dolayı gece kulübü hasılatını olumsuz etkilediği için içeri alınmadığından yakınırken, bir de şu ricada bulunmuştu: “İşitemiyorum ama sen söylerken müziği hissediyorum ve çok etkileniyorum. Konserinize bilet almama yardımcı olabilir misiniz?” 17’sinde esmer güzeli Romen kız sahnede belirdiğinde, “KuKu Bend” enstrümantal ekibi sanatçılarının gözleri fal taşına döndü, izin olsa ellerimdeki müzik aletlerini bir kenara bırakıp yolunu havayı koklayarak bulan güzeller güzelini elinden tutup eşlik edeceklerdi. Sunucu Slavi de, “Hoş Geldin”den sonra, hemen “Ne dinlemek istersin?” dedi. Dudaklarında hafif dolgunluk olan konuk kız, lüle lüle dökülmüş saçlarını eliyle hafiften toplayarak yanağını açtı, kulağına yakışmış pırlanta küpesi parladı. “Güneşsiz Dünyada Sen ve Ben” dedi. Slavi mikrofon istedi ve bir orkestra şefi edasıyla sopasız sağ elini hafiften kaldırarak işaretini verdi. Sökülen nameli sözler sanki kalbinin şimdiye kadar insan eli değmemiş tellerinin yeni akordundan geliyordu: “Ellerin kar, gözlerin buz, Eridim ben, eridim aşktan. Bir daha duramam önünde Sen aradığım dünyanın ta kendisi Tanımadan sevdim seni, ağladım, öldüm, yanıyordum Özlediğim gibi sevmekten hiç vazgeçemedim Ama asıl şimdi yandım sana “ Siyah gül usulca yerinden kalktı. Rüzgarsız bir sabahın alaca karanlığında dünyanın en nazik ellerinin boynuna dolanmış ipeği açar gibi, açtı siyahlar içindeki beyazlığı ve tüm şarkın şimdiye kadar görmediği bir kıvraklıkla doladı kendini binlerce seyircinin sevgiyle bakan gözlerine ve kıvrım kıvrım dolanıyordu kendinin görmediği güzelliklere…


34

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Slavi, yine kaldırdı elini, klarnetçi Mirko’ya parti turdan çık, davulcu Donço’ya ise kasnağa vur nameler yağmur gibi dökülsün, der gibi baktı ve beklentiler değişti. Slavi, kalbinin tellerinin ayarını aradı ve çok yanık bir edayla devam etti: “Gecelerden bir gece, günü beklemiyoruz Ben de sen de Güneşsiz Püssülerini ve rüyalarımı nasıl unutayım söyle Ben de sen de Güneşsiz. Tanımadan sevdim seni, ağladım, öldüm, yanıyordum Özlediğim gibi sevmekten hiç vazgeçemedim Ama asıl şimdi yandım sana Gecelerden bir gece, günü beklemiyoruz Ben de sen de Güneşsiz “ Kız Slavi’yi görebildi mi bilemem, ama ayrılırken yanaklarını eliyle koymuş gibi buldu dudaklarıyla ve öptü. Klarnetçi ve davulcu dayanamamış gelmişlerdi. Sanki insanın aradığını bulduğundan ötesini göremez diye düşünmüşler, kömür gözlü güzelin iki elinden tutarak yürüyen basamaklara kadar geçirdiler…. *** Bugün Bulgaristan Slavı Trifonov’un bu programını konuşmuyor, fakat herkes meydanlarda “Böyle bir devlet olamaz” şarkısını sesinin çıktığı kadar yüksek sesle bağırarak söylemek istiyor. Bu bir boşanmak, kurtuluş, olumsuzlamak, işe yaramayandan sıyrılmak isteği olarak Bulgaristan’da kamuoyu ruhunu sarmış bulunuyor. Ukrayna, Gürcistan ve başka yerlerde “turuncu” devrimler oldu da Bulgaristan’da denenmedi mi? Evet, denendi. Lider gibi yanmak için kıvılcım bulamayanlar hep medyalardan indi sokaklara… Volen Siderov, “Demokrasya” (Demokrasi) gazetesi sayfalarından çok ateş açtı komünistlere ve sonunda solun en ucunda kümelendi. Valeri Simyonov “Skat” TV programından geldi. Dönüşülecekse değişiklikler milli olacak dedi. “Bulgaristan’ı Kurtarmak İçin Milli Cephe” adından faşist parti kurdu ve artık yağmurdan sonra güneşe dayanamayan salyangozlar gibi kabuğuna çekiliyor. Dozsuz eleştiri yapan TV-siyaset gazetecisi Nikolay Barekov da parti kurdu, sonra


Makale ve Analizler - 2019

35

partisini kurda kuşa bırakıp Avrupa parlamentosuna milletvekili gitti ve unutuldu. Bu olayların hepsi 2000 yılından sonra gelişti. 2002’de Bulgaristan fikir özgürlüğü cetvelinde 38. Yerdeydi, yukarıda isimlerin geren sözlü gerek kalemli popülistlerin gayretleriyle bu sıralamanın 2006’da 35. Yerine inebildik ve 2019’da artık 111. Sıradayız. Bu bakıma yeni atılımın eşiğinde olan Slavı Trinov’un yeni politik projesinde, biz Bulgar demokrasisinin yamalı yerlerinin gerçekten onarılacağına, ön plana insanlık yanı dediğimiz ilkesel duruşun çekileceğine, kusurların aşılacağına ve aşırı milliyetçiliğin hele ırkçılığın uslanacağına inanmak istiyoruz. Slavi Trifonov bir “milliyetçi” değil mi sorusunu en sert vurgularla sorabilirsiniz. Evet, o da bir milliyetçi, o da lisede “Komsomol” sekreteriymiş, iyi örgütleyici olduğu için Bulgaristan Komünist Partisi’ne (BKP) üye alınmış, ama sanki Bulgaristan kazanının ortasında kaynarken, biraz farklı duygularla dolmuş. O insanların doğal yetenekli, kabiliyetli, marifetli ve dürüst olanlarına etnik kimliğine bakılmaksızın kayıtsız şartsız her zaman el uzatmaya açık bir kişi. 25 yıllık geçmişi olan “KuKu Ben” şimdiye kadar 245 şarkı yarattı. 100’den fazla meydan ve stadyum konseri veren bu bendin 2001 yılında Sofya’nın “Kartal Köprü” meydanında verdiği gece konseri toplumda çok derin izler bıraktı. Bu konserde ilk defa söylenen “O gün gelecek” şarkısında Bulgarların “Bulgar, Romey, (Roma ve Bizans)Osmanlı ve Rus boyunduruğuna düştüğü ama kurtuluş ve diriliş gününün yakın olduğu” en derim bir inanç ve hedefteki umut olarak halka duyuruldu. Bulgar halkının tarihinde Bulgar Çarları ve Rus Çarları esaretinde ezildiği Sofya’nın en büyük meydanında halka ilk defa söylenmiştir. Uzak tarihsel geçmiş için hiç kimsenin suçlanmaması gerektiğine çağrı yaptı. Slavi, bu dirilişin ancak Bulgaristan’da yaşayan tüm vatandaşların ortak kükremesi sonucu olabileceği inancını hiç gizlememiştir. Bu inancı Birleşik Amerika ve İngiltere konserlerinde de dile getirdi. Onun “Böyle bir devlet olamaz” projesi dünden değildir. İlan edildiği ilk gün yapılan ankette % 39 destek buldu. Ne sağ ne sol, tam ortada ve bağımsız, sistem partilerinin dışında olacağız açıklamasından sonra, tepkiler yükselmeye başladı. 2009’dan beri hükümet olan ama politik program açıklamayan GERB’e 2016’daki halk oylamasından sonra Slavi Trifonov tarafından gelen eleştiri alaycıydı. 16 Kasım 2016’da yapılan, 3,5 milyon katılımcıdan 2.5 milyonu, S.Trifonov’un çoğulcu seçim usulünün yerine “majoriter” (en fazla oy alan kazansın) sistemine geçilmesi, devletin partilere her


36

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

oy için verdiği mali yardımın 11 levadan 1 levaya indirilmesi ve genel ve yerel seçimlere katılımın zorunlu olması istekleri 2 yıl askıda tutulsa, rafa kaldırılsa ve önemsenmese de, 2019’da Bulgar meclisinde “Slavi’nin değil”, iktidar ve diğer fikir ve teklif hırsızı partilerin yasa değişikliği önerileri olarak her gün tartışılmaya devam ediyor. Her zaman Ahmet Doğan’ın kendi tarafından hazırlanan listeye oy verilmesini isteyen Hak ve Özgürlükler Partisi “majoriter” seçim sistemine geçilmesine oy vermiyor. Geniş anlamda seçim sistemini, ülkedeki siyasal sistemin, bu arada özgürlükler rejiminin bir parçası olarak gören Slavi siyasi sistem değişikliği istiyor ve bunun başında milletvekili sayısının 240’tan 120’ye indirilmesini isterken, mecliste ancak öğrenimli ve uzman kişilerin yeri olduğuna defalarca vurgu yaparken, insan haklarına ve inanç özgürlüğüne, vatandaş haklarının eşitliğine dikkati çekmesi destek bulmuştur. Düne kadar devletten yardım alan, devlet himayesinde olan, DPS gibi Bulgaristan siyasi partilerinin, şirketler zinciri tarafından kuşatılmış olduğunu O HÖH Başkanı Ahmet Doğan’ın ağzından halka duyurdu ve kınadı. DPS partisi gibi halktan kopmuş, seçmenin iradesini yansıtmayan ve kişisel diktatörlük yöntemleriyle yönetilen partilerden kopan kitlenin “Böyle bir devlet olamaz” siyasi platformuna kayması bekleniyor. 27 Kasımda yapılacak olan yerel seçimlerde “Böyle bir devlet olamaz” partisinin Sofya Büyük Şehir Belediye Başkanı bağımsız adayı kamu denetçisi (ombudsman) Bayan Maya Manolova’nın adaylığını desteklemeye hazırlandığını artık açıklamış bulunuyor. Bu atılım etrafında pek çok küçük ölçekli siyasi kuruluşun yer almaya hazırlandığı artık konuşuluyor. Bulgaristan Türklerinin Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜRK, 15 Ağustosta “Böyle bir devlet olamaz” yönetimine özel bir mektup göndererek, dış ülkelerde bulunan ve pasif seçim hakkı kullanan toplam 2.5 milyondan fazla yurttaşımızın seçilme hakkı (aktif seçim hakkı) kullanmaları, oylarını pasta ile göndermeleri, yerel seçime katılmak için 6 ay yurtta kalma mecburiyetinin hemen kaldırılması, devlet ve belediye okullarında anadil, etnik tarih, ahlak, din ve çok etnikli kültür derslerinin zorunlu ders olarak okutulması davasında işbirliği teklif edecektir. “Böyle bir devlet olamaz” partisinin programsal istekleri arasında valilerin, polis amirleri ve başsavcı ile yargıların da direk oylamayla seçilmesi teklifi de tam destek buluyor. Şu an Bulgaristan’da devam eden Başsavcı seçimine karşı kükreyen halk hareketi buna kanıttır.


Makale ve Analizler - 2019

37

“Böyle bir devlet olamaz” muhtar, belediye başkanı ve belediye meclis üyelerini açıklaması DPS partisinden kopmaya devam eden, DOST ve HŞHP’ NE oy vermek istemeyen geniş Müslüman kitleyi yükseltilecek genç bağımsız adaylarımız etrafında buluşturabilir. Yeni partinin kuruluş fikrinde, tüm politik güçlerden aynı mesafede kalma ve vatandaşlar arasında tam eşitlik, etnik hakların tanınması ve adaletin üstünlüğü temelinde, aynı mesafede olma fikri de çekicidir. Politik yorumcular 1990 – 2009 yılları arasında DPS – Türk partisinin elindeki en güçlü koz olan – arabulucu ve dengeleyici – rolün, artık s.o. “Yurtsever Cephe” faşistlerinin elinden kaydığına göre, “Böyle bir devlet olamaz” partisinin tekeline geçeceğini savunanlar da artıyor. Eylül ayından başlayarak adına – SEDEM OSMİ – (yedi taksim zamanlı ölçü birimli müzik programı” uyarında – YEDİLİ SEKİZ – TV programı başlatacağını, “KuKu Bend” orkestrasının Evgeni Dimitrov şefliğinde aktifliğine devam edeceğini de önceden açıkladı. 25 yıldan beri sahnede olan bu orkestrada yer alan enstrümantal sanatçılardan her bir Sofya Müzik Akademisinde öğretim üyesi, aktif sanatçı ve aktif bir eğitmendir. Son 20 yılda “KuKu Bend” orkestrasının ve şahsen Slavi trifonov’un lakabi “Çalga” (çalgı) olarak popülerdir ve genellikle aşırı milliyetçi, komünist ve ırkçı kesim tarafından kullanılır. Bulgaristan’da bu müzik 1970-li yıllarda komünizme karşı protesto müziği olarak özünde taşıdığı Sırp, Türk, Makedon ve hatta Hint makam vurgularıyla getto-mahallerinde mayalanmış ve bugün de devam eden tüm yasaklara rağmen düğünlerde, kulüplerde, meyhane ve sahnelerde yaşıyor. Bu kenar mahaller, yoksul kesin, özellikle 15 yaştan başlayarak duygusal hayata açılan genç kesim için onu uyandırıp diriltici işlevde başarılı bir müzik türüdür. Son 30 yılda Bulgaristan’da sahne hayatına ton veren ses sanatçılarına ilham veren bir müzik türüdür. Bir örnek vermek gerekirse, çevreciler tarafından “milli marş” heyecanıyla söylenen “Taşlar Düşüyor” (Kamanite padat” şarkısı sosyalizm yıllarında Sofya’da kurulan “Kremikovtsi” Demir Çelik Tesisi ile Plovdiv (Filibe) Renkli Metaller Fabrikası bacalarından çıkan zehirli duman bulutlarından geçerken kuşların gökten taş gibi düştüğüne halk tepkisini dile getirmiştir. İktidarın ve azgın milliyetçilerin tavrına rağmen geniş kitle Sofi Marinova (Romen kızı) ve dünyaca ünlü Aziz’e “Çalgacı Anıdı” dikmeye hazırlanıyor. Olaya tam bu açıdan baktığımızda müziği bütün renkleriyle halkın gönlünden kaynayarak geldiğine inanan “KuKu Bend” ve Slavi Trifonov her milli ve uluslar arası müzik festivaline genç yetenekleri hazırlama çalışmalarına asla ara vermemiş, “Böyle bir devlet olamaz” projesini değiştirecek


38

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

güçlerin halkın en kabiliyetli evlatlarının değiştireceğini ve moder bir memleket ve devlet kurabileceğine inandığını yüzlerce defa belirtmiştir. O, Şumnulu Hasan ve İbrahim kardeşlerin müzik yeteneğini görünce, onları 2014 yılı Çocuk Evrovizyon Yarışmasına hazırladı ve Bulgaristan’a 2. Ödül kazandı. İlgisini kesmedi Bulgaristan’ın “Genç Yetenekleri” yarışmasına birçok Türk yeteneği onurlandırarak hazırladı. Bulgar TV ekranını Türk dizileri işgal ederken beliren milliyetçilerin tepkilerine rağmen, Sofya’ya gelen Türk Bayan sanatçılardan Tabu, Bergüzar, Serenay, Hazal, Beren, Meryem ile Sinemi canlı yayında ağırlarken, Tarkan’ı sahneye davet etti, Türk yazarlardan bazıları ile de canlı yayında sohbet etti. Avrupa Şampiyonu Taybe Hüseyin Bulgaristan Türkleri arasından olup 2018 – Yılın Sporcusu ilan edilen, serbest güreş bayanlar Avrupa Şampiyonu Taybe Hüseyin ile 2017’de FİDE dünya gençler kızlar satranç şampiyonu ve 2019 Dünya Satranç Bayanlar Şampiyonu Nurgül Salimova ‘yı ayrı ayrı kabul etti ve büyük bir ilgi ve saygıyla gurur ifade ederek kendilerini kutladı ve yeni başarılar diledi. Dostane sohbetleri halkımızın ezik ruhuna gurur verdi. Slavi Trifonov birçoğu azınlıklardan olmak üzere birçok öğrencinin yurt içinde ve dış ülkelerde okumasına sponsor olmuş, el uzatmıştır. 2019 Dünya Satranç Bayanlar Şampiyonu Nurgül Salimova Bu sıralama uzundur. Slavi Trifonov “Böyle bir devlet olamaz” projesine güç kaynağı olarak görüyor başarılı yetenekli gençlerimizi. Yoksulluk bataklığından çıkmaya çalışanlara el uzatanların yetenekli gençlerimiz olacağına, halkın nabzını tutan sivil toplum örgütlerine güvenle bakıyor, milliyetçiliğin zehrinin kendisini ve arkadaşlarına ruhsal koma yaşatmadığını her gün gösterirken,


Makale ve Analizler - 2019

39

ilham kaynağı olmayı başardı. Kişisel özgürlükle kanatlanarak halkın özgürlük atılımına öncülük etmeye hazırlanıyor. O, kuracağı TV ile gasp edilen özgürlüklerimizin iade edilmesi ve kişisel ve ortak görüşlere kürsü açmak istiyor. “Böyle bir devlet olamaz” – 20 asırda ve son 30 yılda devamlı tekrar ettiğimiz bir slogandır. Halkını kapı dışı eden, isim değiştiren, dil yasaklayan, hastane kapatan, köyleri boş kalan, insanları gurbetçi, umudu sönmüş bir halkın öteki adıdır bu. Yukarıda sıralanan istek ve önerilerin gerçekleşmesi için Slavi Trifonov programına 2016’da oy veren 2.5 milyon vatandaşın arasında, biz de vardık. Davaya devam.Okuyanlar paylaşınız lütfen. Gerçekleri bilmek herkesin hakkıdır. Teşekkür ederim.


40

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

En Güçlü Silahımız Birliktir

Tarih: 03 Ağustos 2019 Yazan: Nazım ÇAVUŞ Konu: Toplumsal yenilenmede belediyelerin önemi olağanüstü büyüktür. Sunay Hasan’ın ikinci kez Mestanlı (Momçilgrad) Belediye Başkanı olacağı haberine sevindim. Çalışmalarıyla insanlarımızın sevgisini ve güvenini kazanan Başkan’ın, 1984 ve 1989 havasını koruyarak, halkımızın köklü yenilenme ruhuna kanat açması hazır bulunanların gözünden kaçmadı. Genç, bilgili ve yürekli bir kişilikle şehirde ve köylerinde yeşeren farklı boyutlu bir atılımla karşılaşıyoruz. Bilinmeyeni halka ilk açıklayıp ileten, tabu olanı deşen, işe yaramazsa hiç çekinmeden çöp tenekesine atan ve yeni olanı yakalayan, halkın önüne yakışan bir başkanla muhatap oluyoruz. Orta çizginin altında yer alan bir başkan risk almak istemez. Sunay Hasan risk alan bir başkan. 1984’te ilk kurbanların verildiği ve ilk dikey yüksek Türk kahramanlar anıtının dikildiği Mestanlı’da Türk kimliği ruhunun sönmeyeceğine kesin inanıyorduk. Dünya ve olimpiyat şampiyonumuzun yumruğu havada ve halk etrafındaydı. Herkesi birleştiren bu zafer yumruğu oldu. O hepimizi dirilişe çağırdı. O davanın içinden gelen ve hayatını riske atmış olandı. Davanın içinden gelmeyen, hayatını riske atmamış, devlet tarafından yönlendirilmiş mıymıntı kişilerin hak ve özgürlük davamızın bundan böyle başında olmasına, söz hakkı istemelerine tahammüllü olmayanlar, bu defa Naim’in sıkılmış yumruğunun ardındaydılar. Kavga yeniden başlıyor. Adalet ve demokrasi davamız bir bizness değildir. Hür fikirli insanların kavga özgürlüğüdür sıklaşan saflarımız. Bu Mestanlı çayına köprü kurmak, madenleri yeniden çalıştırmak ya da tütüncülüğe dönmekten çok daha büyük bir iştir. Cebel’de farklı olarak, Mestanlı insanlarımızın aralarına polis dizilmeden toplandıkları ilk merkez oldu. Bu yeniden olgunlaşmanın işaretidir. Biz kendi kendimize yeteriz anlamına gelir. Lütfi Mestan, Kasim Dal ve HÖH’ten kopmuş diğer sahte liderlerin zamanının kesinlikle dolduğuna hiç bir kuşku götürmeyen kesin işaret ve kanıttır. Bu davanın yükümü Mustafa Karadayı’nın taşıyamayacağına da bir duyurudur. Bulgaristan siya-


Makale ve Analizler - 2019

41

set ortamından çekilmeleri ve davayı gönül hoşluğuyla arkadan gelen genç kuşağa devretmeyi samimiyetle kabul ederek, siyasi emekliliği kabul etmelidirler. Ahmet Doğan’ı ise bütün hatıralarıyla ve sahtekarlığıyla beraber gömme kararlılığıdır. Yıllardan sonra herkesin de görebildiği üzere, HÖH, DOST ve HŞHP ve diğerlerinin liberalizmi, milletin ve milli varlığın inkârıdır. Biz milli kimliğimizden vazgeçemeyiz. Milli kimliğimizi yasallaştırmayı ana dava hedefi eden ve bu uğurda çalışan bizler için, liberalizm bir tuzaktır. Yok olmayı kabul etmektir. Mestanlı’da N. Süleymanoğlu anı açılışına toplananlar Şampiyonlar şampiyonu Naim Türk olduğu için oradaydılar. Onun, isimlerimizi, din haklarımızı geri almamız, azınlık haklarımız için zulme ve teröre karşı mücadelede bayrak olduğu için oradaydılar. Türk kimliğine, Türklüğümüzü dalgalandıran şanına saygı duydukları için, aynı milletten olduğumuz için… Bizi orada birleştiren liberalizm, ya da liberal oluşumuz değildi. Türk milli duygularıyla, Türk ruhuyla yaşamamızdı. Şu iyi bilinmeli Bulgaristan Türklerini liberalizm birleştiremez, zafere götüremez. Liberalim bayrağı altına toplanırsak tüm haklarımızı, Türklüğümüzün son kırıntısını dahi kaybederiz. Parçalanmamızın nedenlerinde biri de liberalizm balonudur. Mestanlı’da patlamıştır. Biz artık çok anlatan, laf ebeliği yapan mücahit aramıyoruz. Biyografisinde kavga sayfaları dolu yoldaş arıyoruz. Kimseyi bir yerlere davet etmiyoruz, vaat de vermiyoruz. Türk olan Türklerin sıkılmış ve havaya kalkmış yumruğun ardında toplanma olgunluğu geldi ve yollar aşınmakla bitmez beraberce yürümeye davet ediyoruz. Hepimiz şuna kesin inanıyoruz. Bulgar halkı içine düştüğü bataktan, tarihsel burgaçtan, dönme hızı artan girdaptan kendi başına asla çıkamayacaktır. İstemese de, en son olsa da, çalınacak kapı biziz. Batı devletlerine giden ve işleri üslenmeleri için geri dönmeleri beklenen gelmeyeceklerdir. Hiçbir batı devleti onlara örneğin İT teknolojisinin en gelişmiş olduğu Kanada’da aldığı yüksek maaşın emekli maaşını Bulgaristan’da yedirmez yedirmeyecektir. Kanunlar değişmeye başladı, “bizden emekli maaşı alanlar 6 ay burada yaşayacaklar” diyorlar ve dönüş kapısını kapıyorlar. Açık dönüş kapısı bir tek Türkiye ‘den açılan kapıdır. Bundan dolayı tek umutları biziz… Bulgar’a bizden başka gönülden bilinçli ve amaçlı iyi niyetli yardım edecek yoktur, arasalar da bulamazlar. Çünkü o topraklar bizim vatanımızdır. Gördünüz mü şampiyonlar şampiyonunun anıtı nasıl yakıştı vatan bağ-


42

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

rına, halkımızın onuruna! O toprakların daha bereketli olması için bizim terimizden başkasından hayır gelmemiştir. Görüyorsunuz felaketleri, ulusal krizleri, karantinaları vs vs, kopan feryadı… Memleketimizin yeni manifestosunu, ortaklığımızın yeni ahlak kurallarını, hoşgörünün herkes için geçerli maddelerini ve yarını kurabilmemiz için gerekli maddi ve manevi gücü ancak bizde bulabilirsiniz ve başka hiç kimsede ve hiçbir yerde… 2019 çok önemli bir yıldır. Bu sene 3 Bulgaristan vatandaşından biri Türkiyeyi gelip gördü. İnsan sevdiği yere, yemeğini, huyunu suyunu beğendiği, huzur bulduğu, ilgi gördüğü yere gider. Yeni dostluklar çağı el atıyor… Biz sizin için ne “Faşistler”, ne “Totaliterler”, ne “Zavallılar” ne de “Şeytanlar” ne de başka bir başlıklı ama özünüze ışık tutan kitap yazdık. Yüzünüze vahşi hayvansınız diye bağırmadık. Sabrettik, yutkunduk, bekledik. 150 yıldan beri lanetlediğiniz devşirme çağını yanlış anlatmaya çalıştınız, oysa evlatlarınızı adam olsun ve bir işe yarasın diye TÜRK OCAKLARINA seve seve ve gönüllü veriyordunuz, köylerde devşirilenler alayı düzülürken 3 gün üç gece davul çalıyor, şenlikler düzenleniyordu… Biz acımızı hep içimize bastık. Sizin çocukluk hastalıklarınıza kattık… Bunları siz hep kendi aranızda birbirinize affettiniz. Biz, insanız ve insan hakları mücadelesi verdik. Biz, Türk’üz ve Türk kimliği mücadelesi verdik. Biz, ana babayız ve çocuklarımızın geleceği için mücadele verdik. Biz, vatandaşız ve vatanımız için mücadele verdik. Bize sembol gerekti, değer verdik ve Naim’in yumruğunu seçtik. Ve birlik ve beraber olup geleceğe yöneldik. İlk hedefimiz yerel seçimler. BİZ ÖNCE BULGARİSTAN’DA TÜRK TAPUSUNUN DEĞİŞMESİNİ İSTİYORUZ. Türkler, Türk kimliği resmen tanınacak. Çürük, yalan “Bulgar kökeni” sökülüp çıkarılacak ve yakılacak. Bu sizin işiniz. Bu çamura basmaya devam ederseniz ne millet ne devlet kalır hepsini çamur çeker yutar ve olay biter. Kendi tuzağınıza düşer ve kurtulamazsınız… Olayın özü şudur. Bu seçimlerde Kırca Alinde tüm muhtarlıkları ve belediye başkanlıklarını mutlaka korumalıyız.


Makale ve Analizler - 2019

43

Mestanlı mitinginden sonra Kırca Alili Türklük Kalesini ele geçirmeye çalışanlar GERB ve BSP hemen havlamaya başladılar. Türklerin gözünü doldurmak için biri köye yol, su götüren iktidar partisi GERB’in Kırca Ali milletvekili Bayan Karayançeva “Kırca Ali Belediye Başkanlığı” en büyük hedefimizdir, dedi. Kıra Ali Valisi Nikola Çanev’i Belediye Başkanı adayı gösterdi. Şimdiye kadar Doğu Rodop Türklerini bölmekte ve birbirine düşürmekte uzmanlaşan, yalan söylemekte üstüne olmayan GERB partisinin iştahı söndürülmeli, yolu kesilmelidir. Bu işlerde ömür boyu kendinden başka hiçbir kimseye iyiliği dokunmayan “Multak”Vejdi ve Kırca Ali nüfusundan uzak durmalıdır. GERB partisinin Türkler arasında seçim yapıp parçalama ve egemen olma taktikleri son bulmalıdır. GERB partili lideri R. Borisov, milletvekili Karayançeva ve “Multigrup” – uşağı V. Raşidov bizim anadilimizi konuşmamıza karşıdırlar. Bunu kendi aralarında bir taktik ve strateji durumuna getirmişlerdir. Vejdi, hangi vaadini yerine getirmiştir? Bunu kabul etmediği durumda dosyası elimizde ve sayfa sayfa açılacaktır. 1985 Ağustosunda Bulgarlaştırma Bildirisini birinci imzalayanlardandır, devlet baskı ve terörünü desteklemiştir, Türklerle Türk, Bulgarlarla Bulgar, Çingenelerle kanka olma zamanı geçmiştir. Davamız var olma ve kimlik davasıdır. Piliçler büyüdü, gelen güzdür ve yeniden sayım yeniden yapılacaktır. Bulgaristan Sosyalist Partisi BSP Kırca Ali milletvekili, ve meclis grubu sözcüsü Aleksandır Simov da, Mestanlı’da sımsıkı sıkılmış yumruk etrafında oluşan yeni Bulgaristan Türkleri ruhuna karşı, “pogled.info” üzerinden propagandasını hızlandırdı. Belediye başkanı adayı olarak Miko Bandasarov gösterildi. O bu yarışı defalarca kaybetmiştir. Propaganda’ya anti-Türk- Antüİslam ve Anti-Türkiye sayfasını açarak başladılar. Türkiye’nin C 400’leri alması, Fransız İtalyan sitemlerini Kahraman Maraş’a yerleştirmesi, F-35 uçağını kendim yapacağım demesi ve Suriye’de son ve kesin söze sahip olması Bulgar aşırı milliyetçi kafasını karıştırdı ve ruhunu bozdu. Sahneye çağrılan BSP propagandacıları: Eski diplomatlardan ve Stratejik Analiz Merkezi Başkanı Simion Nikolov, seri yazılarla Türkiye Cumhuriyetinin Yakın Doğu, Suriye sınırında 30-40 km derinlikte barış bölgesi oluşturma ve Kuzey İrak’ın değişik bölgelerindeki PKK terör örgütlerine “Pençe” operasyonlarıyla ders vermesine karşı ”Türkiye ateş ve kılıçla komşu ülkeleri ilhak ediyor” başlıklı yazılar bastı.


44

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu kampanyaya katılan ikinci Türk düşmanı da Ognyan Stanbolov. O ise, “Türk kültür yayılmacılığı adımlarını sıklaştırdı” başlığı altında Türkiye’nin Balkan politikasını, tarihsel ve kültürel eserlerine, Balkan ülkelerinde kalan soydaşlarına sahip çıkmasını eleştiriyor. Kısacası 29 yıllık bir bocalamadan sonra çok yönlü bir boğuşma yeniden başlıyor. Bu kavga’da Eğiri Dere’de (Ardino) başarılı belediye başkanı Rasim Musa’nın adımları güven uyandırıyor. Bu zafer birlik ve beraberliği bulanların olacaktır. İlk hedef 27 Ekim 2019 yerel seçimleri. En güvenilir silahımız birliktir. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Bizi izleyiniz.


Makale ve Analizler - 2019

45

Sorumluluk Ve Görev Bilinci Nevzat ÖZTÜRK İlahiyatçı, Eğitimci Yazar

İnsan eşrefi mahluk olarak yaratılmış, akıl ve vicdan ile donatılmıştır. Akıl vahyi anlamayı, kainat kitabını okumayı sağladığı gibi hayatın rotasını belirlemede en etkin role sahiptir. Vicdan, aklın insani boyunu temsil eder, aklı adaletin terazisinde tartar, merhamet boyutuyla ruhumuzun inceliklerini yansıtır. Bu yüzden, insanlığımızın göstergesi işte vicdanımızın hayata hakimiyeti kadardır denilebilir. Vicdanı olmayan kişilerin, vicdansızlığın olduğu yerde adalet, hak ve hakkaniyet beklemek, çoğu zaman konuşmak anlamsızdır. İnsan vicdanı kadar insandır. Vicdanını kaybeden ise ne insan ne de hayvandır. İnsanoğlu, sevgi ve merhametini kaybedince insanlık devre dışında kalır. Bugün bizi biz yapan değerlerimizi kaybettiğimizin, değerlerimizin kaybolduğunun farkında bile değiliz. Farkında olmadığımız için de arayış içinde değiliz. Merhametini kaybetmiş kişi insanlığını kaybetmiş demektir. Merhamet tek kurtuluşumuz tek çıkış noktamızdır. Büyük bir merhamet dalgası başlatmak zorundayız. Aksi durumda merhametimizle birlikte geleceğimizi de yok edeceğiz. Merhametimiz bizi insan yapan, bizi ayrı kılan vasfımız. Bir merhamet mücadelesi başlatmak zorundayız. Ötekisi olmayan bir merhamet sevdası başlatmak zorundayız. Merhametimizi kaybetmeye başladığımızdan beridir toplumumuz çöküyor. Kendi değerlerimizden neşet eden, ahlakı yeniden inşa etmeye mecburuz. Giderek değerlerimizden uzaklaşırken, insanlığımızdan da uzaklaşıyoruz. Bütün dinlerde olduğu gibi İslam’ın da en büyük gayesi erdemli, ahlaklı, insan-ı kâmil yetiştirmektir. İbadetlerin de nihai hedefi, güzel ahlak sahibi kılmaktır. “Güzel ahlakı tamamlamak üzere, alemlere rahmet olarak gönderilen” bir peygamberin ümmeti olarak O’nun yolundan gitmektir kurtuluşumuz. O nedenle önce ahlakı dert edinmeliyiz. Allah’la, varlıkla, insanla ve kendimizle olan irtibatımızı yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. İnsanca yaşayabilmemiz için bütün sistemin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Ahlaki değerlerimizin hayata geçirilebilmesi, vicdan ve merhametten söz edilebilmesi ancak sorumluluk bilincine sahip olmakla mümkündür. Abdullah b. Ömer (ra)’in naklettiği bir hadiste Allah Rasûlu şöyle buyurdular: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz elinizin altındakilerden sorumlusunuz.


46

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yönetici bir çobandır. Erkek, aile halkının çobanıdır. Kadın, kocasının evi ve çocukları için çobandır. Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlık yaptıklarınızdan sorumlusunuz.” (Buharî, Nikah, 91) Çoban/sürü benzetmesiyle sorumluluk bilincinin önemine vurgu yapılan bu hadiste, bir yandan akıllı ve ergen bütün bireylerin sorumluluğuna atıfta bulunulurken, diğer yandan idarecilik ve aile yönetimi gibi başkalarına karşı yükümlülük içeren görevleri üstlenenlerin daha ağır bir mesuliyet taşıdıklarına işaret edilmektedir. Yerlerin ve göklerin taşımayı kabul etmediği emaneti yüklenen insanoğlu (Müddesir Suresi 38.Ayet)) âyeti gereğince, herkes söz ve eylemlerinin, tutum ve davranışlarının hesabını büyük mahkemede Yüce Yaratıcıya verecektir. Hayatımızın her alanında bu ilahi çerçeveye uymaya mecburuz. Hayatımız, vahiyle anlamlandırılmış ve belirlenmiştir. Vahyin ışığında bakıldığında, görülecektir ki bugün insanlık yeni bir dirilişe, yeni bir düşünce, ahlak ve ruh devrimine muhtaçtır. İnsanı, toplumu, ülkeyi velhasıl tüm dünyayı yepyeni bir iklime taşıyacak bir değişim! İyiyi, güzeli, doğruyu salih ameli yeşerterek, topyekûn insanlığı aydınlığın kaynağına yönlendirmek gerekir. İnsanlığı çürüten tüm şeytanî tuzakları alaşağı edip, insanlık adına insanı kurtarmamız lazım. Bu değişimi yapmak ve başlatmak için, sorumluluk bilincine sahip olmak gerekir. Yaratıklar içinde en büyük imkân insana bağışlanmış olduğu için en sorumlusu da insandır. Tüm yaratıkların bir görevi vardır ve hepsi görevlerini yerine getirmekteler. Sadece gafil, zalim, cahil, nankör, aciz insan görevinden kaçar. Kaderin üstünde bir kader hayatın üstünde bir hayat olduğuna inanan, hayatın anlamının vahiyle oluştuğuna iman eden insan görevden kaçmaz. Gerçekten iman eden kişi; bilincin, şuurun, görev üstlenmenin, sorumluluk üstlenmenin en yüksek derecesine ermiş kişidir. Sahabeler bunun en ideal örneğini vermişlerdir. İlk Kur’an neslinin müntesipleri, kendilerini sürekli Allah’ın gözetiminde görüyorlardı; onun için düşüncede, ahlakta, müthiş bir devrim yapmışlardı.Kur’an bizden bir avuç da kalsak emr-i bil maruf ve nehyi anil münker(iyilikleri emretmek, kötülüklerden sakındırmak) görevini ifa etmemizi istiyor. Allah’a karşı sorumluluk bilinci, insanın vahiyle ilişkisini canlı tutmasını sağlar. Müslümanların yeniden diriliş ve yeniden insanca yaşanılır bir dünya için vahyin ne denli sarsıcı ve muhteşem bir imkân olduğunu kavramaları; evrensel sorumluluklarını hakkıyla yerine getirerek ufuk açıcı kapsamlı ve kuşatıcı bir entelektüel, kültürel, siyasi performans ortaya koyabilmelerini getirecektir.


Makale ve Analizler - 2019

47

Topyekûn insanlığın vahiy ruhuyla canlanmasına ihtiyacı var. İnsanlığa çok pahalıya patlayan, Allahsızlığın, ahlaksızlığın ürettiği mikrop olan barbarlık, vahşet, zulüm, şiddet ve zorbalık ortamından kurtaracak yeni bir düşünceye, sağlam ipe, gerçeğin ta kendisine ihtiyacı vardır. Sorumluluk sahibi müminler, hayatlarını ve hayatı temizleme operasyonunu gereği gibi yerine getirip insanlığın kirletilmiş zihin ve hayal dünyalarını da pak bir şekle büründürmenin mücadelesini vermek durumundadırlar. Bugün Müslümanlar olarak, hangi görevi ifa edersek edelim sorumluluk bilinci içinde, bulunduğumuz makama katma değer katarak vazife yapabiliyor muyuz? Bu sorunun cevabını herkes kendi açısından vermelidir. Son dönemde makam odalarında “Vatanını en çok seven görevini en iyi yapandır” ibaresi yazan makam arkalıklarına sıkça rastlıyorum. Bu söz, son derece güzel ve bir hakikati ifade etmekle birlikte makam sahiplerinin buna uymadığını görmek ikiyüzlülüğün ve ahlak probleminin boyutlarını göstermektedir. Bulundukları makama gelebilmek için takla atanların makama geldikten sonra sorumsuzca davranmaları ahlak problemine işaret ediyor. Müslüman, her şeyden önce sorumluluk bilincine sahip, hesap vereceğini bilen, aldığı ücreti hak etme gayreti içinde olan, mefkuresi ve ideali olan bireydir. İmanımız bizi denetler, büyük hesap gününü hatırlatır, bizi zinde tutar. O nedenle bizler, sorumluk bilinci içinde vazifemizi en güzel şekilde ve hakkını vererek yapmak durumundayız. Bir işi sorumluluk hissetmeden sadece görev kaygısıyla yapmak ne o işi yapanı ne de işvereni tatmin edebilir. Herkes, işinin, görevinin, yetkisinin, sorumluluğunun uzmanı olsa, doğruyu, güzeli, iyiyi, temizi saptırmadan uygulayabilse “bana ne” demese, esastan ödün vermeden çalışıp hizmet etse, bilgi, bilim, kültür, sanat ortamından ayrılmaz ve onu rehber edinse, işler çok düzgün, yaşamak kolay olacaktır. İnsana değer verdiğimiz oranda, görev ve sorumluluklarımız o çapta önem kazanır. Akıl ve düşünce yoluyla, sevgi ve saygı ortamı içinde bunlardan yararlanmak, elbette güzeldir, mutluluk vericidir. Canlı ve cansız varlıklara, özellikle insan ve doğaya, zarar vermeden, hürriyet ve özgürlüklerine, haklarına engel olmadan, adaletten, hoşgörüden, doğruluktan, yasalardan ayrılmadan, görev ve sorumluluklarımızı bilerek yaşamı daha da kolaylaştırmak elimizdedir. Öyle değil mi?


48

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ağustos Sıcağında, Şiir Sevilcan YÜCE

Şiir kalbin sesidir. Yüksek de olabilir, alçak da, ama sesiz de olsa, etkisi hep aynıdır. Biz Bulgaristan Türk şiirini sevenler, her söyleyişte bir büyük gerçeği ararız. Her şey her zaman her yerde değiştiğinden, şiirler de zaman açısından eskiyebilir, ama ömürleri dolmaz, renklerini ve gönül okşayan esintilerini korurlar. Bunun gücü, eski sevgiliye tazeliğini korumuş bir şiiri yeniden okurken en güçlü hissederiz. Sıkça olmak üzere, bana şiirle uğraşmak zor mu?, diye soranlar oluyor. Şiir açmış goncaları koparıp yolup demet yapmak değildir! Şiir doğayı bozmadan renklerden ve kokulardan demet yapmak kadar zordur. Anı yakalamak, anın yinelemesini beklemek, güzeli yormadan sevmek kadar zordur. Güzel, Ne Güzel Olmuşsun Heey güzeller güzeli! Ne şirin olmuşsun sen Sesin dünyaya bedel Söyle bana kimsin sen? Ne zor seni bulabilmek! Yerin şarkıların son kıvrağı! Yenileşmişsin, nerede o eski ahengin? Kulağıma gelen dünyalar bedeli! Halkımın dili, güzeller güzeli Dünya orkestrasında bir tını Ve eksik olsa tek akort, olmaz Onsuz senfoni, ne de bir orkestra eseri! Heey güzellerin en güzeli Halkımın anadili, Vatanımın öz dili, Bir hoşluk ki, doğuşundan gelen! Bir tek bakışınla dünyalara bedelsin.


Makale ve Analizler - 2019

49

İslam’da Kurban İbadeti

Nevzat ÖZTÜRK, Düzce İl Milli Eğitim Müdürlüğü, Maarif Müfettişi, Eğitimci Yazar Arapça’da gerek maddî gerekse mânevî her türlü yakınlığı ve yakın olmayı kuşatacak bir anlam yelpazesine sahip olan kurbân kelimesi dinî terminolojide kendisiyle Allah’a yaklaşılan şeyi, özel olarak da Allah’a yakınlık sağlamak, yani ibadet (kurbet) amacıyla belli vakitte belirli cinsten hayvanları kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder. İslâm öncesi Arap toplumunda çocukların, köle ve esirlerin putlara kurban edilmesi âdetinin zayıf da olsa izlerine rastlanmakla birlikte (el-Muvaṭṭaʾ, “Neẕr”, 7; İbn Hişâm, I, 160-164; Cevâd Ali, VI, 191-193, 198-199) yaygın olan, putlara hayvanların kurban edilmesi şeklindeydi. Câhiliye Arapları, belli zamanlarda veya önemli kabul ettikleri olaylar vesilesiyle gerek Kâbe’deki gerekse Mekke’nin diğer bölgelerinde ve Mekke dışındaki putlarının yanında mâbede olan saygılarını, putlara olan bağlılıklarını göstermek, onlara yakınlaşmak gayesiyle deve, sığır, koyun, ceylan gibi hayvanları keserek kanını onların üzerine döker, kurbanı parçalayıp bu dikili taşların üzerine bırakır, yırtıcı hayvanların ve kuşların yemesini beklerlerdi. Yarar sağlayacağı düşüncesiyle ölen kimsenin kabri başında veya cinlerden korunmak amacıyla kurban kesildiği, ayrıca yeni doğan çocuk için akîka kurbanı kesilerek ziyafet verildiği, bereket getireceği beklentisiyle deve veya koyunun ilk doğan yavrusunun, Receb ayının ilk on gününde “atîre” adı verilen koyunun putlar için kurban edildiği bilinmektedir. İslâm döneminde Câhiliye Arapları’nın kurban âdeti tevhid inancına aykırı öğelerden temizlenerek Hz. İbrâhim’in sünnetine uygun biçimde ihya edilmiş ve sosyal işlevler de yüklenerek zenginleştirilmiştir. Kur’an’da ayrıntısı verilmeksizin Hz. Âdem’in iki oğlunun Allah’a kurban takdim ettiklerinden söz edilir (el-Mâide 5/27) ve ilâhî dinlerin hepsinde kurban hükmünün konulduğu bildirilir (el-Hac 22/34). Kur’an’da hac ibadeti esnasında kesilecek kurbanlarla ilgili bazı hükümler yer alsa da (elBakara 2/196; el-Mâide 5/2, 95, 97; el-Hac 22/28, 36, 37; el-Feth 48/25) dolaylı bir işaret hariç (el-Kevser 108/2) hac dışındaki kurban ibadetine temas edilmez. İbadetler konusunda takip edilen teşrî‘siyasetine uygun olarak gerek hac ve umre yapanların gerekse diğer şahısların kurban kesme yükümlü-


50

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lüğü ve diğer kurban türleri hakkındaki hükümler Hz. Peygamber’in söz ve uygulamasıyla belirlenmiştir. Malî bir ibadet olan kurbanda taabbüdî (hikmeti bilinmeyen ve tamamıyla Allah’ın emir ve yasağına bakan kurallardır) yönler de bulunmakla birlikte fert ve toplum yararı daha ön plandadır. Kurbanı hayvanın eti veya derisi için kesiminden ayıran temel fark, onun Allah’ın rızâsını kazanma ve isteğine boyun eğme gayesiyle kesilmiş olmasıdır. İbadetin özünü teşkil eden bu gaye ancak şâriin (hüküm koyucunun) bildirdiği şekil şartlarına uyulduğunda gerçekleşmiş olur. Bu yönüyle kurban ibadetinin özü ve biçimselliği dinî bildirime dayanır. Kesilen kurbanın etinin yenmesi, derisi ve diğer parçalarından âzami ölçüde yararlanılması ibadetin özüyle alâkalı bir gereklilik olmayıp ikinci derecede yararlar, ibadetin dünyevî boyutu ve anlamı olarak görülebilir. Kişi kurban kesmekle Allah’ın emrine boyun eğmiş ve kulluk bilincini koruduğunu canlı bir biçimde ortaya koymuş olur. Bunu yaparken de malını Allah için telef etmesi değil en yakınlarından başlayarak insanlara yararlı olacak tarzda gerçekleştirmesi istenmiştir. Kur’an’da kurbanın kan ve etinin değil kesenlerin dinî duyarlılıklarının (takvâ) Allah’a ulaşacağının belirtilmesi (el-Hac 22/37) buna işaret eder. Kurban Allah’a verdiği nimetlerden dolayı şükür anlamı da taşır. Müminler her kurban kesiminde, Hz. İbrâhim ile oğlu İsmâil’in Cenâb-ı Hakk’ın buyruğuna mutlak itaat konusunda verdikleri, Kur’an’da da özetle aktarılan (es-Sâffât 37/102-107) başarılı sınavın hâtırasını tazelemiş ve kendilerinin de benzeri bir itaate hazır olduklarını simgesel davranışla göstermiş olmaktadırlar. Kurban toplumda kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu canlı tutar; sosyal adaletin gerçekleşmesine katkıda bulunur. Özellikle et satın alma imkânı bulunmayan veya çok sınırlı olan yoksulların bulunduğu ortamlarda onun bu rolünü daha belirgin biçimde görmek mümkündür. Zengine malını Allah’ın rızâsı, yardımlaşma ve başkalarıyla paylaşma yolunda harcama zevk ve alışkanlığını verir; onu cimrilik hastalığından, dünya malına tutkunluktan kurtarır. Fakirin de varlıklı kullar aracılığıyla Allah’a şükretmesine, dünya nimetinin yeryüzündeki dağılımı konusunda karamsarlık ve düşmanlıktan kendini kurtarmasına ve kendini toplumunun bir üyesi olarak hissetmesine vesile olur. Kurban ibadetinin yararı sadece sosyal dayanışma ve malî yardıma indirgenemeyeceği, her ibadetin öz ve biçim olarak ayrı anlam ve hikmetleri bulunduğu için kurban yerine başka bir ibadetin ikame edilmesi, meselâ kurbanın parasının dağıtılması, fakirlere gıda yardımı yapılması, namaz kılınıp oruç tutulması câiz görülmez.


Makale ve Analizler - 2019

51

Kurbanın meşruiyetinde müslümanların ittifakı bulunmakla birlikte dinî hükmü fakihler arasında tartışmalıdır. Dinen aranan şartları taşıyan kimselerin kurban kesmesi hanefîlere göre, vâcip, Ca‘feriyye ve Zeydiyye de dahil fakihlerin çoğunluğuna göre ise müekked sünnettir. Hanefîler, Kur’an’da Hz. Peygamber’e hitaben, “Rabbin için namaz kıl, kurban kes” (el-Kevser 108/2) buyrulmasının ümmeti de kapsadığı ve gereklilik bildirdiği görüşündedir. Ayrıca Resûl-i Ekrem’in birçok hadisinde hali vakti yerinde olanların kurban kesmesi emredilmiş veya tavsiye edilmiş, hatta, “Kim imkânı olduğu halde kurban kesmezse bizim mescidimize yaklaşmasın” (Müsned, II, 321; İbn Mâce, “Eḍâḥî”, 2); “Ey insanlar, her sene her ev halkına kurban kesmek vâciptir” (İbn Mâce, “Eḍâḥî”, 2; Tirmizî, “Eḍâḥî”, 18) gibi ifadelerle bu gereklilik önemle vurgulanmıştır. Öte yandan kurban kesmeyi Hz. Peygamber hiç terketmemiştir. Bu ve benzeri delillerden hareket eden fakihler, gerekli şartları taşıyanların kurban bayramında kurban kesmesini vâcip görürler. Sünnet olduğunu ileri sürenler ise Kur’an’da bu konuda açık bir emrin bulunmayışından, Resûl-i Ekrem’in devamlı yapmış olmasının kurbanın sünnet olmasıyla da açıklanabileceği noktasından, ayrıca bu yöndeki sahâbe uygulamasından hareket ederler. Bir kimsenin kurban kesmekle yükümlü sayılması için aranan şartlara kurbanın vücûb şartları denilir. Bir kimsenin kurban kesmekle yükümlü olabilmesi için müslüman, akıl bâliğ (ergen), mukim ve zengin olması şartları birlikte aranır. Dinen yolcu hükmünde olan kimse kurban kesmekle yükümlü değildir. Ancak yolcu hükmünde bulunan kimsenin tek başına veya mukimlerle birlikte kurban kesmesine bir engel de yoktur. Kurban kesme mükellefiyeti için dördüncü şart malî imkânın bulunmasıdır. İslâm’da zekât, fitre (sadaka-i fıtr) ve kurban gibi malî yönü bulunan ibadetlerle yükümlülük belli bir asgari zenginlik ölçüsüne ulaşmış olmaya bağlanmıştır. Dinen asgari zenginlik ölçüsü olarak belirlenen bu miktara “nisab” denir. Hanefî mezhebine göre kurban kesmeyi vâcip kılan zenginliğin ölçüsü zekâtta ve fıtır sadakasında aranan zenginlik ölçüsüyle aynı olup kişinin borçları ve aslî ihtiyaçları dışında 85 gr. (20 miskal) altına ya da buna denk bir paraya veya mala sahip olmasıdır. Kurban nisabında zekâtta olduğu gibi bir yıl devam etmiş bir zenginlik olması şartı aranmayarak bayrama erişen kişinin o günlerde bu zenginliğe sahip bulunması yükümlülüğün doğması için yeterli görülmüştür. Böyle bir malî imkâna sahip her müslümanın akıl bâliğ olması kaydıyla kurban kesmesi gerekir. Ekonomik güç ve zenginlik, hem içinde bulunulan şartlara hem de yükümlülüğün konusuna göre değişkenlik gösterdiği ve bir yönüyle örfî ol-


52

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

duğu için günümüzde kişilerin yukarıda zikredilen ilke ve ölçüler ışığında hareket etmesi, kendi bütçe imkânları çerçevesinde sıkıntı çekmeden kurban ücretini ödeyip ödeyemeyeceğini göz önünde bulundurması ve ona göre karar vermesi gerekir. Uygun olan, kurban alma imkânı bulunmayan kimselerin kurban kesmek için kendini zorlamamasıdır. Kurban kesmekle mükellef olan kimsenin bu ibadeti geçerli olarak yerine getirmiş sayılabilmesi için gerek kurbanlık hayvanla gerekse bu hayvanın kesimiyle ilgili bazı şartlar vardır. Bunlar kurbanın sıhhat şartlarıdır: Dinen kurban olarak kesilmesi kabul edilmiş hayvan türleri, topluca “en‘âm” adıyla anılan ehlî hayvanlar yani koyun, keçi, sığır, manda ve devedir. Dolayısıyla ancak bu hayvanlar veya türdeşleri kurban olarak kesilebilir. Tavuk, kaz, ördek, deve kuşu, ceylan gibi hayvanların kurban olarak kesilmesi geçerli değildir. Kurbanın geçerliliği açısından bu hayvanların erkek veya dişi olması arasında fark yoktur. Koyun ve keçi cinsinden hayvanlar bir yaşını doldurduktan sonra kurban edilebilir. Hanefîler ve Hanbelîler dahil fakihlerin çoğunluğuna göre, koyun semizlik ve gösteriş olarak bir yaşındakilere denk olması halinde altı ayını tamamladıktan sonra da kurban olarak kesilebilir. Sığır ve manda cinsinden hayvanlar iki yaşını, deve ise beş yaşını doldurduktan sonra kurban edilebilir. Kesilecek hayvanın gözle görülür bir noksanının bulunmaması gerekir. Kurban edilecek hayvanın sağlıklı, organlarının tamam ve besili olması, hem ibadetin gaye ve mahiyetine hem de sağlık kurallarına uygun düşer. Kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, bazı organları eksik, meselâ bir veya iki gözü kör, kulakları ve boynuzları kökünden kesilmiş, dili kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökülmüş, kuyruğu ve memesi kesik hayvanlar kurban olmaz. Ancak hayvanın doğuştan boynuzsuz, şaşı, topal ve dengesiz, biraz hasta, bir kulağı delinmiş veya yırtılmış olmasında kurban açısından bir sakınca yoktur. Kurbanlık hayvanın kesenin mülkiyeti altında olması veya kesenin böyle bir tasarrufa yetkisinin bulunması gerekir. Hayvanın vadeli olarak satın alınması veya hibe yoluyla edinilmesi önemli değildir. Kurbanın sahih olabilmesi için belirlenmiş vakit içinde kesilmesi gerekir. Kurban, kurban bayramının “eyyâm-ı nahr” denilen ilk üç günü yani zilhicce ayının on, on bir ve on ikinci günleri, bayram namazının kılınmasından üçüncü günün akşamına kadarki süre zarfında kesilebilir. Şâfiî mezhebine ve bazı fakihlere göre bu süre bayramın dördüncü günü akşamına


Makale ve Analizler - 2019

53

kadardır. Bayram namazı kılınmayan yerlerde sabah namazı vaktinden itibaren kesilebilir. Kurbanın bayramın birinci günü kesilmesi daha faziletli görülmüş, kesimin gündüz yapılması tavsiye edilmiştir. Kurbanın ibadet niyetiyle kesilmesi şarttır. Esasen kurbanı diğer hayvan kesimlerinden ayıran da budur. Niyette aslolan kalbin niyetidir; dil ile açıkça söylenmesi gerekmez. İbadet amaçlı olsun veya olmasın eti yenen hayvanların kesiminde aranan kurallar ana hatlarıyla aynıdır. Hayvan, kesim yerine incitilmeden götürülür, kesilecek zaman kıbleye karşı ve sol tarafı üzerine yatırılır. Elinden geldiği takdirde her mükellefin kurbanını kendisinin kesmesi menduptur, değilse bir başkasına vekâlet verip kestirir. Kurbanı kesecek kimsenin müslüman olması tercihe şayandır; erkek, kadın, yetişkin, çocuk farketmez. Ehl-i kitabın kestiği dinen helâl olduğundan yahudi ve hıristiyanlara da kesim yaptırılabilir. Kurban sahibinin kesim esnasında orada hazır bulunması müstehaptır. Hayvan yere yatırılırken, “Yüzümü gökleri ve yeri yaratan Allah’a, O’nun birliğine inanarak çevirdim. Ben müşriklerden değilim” (el-En‘âm 6/79); “Benim namazım, ibadetim (kurbanım), hayatım ve ölümüm hep âlemlerin rabbi olan Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben Allah’a teslim olanların ilkiyim” (el-En‘âm 6/162163) meâlindeki âyetleri okur ve kabulü için Allah’a dua eder. Daha sonra da tekbir ve tehlîl getirir. Kurbanı kesen kimse hayvana eziyet vermemeye dikkat etmeli, bıçağı hayvana göstermemeli ve keskin bıçak kullanmalıdır. Sağ eliyle tuttuğu bıçakla hayvanı keserken “bismillâhi Allahüekber” der. Kurbanı vekilin kesmesi halinde kurban sahibi de besmeleye iştirak eder. Kurban kesen kimse kesim esnasında Allah’ın adını anmayı (besmele) sehven terkederse bir şey gerekmez; kasten terkederse Hanefî mezhebine göre bu hayvanın eti yenmez. Kurban kesmenin rüknü kurbanlık hayvanın kanını akıtmaktır. Sığır, manda, koyun ve keçi cinsinden hayvanlar yatırılıp çenelerinin hemen altından boğazlanmak suretiyle (zebh), deve ise ayakta sol ön ayağı bağlanarak göğsünün hemen üzerinden (nahr) kesilir. Kesim işlemi boğazın iki tarafındaki şah damarları, yem ve yemek borusundan en az üçü kesilerek yapılır ve hayvanın kanının iyice akmasını temin için bir süre beklenir. Hayvana acı vermemek için önce şoka sokmak (bayıltmak), sonra kesmek câizdir; çünkü şoka giren hayvan ölmez, hayatı devam eder, ancak kesilince kanı akar ve ölür.


54

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kurban sahibi kurbanın etinden yiyebilir, bakmakla yükümlü bulunduğu kimselere yedirebilir; ancak etinin bir kısmını da dağıtması gerekir. Yenecek ve dağıtılacak miktar konusunda kesin bir ölçü koymak zor olmakla birlikte dinî gelenek, kurban etinin üç eşit parçaya bölünüp bir parçasının kurban sahibi ve bakmakla yükümlü olduğu kimseler tarafından tüketilmesi, ikinci parçanın zengin bile olsalar eş, dost ve akrabaya hediye edilmesi, üçüncü parçanın ise kurban kesmeyen fakir kimselere dağıtılması şeklindedir. Kişinin bakmakla yükümlü bulunduğu kimselerin kalabalık olması veya ihtiyaçlarının bulunması halinde kurban etinin kimseye dağıtılmadan evde tüketilmesi de bir sakınca taşımaz. Kurban sahibinin kurban etinden hem yemesi, hem ikram etmesi hem de fakirlere dağıtması genel bir kural olup bunun ölçü ve şeklini her mükellefin kendi durumunu, çevresinin ihtiyaç ve imkânını göz önüne alarak bizzat belirlemesi ve bu konuda ibadet anlayışıyla hareket etmesi doğru olur. Kurbanın etinin kesimin yapıldığı bölgede dağıtılması teşvik edilirse de daha fazla ihtiyaç sahiplerinin bulunması halinde başka yerleşim birimlerine de gönderilebilir. Kurban sırf Allah rızâsını kazanmak için kesildiğinden etinin satılması câiz olmadığı gibi derisi, yünü, bağırsakları, kemikleri, iç yağı gibi eti dışında kalan parçalarının da sahibine gelir temin etmek amacıyla para ile satılması câiz değildir. Bunları kurban sahibi evde kullanabileceği gibi kullanılmak üzere birine hediye de edebilir. Eğer satacak olursa parasını sadaka olarak vermesi gerekir. Eğer kurban ücretle kestirilmişse kesim ücreti kurbanın eti veya derisiyle veya bunların parasıyla ödenmez. Kurbanlık hayvanın kesim öncesinde sütünden ve yününden yararlanmak câiz olmayıp yararlanılmışsa bedelinin sadaka olarak verilmesi gerekir. Aynı şekilde kurbanlık koyun ve keçinin yünü kesimden sonra kırkılıp evde ihtiyaç için kullanılabilir, fakat satılıp paraya çevrilmemeli, aksi halde sadaka olarak verilmelidir. Kesim işlemi tamamlandıktan sonra çevre temizliğinin iyice yapılması, hayvanın artan parçalarının toprağa derince gömülmesi, mümkün olduğu ölçüde dışarıda hiçbir parçasının bırakılmaması gerekir. Bu husus, kurbanlık hayvana ve kurban ibadetine karşı gösterilecek saygının bir gereği olduğu gibi özellikle büyük şehirlerde ve kalabalık yerleşim birimlerinde sağlık kuralları, çevre temizliği ve insan haklarını gözetme açısından da son derece önemlidir. Şimdiden hepinizin Kurban Bayramını tebrik ediyorum. Kurbanlarınız Allah’a kurbiyete vesile olsun, kardeşliğimiz daim olsun inşallah. Allah’a emanet olun! [1] Bu yazı, Diyanet İslam Ansiklobedisi “Kurban”maddesi özetlenerek hazırlanmıştır.


Makale ve Analizler - 2019

55

Zaferin En Güçlü Silahı – B İ L G İ

Tarih: 09 Ağustos 2019 Yazan. Rafet ULUTÜRK Konu: Bulgar Kimliği Oluşturma Çabalarında Aşamalar 150 yıl önce komitacılık başlatan, karşımıza dikilen ve hatta isyan ateşi yakan Bulgar kavmi Bulgar kimliğine yaşam hakkı istemişti. Bu istekler, Osmanlı devletinin belirli sosyal-ekonomik ve politik şartlarında, tarihsel gelişmelerin önemli bir aşaması olan XIX. Yüzyılda yeşermişti. Yunanlar, 1821’de Osmanlı’dan koparak şartların değiştiğine, bölge halklarının başka biçimlerde de örgütlenebileceğine, hatta kendi devletlerini kurabileceğine işaret vermişti. Onlardan yarım asır sonra Sırplar da bu yolu seçti. Bulgarların milli duygularla uyanması daha uzun sürdü. Oların da daha ilk hamlelerinde, dini ve dünyevi olmak üzere 2 oluşturucu yan vardı. Dil, yazın ve kültür olarak oluşmalarında Kiril ve Metodiy kardeşlerin; tarihsel uyanmasında “İslav Bulgar Tarihini” kaleme alan Payisiy Hilendarski’nin, Konstantin Kiril, Kliment Ohridski ve başka düşünürlerin, din adamı aydınlar belirleyici rolü olmuştur. Bu güçler Rumca ibadet edilen, Rumca eğitim veren ve gençleri Yunan gibi hayata hazırlayan kiliselerde çalışmış ve ibadethanelerde, manastır ve dinmerkezlerine bağlı okullarda Bulgar dilinde, halkın anlayacağı dilde ve şekilde Badet edilip eğitim verilmesini istemişler ve bu uğurda yıllar yılı çaba göstermişlerdir. Bu davada Aton, Tırnovo, Ohri, Rila Manastırı ve başka din merkezlerinde yetişen aydınların hizmeti büyük olmuştur. Bu dava 28 Şubat 1870 tarihinde Osmanlı Sultanı Abdül Aziz’in bir fermanıyla kutsanmış, geleneksel Ortodoks Hıristiyanlıktan Doğu Ortodoks Kilisesi ayrılmış, İstanbul, Balat, Fener’e bağlı yeni Piskoposluk kurulmuş ve Ohri Kiliselerinden Karadeniz’e kadar ruhani durum ve Hıristiyan maneviyatı değişmiş, istekler karşılanmıştır. Osmanlı devrinde yaşarken dıştan esinlenip bağımsızlık ve egemenliğe yönelen Bulgar milli ve politik kimliğinin temsilcileri din uğruna mücadele edenlerden farklı hareket etmişlerdir. Onlardan bazıları bağımsızlık, özgürlük ve bağımsız devlet kurarak Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparak ayrılmanın ve bir Bulgar devletinde toplanmanın yine büyük devletlerden birinin yardımları ve himayesinde olacağına inanırken, ikinci bir akım da bu


56

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

davanın milli bir dava olduğuna inanmış ve yalnızca iç güç kaynaklarıyla bu işin çözülebileceğine bel bağlamışlardır. Ne ki, bu gruplardan hepsinin yönetim merkezleri dış ülkelerde oluşmuş, kadro eğitimi de ya İstanbul’daki misyoner okullarında ya da Odesa, Nikolaev, Kiyev, Harkov gibi Rus eğitim merkezlerinde gerçekleşmiştir. Yeni yeni açılan Rus İmparatorluğu arşivlerinden (2018) öğrendiğimize göre, Osmanlıdan ayrılıp bağımsız Bulgar devleti kurma davasının öncüleri birer birer ele geçirilip Rus Çarı II. Aleksandır’ın Balkanlardaki casus ağına örülmüş ve Çar kasasından ajan maaşına bağlanmış kişilerdir. Bu olaylar, Bulgar yayınlarında daha önce tahmin konusu olsa bile, artık belgelenmiştir. Demek oluyor ki, Osmanlıda rahat rahat yaşayan Bulgarlar arasından seçilen gönlünü Rusya’ya kaptırıp bağlayanlar maaşlı ajan ve huzur bozucu kafileler, çeteler, komitacı hücreleri vb oluşturanlarmış. Bunların arasında hem din adamları hem de dünyevi kesimden aydın geçinen komitacılar olduğunu isimleriyle yeni yeni öğrenirken detay bilgiler de öğrenmiş bulunuyoruz. Bulgar Milli Bağımsızlık hareketinin ideologu komitacı Georgi Sava Rakovski, Odesa’da eğitim alan, Romanya’da kaldığı yıllarda Osmanlı ve Türk düşmanlığı kılıcı bileyen, kiralık katil çetesiyle Tuna’yı geçip Osmanlı’ya isyan eden şair Hristo Botev, Nisan 1876 ayaklanmasını yöneten Panoyor Volov, intikamı ve küstahlığı en şiddetli olan Georgi Benkovski, bayraktar Bayan Rayna Kneginya, daha sonraki yıllarda Sofya meclisi Başkanı olan ve olayların öyküsünü kitaplaştıran Zahari Stoyanov ve Bulgaristan İç Devrimci Hareketi Merkez Komitesinin toplam 25 üyesinden, baş komita Vasil Levski hariç, yukarıdakiler dahil, 24 üye ve onların etrafında dolaşan papazlardan hepsi paralı Rus ajanı olarak gün ışığına çıkmıştır. Paralı ajanların milli devrim yaptığı, halkı kucakladığı ve dava sahiplendiği bir başka ülkede görülmemiştir. Bulgar Akademisyen Grigor Velev bu konuyu 2019’da 2 cilt halinde kitaplaştırdı. “Yabancı Hademeliği ve Bulgar Milli Menfaatleri”. “Znanie” Yayınevi. Sofya, Bulgaristan. Bu olay, “fob” ve “fil” kavgasının devam ettiği, ülkede kalanlardan % 48’inin Moskova’ya hayranlıkla baktığı, Bulgaristan Türklerinin milli şuurunun politik ifadesi olan Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) fahri başkanının ve politik yönetimin bir gözle Kremlin’e, sağ kulağıyla Berlin ve Washington’un ne diyeceğine baktığı son 30 yılda hızından ve şiddetinden hiç yitirmemiştir. 150 yıl önce mayalanan Bulgar maddi ve manevi, ruhsal hayatı günümüzde de aynı renklerle açmakta ve sarmaktadır.


Makale ve Analizler - 2019

57

Örneğin, Bulgar İç Devrim Hareketi (BİDH) çalışmalarına haraç toplamakla “reket” ile başlamışsa, Bulgar toplumunun bugün de en büyük sorunu “reket”, rüşvet, dolandırıcılık, dalavere ve çalmak kapmak, boş vaatlerle, yalanla göz boyamaktır. BİDH Başkanı – baş komita – işe altın para toplamakla (reket) başlamış, bu işin günahından ölmüş ve bugünkü Bulgaristan’ın ana konusu rüşvettir, önü alınamaz hale gelmiştir, tedbirler artık Birleşik Amerika gündemine sunulmuş ve onay bekleniyor.. İlk çiçeğini kırmızı açan bir ağaç, ömür boyu renk değiştirmez… Konumuz Bulgar kişisel ve milli kimliğinin oluşmasıdır. Bulgar milleti bu 150 yılda oluşamadığı için, milli Bulgar kimliği de oluşamamıştır. Buna rağmen bu kimliğin oluşmasına çok çaba harcanmıştır. Sahte kalıplarla milli kahramanlar yaratılmış ve anıtları boy boy dikilmiştir. Sahte simalardan ilham alan yeni kuşaklar iyice sapıtmıştır. Bu bugünkü gerçekliktir, bir kökleri tarihte arayalım. Milli kimlik oluşturma işi asıl savaşlardan sonra başlar. Savaşlar biter, cesetler toplanır, gömülür, yas tutulur, düşman lanetlenir. Sorun yeniden ruhen dirilmektir. Plevne meydan muharebesini örnek alalım. İlk topların patladığı gün Bulgar şehir ileri gelenleri Papaz öncülüğünde üç buçuk torba altın toplayıp Osman Paşaya, bizi Ruslardan koruyunuz ricasıyla götürüp teslim eder. Paşaya güven sonsuzdur. Türklerin dilinde destanlaşmış, kendini Bulgarlara da sevdiren Osman Paşa Kırım Savaşımda (1856) aynı Rus Generalleri yenmiş, zekâsı ünlü bir komutandır. O çekilince yıkılan ve yakılan şehir harabelik kalır. Mithat Paşa zamanında dikilen Hafız Ali bağları sökülmüş, değirmenler yıkılmış, köprüler havaya uçmuş, Osmanlı’da kurulan 632 ilk ve ortaokuldan iz kalmamıştır… Bu durumda yıkımcı, talancı, soyguncu ve işgalci olan Rusları sevmek mümkün olabilir mi? Söz konusu olan, insanların ruhunu değiştirmek, beyinlerine ters aşı yapmak, Osmanlı ve Türk silah üstünlüğünü, hoşgörü, sevgi, komşuluğunu söküp çıkararak yerine zehirli düşmanlık doldurmaktır. Bu psikoloji ve propagandanın işidir. Bulgar ileri gelenler, devlet ve makamlar dışarıdan aldıkları emirlerle bunu kendi halklarına birkaç defa uygulamışlar ve Bulgar kimliği oluşturmuşlardır bilinmez. Bizim için bu sahte bir kişiliktir, fakat tutmuş ve kullanılmıştır. Dikilen altın kubbeli kiliseler, daha 1877’de Tula fabrikalarında döktürüp getirdikleri çanların sesi, şehir merkezine dikilen Meydan Savaşı Panoraması, sinemalarda gösterilen Rus askeri filmler, köylere dikilen 100’den fazla Rus “kurtarıcı” şehit anıtı, sokak ve meydanların, okul ve kültür evlerinin adları, binlerce ders ve okuma kitabında yazılanlar, radyo ve TV program-


58

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ları yaşlıların gerçeklere dayanan bilincini sökemese de, gençlerin kafasına “hayal dünya” akıtmayı akıtabilmiştir. Bu yöntem her yerde, her vatandaş ve topluluk için kullanılınca sahte kimlik hayranları sürüsü yaratılabilmiştir. Sahte ruhsal şahlanışı durdurmak zordur. Sahteliğin freni yoktur ve tehlike büyüdükçe büyüyor. Demek istediğim, Bulgaristan Türk kimliğinin karşısında her zaman gerçek bir Bulgar kimliği değil, sahte bir Bulgar milli kimliği ve bu sahte Bulgar milli kimliğinin yabancılar himayesinde kurduğu sahte devlet durmuştur. Şu da var, söz konusu sahte Bulgar kimliği Türklere karşı olmayı bir görev olarak üstlenmiş, hiçbir gerekçesi olmadan kendi kendini kışkırtmıştır. 1878’de başlayan III. Bulgar devleti tarihi yalnız ve bir tek bunu anlatır. Anlaşılıyor ki, 1878’de Bulgaristan’ı işgal eden Rusların önüne çözümü olağanüstü zor bir sorunlar dikilmiştir. Önce Milli Bulgar simasını, milli Bulgar lideri, yüreklerdeki önderi, gelecek umu taşıyacak olan kendi kahramanlarını, özlenen kimliği yaratma sorunu ortaya çıkmıştır. Çözüm bulamayan Rus yönetimi ilk zamanlar “Bulgar dilini Rusça ile değiştirme, Bulgarlara Rus kimliğini dayatma ve işgal ettikleri topraklarda yaşayanları Çar II. Aleksandır’ın “kurtarıcı” göstermeye heveslenmiştir. Tabii bu kolay bir iş değildir. Boş yere sevgi doğmayacağını anlayan Ruslar, Sofya’da inşa etmeye başladıkları “Kurtarıcı Çar II. Aleksandırı kutsayan” kiliseyi 15 senede inşa etmişler, 1912’de tamamlanan inşaat, ancak 1924’te açılabilmiştir. Kuruculuğuna 1928’de başlanan “Şipka Anıtı” 1934’te tamamlanabilmiştir. Memleketin dört bir yanına dikilen Rus anıtları da halkı çok etkilememiş, İvan Vazov’tan başka kaleme sarılan ve Rus “kurtarıcıları” destanlarında öven kalem ustaları çıkmamıştır. Yabancı kahramanlarla milli kişilik yaratılamadığı Bulgarlar için de geçerlidir. Sonra Bulgaristan’da kurulmak istenen parlamenter demokratik rejim, Rus Çarının kanlı bıçaklı olduğu bir toplumsal düzendir ki, ortada ilham alınacak bir şeycik yoktur. Rus kölelik sistemi “kaldırılsa da” toplumun üzerinde bir kara buluttur. Kiliselerde söylenen ayinlerde II. Aleksandır akşam sabah kutsansa da, Ruslar Bulgar Doğu Ortodoks Kilisesinin bağımsızlığını 28 Şubat 1870’te Osmanlı Sultanı Abdül Aziz’den almalarına da içten içe hep rahatsız olmuşlardır. Bulgarların hayatını etkileyen çan sesinden başka bir şey gelmemiş, onlar bu nimeti daha 1970’te elde etmişler, aslında şimdi durumlarına gölge düşmüştü, çünkü Rus kiliselerinin çanları çalarken Bulgar Ortadoks kiliseleri susuyordu. Böyle bir ortamda Osmanlı çekilse de, Bulgar özgür kimliğini kilise içinde ve dışında oluşturmak engellenmişti. Bulgar ulusal atılımı, bağımsızlık ve özgürlük azmi kırılmıştı. Düşledikleri bu değildi…


Makale ve Analizler - 2019

59

Bulgar milli kurtuluş hareketini örgütleyen ve yönetenler yıllar içinde bu dünyadan ayrılsa da, “Bizi Ruslardan kim kurtaracak?” sorusunu beraberlerinde götürmemişler ve ortada kalmıştı. Yıllar “Fil” ve “Fob” kavgalarının kızıştığı, “kurtuluş” önceli yılların hesaplaşma yıllarına dönüşmüştü. İlk Bulgar Prensi Aleksandır Batenberg, liberaller ve tutucular, demokratlar ve askerler arasında düğümlenen ilk çelişkileri çözemeyince tahtan inmiş ve prensliği terk etmişti. Kurtuluştan önce komitacıların başı olan, Vasil Levski’nin milli bağımsız ve özgür devlet çizgisini izleyen Aleksandır Stanbolov, Bulgaristan’ı Rus Çarlığından koparıp Batıya bağlamak için hamlelerini sıklaştırarak, kökleri krallara dayanan Koburg sülalesinden I. Ferdinand’ı yakasından tutup Bulgar Prensi tahtına oturtmayı başarmıştı. Tabii Bulgar dümeninin Doğu’dan Batıya dönmesi ülkede yaratılacak Bulgar kimliğini yaratma planlarını da kökten değiştirmişti. Ne ki, Prenslik (1885 -1908) ve Çarlık (1909 – 1918) döneminde Ferdinand da Bulgar milli kimliği oluşumunu tamamlayarak biçimlendirme davasına önem vermemiş, “ben buradayken başka birinin ünlü olması ne işe yarar” görüşüne bağlı kalmıştır. Sözün kısası, milli uyanış çağı kahramanlarından 1895’te Sofya’daki Vasil Levski anıtından başka hiç birine abide dikilmemiş, ölenler kurda kuşa yem olmuş, kitaplar basılıp Bulgar milli uyanış hareketindeki dini ve dünyevi kanadın etkileşimi, ortak mücadelesi ilham verici bir şekilde tarihleştirilerek halka indirilmemiştir. XIX. yüzyılda Bulgar kimliğinin oluşturulmasına önemli adımlar, 1918’de Bulgaristan’ın iflas etmesinden ve 1919’da Aleksandır Stanboliyski’nin başbakan olmasından sonra halkı yüreklendirecek dayanaklar arayışında atılmaya başlamıştır. 1944’e kadar 2-3 isyan, 2 askeri darbe, ekonomik ve mali çöküş, hayal kırıklığı yaşandı. Çar Ferdinand ve oğlu III. Boris Bulgar halkını tek yumrukta ve tek ruhta toplayamayınca, “fob”lar faşist, “fil”ler de komünist kılığında birbirine düştü. Bulgar anti-faşist ve anti-komünist kimlikleri oluştu. Silahlı çeteler birbirine düştü. Bu kimliklerin ana çizgilerden biri Türk düşmanlığıydı. Bulgar kimliğinin XX. Yüzyılda büyük kırılmalarından biri 1944-48 yılları arasında yaşandı. 25-30 bin entelektüel, naip, general, bakan, milletvekili, diplomat, polis amiri yargısız idam edildi. 165 toplama kampı ve sürgün ocağı doldu taştı. Devletleştirme ve kooperatifleştirme yükü ağır taşındı. Türkler göçe ve sınır boylarından sürgüne zorlandılar. Yönetimi ele geçiren Komünist Partisi halkı birleştirebilmek için Bulgar tarihinin Osmanlı dönemi ve faşizm öncesi kahramanlarını aradı. Aşağıda anlatmak istediğim Hristo Botev, VasilLevski, Georgi Benkovski, “Ba-


60

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tak katliamı” gibi olayların gerçek detaylarını gizleyerek, Bulgaristan’ı 2 defa esir edip işgal edenleri “kurtarıcı”, “kardeş” göstererek yeni soykırım ve katliamlar işleyerek Bulgar kimliğini kalıplamaya başladı. Levski’ye Karlovo’da, Loveç’te, Botev’e Kalofer ve Vratsa’da büyük anıtlar dikildi. Nisan 1876 Ayaklanması’nda adı geçen her kişiye Panagürişte’de büst boy anıtı dikilirken, Volov’a pantiyon yapıldı. Panoyot Volov anıdı 5 metre yükseldi. “Ruslar Geliyor!” yalanını uyduran Ofço Voyvodo’ya özel anıt dikildi. Georgi Benkovski’nin “Atlı uçan çetesi” anıtı Koprivştitsa’da, Boromeçka Anıtı Klisura’da şehirlerin görülecek yerleri oldu. Pleven (Plevne) Savaşını canlandıran 4 katlı panorama inşa edildi… Bulgar milli devrim hareketine tarih uyduruldu. Derin tarihi olmayan bir halkın komünist geleceği olamazdı. Bu anıtlarda canlandırılan Bulgar kimlikleri sahteydi, fakat bunu konuşmak büyük suçtu. Sovyet “dostu” olarak gösterilenler ajan, Rusya ve Sovyet düşmanı olanlar da kahraman olmuştu. Ömründe bir defa partizan görmüş ya da tanımadığı birine bir somun vermiş olanlardan hepsi Faşizme ve Kapitalizme Karşı Savaşçı oldu ve maaşa bağlandı. Dokunulmazlığı olan partililerin sayısı 450 bini bulurken, parti ve gizli polis tarafından kayırılan ve himaye altında olanların sayısı da iyice kabarmıştı. Sovyetler Birliğini Rus TV kendisi aktarıyor, kitapçılar Bulgarca kitaplardan fazla Rus dilinde kitap sunuyorlar, İngilizce, Almanca ve Türkçe gibi düşman dillerini kullanarak bilgilenmek yasaklanmış, yalnız Rus filmleri izleniyor, normalin üstünde para kazanmak isteyenler “Komi” otonom cumhuriyetine kereste kesmeye, doğal gaz boru hattı döşemeye ya da taş kömürü kazmaya gönderiliyordu. Geçimini sağlayanlar “Lada” kuyruğuna yazılıyor, 10-12 sene bekliyor, Bulgarların Noel Bayramında muz, portakal, greyfurt veya mandarin alabilenler oluyordu. Sosyalist Bulgar kimliği böyle bina edilirken, 1958’den sonra Batı dünyasını lanetleme propagandasına Türkleri, İslam’ı ve Türkiye’yi kötüleme kanalları da eklendi. Bu propagandaya inanmayanları, ona katılmak istemeyenleri, içi başka dışı başka olanları kötü günler bekliyordu. Tüm bu gelişmeler, sıkı rejim, yargısız infazlar, baskı, terör ve zulüm Bulgaristan’da öyle bir korku ortamı yarattı ki, “başa gelen çekilir” deyip başının çaresine bakanlar çoğaldı. Manevi olarak eriyip gitme korkusunun yerini arkasında bir sürü dert ve çaresizlik bırakıp, götürülüp kaybolma ihtimali ağır bastı. Sinir sistemine hakim olamayanlar sınırı göğüslüyor, Yunan’a geçenler Kana’da ve Avustralya’dan haber ediyor. Öteye geçenler susuyordu.


Makale ve Analizler - 2019

61

1980 yılına kadar bu kimlik Bulgaristan Bulgar ve Türkleri için ortaktı. Propaganda sınıfsal kriterler üzerinden yapıldığına kaçmayı başaranların hepsi kötü, halk ve devlet düşmanıydı. Kostov, Aleksiev, Kuritarov, Mozer, Uzunova, Markov gibi yazar ve gazetecilerin Bulgaristan’dan kaçması ve Barı radyolarından başlattıkları propaganda Bulgar ruhunu parçalamaya, azınlıkları ise uyandırmaya başlamıştı. Totaliter düzeni sözde savunan kimlik silâhaltında ya da maaşlı kişilerden oluşuyordu. Uzun zaman susan Bulgar siması yapıcı eleştiri ve yakıcı saldırılara Alışmaya ve korkmamaya başlamış, toplanmayı ve konuşmayı seçmişti. Fakat bu kimlik aynı zamanda Komünist düzenle arasını açmak istemiyor, çünkü sistemden atılanlara başka şans tanınmıyordu. Bu ortamda baskı altında ve emir altında olsalar da özellikle isim değiştirme kampanyalarına, gece baskınlarına katılan ve Türklerin isimleri ve kimlikleri için tank ve zırhlıların altına yattığını gördükçe, intihar etmeye başlamıştı. 1985 yılında Bulgar Ordusunda 60 askerin beylik silahıyla intihar etmesi kayda değerdir. Bulgar kimliği ile Bulgaristan Türk kimliği arasında büyük yüzleşme 1989 Mayısında oldu. Ayaklananlar kadınlarımızdı. Hak ve özgürlüklerle birlikte, 1950’lı yıllar haklarımızı geri isterken, hapis kapılarının açılmasını, af ve adalet istediler. Kadınlarımızdan şehitlerimiz düştü. Osmanlı tarihinde Kadın Ayaklanması olduğunu bilmeyen Bulgar makamları Bulgaristan Türk kadınını hafife almıştı. 10 Kasım 1989 ‘da Komünist Partinin toplumun yöneticisi rolünden çekilmesi, Genel Sekreter ve Devlet Konseyi Başkanı Todor Jivkov’un devrilmesi Türk Ayaklanmasının zaferidir. Kudret kaynağımız, türbelerimiz, mescit ve camilerimizde edilen dualar, Deliorman ve Dobruca’nın dünya ve olimpiyat şampiyonu pehlivanlarımızdan, şairlerimizden, öğretmenlerimizden, Naim Süleymanoğulu’ndan, Nuri adalıdan ve hapishanelerdeki 12 500, sürgünde ve toplama kamplarında sinyal bekleyen kahramanımızdan aldığımız ilhamdı. Bulgaristan topraklarında devlet ile azınlıkların en şuurlu, en bilinçli, en mert ve sırtı yere gelmez katmanı arasındaki çatışmada Bulgar devleti ve rejimi yenik düştü. Bulgaristan Türk kimliğini olgunluk düzeyine taşıyan ve politik kimlikle taçlandıran işte bu zafer oldu. Teşekkür ederiz. Sahte kimlikler oluşturmada hedef -2.


62

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Allah’a Yakınlaşma Vesilesi “Kurban” Nevzat ÖZTÜRK, Düzce İl Milli Eğitim Müdürlüğü, Maarif Müfettişi, Eğitimci Yazar.

Kurban, insanın Allah’a yaklaşmasına/yakınlaşmasına vesile olan bir ibadettir. Kurban, Allah yolunda fedakârlığı, Allah’a teslimiyeti, sadâkati ve şükrü ifade eder. Kurban ibadetinde bu mana vardır. İnsan, kurban kesmekle Hz. İbrahim (a.s.) gibi Allah’a ve O’nun emirlerine olan sımsıkı bağlılığını ve gerektiğinde O’nun rızasını kazanmak için her türlü fedakârlığa hazır olduğunu; Hz. İsmail (a.s.) gibi kayıtsız şartsız teslimiyeti, büyük bir sabır örneğini göstermiş olur. Bu nedenle bütün ibadetlerde olduğu gibi kurbanda da hâlis niyet ve ihlas esastır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır” buyrulmuştur. (Hacc, 37) Bu bağlamda kurban ibadetinde; Allah’ın rızasını kazanma, Allah’a tâzim/ hürmet duygusunu hissetme, ibadet aşkının ve heyecanının duyulması ve bu çerçevede kurbanlığa ve kurban kesme işlerine büyük bir özen gösterilmesi gerekir. Ayrıca kurban kesen ve kesilmesine yardım eden kimselerde de, takva amacı ve bilinci bulunmalıdır ki, kesilen kurbanlar Rabbimiz katında değer bulsun, makbûl olsun. Hz Âdem’in oğulları kıssasında olduğu gibi, Rabbimiz ancak takva sahiplerinin kurbanını kabul eder. (Maide, 27) Buradan da rahatça anlaşıldığı üzere, diğer ibadetlerde olduğu gibi, kurbanda da bizi Rabbimizin rızasına ulaştıracak temel unsur takva; yani ibadetlerin gösterişten uzak, Allah rızası için samimiyetle ve ihlasla yapılmasıdır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadislerinde: “Amellerin kıymeti ancak niyetlere göredir. Herkesin niyeti neyse eline geçecek olan da odur.”( Buhârî, İman, 41; Müslim, İmare, 45) buyurmuşlardır. Kurban kesen insan, Allah’ın koruması ve himayesi altına girmekte, şeytanın ve nefsinin tehlikelerinden kurtulmaktadır. Nitekim bu hususu Peygamber Efendimiz şöyle müjdelerler: “Ey insanlar! Kurban kesiniz, ondan akan kan nedeniyle Allah’tan mükâfatınızı bekleyiniz. Şüphesiz, kurbanın kanı yere düştüğü zaman, kişi Allah’ın himayesine girer.”( İbni Mâce, Edâhî, 2) Yine başka bir hadisi-i şerifte: “İnsanoğlu Kurban Bayramı’nda, Allah katında kan akıtmaktan daha makbûl bir amel işlememiştir. O kesilen kurban, kıyamet günü boynuzları, kılları ve tırnakları ile Allah’ın huzuruna gelecektir. Kesilen kurbanın kanı yere düşmeden, Allah katında yük-


Makale ve Analizler - 2019

63

sek bir mertebeye çıkar. Artık kurbanlar hakkında gönlünüz hoşnut olsun.” (İbni Mâce, Edâhî, 3; Tîrmizî, Edâhî, 1) buyurulmaktadır. Kurban, İslam’da sosyal yardımlaşma ve dayanışma örneğinin en iyi ve en somut şekilde görüldüğü bir ibadettir. Yeryüzünde her gün yüz binlerce hayvan kesilmekte ve bunlardan çoğunlukla, zengin kimseler yararlanmaktadır. Hâlbuki kurban ibadetinde, kesilen kurbanlardan daha çok, fakirler ve ihtiyaç sahipleri yararlanmaktadır. Zira bir hadiste de işaret buyrulduğu gibi (Buhârî, Edâhî,16), kesilen kurbanın eti üçe taksim edilir; üçte bir kısmı fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine verilir, üçte bir kısmı aile fertleriyle yenilir, üçte bir kısmı ise komşulara, akrabalara ve misafirlere ikram edilir. Kurban, zenginlerde infak, paylaşma ve cömertlik duygularını geliştirir, fakirlerde ise zenginlere karşı oluşan önyargıları yok eder; zenginlerle fakirler arasında karşılıklı sevgi, saygı ve muhabbet duygularını geliştirerek, toplumsal huzuru ve barışı sağlar; yine bu bağlamda kurban “sosyal adalet”in gerçekleşmesini sağlar. Kurban, insanın yardım etmesini kolaylaştırarak dünya malına olan tutkunluğunu önler. Fakirlere bir dayanak olur, onları hayata bağlar. Kurban; toplumda kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu canlı tutar, kurulan sofralarla komşuluk ilişkilerini pekiştirir, yapılan ev ziyaretleriyle zenginleri ve fakirleri kaynaştırır, böylece aralarındaki haset duygusunu tedavi eder . Kurban, toplumun tamamını kucaklayan potansiyel bir güç kaynağıdır. Onunla ekonomik hayat canlandığı gibi, yine kurban neticesinde oluşan imkânlarla ihtiyacı olanların ihtiyaçları giderilerek içtimaî bir dengelenme sağlanır. Kurbanlık hayvanları yetiştirenler, alanlar, satanlar, nakliyesini ve kesim işini yapanlar, derisini alıp satanlar, kasaplar, yem tüccarları vs. birçok insan bu vesile ile para kazanmakta ve geçimini temin etmektedir. Ayrıca kurban ibadeti, yeni hayvan soylarının yetiştirilmesine imkân sağlayarak hayvancılığın gelişmesini sağlar. Peki Kimler Kurban Kesmelidir? İslam’a göre zengin sayılan kişiler kurban kesmekle mükelleftir. İslam’a göre zengin ise, asli ihtiyaçlarını (oturulan ev, evde kullanacağı zorunlu eşyalar, binek, iş elbise ve eşyaları, yazlık-kışlık elbiseleri, bir yıllık yiyecek-içecek malzemeleri) karşıladıktan sonra 85 gr altın (266,00×85=22.000,00TL) değerinde para veya malı bulunan kişilere denir. Zekâtta olduğu gibi, kurban 85 gr altın değerindeki( 07 Ağustos 2019 verilerine göre 266,00×85=22.000,00TL) para veya malın üzerinden bir sene gibi bir müddetin geçmesi şart değildir.


64

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kurban kesmek Hanefiler göre vacip (Farz değil ama farza yakın bir ibadet), diğer mezheplere göre müekked (Hz. Peygamberin terk etmeden yaptığı bir uygulamalar) sünnettir. Kurbanlık Hayvanda Bulunması Gereken Şartlar: Kurban edilecek hayvanlar, koyun, keçi, sığır, manda ve devedir. Vahşi hayvanlardan kurban etmek caiz değildir. Koyun ve keçinin bir yaşını dolduranı kurban edilir. Ancak altı ayını doldurmuş olan kuzu annesinden ayırt edilemeyecek kadar gösterişli ve semiz ise kurban edilebilir. Sığır ve mandanın iki, devenin ise beş yaşında olanı kurban edilir. Koyun ve keçi bir kişi adına kurban edilebilir. Sığır ve deveye ise birden yediye kadar kişiler ortak olabilir. Ancak ortaklardan her biri Müslüman olmalı ve kurban niyetiyle ortaklığa girmiş bulunmalıdırlar. Et yeme maksadıyla ortaklık kurulursa veya birisi et yeme maksadıyla ortaklıkta bulunursa hiç birisinin kurbanı yerine gelmiş olmaz. Sığır veya deveyi kurban etmek üzere ortaklık kuranlardan her birinin vacip olan kurban niyetleri şart değildir. Ortaklardan bazısı vacip olan kurban, bazıları nafile, bazıları keffâret kurbanı, akîka kurbanı gibi değişik niyetlerle ortaklıkta bulunabilirler. Yaradılıştan boynuzsuz, burma, yenini yiyebilen delirmiş hayvan, çok zayıflamamış olan uyuz hayvan, yaradılıştan kulakları küçük olan hayvan, dişlerinin azısı düşmüş veya dişleri olmadığı halde yemini yiyebilen ve otlayabilen hayvanlardan kurban etmek câizdir. Bir veya iki gözü kör, kemiğinde ilik kalmayacak kadar zayıflamış, kesileceği yere gidemeyecek derecede topal, kulak veya kuyruğunun yarıdan fazlası kesilmiş veya kopmuş, boynuzunun çoğu kırılmış, memesi kesilmiş, yavrusunu emziremeyen, memesi kurumuş veya memelerinden birisi sütten kesilmiş olan koyun-keçi ile, ikisi sütten kesilmiş sığır-deve, dört ayağından biri kesilmiş olan hayvan, burnu kesilmiş, pislik yiyen hayvanlar etindeki pislik temizleninceye kadar tutulmamış ise kurban olmazlar. Kurbanın Vakti: Kurban, eyyâm-ı nahr (Kurban kesme günleri) denilen Zilhicce ayının (2019 yılı için Ağustos ayının 11.12.ve 13.günü) onuncu, on birinci ve on ikinci günleri kesilir. Onuncu gün kesmek daha faziletlidir. Zilhiccenin onuncu günü ikinci fecirden (Ülkemizde sabah ezanı ile başlar) sonra Zilhiccenin on ikinci günü güneş batıncaya kadar geçen zaman içinde gece ve gündüz kurban kesilebilir. Ancak geceleri kesmek mekruhtur (hoş karşılanmamıştır). Kurbanın Kesilmesi:


Makale ve Analizler - 2019

65

1-Hayvanı elinden gelirse, kurban sahibinin kendisinin kesmesi güzeldir. Kendisi kesemezse, vekalet vererek başkasına kestirir. 2-Kurban kesmek için bıçak önceden bilenip hazırlanır ve hayvanın göremeyeceği bir yere konulur. 3-Kurbana kesimden önce yem su verilmeli eziyet edilmemelidir. 4-Sonra hayvan ayakları ve yüzü kıbleye gelecek şekilde sol tarafına yatırılır. Hayvanın sağ arka ayağı serbest kalmak şartıyla diğer ayakları bağlanır. 5-Bundan sonra tekbir (Allahu ekber Allahu ekber. Lâ ilâhe İllâllahu vallahu ekber. Allahu ekber ve lillâhil hamd. Anlamı:Allah her şeyden yücedir, Allah her şeyden yücedir. Allah’tan başka ilâh yoktur, Allah her şeyden yücedir. Allah her şeyden yücedir, hamd sadece O’na mahsustur) ve tehlil (Lâ İlâhe İllallah” (Allah’tan başka ilâh yoktur) getirilir. Arkasından “Bismillâhi Allâh’u ekber” denilerek, hayvanın boynuna bıçak vurulur. Nefes ve yemek boruları ile şahdamarı denilen iki ana damarı kesilir. Hayvan soğumaya bırakılır, kanının akması beklenir ve sonra derisi yüzülür. Kurban Etinin Dağıtılması: Kurban kesen kişi kestiği kurbanın etinden yiyebilir, bakmakla yükümlü olduğu ailesine yedirebilir. Bunun yanı sıra bir kısmını maddi durumlarına bakmaksızın akrabasına ve konu komşusuna, bir kısmını da kurban kesemeyen ve muhtaç durumda olan insanlara ikram eder. Kurban etlerinin üç kısma ayrılması; bir bölümünün kurbanı kesende kalması, bir bölümünün eşe dosta, diğer bölümünün de fakirlere verilmesi müstehap (hoş karşılanmış, tavsiye edilmiş) kabul edilmiştir. Fakat kurban kesen kişinin ailesinin kalabalık olması ve maddi durumlarının iyi olmaması durumunda etin az bir kısmını dağıtıp geri kalanını ev halkı için ayırmasında bir sakınca yoktur. Bu durumda olanların etin tamamını kendileri için ayırması da yasak olmamakla birlikte yardımlaşma ve dayanışma ruhunun tamamen yok olmaması için en azından bir kısmının muhtaç durumda olan insanlara dağıtılmasında fayda vardır. Kurbanın derisi, kurbanın bir parçası olduğundun satışı caiz değildir. Kasaba kesim ücreti olarak verilemez. Derisi satılırsa sadaka olarak verilmelidir. Kurbanın derisi ya evde kullanılmak üzere sergi ve seccade olarak kullanılır. Yahut da İslam’a ve Müslümanlara hizmet eden hayır kurumlarına verilir ve ya fakir bir Müslümana verilir. Bunun dışındaki yerlere kurban derisini vermek sorumluluk gerektirir. Arefe Günü Yapılması Tavsiye Edilenler:


66

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

1-Arefe gününün sabah namazının farzından sonra teşrik tekbirleri getirilmeye başlanmalıdır. 2-Arefe günü oruç tutulmalıdır. 3-Arefe gününe hürmet edilmeli, günaha girmemeye dikkat edilmelidir. 4-Arefe günü çok dua ve istiğfar edilmelidir. 5-Kabirler ziyaret edilmeli, Kur’an okunmalıdır. Bayram Gecesi ve Günlerinde Yapılması Müstehap Olan Şeyler : 1-Bayram gecelerini dua ve ibadetle ihya etmek, kaza namazı kılmak, Kur’an okumak ve Allah Teâlâ’dan af ve mağfiret dilemek. Çünkü duaların makbul olduğu gecelerden birisi de bayram geceleridir. 2-Bayram sabahı erken kalkarak yıkanıp temizlendikten sonra namaza gitmek. 3-Güzel koku sürünmek, temiz ve yeni elbise giyinmek. 4-Gücü yetiyorsa namaza yürüyerek gitmek. 5-Güler yüzlü ve sevinçli görünmek. 6-Yoksullara çokça sadaka vermek. 7-Bayram namazına giderken yolda tekbir getirmek. 8-Kurban kesecekse kurban etinden yiyinceye kadar oruç tutuyormuş gibi bir şey yiyip içmemek. 9-Çoluk çocuğuna bolluk göstermek, hediyeler vermek 10-Başta anne-baba olmak üzere akrabalar, komşular ziyaret etmek, büyüklerin ellerinden öpmek, küçüklere hediyeler vermek, 11-Küskünlerin barışması, barıştırılması İslam’ın tavsiyeleridir. Teşrik Tekbirleri: Arefe günü sabah namazından itibaren bayramın dördüncü gününün ikindi namazına kadar, yirmi üç farz namazının arkasından birer defa “Allahu ekber Allahu ekber, Lâ ilâhe illallahu vallahu ekber. Allahu ekber ve lillahi’l-hamd” diye tekbir getirilir ki, buna “teşrîk tekbiri” denir. Anlamı şöyledir: “Allah her şeyden yücedir, Allah her şeyden yücedir. Allah’tan başka ilâh yoktur. O Allah her şeyden yücedir, Allah her şeyden yücedir. Hamd Allah’a mahsustur.” Arefe gününün sabah namazından itibaren bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar yirmi üç vakit farz namazların peşinden, selâmdan sonra bu tekbiri bir defa getirmek vâciptir.


Makale ve Analizler - 2019

67

İster cemaatle, ister yalnız başına namaz kılan, kurban kesen veya kesmeyen, yolcu olan veya olmayan kadın-erkeğin; farz olan her namazın peşinden Teşrik tekbirlerini getirmeleri vaciptir. Her gün ağzımızın tadı biraz kaçıyor. Eski bayramları özlüyoruz millet olarak. Gelin bu bayramı bayram yapalım. Kurbanı Allah’a yakınlaşma vesilesi kılalım. Allah’ımıza kurban olma samimiyeti gösterelim. Son olarak; Üstat Abdurrahim KARAKOÇ’a kulak verelim: Ana, bu bayram mı? . Aman çok ayıp Çocukken gördüğüm bayramlar hani? Mübarek elleri öpüp, koklayıp Yüzüme sürdüğüm bayramlar hani? Hani ya o özlem, hani ya o tad? Ne dışım kaygusuz, ne içim rahat Haftalar öncesi her gün, her saat Babamdan sorduğum bayramlar hani? Nur yağan geceler, gündüzler nerde? Neşe paylaştığım öksüzler nerde? Dost yollar, dost evler, dost yüzler nerde? Huzura erdiğim bayramlar hani? Kar çiçeğim solmuş kar yatağında Can verir ırmağın dar yatağında Arife gecesi yer yatağında Üstüme serdiğim bayramlar hani? Bayram demek takvimdeki yazı mı? Bayram hasret, bayram ağrı, sızı mı? Açıp yüreğimi, yumup gözümü Özüne girdiğim bayramlar hani?


68

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Bayram af günüdür, barış günüdür Bayramlar rahmete giriş günüdür Bayram, Hak menzile varış günüdür Gönlümü verdiğim bayramlar hani? (Suları Islatamadım) Hepinize hayırlı bayramlar…


Makale ve Analizler - 2019

69

Kurban Bayramımız Kutlu Olsun Murat ULUTÜRK

Soydaşlarım, Ülküdaşlarım, Yoldaşlarım, Bir dağ var! Bulgaristan’ı ikiye bölen Adı Koca Balkan. Koca Balkan’ın şanlı tepesi ŞİPKA’dan sert rüzgâr eser, alır götürür TÜRKÜN SESİNİ, taa Rodop dağına ulaştırır. Bir derya var! Adı TUNA, Hatırlatır cihana Türk’ü. Üç de nehir akar hep birlikte anavatana, Tunca, Meriç ve Arda Kıvrım, kıvrım akarak Ana-Vatana doğru hızla ilerler Selam getirir Akıncılar yurdu, Evlad-ı Fatihandan. Tuna Karadeniz’e akarak İstanbul’da BULTÜRK’e ulaşır. NEDEN BULTÜRK; Başarıya giden yolu gösterdiği için, Gelecekte huzura mutluluğakoştuğu için, Doğruyu eğriyi anlamamızı sağladığı için, Değerlendirme olanağını doğru verdiği için, Yaşanılan tüm olayları önceden görmemi sağladığı için, Savaşmaktan ve doğruları söylemekten çekinmediği için, Yaşanılan tüm duyguları önceden tablolara döktüğü için, Yaşamın her döneminde, savaşmam gerektiğini öğrettiği için, Her dönemde bizlere gençlere UMUT IŞIĞI’nı gösterebildiği için, AHLAKTAN, ADALETTEN, HAK ve HUKUKTAN Ayrılmadığı için, Hayatımızın gayesi her şey BÜYÜK TÜRKİYE HAYALİ OLDUĞU İÇİN, Bulgaristan, Bir kalesi var! Silistra diyarı Tuna boyunda, Dünyada benzeri bulunmaz. Bir de SİZ GÜZEL DOSTLARIM ve SEVDİKLERİM var,


70

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

BULTÜRK Leventleri Böyle güzel bir günde nasıl unutulur ki? Tüm okuyucularımıza, Kurban Bayramımızı, Türk Dünyası ve İslam Alemi başta olmak üzere, tüm insanlığa barış, huzur, bolluk bereket getirmesi ve *HEPİNİZE TÜM DOSTLARIMIZA* *HAYIRLI MUTLU VE HUZURLU BAYRAMLAR DİLERİZ*


Makale ve Analizler - 2019

71

Sahte Kimlik Oluşturma

Tarih 9 Ağustos 2019 Yazan: Rafet ULUTÜRK Konu: Bulgar kimliği ile yıldızımız neden uzlaşmadı? Ruslar XIX. Yüzyıla kadar kendi ülkelerinde kimlik siması oluşturmada çok başarılı olmuşlardır diyemeyiz, çünkü onların ruh halini belirleyen sosyal düzen kalıpları öyle yerleşmiş ki, değişiklik yapma olağanüstü zor olmuştur. Örneğin Rus toprak köleliği düzeninde toprak sahibi ile toprak kölesinin yer değiştirdiğine örnek yoktur. Rus ordusu 1877’i Nisanında Zviştov kıyısında Tuna’yı geçtiğinde daha önce karşılaşmadığı çok farklı bir dünya ile yüz yüze gelmiştir. Şöyle: köylüler hayvanlara, keçilere, koyun ve kuzulara, tavuklara ve ineklere sahip çıkıyorlar, onları Rus askerlerine vermiyorlarmış. Bu savaşın ilk kurbanları bu yüzden Sviştovlu çoban ve köylüler olmuştur. Onlar mal mülk sahibi olduklarından, güttükleri, ahırlarında ve sayalarındaki hayvanlar onların kendi malı olduğundan dolayı, sahip çıkıyorlar, koruyorlar, vermiyorlar. Rus askerler ise bunu anlayamıyorlarmış, çünkü onlar Bulgar köylüleri toprak kölesi sanıyor, hayvanların onların olmadığına inanıyor ve alıp kesip yemek isteyince, tepki aldıklarında, cana kıyıyorlarmış… Bu durum savaş sonuna kadar, Rus askerin ayak bastığı her köy ve kasabada devam etmiş ve “kurtarıcı” – istilacıya karşı kin, nefret, öfke ve hoşnutsuzluk ortamı oluşmuştur. Bu nedenle “olumlu” Rus simasının oluşturulmasına ilk adımların atılabilmesi için çok uzun bir yol alınması gerekmiştir. Knez Aleksandır Battenberg (1878 – 1896) ve Knez I. Ferdinnand Saksonya- Koburg – Gota (1887 – 1908), Çar Ferdinnad Saksonya- Koburg – Gota (1908 – 1918) ile III. Boris Saksonya – Koburg – Gota (1918 – 1943) Bulgaristan’da Rus “kurtarıcı” kimliğinin halka kabul ettirilmesi için önce işe Bulgar kiliselerindeki ayinlerde Çar II. Aleksandır’ın adının “kurtarıcı” olarak geçmesiyle başlamış, ardından da birçok ortak anıt müzesi – kilise inşa ediş, Rus Çarına övgü yağdırmak için kurulan bu kiliselerin birincisi daha 1878’de Yambol şehri yakınlarındaki “Bakacık” tepesinde Rus General Skobelev tarafından inşa ettirilmiştir. Plevne’de 1907’de hizmete açılan ve 31 bin Rus ve 7.500 Romen er ve subayın anıtı olan kilisenin adı “Sv. Georgidir.” 1877-78 Rus-Osmanlı Savaşında büyük çarpışmaların olduğu Koca Balkan Güneyinde bulunan ve o zaman Osmanlıya bağlı olan “Doğu Rumeli Bölgesi”ndeki Eski Zara yakınlarındaki “Şipka” köyünde temelleri


72

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

5 Eylül 1879’da atılan, fakat kurulabilirliğine ilişkin Sultan izni 6 yıl sonra çıkan ve 1902’de kutsanan kiliseden sonra, 1924 yılında Sofya’daki “Aleksandır Nevski” ve daha sonra açılan irili ufaklı kiliseler Bulgar halkına Rus egemenliğini kabul ettirmek amaçlı güçlü etki merkezleri olarak kurulurken, yeni Bulgar kimliğini oluşturma merkezleri olmuştur. Kiliselerle birlikte “kurtuluş” sonrası Bulgar kimliğinin oluşturulmasında 1934’te hizmete açılan “Şipka Tepesi Anıt Kompleksi”, Sofya’da halk meclisi binası önündeki 5 m yüksek “At ÜstündeÇar II. Aleksandır” anıtı (1912), başkentin önemli kavşaklarından birinde yükselen “Rus Anıtı” v.b. törenler düzenlenirken önemli rol oynamıştır. 2019 yılının Ağustos ayında Bulgaristan’da en keskin tartışma konusu “Böyle bir devlet olamaz!” konusudur. Bu, Slavi Trifonov’un yeni siyasi partisinin ismi olacaktır. Ne var ki, isim olarak bu, k bir de Bulgaristan’ın dört bir yanının Rus kilise ve anıtlarıyla ve Sovyet asker heykellerine çok sıkışmış durumuna tepkidir. Asrın başlarında “Bulgar Halkının İyimser Teorisi” adlı kitabında, halk ruhu okuyucusu İvan Haciyski şunları kaydetmişti: “Bulgarlar, kendimizi küçümsemeye yarayan siyah gözlüklerle, Balkan’ın iki tarafında yaşayan ve bir parça ekmek için ruhunu satmaya hazır durumda bulunan, iki ayaküstünde duran, kanatsız hayvandır.” XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Rucer Boşkoviç ve Hans Dernşvan gibi seyyahlar Bulgarları şöyle anlatmıştır: “Ruhları ilgisiz, derin bir uykuya dalmışlar, bir gün gelir uyanacaklardır. Uyanış çağı “göz açtıklarına” işarettir. Kim elinden ne gelirse ve ne ile katkıda bulunabilirse bir şeyler yapmaya çalışıyor.” Rusların geldiği ilk yıllarda, birinci ve ikinci Bulgar devleti, kadim Bulgar kültürü vs unutturulmuştur. Bugün Bulgaristan’ın karma bölgelerinde –Dobruca, Deliorman, Gerlovo, Güney Doğu Rodoplardaki şehirlerin hepsinin adları, Hak Kubrat, Hak Krum, Han İsperih, Han Tervel vs. vs’dir. Bu isimler özellikler totaliter-komünist devletin eseridir(1973 yılından sonra) . Bulgar komita ve voybodolarına, uyanış çağı yazar ve şairlerine vs dönüş de 1934’ten sonra faşizm yıllarında belirmiştir. Botevgard, Levski grad, Rakovski vs şehir, kasaba ve köy isimleri o zaman şimdiki Bulgar kimliğinin önemli çizgilerinden biri olan Türk düşmanlığı, İslam düşmanlığı gibi zehirle doldurularak sahneye çıkarılmıştır. Ne ki Bulgar tarihinin Bulgar kahramanlar ve örnek simalar değerleriyle bina edilmesi duygusunu ilk his eden belki de Çiftçi Lideri Aleksandır Stanboliyski olmuştur.


Makale ve Analizler - 2019

73

Bu simaların yaratılması için gerçeklerin gizlenip unutturulması ve “kahramanların” günün boyasıyla boyanması ve parlatılması gereğini şu örneklerde görebilmişizdir: Öyle olsa da bizim Bulgar tarihinde aradığımız ortak değerler bulunmadan anlaşabilmemiz zor olacaktır. Örnekleyelim: Bulgarların “Milli kahramanı” Hristo Botev’le ilgili gizlenen gerçek şudur: Başbakan Aleksandır Stanboliyski hükümetinde (1919-1923) İç İşleri Bakanlığı Genel Sekreteri görevinde bulunan ve 9 Eylül 1944 ‘ten sonra milletvekili seçilen av. Atanas Dobrevski, 1876 Mayısında “Milin Kamık” çarpışmasından sonra çete başı Hristo Botev’in ölüm olayını şöyle anlatıyor: “1921/22 yıllarında İç İşleri Bakanı Genel Sekreteriydim. Bir sabah özel kalem müdürüm, erkenden kapımı çaldı ve Vratsa şehrinden beyaz saçlı bir din adamının devleti ilgilendiren çok önemli bir konuda bakanla görüşmek istediğini ve beklediğini bildirdi. O gün Bakan Köstendil’e gitmişti ve işlere vekâleten ben bakıyordum. Odama bir tutanakçı da çağırdım ve beyaz saçlı papazın anlattıkları aynen kayda alındı: “Yıllardır Vratsa (Vraça) şehri kenarındaki “Pavalçe” köyünde papazım. Köylülerimden birisi, (ismi ve soyadı tutanakta yazılıdır) kısa bir süre önce, günahlarını af ettirmek istedi. Yaşlı, hastalıklı ve hareketsiz olduğundan dolayı ben evine gittim. Bana Türk zamanından bir gerçek bildiğini, çok canını sıktığını, bunu anlatıp günahtan arınmak istediğini paylaştı. Yıllardan 1876, Türk askerlerin “Milin Kamık” mevkisinde Hristo Botev çetesini bozguna uğrattığı zamanmış. Köyden 3 km uzakta bir sayası, koyunları ve onlara bakan bir çobanı varmış. Giysileri voyvoda olduğunu ele veren, sık siyah sakallı bir kişi gece yarısı sayaya gelmiş. Aç olduğunu söylemiş, sofra açmışlar, gecelemek istemiş, yatak açmışlar, fakat önce yarasını sarmak için taşıdığı sırt çantasını açmış. İçinden sargı bezi ve ilaç alırken, köylü çantanın altın dolu olduğunu görmüş, başı dönmüş, ansızın zengin olma hırsına kapılmış ve aynı gece uyurken Hristo Botev’in başını satırla kesmiş, altınları almış, cesedi bir eşeğe yüklemiş ve sayadan 1 km uzaktaki hendeğin yanındaki derin çukura atmış. Osmanlı’dan koptuktan yıllar sonra halk ve devlet için çok önemli bir kişiyi öldürdüğünü anlamış ve vicdan azabından kurtulmak için, günahlarının afını istemek için beni yanına çağırmıştı.” İç İşleri Bakanlığı olayı denetledi, şehirden 3 km uzakta köy, köy dışında saya, sayanın biraz ötesinde dipsiz bir in vardı. Hristo Botev’in kemiklerini bu inden çıkarmamız ise imkânsızdı, çünkü o dipsiz bir kuyuydu.


74

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

“Ben, Hristo Botev’in “Milin Kamık” çarpışmasında bir düşman kurşunuyla alnında vurulup şehit düşen bir halk ve devlet kahramanı simasının hayallerde ve fotoğraflarla anıtlarda bir dini sima gibi mavi ışıkla parlamasına engel olmak istemediğimden dolayı, bu gerçeği şimdiye kadar hiçbir kimseye anlatmadım” dedi ve durdu. Atanas Dobrevski 1971’de Valiko Tırnovo’da hayata gözlerini yummuştur. Bu olaya, bilgi olarak, Bakan yardımcısı, 1876’da “Milin Kamık” çatışmasında Romanya’dan gelen 15-20 çetecinin öldüğü, kellesinin Vratsa kışlası duvarındaki demir kazıklara geçirildiği ama aralarında şair Hr. Botev’in olmadığı eklenmiştir. 150 yıldan beri tekrarlanarak göklere çıkarılan, hele gerçekler unutulunca kahraman oldu. Okul kitaplarına girdi. Şiirleri öğrencilerini ezberledi. Binlerce okul, dernek, kültür evi vb “Hr. Botev” adı aldı. Türk, Osmanlı ve İslam düşmanlarının şairi oldu. Bu konuda kaleme alacağımız bir başka yazıda, Hr. Botev’in Rus Çarı II. Aleksandıra gönderdiği bir mektubu ve her ay kaç para ajan maaşı aldığını yazmayı vaat ediyoruz. Bu adamı bir Türk askerinin alnından tek kurşunla indirdiği binlerce defa yazılmış olsa da, bu detaylar gerçektir ve sahte simayı beslemek için uydurulmuştur. Gerçek ise, yukarıda okudunuz. Birbirini kesen Bulgarlar, birbirlerini kahraman, milli kahraman, uluslar arası kahraman ilan etmiş ve halkın parasıyla anıtlar dikmiş, yalan dereleri akıtmışlardır. Bir de Bulgarların diğer KAHRAMANI Vasil Levski’yi görelim. Komitadır güzel. Papazdır o da güzel. Öğretmenlik yapmıştır o da güzel. Bulgar İş Devrim Örgütü kurmuş ve Başkanı seçilmiş o da güzel. Özgürlük ve bağımsızlık istemiş ona da bir şey diyen yok. Fikir özgürlüğüne, vatandaşlarının kendi etnik dillerini kullanmalarına, her kesin kendi dilinde dua etmesine takılmayan Osmanlı Devleti, Vasil Levski’nin 1821’de zaferle sonuçlanan Yunan Devrim Programını alıp, Bulgarcaya tercüme ettirip yayınlamasına, yeni kurulacak Bulgar devletinde Türklere de haklarını tanıyacağı vaadine bulunmasına vb hiç kimse ona takılmamış. Bu komita başı Lovça’da devrim için para toplarken bir çocuk öldürmüş ve onun için tutuklanmıştır. Tutuklanırken teskeresindeki isim DERVİŞ’tir ona da kimse bir şey dememiş. Sofya’da yargılanmış ve çocuk öldürme suçundan idam cezası almıştır. O dönem komitacılara idam yokmuş, ancak Dıyarbakır zindanına gönderiliyorlarmış… Levski 1873 yılında hayatına kıymıştır.


Makale ve Analizler - 2019

75

Fakat 1877-78 Rus Osmanlı Savaşından sonra bakalım Vasil Levski’nin Karlovo şehrinde yaşayan ailesinin durumuna, muhtarlığın, papazın, zenginlerin ve şehrin Bulgar esnafının bu aileye olan ilgisine: Vasil Levski ailesinin hayat öyküsü gizlenmeyip anlatılsa günümüzde kendini bilmeyip Türklere karşı boş boş konuşanlara ibret dersi olabilir. Bulgar tarihinin hürriyet havarisi olan Levski’nin annesi (Ginka Kunçeva) – 4 çocuk anası, 27 Ocak 1878 tarihinde kendini kuyuya atarak canına kıymıştır. Nedeni, kızı Yana’nın çocuklarına bakacak hali olmayışı, “Şipka” Savaşından bir gözü kör ve bir bacağı kesik dönen kuçük oplu Petır ortada da kalmış. Ne devlet, ne muhtarlık, ne yerli Bulgar zenginler, ne de yerli Bulgar zanaatçılardan herhangi biri ona el uzatmamış, iş göstermemiştir. O yıllarca Karlova merkezindeki 1475 yılında inşa edilen “Kurşun Cami” kapısında oturmuş ve yıllarca önüne koyduğu tasa atılan akçelerle geçinmiştir. Bir kapıda iki dilenci olmaz atasözümüze rağmen, Vasil Levski’nin babası 3 yıl aynı kapıyı çalmıştır. Eşinin ve oğlunun Karlovo Bulgar kamuoyu tarafından kabul edilmediğini, sanki insanların Osmanlı yıllarına ve düzenine geri dönülmesini istediğini duyumsayan ve ah ben nasıl evlat yetiştirmişim feryadına kapılan Ginka Kunçeva, bugün de Müze Evi olan avlusunda duran kuyuya atlamış ve hayatına kıymıştır. Şehir papazı, hayat yolunu kendi kesenlere ayin okunmaz, haçlı mezarlıkta naaşına yer yoktur, deyince naaşı ortada kalmıştır. Bu yüzden Levskinin annesi Ginka Kunçeva’nın mezarı Müslüman mezarlığı kenarından akan dere boyunda bir hendeğin kenarındadır. Bugün Karlovo kentinde V. Levski Müze Evi avlusunda bulunan ve tarihi kimseye anlatılmayan kuyu – Bulgarların milli yüz karasıdır. Bu yüz karası son 5 yılda çok büyüdü. Karlovo Belediyesi “Kurşun Camiyi” gasp etti. Plovdiv Mahkemesi kararlarına rağmen geri vermedi vermiyor, onarılmasına dahi izin verilmiyor. Biz tarihsel gerçeklerin şu gizlenen sayfalarını aştıkça bu işlerin hepsi birer birer çözülecektir. Böyle yaratılan sahte kahramanlarla milli kimlik kurulamadığı gibi milli devlet de kurulamaz. Tarihten ortak milli değerleri, adalet örneklerini birlikte bulup çıkarmalıyız. Okuyanlara teşekkürler Paylaşanlara sağlık dilerim.


76

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

Reket

77

Tarih: 10 Ağustos 2019 Yazan. Ertaş ÇAKIR Konu: Devrimci reketle başlayıp halkın boynunu sıkanlar. Sayın Rafet Ulutürk, Bulgarların kendi uyanışları ve kimlik değerleri konusunda yürüdükleri yol olağanüstü uzun ve dikenlidir. Son 2 yazınızı ilgiyle okudum. Tabii siz devamında, yeni bölümlerinde bu kimlik oluşumu ve biçimlenmesi içinde, Türklerin etkisine de özel olarak değinirsiniz. Anlaşılan Vasil Levski iyi Türkçe biliyor muş ki, Türklerle dostluk etmiş, Türk evlerinde kalmış, Tuna nehrini hep aynı Türk kayıkçının, Kemal Bey’in teknesine binerek geçmiş, yani ona güvenmiş. Belki, bu işler o yıllarda baştan sona gizli olduğundan dolayı, insanlar birbirlerinin ne işle meşgul olduğunu, devrimci örgütlenme işlerinin içinde kimin hangi işte ne görev aldığını pek bilmiyor olabilirler. Fakat işin içine para girdimi işler, ilişkiler, münasebetler değişiyor tabii. Ben yıllar önce, Deniz Metodiev adında bir yazarın “Levskiye adanmış derlemelerine” göz gezdirmiştim. Orada dikkatimi çeken, işaret ettiğim olay 1860’lara, 70’lere ait. Sizin Levski’nin annesi Ginka Kunçeva’nın intihar olayında işaret ettiğiniz gibi, Bulgarların o yıllarda Levski’ye ve ailesine karşı tutumu ortaya çıkıyor. Başka bir kitapta Levski bazen eve dönerken, o zamanlar adı “Aşarı Mahalle” olan Bulgar sokağından değil, de Karlovo’da Türklerin yaşadığı Stryama (Göksu) ırmağı üzerindeki “Araplı Köprüsü”nden geçmesi ilgimi uyandırmıştı. Anlaşılan, Levski hafiyelik yapan Bulgarlar tarafından ele verilmekten korkuyormuş. Anlatmak istediğim, “reket” – devrimci koruma vadiyle ve devrim için insanlardan para toplama konusuna geçmezden önce, yazınızda eksik bulduğum Vasil Levski ailesi ve özellikle kardeşlerinden Petır’ın hayat öyküsüne biraz daha detay taşımak istiyorum. O zaman “reket” konusu ve toplum üzerindeki etkileri de daha iyi anlaşılacaktır görüşündeyim. “Ailenin küçük oğlu olan Petır, milli kurtuluş hareketine baş koyan, ağabeyi Vasil’e devrimci ve havari etkinliklerinde etkin yardım eden, fırtınalı yılarda ise, hatta Hristo Botev çetesine katılan gençlerden biridir. Vratsa (Vraça) Balkanındaki o çarpışmalarda ağır yara almış, tutuklanmış ve ömürlük hapis cezasıyla Diyarbakır’a gönderilmiştir. Nasıl olduysa işte, Diyarbakır Kalesinden kaçmış ve Rusya’ya geçmiştir. Halk gönüllüsü birlikleri saflarında katıldığı Kocabalka’nın “Şipka Tepesi” Süleyman Paşa güçleriyle çarpışmalarda kafasından, göğsünden ve bacağından ağır yara almıştır. Tedavi için Ukrayna’nın Harkov şehrindeki askeri hastaneye götürülmüş, cerrahlar kangrenleşen sağ bacağını kesmek zorunda kalmıştır. 3 Mart 1878 San Stefano (İstanbul-Yeşilköy) geçici Barış Protokolü’nün imzalanmasından sonra, bir gözü görmez, kulakları ağır, tek bacaklı, vebaya yakalanmış bedbaht bir halde Karlovo’ya dönmüştür. Karlovo’da hiçbir kimse, idareciler ve yerli dilini yutmuşlar, onun özürlü bir erkeğin geçinmesini sağlayacak bir iş başvurusunu her defasında yanıtsız bırakır.


78

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgar Prensliğinde ve Doğu Rumeli’de durum değişmiş, eski hademeler kısa sürede mal mülk sahibi olmak için kudurmuş ve insan halinden anlamaz olmuştur. 1881’de vebadan hayata gözlerini yumana kadar cami kapılarında el açarak geçinmeye çalışan, hayatını halkın özgürlüğü hayallerine kurban eden Petır Kunçev’in öyküsü, hemşirelerinin onu, ailesini, yakınlarını kabul etmemesi, kadere terk edilmiş bir şekilde aç susuz, gelirsiz geçimsiz ortada bırakması çok düşündürücü bir ibret olayıdır. Halkın devrimcilik taslayıp balkana çıkanlardan, bayrak sallayıp para toplayanlardan yüz çevirmesi, Rusları da kabul etmediği, ruhunun kaynadığı ve Osmanlı’dan kopmak istemediğine en kesin kanıttır. Türklerle Bulgarların iyi komşuluk ortamında yaşamaya devam ettiği ortam 30 yıl havasını korumuş ve esasız yeniliklere kapı açmamıştır. Levski ve yakınları unutulmuş, hatta bugün Müze olan V. Levski evinin üzerinden yol geçirilmesi kararı alınmış ve çizimler yapılmıştır. Karlı ova anlamına gelen Karlova şehrinin ismi “Levskigrad” olarak değiştirilse de yerli Bulgar ve Türkler imza toplayarak yine Karlı Zade lala Ali Beyin adına döndürülmesini sağlamayı başarmışlardır. Burada birçok soru birbirine eklidir, bağlıdır ve zincir halkaları gibi birbirinin devamıdır. Ağabeyi Vasil bu kasabada papazlık, komşu köy Voynyagovo’da öğretmenlik yapmış, Hacı Dimitır çetesi bayraktarı olmuştu. Bulgaristan Halk Kurtuluş İç Hareketi Merkez Komitesi Başkanlığına yükselmişti. Sonunda Sofya Askeri Mahkemesinde yargılanmış ve hayatına kendi iradesiyle son vermiş olsa da, doğup büyüdü kasabadaki tüm Bulgarların ve ailelerin, soyların, akranların, akrabaların ve idarenin kendilerinden yüz çevirmesini hak edişini anlayıp anlatmak hem çok zor, hem de çok anlamlıdır. Savaştan sonraki ilk yıllarda Bulgarların Osmanlıdan kopup düzenlerinin bozulmasını istemediğini düşünmemiz doğru olabilir mi? Yoksa belirsizlik içinde herkes birbirinden çekinir ve korkmuş durumda olduğundan bu kadar sert davranılmıştır. Üstelik sen “Ruslar için savaştın, onlara el aç” diyen de olmuştur. Bulgar esnafın Rus İmparatoru’na bağlanmayı kabul etmeyişi de bu şekilde dışa vurmuş olabilir. Şöyle düşünmüş de olabilirler. Ağabeyin Vasil “devrim için o kadar para topladı, sonra kendine kıydı, paralar kime kaldı? Hani gün gelir, geri verecekti!” sorusu da ağır basmış olabilir diye düşünüyorum. Osmanlı çok merhametli bir toplum düzeni kurmuştu. 500 yıl Türklerle beraber olan Bulgarların birbirlerine karşı daha ilk günden birbirine karşı bu kadar merhametsiz davranması akıl erir gibi değil. Sigara olsa ve aynı ortamda içilse insanın üstüne sinerdi… Çar Ferdinand, 1903’te Karlovo’da Vasil Levski anıtı temellerini atmış olsa ve 1907’de anıt açılsa da şehrin ruhu değişmemiştir. Her yıl yapılan Levski’yi anma devlet törenlerine toplanan devlet erkanı, Osmanlı’nın son döneminde bölge idarecisi olan, 1876 Nisan Ayaklanmasını bastıran, Klisura şehrini ateşe veren, Koprivititsa asilerini tutuklayan, Panagurişte isyancılarının Bayraktarı Rayna Kreginya’yı tutuklayan ve evinde konuk eden, bölgede nizam sağlamak için askeri güç kullanan, halen sendikalar merkezi olara kullanılan Tosun Bey’in Konağı devlet konuklarını karşılama ve uğurlama mekanı olarak kullanılıyor. Bu şehrin en gözde binalarından biri de Ali Bey Vakfı tasarruflarıyla 1485’te hizmete açılan “Kurşun Cami”, Karlı Zade la la Ali Bey tarafından kurulan bu şeh-


Makale ve Analizler - 2019

79

rin incisidir. Ne yazık ki, günümüzde milliyetçiler tarafından yönetilen şehirde belediye tarafından gasp edilmiş ve kapıları kapalıdır. Bulgar milli duygusu kapitalist topluma aittir. Karlova gibi Balkan altı şehirlerde 1850’lerden sonra Bulgarlar arasından kapitalist üretim ilişkileri gelişmeye başlamış, esnaf ve tüccarlar milli Pazar oluşturma hevesinde, özgürlük ve bağımsızlık bayrağını bu şehirde dikmiştir. Osmanlı da, zamana ayak uydurarak, Bulgar kavmine hem kapitalist (sermaye sahibi) hem de el kol emeğini satan işçi, amale, zanaatçi veya aydın papaz ve öğretmen olma hakkı ve özgürlüğü tanımıştı. Şehirde, gülcülük, lavanta üretimi, bağcılık, sebze üretimi ve hayvancılık sanayi işletmelerine ham made vermiştir. Bulgaristan’da ilk pamuklu, ipekli dokumacılık ve el işlemeli halıcılık burada yaygın haldedir. Fakat devrime açılan yol parayla yürünecekti. Gerekli olan parayı, Sırp’tan, Rus’tan, İngiliz ya da Alman’dan borç olarak değil, halktan toplama fikri V. Levski’nin aklına İstanbul’da esmiştir. O istenilen parayı vermeyenlerin sorusuz sorgusuz idam edileceğini açıklayan kişidir. Hem de milli devrim için gerekli ilk parayı 1868’de Osmanlı İmparatorluğu Devlet Konseyi üyesi olan İvanço Hacı Pençoviç’ten talep etmiş ve şöyle almıştır. 1822’de Rusçuk’ta dünyaya gelen ve 1945’te Paris’te hukuk öğrenimini tamamlayan Hacı Pençoviç, 1817’den 1857’ye kadar Rusçuk (Ruse) belediye meclisi üyesinin oğludur. 1865’te Rusçuk valisi olarak Mithat Paşa’nın atanmasıyla, kendi aralarında Fransızca konuşan ve Osmanlığının dönüşerek değişimini evrim yolunda gören, Rusçuk eyaletinde Türk ve Bulgar çocuklarının aynı okullarda eğitilmesi gereğine inanan bu iki aydın devlet adamı arasındaki fikirsel yakınlaşma, Tuna şehrinde bir Türk-Bulgar Okulu kuruculuğunda pekişmiştir. 1868’de Mithat Paşa Osmanlı İmparatorluğu Devlet Konseyi Başkanı olarak yeni görevine atandığında, Rusçuklu dostunu unutmamış ve Devlet Konseyi üyesi olarak göreve buyur etmiştir. Nihat Paşa Hacı Pençeviç Dostluğu İstanbul’da devam etmiştir. İşte böyle bir ortamda 28 Ağustos 1872’de Vasi Levski İvanço Hacı Pençoviç’le şöyle tanışmıştır. Levski bir iş için İstanbul’dadır. Huzurlu bir evde gecelemesi gerekir. Büyük Ada’da oturan Hacı Pençoviçi bulur, güler yüzle karşılanmasa da, evinde konaklar. Vevski, komite kurduklarını mali yardıma ihtiyaçları olduklarını anlatır ve ev sahibinden 80 lira yardım talep eder. Pençoviç 100 lira verir ve buna karşılık Levski kendisine bir imzalı makbuz ve bir rozet verir. Bunlar devrimci davaya yardımda buluna tapudur. İvan Hacı Pençoviç Bulgaristan milli kurtuluş davası için kendisinden para istenen “reket” gören ilk kişidir. Parayı vermezse öldürüleceğini bilir. Bunlar binlerce kişidir. Levski, “devrimci reket” usulüyle makbuz karşılığı 4,5 kg altın toplamıştır. Fakat altın toplayan komitacılar 25 kişidir. Ötekilerden hiç biri hiç kimseye rozet ve makbuz vermemiştir. İnsanlar boğazına pıçak dayayarak “devrim için” para toplayanlardan biri olan Loveç (Lovçalı) Marin Popnikalov Loveç Devrim Komitesi üyesi olarak topladığı 1 364 adet altınla tutuklanmış ve mahkemeye verilmiştir.


80

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bulgar Milli Devrim Hareketinin insanları ölümle tehdit ederek zorla para toplamasına “reket” denmiştir. Bu işten çok insanın canı yandığı için Karlovo esnafının Levski hanesine, kardeşi Petır, Babası ve anasına karşı kesin dışlayıcı tutumu bundan da kaynaklanabilir. Bu, XIX yüzyıl sonunda Bulgar nüfus içinde beliren güvensizlik nedenlerinden de birisidir. “Bulgar’dan ödünç para alınmaz!” “Bulgar’a ödünç para verilmez” gibi Türk atasözleri de o zaman belirmiştir. Böyle durumlarda kullanılan “arkasını arama” değimi de yaygındır. Bu vasfın Bulgar dilindeki adı “reket” olup, kimi yerde devlet idaresinden kişilerle bağlantılı olan zorbacı gruplar tarafından gerçekleştirilen, koruma vaadine karşı şiddet kullanarak para toplamaktır. “Reket” şiddeti uygulayanlara idam cezası Osmanlıda olmadığı gibi günümüzde de yoktur. Bu şahıslar dış devletlere ajanlık yaptığından dolayı komitacı cezalandırılamaz şayiası alıp yürümüştür. 150 yıllık Bulgar tarihinin psikolojik analizine bakarsak halkın, kamuoyunun yasa dışı işlere tepkili olduğunu görürüz. Reket olayları Bulgar kişiliğine ana çizgi olarak yerleşmiştir. 2019 yılında ülkenin en önemli sorunlarından biridir. Bu sene Bulgaristan’da yüz binlerce domuz öldürüldü. “Afrika vebası” aldı yürüdü. Geçen sene “veba” koyun ve keçileri sarmıştı. Avrupa Birliği önleyici tedbirlerin parasını önceden göndermiştir Paralar dağıtılmış ama ilaçlar gelmemiştir. Bulgaristan’da her işe adı karışan Ahmet Doğan’ın “Volf” temizlik, süpürme ve çöp taşıma firması Şumen ve Varna’da iki adet öldürülen hayvanları yakma merkezi kurmak için Bulgar devletinden 60 milyon leva para almış, ama merkezler kurulmamıştır. Bu nedenle öldürülen domuzlar yakılmıyor, oraya buraya gömülüyor. Bu olayı açıklayan ve devlete bildiren “NOVA TV” gazetecisi Ginka Şekerova ise işten atılmıştır. Yani “reket” olaylarının ardında olan devletin kendisidir. Karadayı’nın köyüne yapılan 10 milyon veva “dağ köşkü” yatırımı da aynı işlerdendir. F 35 amerikan uçaklarının alınmasına el kaldıran milletvekillerine kaşan bin dağıtıldığı ise henüz açıklanmamıştır. “Reket” bizim ayrık otumuzdur. Çingene çocuklarını okutmak için Avrupa 400 milyon Avro göndermiştir, çocukların hepsi cahil, paralar yutulmuştur. Köy ekonomimizi kalkındırmak için 10 senede gelen 7,8 milyar Avro da kayıplara karışmıştır. Bu olayların hepsinin adı dolandırıcılıktan, rüşvette ve kayıplara karışmadan önce “rekketir.” Parayı vermezsen git mezarını kaz anlamındadır. Bu olayı özellikle şiddetli bir şekilde 2007 ve 2008/9 yıllarında yaşadık. Eski partizanların torunları, 10 Kasım 1989’da Todor Jivkov devrilince “devrimci reketten” dedelerinin payını alamayınca, fidye için insan kaçırmaya başlamışlardı. Kişi başı birkaç milyon leva istiyorlardı. Çok vatandaş burunsuz ve kulaksız kaldı. 2019’da beliren yeni “elektronik reket” grupları doğrudan hükumeti devirmekle tehdit ediyorlar. Milli Gelir Ajansı (NAP) verilerini (5 milyon kişi, şirket ve kurum) indirip dış ülkeye çıkarınca, Borisov’tan saat saymasını istediler. Birinci işleri ele geçirdikleri kişisel verilerle “bankalardan başkası adına kredi çekmek” ve halkı borçlandırmak oldu. Levski zamanında başlayan “reketin” yeni adı halkı banka borçlarıyla boğmaktır. Osmanlı bu işlerle başa çıkmayı başarmış da günümüzde genel olarak yolsuzluk dediğimiz olay rapor ve dosyalara girmiş ve Birleşik Amerika Senatosu’na sunulmuş durumda. New York’ta açılan ilk Bulgar dolandırıcılık ve rüşvet yani “reket” davası 200 milyon Amerika doları üzerinden ve Hak ve Özgürlük Hareketi milletvekili ve Ahmet


Makale ve Analizler - 2019

81

Doğan’ın en yakın dostu Delyan Peevski hakkında açılmıştır. İncelemeye çalıştığımız olay Bulgaristan’da 150 yıl derin kökleri olan ve toplumu sürekli sarsan bir kötülüktür. Okuyanlara teşekkürler. Bu bela hepimizin başındadır… Paylaşınız lütfen.


82

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kolektif Kimlik

Tarih: 11 Ağustos 2019 Yazan: Rafet ULUTÜRK Konu: Bulgarların kolektif kimliği neden kurulamadı. Bulgar milli kimliğinin oluşma süreci Osmanlı imparatorluğu bağrında ve XIX. Yüzyıl ortalarında başlamıştır. Böyle bir şey olması gerektiğine gerekçe göstermek zordur. İnsanların giderek böyle bir şey olması gereği nesnel olarak ortaya çıkmıştır. Bulgar kitaplarda hayat öyküleri – “kahramanlıklar” -anlatılan ve halkın içinden çıktıklarına vurgu yapılan bu mert kişilere “haydut”, öncülerine de “voyvoda” demişler. Toplam sayları 52 olan bu asilerin birçokları için şarkılar söylenmiş, destanlar yazılmış ve hemen hepsi şöyle ya da böyle kitaplara gitmiş ve sayfalar kapmayı başarmışlardır. Okul kitaplarında adı geçen, hedefleri, silahları, katıldıkları çarpışmalar, mezar taşlarının ya da anıtlarının bulunduğu yerlere işaret edilenler: Hacı Dimitır, Panayot Hitov, İnce Voyvoda, Stefan Karaca, Delyo Voyvoda, Filip Totyo, Kapitan Petko Voyvoda ve başkalarıdır. Yaşadıkları dönem, Bulgar tarihinde XIX. Yüzyılın tam ortalarına rastlar, haydutluk yıllarından halkın kulağına küpe kalmasa da, o zamanlardan kalan “Türkün malını yemek helaldir” sözü bugüne kadar eskimemiştir. Bu yazımızda Bulgar kolektif (ortak) kimliğinin oluşmasını ve 3 defa kırılmasını 3 aşama olarak anlatacağız: 1) haydutluk; 2) komitacılık ve 3 isyan dönemlerini. 1.Haydutluk, (çeteci mücadelesi) Bulgar milli kimliğinin oluşmasında bir temel aşamadır. 1860’lı yıllarda gelişmiştir. Motifleri, kilise bağımsızlığı, Yunan papazların din merkezlerinden kovulması, ayinlerin ve kiliselere bağlı okullarda eğitimin Bulgar dilinde yapılması ve Yunan papazların zulmünün son bulmasıdır. Örneğin, Sliven’den Balkana çıkan Voyvoda Hacı Dimitir’in hedef sıralamasında, birinci hedefi, “adaletsiz ceza kesen” Osmanlı adalet düzeni ile hesaplaşmak, sarkıntılık yapan bir zaptiyenin kellesini uçurmak değil, 12 kişilik silahlı çetesiyle Tırnovo şehrini basmak ve Oradaki Yunan


Makale ve Analizler - 2019

83

Başpiskoposunu darağacına çekmektir. Onun derdi Türklerle, Hocalarla, Yargıçlarla, Valilerle değil, Bulgar kiliselerine çöreklenmiş Rum din manevi ve maddi baskısından kurtulmaktır. Onun için özgürlüğün anlamında olan kilise bağımsızlığıdır. Onun bu isteği, birkaç yıl sonra, 28 Şubat 1870 tarihinde Sultan Abdül Aziz’in çıkardığı bir Fermanıyla Doğu Ortodoks Kilisesinin Rum Hıristiyanlığından ayrılmasıyla çözülmüştür. Fakat 1840’ta dünyaya gelen ve 1868’de Koca Balkan’ın “Buzluca” Tepesinde 28 yaşında Osmanlı askeriyle savaşta can veren Voyvoda gerçekleşen emellerini görememiştir. Onun savaşı Türklerle, onların komşuluğu, adaleti ve yaşam tarzıyla değil, uyanan Bulgar halkının kendi dilinde uyanma, bilinçlenme ve iman etme özgürlüğüne ilişkindir. Yine aynı şehirden olan ve kız kardeşiyle miras davalı olan ve istediklerini alamayan Filip Totyo ise, adalet aramak için Balkan’a çıkmıştır. O,Bulgar uyanış devrinin tüm alçalma ve yükselmelerinden geçmiştir. Sonunda İstanbul’daki Rusya İmparatorluğu Büyükelçisi Graf İgnatievle bağlanmış, 1877 Nisanında Rus ordularının Tuna’yı geçecekleri uygun yerleri göstermiştir. Savaştaki cesareti ödüllendirilmiş, Voyvoda olarak eğitim aldığı Odesa’daki ev eşyalarını almaya giderken Romanya’da soyulmuş, tutuklanmış ve 6 yıl içerde kaldıktan sonra Sofya’ya dönmüş ve Millet Meclisi ona 200 leva emekli maaşı tesis etmiştir. Rodoplar’da “adalet dağıtan” Kapitan Petko Viyvoda için film çekildi. 1877’de Bulgaristan “kurtulduktan” sonra Bulgaristan’da kurtlar sofrası kurulduğunda Kapitan Petko Voyvoda yıllarca içerde kaldığı Varna zamanından sonra işsiz güçsüz, sefalet içinde sürünmüş ve Deliorman’da Türk esnafa sığınmıştır. Bu Voyvodaların hepsinin anıtı, sokak adı, tören alanı, müzelerde yeri, haklarında yazılmış kitaplar var. Fakat onların Bulgar halkının kimliğinin oluşturulmasında belirleyici olan uydurma delillerle dolu kitaplardan fazla etkili olan, çete bayraktarlarının dalgalandırdığı yeşil bayraklara altın sarısı sırma ile işlenmiş arka ayakları üzerinde dik duran başı taçlı aslandır. Bu aslan Bulgar Halkını sembolize eder. Bulgar ruhunu birleştiren ve yüreklendiren odur. Çetecilerin elindeki silahlar Rusya’da Tula şehrinde yapılmış, elbiselerindeki nakışlar bir zamanlar İsviçre’nin Alp Dağları “nda dolaşarak halkı koruyan Roben Hut’un elbiselerinden esinlenerek yapılmış, kalpaklarındaki Aslan rozeti de Romanya’da dökülmüştü. Burada halkın gönlüne kapan, Karlovo’da Mariya teyzenin, Koprivştitsa’da Rayna Kneginya’nın vb. elleriyle işlenen sarı sırma aslanda hayat hakkı bulan özgürlük Ruhu ve Bulgar halkının devletleşmeye yönelişidir. Bulgar milli kimliğinin oluş-


84

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

masını cıvıl cıvıl dolup taşan Bulgar okulları ve çarşı pazarda Bulgarca konuşulmasıdır. 1867’de Mithat Paşa Rusçuk bölgesine (Ruse) Valisi geldi. Byala (Aksu) ırmağı üzerine bir köprü kurulması gerekiyordu. Bulgar köprü ustası Kolyo Fiçeto’ya 700 bin kuruş ödeyerek “Byala Köprüsü” kurduran o oldu. 13 ayaklı bu köprü, daha önce yapılan köprülerden faklıdır, yüksek mimar ustalığı gösterilmiş ve yapımında geometri ve matematik kullanılmıştır. Bu olay da o yıllarda Bulgar ruhunun uyanmasında önemli rol oynamıştır. Mithat paşa usta Fçeto’ya “Mecidiye” nişanı ve 50 bin kuruş ödül vermiştir. Voyvoda ve haydutlar bir dünya imparatorluğu ile yüzleşirken davalarının hiçbir hedefine ulaşamamışlardı. O zamanların reform hamleleri ve dini haklar da bu arada, eğitim ve kültür hakları tanınması ve devletin yardım eli uzatması, haydutluk zamanını kısa sürede doldurmuş, onu lüzumsuz kılmış ve Bulgar halkının haydutlara bağladığı umutları kırılmıştır. 2. Komitacılık. Osmanlıdan kopmak için ortak Bulgar ruhu oluşturmanın 2. Aşaması komitacılıkla başlamıştır. Bu işin ideolojik mimarı Kotel (Kazan) köylerinde dünyaya gelen, Karlovo’da okuyan ve İstanbul Rum okulunda dünyevi ve yabancı dil eğitimi alan Gergi Sava Rakovski’dir. O, Voyvodalardan farklı olarak, milli kurtuluş davasının her halkın kendi davası olduğuna inanmıştır. Bu konudaki açık fikrini çıkardığı “Tuna Leyleği” gazetesine, “Ruslar bizi kurtarırsa, bizi Ruslardan kim kurtaracak” manşeti atmış, Belgrat’ta kurduğu “Legya” okulunda Bulgar gençlere askeri eğitim vermiş ve milli kurtuluş mücadelesinin komitalarda örgütlenmesi fikrini geliştirmiştir. Komitacılık Bulgar milli kimliğinin oluşturulmasında çok önemli bir aşamadır. Halkın eşkıya dediği komitacılar (çeteci) siyasi bir amaca ulaşmak için silâh kullanan gizli topluluktur. Bulgaristan’da komitacı teşkilatlanma İç Devrim Örgütü adı altında olmuş ve 1869-1872 yılları arasında etkin olmuştur. Dış güçlerden yardım istenmeden Osmanlıdan kopup bir bağımsız ve egemen Bulgar devleti hedeflerken, taktikte de 2 şeye imza atmıştır. Bir, dağ tepe dolaşarak, kendilerinden yüzlerce defa daha güçlü Osmanlı güçleriyle çatışmaya girme taktiğinden vaz geçerken, iki, Bulgar devrim hareketi merkezini de Romanya’dan Bulgaristan içine taşımıştır. Bölgeler halinde yatay ve Merkez Komitesi şeklinde de dikey örgütlenmenin başına Vasil Levski seçilmiş, 1872’de onun tutuklanmasından sonra da yerini art arda 3 kişi almış ve sonra dağılmıştır. Yakında açıklanan Rusya İmparatorluğu arşivlerinde, İç Devrim Örgütü


Makale ve Analizler - 2019

85

Merkez Komitesi’nin 25 üyesinden Başkan dışında hepsinin Rus İmparatoru II. Aleksandır’ın paralı Bulgar ajanlarından oluştuğu yeniden hayal kırıklığı oluşturmuştur. Bu konu, Bulgar Bilimler ve Sanat Akademisi Başkanı Grigor Velev’in birinci baskısı bir günde tükenen ve halen 2. Baskısı hazırlanan “Bulgar Milli Çıkarları ve Yabancı Hademeliği” araştırma eserinin Birinci Cildinde özellikle incelenmiş ve işlenmiştir. Komitacılar Bulgaristan’ı 5 devrimci bölgeye bölmüştür. Örgüt kendi gizli polis örgütünü oluşturmuş ve haberleşmeyi de kotlamıştır. Örneğin bu kotlamada bugünkü Botevgrat, Osmanlı döneminde adı “Orhaniye”, kod adı “ Eles Cutov” tur ve bu gizli merkezlerin toplam sayısı 17’dir. İDÖ merkezi olarak Loveç (Lovça) ilan edilmiş, ardından merkez Veliko Tırnovo’ya taşınmıştır. 18 Şubat 1873 tarihinde İDÖ Başkanı Vasil Levski intihar ettikten sonra işler aksamış ve İDÖ Ağustos 1875’e çalışmalarına son vermiştir. Özellikle Levski bayrağındaki sembol arka ayakları üstüne kalkmış başı taçlı aslandır. İDÖ Tüzüklü ve Programlı bir örgütlenmedir. Programın başında,”İiman ve milletine bakılmaksızın herkesle kardeşlik!” yazılıdır. Hedefteki Sultanlıktan sonra demokratik cumhuriyettir. Devrim silahları olarak ise 1) örgütlenme, 2) para, 3) insanlar, 4) silah ve başka araçlar gösterilmiştir. Milli Program, 1821’de zaferle sonuçlanan Yunan devriminden alınmıştır. Levski, Rusların karışmasına yol vermeden milli güçlerle gerçekleşecek silahlı halk ayaklanmasını hayal etmiştir. Bulgaristan topraklarındaki azınlıkların hak ve özgürlükleri tanımayı programa almıştır. Gizli devrimci örgüt himayesinde halktan makbuz ve bir rozet karşılığında para toplama etkinlikleri İç Devrim Örgütü’nün sonunu getiren olmuştur. Komitacılık devrinde mayalanan Bulgar Milli kolektif kimliği halka inmiştir. İlk kez isyan ve devrim ruhu yayan gazeteler çıkmıştır. O dönem, Bulgar toplumu üçe parçalanmış – “Rusofil”, “Rusofob” ve “Milli Devrimciler” – ancak birbirini sürekli ihbar etmişlerdir. Milli devrimcilerin önderi olan Vasil Levski defalarca ele verilmiş ve sonunda tutuklanmıştır. Dört yanı sarı püsküllü yeşil atlasın ortasında arka ayakları üzerinde ayağa kalkmış, başının üzerinde “Ya Ölüm Ya Özgürlük” yazan, taşlı aslan, Bulgar Milli Devriminin bayrağıdır. Bayrağın arka yüzüne haç ve 16 gün şuası işlenmiştir. Karlovo’da bayrağı komitacılardan biri olan Tenü Macarski’nin kızı Mariya sırmalı nakışlarken, Panagürişte’de bu görev Rayna Futekova adlı, fakat ayaklanma tarihine Rayna Kneginya adıyla geçen (Kız Prens Rayna) tarafından dikilmiş ve nakışlanmıştır. Bu vesileyle, Pazarcık


86

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

(Tatar Pazarcık), Panagürişte (Arnavut Pazarı) şehrinde Rayna Kneginya’nın Bayraklı Anıtı dikilmiştir. Bu bayrak, İDÖ MK Başkanı Levski tarafından sipariş edilen bayrağın aynısıdır. 4. İsyan Merkezinin Plovdiv’ten (Filibe) Panagürişte’ye taşınmasından sonra, bayrağı nakış eden Rayna Kız onu Benkovski’ye teslim ettikten sonra beyaz ata bindirilmiş, davul, gayda ve kemençe eşliğinde bütün sokaklar dolaşılarak bayrak halka gösterilirken, ilk kez bir Bulgaristan şehrinde milli ruh havası esmiştir. * Bu adımlar atılmaya çalışılırken, halkı birleştiren bayrakken, birbirine düşüren ve hareketin ruhunu kıran ve onu gömense “para” olmuştur. V. Levsk’nin bu konudaki görüşleri şunlardır. “Gizli yapılan her işin en önemli sorunu paradır. Para olmayınca hedef olmaz.” Bu sözleri Levski’ye Bulgarlar ve yabancılar söylemiştir. 1873’te tutukladığı asileri hapishaneye götürürken bir Han önünde duran Leh asıllı Osmanlı Paşası — Mihail Çaykovski – (Sadık Paşa) komitacılara şöyle konuşmuştur: “Neden ayaklanıyorsunuz? Böyle mi ayaklanılır. Subaylarınız nerede? Tüfekleriniz, toplarınız nerede? Kanlı isyana, para kazandıktan, silahlandıktan, kendi topraklarınızda egemen olduktan sonra başlarsınız! Siz henüz hazır değilsiniz.” Levski de şöyle konuşuyordu: “Her işin başını çeken paradır. Paramız olursa neyi konuşacağımızı biliriz. Ya da şöyle diyordu: “Önce para bulalım, yapmamız gerektiğine sonra bakarız!” “İç Devrim Örgütü’nün kurulmasından hemen sonra, Levski tüfek ve top almak için para bulmayı baş ödev yapmıştır. O topladığı paralara, ‘temiz para’ – ‘barışçı para!’ diyordu. O yıllarda isyan için para toplamak zordu. Yoksulun yudumundan ayırıp silah alması zor iş! İstese de vermeye imkânı yok. O yılların tüccar ve iş adamları ise işine bakıyor ve devrim ve isyan fikirleriyle düşünmüyordu. Bu yüzden isyan için en fazla baş ağartan para toplama sorunu olmuştur. Komitacılık dönemindeki para toplama “reket” işinde korkan, korkutulmuş bir kimlikte halkı birleştirme denenmiştir. Levski şöyle diyor: “Siz, benim isyana verecek param yok, diyenlere kesin cevabımız şudur: Ödünç alınız. Malınızı satınız. Evinizi ipotek ediniz. Ve Vatan için, özgürlük için. Allah aşkına ilk paranızı yatırınız!” “Bize yardım edenlere biz imzalı mühürlü bilet ve rozet veriyoruz. “


Makale ve Analizler - 2019

87

Bu rozet o vatandaşın can sigortasıdır. “Gençlerimiz bayrağın altına toplandıklarında ( bu çok yakın bir zamanda olacak) o zaman onlara bilet ve rozet gösteremeyenler, şimdiden düşünsünler.” Demek oluyor ki, milli mücadelenin komitacılık aşamasında, bir yandan birleştiren bayrak yükselirken, gönüllülük ilkesinin yerini tehdit, korkutma ve cana kıyarak hesaplaşma endişesi, korkulu dehşet almıştır. Bu nedenle kolektif kimlikte içine kapanma, büzülme ve endişe belirdiği dikkati çekmiştir. Bulgarlar arasında sivil iç terör böyle baş kaldırmış ve yerleşmiştir. Bu da, Bulgar topluluğu evrimle değişip yenilikçiler ve devrimci zorlama taraftarları olarak ikiye bölmüştür. Levski bu ikincisinden yanadır. 1876 Nisan Ayaklanması da bu zorlamanın ürünüdür. Levski’nin, “Araba Konak” hırsızlığını yapan komitacı Dimitır Obşti (Levski’nin Yardımcısı) ve diğer şiddet olaylarına katılan toplam 52 komitacı hakkında kimilerine idam cezası, Diğerlerine Diyarbakır yolu vb cezaların kesilmesinden sonra hareket dağılma, feci bir çöküş ve kırılma yaşamıştır. Voyvodalar ve komitacılar ve onların havarileri de Bulgar Milli ruhunu ve devrimci kimliğini oluşturmada ve taçlandırmada yarı yolda kalmışlardır. Ne ki yeni olan her şey, eskinin devamıdır. Komitacılık haydutluktan ve eşkıyacılıktan mayalandıysa, bugün 1876 Nisan Ayaklanmasında duası olanlardan hangisinin anıt duvarındaki yazıya baksanız, “Voyvoda….” okursunuz. * Üçüncü aşama, Bu aşamanın yolu da Romanya /Gürgovo’dan başlamıştır. 1875 güzünde 20 komitacı yeniden Tuna’yı geçip yan yana geldiler ve Gürgovo Devrimci Komitesi kurdular. Bu komite direk ayaklanma hazırlıklarına geçti ve ülkeyi beş bölgeye böldü. Stefan Stanbolov Sofya komitesine başkan seçilirken, Plovdiv (Filibe) komitesine Panoyor Volov başkan, Georgi Benkovski ile Todor Kableşkov ise yardımcı seçildiler. Bu komite 25 Aralık 1975’e kadar çalıştı ve Ayaklanma hazırlıklarının tamamlandığı kanaatinde birleştiler. Son hedefinde bağımsız ve egemen bir devlet olan ayaklanmanın misyonu mağdur Bulgar milli kimliğini şahlandırmaktır. Rusya Çarına paralı çalışan Georgi Benkovski, Panayot Volov gibi “voyvodalar” bir de İngilizlerin Sofya Konsolosluğundan para alıp, ayaklanma ateşi yakacak çırayı ellerine almışlardı. Olaylar şöyle gelişmiştir: Panagürişte’ye bağlı Oborişte, eski adı (Meçka) – (Ayı Köyde) bir meclis toplandı. Plovdiv devrim bölgesinden delegeler geldi. Mecliste ayaklanma kararı alındı. Tutanak yazıldı. Program kabul edildi. Programdaki ana fikirler Gürgovo Komitesi karar-


88

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

larında yer almıştı. Meclis toplanmadan, Londra gazeteleri alınacak kararları açıkladı. Bu olay toplam 200 Avrupa gazetesinde yansıtıldı da, İngiliz basını Tutanaktan şu alıntıyı aynen vermişti: “Belirlenen günde isyan etmeyen Bulgarlarla ne yapalım? Cevap: Elimizden geleni kullanıp hepsini isyan etmeye zorlarız. Karma köylerde isyan çağrımıza uymayan Türklerle ne yapalım? Cevap: Hepsini keser, mallarını talan eder, evlerini yakarız! Türk köyleri sakinlerini ne yapalım: Cevap: Ayaklanmacılar, hiç zaman kaydetmeden bu köyleri basıp şiddet kullanarak, ateş ve barutla hepsini boyun eğmeye zorlayacaklar. İsteklerimizi kabul eden Müslümanlarla ne yapalım? Cevap: Silahları, mermileri, taşınan mallarına el konur, ayaklanma komitası onlara bir makbuz verir. Onların malları Bulgar hazinesinde alınır, ama asla geri verilmez. Gürgovo’da yüzde yüz Rusların öneriyle biçimlenen bu şiddet programı Londra’da da tepkisiz yayınlandığına göre, Doğu ve Batı dev güçler Osmanlıya karşı birleşmiş, Bulgaristan topraklarında yaşayan Türkler ve Müslümanlar çizme altında kalmıştır. Önemle vurgulamak isterim, Gürgovo ve Oborişte Programlarında onaylanan anti-Türk düşman çizgisi 150 yıldan beri değişmemiştir. Kısa adı şiddet kullanarak göçe zorlamaktır. Milyondan fazla Bulgaristan Türkü vatan toprağından sökülüp atılmıştır, komita yönetimleri, Prens danışmanları, Çar Naipleri, Merkez komitesi ve Politik Büro üyeleri ve bugünkü Milli Güvenlik Konseyi ödün vermeden aynı konumda kalmış ve düşmanlığı savunmuştur. Bu komitacılar, şiddet kullanmaya karar vermiş ve tam da günümüz teröristleri gibi hareket etmiştir. 1876’da şiddet kılıç ve tabanca ve Martin’le uygulanırken, 1984-89’da Türklerin üzerine Sovyet yapımı tanklar sürülmüştür. Moskova verdiğim tankları sivil vatandaşlar üzerine süremezsin dememiştir. İnsanlar arasında eşkıya mı değil mi ayırımı yapmamışlar, yalnız millet ve din ayrımı yapılmıştır. Burada söz konusu olan, halkı zorla ayaklanmaya zorlamaktır. * Ayaklanmanın patlaması.


Makale ve Analizler - 2019

89

23 Nisan’da Klisura şehrinde Bulgarlar 3 Çingene tutuklar. Aynı gün komitacı başı Panoyot Volov şehre gelir ve olay kendisine anlatılır. Volov, Çingenelerin üstünü başını arar, Osmanlıca yazılmış bir mektup bulur. Osmanlıca bilmediğinden, Klisura’da ayaklanmanın başladığı haberini uçururlar Karlovo’ya endişesiyle, halkın kan dökülmesin ısrarına rağmen, tutukluları kurşunlayarak öldürür ve ayaklanmayı başlatır. İngiliz gazeteleri, isyancılar Filibe ve Tatar Pazarcığı ateşe verdi yazsa da böyle bir olay yaşanmadı. Avrupa kamuoyunu Osmanlıya karşı savaşa kışkırtma böyle başlamıştı. İngilizler Balkanları Hıristiyanların hak ve özgürlüklerinin sözde ihlal edilişi söne sürülerek Rusya İmparatorluğunu Osmanlıya savaş açmaya özendirmek de hedeflerin önemli bir halkasıydı. Ne var ki, dış güçlere hademelik etmekle devrim olmadığı fikri, henüz olgunlaşmamıştı. Fakat o yılların Avrupa ve Rusya sivri kalemleri ateşe sürekli odun atmaktan geri durmadı. Bugün Bulgaristan’ın Klisura, Koprivştitsa, Strelça ve Panagürite şehirlerinde ve köylerinde Nisan 1876 Ayaklanmasının irili ufaklı yüzlerce anıtını görebilirsiniz. İlginçtir bunların hepsi 1970’li ve 1980’li yıllarda sosyalist ve ardından komünist totaliter sistem ağır bunalımlara düştüğü ve Müslüman Türklerle acımasız hesaplaşmaya başladığı dönemde kurulmuştur. Çaresizliğe düşen T. Jivkov rejimi Türk düşmanlığına tutunacak yer bulamayınca Bulgar’ın sahte milli duygularının 3 defa kırılma yaşadığı eski tarihe sarıldı. Doğuştan Şumnulu olan Odesa’da okumuş, hem Gürgovo hem de Oborişte Programını kaleme alanların başı olan Panoyot Volov’un Panagürişte merkezindeki anıtı görkemli ve 10 metre yüksektir. Georgi Bankovski’nin doğduğu şehir olan Koprivştitsa’daki at üzerinde, “Uçan Çete” anıtı ise neredeyse yarım dağ kadar büyüktür. Ne var ki, Volov, Benkovski, Kableşkov ve diğerleri, kendileri olduğu gibi, anıtları da zaman içinde ve gelişen olayların gözünde kolektif ruh ve güçlü irade oluşturamamıştır. Aynı olaylara Komita Başı yardımcısı olarak katılan yazar Zahari Stoyanov “Bulgar Ayaklanmalarından Notlarında” Panagürişte isyancıları hakkında şunları yazıyor: “28 Nisan gecesi Kableşkov doktor Spas’ın eczanesinde toplantı çağırdı. İsyan öncüleri, şehrin ileri gelenleri ve çorbacılar geldi. Kobleşkov durum dökümü yaptı. Yenilgi el atıyor” dedi ve Türklerle çatışmaya girilmemesini istedi. Plovdiv (Filibe) Konağına bir mektup gönderilerek “kasabanın isyancılardan korunması istendi.”.


90

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Mektupta şunları okuyoruz: “Bizim kendilerini tanımadığımız, isyancı olduklarını söyleyen 20 kişi Koca Balkan yakasından köyümüze indiler, bazı haneleri soydular, suçsuz kişileri öldürdüler ve gençlerimizi rehin alarak, balkana çekildiler. Etraf köylerde bulunan komşularımızın köy evlerini yakmışlar ve kasabaya dönmelerini emretmişler. Bizi yeniden basacaklarından ve kırıp dökeceklerinden korktuğumuz için, yasal idarenin durumun ciddiliğini dikkate alarak, asker göndermesini ve ahalimizi korumasını rica ediyoruz.” Yağmurdan dolayı, haberci hemen gidememiş. Bu arada çorbacıların başına şöyle bir fikir gelmiş: ayaklanmacıları tutuklayıp Türklere teslim ederek kasabayı kurtarmak. 30 Nisan sabahı eczane önüne toplananlar tutuklanmışlar. “Kalabalık isyancıları bastı, silahlarını topladı. Kimilerini bileklerinden bağladılar. Önce 5 kişi tutuklandı. Kilise tımarhanesine 12 kişi kapandı. Strelça (Otubol) ve Eleşnitsa’dan gelen 7 isyancı kilisenin kabristandaki ibadethanesine kapandı. Doktor Spasov’un eczanesinin ikinci katına 8 isyancı kilitlendi. Bu isyancılar Panagürişte’den gelmişti, hepsinin bu gün aynı şehrin parkında anıtları var, isimleri şunlardır: Todor Kableşkov, Panoyot Volov, Todor İkonomov, Hristo N. Karacov, Hristo Blagoev, Hristo Trufçev, Filip Popov, G.P. Bojkov, A.P. Minkov ve Luka Atanasov.” Georgi Benkovski balkana dalmış ve kayıplara karışmıştı. Demek oluyor ki, Koprivştitsa yerlileri isyancıları ve dışarıdan gelen asileri tutuklamışlar, kapamışlar ve sonra da Osmanlı devletine teslim etmişlerdi. Olay budur. Bu gerçek, Nisan 1876 Ayaklanmasında Bulgar zihninin, halkın ikiye bölündüğüne, daha büyük kısmının ayaklanmak istemediğini, asilerin baskısına ve yalanlarına inanarak evlerini yakmadığını ve devletten ve düzenden, huzur ve güvenlikten yana çıktığını kanıtlamıştır. Bu ayaklanmada Osmanlı askerine karşı 2 yerleşim yerinde top patlamıştır. Kiraz topu Klisura’da patlamıştır. Şehri basan Tosun Bey son eve varıncaya kadar hepsini ateşe vermiştir. Strelça (Otu Bol) tepesinde Osmanlı askerine karşı bir çelik döküm top ateş etmezden 2 gün önce bu köyde yaşayan 75 Türk ve 37 Çerkez aile saldırıya uğramış, şiddete dayanamayıp camiye dolmuşlar ve cami avlusunun kalın duvar kapısını köstekleyerek içerde kalmışlardır. İsyancılarla Müslümanlar arasında yürütülen pazarlıklarda, Müslümanların köyü terk etmesi şartı kabul edilmiştir. Bulgaristan’dan topluca kalkıp,


Makale ve Analizler - 2019

91

taşınabilirlerini arabalara doldurarak Anadolu’ya geçen ilk kafile onlardır. Yıl 1876 ay Mayıs’tır. Bu ilk göçten sonra cami yakılmış ve bu köyde o gün bu gün Türk Müslüman izi silinmiştir. Sonuç olarak. Analiz ettiğimiz 3 dönemde ne voyvodalar, ne komitacılar ne de asi isyancılar Bulgar milli ruhu oluşturamamış, tüm çabaları kırılmış ve husumet yaşanmıştır. Dikkati çeken bu üç aşamanın da Rusya İmparatorluğunun kışkırtmasıyla uyanıp güç toplaması ve sonunda ise İngilizler tarafından hendeğe itilmesidir. Türk köylülerle şehir sakinleriyle kanlı hesaplaşma ve evlerini de ateşe vererek onların bu topraklardaki izlerini silme çabaları Gürgovo’da kaleme alınan isyan programlarına alınmış ve ülkeye taşınmıştır. Bulgaristan’da daha Osmanlı devrinde Türk kimliği uyandıran şahlandıran kaynak olaylar işte bunlardır. Kullanılan kaynaklar: https://dox.abv.bg/download?id=81870db72c


92

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kimon Georgiev Ve Düşündürdükleri

Tarih: 13 08 2019 Yazan: Şakir Aslantaş Konu: 3 darbe yapan ve faşist ve komünist rejime başbakan olan Bulgar. Ukrayna, adına “turuncu” dedikleri “devrimden” beri 2 000 (iki bin) Lenin anıtı yıktı. Djerjinski, Trotski, Budyoni, Brejnev, Andropov, Marşal Jukov, Marşal Tolbuhin, Gagarin, Tereşkova vb isimler taşıyan okul ve kültür evlerinin, meydan ve sokakların, park ve çocuk oyun alanlarının adı değiştirildi. Geçen hafta, Ukrayna Anayasa Mahkemesi’nin “Komünizmi Sökme” yasasının yürürlülük kazanması kararı yeni seçilen Rada’dan (meclisten) geçti ve yürürlüğe giriyor. Bu yasa, “komünist rejimi Nazi rejimiyle aynı görüyor.” Her iki rejimi de “ayni derecede suçlu, insanlık düşmanı ve cinayet işlemiş” olarak nitelendiriyor. Yüksek mahkeme kararında, “komünizmin ve faşizmin birbirinin benzeri olan, baskıcı devlet siyasetini uygularken aynı yöntemleri kullanan” rejimler olduğunu duyuruyor. Ukraynalılar buna inanmışlar ki, son 2 seçimde Cumhurbaşkanını ve meclis bileşimini değiştirdi. Bulgaristan’da 20 yıl önce 38. Halk Meclisi bir yasa onaylardı ve “komünist rejimi suçlu bir düzen” ilan etti. Bu yasada suçlu olanın yalnız rejim değil, komünizmin köklerinin de suç kaynağı olduğunu, komünistlerin birinci Bulgar anayasası olan 1879 Tırnova Anayasası’nı ayakaltına alarak, Sovyet Ordusunu ülkeyi işgale davet ederek, darbeyle göreve geldiğine işaret etmişti. Bulgaristan’da, kendilerini sağcı parti ilan eden birkaç siyasi partiden hiç biri “faşizm ile komünizm arasından fark yoktur” diyemedi. Bizde bu 2 rejimin iç yüzünü (bağırsaklarını) çamaşır ipine seren, 1967 yılında FAŞİZM kitabını yazan, ama bir türlü bastıramayan, “sen misin bunu yazan” diye Sofya Üniversitesi ve Kültür Bakanlığından işten atılan, 11 yıl kendi köyüne sürgün edilen ve 11 yıl soğan kazan Dr. Jelü JELEV oldu. Siz okurların, Bulgaristan’ın 1989 güzüne rastlayan uyanış aylarında Bulgaristan Demokratik Güçler Birliği (CDC) hareketini kuran, 1989 sonundaki “Yuvarlak Masa” görüşmelerinde Demokratik Güçleri temsil eden ve 1990’da Türklerin de oylarıyla Cumhurbaşkanı seçilen ve 7 yıl bu görevde kalan Dr


Makale ve Analizler - 2019

93

Jelev’i hatırlayacaksınız. O birkaç defa Türkiye’yi de ziyaret etti. FAŞİZM eseri Türk diline tercüme edildi. Kitap basımcılığına bir kavram olarak, “İvan Denisoviç’in Yaşamında Biɾ Gün” (1962) romanının yazarı, Nobel Ödülü Sahibi Rus yazar Al. Soljenitsin eserleriyle “samizdat” kavramı Türkçemize girmişti. Ardından sevilen kalem Soner Yalçın “Samizdat” başlıklı eserini yazdı. Aynı yıllarda Bulgarlar Jelü Jelev’in “Faşizm” kitabını el yazısıyla çoğaltarak okuyorlardı. Nihayet 1982’de FAŞİZM basıldı. Dr. Jelev çalışmasında, Alman, İtalyan ve İspanyol faşizmi arasında farkı açtı. “Stalin komünizmi Hitler faşizmine tıpa tıp benziyor” dedi. Hatta çok daha kötüsü olduğunu kanıtladı. İkinci dünya savaşı öncesi Bulgaristan’da yaşanan monarşi-faşizm adıyla bilinen, bir benzerinin ve daha da kötüsünün 1944’ten sonra yerleşen sosyalist totalitarizm olduğuna deliler getirdi. Başka bir değişle, monarşi-faşizm Bulgaristan’a 1944’ten önce dikilen bir ağaç olsa, 1944’ten sonra büyüdü, dolayısıyla dikenleri uzadı ve sivrildi, battıkça battı ve toplumu çökertti. Bu eserde, Pomakların ve Türklerin 1972-1989 döneminde yaşadıkları zulüm, baskı ve terörden, yargısız idamlardan söz edilmiyor, çünkü 1967’de yazılmıştır ve daha sonraki baskılarında yeni delillerle beslenmemiştir. Fakat daha ilk baskısıyla bu derin araştırma birçok kişinin başını yemiştir. 1982’de “Faşizm” gün ışığı görürken kitaba önsöz yazan ve basında değerlendirme yapan Prof. Dr. Nikolay Gençev Sofya Üniversitesi Felsefe Fakültesi Dekanı görevinden, Prof. D-r Kiril Vasilev üniversiteden uzaklaştırılmıştır. Ünlü mizah yazarı Radoy Ralin de BKP MK’ne “görüşmeye” davet edilmiş, “Faşizmi” Komünist Partisi Yüksek Okulunda Parti Kuruculuğu” kürsüsünde ders kitabı yapınız” önerisinde bulununca görüşme sona ermiştir. Bulgaristan örneğinde çok özel yanlar var. Örneğin, faşizm ile komünizm arasında aynılık, benzerlik, özdeşlik olduğunu kanıtlasa ve 1 Ağustos 1990’dan 22 Ocak 1997 tarihine kadar Cumhurbaşkanı görevinde bulunan Jelev komünist anıtlara dokunmamıştır. Yaşanan zulüm ve terör döneminden ancak Başbakan Georgi Dimitrov’un Sofya merkezindeki Anı Kabri Ağustos 1999’da, onun iktidardan inmesinden tam 2 yıl sonra, Başbakan İvan Kostov hükümeti zamanında kaldırabilmiş, Rus, Sovyet, komünist ve haydut abidelerinin hepsi yerinde kalmış, hatta asimilasyon süreci katilleri Todor Jivkov ve Penço Kubadinski heykelleri dikilmiştir.


94

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

* İlginçtir. 3 darbe yapan ve hem monarşi hem de sosyalist Bulgaristan’da Başbakan olan Kimon Georgiev’in bir anıtı yoktur. Sofya’da kaldığı “Evlogi ve Hristo Georgievi” bul. N.o 53 giriş kapısının duvarında bir barelevin altına ismi yazılmıştır. Doğu Rumeli’nin Pazarcık (Tatar Pazarcık) şehrinde 1882’de dünyaya gelmiş, askeri eğitim almış bir subay ve politikacıdır o. Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarına katılmıştır. Çiftçi lideri Aleksandır Stanboliyski yönetimine son veren 1923’teki 9 Haziran askeri darbesinin hazırlanmasına katılmış ve gerçekleştiren Askerliği Birliğin yönetiminde bulunmuş ve daha sonra kurulan hükümetinde bakanlık yapmıştır. Gençliği ve subaylık yılları Çar Ferdinand ve III. Boris’in Müslümanlarla ilgili politikaları Kimon Georgiev’in gözleri önünde gerçekleşmiştir. Gençliğinde onu en fazla etkileyen, Doğu Rumeli Vilayetini ilhak sürecinde, çocukluk yıllarının geçtiği ve ilk ve ortaokul okuduğu Pazarcık’ta Türklerin oranı %25’lere kadar düşmüştür. 1879 yılında Bulgar Prensliği’ndeki Türklerin genel nüfusa oranı %51iken 1887’de bu oran %19’a, 1900’de ise %14’e kadar düşmüştür. 1907 yılında ise Burgaz, Varna, Eski Zağra Sancaklarına bağlı 336 köyün Türkçe isimleri değiştirilip Bulgarca isim verilmiştir. Bu şekilde Bulgarların Türklerin nüfus bakımından sayısını azaltacak girişimleri ve Türkçe köy isimlerini değiştirme çabaları ile bölgeden Türk varlığının izlerini silme amacını taşıdıkları anlatılmıştır. Onun subay olarak katıldığı Balkan Savaşları sırasında Müslümanlarla ilgili baskılı gelişmeleri yakından izleyen “Carnegie Vakfı” yayınladığı raporlarda bu savaşlar sırasında Müslüman Türklere karşı yapılanların “sistemli bir politika” ürünü olduğunu ortaya çıkarmıştır. Raporda ayrıca, Müslümanların evlerinin yakıldığı, silahsız insanların katledildiği ve zorla Batı Rodoplar’da Hristiyanlaştırma eylemlerine girişildiğine değinilmiştir. Nitekim Balkan Savaşları sırasında Müslüman nüfusun %27’si yani 632.400 kişinin sistematik bir şekilde öldürüldüğü, 1912-1926 yılları arasında 812.270 kişinin ise Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldığı anlatılmıştır. Bu rakamları yukarıdaki rapordan aldık. Aleksandır Stanboliyski (1919-1923) yılları arasında devlet destekli kimlik oluşturma sürecine giren ve 1929’da Sofya’da ilk Milli Kongrelerini çağıran Bulgaristan Türkleri, Gimon Georgiev tarafından yönetilen, birincisi 1923’te ve ikincisi de 1934 ‘te yapılan askeri darbeleri arasında çok ciddi saldırılara uğramış, aydınlar tutuklanıp içeri atılırken, yargısız infazlar olmuş, birçokları Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmıştır. Politikaya sert giren Kimon Georgiev parlamenter demokrasinin mezar kazıcısı şiddetiyle


Makale ve Analizler - 2019

95

anılmaya başlanmıştır. Stanboliyski’nin Türk okullarına verdiği maddi ve malı yardımlar kesilmiştir. Bu çalışmalarla Bulgaristan Türklerinin ortak bir edebiyat dilinde birleşmelerinin engellenmesi hedeflenmiştir. Birçok gazete ve dergi kapanmıştır. Bu yıllarda Kimon Georgiev ve emekli subaylardan bir grup 1927’de “Zveno” birliğinde (UZB) partileşti. 1949 yılına kadar Bulgar siyasetinde kalan “Zveno” uluslar arası konjonktüre göre “Rusofob” ve “Rusofil” güçler arasından gidip gelecektir. İdeolojik olarak faşizmden etkilenmiş, liberal demokrasi, çok partili sistem ve fikir özgürlüğünün ana ilkelerine karşı çıkmıştır. 1934’te hükümet darbesi örgütleyen “Zveno” başarılı olmuş ve başkanı Kimyon Georgiev (19 Mayıs 1934-22Ocak 1935) başbakan atanmıştır. Gazeteler “Zveno” hakkında “Alman partisi” demişlerdi. Ne var ki bu partinin tek kişi diktatörlüğü kurmak istemeyişi, onu Alman faşizminden farklı kılmıştır. Parti, 1948’e kadar 3 gazete ve “Zveno” adından bir de dergi çıkarmıştır. Yayınladığı programda, toplumsal politik sistemi eleştirirken, faşist tipi örgütlenmeyi, meclis bileşimi ve komisyonları sayısının azaltılmasını, milletvekillerinin atanmasını önerirken, parti olarak halka yayılmayı seçtiklerini bildirmiştir. Aynı yıl “Zveno” kendini lağvetmiş ve partisiz yönetim ilan ederken, Tırnova anayasasını rafa kaldırılmış, meclisi dağıtmış ve parlamenter yönetime son verdikten sonra K. Georgiev hükümeti 1934’te Sovyetler Birliği ile diplomatik ilişki kurmuştur. 1935’te hükümetten indirilen “Zveno” monarşi rejiminden yana ve savaşta tarafsızlık konumlarına geçer. 1941-1944 döneminde “Zveno” birliği temsilcileri Milli Vatan Cephesi Komitelerine katılmayı seçmiştir. 9 Eylül 1944’te 3. Kez iktidara yükselen “Zveno” şefi Kimon Georgiev, darbe planını dış işleri bakanı Petko Staynov, Savunma Bakanı Damyan Velçev ve Eğitim Bakanı Stanço Çolakov ile birlikte dairede almıştır. 9 Eylül 1944 – 23 Kasım 1946 tarihleri arasında 3 geçici Vatan Cephesi hükümetinde Başbakan olmuştur. Dolayısıyla Bulgaristan’a 4 kez başbakan olmuştur. Bu birkaç yıl içinde Komünist Partisinin iktidarı ele geçirmesine ortam hazırlanırken “Halk Mehkemesi” kurulmuştur. 12 yaşında olan II. Simeyon’un naiplerinin imzasıyla 25 binden fazla başbakan, bakan, politikacı, milletvekili, General, subay, iş adamı ve zengin, aydın kişi öldürülmüştür. Yeni rejimin terör strüktürünün omurgası ve beyni olan Devlet


96

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Güvenlik Komitesi (KDS) kurulmuş ve 120 bin kişilik ajan ağı kurmuştur. 1962’ye kadar açık kalacak olan, toplam 186 bin kişinin bedava çalıştırıldığı kamplar, bu arada “Belene” kampı açılmış, 25 bin kişi de deşik bölgelere sürgün edilmiştir. Kimon Georgiev’in başbakan olduğu 1934’te Smolyan’da (Paşmaklı) “Rodina” adlı bir milliyetçi örgüt kurulmuştur. Onun zamanında, Müslüman Pomakların isimlerini, baba ve ana adlarını, soy isimlerini değiştirmeye başlanmış,Türk kimliğini oluşturan dil, din, adet, gelenek, yaşam tazı, namus, ahlak ve çocuk emzirmekten başlayarak daha ne varsa her şeyi değiştirmeyi hedef almış ve bu konuda çok şiddetli baskı uygulamıştır. Uymayanlara okuma yolu kapanmış ve iş hakkı da tanınmamıştır. 1942’de faşistler isim değiştirip zorla Bulgarlaştırmanın ilk yasasını çıkararak devlet baskısını defalarca arttırmışlardır. Ukrayna’da çok kısa bir zamanda 2 bin Lenin anıtının hurdaya çıkarılıp eritildiğini bildirerek başladığım ve Doğu Avrupa ülkeleri arasında faşizm ile sosyalizm arasında birbirine benzeyen çizgileri ve örtüşmeleri ilk ortaya koyan Dr Jelü Jelev’i de başarı ve başarısızlıklarıyla hatırlayarak şunu demek istedim. Birisi faşizm, ikincisi sosyalizm, 2 toplumsal rejimde, 3 darbe gerçekleştiren ve birisi darbe hükümeti, üçü de geçici hükümet olmak üzere, 4 hükümette başbakan olan bu şahıs, faşizmden liberalizme ve hatta sosyalizme kadar kayan (konum değiştiren) Kimen Georgiev adında bir Bulgar Çarı subayı, faşist örgüt ve parti başkanı ve devamlı yer değiştiren bir siyası parti liderini, Bulgar politikacıyı anlatmaya çalıştım. Bu siyaset adamının hayatında değişmeyen bir şey varsa, o da anlaşılan askeri okulda mayalanan Türk düşmanlığının giderek büyümesinden ve şiddetlenmesinden başka bir şey değildir. Onun yönetimi zamanında 500 den fazla okulumuz kapatılmış, fiz kültür örgütleri ve Turan ocakları dağıtılmış, aktif üyeleri tutuklanmıştır. Türk kültürümüz ve kimliğimiz ölümcül darbeler almıştır. Edinimlerimiz kırıp dökülmüş, bize işlenen ve arasızlıkla belirlenen soy kırım serüveninin bir denemesi zulümler gerçekleştirilmiştir. Bu olayın 1972—73 ve 1985-89 tırmanışını hepimiz yaşadık. Göçlerin nedeniz zulüm ve baskıdır. 1934 yılından başlayarak K. Georgiev’in Sovyet ajanı olduğu dikkate alındığında bu işlerin devamlı kaç kazanda birden kaynadığını da düşünmeye devam ediyorum… Okuduğunuz için teşekkür ederim. Paylaşınız lütfen. Tarih bilen akıllıdır.


Makale ve Analizler - 2019

97


98

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Komünizm Cezalandırılmamış Faşizmdir Tarih: 15 Ağustos 2019 Kaynak: Faktor.bg Söyleşi: Vasil Vasilev Konu: Hepimizi ilgilendiren güncel politika üstüne tutarlı görüşler. Çeviri: BGSAM

Komünizm Cezalandırılmamış Faşizmdir. “Çalga” siyasette popülizm olur, diktatörlerin sunduğu kolay cevapları önerecektir. “İsim değiştirme konusunda insanlara gerçekleri söylemek gerek, “isim seçme hakkı” tanımışlardı ve ben Emil’i seçmiştim. Erol İbrahim, Uikeda” grubunun eski vokalisti. Putin şarkısı besteleseydim. Adı “Ben her şeyi biliyorum” olurdu. Erol İBRAHİM /15 Ağustos 2019 Soru: Sayın İbrahimov, diktatör düzeni hakim olan Rusya’ya karşı bazı Bulgarların hayranlık beslemesini kendinize nasıl açıklıyorsunuz? Böyle bir yönetime sempati besleyenlerin tutumuna ne diyeceksiniz? Yanıt: Rus halkı ve kültürünün beğenilmesi ya da beğenilmemesinde kötü olan bir şey görmüyorum. Fakat biz şu an özgürlükten korku ve kaçanları görüyoruz. Demokrasiden ve özgürlükten korkan insanlar var. Onlar diktatörlükleri seviyor ve kararları onların yerine başkalarının almasını istiyorlar, belki de onlar bunun daha kolay olduğunu düşünüyorlar. Bu yalnız Bulgarlara ve Ruslara özgü bir şey değil, bütün dünyada yaşanan bir “olay”dır. Şahsen ben “Rusofil” (Rusçu) ya da “Rusofob” (Ruslardan hoşlanmayan) gibi kavramları sevmem, çünkü bu belirli tip insanı sevmek ya da ondan nefret etmek anlamına gelir ki, akıl dışı bir şeydir. Biz, iyiler ve kötüler olarak bölünmeliyiz. Biz, bizdeki özgürlükten korkuyoruz, bu zor bir şey ve korkanları anlayabiliyorum. Belirli bir bedel ödememiz gerekecek. Soru: Zamanı dolmuş, nostaljisi çekilen, bir aşamanın bedelini ne zamana kadar ödeyeceğiz? Yanıt: Evet ama son tarihi göstermek zor! Daha önce 20 yılda üstesinden geleceğimiz bir süreçten söz ediyorduk, 30 yıl geldi geçti. O zaman işler biraz daha olumlu görünüyordu, çünkü her şeyin doğru yolu bulacağına ve normal toplum kurulacağına bir ümit vardı. Tersi oldu. Kendi sorunlarıyla yüzleşip, doğru karar almalarına iştahsızlık aşılayan politikacı ve medyaların etkisi altında kalmış insanlar beni hayal kırıklığına uğratıyorlar. Demokrasi uzun bir süreç… Bir gün sonra biri gelip “ne düşünürsen ve ne istersen konuş ve yap” demeyecektir. Diktatörlük kolay iş, birisi başkaları adına karar alıp, çıkıp daha iyi yaşayacaksınız diyor. Çelişkisiz sanılan, sözde mükemmel olan sosyalizm ile ilgili sorun olmaması buradan kaynaklanıyor. İnsanların hoşuna giden de


Makale ve Analizler - 2019

99

bu olabilir. Rus, Çin, Kuzey Kore veya Venezuela diktatörlüğü olması önem taşımaz. Profili hep aynıdır. Soru: Bizde kendilerine “Rusofiller” dediğimiz gururlu “Putinofillerin” Putin’e bağlı hareket eden motorlu “Gece Kurtları” harekâtlarına tepki gösteren henüz yok. Yanıt: İnsanların düzgün bir yaşamla demokrasi arasındaki bağlantıyı neden görmek istemediklerine akıl erdiremiyorum. Diktatörlüklerde hep kıtlık olmuştur. Eskiden “Kırmızıbiber gibi kayboldun!” lafı vardı. Kırmızıbiber, kolay üretilen, kırmızıbiberden çekiliyor değil mi? Kıtlığa düşünce insanlar diğerlerini kıskanmaya başlıyor. Burada, söz konusu olan, çalarak zenginleşmiş kodamanlar da değil, namusluca çalışarak ve sabırla para biriktirenler birbirlerini kıskanıyorlar. Bu nedenledir ki, şimdiki ortamda hayatlarını değiştirmek için bir şeyler yapmak istemeyen ve Büyük Kardeş (Rusya) “güvencesiyle” dünyada önem arz eden bir duruma geleceklerine inanmaya devam ediyorlar. Söz konusu olan yine demokrasinin insanlara verdiği olanaklardan gönüllü olarak vazgeçilmesidir. Ben bunun en mükemmel sistem olmadığına inanıyorum. Demokraside çoğunluğun azınlık üzerinde diktatörlüğü var. Kimi defa, bunu göremeyenler de var ama hukukun üstünlüğünden ve serbest seçimden daha iyisi yok. Diktatörlüklerin tekeli aslında onların yıkılma sebepleridir. Ekmek adına özgürlükten vaz geçen insanoğlu, sonunda ikisini de kaybeden olur. Komünizmi desteklemeleri bir yana, faşizme çok benzeyen ve son hesapta komünizme de yakın olan, konservatizm (tutuculuk) bazı kişilerin uydurma hayran olmalarına şaşıyorum. 30-40 senede bir değişen, ayrı elbiseler giymiş aynı teoriden söz ediyorum. Soru: Tarih kitaplarında, Todor Jivkov’u yaşadığı zamanın olumlu kahramanı olarak anlatma denemesi yapıldı. T. Jivkov’u mezardan diriltmek isteyen tarihçilerin özlediği nedir? Yanıt: Bellek (hafıza) tuhaf bir şey… İnsan hayatındaki en iyi anları anımsıyor ve onları eski zamanda geçirdiği gençlik yıllarından en ilginç anılarla bağlıyor. Ve sonra yol bulup herhangi bir şekilde onları şimdiki çevreye taşıyor. Komünizm ve diktatörlüğün en önemli konusu çelişkisiz, antagonizmsiz, zıddiyetlerin kanlı kavgası olmayan bir toplum düzeni tablosu sunmaktır ve birçok insan neden farklı olduklarını tartışıyorlar. Demokrasi sorunları (uzlaşmazlıkları, çelişkileri) kurallar ve yasalarla çözmeye çalışır. Bu, bir gerçek olmasını, bu gerçeğin bir insan tarafından dile getirilmesini ve dile getirilen bu gerçeğin onların beklentileri ve düşündükleriyle örtüşmesini bekleyen pek çok insanı korkutuyor. Cezasını almamış faşizmin adı komünizmdir. 1989 öncesi dönem üstüne Çek, Polonya ve Macaristan’da bu gibi konuşmalar yürütüldü mü bilmiyorum. Burada revanşizmden (öç almaktan) söz etmiyorum, yanlışlara işaret etmekten dem vuruyorum, gençlerin komünizmim milyonlarca insanın çekilerine ve ölümüne neden olduğunu bilmeleri gerekmez mi? Bir de bakıyorsun insanlar kendi aralarında “o kadar da kötü değildi” şeklinde fısıldanıyorlar. Bu gibi anıları olmayan bir kuşak yetişiyor ve şimdi onlara Todor Jivkov halkına ilgili bir devlet adamı gibi tanıtılıyor. O ise yıllar yılı Moskova’ya hademelik etmiş, ne dedilerse onu yapmış. O bir şahsiyet olarak iyi olmayan bir idareci olabilir, fakat Moskova’ya uygun biriymiş. Tarih kitaplarıyla olanlar, tuhaflık-


100

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

tır. Gerçekleri bilmeyen gençlerin bu gibi savlara inanmaları kolaydır. Komünizmi tutuculuk olarak göstermemiz kolaydır ama yeni elbiseler giydirip kolay çözüm sunmamıza anlam veremiyorum. Bundan 30 sene önce modelin çalışmadığını, ekonomik olarak çöktüğünü gördük. Şimdi gençler Todor Jivkov’un “dehalığını” görebilecekler ve yaklaşan seçimlerde onu yeniden yüceltelim ve yeni bir kördüğüme girelim. Öyle mi? Soru: Bizde “çalga” lokanta ve eğlence mekânları dışında, politikaya da çöreklenmek istiyor. Bu karara nasıl varıldı, bizi bekleyen nedir, halk popfolku demokrasiye tercih ederse ne olur? Yanıt: “Çalka” konusunda uç görüşler var. Bu, Bulgaristan dışında da böyle! Zevk aranan komersiyal müzik örnekleri çoktur. Ne ki, bu biçim halk yardakçılığı siyasete, düşünce alanına, kolay çözümler arayanlar arasına ayak bastığında, her şey değişiyor. Şu da var, onlar kendilerini başka birileri olduklarına ikna etmişler, halk üstünde birileri… Oysa politikacılar biziz. Biz de çözüm önerebiliriz. Siyasete “çalga” karışması halkçılığın (popülizmin) son noktası oluyor. Acı bir gerçek olsa da, bu dönemden de geçmemiz gerekecek. Soru. Yerel seçimler yaklaşıyor. BSP için konser verir misiniz? Yanıt: Asla ama bu sorun karmaşıktır, çünkü BSP demokratik toplum koşullarına uygun ve yasal bir partidir. BKP köklerine ve T. Jivkov rejimine bağlılığından kopamadı BSP. Sosyalizm yıllarından işlenen suçların sorumluluğunu üstlenen bir parti lideri bulunamadı. Toplumların ekonomik anlamda sol partilere ihtiyacı var, fakat BSP aşırı sağ bir parti, konservatif bir olgu gibi hareketlerde bulunuyor. Ben politik partilerle bağlanmayı sevmiyorum. Politik beklenti ve hevesim yok, sorularınıza bir vatandaş gibi cevap veriyorum. Politika sorumlu bir iştir. Milyonlarca insandan sorumlu olmak var. Yanlış kararlar yeni kuşakları etkileyebilir. Biz bugün Todor Jivkov’un hesaplarını ödüyoruz. Devlet kredi ile çalışıyordu. Örnek olarak ”Kremikovtsi” demir çelik tesisini gösterebilirim. Kremlin siyasetinden dolayı çalıştırmak zorunda olduğumuz fabrikalarsa bir değil on değildir. Şumen’de büyük bir telefon merkezi kurulmuştu, bugün güvercin yuvasıdır. Mali piramitler 1980’li yıllarda belirmişti. Komünizmin iyi olan yanı burası mıydı? Soru: “İsim değiştirme Sürecinden” hatıralarınız var mı? Yanıt: Bu aptallıkların ne sebeple yapıldığını bilemiyorum. Susuluyor. Kimin aklına geldi de yaptılar ve şimdi neden susuluyor? Bu saçmalıkları sonradan destekleyenler oldu. Sonuçta insanlar, toplum parçalandı. Oysa insanların hepsine aynı isimler dayatılarak toplum üzerinde kesin tekel uygulama istenmişti. Ahmet Doğan’ın şahsiyetine de anlam veremiyorum. Bazı başka kişiler gibi, o da, okuduğum üzere, Kremlin’den emir almışmış… Anlayabildiğim kadarıyla daha 60’ı yılların başında Andropov komünist ideolojinin nalları atacağını ve ekonominin de çökeceğini fark etmiştir. Besbelli, sosyalist toplum düzeninin lambası söndüğünde, şu isim değiştirme işiyle Bulgaristan toplumunu parçalamayı amaçlamış olabilirler. Çünkü bulanık suda avlanmak kolaydır. Halk bir yerleri kaşıyor, fakat bu işten suçlu olan kimdir, çıkarın ortaya görelim, demiyor. Biz kimseyi öldürmek, onlara cezaların en ağırlarını vermek de istemiyoruz, fakat şu isim değiştirme saçmalıklarının ardında duranları bir görüp, bir yere kadar da olsa tarihsel suçu belirleme işi tamamlanabilirdi. Bu ya-


Makale ve Analizler - 2019

101

pıldığında toplum temizlenecektir. Almanya Hitlercilikten böyle kurtulmadı mı? Çek, Polonya ve Macaristan’da olduğu gibi lüstrasyon da yapılabilirdi. (Bulgarcada ‘lüstratsiya’ olarak kullanılan bu kavramın sözlükteki yorumlu açıklaması şudur: Kurban adayarak temizlenme. Meslek, parti, dinsel, ve başka yollardan seçimle iş başına gelen ve devlet görevinde yer alan (devlet memuru olan) bazı kategorilerden kişilerin haklarının yasalarla sınırlandırılmasını öngören politik uygulama; (bazı mesleklerin yasaklanması) profesyonel uygulama; ) doğum, eğitim, profesyonel hazırlık, aile durumu ve otobiyografiye bazı açıklamalar yapıp bilgileri duyurmak yoluyla bilgiler yayınlayarak (dokunulmazlığın kaldırılmasıdır.) Bu 3 ülkede Geçiş Döneminin başarılı olmasının nedenlerinden biri bu olabilir. İsimler değiştirirken ben 14 yaşındaydım. Benim bir kuzenimin adı da Erol’dur, adını birkaç yıl önce değiştirmişlerdi, Emil olmuştu. İsim “seçebilirdim” ben de Emil oldum. Eski zamanlarda sözde isimler değiştirilmişmiş de “adalet” olması gerekiyormuş gibi çok güçlü bir propaganda kampanyası vardı. Birçok yazı ve kitap okudum ve anlatılanların yalan olduğunu anladım. Komünizm tarihi istediği gibi yazmaya bayılıyordu, her şeyi izlediği siyasete uyduruyordu. Şimdi de tarihin yeniden yazılmasına sıvamışlar kolları, şimdiki politik duruma uydurmaya çalışıyorlar tarihi. Sonuçta her şey yine çarpıtılacak. Oy kullanmaktan önce düşünmek gerek. Sonradan pişmanlık para etmez. Okuyanlara teşekkürler. Paylaşanlara da özel teşekkürler. Bizi izleyiniz.


102

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Biz Kimiz?

Rafet ULUTÜRK Bizler: Türklüğün meyvesi olan Orta Asya Bozkırlarından yola çıkarak Anadolu’dan önce Türkleşen Balkan coğrafyasına ulaşanlarız Bizler: Bu toprakları Türk Dünyası coğrafyasına katan Evladı Fatihanların torunlarıyız. Bizler: Ergenekon’dan dünyaya üç yoldan giden, Demir dağları eritip, denizleri aşanlarız, Bizler: Tanrı dağlarını aşıp Rodoplara inen Adaleti, mertliği canından çok sevenleriz, Bizler: Mazlum için, zalime kılıc çeken, âlemi İslam’a, denizleri göl edenleriz, Bizler: Karşı gelen tuğları, surlardan indiren, vardığımız her yere çiçek, ekmek, aş verenleriz, Bizler: Denizdeki gemileri, dağlardan indiren, Oğuz Ata yolunda yılmadan yürüyenleriz, Bizler: Damarlardaki Asil kanı, vatan için dökenler, İslam için dünyanın her yerine akın akın gidenleriz,


Makale ve Analizler - 2019 Bizler: Rusların zulmünü, kılıçlarımızla kesip, Rodoplarda, Rusların karşısında kahramanca duranlarız, Bizler: Plevne’de kahramanlık gösteren, cihana hükmeden, Milletimiz için ölenleriz, Bizler: Elçimizin altına kaftanları seren, Kendine taş atanlara bile, ekmek verenleriz, Bizler: Yurdumuzun taşını, cennet taşı olarak gören, Komşusu aç iken, kendisi ekmek yemeyenleriz, Bizler: Övülmüş bir Milletin, övülmüş askerleri, Dikenlerin arasında açan gonca gülleriz, Bizler: Vatan için savaşan, gazi ve şehitler, Topla tüfekle değil, imanla dövenleriz, Bizler: Rodoplarda tanklara göğüs gerip Her 10 yılda ismi değişen, fakat yine Türk kalabilenleriz Bizler: İşle aşımızı, dinle dilimizi seven, Allah için savaşıp, Allah için can verenleriz, Bizler: Kahramanlık destanları yazan; İlk Türk Cumhuriyeti’ni kuranlarız. Bizler: Çağ kapatıp, Çağ açan; Bir Milletin torunlarıyız. Bizler: Boyunlara vurulan her zinciri kıran, Zalimleri çökertip, mazlumlara hakkını verenleriz, Bizler: Oğuzlar, Alpaslanlar, Osmanlar, Fatihleriz, Bizler: Mevlanalar, Sinanlar, Yunuslar, Yasevileriz, Bizler Osmanlının Asil Torunlarıyız, Bizler, Türklüğe tek önder ATATÜRKÇÜ GENÇLERİZ.

103


104

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Medreselerimiz Sahiplerini Bekliyor İbrahim SOYTÜRK Tarih: 19.08.2019

Kırcaali’nin en muhteşem yapılarından biri olan Bulgaristan Türklerinin gururu Kırcaali Medresesi 20. yüzyılın 20.li yıllarında St. Petersburg’da Güzel sanatlar Akademisi profesörleriğnden Rus mimar Pomerantsev’in projesi üzerine inşa edilmiştir. Medrese binası olarak planlanan bina Orta Asya türk mimari tarzında olup, hiçbir zaman kuruluş amacına uygun kullanılamamıştır. Kırcaali Medresesi komünist idare ile birlikte Türklerin elinden tamamen alınarak müzeye çevrilmiştir. 1.300 metre kare sergi alanıyla Bulgaristan’ın en güzel müzelerinden birisidir. Bulgaristan Türkleri kendi geçimlerini sağlamakta güçlük çektikleri yıllarda, lokmalarını ayırarak, çocuklarının eğitimi için alın teri ile inşaa edilen Medrese gerçek maksadına uygun işlevini yapacağı günleri beklemektedir. Kırcaali halkı kimi para, kimi bedava çalışarak, en çok ise kurban derileri toplanarak bu medreseyi halk kendi imkânları ile bitirebilmişlerdir. 1990 yılından sonra Bulgaristan’da yeni bir döneme geçilerek, Jivkov idaresinin devrilmesiyle birlikte demokratik bir düzen kurma çabaları da filizlenerek gelişti. Ancak rejim ne olursa olsun Türklerin kaderi değişmedi. Bulgar vakıfları en kısa yoldan gayrımenkülerini elde ederken Türkİslam vakıf malları için her türlü engelleme yöntemleri devreye sokuldu. Bazı vakıf mallları ve camiler yağmalanarak meyhanelere, kumarhanelere çevrilerek, Bulgar devletinin Bulgaristan’da bulunan Türk tarihi eserlerine karşı tutumunu da ortaya koymuş oldu. Geçmişte bir seçim propagandası sırasında S. Koburgotski Kırcaali ziyaretinde Medresenin Türklere verileceğine dair söz verdi, ancak seçimden sonra bu sözler unutuldu. Ne tuhaftır ki, HÖH’ün de bu konuda herhangi bir çabasını göremedik. HÖH 17, kesintisiz 8 yıl iktidar döneminde Bulgaristan Türklerinin manevi feyz kaynağı olan tarihi eserlerin, vakıf mallarının elde edilmesi konusunda ciddi başarılar elde edebilirdi, fakat belirtiğimiz konular üzerine sadece seçimler öncesi gidilerek her seçim öncesinde seçim malzemesi olarak kullanılması ile yetindi. Hatta çok yerde zararları dahi oldu.


Makale ve Analizler - 2019

105

Diğer yandan vakıf malları belirli güçlerin elinde veya ne idüğü belirsiz kimselere peşkeş çekilmiş, büyük bir kısmı da satılmıştır. Vakıf mallarının bir kısmını elde etmek için açılan davalar ise yıllardan beri sürmektedir ve yakın bir gelecekte sonuçlanma ihtimali de pek görünmemektedir. Geçmişte Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül’ün (o zaman Dışişleri Bakanı) eski Osmanlı topraklarında bulunan Türk Kültürel ve tarihi eserlerine Türkiyenin sahip çıkarak gerekli onarım ve bakım çalışmalarını başlatacağını söylemesi Bulgaristanda tepkilere neden oldu. Prof. Dimitrof Bulgaristanda Osmanlıdan kalma eserlerinin bulunduğu ancak Osmanlı devletinin Türk devleti olmadığını dolayısıyla Bulgaristan’daki eserlerin Türk değil, İslam eserleri oluğunu belirterek Türkiye’nin de bunlara sahip çıkamayacağını öne sürmüştü. Türkiye’nin para vermesi durumunda ise geri çevirmeyeceklerini söylemişti. Gerçek ise şudur. Şu anda Bulgaristan’da bulunan Türk-İslam eserlerinin asıl sahipleri Bulgaristan Türkleridir. Atalarımızın özene, bezene meydana getirdiği bu eserlerin sahipleri olduğumuza göre bunlara öncelikle bizim sahip çıkmamız gerekirdi. Bu durumu önümüzde yıllarda yerine geleceğine inanıyor ve bunu zamanla hep birlikte göreceğiz. Bir diktatör rejiminden çıkıp, demokratik sürece giren ve AB üyesi olan Bulgaristan devleti kendi vatandaşı – Bulgaristan Türklerini 20 yıldır içine sindirememiş bir görüntü sergilemiştir. Kendi vatandaşlarının hakkı olan mallarını elde edememeleri için her türlü yollara başvurmuştur. Ancak bu tutumunu değiştirmesini bizler Bulgar devletinden bunları beklemek hakkımızdır. AB üyesi olan ülkemizde artık gerçek demokrasi kurallarının işlediğini görmek isteriz. Saygılarımızla


106

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bir Çocuk Hikâyesi Tarih: 19.08.2019

Sakarya Savaşları’nın ilk günleriydi. İstanbul büyük bir heyecan içinde savaşın sonunu bekliyordu. İstanbul Hilâl-i Ahmer Şubesi (Kızılayı), kendiliğinden İstanbul’da birkaç yerde Anadolu’ya bir yardım kampanyası başlattı. Şubelerin önünde uzun kuyruklar oluşuyor, herkes gönlünden ne koparsa veriyordu. “Yaz Tüccar Mehmet Bey, on lira lira.!”, “Yaz, Tapu Katibi Süleyman Efendi, yirmi lira.!”, “Yaz Defterdar Hasan Paşa, elli lira.!” Diyerek herkes birbiriyle yarışıyordu. Bu şubelerden birinde, sıraya on bir, on iki yaşlarında bir de simitçi çocuk girmişti. O gün bütün simitlerini satmış, koltuğunun altına tablasını koymuş, diğer elinde de tablayı koyduğu sehpayı tutuyordu. Sıra ona geldiğinde yardımları toplayıp kaydeden Hilâl-i Ahmer memuru; “Sen ne arıyorsun burada. Çık sıradan.!” Diye çocuğu kovaladı. Çocuk sıradan çıkıp, gene en arkaya geçti. Sıra gene ona geldi. Hilâl-i Ahmer memuru gene: “Oğlum ne işin ver burada. Çık sıradan.!”diye bağırdı. Çocuk gene en arkaya geçti. Sıra gene ona geldiğinde; memur; “Gene mi sen ?” diyerek yüzüne sert sert bakınca; çocuk bu sefer gururla başını dikerek bağırdı; “ Yaz Simitçi Ali, on kuruş..!” Hilâl-i Ahmer memuru kalktı, göz yaşları içinde, o günkü bütün kazancını, bütün servetini ordusuna yollayan, o küçücük çocuğun ellerini öperek bağrına bastı.. Kimse endişelenmesin, Simitçi Ali’ler var oldukça bu millet yok olmaz…!!!!


Makale ve Analizler - 2019

107

Dostoyevski’nin Gözüyle 93 Harbi Rafet ULUTÜRK Dostoyevski’nin Gözüyle 1877 – 1878 Rus-Türk Savaşında Rusların Kurtarıcılık Misyonu ve Bulgar Gerçeği Hiç olmazsa Dostoyevski kadar gerçekçi olalım…

Her yıl kutlanan 3 Mart milli Bayramında Şipka Tepesi’nde Süleyman Paşa ve birçok fesli Osmanlı askeri maketinin kafası kesiliyor. Osmanlı tarihe geçmiş olalı bir asır olsa da bu sahneler birlikte olacağımız geleceğimizi zehirlemeye şiddetle devam etmektedir. Bu görüntülerden inssan olarak hepimiz tiksiniyor olsak da bu güne kadar hiç bir güç buna dur deme cesareti gösteremedi. Şipka’da kafası kesilenler Osmanlılı olsa da, kastedilenler, gözdağı verilmek istenenler, hedeftekiler hep Bulgaristan’da yaşayan Müslüman-Türk halkıdır. Ne yazık ki, Bulgaristan’da Müslüman-Türk düşmanlığı zaman aşımına uğramadığı gibi boyle sahnelerle bu zihniyetteki yönetim tarzı gün geçtikçe daha da hiddetleniyor çünkü bundan birileri nemalanıyor. Sözde Bulgar milliyetçiliğinin Türkleri aşağılama temeline dayalı olmasından hakiki Bulgar milliyetçileri de farkındadır. Avrupaya çıkmış bir Bulgarın İngiliz, Alman, Fransız veya her hangi bir Avrupalı ile kurduğu bir diyalog, iletişim ve ilişkideki sergildiği özgüvende bu çok açık bir şekilde gözlenmektedir. Rus-Türk savaşında ölen Ruslara büyük anıt yapılırken burada MüslümanTürk askerleri de şehit olmuştur bunlara da bir anıt yapalım diyen olmadığı gibi bir dikili taş koymak da kimsenin aklına gelmedi. Hatta bunu Müslüman halkından bile söyleyebilenler çıkmadı, “bizler bulgaristanın pastasını bölenleriz” diyen sözde kahramanlardan da bu sözler çıkmadı. Hani Osmanlı “barbar” ya sizzler “medeniyetli” olanar 100 yılda şehit düşen MüslümanTürk askerlerine bir anıt yapılmasını söyleyemediniz bile? Yabancı diplomatlar, “Medeni Avrupa” Şipka’da tekrar tekrar yaşatılan bu vahşet sahnesini seyrederken hep bakışırlar, ama her defasında sessiz kalmayı tercih ederler çünkü söz konusu maduriyet Türkler ise “ADALET” böyle çalıştığına kendilerini inandırmışlardır. Oysa, Avrupa Birliği Konseyi’nin topluluk halkları arasında düşmanlık duyguları yaşatan tarihsel olayların abartılmadan anımsanmasına ilişkin genelgesi herkesçe bilinir, fakat uygulanmaması manidardır.


108

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

3 Mart günü yine Şipka’da devlet adına konuşma da yapılır. 100 defa okunan aynı demeçte Osmanlı hep kötüdür, Bulgarlar hep ‘esir’ Ruslar ise kurtarıcıdır. Ama Rusların asıl hedefinin Bulgarları kurtarmak değil, Akdeniz gibi sıcak denizlere inebilmektir. Bulgarlar ise sadece kullanılır. Bu gerçeklerden de hiç kimseler bahsetmez. Bulgaristan’da savaşa gelen Rus askerleri kendi köylüleri sefalet içinde hayatta kalmaya çalışırken Bulgar köylüsünün zengin yaşantısının etkisiyle savaşma isteği kırılır ve kendilerine söylenen yalanlarla aldatıldığının farkına varır. Bu nedenle bizatihi Rus Çarı savaş alanına gelerek askeri teşvik eder. Bunlarda da Bulgar halkından ustaca gizlenir. ‘Esaret’ döneminde Bulgar ulusunun uyanış çağını parlak yaşadığından söz edilmez. Osmanlının Bulgaristan’a Bulgar nüfustan topladığı vergilerden 10 kat daha fazla yatırım yapıldığından, günümüz Bulgaristan topraklarında bulunan en büyük kilise manastır, caami, köprü, hamam v.b. hep Osmanlı zamanında ve Osmanlı parasıyla kurulduğundan hiç kimse bahsetmez bunlara kimseler değinmez. Osmanlı ‘esareti’ yıllarında ülkede Bulgar liselerinin Bulgarın ana dilinde tedrisat gördüğü, gazete ve dergiler çıkarıldığı, kitap basıldığından, vergi alamayan bölgeler olduğundan, son 150 yılda Osmanlı’nın Bulgar nüfustan asker toplamadığından vs. vs. söz bile edilmez. Osmanlıdan sonraki Bulgar devletini yönetenlerinin (Başbakanlar, bakanlar, valiler v.s.) birçoğu İstanbul’da eğitim gördüğü çok erbabça gizlenilmiştir. Fakat 21.y.y.bir medeni Avrupa ülkesi Bulgaristan’da Türk çocukları hala Türkçe okuyamaz, bunu da kimse görmez veya görmek istemez. Son 1000 yılın en büyük düşünürlerinden olan Karl Marx 1853-1863 yılları arasında Londra’da Amerikan gazetelerinin Avrupa ve Yakın Doğu muhabiri olarak çalışırken, Osmanlı tarım üretimi ve köylü yaşamı üstüne yazılarını “Cennet” başlığı altında yazmış olsa da, bunlar anımsanmaz. Yıllardan beri hepimizi ilgilendiren bu konuyu, halen Bursa’da yaşayan, 16 Mayıs 1944 Tırgovişte (Eskicuma) doğumlu büyük şair, yazar, çevirmen ve araştırmacı yazarımız Ahmet Emin Atasoy’dur. En ünlü dünya yazarları listesinin başlarında yer alan Fyodr Mihayloviç Dostoyevski‘nin tüm eserlerini (1821–1881) özel bir dikkatle okuyarak, yaratıcının gerçekçiliği açısından özel olarak ele aldı. İstanbul’da çıkan “Bahar” dergisinin 2012 /18. Sayısından. Bir Slavcı ve Türk düşmanı olarak bilinen Dostoyevski’nin genelde ezilen mazlumlara olan “şefkat ve merhameti”nden yola çıkarak. Bulgaristan topraklarında Osmanlı devletine karşı 1876 Nisan ayaklanma hareketinin kısa sürede hükümet güçleri ve başıbozuklar tarafından bastı-


Makale ve Analizler - 2019

109

rılmasına karşı gösterilen uluslararası tepkileri esas alınır. Her Rus ve Hıristiyanı coşturmak için yeterli olan, 3.000 Bulgar ve 500 Türkün öldüğünü duyuran çok abartılı rakamların Avrupa ve dünya kamuoyunu bütünüyle yanıltmak için o zaman yeterli olduğunu ustaca açtıktan sonra konunun derinliğine büyük bir ustalıkla inmiştir. O zaman dünya kamuoyunu yanıltma işine Batı’nın önde gelen beyinleri Victor Hugo, Giuseppe Garibaldi, Charls Darwin ve benzerleriyle birlikte yapılır. Hemşerileri Lev Tolstoy, İvan Turgenev, Nikolay Dobrolubov, Alexander Herzen, Nikolay Çernişevski vb.leri. Bunlar yanyana Batı basınında korkunç bir facia olarak tanıtılan Nisan 1876 olaylarından çok etkilenen Dostoyevski Osmanlıya yönelik müthiş suçlamada bulundu. Ayrıca Balkanlarda “mazlum Bulgar halkının yok edilmek istendiğini” yazdı. “Bulgarların Osmanlı ‘esaretinden’ kurtarılması hevesinde Dostoyevski o denli ileri gitmişti ki, bazı yazılarında o günün ünlü yazarlarından Tolstoy ve Levin’den başkaTürklere ve İslamiyete olumlu yaklaşım sergileyen tüm seçkin Rus aydınlarını amansızca eleştirmekten ve onları Rusya’ya ve Rus halkına karşı ihanetle suçlamaktan bile çekinmemişti.” O kadar ki, 24 Nisan 1877 tarihinde, Rus-Türk Savaşı başladığı zaman, kardeş Bulgar halkının esaret ve sefaletten kesinkes kurtarılacağına en içten inananların başında da o vardı elbette. Öyle ya, yüzyıllarca kendi kaderleriyle baş başa bırakılmış kardeşlerinin yüzleri nihayet gülecek, “yok edilmiş” kiliseler yeniden canlanacak, ilk kez yeni Bulgar okulları açılacak, kısacası yepyeni ve özgübir Bulgaristan doğacaktı Avrupa’da. Bu büyük beklenti havasında büyük yazar, hükümet yetkililerinin tutumunu, ülke dışında sahnelenen diplomasi oyunlarını, gazetecilerin ve tüm basın mensuplarının gazete ve dergilerde yazdıklarından başka yapmış oldukları açıklamalarla birlikte 10 ay kadar süren Rus–TÜRK Savaşı’nın özellikle ilk aşamasındaki gelişmelerini çok yakından ve büyük bir heyecanla izliyor. Nitekim tuttuğu notlardan oluşturduğu oldukça coşkulu, abartılı ve taraflı (milliyetçi) yazılarını önce gazetelerde, daha sonra da Günlük adı altında (Tam olarak Bir Yazarın Günlüğü Eylül- Kasım 1977) kitaplaştırarak yayınlıyor. “Bu Günlük‘te büyük yazar, Osmanlı Devleti’ne karşı beslediği büyük nefrete karşın, yüzyıllarca beyinlere kazınmış olan Bulgar halkının yaşadığı “esaret” hakkında çarpıcı olduğu kadar da kafa karıştırıcı bilgiler sunuyor okurlarına. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na bizzat katılmış Rus askerleri ve subaylarının izlenimlerini aktardığı bu günlükte Dostoyevski anlatılanlar karşısındaki şaşkınlığını kesinlikle gizleyemiyor. Kurtarmaya giden-


110

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lerin “esaret altında”olduklarını düşündükleri Bulgarların kendilerinden çok daha varlıklı bir durumda olduklarını görünce, onları nefret edecek derecede kıskandıklarını vurguladığı bu günlükte, bunun nedenlerini de kendince yorumlamaya çalışıyor.” Dostoyevski Günlük’te şöyle yazıyor: “Beyler, daha yaz aylarında, Plevne’den çok önce, Bulgaristan’a birdenbire nasıl girdiğimizi, Balkanlara ayak basınca da memnuniyetsizlikten dilimizi nasıl yuttuğumuzu anımsıyorsunuzdur herhalde”. Önce ordu içindekilerin, sonra da Petersburg’takiler başta olmak üzere, basın temsilcilerimizin sesleri yükseldi. Bunlar, ateşli ve içtenlik dolu bir erdemliliğin isyankâr sesleriydi… Bunun tek nedeni, tüm dünyada ve özellikle de bizde bilindiği gibi, bu seslerin sahiplerinin ayakaltındakileri, horlananları, ezilenleri ve işkence görenleri kurtarmak için yola çıkmış olmalarıydı. Savaş ilanından daha önce bizim en ciddi gazetelerimizde savaşın akıbeti ve yapılacak masraflarla ilgili çeşitli öngörüler okuduğumu,‘Bulgaristan’a gitmekle sadece kendi ordumuzu değil, açlıktan ölmek üzere olan Bulgar halkını da beslemek zorunda kalacağız’ türünden kesin endişeler ortaya atıldığını hala anımsıyorum. Bunları kendi gözlerimle okudum ve nerede okuduğumu da gösterecek durumdayım. Öyle ki, Bulgarlar hakkında öyle bir tasavvura sahip bizler, Fin körfezinin ve tüm Rusya ırmaklarının kıyılarından esir edilmişler ve zülüm görenler için kanımızı akıtmak niyetiyle yola çıkmışken, birdenbire bahçeli, şirin Bulgar evleriyle karşılaştık. Çiçekler, meyveler, hayvanlar, harcanan emeğin kat kat karşılığını veren bakımlı topraklar ve hepsinden daha çarpıcı her camiye karşı dikilen üçer kilise- ve biz bu esir insanların dini uğruna ölmeye gitmişiz! Bazı kurtarıcıların gücenik kalpleri “Bu nasıl olur!” diye anında öfkeyle galyana geldi, aşağılık duygusundan yüzleri kıpkızıl oldu. “Biz onları kurtarmaya geldiğimize göre onların bizi adeta dize gelerek karşılamaları gerekmez mi! Evet, ama onlar dize gelmek bir yana, bize yan yan bakıyorlar ve geldiğimizden hiç de mutlu değiller galiba. Hiç sevinmiyorlar gelişimize! Bizi ekmek ve tuzla karşıladıkları doğru, ama yüzlerindeki o ifadeler, ters ters bakıyorlar bize, ters ters!…” “Bir Yazarın Günlüğü” eserinin başka bir bölümünde ise, Osmanlı ‘esaretinde’ açlık çeken Bulgarları şöyle anlatılıyor:


Makale ve Analizler - 2019

111

“Ha, bizde varlıklı insanların bile bu esir Bulgarlar gibi beslendikleri söylenemez.” Daha sonra başka birileriyle Bulgarların başına gelen felaketlerin biricik sorumlusunun Ruslar olduğunu söylüyorlardı. Onlara göre, neyin nasıl olduğunu bilmeden, esir Bulgarların hesabını, Türklerden sormaya ve ardından da bu “soyulup soğana” çevrilmiş zenginleri kurtarmaya kalkışmasaydık, Bulgarlar bugüne değin rahat yaşamını sürdürüyor olacaktı. Bunu hala iddia ediyorlar.” Yazarın günlüğünde yer alan bu paragrafların satır aralarını çok iyi okumakta da ayrıca yarar var. Bunun en azından iki boyutuna işaret eden önemli bazı ipuçlarını sezinsememek olası değildir: 1. Osmanlı egemenliği altında yaşayan Bulgarların durumunun bazı Türk düşmanı çevreler tarafından Batı’da ve Doğu’da anlatıldığı gibi ‘feci’ olmadığı ve 1876 Nisan başkaldırı hareketlerinin ulusal bir kalkınma girişimi değil de, tıpkı Sırbistan ve Karadağ’da olduğu gibi, Rusya’nın kışkırtması sonucu yeni bir Rus-Türk Savaşı’na neden yaratmak amacıyla elebaşılığa soyunmuş işgüzar bazı komitacıların öncülüğünde başlatılmış ve beklenmedik felaketlere neden olmuş bir eylem olduğunu, gecikmeli de olsa, anlamış olması; 2. Bulgarların yaşamını örnek göstermek suretiyle kendi ülkelerindeki Çarlık yönetimine ‘Tüm dünyaya barbar olarak tanıttığımız Osmanlı, kendinden olmayan gayrımüslim tebaasına karşı bu denli hoşgörülü davranabiliyor ve onların insanca yaşamalarını sağlayabiliyorsa, koskocaman Rusya kendi köylülerinin durumunu iyileştirmek için acaba ne bekliyor?’ türünden dolaylı yolla bir göndermede bulunmaya kalkışması. Kim bilir, o satırları yazarken, belki de Bulgarların huzurlu yaşamını kıskanacak denli bencil, ancak insana özgü bir duygu yoğunluğu yaşayan Rus askerler ve subaylarına da ‘başkalarını kurtarmak sevdasıyla göstermiş olduğunuz yüceliği biraz da kendi halkınızın dertleriyle ilgilenmek suretiyle ortaya koysanız, fena mı olur?’ gibilerden bir mesaj vermeyi bile düşünmüş olabilir. Durum böyleyken, 1877-1878 Rus-Türk Savaşı seyrinde kaleme alınmış günlüklerinde Dostoyevski yukarıda örneklediğimiz örnek türünden Bulgar gerçekliğine ışık tutan realistik kırıntıların bulunması bile, olsa olsa, Dostoeyevski büyüklüğünün ayrı bir kanıtı olarak algılanmalıdır. 100 yıl sonra 3 Mart’a da başka bir bakış açısından bakma zamanının geldiğine inanıyoruz. Hiç olmazsa Dostoyevski kadar gerçekçi olalım…


112

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Hiçbir Şey, Gizli Kalamaz! Neriman KALYONCUOĞLU

Bugün yine Pazar, hava yine çok güzel ve “Unkapanı” kemerlerinden geçip perdemi aralayarak odama dolan Belgrat Ormanları’nın sabah esintisi kahvemin kabarcıklarını patlattı patlatacak. “Gelin Armudu” öyküme aldığım telefonlar, bütün hafta sizi düşünmeme neden oldu. Gönüllere sızmak zor iş. Sızsan bile içinde ne göreceksin ki! Gönlün dili yok. Bana kalırsa bütün iş bellekte yani hafızada. Öyle ama hafıza da kendiliğinden dile gelmiyor. Hafızayı canlı tutan nedir? Yaşantıların gücü mü? Olabilir. Bu hafta en uzun konuştuğum kişi çocukluk arkadaşım Hülya oldu. Hülya’nın amcalarından biri “Belene” sürgün kampında yattı. Belenicilerin geleneksel iftar yemeğine geçen akşam, ailesiyle birlikte Hülya da davet edilmiş. Ve söz sözü açarken, “Dayı orada, en çok neden korktun? – diye sormuş dayısına. “Tuna Irmağı’nın taşmasından!” – cevabını vermiş yaşlı adam. “Belene” bir ada değil mi?” – derken, Hülya’nın ilgisi artmış, bunu gören dayısı, herkese anlatmış: “Ada da, Tuna ırmağı deniz gibi değil, aktıkça kabarıyor, akıyor akıyor bitmiyor. Çok yağışlı ve rüzgârlı günlerde işe çıkarmıyorlardı. Karyolaya oturur, adı “radyo” olan kutudan bütün gün su seviyesini izlerdik. Önce Fransızca veriyordu, sonra da Bulgarca. Tuna şiştikçe korkumuz artıyordu. Öyle doluyordu da, bizi karaya bağlayan köprü su altında kalıyordu. Bir defa “kutu” derinlik 5.70 dedi. Gözle kestirmek imkânsız olduğundan, biz kıyıdaki ağaçların beline bakıyorduk. Gece uyku yok. Titriyoruz. Korku insanı titretir. Herkes titriyor. Gözler cam, ağaçların dallarında. Tuna uğultusu bambaşka bir şeydir. Geçmiyor, bitmiyor, gitmiyor. Dev nehir akıyor belini hafiften kıvıra kıvıra. Su bulanık. Gece gibi kara! Avrupa’nın bütün dehşet ve çirkefini “Kara Denize” taşıyor gibimize geliyordu. Neler yok kara deryanın içinde. Avrupa aklanıp paklandı, diyorum kendi kendime… Orada yaşadıklarımı sözle anlatmam o kadar zor ki. Belki sözler o dehşetin içinde doğmadığı için, yaşantımızı tam olarak yansıtabilmem çok zor”…


Makale ve Analizler - 2019

113

Devam ediyor; “Yağışlı bir gün hepimizi üçüncü kattaki odalara doldurdular. Sanki sular iki katı alıp götürse üçüncü kattakiler kurtulacak! İşte o zaman yanız kendimin ve sürgün Türk arkadaşlarımın değil, bize nezaret eden milislerin de korktuğunu gördüm. Onların elleri ayakları birbirinden farklı boşa sallanıyor, sözleri birbirini tutmuyordu. Köprü su altında, adaya kayık gelemiyordu. O gün bu gün, akşam saatlerinde gök gürlemeye ve hava çilemeye başladığında, beni uyku tutmuyor, Tuna’nın bulanık suları üzerime üzerime geliyor, ada sular altında kalıyor ve ben ve arkadaşlarım Allaha dualar ederek sürgünden kurtulurken su denizini kucaklıyoruz ve kayboluyoruz.” Ve Hülya’nın dayısı taşkın Tuna deryasında “özgürlüğüne kavuştuğu anı”unutamıyormuş. Yıllar sonra gece rahmet boşanınca Tuna’nın bulanık sularında boğularak kayıplara karışmak aslında çok acı bir trajedi. Özgürlük ile yok olmanın buluştuğu an, Tuna deryasının kâbusu, dayımın zavallı ruhunu öyle yaralamış ki, ömür boyu acı çektiriyor. – demekle yetinmiyor Hülya’nın, göz bebekleri doldu. İnsanın sevdiği bir akrabasının başına gelen kötülüklere üzülmesi çok doğaldır. Düşünüyorum da, – diyor Hülya kendine geldiğinde: belleğimizi, kabuğunun soyulmasını, zarlarının açılmasını bekleyen bir soğana benzetiyorum. Geçmişimiz o ince zar hafıza zarı tabakalarının arasında, değil mi! Ah! Öyle olsa, ne güzel olur, açabilsek hafızamızın o incecik zarlarını ve içindeki “özgürlük ile ölümün karşılaştığı anı” çıkarabilsek gün ışığına. Trajik de olsa görebilsek acıyan yaranın yüzünü. Beldi güzel bir temizler, ilaçlar ve unuttururduk sızıları. Dayımı da bitmeyen gece kâbuslarından kurtarırdık. “Hülya!” – diyorum, seni anlamaya çalışsam da, 1944 öncesi Çar faşistlerinin ve 1944’ten sonra komünizm milislerinin insanları, aslında Tanrı tarafından bir tatil cenneti olarak yaratılmış olan Tuna’nın “Belene” adasına sürmelerinin derin anlamı unutulmayan kötülük izleri bırakmak değil mi! Sürgünlere yalnızlığın çaresizliğini yaşatmak. Hapishane odalarında “mahkûmları”aylarca karanlık hücrede tutmak; saçlarını “o” kazıyıp kafataslarına su damlatmak; elektrik ampulünü sürekli yanıp sönmek; yemek taslarına solucan, sıçan yavrusu, hamam böceği koymak; bunların sebebi hep tutukluyu ömür boyu yaralı bırakmak, tiksindirmek, delirtmek ve kalıcı izler bırakmak. Hülya’ciğim, tabii ki, hayatla ilgili başka söylenecekler de var:


114

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Örneğin, suç kalıcıdır. Borç olsa azar azar ödenerek kapatılıp unutulabilir, ama suç, üstü örtülse de, tahmin olarak kalsa da kalıcıdır. Saat gibi tıklar insanın beyninde. Her yolculukta yerini alır, ondan kaçamazsın. Rüyalarda kış uykusuna yatar, ne zaman uyanacağı belli olmaz, uyur gibi görünse de, hep canlıdır. Zaman aşımına uğramaz, bağışlandığını, sıfırlandığını düşünmek ister ama elinde değildir. Şu soğan soymayı düşünelim, zarları çıkarıp bir bir güneşe sersek ve buruşarak kuruduklarını, içinde ne varsa buharlanıp uçtuğunu, unutulduğunu kabul etmiş olsak bile, soğan kokusu, yani unutulmayan suçların korkusu, yeni çıkan tazecik yaprak zarlarında belirir, hayat hakkı ister, adamın burun deliğini kırar. Ne kadar uzakta kalırsan kal, bu koku her yemekte, her salataya çatal uzattığında seni bulur. Soğan perhizi olsan bile kurtulamazsın kokusundan. Hep burnundadır, rüyandadır, gözlerinin önündedir. Neriman sen, dayıma bu eziyeti edenlerin, kâbusları yaşatanların da aynı trajediyi yaşadıklarını mı söylemek istiyorsun bana? Evet! Hülya. İnanmalısın – bu böyledir. İnsan kendi suskunluğunu yok saymak, yerine genel suçu ortaya sürmek ister ya da kendisinden üçüncü tekil kişi olarak söz etmeye heveslenir, ama yapamaz. Gün gelir balon patlar. Bir gazyağı fıçısı düşünsene, yıka yıka koku gitmez, bitmez… Bu gerçek diğer olaylarda da böyledir Hülya: Keşke peltek peltek konuşarak yirmi üçüncü zarında zedelenmemiş noktalar gösterebilseydi soğan, sen suçsuzsun diyebilseydi kendine, bu koku başka koku diyebilseydi, başka bir değişle, A. Doğan’ın askerlikteki ihbarları için “sen o zaman geçtin, budala çocuğun biriydin,” kötü bir şey yapmadın, hiç kimseyi, nişanlısını çok seven veya Türkiye’ye kaçmak isteyen asker arkadaşını gammazlamadın, hapishanedeki mahkûmların “köy sevgisini, yeni ev yaptırma”, “çocuğunu okutma” özlemini bile ihbar etmedin, diyebilse, ama diyemez, diyemiyor. Toplum belleğinin kendi kuralları, kendi vicdanı, bilinci, onuru var. Tavuklar arasında horoz olmak doğal bir şey ama öne geçmek için aralarına sızdığın soydaşlarını mimlemek, en azından alçaklıktır. Kötülüğün yaşı yoktur. Soğanın kokmayan zarı olmadığı gibidir bu. Geçmişleri ihanetle geçenler, tarihin parlak sayfalarında yer alamaz. Bunları ikide bir tartışıyoruz da Hülya, biz 29 yıldan beri sepetteki çürük elmaları ayıklıyoruz ve bir türlü bitmiyorlar. Şimdiye kadar dayanan-


Makale ve Analizler - 2019

115

lar oldu ama şimdi birden bire buruşup çürüdüler, tabiatta hiçbir şey ebediyen gizli kalamaz. İşte bu tipler oydular Hak ve Özgürlükler Partimizin altını. Bugün basında ya da internette iki gerçekçi yazı çıksa, yorum yapan iki kişiden biri: “Belene sürgün kampındakilerin yarısı ajandı,” deyiveriyor. Soruyorum o zaman ajan olana, orada kaldığı yıllarda, taşan ırmağın seviyesi onun için özel olarak düşürülemeyeceğine göre, boğulma kâbusunu kendileri de yaşamadılar mı? Yoksa ajanların vicdanı, bilinci, korku duygusu yok mu? Kişiliğimizin bu kadar sakatlanmış olabileceğine inanmak istemiyorum. Neriman, benim uykularımı kaçıran başka bir şey de var: Totalitarizm yıllarında adalet sistemimiz yolsuzluklara batmıştı. Söz konusu yolsuzluklar, batağa boğazına kadar batmış olanlara bugün son derece zenginlikler sağladı. Eski bataklık hainleri, günümüz demokrasisinde elit grup, mafya, oligarşi, soylular, politikacılar, sosyal figürler değil mi? Biz, ihanet çıkmazının hangi noktasında arayalım adaleti söylesene. Yoksa şimdilik, hiç bir şey, uzun süre gizli kalmaz, deyip keselim mi? Saygılarımla,


116

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Benim Kalbimi Memleketime Gömün Ertaş ÇAKIR 20.08.2019

Savur sofrasından inciler Önemli olan ölmek değil, yaşamak ve ebediyete kalacak değerler yaratmaktır. Bu sözleri 114 yaşını dolduran ve hala kendi kendine hizmet edebilen, yürüyen, şakalaşan, torunlarının yanından hiç ayrılmayan çok sevdiğim nenemden defalarca işittim. Nenem Bulgaristan’ın Silistre köylerinden İstanbul’a 1925’te bir şarap fıçısı içinde gelmiş. Şimdi de ölümü düşünmüyor. “Bana ikide bir “Git köyümüzü bir gör!” “Şarıldayan Çeşme” suyundan bir şişe su getir, gözlerime süreyim,” diyor. Gitmek nasip olmadı. Kısmetse… Çocukluğumda ninem bana masal anlatmazdı. Hep köyümüzün gül bahçelerini, lavanta ovasını, yamaçlara yayılan kekik kokusunu, ceviz gölgelerini, “Ayşe Kiraz”tadını, ırmak şırıltısını, arı vızıltılarını, sümbül ve salkım mavisini anlatırdı. Bizim köyde yüzyıllık ıhlamurlar mayıs haziranda herkesi mayhoş edermiş. Nenemin, çocukluğunun geçtiği Koca Balkan ve Tuna arası Silistre kalesinin başka bir yerle, yurtla kıyasladığını hiç işitmedim. O, şimdi yatıp kalkıp bir şişe “Şarlayan Çeşme” suyu bekliyor, eminim Balkan’ın suyundan son defa içince gözleri açık gitmeyecek, cennetin kapısı açacak. “Vatanımın suyu gibi yoktur!” hep dilinde. Birlikte sevindik. Dostum Hüsmen acele Kırcaali’ye gitti. Dayısından mektup almış. “Beni gömmeye mutlaka gel. Beni köyün mezarlığına, bizim toprağa gömeceksin! Hastane morgunda kalırsam hiçbir şeyimi helal etmem. Dünyanın öte ucunda olsan gene gel. Sen gelmezsen, kim defnedecek beni? Beklerim.” Bu sözleri dayısı ona son defa vedalaşırken söylemişti. Hüsmen ayrılırken, sağlıkçıya uğramış ve elindeki zarfı masaya bırakırken, sağlıkçıya “dayımın vakti saati yaklaşırsa posta kurusuna atıver” demişti. Gelen mektup, pullayıp kendine gönderilmesi için bıraktığı, anlamını yalnız kendisinin bildiği, boş zarftı.


Makale ve Analizler - 2019

117

Soluk soluğa yetişti. Avluya girdiğinde, dayısını asma altında serinlerken buldu. Çok şaşırdı. “Dayının ahret günleri doldu, gel!” diyen zarf, onu yanıltmıştı. Orak sıcağında ikindi vakti dayısının kendinden geçtiğini gören akranları “Allah rahmet eylesin! Yattığı yer nur olsun!” deyip sağlıkçıyı gecikince sık elden defin işlerine geçmişler. Tabutu omuzlarında mezarlığa vardıklarında bekçi Hasan sert toprakta mezarı henüz kazamamıştı ki, naaş kara aç gölgesinde bekletildi. Koyu gölgede kendine gelen dayım bir ara kirpikleri oynatıp gözlerini açılmış ve sağ eliyle kefeni yana iterek belini doğrultmuş. Cenazeye gelen yaşlılar “Allah! Allah!” deyip dua edip şakalaşarak köye dönmüşler. Olayı akşam geç vakit öğrenen sağlıkçı, Azrail kapısını çalmış, mezarı da kazılmış, rahmete kavuşması İş Allah yakındır, düşüncesiyle ertesi sabah pullu mektuba uzanmış. Kalp sektesini ucuz atlatan dayım yaşıyordu ve ben de kendisine bozgunluk yapmadım. Onu sağ sağlım görünce öyle bir rahatladım ki… ”Bayrama mı geldin?” dedi. Beni öptü, boynuma sarıldı. Onun da benim de şu mübarek ramazan gününde verilmiş sadakamız varmış, birbirimize bir şey söylemeden, o hayata döndüğüne sevinirken, ben de onun yaşadığına sevindim… Döndüğünde bunları anlatırken Hüsmen mutluydu. Köyünde onu bekleyen biri vardı. Kalbimi memleketime gömün. Avcılar’da penceresi denize bakan Mehmet dede Büyük Göç seliyle gelirken, doğup büyüdüğü yerden başka bir yerde nasıl yaşanacağını bilmese de, eziyetin ve ölümün pençesinden kurtuldum, Ana-vatan cennetine kavuşacağım heyecanıyla yüreklenmişti. İş güç derken oradaki hayatla ilişkisini kesmiş, İstanbul onu yutmuştu. Buraya nasıl geldiğini seyrek hatırlar oldu. Ölüm bile yıllarca aklına gelmedi. Emekli olunca hatıra defteri yaprak yaprak açılmaya başladı. Köyüne döndü. Evler yaşa kışa, rüzgâra yenik düşmüş, viran olmuş, bakımsız mezarlar çökmüş, taşları yola doğru eğilmiş buldu. Onlar sanki birilerini bekliyordu. Ziyaretçisiz kalmış, yalnızdılar. Ana baba mezarına bir desti su dökme ödevini yerine getirmemişti. Akrabalarının özlemini hissettiğinde, yıldırım çarpmışa döndü. Burada dedesi de yatıyordu. Vatan dedenin yattığı yerdir sözlerini hatırladığında göz bebekleri doldu. Buruşmuş yüzü birden yandı, kalbine ateş düştü.


118

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Dedesinin gururlu kabir taşı sanki dile geldi ve ona “Seni bekliyorum!” dedi. Bu ses onun kalbini Vatan toprağına çağırıyordu. Başını kaldırıp denize baktı. Dalga dalga ona akıyordu. Güzeldi, ama deniz Vatan olamazdı. Beyaz köpükleri seyrederken “Çok sevdiği, “Mezar taşlarını koyun mu sandın be Hasan!” türküsünü mırıldadı. Kalpleri memleketlerine defnedilenlerin ruhlarının da Vatan’da yaşadığını işitmişti. Gönüllün yuvası kalp, ruhun yuvası da gönüldü. Köy mezarlığına defnedilecek son insan olsa bile o kalbinin oraya gömülmesinde ısrarlıydı. Kalbi, Türklük yaşatan bir nur topu olmaya devam edecekti. VAS İYE T Köyün en zenginiydi. Kısa bir süre önce dünyadaki en değerli varlığı, eşini kaybetmişti. Çoluk çocuğu olmadığı için servetini ne yapacağını her kes merak ediyordu. Eşinin acısına artık dayanamıyor, kendi ecelinin de yaklaşmasını hissediyordu. Sonunda servetini kime bırakacağını vasiyet etti. Öldükten sonra mezarında kendisiyle birlikte yatacak olan kişiye bırakacaktı. Hiç kimse böyle bir şekilde büyük servete konmak istemiyordu. Ölü biriyle bir akşam mezarlıkta yatmak kolay değildi. Adam öldükten sonra bir hamal ortaya çıktı ve adamla birlikte mezar çukurunda bir gece kalmayı kabul etti. ‘Ne olursa olsun her karanlık ve korkunç bir gecenin aydınlık ve berrak bir sabahı vardır,’ diye düşünmüştü. O, köyünün en fakiriydi. Geçimini sırtındaki semer ve iple karşılıyordu. Onun için ha fakir olarak yaşamışsın ha da ölmüşsün, ne fark ederdi? O akşam ölünün yanında yattı. Gece yarısına doğru iki melek ölünün üzerinde göründüler ve konuşmaya başladılar: “Bu ölünün hesabını nasıl olsa sonra da görürüz. Şimdi şu diri olan kula bir takım sorular soralım bakalım; onu bir hesaba çekelim.” Zavallı adamın ödü patladı. Melekler adamı sorgulamaya başladılar. “Semeri hangi parayla aldın?” “Semeri satın aldığın para helal miydi?” “Semeri satan kişiyi araştırdın mı? Belki de çaldı.” “İpi nereden aldın? Kaç paraya aldın? İpin parasını hangi yollardan kazandın?”


Makale ve Analizler - 2019

119

Bu şekilde sabaha kadar sorgulandı. Adam neredeyse korkudan ölecekti. Sabahleyin mezarlığa gelen köylüler, onun yaşadığını gördüler ve cesaretinden dolayı kutlayarak, zengin olduğu müjdesini verdiler, ancak adam serveti reddederek şöyle dedi: “İstemem, ben basit bir semer ile ipin hesabını sabaha kadar zorla verebildim. O kadar servetin hesabını asla veremem.” Dinledim ve Hak ve Özgürlük Hareketi’nin malına mülküne parasına ve dövizine konan “Ahmet Doğan’ın mezarına hangi yürekli genç HÖH’lü girecek?“ diye düşündüm. Saygılarımla,


120

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Tuna Boylarında 21.08.2019

Her nasılsa, neredeyse ansızın büyümüş, delikanlı oluvermişiz Tuna boylarında.Bir mecnunluk havalarında ol civan Alişim edası ile kızlara iltifatlar etme, “sevda sözleri” söyleme zamanları gelip çatmış başa,bir de Anadolu’nun sıcak bağrından kopup gelmiş Cemal Süreya şiiri haykırıp duruyor akşam sabah içimizde dışımızda. Cemal Süreya’nın”Kanto’sunu” okuyoruz ulu orta,yüksek sesle,etrafta işitilsin diye.Dünyada güzel sözlerin var olduğu duyulsun diye,o sözler şirin Tuna’nın mavi dalgalarında doya doya çalkalansınlar diye,Tuna kyısında sazlar akşam rüzgarlarıyla o unutulmaz dizelerin gizemini uzaklarda kızların rüyalarına taşısınlar diye…Nereden nasıl geçtiyse ele,el yazmalar, eksik yazılmış mısralarla kızların gök mavisi gözlerinin derince pınarlarına damlayıp: ” Ben nerelerde bir çift göz gördümse/ Tutup onu güzelce hep sana tamamladım /Sen binlerce yaşayasın diye/Sen benim olasın diye yaptım bunu.”diyerek ısrarla okuyoruz.Şaşalı,efsunlu, gururlu delikanlı rüzgarlarıyla tantanalar basıyoruz, garsonu çağırıyoruz. Garsonun adı Barba,getirdiği bira,garsonun adı Hakkı,getirdiği rakı.Efkardan gemiler,abalar tutuşup yanıyor,halimiz harap,garsonun getirdiği şarap.Hey gidi deli dolu gençlik hey… Sonra uzun bir zaman diliminde yaşanılacak büyük acılardan yılmamayı, gencecik beyinlerimize cesaret,umut aşılayan Cemal Süreya şiirlerini okumaya başladık. 1950′ lerde Bulgaristan’dan Türkiye’ye bir büyük göç yaşanmış.İki devlet arasında anlaşmazlıklar,iki tarafın birbirlerini suçlamaları olmuş,sınır kapıları kapanmış,soğuk savaşın soğuk rüzgarları esmeye başlamış.Asırlarca yüzüstü bırakılmış fakir fukaranın, sefillerin yegane umudu olan sosyalizmin ,sosyalist sistem günün emperyalist güçlerine karşı koyabilme kaygısı ekseninde,bir savunma cabası ile bir işgüzarlık çaresizliğinde “demir perdesi” ülkelerinde , uykularda olan o milliyetçilik akımları hortlamış.Ne bileyim,belki de dünyayı yöneten katran gibi karanlık güçlerin bir büyük oyunu devreye konulmuş.Dünyanın çok köşesinde şoven kapılar ardına kadar açılmış ve Türkiye’den Bulgaristan’a her çeşit kitabın sokulması yasaklanmıştı.Bu sebeplerle Cemal Süreya’nın şiirleri aslından farklı farklı,herkesler kendinden bir şeyler ilave ederek elden ele dolaşıyor,gönüllere yerleşiyordu…Ta ki 1985 cehenneminde,Müslüman azınlıkların adları Hristiyan adları ile değiştirilip,koca memleket kocaman


Makale ve Analizler - 2019

121

bir toplama kampına dönüştürülüp, Müslüman olan Türklerin,Pomakların, Romanların, hatta Hristiyan Bulgarların bile bir hafıza tutulmasına mahkum edilip, 1989’da milliyetçi Jivkov rejiminin çökmesine kadar… Lakin alem yine o alem,yine göç, yine sokaklar,meydanlar ırkçı söylemlerle çalkalanmakta…Tehditler,tedhişler durmadan artmakta… Ve Ocak 1990…Silistre şehrinin buz tutmuş kaldırımlarında,ellerinde Bulgaristan bayrağı ile binlerce yurttaşım,vatandaşım, meslekdaşım,hani şairin sitemler ettiği gibi /Fakat alıp verilir bir selam kalmıştır/dercesine kapı komşum,hani çocuklarımızın çocuk parklarında kaydıraklarda peş peşe koşuştuğu, salıncaklarda hep beraber sallandıkları çocukların anaları,babaları,beraberce oturup muhabbetler ettiğimiz insanların: “Bulgaristan Bulgarlara!” “Türkler Türkiye’ye!” Diye bağrışları,çığırtkanlıkları Tuna düzlüğünü çınlatırken, bir de acı haber Türkiye’den geliyor.Cemal Süreya öldü… 9 Ocak 1990… Olamaz diyorum, olmamalı diyorum.Şimdi değil zamanı! “Ben nereye gittimse bütün zulumlardı /Bütün açlıklardı kavgalardı gördüğüm/ Kötülüklerin büsbütün eğemen olduğu/ Namussuz bir çağ bu biliyorsun”diye haykıran,acıların cehennemini yaşamış, “kan var bütün kelimelerin altında” diyebilen hüznün şairi,”zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar” diye isyan eden, sen değil miydin Cemal Süreya ? Sen bir umut ağacımız iken, bizi böyle yüzüstü koyup ölümün sükutuna nasıl sığınabilirsin? Olamaz diyorum ve irkiliyorum… Çaresizliğin çıkmaz sokaklarında yine o büyük şiirin şairi Cemal Süreya geliyor yorgun parmaklarının arasında yorgun sigarasıyla: “Bir çocuktun sen parıltılar yaratacaktın düzensizliğinden ” diyerek ve ey çocuk,sitemini başka zamanlara sakla diye tenbihlerce: “Çiçekler, çiçekler, su verdim bu sabah çiçeklere ” deyivereyim mi ağabey ve birdenbire,birdenbire o barbar akşamlar sabaha dönüşüyor.Terlemiş gibi duruyor buzlu kaldırımlar. Buzlu kaldırımlarda gözünü milliyetçilik bürümüş faşizan isteriyle, düşmanca çığlık atan,feleğin iradesiz oyuncağı olmuş o aldatılmış kalabalıklar bir masum çocuğu andırır gibi oluyor gözlerimde,gözlemlerimde. O gün bu gün yazmaya çalıştığım şiirin ilk mısaralarını mırıldanıyorum sessizce: “bir çocuk geçiyor terli kaldırımlardan sabah sabah kül rengi ışık salvosunda kayboolmuş gözleri adı Cemal Süreya” Cemal Süreya Şimdi Geçer Buradan


122

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) ~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~ “Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” Cemal Süreya Bir çocuk geçiyor terli kaldırımlardan sabah sabah Kül rengi ışık salvosunda kaybolmuş gözleri Adı Cemal Süreya. Kahvaltısı dağılmış dört bir yana” Anadolu şiiri” Güneş taptaze doğuyor çiyli tepelere “Aşkı haraca bağlanmış”kızlar Kale duvarlı evler Sisli yalnızlıklarında bir Cemal Süreya şefkati bekler. Tüfekler iyi niyet bağdaş kurmuş Düz yazı suskunluğunda sığ sular Yollarda jandarma ,eşkiya Kahvaltı sofralarında bir Cemal Süreya arar. Sen ki Yersiz yurtsuz edilmiş bir göçebe çocuğu Damağında döllenir tadı yol kavşağı kahvaltıların Hasbelkader yudum yudum yaşadın savrulmuşluğu Ve hasım düşlerin gelir “yırtılan ipek sesiyle” Peyderpey gelirler otururlar sofrana sefil sefil Çilesi dolmamış evlerden Yıkılmış çadırlardan gelirler “Afrika dahil” Beklediğin “geniş zaman” uslanır telgrafın tellerinde… Kalk gidelim Necibe “vakit var daha “deme Kalk gidelim geç kalmadan Cemal Süreya şimdi geçer buradan… Galip Sertel


Makale ve Analizler - 2019

123

Kurban Bayramı Ve Kültürel Yozlaşma Nevzat ÖZTÜRK Düzce İl Milli Eğitim Müdürlüğü, Maarif Müfettişi, Eğitimci Yazar.

Kültür, bir milletin maddi ve manevi değerlerinin bütününe denir. Yani, bir milletin yeme, içme, yaşama, geçimini sağlama gibi etkinlikleri yanında, milletin duygu, düşünce, ahlak, gelenek ve göreneklerini içeren özellikleridir. Kültür, bir milleti ayakta tutan en önemli yapı taşlarından biridir. Kültürün bozulması veya yok olması, milletlerin sonunu hazırlayan nedenlerdir. Türk kültürü, milletler içinde en yüksek ahlakı ve yaşayışı içeren değerlerden oluşmaktadır. Zamanla kültür gelişir ve değişir. Kültürel değişme; hemen hemen her toplumda çeşitli şekillerde insanların, toplumların etkileşmesi sonucu meydana gelmektedir. Fakat kültürel değişmenin iki yönünü ele almak gerekir. Bunlardan birincisi kültürel gelişmedir ki bu toplumsal yapı için faydalı bir süreç olmakla birlikte diğeri kültürel yozlaşmadır ki buda toplumsal yapıyı olumsuz yönde etkilemekte, toplumu bir çöküşe götürmektedir. Kültürel değerlerin yozlaşmaya uğraması sahip olunan dilin, dinin, ahlaki değerlerin, örf ve adetlerin yozlaşmaya uğraması demektir. Kültür ve içinde barındırdığı unsurlar bir toplumu ayakta tutan değerler ise bu değerlerin yozlaşmaya uğraması ve giderek yok olması, toplumsal düzenin yozlaşmaya uğraması ve giderek toplumun yok olması anlamına gelmektedir. Türk-İslam kültüründe dini bayramlarımızın önemli bir yeri vardır. Geleneksel bayramların insani değerleri ve yardımlaşmayı ön plana çıkardığını geçmişte yaşayan ve bilen orta yaş ve öncesi nesiller, bayramların bu birleştirici, sevgi ve hoşgörüyü ön plana çıkarıcı özelliğine bugün daha fazla ihtiyacımız olduğunu görebilmektedir. Bu bilince sahip aileler, anne babalar çocuklarının da bayram geleneklerini devam ettirmesine çaba harcamakta ve yaşatmaya, sonraki nesillere aktarılmasına çalışmaktadır. Toplumun sosyal, kültürel ve tarihi yapılanmasında önemli bir yeri ve olumlu katkıları olan bayramlar, bu özelliğini değişime uğrayarak da olsa devam ettirmektedir. Ramazan bayramı Kameri takvime göre Şevval ayının ilk üç günü, Kurban bayramı ise Zilhicce ayının onuncu gününden itibaren dört gün süreyle kutlanır. Bu bayramlar halk geleneklerinde eskisi kadar olmasa da hala canlı bir şekilde varlıklarını sürdürmektedirler.


124

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Giderek her konuda olduğu gibi bayramlarımız, bayram geleneklerimiz de yozlaşmaya başlamıştır. Bunları ortaya koyabilmek için öncelikle, Kurban Bayramının coşkusunu yaşadığımız bayram günlerinde neler yapılır/ neler yapılmalı, yaşanan yozlaşmaları ele almak istiyorum. Öncelikle bayram günlerine özel neler yapılmalıdır onlara değinelim: Arefe Günü: Bayramdan önceki güne arefe günü denilir. Arefe günü bayrama, madddi-manevi olarak hazırlanma günüdür. Anadolu’da dini bayramların bir hazırlık süreci vardır. Bayramdan önce evlerde uzun uzun temizlikler yapılır; köy ve kasaba evlerinin ön kısımları, bahçeleri temizlenir ki, buna “bayram temizliği” adı verilir. Çocuklar başta olmak üzere bayramlıklar alınır ve bayram gününden önce giysiler mutlaka hazır olur. Bayram günleri için özel yemekler ve tatlılar hazırlanır. Özellikle arife gününde hamama gidilir veya evde yıkanılır, temizlenilir. Bazı yerlerde buna “bayram suyuna girmek”, “arife suyuyla yıkanmak” denir. Arife suyuyla yıkanmanın bereket ve sağlık getireceğine inanılır. Bu günde; 1-Teşrik Tekbirleri:Arefe günü sabah namazından itibaren bayramın dördüncü gününün ikindi namazına kadar, yirmi üç farz namazının arkasından birer defa “Allahu ekber Allahu ekber, Lâ ilâhe illallahu vallahu ekber. Allahu ekber ve lillahi’l-hamd” diye tekbir getirilir ki, buna “teşrîk tekbiri” denir. Anlamı şöyledir: “Allah her şeyden yücedir, Allah her şeyden yücedir. Allah’tan başka ilâh yoktur. O Allah her şeyden yücedir, Allah her şeyden yücedir. Hamd Allah’a mahsustur.” 2-Kabir Ziyaretleri: Ölümü hatırlamak, ölüden ibret almak ve ahireti düşünmek için kabir ziyaret etmek sünnettir. Kendisinin de aynı hallere düşeceğini hatırına getirir. Kimseye kötülük düşünmez. İyi bir müslüman olarak yaşamaya çalışır. Özellikle Arefe günü, Bayram günleri, cuma günü kabirleri ziyaret etmek sünnettir. Ziyaret edenin, ölü için Kur’an-ı kerim okuması, ona dua etmesi gerekir. Kurban Bayramının 1.Günü: 1-Bayram Namazı: Kurban Bayramının birinci gününde sabah saatlerinde cemaatle bayram namazı kılınır. Bayram namazı sayesinde, birçok Müslüman bir araya gelir. Namazın ardından cami bahçesinde cemaat bayramlaşır. Böylelikle toplum arasında birlik ve beraberlik olgusu güçlenir. Bayram namazı, iki rekattır ve cemaatle kılınır. Bayram namazında ezan okumak yoktur. Bayram namazında ikamet getirilmez. Bayram hutbesi ise sünnettir. Hutbe namazdan sonra okunur.


Makale ve Analizler - 2019

125

2- Teşrik Tekbirleri: Arefe günü sabah namazından itibaren başlayan teşrik tekbirleri bugünde de devam eder. 3-Kurban Kesme: Kurban Bayramının birinci günü, Mekke’de Mina denen yerde hacıların kurban kestikleri gündür. İslam dinine göre kurban kesmek maddi gücü yerinde olan her kul için “borç”tur. Kurban kesimi Kurban Bayram namazı kılındıktan sonra başlayıp bayramın üçüncü günü akşam namazı vaktine kadar olan süre içinde kesilir. 4-Bayramlaşma: Bayram Namazından sonra ilk iş, aile efradının birbirleri ile bayramlaşması olur. Camiden gelen evin büyüğü kapıda karşılanır, önce karı-koca, sonra çocuklar anne-babaları ile ve kardeşler kendi aralarında bayramlaşırlar. Sonra yakın komşular, anne-baba ziyaret edilerek bayramlaşmaya devam edilir. 4-Ziyaretler: Bayramın ilk günü genellikle insanlar kurban kesmekle meşgul oldukları için ziyaretler ikinci günden itibaren yapılmaya başlanır. Ayrıca kabirler ziyaret edilerek ölüm hatırlanır, geçmişlere Kur’an okunur. Kurban Bayramının 2.Günü: 1- Teşrik Tekbirleri: Arefe günü sabah namazından itibaren başlayan teşrik tekbirleri bugünde de devam eder. 2- Kurban Kesme: Kurban kesimi Kurban Bayram namazı kılındıktan sonra başlayıp bayramın üçüncü günü akşam namazı vaktine kadar olan süre içinde kesileceğinden kurbanının bayramın birinci günü kesemeyenler kurbanlarını keserler. 3- Bayramlaşma: Bayramın birinci günü kurban ile meşgul olunduğundan genellikle aile içi ve yakın komşular ile bayramlaşılır. İkinci gün ise, anne-baba, eş dost ziyaret edilerek bayramlaşılır, büyüklerin ellerinden , küçüklerin gözlerinden öpülür, hediyeler/harçlıklar verilir. 4-Ziyaretler: Bayramın birinci günü yapılamayan ziyaretler yapılarak, hal hatırları sorulur, ihtiyaçları giderilmeye çalışılır, dargınlıklar-küskünlükler ortadan kaldırılmaya çalışılır. Ayrıca kabirler ziyaret edilerek ölüm hatırlanır, geçmişlere Kur’an okunur. Kurban Bayramının 3.Günü: 1- Teşrik Tekbirleri: Arefe günü sabah namazından itibaren başlayan teşrik tekbirleri bayramın üçüncü günü ikindi namazında sona erer. 2-Kurban Kesme: Kurban kesimi Kurban Bayram namazı kılındıktan sonra başlayıp bayramın üçüncü günü akşam namazı vaktine kadar olan süre içinde kesileceğinden kurbanının bayramın birinci, ikinci günü kesemeyenler kurbanlarını keserler.


126

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

3-Bayramlaşma: Bayramın birinci, ikinci günü ulaşılamadığı için bayramlaşma imkânı bulamadığımız varsa, anne-baba, eş dost ziyaret edilerek bayramlaşılır, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpülür, hediyeler/harçlıklar verilir. 4-Ziyaretler: Bayramın birinci, ikinci günü yapılamayan ziyaretler yapılarak, hal hatırları sorulur, ihtiyaçları giderilmeye çalışılır, dargınlıklarküskünlükler ortadan kaldırılmaya çalışılır. Ayrıca kabirler ziyaret edilerek ölüm hatırlanır, geçmişlere Kur’an okunur. Kurban Bayramının 4.Günü: 1-Bayramlaşma: Bayramın birinci, ikinci, üçüncü günü ulaşılamadığı için bayramlaşma imkanı bulamadığımız varsa, anne-baba, eş dost ziyaret edilerek bayramlaşılır, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpülür, hediyeler/harçlıklar verilir. 2-Ziyaretler: Bayramın birinci, ikinci, üçüncü günü yapılamayan ziyaretler yapılarak, hal hatırları sorulur, ihtiyaçları giderilmeye çalışılır, dargınlıklarküskünlükler ortadan kaldırılmaya çalışılır. Ayrıca kabirler ziyaret edilerek ölüm hatırlanır, geçmişlere Kur’an okunur. Şimdi de, Kurban Bayramı vesilesi ile gözlemlediğim yanlış uygulama ve yozlaşmalara değinelim: 1-Kurban Bayramı’nı Tatil Olarak Görmek: Bayramı tatil olarak algılamak son derece yanlıştır. Bayram, birlik beraberliğimizi pekiştirici coşkulu günlerimizdir. Bayramlar, evlerden kaçılması, kapılarının kapatılması değil, evlerimizin kapılarının ziyaretçilere sonuna kadar açık olması gereken günlerdir. Her ne kadar, tatile çıkan vatandaşlarımız kurbanlarını vekalet yolu ile kesmiş olsalar da kurbanın neşesini ve coşkusunu yaşayamamaktadırlar. 2-Kurban Kesmeyi Hayvan Katliamı Olarak Değerlendirmek: sofrasında et eksik olmayanların her Kurban Bayramı’nda “hayvan katliamı yapılıyor” çığırtkanlığı samimi olmadığı gibi, dine, dini değerlere karşı bir tavırdır. Kurban bir ibadettir, Allah’ın emridir, katliam değil, teslimiyet ve yakınlaşma vesilesidir. 3-Camilerin Birleştirici Değil Ayrıştırıcı Rol Almaya Başlaması: eskiden bir beldenin, bir mahallenin, bir köyün bir camisi vardı. Tüm belde halkı, mahalleli, köylü aynı camide bayram sabahı buluşur, bayramlaşır, kaynaşırdı. Şimdilerde ise, her mahallenin her mevkiine, belki de köyün her sülalesine özgü yapılan camiler, üstelik kadrolu din görevlisi olan camiler bir-


Makale ve Analizler - 2019

127

leştirmek yerine ayrıştırıyor, özellikle köylerde çoğu camilerde beş on kişi ile bayram namazı kılınır hale geldi. 5-Bayramlaşma ve Ziyaretleşmeler Yerine Sosyal Medyadan Mesaj ve Kutlamanın Tercih Edilmesi: Bilişim çağı ile sosyal medya inkâr edilemez bir gerçek haline geldi. Maalesef teknolojiyi kullanmayı da öğrenemedik. Aklımızı kullanmak yerine akıllı telefonları kullanmaya başladık, esasında kullanıldığımızın farkına varamadık. İletişimde en sağlıklı olanı yüz yüze, göz göze iletişimdir. Samimiyet için yüz yüze iletişim tercih edilmelidir. Bayram günlerinde, özellikle anne-babamızı, yakınlarımızı ziyaret etmemiz gerekirken, sosyal medya üzerinden samimiyetten yoksun ve en şerefli varlık olan insanı giderek değersizleştiren sosyal medya mesajının tercih edilir hale gelmesi özümüzden bizi uzaklaştırmaktadır. Kalabalıklar içinde yalnızlaştırmaktadır. 6-Resmî Kurumların Protokol Bayramlaşmaları ile Bayramı Göreve Dönüştürmeleri: Bilindiği üzere bayramlar milli ve dini bayramlar olarak ayrılmaktadır. Milli Bayramlarımız yasalar ile çerçevesi belirlendiği üzere günü ve zamanında usulünce kutlanmaktadır. Ancak dini bayramlarımızın çerçevesini din çizmiştir. Dolayısıyla bayramları dini bağlamından koparacak uygulamalara gidilmemelidir. Resmî kurumların protokol bayramlaşmaları samimiyetten yoksun ve zoraki bir bayramlaşmaya, göreve dönüşmektedir. Ayrıca, kurum amirinin keyfine göre bayramlaşma günü ve zamanı belirlemek bayramları değersizleştirmektedir. Bayram gelmeden bayramlaşma törenleri düzenlemek ne kadar yanlışsa, bayram bittikten sonra bayramlaşma töreni veya kutlama törenleri yapmak o derece yanlıştır. Zamansız bayramkutlama ve etkinlikleri ile “bize her gün bayram” söylemini doğrulatmaya kimsenin hakkı olmasa gerekir. 7-Medyanın Bayramın Anlam ve Önemine Uygun Yayın Yapmaması: Bizim medyamız dini değerlerimizi topluma benimsetmek, örf-adetlerini yaşatmak yerine, daima görmezlikten gelerek yozlaşmaya katkı sunmaktadır. Oysa, bu toplumdan beslenen medyamızın, bayramlarımızı, dini değerlimizi, bayram geleneklerimizi tarihsel süreç içinde sunarak toplumun bilinçlenmesine, kültürümüzün nesilden nesile aktarılmasın katkı sunması gerekir. 8-Dini Kurum ve Kuruluşların Bayramı Fırsat Olarak Görmeleri: Dini Vakıfların, Derneklerin, Dini grup ve yapıların bayramları fırsat bilerek yardım kampanyaları, kurban hisse yarışları düzenledikleri hepimizin malumudur. Hatta, Bayram namazı hocalar için bulunmaz bir fırsattır, yardım toplamak için en uygun zemindir. Bu tavır ve davranış da son derece yanlıştır. Kurban ibadetini bağlamından ve esas gayesinden uzaklaştırarak kendi menfaatleri uğruna alet etmeye hiç kimsenin hakkı da haddi de yoktur. Her ne kadar, kendilerine uygun fetvalar ilan etseler de İslam buna cevaz vermez.


128

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

9-Bayramın Yaşlılar ve Çocuklar Nezdinde Giderek Değersizleştirilmesi: Bayramların en önemli unsurlarından biri yaşlılar ve çocuklardır. Bayramlar, gözü yaşlı ihtiyarlarımızın ziyaret edilerek ihtiyaçlarının giderilmesine, unutulmadıklarını göstermeye vesiledir. Bayram, yaşlılarımızın kapıları gözlediği nadide günlerdir. Bayramlar aynı zamanda çocukların sevindirildiği, dini duygu ve sevginin yerleştiği çok önemli günlerdir. Dolayısıyla, çocuklar bayramı doyasıya yaşamalı, dini coşkuyu hissetmeli, hissettirmeliyiz. Oysa bugün, yaşlılarımız kapıları gözlüyor, eski bayramları özlüyor, çocuklarımız bayramdan bir şey anlamıyor. Daha önce Kurban Bayramı ile ilgili yazılarımda benzer konulara değinmiştim. Ancak gözlemlerim doğrultusunda yeniden bazı konular açıklık getirme gereği duydum. Hakkınızı helal edin. Derdimiz, davamız ve endişelerimiz var. Hep birlikte aydınlanmaya devam edeceğiz inşallah. Allah’a emanet olunuz.


Makale ve Analizler - 2019

129

Gelecek Bizimdir

İsveç-Malmö’da Türkoaz Festivalinden Rafet ULUTÜRK Sayın BALGÖÇ Başkanı Kaya VATANSEVER Türkiye Cumhuriyetinin Çok değerli Fahri Konsolosu Sn. Hakkı ULUDAĞ, Değerli STK yöneticileri ve misafirler. Sevgili hemşerilerim, dostlar, aileler, gençler. Balkanlı olma kimliğiyle gurur duyan herkese, Kıymetli basın mensupları ve konuklar, hepinize selam ve festival şenliğinde hazır bulunanlara gönlünüzce eğlenmenizi diliyorum…. Önce sizleri hem köklü bir Bulgaristanlı, hayatının yarısını anavatanımız Türkiye’de geçiren bir soydaş, bir kardeşiniz, hemşeriniz ve gurbetçilikte kader ortağı biri olarak CANİ YÜREKTEN, KALBİMDEKİ EN SICAK DUYGULARLA, DÜNYANIN NERESİNDE BULUNURSAK BULUNALIM TÜRKÜN TÜRKE OLAN GÖNÜL SICAKLIĞIYLA KUTLUYORUM, hepinizi bağrıma basıyorum. Sizi böyle, sağ salim, dinç, bir arada görmek, el ele vermiş ocak yakarken bulmak, sımsıkı birlik ve dayanışma halinde festival şenliği havasında birlikte olmak, benim için büyük mutluluk, heyecanlandım, gönlüm sevgi ve güven doldu. Kıdemli bir dernekçi olarak, benim için, Türklerin birlik olması çok anlamlıdır. Çünkü biz Türkler buğday tanesi gibi insanlarız, yanı yalnız da oluruz, buğday tanesini eksen, çıkar, yapraklanır ama gün gelip başak saldığında kendi kendine tozlaşamaz, yani buğday tarlasının içinde bir başak en az bir başak olması şarttır. Bu bakıma, konuşmamın hemen başında, sizi beraberce görmemin bana verdiği gönül hoşluğuyla, BİRLİKTE OLMA YOLU BULMANIZI tebrik ediyorum. Değerli dostlar toplantılar, seminerler, paneller, sempozyumlar, festivaller bunlar bizim için Türk gibi bilinçlenme yolumuzdur. BULTÜRK ÜYELERİNDEN SELAM Bir de unutmadan hemen söyleyeyim. Size, Başkanı olduğum, İstanbul, Bayrampaşa, merkezli BULGARİSTAN TÜRKLERİ KÜLTÜR VE HİZMET DERNEĞİ BULTÜRK’ün 7 bin üyesinden, İstanbul’da ikamet eden diğer Bulgaristanlı soydaşlarımızdan, anavatanımız güzel Türkiye’mizden


130

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

içten, kardeş selamları, sağlık, başarı ve mutluluk selam ve temennileri, en iyi dileklerini selamlarını getirdim. Balkan ve Bulgaristan Türklerinin hepsine, festivale katılan tüm ailelere Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanımız Büyük Lider Dünya Lideri Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN’dan samimi, kalpten selamlar ve geçen Kurban Bayramı vesilesiyle hepinize en iyi temenni ve dilekler, Türk olma şerefini, İskandinavya’nın bu güzel körfez ve üniversite kentinde yaşatma tavsiyeleri getirdim. BİR YANI GÖK MAVİ, BİR YANI ZÜMRÜT YEŞİL BU DİYARDA Sizin burada var olmanız, BÜYÜK TÜRKİYE’nin Kuzey Kutbuna yakın, bir yanı gök mavisi, bir yanı zümrüt yeşil, bu bereketli diyarda varoluşu anlamına gelir ki, bu da Türk ruhunun buralarda kanat açması anlamındadır. Sayın dostlar, bu güzelim Deniz ve Kara şehrinde ekmek teknesi kurup dernek kurmuşsunuz, ben de 15 yıllık bir dernek başkanı olarak beni gerçekten gururlandırdınız. BULTÜRK olarak biz “zorla isim değiştirme”, “soykırım”, “kültürel soykırım”, “toplu halde memleketimizden kovulma” gibi konularda birçok seminer, anma töreni, sempozyum düzenledik İstanbul’da…. Karşımıza dikilenler, 1989 Ayaklanmamıza hep “olay” dediler, “zulme” – insan özünü zorla değiştirmektir diyemediler, totaliter komünizme cezalandırılmamış faşizm diyemediler, isimlerimizi, dinimizi, adetlerimizi, kültürümüzü değiştirirken, dinimizi ve dilimizi yasaklayanlara, 37 kardeşimizi öldüren, 178 kardeşimizi yasaklayanlara KATİL – SOYKIRIMCI diyemediler. ÖNCE SİZLERE BİRAZ KENDİMİ VE BULTÜRK DERNEĞİNİ TANITAYIM: Ben, KIRCA ALİ ‘ye bağlı Köseler (Kösevo) köyündenim. Orada doğdum, Kırcali’de tahsil gördüm, askerlikten sonra da, Hak ve Özgürlük Hareketi’nin (DPS) Doğu Rodoplar’ın köy ve kentlerinde, Burgaz ve Yambol köylerinde örgütlenmesine maddi ve manevi, bizzat kendim yardımda bulundum. Teşkilatçı olmak, ÖRS VE ÇEKİÇ arasında, bir ateşe bir suya girerek dövülmekse, ilk dersimi HÖH saflarında aldım. Okumaya gittiğim Plovdiv (Filibe) şehrinde İl Müftülüğü Vakıf Müdürlüğü yaptım.


Makale ve Analizler - 2019

131

Bilirsiniz, Osmanlı zamanından Bulgaristan’da 2 353 Cami Medrese, Mektep, tekke ve imaret, pek çok zaviye, mezarlık, dükkân, hamam, çeşme ve başka bağ-bahçe, orman koru, işlenir araziler gibi vakıf mallarımız var. İşte bu malları Bulgar kanunlarına göre geri alıp tapulaştırma, bakım ve onarım işleriyle meşgul oldum. Biz, Bulgaristan Türkleri bir defa, Bulgaristan’daki Osmanlı taşınmazlarının fiili ve manevi sahibi ve bekçisiyiz. Bizim 1877’de Plevne (Pleven) Savaşı başlamadan önce, 2 700 okulumuz vardı, bugün ise bir tane okulumuz yok. Bu konuda Bulgar inadı devam ediyor. Mahkeme kararlarını Yüksek Mahkeme bozuyor, devlet tanımıyor. Şimdi kalkmışlar, 1877 Rus-Osmanlı savaşında ölen Bulgarların Büyük Anıtını dikeceklermiş. Öyleyse bizler de bu savaşta şehit olan askerlerimiz, komutanları Osman Paşanın, Süleyman Paşa’nın ve binlerce Türkün de anıtını dikelim. 1944’te Filibe-Plovdiv’e Rus askeri girmemiştir, ama Nebet Tepe’de “Alyoşa Anıtı” olduğunu hepiniz bilirsiniz. Bizde Bulgaristan’da son 2 senede SOYKIRIMCI Todor Jivkov ile birinci yardımcılarından Penço Kubadinski’ye yeni anıtlar dikildi. Halkın gururu ezilmeye devam ediliyor. Bugünkü Bulgar iktidarı faşizmtotalitarizm zulüm yılları yönetiminin bir uzantısı, bir devamıdır. Eski suçluların, katillerin torunları iktidardadır ve bu totaliter ceset kalkmadan, güvensizlik, baskılı uygulamalar, sefalet ve toplumsal çöküş durdurulamaz… Bulgaristan Cumhurbaşkanı Radev şimdiki duruma “bataklık” dedi. Ben Plovdiv Müftülüğünde çalışırken arkadaşlarımla bu mal-mülk mirasının İl Müftülüğüne devri işleriyle uğraşan bir şirket kurduk. Aynı yıllarda, genciz o vakit tabii ve Dünya Türk Gençler’nden bir davetiye aldım. TÜRK DÜNYASI İLE BULUŞMAM “Bulgar devleti, Bulgaristan’da yaşayan Türk yok, onların hepsi İslamlaştırılmış Bulgar” derken, Makedonya’nın Ohri şehrinden, YakutyaSibirya’ya, Kazakistan’a, Kırgızistan’a, Çuvaşistan’a, Başkurdistan’a, Dağıstan’a, Azerbaycan’a ve Türklerin yaşadığı ve Türklüğü yaşatan hemen hemen her yere gitme ve Bulgaristan Türklerini tanıtma, anlatma imkânım oldu.


132

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Bu ziyaretlerim esnasında beni en fazla etkileyen bir olayı anlatmak istiyorum: Manevi atamız Ahmet Yasevi’yi… Onun şehri, Kazakistan’ın Türkistan şehridir. Onun 12.yy. da, Türk ruhu yaratılmasına son derece büyük, paha biçilmez katkılarından ötürü, namını şanını ebediyen yaşatmak için, Timur Han 1389 yılında Hoca Ahmet Yasevi Türbesini yaptırmıştır. O dönem Dünyanın en görkemli, dev türbesi olan Ahmet Yasevi Türbesi’nde BANA namaz kılma ve sizin için dua etmek nasip oldu. Kurulduğu zaman türbenin kubbesi Orta Asya – Türkistan’da en büyük kubbeymiş. Bugün de öyle… Bilirsiniz çok yakın zamanlara kadar bir milletin medeniyet düzeyi, cami ve kilise kubbelerinin çapının uzunluğuna göre, değerlendiriliyormuş. En büyük kubbeye sahip olan millet en yüksek medeniyete sahip olanmış. Bugün Orta Asya’da, yine bu ziyaretlerim zamanında tanıklık ettiğim Buhara, Taşkent, Alma Ata (yeni adı Nursultan), Astana Bişkek Camilerinin ve medreselerinin, Türklük eserlerinin hepsi birer şaheseridirler. Fakat kafanızda bir takıntı olarak kalmasın diye, Orta Asya – eski ismi TÜRKİSTAN Türklüğünün Yıkılmaz, Alınmaz ve Aşılmaz Kalesi Ahmet Yasevi Türbesi hakkında birkaç söz daha söylemek istiyorum. Birinci adı Hazreti Türkistan olan, sonra Türkistan ve halen Yeşil Kent olan, bu şehir Orta Asya Türklüğü’nün gerçek Türk Dünyası Gençlik Bilim ve Aydınlık Meşalesi haline gelmiş durumdadır. Şehrin şirin tepelerinden birine Türk-Kazak Dostluk Üniversitesi yapılmış, Türkçe ve Kazak dili başta, dünya kültürü burada harmanlanıyor. Siz şimdi bana, neden tam orada, diye sorsanız, haklı bir soru sormuş olursunuz. Her şeyin bir nedeni var. Hani biz, Türk milleti Büyük bir Milletir dediğimizde, “nedenmiş o” diyenlere, 7 bin yıllık tarihimiz var. Bir sürü imparatorluk ve devlet kurmuşuz, kıtadan kıtaya medeniyet taşımışız, atalarımız atlarını Volga’da, Gand Irmağı’nda, Orhun nehrinde, Mekke’de, Yemen’de, Fas’ta sulamış, Viyana kapılarını çalan biziz, dediğimizde sustukları gibi, Ahmet Yasevi Hikâyesinde de çok büyük bir derinlik var. Kısaca değinmek istiyorum: Cengiz Han, 12. asırda Moğolistan topraklarından Türk-Moğol atlı akıncılarla, eski kıta Avrupa’ya depremler yaşatan Büyük Atila Handan sonra ikinci dev sefere çıktığında, ORDUSUNUN İÇİNDE KONUŞULAN DİL TÜRKÇE, AMA ASKERLERE AHLAK, EDEP, İMAN, İNANÇ VE İLHAM KAYNAĞI bir din yokmuş. Doğudan gelip Asya içine yayılırken


önüne geleni kesip kavuruyor, yıkıp yakıyormuş. Bunu görenlerden, kulaktan kulağa gelen haberler bütün Orta Asya-Türkistan halklarını titretmiş, koskoca bir kıtanın huzuru kaçmış. Böyle bir korku daha önce yaşanmamıştı… İşte o zaman Orta Asya Türklüğünü kurtaran Hoca Ahmet Yesevi olmuş. Nasıl mı? O, o zaman, bugünkü Özbekistan’ın Tarihi Buhara şehrindeki din okullarında okumuş, Fars Divanıyla tanışmış, Arapçayı da anadili gibi öğrenen umut yüklü bir alim olmuş. Yine o zaman XII. asırlardan. Türkçemizde henüz İslam yok. Hoca Ahmet Yasevi, Arapça ve Farsça’dan Kuran’ı Kerimi, İslam’ı, sünnet ve hadisleri Türkçemize kazandıracak yolu seçmiş. Eşi-emsali olmayan hizmetlerde bulunmuş. Türk dünyasına sönmez Aydınlık Çırası kazandıran odur. O, insanlar arasında, yani bu dünyada, güneş aydınlığında, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in yaşadığı kadar yaşamış. Yani 63’ünü doldurduktan sonra, işte o gidip gördüğüm ve en çok etkilendiğim Türkistan kentinde, yer altına inmiş ve toprağın bağrında dünyada ilk Türkçe eğitim veren İslam Akademisini oluşturmuş ve İslamı Türkçe öğrenip iman eden 1000 mürit yetiştirmiştir. Ve onları, o yıllarda artık İslam’ı Volga Kazan Türklerinden alan, Cengiz Han Ordularına İslam dini hocası olarak göndermiş ve böylece dünyanın en gaddar orduları, İslam’a, iman ve vuslat inancına kavuşunca, İnsanlık tarihin en ahlaklı orduları olmuş. ORTA ASYA – TÜRKİSTAN YIKILIP YAKILMA KÂBUSLARINDAN KURTULMUŞTUR. Büyük bir kıta İslam’a kavuşmuş. Ve biz bugün, bu nedenle Hoca Ahmet Yesevi hakkında En Büyük Türkçe Hocası diyoruz. Ve İslam dinini Türk halklarından bahşeden en büyük düşünürdür, hizmetlerine paha biçilmez vurgusu yaparken, kastettiğimiz budur. Olaya Bulgaristan Türkleri açısından baktığımızda, asırda Tuna kıyısına, Dobrucaya ilk Türkleri – 20 bin kişi – getirip yerleştiren, Sarı Saltuk, Ahmet Yesevi Hocanın öğrencisi, müridi, bizim de hem atamız, hem de manevi Babamızdır. Balkanlarda ve Anadolu’da 18 adet Türbesi vardır. Yukarı’da işaret ettiğim üzere bir Türk-Moğol Hanı olan Timur, Türklüğe, İslam’a ve İnsanlığa bu Hizmetlerinden dolayı Türkistan kentinde Ahmet Yesevi Türbesi yaptırmıştır. Çingiz han ordularının İslam Dinini kutsal din olarak kabul ettiği


134

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Kazan Camilerinde ve Ahmet Yesevi Türbesinde bugün de 24 saat hiç arasız kuran okunur…. Kazan’a, İdil ırmağı Volga nehri boylarına yerleşen Bulgar Hanı Kubratın en küçük oğlunun Türk boylarından İslam Dinini kabul edendir, Cengiz Han’ın da İslam ateşini onlardan aldığı rivayet edilir. Ne yazık ki günümüzde Bulgaristan’daki Bulgarlar kültürel yaklaşmamızda bu gibi olaylara değer vermiyorlar. Söylemek istediğim. Orada, pırıl pırıl parlayan, çok modern Ahmet Yesevi Türk Kazak Üniversitesini ziyaret ettim. Rektör Kürsüsünden yaptığım konuşmamda, biz Bulgaristan Türklerinin tarihte yaşamadığımızı söyledim; Bizler Bulgaristan’da 1944’e kadar Bulgaristan Türklerine kan kusturan monarşi faşist diktatörlük ile 1944-1989 yılları arasındaki Todor Jivkov’un totaliter komünist baskı ve terör rejiminden Bulgarlardan çekilerimizi anlattım. Bizler Bulgaristan’da yaşadıklarımızdan hiç bir şeyi unutmadık. 1970’lerden 1990’na kadar uzanan ve doruk noktaları 1972-73 Pomak faciası ve 1984-85 Türklerin isimlerini değiştirme maskeli zülüm asla unutulmadı unutulmayacaktır. Bu, bir Türk soykırımı, kültür soykırımı ve geleceğimizi çökertici bir trajediydi. Böyle olmasa sizin burada ne işiniz olurdu? Başımıza gelenleri, kasaba götürülen koyun sürüsü gibi sınır kapılarına sürüklendiğimizi, aylarca çadır kentlerde kaldığımızı anlattım. Kara yolları, tren ve uçaklarla Batı Avrupa’ya, Belgrat, Viyana, Kopenhagn, Oslo, Stokholm’a, hatta Kanada ve Avusturalya’ya kovulduğumuzu duyurdum. Yüz binlerce kardeşime gurbetçiliğin kader olduğunu, sıla özlemi akan gözlerin pınar olduğunu paylaşmaya çalıştım. Biz Türkiye’de artık 1 milyonu aşmış durumdayız. Acınızı, düşmanlarımızın küstahlığını, kaynayan kin ve öfkemizi duyurdum. Avrupa ülkelerinde, İngiltere’de ve İsveç’de toplam 250 bin civarında Bulgaristan Müslüman Türk olduğunu dünya biliyor. BULGARİSTAN’DA HAYATI YAŞATIYORSUNUZ Her yıl sizden Bulgaristan’a 1 milyar 250 milyon Euro para geliyor. Bu yardımlarınız orada hayatı yaşatıyor. 150 leva emekli maaşıyla yaşlıla-


Makale ve Analizler - 2019

135

rımızın nefes alması bile imkânsızdır. Bizim ana dilimizde “böyle gelmiş, böyle gider” sözü vardır. Demek istediğim şudur: 1944’te Sovyet ordusu Tuna’ya dayandığında, Bulgar komünistler Emekli kasasındaki 2 milyar leva birikmiş emeklilik parasını çalmış ve 500 bin Rus askerine “hoş geldin primi” olarak dağıtmıştır. 1997’de iktidar olan İvan Kostov hükümeti de Emekli Sandığına saldırdı ve 2 milyar levaya el attı. Boyko Borisov hükümeti Sağlık Hizmetleri Sandığından 2 milyar levaya uzandı ve biz 2007’de Avrupa Birliğine üye olalıdan beri eski kıtanın en fakir, en yoksul, kıt kanat geçinen ve bohçanın 2 ucunu bağlayamayanlarız. Türkiye’ye göçe zorlandığımız 1989’da Türklerin Bankadaki tasarrufları devletin sıcak parasının üçte biriydi, onlar da buharlaştı. Bulgaristan’dan Türklerin kovulması kapı araladı, bugün 2 vatandaştan biri yurt dışındadır. ALLAHIN YARATTIĞI EN YÜCE VARLIK TÜRK İNSANIDIR İnancım şudur: Allahın- Tanrı’nın yarattığı en yüce varlık Türk İnsanıdır. Ben o kürsülerden sizleri anlattım. Dünya bizi tanımadan nasıl sevebilir? Sevgili kardeşlerim, siz büyük bir davanın, 20-inci yüzyıldan 21-inci asra taşan İNSAN HAKLARI, AZINLIK HAKLARI, ADALET VE YENİ BİR UYGARLIK DAVASININ KAHRAMANLARISINIZ. HER BİRİNİZ ELİ VE ALNI ÖPÜLESİ MÜCAHİTLERİSİNİZ. Timur’un bundan tam 750 sene önce, Türklük ocağına yerleştirdiği, içi 5 çuval pirinç, Türklüğü yaşatma davasına hayır alem, her gün kurban edilen 5 koyun ve 10 bakır su alan ve o gün, bugün, her gün pişirilen etli Yasevi Pilavı’ndan Bulgaristan Türklerine, sizlere ve Türkiye’deki soydaşlarıma dua ederek tattım. TÜRK RUHU UYANDI BUNU HER KÖŞEYE ULAŞTIRALIM Hepinize dua ettim… .İkram edilen, tadında Türk tarihinin aziz lezzeti olan, pilavdan tatma imkânımı Allah bana nasip etti. Bu gün de, Allah kabul etsin, derken, o 10 kofa su yüz binlerce pirinç tanesine karışırken emilirken pilav oluşunu şu an da hatırlıyorum. Kardeşlerim, Türklüğümüz, Türk Kimliğimiz, İslam dinimiz, biçim ve özümüz, çok büyük, kalplerimize dolan ve hepimizi birleştiren, bizi kenetleyen bir ruh böyle doğuyor. Ruhun sudan farkı şudur. Su donabilir, buz kesilir, kaskatı olup dünyaya küsebilir. Fakat ruh, hele Türk ruhu öyle bir şeydir ki, gözle görülmez, bileklerine kelepçe vurulmaz, kanatları kesilmez, bunların kanatları her zaman açık, bunlar uçtukça yüreklere umut ve inançla dolan bir olgudur.


136

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Olguların olgusudur. Türk olmaktır. Yenilmez olmaktır. Muzaffer olmaktır. Bu görüşmemize aynı umutlarla gelen hepinizi kalpten kutluyorum… Türk ruhunun en büyük eseri: TÜRK KÜLTÜRÜDÜR. Türk kültürünün özelliği, başka kültürleri fedakârca, hoşgörüyle, toleransla çözüp kucaklamasındadır. Bu açık gönüllü yaklaşım bizde olmasa, buralara tutunamazdınız. Şu festival toplanmazdı. Hele Bulgaristan koşullarından gelip bu kadar kuzeye yerleşmek zor olurdu. Bunu başaran sizsiniz. İşte ben bu anlattıklarımı, Bulgaristan Türk kimliğini dünyaya duyurma ve tanıtma çabalarımı, gördüklerimi, insanların bizi burada olduğu gibi Bişkekte, Astana’da, Çeboksari’de, Ufa’da, Bakü’de ve Kazan’da ve başka yüzlerce yerde aynı sıcaklıkla sevdiğini “50 YIL MÜCADELE” kitabımda, resimlerle ve yazılarımla anlattım. Dünya bizi, biz de dünyayı tanıdık. Biz bizi zaten biliriz. Onlar bizi tanıdı. BULTÜRK NELER YAPTI 2 000 yılından beri süren bu etkinliklerim BULTÜRK bünyesinde gerçekleşti. Yönetimden sürekli destek aldım. Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi Kurduk. Bulgaristan’da faşizm ve komünist totalitarizmin mutlaka değişeceğine inanlar kaleme sarıldı. Sizler gibi uzaklara düşenlere, Kanada ve Amerika’da kalanlara ve Bulgaristan’daki kardeşlerimize demokrasiye ve adalet düzenine dönüşümü anlatmaya dört elle sarıldık. Yazarlar grubu oluşturduk. Gönüllüler geldi. 1990’da Dünyaya dağılmak ve yayılmak zorunda kalan Bulgaristan Türkeri’nin vatanlarıyla bağlarını sürdürmeleri için İnternet üzerinden “www.bghaber.org” haber ve yorum yayınlarımıza başladık, artık 500 bin okuyucumuz, izleyicimiz var. BULTÜRK BÜNYESİNDE BGSAM BULGARİSTAN STRATEJİ ARAŞTIRMA MERKEZİ olarak Dr. Erdal KARABAŞ Başkanlığında 60 kitap hazırladık, Ayrıca BULTÜRK olarak yayınladığımız 15 kitapta Türkiye’deki etkinliklerimizi anlattık. Bulgaristan’da ve Türkiye’de anketler, basın toplantılar yaptık, seçimlere katıldık, Bulgaristan’da ilk defa bir dernek bir STK olarak Türk Cumhurbaşkanı adayı çıkardık. YENİ TÜRK RUHU 15 TEMMUZDA DOĞUDU Yine bu yıllarda Türkiye’de meydana gelen en önemli olay, 15 Temmuz 2016 Fettocu-Natocu hain darbe denemesi oldu. Büyük Türkiye hamlesi durdurulmak istendi. Türkiye Cumhuriyetini devirmek, anavatanımızı parçalamak, bizi Anadolu’dan söküp hepimizi Orta Asya’ya atmayı denediler.


Makale ve Analizler - 2019

137

Düşman içimizde büyüdü. Sayıları 7 bin olan Dernek üyelerimiz ve İstanbul’daki bir milyon Bulgaristan Türkü bir olduk. Meydanları doldurduk. Yolları kestik. Milyonlara karıştık ve darbe denemesini aynı gece durdurduk. Mahkemelerde davalar devam ediyor. Yine 2016’da İstanbul mitinglerinde YENİ TÜRK RUHU doğdu. T.C. Başkanı Dünya Lideri Tayip Erdoğan’a ve Sn. Devlet BAHÇELİ’ye bağlılık ve güvenimiz daha da güçlendi. Hain FETO, PKK, PYD ve diğer terörist güçlerle mücadele bugün de devam ediyor. Türk halkı her zamandan daha fazla birlik ve beraberlik olmak zorundadır. Olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Kıbrıs Adası dolayındaki son gelişmeler de dikkate alındığında, bunalım burgacı hepimizi sıkmaya devam ediyor. Bu arada Türkiye’nin en büyük ticaret partneri olan Avrupa Birliği de çok çelişkili bir tavır almakta ısrarlıdır. Sığınmacı, savaş kaçağı, göçmenler konusunda anlaşmayı bozdu. Sözünde durmadı. 4.5 milyon Suriyeli göçmen Türkiye’nin omuzlarında kaldı. Şu an Birleşik Amerika ile görüşmeler yapılarak, sığınmacıların yerleştirileceği sınırın Suriye tarafında bir “barış bölgesi” tesis edilmesine çalışılıyor. Türkiye 82 milyon nüfusla bölgesel en büyük güç haline geldi. Bulgaristanlı göçmenlere şefkat eli uzattı, çocuklarımız okullarda, çifte vatandaşlığımızı aldık. Türkiye ekonomik, sosyal ve kültürel hayatına eşit haklı vatandaş olarak katılıyoruz. Mecliste, devlet kurumlarında, bakanlıklarda ve Cumhurbaşkanlığı katında kardeşlerimiz var. Soydaşlarımız dernek, federasyon ve konfederasyonlarda örgütlenmiştir. BULTÜRK – en aktif ve ufkun ışığını algılayan bir sivil toplum kuruluşudur. Bulgaristan’ı ve Balkanları dönüşüm içinde görüp öğrenmek isteyenlerle haftalık, hafta sonu seminer programlarına hazırız. Önceden kitaplarımızı okursunuz, sonra ek bilgilendirme, derinleşme ve tartışma faslına geçeriz. Avrupa’da bir ilk olur. Artık Almanya’da Frankfurt’ta da Avrupa Bulgaristan Türkleri Derneği Başkanı Av. Seniha RASİM hanımefendi ile birlikte çalıştığımız bir merkezimiz var. Buralarda da sizler yıkılmaz Türk kalelerisiniz… Bu yayınlarla soydaşlarımıza, Bulgaristan’da kalan kardeşlerimize ve sayıları artık 3 milyonu bulan Bulgaristanlı gurbetçilere söylemek istediklerimizi duyurmaya çalışıyoruz. İnternet ve gazetemizle her zaman sizleri bilgilendirmeye hazırız.


138

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ESARETLERDEN KÖLELİKTEN KURTULMALIYIZ Bulgaristan’ın, yaşı 140 olan genç bir devlet. Balkanlarda Osmanlı devrinde 300 sene savaş olmadı. 20.yy. 2 dünya savaşı, 3 defa işgal,3 komşular arası savaş, 3 askeri darbe, 2 facia 4 defa iflas bizi buldu ki, Komünist Jivkov vatanımızı 2 defa Sovyetler Birliğine bağlamak, katmak istedi. Biz zaten hep ya Rus veya Alman, hem de Bulgar esaretindeyiz. Bu konularda bize hiçbir şey soran olmadı. Sanki köle (ikinci sınıf insan) satıyorlar gibi davranıldı… İşin şakası bir yana, yaşanan çok acı bir gerçek. Daha da acısı olansa, bugün de vatanımızın BKP Merkez Komitesi Politik Büro üyelerinin torunları tarafından idare edilmesidir. Bulgaristan’da soygunun alabildiğine devam etmesidir. BULTÜRK olarak biz ne mi istiyoruz. – Bir defa Bulgaristan politik sisteminin eski komünist uşaklarının gitmesini yani komple değişmesini istiyoruz. Şimdiki parlamenter demokrasi çalışmıyor. Bulgaristan’da Meclis durma noktasına gelmiş. Milletvekillerinden daha fazlası siyasi polis ajanı, kulise hizmet ediyorlar. – Biz parti listelerinde gösterilenlerin seçilmesine imkân tanıyan çoğulcu seçim sisteminin majoriter, yanı halkın istediği –gösterdiği – kişilerden en fazla oy alanın seçilmesini istiyoruz. – Şimdi biz Türkiye’de, sizler burada aktif oy kullanamıyoruz. Bizlerden aday gösterilmiyor, yalnız oy isteniyor, yani pasif seçmeniz. – Biz oyumuzu Almanya ve İngiltere’de olduğu gibi Posta ile göndermek istiyoruz. – Göçmenlerden de Türkiye, Almanya, İsveç, Belçika’dan da milletvekili seçilmesinde ısrarlıyız. – Seçmen olan herkes aday olma doğal hakkımızı istiyoruz. – Yerel seçimlerin zaruri olmasını, 6 ay ülkede kalma şartının kaldırılmasını öneriyoruz. – Avrupa parlamentosuna da milletvekillerinin gurbetçilerden sizlerden seçilmesinde ısrar ediyoruz. – Türk Okulu olmasında, kültürel haklarımızın tanınmasında, en başta Türk kimliğimizin resmen tanınıp yasallaşmasında ısrar ediyoruz ve bu uğurda mücadelemiz devam ediyor.


Makale ve Analizler - 2019

139

Bulgaristan, 2004’te, Türkiye garantörlüğünde NATO üyesi oldu, 2007’de Avrupa Birliğine katıldı. 2009’dan beri, komünist rejimin polisleri tarafından yönetiliyoruz. Bu durumu kısaca sizlere bildirmek istiyorum. GERB partisi 2009’da hükümet oldu. Devlet borcumuz 9 milyar Amerikan Dolarıydı. 2019’da, yani 10 yıl sonra, devlet borcumuz 25 milyar Amerikan Dolarına ulaştı. 30 yılda Bulgaristan nüfusu 2 milyon kişi azaldı. Şimdi Bulgaristan’dakiler, sizlerle birlikte 5 milyon olduğumuz açıklandı. Demek oluyor ki, insan başına – ağzında dişsiz bebeler ve dişleri dökülmüş dede ve ninelerimizle birlikte, topluca hepimizin 5-er bin Amerikan doları dış borcumuz olmuş. 4 kişilik bir ailenin dış borcu 20 bin dolar. HIRSIZLAR HESAP VERMELİ Bu parayı ne sizler, ne de bizler gördük. Avrupa Birliği ülkeleri arasında en fakir, en yoksul ve en sefil olanlar Bulgaristan’da yaşayanlardır. Avrupa Birliği ülkeleri arasında en cahil olanlar da onlardır. Bulgar okullarında okuyup ortaokul diploması alanların % 42’si okuduğunu anlayamıyor. Milletvekili Prof. Hristov Sofya Meclis kürsüsünden açıkladığına göre, vatandaşlarımızın % 80’ni “debil” yani çaresiz duruma gelmiştir. Dedi. Daha da acısı, psikologlar, artık 140 yıldan beri Bulgar ırkı için “komada gözleri açık yatan” hasta dediler. Bizim yayınlarımızı izlerseniz bu haberlere gününde ulaşabilirsiniz bghaber.org adresinden bizleri takip edebilirsiniz. Tüm bunların üstüne, Birleşmiş Milletler Teşkilatı Nüfus Komisyonu 2040 yılında Bulgaristan nüfusunun 2 milyon 400 bin kişi kalacağını açıkladı. Bu hele gençleri ilgilendirmelidir. Biz kimsenin yok olmasını istemeyiz. Ama kimsenin de bizi ezmesine, kimliğimize saldırmasına, bizi eritip asimile etmesine tahammülümüz yoktur ve olamaz. Türk ruhunu kendi içlerine akıtıp da dirilmek isteyenlerin hesabı çarşıya uymamıştır ve hiçbir zaman uymayacaktır. Bulgaristan başta olmak üzere birçok Balkan ülkelerinin geleceği belirsizdir. Geriye tarihe bakanların kulakları Osmanlı davulu işitmek istiyor. Balkan halkları Osmanlı adaletine susamıştır. Birlikte olmanın yeni formülünü bulmak zorundayız. Hayata bir futbol karşılaşması gibi bakmak zorundayız.


140

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Birlik olmak, paslaşmak, yardımlaşmak, ama aynı zamanda Türk Müslüman Kimliğimizi korumak zorundayız. Ben bu konuda, “Bulgaristan Türklerinin Kimlik Mücadelesi” adlı bir kitap yazdım, 50 adet getirdim size gelirken, okurken çok daha inandırıcı detaylar bulacaksınız, “Bal-göç” başkanına bırakacağım, ondan alabilirsiniz. Sayın dostlar, Yukarıdaki rakamlarla çizilen yeni Türklük, Bulgaristan ve Balkanlar tablosunun dışında, işaret etmek istediğim, başka bir durum daha var. Büyük devletlerin Balkanlar üzerindeki baskısı artıyor. Bulgaristan “Şabla”, “Bezmer”, “Rakovski” gibi yerleşim yerlerine Amerikan Üsleri kuruldu. Kosova, Arnavutluk ve Romanya’da yine Amerikan üsleri, silah depoları var. Bu sene Bulgaristan 8 adet F-16 blok 70 uçak siparişi verdi ve bütçenin yarısını Amerika’ya aktarış oldu. Yönetimdeki zamanı dolmuş komünist kadro iktidar ömrünü uzatmak için her şeye razıdır. Hak ve özgürlük hareketi yönetimini bu oyunlara alet ediyorlar. Demek istediğim şudur: Rüşvet, dolandırıcılık, çalma kapma diz boyu, ama yargılanan, cezası kesilen ve içeri düşen yok. Bunu anlamak mümkün değil. Sanki Bulgaristan’da Anayasa ve yasa yok ve sanki halkın vicdanı esir alınmış gibi bir ortam var. İsimlerimizin değiştirilmesi sürecinde 900 Müslüman öldüğü basına ve konferanslarda konu oldu, ama tutuklanan ve yargılanan tek kişi yok. Yukarıda da dediğim gibi, benim kuşağımın yaşadığı yıllarda 19701989 yılları arasında, Türklerin, Pomakların, Tatarların, Çingenelerin ve Gagavuzların bölgelerde “iç savaş” yaşandı. Bu hem psikolojik, hem propaganda ve silahlı olmakla birlikte, büyük sayıda vatandaş yargısız idam edildi. Aynı yıllarda Bulgar ordusunda da öyle bir gerginlik yaşanmıştı ki, her sene 60 asker canına kıydı. Ne var ki, hiçbir kimseden hesap sorulmadı. Kaybolanların sayısı yok. Demek istediğim şudur. Müslümanlara yaptıkları zulümle ilgili Bulgarların üstünde bir çadır var. Bir koruyucu var. Aynısı 1821’de, Ege adalarında 15 bin Türkü öldürüp ayaklanma kaldıran Yunanlar ile ilgili İngilizlerin Osmanlı Padişahına Nota çekerek, “Yunanlara dokunursan, savaş açarım” dediği gibi bir şey.


Makale ve Analizler - 2019

141

1860’tan sonra bu olay, Bulgar haydutluğuyla ilgili Rus İmparatoru himayesi olarak yaşanmıştı. Nikolaev, Odesa, Kiev, Harkov ve diğer şehirlerin okullarında Bulgar gençlerin okumaları için her yıl 500 burs veren İmparator II. Aleksandır, her gün her derste, Bulgar öğrencilere “Osmanlıya karşı isyan eden Bulgar’a hiçbir şey olmaz. İmparator II. Aleksandır bizi korur” tekrarlanmıştır. O zamandan 150 yıl geçti, Rus askeri arşivleri açıldı, Romanya’daki “hışların” (kaçak haydutların), halktan zorla rüşvet toplayan komitaların, dağa çıkan haydutlardan hepsinin Rusya İmparatorluğu Askeri İstihbaratı Balkanlar Şubesi ajanı olduğu ortaya çıktı. 1876 Nisan Ayaklanmasını Sofya ve Plovdiv İngiliz konsolosluklarının parayla kışkırttığı gün ışığına çıktı. FAKAT BALKANLARDA OSMANLI RÜZGÂRI ESİYOR Fakat dünya değişiyor. Balkanlarda Nostalji havası esiyor. Şu dönem bunu özellikle müzikte görüyoruz. Toplumun alt dokusunu “çalga” müziği sardı. Bulgaristan’da gençlerin % 51’i “çalga” müziği dinliyor. Bu, Osmanlı döneminden kalan, Balkan ağızlarının toplamından dile gelen,Nihayend ve Kürdi Hicazkar makamına basmış bir eleştiri ve olumsuzlama müziğidir. Bu müzikte Bulgar komünist değerlerine ve “jender” ideoloji gibi yeni Avrupa değerlerine karşı bir “brexit” yani ayrılma havası var ve derinleşiyor. Bir örnek vereyim, bu müzik türünün en yaygın şarkılarından biri “Kamanite padat” Bulgarca başlığıyla çıkmıştı. “Taşlar düşüyor” anlamına gelir ve lokanta, pastane, kahve ve kahvehanelerde sabaha kadar çalınıyordu. KAMINİTE PADAT MÜZİĞİ NEYİN PROTESTOSUYDU Kremikovtsi Demir Çelik Fabrikası ve Plovdiv ile Asenovgrat arasındaki Kurşun Çinko Fabrikası bacalarından çıkan zehirli gazlardan boğulan ve taş gibi yere düşen göçebe kuşların feci ölümüne protestoydu. Bulgaristan’da çevreci hareketi böyle başlamıştır. Totaliter düzene karşı, 1989 Mayısında Ayaklanan Bulgaristan Müslümanlarının “Todor Jivkov”u deviren direnişlerinden sonra kıvılcım çakan Bulgar mukavemet hareketidir. Sözünü ettiğim ayaklanma, 140 yıllık III. Bulgar devletinde patlayan en büyük isyandır. 72 bin Türk katılmıştır. 12 bin erkek hapiste, 517’si Belene Ölüm Kampında ve binlercesi de sürgünde olduğundan dolayı ayaklanmacıların % 76’sı kadındır. Zaferle sonuçlanan ilk Bulgaristan Ayaklanmasıdır.


142

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

37 Kahraman şehidimize anıt diktik. Bu ayın ilk günlerinde Bulgaristan Türkleri Devrimci Ruhunun anıtını Mestanlı (Momçilgrad) Spor Salonu önünde 2 metre 20 santimetre yüksek, zafer yumruğunu sıkmış, kolu gökte şampiyonlar şampiyonu Naim Süleymanoğulu Anıtının açılışına, Bulgaristan’ın her ilinden Türkler, Pomaklar, Çingeneler, Batı Trakya, Makedonya ve Kosova’da Türk kardeşlerimiz Geldi Törene katılanların hepsi bir ağızdan “memleketimin dağlarına bahar gelmiş” türküsünü söylediler. Sıkılmış yumruklar havaya kalktı. Bulgaristan Türklerinin yeni mücadele ruhu böyle doğdu. Biz Balkan ülkelerinin hepsinde ayrı ayrı birleşerek örgütlenmek zorundayız. Bulunduğunuz Batı Avrupa ülkelerinde dernekleşmek zorundayız. Bunu yapmazsak dağılıp gideriz. Yeni ruhumuzu işleyen, Bulgaristan’da, Balkan ülkelerindeki değişim ve dönüşümleri işleyen yeni eserlerimizi mutlaka sizlere ulaştırma yolunu bulacağıma söz veriyorum. Biz BULTÜRK – DÜNYAYI farklı GÖRÜYOR ve farklı ANLATIYORUZ Komünizm kazanında pişmiş Profesörlerle işimiz yok bizim. Siz de güncel haberler ve aktüel yorumlar için “bghaber.org” yayınımızı izleyiniz ne demek istediğimi anlarsınız. Youtup-Video ve radyo üzerinden yayına başlarsak sizi haberdar ederim. Ayrıca bu yeni ruhun önderlerini eğitmemiz okutmamız için birleşmeliyiz. Bulgaristan’ı dönüştürebilmek için okuyun oraya dönecek ve komünizmin mezarını kazarken, insan haklarının zaferi için, ortak haklarımız, Türk kimliğimiz için gece gündüz çalışacak, Bulgaristan’da gül kokan Türklük rüzgârları estirecek gençlere ihtiyacımız var. Onlar da sizlersiniz SİZLERİN ÇOCUKLARI YENİ NESİL OLACAK. Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür eder, bu bilgilerin faydalı olabildiyse ne mutlu bana. Teşekkür ederim. Sağ olun var olun Allaha emanet olunuz. Saygılarımla,


Makale ve Analizler - 2019

143

Uzun Yol Alındı

Tarih: 25 08 2019 Malmö – Festivali için yazılmış Seniha Rasim SABRİ Sayın Malmö Belediye yöneticileri ve Кuzey Avrupa incisi, bu güzel şehrin politik temsilcileri, sanat ve kültür adamları, festival yöneticileri. Değerli “Balgöç” – Malmö Başkanı ve yönetimi, özel konuklar ve basın temsilcileri, Kıymetleri Bulgaristanlı ve Balkanlı kardeşlerim, yakınları ve akraba toplulukları. Dostluk – Hoşgörü ve Kardeşlik Festivalinizde başarılar diler ve bu festivali ilk defa yapmayı başardığınız için Başkan Kaya VATANSEVER başta olmak üzere hepinizi kutluyorum. Hayatınız şarkı –türkü-müzik dolsun. Yeni olan her şey müzikle dile gelir ve hayat bulur. En iyi yolu seçmiş ve bulmuşsunuz… Sevgili kardeşlerim, Avrupa Bulgaristan Türkleri Dernek Başkanı olarak sizlere bunları yazıyorum. Ben de Karadeniz incisi, bir Varna kızıyım. Almanya Frankfurt’tan yaşıyorum. Oradaki gurbetçilerden, dayanışma ve hizmet derneğimizden selam ve başarı dileklerimi de sunarım. Biz hepimiz aynı yolun yolcularıyız. Derdi, sıla özlemi, hasret acısı bitmez gurbet yolcusuyuz. Sırtımızdaki gurbetçi yükü! Yüreğimizde aynı umutlar, sabır ve beklentiler… Sayın kardeşlerim, biz 29 yıl önce bir çileden kaçtık. Demokrasi aradık. Başka bir dert kazanına düştük. Bizi gurbete düşüren Bulgaristan koşullarında 5 kuşaktır devam eden, adalet ve özgürlükler kavgamızdır. Doğal ve toplumsal insan hakları kavgasıdır. AZINLIĞIN ÇOĞUNLUĞA BOYUN EĞDİĞİ YERDE ÖZGÜRLÜK YOKTUR! İnancıdır bizi bura taşıyan. Biz boyun eğmedik. 1989 Mayıs Ayaklanmamızdır bizi buralara getiren. Avrupa tarihinde hep böyle olmuştur. Büyük Ayaklanmaların evlatları kendilerine yeni VATAN aramak zorunda kalmışlardır. Fakat gözleri hep geride, vatanda, sılada kalmıştır. Ne var ki, biz bir festivaldeyiz ve iyi şeyler konuşalım. Siz, diğer Balkan ülkelerinden gelen Müslüman kardeşlerim, zalimleri, soykırım katillerini dize getirerek, İnsan Hakları Yüce Divanı’na gönderdik-


144

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ten sonra, geldiniz buralara. Balkanların yeni ruhuyla donanmış-tınız. Eski kıta’nın yeni rüzgarı yüzünüzü okşadıkça gurur duydunuz. 1980’li yılların sonunda yükselen değişim dalgası çocuklarıyız biz, hepimiz. 45 yıl süren komünizmin belini kıran bizim kuşağımızdı. Alın! Köhne geçmişi başınıza çalın deyip bavul sıkarken VATANIMIZIN geleceğini, kötülüklerin babası iri komünistlerin torunlarının eline tepside bıraktığımızın farkında değildik. Özgür istencimiz, totaliter komünizm pençesinden kaçmaktı. Biz kaçtık. Kovulduk. Ama geçmişimiz ve geleceğimiz, ne yazık ki, yine onların elinde kaldı… Değişen bir şey olmadı. Bir Bulgar komünisti, Türk öldüren tek bir katil tutuklanıp yargılanmadı. Yeni milliyetçilik, ırkçılık ve faşizm ayyuka çıktı… Ama bu kader yalnız bizim kaderimiz miydi? H A Y I R!!!! 1989’da akla hayale gelmeyen ve sığmayan olayları yaşayanların hepsi, aynı yolu seçti. 21 Mayısı 1989’da Sliven’e bağlı Kotel (Kazan) Belediyesinin Yablanovo (Yablanlar) köyünde 20 kardeşimiz hak ve özgürlükler, hapishane kapılarının açılması, politik tutukluların salıverilmesi, sürgünlerin geri dönmesi, isim, dil, din yasaklarının kaldırılması için AÇLIK GREVİNE başladı. Aynı gün, Warşova’da “Dayanışma” sendikası komünist iktidarı yuvarlak masaya oturtabilmişti. 1989 Ağustos’unda 300 binden fazla Bulgaristan Türkü Türkiye’ye geçerken, sizin bugün burada festivale topladığınız gibi, “Avrupa Piknik’i” sloganı altında Berlin’de Büyük Festival başlamış ve fırsat o fırsat, 100 binlerce Doğu Almanyalı geri dönmemek üzere Batıya geçmişti. Ardından 4 gün sonra, Estonya Başkenti Talin’den Letonya’nın Başkenti Riga’ya kadar 600 kilometre boyunca direniş zinciri oluşturuldu. Baltıklılar deniz, devrim ve özgürlük şarkıları söylediler. Avrupa özgürlüğü hayata çağırdılar. Doğu Avrupa’da demokrasiye uyanış çığ yükselirken 9 Kasım’da Berlin Duvarı yıkıldı.Ve 1 gün sonra Bulgar diktatör Todor Jivkov devrildi. 25 Aralık’ta Romanya diktatörü Nikolae Çauşesko idam cezası aldı ve kurşunlandı. 4 gün sonra Prag Millet Meclisi yazar Vaslav Havel’i Cumhurbaşkanı seçti. Birkaç yıl sonra Yugoslavya dağıldı, 9 devlet çıktı içinden. HALKLARDA, İNSANLARDA OLAĞANÜSTÜ BÜYÜK BİR UMUT DOĞMUŞTU. Avrupalılar yeni yuva yapmış kırlangıçlar gibi uçuşuyordu.


Makale ve Analizler - 2019

145

Bulgaristan nüfusu 8 milyondan 5 milyon kaldı, onların da 3 milyonu biz dışarıdakileriz. Ve bugün bizim hepimizin birbirimize sorduğumuz soru şudur. VATANIMIZDA özgürlük umudu neden yaşatamadık? İnsanoğlunun olmadığı, yalnız yaşlıların, muhtıraların, eşeklerin ve eşek dikenlerinin nefes alabildiği bir ülkede ÖZGÜRLÜK, ADALET, DEMOKRASİ, İNSAN HAKLARI olamayacağını, özlediğimiz hürriyet, dostluk ve kardeşlik düzeninin kurulamayacağını neden düşünemedik. Ve ben buraya festival örgütleyicilerinin davetine uyarak, bu sorunun cevabını vermek için yazıyorum bu satırları: Özgürlük düşünmenin kendisidir, kardeşlerim. Biz gurbetçiler, her sene Bulgaristan’a 1 milyar Avro’dan fazla yardım gönderiyoruz. Arkamızda kalan yakınlarımıza, canlarımıza yardım ediyoruz. Bulgar devleti bizi düşünüyor mu? 30 yıl önce okullarımız kapanmıştı. Bugün yıkılmış. Biz 2 400 (iki bin dört yüz) Türk köyünde yaşıyoruz, 2019’da Bulgaristan Türk köylerinin sayısı 1 000 (bin) kalmış, toplam 2 500 camiden, bugün ancak 700 – mescit ve camide cama kılınıyor. Müslümanlık suyunu çekiyor. Yalnız bu sene, Burgaz ili köylerinde 22 köy camisi kapısında yeni kilit sallandı. Cemaat yok. Dış ülkelerde okuyan ve yurda dönmeyen gençlerin sayısı artıyor. 1879’da Bulgar Prensliğinde, nüfusun % 51’i Müslümandı. 2 700 (iki bir yedi yüz) okulumuz, bir o kadar öğretmenimiz ve cıvıl cıvıl dolu ders odalarımız vardı. Şimdi 1 Türk okulumuz kalmadı. Aynı yıl Veliko Tırnovo şehrindeki Osmanlı Kaymakam Konağında Birinci Bulgar Halk Meclisi toplandı. Milletvekillerinin üçte ikisini Rus istilacılar göstermişti. Fakat 229 milletvekilinden 70-i seçilmişti. 10 bin kişi 1 milletvekili seçiyordu. O zaman seçim bürosu, seçim sandığı ve bülten yoktu. İnsanlar beyaz fasulye ve mısır tanesiyle oy veriyorlardı. Fasulyeleri toplayan milletvekili oluyor, mısır toplayan tarlasına, hayvanlarının yanına dönüyordu. O zaman 9 Türk milletvekili seçilmiş. Rus komiserliği de, doğduğum Varna Bölgesi Baş Müftüsü başta olmak üzere, 6 il müftüsünü de Tırnovo konağına, kurucu meclise, anayasa yazmak ve kabul etmek için davet edilmişlerdi. Mecliste Bulgarca konuşuluyor, Türkçeye tercüme diliyordu. Türkçe konuşanların demeçleri Bulgarcaya tercüme ediliyordu. Varna Müftüsü Muhsin Hoca, Fransızça bilen bir aydın öncü, Osmanlı Anayasasını, insan hakları, azınlık hakları, din haklarının eşitliği, dillerin eşitliği maddelerinin kopya edilmesi için, Tırnova Meclisine sunmuştu.


146

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şimdi her şey o kadar alt üst oldu ki, Bulgaristan’da Türk okullarının kapanması bir yana, halkın Türkçe konuşması da öyle, Milletvekili adaylarımızın seçim mitinglerinde TÜRKÇE KONUŞMASI cezalandırılıyor. Davalar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yığılıyor. Bu arada, en mağdur olanlar biziz. Politik haklarımız elimizden alınmıştır. Oyumuzu serbestçe kullanamıyoruz. Aday gösteremiyoruz. Bizden hiç kimsenin meclise girmesini istemiyorlar. Biz gurbetçilerle ilgili bütün yasaklar kalkmalıdır. Aktif seçmen olmak istiyoruz. Vatanımızın kaderini belirlemek istiyoruz. Temas kopukluğu yaşıyoruz. Kitaplarımız, gazetelerimiz yasaklandı, şarkı ve türkülerimiz yasaklandı, BİR TEK TÜRK RUHUMUZU TUTUKLAYAMADILAR, o ruh uçuyor ve Malmö’ye konmuş Festival bile yapabiliyor. Sizi kutluyorum kardeşlerim. Bulgaristan Türkleri, Müslümanlar, hepimiz XX. Asır boyunca uyutulduk. Son 30 yıl boyunca da aldatıldık. Bunun en büyük delili, kanıtı. Bulgaristan’ın Avrupa Birliğinde en cahil, en yoksul, okuyup yazdığını anlamayan, azınlıkları devletten uzaklaştırılmış, ötekileştirilmiş, hakları gasp edilmiş, geleceği kilitlenmiş, bir tek geriye açılan kapı kalmış, ülkesinde yaşıyoruz. Bulgaristan’ın ve Balkanların geçmişi, uygarlığı, kültürel zirveleri, kardeşlikte buluşan, hoşgörüsü doruk yapan yılları ve asırları Osmanlı çağıdır. Bugün artık Büyük Türkiye çağı başlamış bulunuyor. Asya’yı Avrupa’ya, Türk Dünyasını Avrupa uygarlığına bağlayan büyük kara, deniz ve hava köprüsü, bilim ve teknoloji, edebiyat ve sanat köprüsü Türkiye Cumhuriyetidir. 82 milyonluk ana-vatanımızın kalbi, 20 milyonluk İstanbul’da atıyor. İstanbul Balkanları içine çekiyor. Bu yıl 1.5 (bir buçuk) milyon Bulgar Turist Türkiye’de tatil yaptı. Evinde yağı tutu biten Edirne pazarını boyluyor. Bulgar TV ekranları Türk filmlerine kilitlendi. 500 sene ağız tadıyla yedikleri Türk yemeklerini 100 sene unutmaya çalışanlar, unutamadılar, İştahları yeniden Türk sofralarına açıldı. Bayılıyorlar. 86 Türk yazar Bulgarcaya çevrildi. Ülkemizde Türklük uyanıyor. Köylerde kasabalarda folklor festivalleri yapıyoruz. Şiir yarışmaları düzenleniyor. Ramazan sofraları camilere sığmıyor, bayram köy meydanlarında, selamlaşma, bayramlaşma törensel ha-


Makale ve Analizler - 2019

147

vada, türbe buluşmalarımızı canlandırdık. Her duada siz de varsınız. Geçmişi olan bir halk yıkılamaz, yok olmaz. Ufuk hepimiz için ağrıyor. BULTÜRK Genel Başkanı Rafet Ulutürk Bey değindiği bir konuyu, ben de ucundan tutmak istiyorum. Bulgaristan, Avrupa, Dünya ve Olimpiyat şampiyonu, hatta 3 defa Olimpiyat şampiyonu halterci Naim Süleymanoğlu BOY ANITININ doğduğu Mestanlı’da (Momçilgrad) şehrinde açılış töreninde Bulgaristan Türklerinin yeni ruhu doğdu. Bütün ülkeden heyetler toplandı. Balkan ülkelerinden temsilciler geldi. Türk Kimliği, Müslüman Birliği, Vatan uğruna kenetlenme havası esti. Birlikte dualar edildi. Mevlit yapıldı. İnsanlarımızın ezgin ve yenik ruhu yeniden döndü, kanatlandı ve köy köy, kasaba kasaba umut ekiyor. Bu havayı, Deliorman’da Şeytancık (Hitrino) Belediyesinde KOCA YUSUF ANITI açılışında da yaptık. Bu 4 metre, yüksek, heybetli bir eser, ancak bir cıhan pehlivanına yakışır. Bu sene mayıs ayında Razgrat Mumcularda (İskres) köyünde Demir Baba Tekkesi törenleri de çok kalabalık oldu. İnsanımızın, halkımızın, hak ve özgürlüklerimizin koruyucu sembolü olan Demir Baba, uyanıp dönmeye ve memleketimizde adalet ve düzen sağlamaya dualarla davet edildi. Bir büyümüz der ki, “Bir kişinin göç ettiği memlekette 3 kuşak mezarı yoksa” orası ona vatan değildir. Bizim vatanımız hala oralarda bunu unutmayalım. Halkımız yeni semboller arıyor. Umutların en büyü sizsiniz Malmö’lü sayın ve sevgili kardeşlerim. Şu Malmö- Kopenhag deniz köprüsü her kese 24 saat nasıl açıksa, vatanla, ana-vatanla, tüm yakınlarınızla, köy ve kasabanızla ilişkileriniz, etkileşiminiz açık olacak. Devamlı temas halinde olacaksınız, temasınızı kesmeyeceksiniz. Bayramlarda çocuklarınızı götüreceksiniz, el öpecekler, boyunlarına sarılacaklar yaşlıların, akrabaların, koku alacaklar, koku verecekler. Hayatın bir anlamı da budur. Soy bağlarıdır, hemşeriliktir, koklaşmak, bağrına basmak, sarmaş dolaş yaşamaktır… Vurguluyorum: Orada köylerinde kalmış insancıkların yalnız paranıza ihtiyacı olduğunu asla düşünmeyin, onların size ihtiyacı var. Bahçelerde açan çiçekleri, gülleri, gelip sizin koklamanız, derlemeniz için suluyor. Şimdi ceviz, baden topluyor, bağ bahçe bozup, her şeyi sizinle tatmak için saklıyorlar. Vatan, yurt sevgisi satın alınmaz, emanet verilmez, pazara çıkarılamaz. Vatan bizim cennetimizdir.


148

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

İnsanın göbeği nerede kesilmişse cenneti orasıdır. Festival şenliğinizi ilk defa yapabilmenizi Başkan Kaya VATANSEVER’i tekrar kutluyorum. Sizin derneğinizi – BALGÖÇ Malmö’yü Avrupa Bulgaristan ve Balkan Türkleri ve Müslümanları Federasyonunda ve tüm etkinliklerimizde bekliyorum. Avrupa Bizim ortak yuvamızdır. Biz Avrupa değerlerinin en iyilerinden, demokrasi, adalet, insan hakları, azınlık hakları ve daha nelerden nelerden demet derleyip bağlarında bahar açacak memleketimize taşımak için buradayız. Sağ olun, şen olun, mutlu olun.


Makale ve Analizler - 2019

149

Dosya Kokuları

Tarih: 26 Ağustos 2019 Hazırlayan: Şakır ARSLANTAŞ Konu: Biz her zaman, hiç istisnasız her gün, şiddetli baskı altında yaşadık. Bulgaristan komünizm çizmesi altında ezildi ama en fazla inleyen biz olduk.Yıllarda 1951. Sınır Askerleri Komutanlığı Gen. Yonko PANOV. Yazılı emir: “Hoca ve imamları Devlet Güvenliği (gizli polis) muhbiri olarak kullanmak amacıyla Hocalar ve İmamlar dikkatle takip edilsin, araştırılsın ve nefes alışları bile izlensin. Elden kaşan Bulgaristan’dan bir resim.

Sınır köylerinde ve bölgesinde görev yapan hocaların hepsi çok yakından ve adım adım takip edilsin ve onları kapana düşürecek durumlar bulunsun. Müslüman din adamlarının aile ve kişisel hayatı, ahlakı ve zayıflıkları özellikle izlensin. – Bunları Bulgar devlet arşivinin gizli polis (DS) dosyalarında korunan 1951 yılında kaleme alınmış olan Sınır Askerleri Komutanlığı Başkomutanı Yonko Panov’un bir yazılı emrinden aldık. (desebg. com) Bu belge 2014 yılında bir derlemek olarak yayınlanan “Devlet Güvenliği ve Sınır Askerleri” alınmıştır.


150

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

General Panov, Türklerin ve Pomaklar yaşayan sınır boyu köylerinde imam, müftü ve hocaların yerlileri “devlete karşı eylemlere kışkırttığına” da özel olarak işaret etmiştir. General Panov, Türklerin ve Pomaklar yaşayan sınır boyu köylerinde imam, müftü ve hocaların yerlileri “devlete karşı eylemlere kışkırttığına” da özel olarak işaret etmiştir. General yazılı emrinde, istihbaratla meşgul olan subayların bu incelikleri dikkate almadıklarına ve ajan olarak kullanmak, ayrıca da düşman tavırlı ve şüpheli kişilerin takip edilmesi için gerekli tedbirlerin alınmadığına işaret etmiştir. General Panov, yeterli derecede ip ucu toplandıktan sonra, bu din adamlarının muhbir yapılmasına izni almak için “Sınır Askerleri” Komutanlığına baş vurulacağını bildirmiştir.


Makale ve Analizler - 2019

151

Şairlerimizin Yüreğindeki Coğrafya : Rumeli BGSAM: 28 08 2019 Tarih: 28 Ağustos 2019 Yazan: Prof.Dr. Rıdvan Canım Rumeli.. Bir kara sevdânın adıdır aslında.. Rumeli.. Parmakları kınalı nazlı bir gelindir o.. Ve biz Anadolu’da yaşayanlar için bir hasretin adıdır şimdi Rumeli.. Yüreklerdeki sızı.. Çokça Tuna’dır, çokça Balkan.. Üsküb’ün Türk şiirine armağanı büyük usta Yahya Kemal öyle demiyor muydu? Bir Türk’ün gönlünde nehir varsa o Tuna; dağ varsa Balkandır” diye..! Belki de Tuna kıyılarında aranan “kara kaşlı Aliş’tir” biraz, Rumeli dediğimiz coğrafya.. Dağlarıyla, ovalarıyla, nehirleriyle, birbirinden güzel şehirleriyle, zümrüt gibi köyleriyle unuttuğumuzu sandığımız ama asla unutmadığımız, unutamadığımız bir coğrafyanın adıdır bizim için Rumeli.. Neden Türkeli değil de Rumeli.. Orası hiç bilinmez işte.. Biz Rumeli şehirlerini ilk defa Osmanlı şiirinin şehrengizlerinde gördük, tanıdık ve sevdik.. İshak Çelebi Üsküb’ü anlattı bize.. Hayretî ise Belgrad’ı.. Mostarlı Hacı Derviş’in dilinden tanıdık ilk defa Mostar’ı.. Ve Cemâlî Siroz’u anlatırken, Usûlî ile Hayretî’den Vardar Yenicesi’nin güzelleri ile güzelliklerini öğrendik.. Prizrenli Suzi Çelebi, serhad boylarının fetih hikayelerini “gazavatname” adıyla anlattı bizlere.. Prizren’de doğup Üsküp toprağında yatan Aşık Çelebi, kaydını tuttu şairlerinin tezkiresiyle.. “Prizren’de bir çocuk doğsa diviti belinde doğar” diyen oydu.. Yani burada doğan çocuklar anadan doğma şairdir.. Ya da çocuklar bu toprakta anasından şair olarak doğar..” Priştineli Mesihi, Vardarlı Hayali, Üsküplü Atayi, Mostarlı Ziyai, Öziçeli Sabit, Leskofçalı Galib, Kosovalı Mehmed Akif, Selanikli Nazım Hikmet, bu toprağın türküsünü söylediler, Türkçe’nin ses bayrağını yükselttiler buralarda hep.. Bu coğrafya her asırda şairlerinin dilinde yaşadı ve inanıyoruz ki hep yaşayacak… Bir şair, Balkanların, Rumeli’nin bağrından Kosova’dan çıkan bir ozan Altay Suroy, “Köprüyüz Biz” adlı manzumesinde kendi kimliğini şu çığlıklarla ortaya koymaya çalışıyor : “Dilimizin vatanında yabancıyız Balkanlıyız, Rumeliliyiz biz, Türkçemizle yaşamak için direniriz elgin ellerde Misafirlikte kalan çocuklarız


152

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Çekilen okyanuslardan kalan gölcükleriz Ne başımız var ne de gövdemiz Kasırgadan dalga oluruz Buza döneriz kara kışlarda Yine varız sıcaklarda buğuda Rumeli’de canlı kitâbeyiz Biz köprüyüz doğuyu batıya bağlayan.”

Altay Suroy bunları söylerken, Anadolu coğrafyasının sesi, şair Yavuz Bülent Bakiler de “Bizim Türkümüz” adlı şiirinde Rumeli coğrafyasının sâkinlerine şöyle haykırıyor : ” Balkanlarda büyük, öksüz kubbeler Minareler, şadırvanlar, kervansaraylar Bizi söyler, anlatır Mimar Sinan’dan beri Üsküp’te, Estergon’da, bir atar damar gibi Davullar, zurnalar ve serhat türküleri… Yüzyıllardan beridir Altaylardan Tuna’ya Bizim türkülerimizdir söylenen Konuşan dil, bizim dilimizdir Renk renk, nakış nakış uzayan toprak değildir Kilimlerimizdir…”

Yazımda size bu coğrafya’dan söz edeceğim biraz.. Bu coğrafya’yı şiirlerinde kilim gibi dokuyan insanlardan.. Belki sadece birkaçından.. Bu toprakların mahzun ve kederli şairlerinin hasret dolu dizelerinde size adım adım Balkanları ve Rumeli’yi gezdirmeğe çalışacağım.. Örneğin Altay Suroy, Prizren için diyor ki; “Birkaç bin yıl önceden güneşle yoldaş Tarihin binlerce yıl öncesinden göklerle yoldaş Gökyüzü gümüşlü Çayı gümüşlü .. Bülbüldere kapısı Uzun kavak


Makale ve Analizler - 2019

153

Atsız Kale, Şeytansız, Kara Potok, kestaneli İpek Dağı Kargalar otağı Karaağaç, ağaçkakan diyarı Renime Ey ne kadar güzeldir Verimli ovaların Prizren…”

Bir başka Kosovalı şair Osman Baymak ise “Sevmek Bir Ölüm Dirilmeye Değer” adlı şiirinde ; “Bu sabah yirmi ayrı güneş doğuverdi Şar dağında Aydınlık ağardı dilim dilim” diyerek Şar Dağı’na övgüler düzer.. Baymak, aslında sadece kendi doğup büyüdüğü toprağı işlemez şiirlerinde.. Gün olmuş “Manastır’da Bir Gün” adlı şiiriyle bizi Manastır’a götürmüş, gün olmuş içinden bir zamanlar Sûzî Çelebi gibi bilgelerin yetiştiği aşıklar diyârı Prizren’e götürmüştür.. Onun coğrafyası Kosova’dan ibaret değildir sadece.. Gün gelmiş Karadeniz’in incisi Burgaz için; “Burgaz ölü müdür desem bilmem ama unutamam ölse de, bütün gelmiş geçmişinle akrep yürüyen yerlerde bile o benim o benim Rumelim’dir.” mısralarını terennüm etmiş; gün gelmiş Filibe için; “Tan ağardı Filibe’de eski bir evin duvarında sokak kaldırımlarından bir at arabası geçer geçer Rumelim bir minare önünde durur Filibe sızlar Meriç kıyısından bir özlem büyür mü büyür..” dizelerini haykırmış..


154

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Zeynel Beksaç’ın l990 yılında yazdığı “Rumeli’de Bağbozumu” adlı şiirine özellikle dikkatlerinizi çekmek isterim. Genel Rumeli coğrafyasının kaderini sergileyen bu şiir yıllar sonra ortaya çıkan bir gerçeği, bir savaş gerçeğini, gerçek bir “bağbozumu”nu vurgular : “Düştük yollara Asfalt yerine yüreğimizi döşeyerek Göç bizim hasret bizim Bir söğüt dalı gibi soyulan Ömür bizimdi … Yokuşlara vurduk Düze çıktık Aşımız direnç Gurbet yazgımız Dilimiz namusumuzdu Rumeli’de bağbozumu şimdi Kırlangıçlar telaşlı Eski nallar yol gözlüyor Yüreklerde kavalın içli sesi Fırtına koptu kopacak.”

İşte size şair yüreği.. Fırtınanın kopacağını yıllar öncesinden sezen duyarlı bir yürek.. Ve şairin gelişini sezdiği o talihsiz fırtına şiirin yazılmasından tam dokuz yıl sonra kopar.. Hem de her şeyi kasıp kavuran, yakıp yıkan, evlâtlarını öksüz, yetim bırakan, öldürüp yok eden bir fırtınadır bu.. Şairin, “Rumeli’de Kilimim Dokunur” adlı şiirinde de, kimliğini kilimlerine nakşeden bir milletin Prizren coğrafyasında yaşadığı duygulara tanık oluruz. Yine bir Prizrenli şair İskender Muzbeg, “Unutulmaz Unutulmuşum Benim” adlı şiirinde; “Ben beni buralarda bulmuşum Unutulmaz unutulmuşum benim


Makale ve Analizler - 2019

155

Barok güzelim Niye dalgınsın öyle Kimleri seyredersin öyle.” Kosova Ovası’nda?”

dizeleriyle bir güzelin şahsında unutulmaz bir coğrafyaya vurgu yapar. Çağdaş Kosovalı şairlerimizden Arif Bozacı da ; “Minarelerinden Ezan sesleri gelir Bir çiçek açar saksısında Bir evin Penceresinden Başçarşı’da Dilleri çözülür Güvercinlerin İlkyazda Saraybosna’da.” mısralarıyla gazi şehir Saraybosna’yı söyler bize.. Onunla yetinmez; “Bir ilkyaz günüydü Taşköprüsünden geçtim Üsküp’ün Vardar suskun akıyordu Karanfiller açmıştı İçim ılıdı birden Seni buldum.” mısralarıyla Balkanların incisi güzel Üsküp’ü; “Kim ne derse desin Hiç yalan söylemedi Ohri üstünden uçan


156

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Martılar Martılar ki Ohri Gölü’nün İlkyazını Muştular”

mısralarıyla mavi gözlü güzel Ohri şehrini sunar bizlere.. Yine Üsküp’lü şairlerden Cavit Saraçoğlu, “Ağlayan Vardar” adlı destan şiirinde; “Haklısın inleyiş devridir inle Osmanlı marşını rüzgârdan dinle İlk giren askere yanık sesinle Hoş geldin diyerek kol açan Vardar Bir zaman bizlerdik hâkim burada Anlı şanlı idik suda karada Kosova fatihi Sultan Murad’a Rehberlik ederek yol açan Vardar.”

dizeleriyle bir nehrin bir milletin tarihi için ne büyük anlamlar taşıdığını ifade etmeye çalışır.. Saraçoğlu, “Sultan Murad Han’ın Meşhedinde” adlı şiirinde de aynı tarihî duyarlılığı ortaya koyar.. Şükrü Ramo’ya için Ohri Gölü, “seven için bin ümit” demektir. Onun suları gözyaşı, çehresi mehtap, ortası yıldızlarla yıkanan bir ışıktır. O bir gelindir. Ohri, gelene bin dilek, gidene hasret, aşığa efsane, şaire ilham, güzeli sevene bir peri masalıdır. Yine aynı şair, Şükrü Ramo; “Küçük bülbül, şirin bülbül Selâm götür Üskübüme”

dizeleriyle başladığı “Üsküb’e Selâm” adlı şiirinde de; Üsküb’ün köprülerine, Vardar nehrine selâm yollar gurbetten… Nusret Dişo Ülkü ise güzel Üsküp için; “Anayı anaya, babayı babaya, Üskübü Üskübe sormadım


Makale ve Analizler - 2019

157

Oğlanı yağmurlarda, kızı çamurlarda, Üskübü haritalarda aradım” derken, sanırım Üsküp’te yaşanan büyük bir felâketi dile getirme gayreti içindedir. Şükrü Ramo, Prizren’in şanlı tarihi ve büyüleyici güzellikleri karşısında hayranlığını yine bu güzel şehre yazdığı bir şiirle dile getirir. Bugün Batı Trakya coğrafyası içerisinde kalan ve eski muhteşem günlerini arayan Serez’den de şu hasret dolu dizelerle söz eder şair : “Serez çarşısı aynı değil Uzaktan görünen kale mi Biz miyiz çevresinde dönen Camiler ki depodurlar Namazı kılınmaz vakitlerin Kubbeyi bürüyen otlar Yüz yıllık yalnızlığın tohumundan”.

Kuşkusuz şairin Serez için söyledikleri belki bugün bütün Rumeli şehirlerinin ortak kaderi ve genel görüntüsüdür, denilebilir. Gümülcineli Reşit Sâlim, Çöküş adını verdiği şiirinde; “Horasan, Tebriz, Budin, Niş ve Endülüs Sirderya-Amuderya hepsi oldu masal Osmanlının çocuğu, zevklerin torunu bizler Kalakaldık bomboş umutlarla Meriç-Tunca arasında..”

derken aslında sonu kötü biten bir rüyadan söz eder bize.. Göç, Rumeli insanının ortak yazgısı olur asırlarca… Kimisi yollarda iken, kalanlarınsa gözü kalmıştır hep yollarda… “Balkan şehirleri, Balkan rüyası Gümülcineli Nedîm-i Sânî Üsküplü Yahya Kemâl Diye gelmişler, göç var, göç Asırlardır bitmeyen göç Nicedir ateşi sönmeyen göç.


158

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Balkan şehirleri Tütün fenerlerinin isli ışığında serin sabah rüzgârları eser Balkan şehirleri Üsküp, Gümülcine, Deliorman … Coşkun Tuna, Osmanlının zafer günleri Sırp diyarı, Bulgar ülkesi, Rumelleri…”

Aşığı yaslı, şairi yaslıdır.. Yüzler gülmek nedir bilmez bu topraklarda kaç asırdır.. Toprağa düşen hep gözyaşıdır.. Ağıtlar türkü niyetine söylenir durur bu ellerde bilmem kaç yıldır… Batı Trakyalı şairlerden Nâim Kâzım “Sizin ve Bizim Şiirlerimiz” adını verdiği şiirinde aslında bütün şiirlerin “bizim” olduğunu vurgular. Halk ozanı Asım Haliloğlu da “Yaslı Bulut ve Ben” adlı halk destanında aynı duyguları dile getirir : “Rodop ile Karlık Dağı Yeşillikler cennet bağı Boynu bükük dert yatağı Hangisine yas tutarsın..”

Yunanistan ya da Batı Trakya Türk şiirinde Rumeli coğrafyası veya Rumelilik duygusu, esasen bu topraklarda dünyaya gelmiş olan Mustafa Kemâl Atatürk ile de özdeşleşir çoğu zaman.. Örneğin bu toprağın gür sesli şairlerinden Ali Rıza Saraçoğlu “Biz Rumeli Türkleri” adlı şiirinde bu duygularını şöyle dile getirir : “… Bizim içimizden çıktı Mustafa Kemâller dün Ne mutlu bize! Hemşerisiyiz Atatürk’ün Mustafa Kemal Paşa kattı ünümüze ün Biz millî şuuru üstün Rumeli Türkleri”

Bulgaristan’ın Razgrad yöresi şairlerinden Muharrem Yumuk, Koca Balkan ve Deliorman adlı şiirlerinde Bulgaristan coğrafyasının eşsiz güzelliklerini terennüm eder. Rumeli Türklerinin Torosları sayılabilecek Ro-


Makale ve Analizler - 2019

159

doplar da Kırcaali bölgesi şairlerinden İzzet Dinç’in kaleminden şöylece tasvir edilir : “Eteğinde uzanan o mahsuldar ovalar Hayatını kazanan nice mesut obalar Kucağına yaslanmış zevk ü safâ sürerdi Koç yiğitler orada şen ve şatır gülerdi Gümülcine, İskeçe, Rodopların incisi Toprağında çıkınca tütünün birincisi Kireççiler nerede, o Kızılca Mürselli Bir altına satardı kilosunu besbelli Dermenciler, Çamdere Ün salmıştı her yere… Nefis tütünlerinin rakibi Eğridere Koşukavak, Mestanlı, Ne kahraman destanlı Kırcaaliye gelince O hepsinden çok şanlı…”

İzzet Dinç, “Niğbolu” adını verdiği şiirinde de aynı samimi duyguları dile getirir. Aynı şekilde Ömer Osmanov’un “Sen” adlı manzumesinde Bulgaristan coğrafyası her karış toprağı ile kutsaldır, mübarektir, azizdir. Osman Azizof’un “Söyleme Bu Kadar” adlı uzun şiirinde ise yine Rodoplar ve Deliorman bölgesinden güzellikler sergilenir. Onun “Razgrat” adlı şiirinde Razgrat’ın güzelliklerini şairin sevdiği kızın gözlerinde buluruz. Şiirlerinde Deliorman ve çevresini anlatan bir başka şair de Recep İbişef’tir. Karadeniz’in şirin şehri Burgaz’ı ise Recep Küpçüyef’in “Burgaz’da Sabah” adlı manzumesinde martılarıyla, vapurlarıyla tanırız. Cevat Raşit, tüm Dobruca yöresinin güzelliklerini taşıyan “Adile’m” türküsünde Dobruca güzellerini tanıtır bizlere.. Eskicuma yöresi şairlerinden Mehmet Çavuşev’e göre de Rodoplar, yüzü duvaklı bir gelindir. O’na karşı hissedilen duygular aşktır aslında…


160

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) “Bir gelin gibisin duvaklı Sana uzattım kollarımı Boşlukları kucaklatmadın Öyle bağrına bastın ki beni İlk aşkım gibi aldatmadın!”

Mehmet Çavuşev, “Azınlıklar Mezarı” adını verdiği bir başka şiirinde acılarla dolu geçmişteki o kara günleri anlatır. Yaşadığı coğrafya matem rengindedir artık.. “Ölüm sellerinde yaşam sürüyor Rodoplar, Dobruca, Gerlova, Deliorman Sevda oluşunu yitirirken umutlar Kavgalardan kopan avuntudur zaman” Şahin Mustafov, Kırcaali’lidir. O da “Türküler” adlı şiirinde; “Türkülerde Tunam, Kara Denizim, Arzuların, sevgilerin temizi… Türkülerde Meriçimiz, Ardamız Ekmek kokan Dobrucamız, Trakyamız”

diyerek kalplerde yanan ateşi işaret eder. Rodoplu Kız adlı manzumesinde de en az Rodoplar kadar alımlı bir güzele vurgundur şair.. Ve Nazmi Nuriyev.. Onun, “Kanlı Aralık Destanı” adını verdiği uzunca şiiri, Bulgaristan Türklerinin yakın tarihteki acılarının destanıdır.. Her dizesinde bir insanlık dramına tanık oluruz bu şiirin.. Nazmi Nuriev’in “Soğuk Pınar” şiiriyle dile getirdiği hasret yine Güney Rodoplar’ın eteğindeki Soğuk Pınar Köyü’nedir. Nuriev, Kanlı Arda şiirinde de ; “Adını biz koymadık mı Arda? Söyle başka bir adın var mı senin? Seni biz doğurmadık mı Rodoplarda? Türk değil mi senin suyun, selin? ”


Makale ve Analizler - 2019

161

tarzındaki sert sorularla kimliğini sorgular Arda’nın… Süleyman Yusufof da “Benim Ardam” şiirinde ; “Bir çocuk koşuyor sahilinde Islak kumlar üzerinde izler bırakarak yalınayak”

mısralarıyla bir hasreti, bir özlemi vurgular aslında… Nehirler, hele hele Rumeli’deki, Balkanlardaki nehirler, bir milletin tarihine tanıklık etmiştir hep… Tuna, Lom, Arda, Meriç ve Tunca.. Tuna da bunlardan birisidir.. Tuna adını duyan hangi Türk’ün yüreği titremez.. Tuna bir gelindir.. Tuna bir özlemdir.. Ama Tuna şimdi öksüzdür.. Tuna yetimdir… Efsanedir, masaldır, türküdür Tuna.. Tuna, bizim Rumeli topraklarında akan serin kanımızdır.. Bir zamanlar Aliş’in kıyılarında dolaştığı, Türk akıncılarının kıyılarında atlarını suladığı Tuna şimdi yalnızdır, şimdi mahzundur… Tuna sahillerinin şanlı kenti Silistreli bir şair, Nevzat Yakubov “Düş” adlı manzumesinde Tuna ile Silistre’ye olan sevgisini; “Tuna bahçesinde Güzellerin güzeli gezer Tuna bahçesinde Silistre kentinde.”

dizeleriyle anlatır. Çağdaş Romanya Türk şiirinin seçkin isimlerinden Mehmet Niyazi de bize Romanya’dan seslenerek “Dobruca’dan Sizge Selam Ketırdım” der. Biz de diyoruz ki selâmın başımızın üzerine olsun. Mehmet Niyazi, Tuna için de ; “Tuna akar…hiç toktamay, eglenmiy Asırların dertın taşır denizge”

diyerek Tuna’nın ortak kültürümüzün bir parçası olduğunu vurgular. Dobruca Türk şiirinin önemli isimlerinden Nevzat Yusuf’un “Mavi Tuna Senfonisi” de güzel bir Tuna şarkısıdır adeta.. Bir başka Silistreli şair Ali Bayramov’un Tuna karşısındaki duygulanmaları da çok farklı değildir. “Akıyor sakin sakin görkemli Tuna nehri


162

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi) Yalıya bağdaş kurmuş şirin Silistre şehri. … Ne güzeldir akışı serin Tuna nehrinin Şifa verir havası şu Silistre şehrinin ”

Mülazım Çavuşev’in “Ey Güzel Tuna Hey” adlı şiiri ile Lütfi Erçin’in “Güzel Tuna” adlı manzumesi de bu duygulardan farklı değildir. Batı Trakyalı şairlerimizden Alirıza Saraçoğlu’na göre de Tuna’nın gözleri hep nemli, ayrılık hüznüyle Tuna hep yaslıdır. Rumeli coğrafyasının her yerinden Tuna için medhiyeler, ağıtlar yazılırken Gagavuzlar sessiz kalır mı? Kalmaz elbette.. Çünkü onlar da aynı coğrafyanın bir parçasıdır.. Onlar da asırlarca Balkanların ve Rumeli’nin heyecanını, sevincini, kederini birlikte yaşamıştır… İşte Nikolay Baboğlu’nun güzel Tuna’ya dair duyguları : “Tuna, senin suyundan Bir köprü düzerim ben Bir kavi köprü, uzun Eskilii bana bulsun… Götürsün beni dere O eski evellere Nerede saklı kaldı Devlerin girgin adı Ah, silsem legendadan Pas tutmuş örtülerni Eh, görsem orda ne var Ne aslı, ne diyl aslı…”

İşte böyle, bu toprakların güzel insanları.. Sizleri anlı şanlı bir coğrafyada, Balkanlarda ve Rumeli’de kısa ama hızlıca bir gezintiye çıkardım. Onları yeniden hüzünle hatırladık hep birlikte.. Sevindik, gururlandık, hüzünlendik.. Bu toprakların güzel insanları, gelin bu topraklarda yaşayıp göçüp gidenleri, şimdi bu toprağın bağrında yatanları rahmetle analım.. Esen kalınız.


Makale ve Analizler - 2019

163

Şipka Tepesi Şipka meselesi: 28 8 2019 Tarih: 28 Ağustos 2019 Yazan: Nazım Çavuş Konu: Şipka’ya DOSTLUK ANITI ne zaman dikilecek? Tarih yaşatmakla kahraman yaratmak arasında benzerlikler var. İnsanlar olmamış şeyleri olmuş göstermekte ustalaştı. Bulgaristan’ı tam ortasından yalnız coğrafya olarak ikiye bölmekle kalmayıp tarih olarak da parçalayan Koca Balkan birçok olaya damga vurmuş, “Şipka Tepesi” ile ise meşhurdur. Deniz seviyesinden yüksekliği 1326 metre olan bu tepedeki otel ve restoranlarla çevrili ve araç parkı olarak kullanılan siyah granitle şekillenmiş alana ağustos ayında toplananlar yıldan yıla azalıyor. Bulgar devleti, burada her yıl ülke topraklarında yürütülen en büyük savaşı anma törenleri düzenlemeye gayret gösteriyor. 142 yıl önce Osmanlı ordu komutanı Süleyman Paşa bu doruğa öküz arabasıyla 46 top, savaş mühimmatı ve bir ordu çıkarmıştı ve Ruslarla savaştı. Çarpışmalar 21-26 Ağustos 1877’de cereyan etti. Savaş tarihine “Şipka Savaşı” adıyla girdi. Yani tepenin adını aldı. Bu, Rus Çarı II. Aleksandır’ın sıcak denizlere inmek için Osmanlıya açtığı bir saldırı savaşıydı. 1856’da Kırım’da yenilen Rus İmparatorluğunun öç alma savaşıydı aynı zamanda. Osmanlı Generali, Süleyman Paşa’ydı. “Şipka Geçidi” yolunu Plevne’de tarihsel meydan savaşı verilen Osman Paşa’ya yardıma kısa sürede erişmek için seçmişti. Savaşa pek çok milletten asker katılmıştı. Osmanlı Ordularının içinde Rumeli’den toplanan askeri güçler çoğunluktu. Deliorman köylerinde bugün de söylenen ağıtta şöyle denir: Git evladım yıllarca ben oğulsuz kalırım. Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım. Hadi oğlum hadi ya gazı ol ya şehit.


164

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Tuna’nın güneyinde yaşayan bütün halklar için Osmanlı imparatorluğunun Rus saldırısına karşı verdiği ölüm kalım savaşı işgal ordulara karşı bir savunma savaşıydı. Bu savaşı Bulgar halkının da böyle kabul ettiğine en büyük kanıtlardan biri, Plevne Papazı ve şehrin ileri gelenlerinin aralarından üç buçuk torba altın toplayıp “bizi koruyunuz Paşam!” ricasıyla bu altınları Osman Paşa’ya vermesi ve Osmanlı birlikleri şehirden çıkarken onların da yola düşmeleridir. Bu büyük savaşta, kritik bir önemi olan “Şipka Savaşında” Osmanlı şehitlerinin toplam sayısı, Bulgar kaynaklarında 8 bin kişi olarak gösterilmiştir. Bu kahramanlar Bulgarların yaşadıkları toprakların Rus imparatorluğuna düşmesine karşı can feda etseler de, ne Bulgar Prensliği, ne Bulgar Çarlığı ne de daha sonra tesis edilen totaliter komünist ve sözde demokratik düzenler Şipka Tepesi’de bir Bilinmeyen Kahraman Anıtı dikilmesine izin vermedi. Halka açık Park kurup bir Barış Anıtı dikilmesine de izin vermemişlerdir. Moskova’nın ve yerli iktidarın şiddetli baskısı devam ederken, Bulgar halkı, 1877-78 Rus ve Osmanlı imparatorlukları arası büyük savaşın bir Bulgarları “kurtarma” savaşı olmadığını yıllar geçtikçe anladı. Daha bu savaştan önce Rusya yanlıları ve Rusya karşıtları olarak ikiye bölünmüş olan Bulgar toplumu temsilcilerinden “Şipka Tepesine” çıkıp 1934’te dikilen anıta çelenk ve çiçek taşıyanlar azaldı. 2012-17 yılları arasında Bulgaristan Cumhurbaşkanı görevinde bulunan Rosen Plevneliev Şipka anma törenlerinin hiç birine katılmadı. 2009’dan beri Başbakan olan Boyko Borisovda katılmadı. 1878’de Bulgar halkının Rusya esaretine düştüğü görüşüne bağlı kaldı. Bu işgalin 1944’te tekrarlandığını vurgularken, Komünist iktidarın Bulgaristan’ı 2 defa Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne katma teşebbüssünü şiddetle kınadı ve şu dönemde de ülkemize karşı çok yönlü saldırı savaşı yürütüldüğünü sürekli anımsattı. Son yıllarda Moskova’nın Bulgar tarihi yeniden yazılarak gerçeklerin bütün sadeliyle halka anlatılması ve egemen ve bağımsız bir ülkeye yaraşır iç ve dış politika izlememizi engelleyen siyaset çizgisi güç topluyor. İşgal güçleri – Rus ve Sovyet – anıtlarının yıkılması, bu konuda gerekirse halk oylaması yapılması isteklerini egemlerken, şimdiki Bulgar hükümetinin temel görevinin “Rus ve Sovyet Anıtlarını korumak, onarmak ve yaşatmak” hatırlatmasında bulunuyor. Aynı zamanda 1877-78 Savaşına “katılan” Bulgar “gönüllülerinin ortak anıtının” kurulması da engelleniyor.


Makale ve Analizler - 2019

165

Bugünkü kamuoyu tartışmalarından Plevne Savaşına katılan askerlerin Rus askeri olmadığı ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı Radev’in “Şipka 2019” konuşmasında, “Kurtuluşumuz Şipka’da mayalanmıştır” sözlerine itiraz eden gazeteci Anton Todorov şu rakamları açıkladı: “Bugün Cumhurbaşkanı R. Radev ve Sosyalist Parti Başkanı K.Ninova tarihimizle ilgili tamamen cahil olduklarını sergilediler. ‘Şipka Geçidi’ savaşını bazı Rus birliklerinin kazandığını belirttiler. Oysa geçidin müdafaasına 36. Orlov Alayı katılmıştır ki, bu alaya Poltava’dan Ukraynalılar, Herson yöresinden Ukrayna köylülerinin katıldığı, 4. Atış tugayı, 53. Volin, 54. Minsk, 55. Podilsk ve 56. Jitomir birlikleri ile ayrıca Harkov, Poltava, Kiev ve Herson bölgesi kasaba ve köylerinden toplanan sıradan insanların 14. Tugay saflarında katılmıştır.” Şİpka Savaşında 3 600 kurban verilmiştir. Askerlerin Volga Bölgesi Bulgarları ve Ukrayna’dan toplandığı dikkati çekmektedir. O yıllarda Besarabya bölgesinde yaşayan Bulgarların toplam sayısı 2,2 milyondur. Bu verileri ön plana çıkaranlar Romanya, Finlandiya askeri birlikleri ile Leh ve Alman gönüllülerin de katılmıştır. Özellikle 2018’de Rus Başpiskopos’u Kiril’in Şipka törenlerine katılışında ortaya çıktığına göre, Rusya yukarıda sıralanan değişik milletlerden güçlerin savaşa katılışlarına vurgu yapılmasına engel olmaya çalıştığı gibi, ancak Rusya’nın anılmasında ve kutsanmasında ısrar etti. San Stefano (Yeşil Köy) ateş kes protokolünün Almanya’nın baskısıyla imzalandığına ve bu geçici tutanakta Bulgar isminin geçmediğine işaret eden zinde yurtsever güçler, Rusların 1877-78 savaşında “Bulgaristan’ı kurtarmadığını” belirtirken, tazminat olarak Rusya’ya 32,5 ton altın ödendiğini belirtiyorlar. Bu esas üzerinden siyaset yapanlar 3 Mart Günü’nün Bulgaristan Milli Bayramı olarak kutlanmasına da karşı çıkıyorlar. Bu gelişmeler sonucu Bulgar okullarında haftada 3 gün zorunlu Rusça dersleri kaldırıldı, her yıl Bulgaristan’da toplam milyon tirajlı Rusça kitap basılması ve milli kanalarda 24 saat Rusça TV programı gösterilmesi vb kısıtlandı. Özellikle birkaç yıl önce Sofya’daki Amerikan Büyükelçiliği önünde 1943 yılında Sofya’yı bombalayan ve 12 000 evin yıkılmasına sebep olan Amerikan ve İngiliz savaş uçağı pilotlarının anıtı dikildi. Şimdi ise, Sofya’da bir sokak ismi taşıyan, adı Bulgaristan’da birçok köye de verilmiş olan Rus Çarı II. Aleksandır’ın 13 yıl İstanbul Büyük Elçisi olan Graf İgnatiev onuruna başkentte bir anıt dikilmesinde ısrar ediliyor. Oysa bu Rus diplomatı ölümünden önce yazdığı “Anılarım” eserinde, 1762-1878 yılları arasında Bulgar uyanışına karşı, Bulgar Kilise Hareketine


166

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

ve Bulgar Milli-Kurtuluş Hareketinin örgütlü alevlenmesine ve gelişmesine karşı, Bulgar halkının milli kimliğinin oluşmasını engelleyerek baltalama yönündeki etkinliklerini kendisi kitabında anlatmıştır. O Bulgar halkını Rus İmparatoru’nun Balkan Yarımadası politikasına alet etmeye çalıştığını gizlememiştir. Bu arada, Osmanlı’da Bulgar okulları açılmasına da karşı olmuş, çünkü ülkede konuşulan lehçelerin okul ve edebiyat dili sayesinde okutulmasından milli dil oluşacağına inandığından dolayı, engelleme önlemleri öngörmüştür. İgnatiev, “Anılarım”ın 57. Sayfasında, “Biz Bulgarları, devlet kurmaya gerekli olan kadrosu olmayan, Prenslik kuramayacak, ham malzeme olarak görüyorduk” diye yazmıştık. Eserin 58. Sayfanda şunları okuyoruz: “Türklere karşı ayaklanan halklar bizim kontrolümüzden çıkıp Batı’nın kontrolü altına kayarsa, Balkan yarımadasındaki işler öyle bir karışacaktır ki, Rusya için, şimdiki durumdan, yani 1866 yılında Türkiye’deki durumdan, çok daha kötü olacaktır.” Rus Büyükelçisi İgnatiev, Bulgaristan’ın geleceğini, “Rusya kontrolünde özerk ve ancak bir dine bağlı olan” bir bölge olarak gördüğünden dolayı, milli bağımsızlık için savaşan komitelere de karşı olduğunu gizlememiştir. Bu eserin dikkatle okunmasından çıkan sonuçlarda, Rusya Büyükelçisinin Bulgar halkının geleceği için, Osmanlı Padişahı ile ciddi görüşmelerde bulunmaya hazır olduğu ve elde edilecek sonuçların imparatorluktaki Bulgar halk topluluğunun bağımsızlık menfaatlerine ters düşeceği ortaya çıkmaktadır. “Anılar” eserinde açıkça anlatıldığına göre, Graf İgnatiev’in İstanbul Büyükelçiliği döneminde, Rusya İmparatorluğu ile İstanbul-Fener Başpiskoposluğu tarafından Bulgarlarla ilgili siyasette ortak noktalar belirmiştir. 1870 yılında Osmanlı Padişahı Fermanıyla Doğu Ortadoks Bulgar Kilisesine bağımsız tanınmasından ve Bulgar milletinin varlığının onaylanmasından sonra, Bulgarlar milletindeki dirilişi ve halkın milli bilince ulaşmasını engelleme amacıyla ortak adımlar atılmıştır. Rum papazlardan boşalan Bulgar kiliselerine II. Aleksandır’in gönderdiği 500 Papaz dolmuştur.


Makale ve Analizler - 2019

167

2019’da Bulgaristan’da tarihsel gerçeği arayan bu konular birçok yazarın eserlerinde incelendi. Aleksandır Yordanov gibi diplomatlar, Georgi Buzdoganov, Hristo Hristov, Aleks Aleksiev, Georgi Kuritarov, İvo İncev gibi araştırmacı yazarlar, Akademisyen Grigor Velev ve daha birçok bilim insanı geçen yüzyıl Rusya’nın Bulgaristan’ı 2 defa işgal ettiğini, milli egemenliğini ayak altına aldığını ve ülkemizi soyup sömürdüğü gibi konularında birleşti. Güncel konulardan birisi 1934’te dikilen Şipka Anıtının kaldırılması ve yerine bu büyük savaşa katılan tüm tarafların şehitlerine saygı ifadesi, barış ve dostluk sembolü yeni bir Anıt Kompleksi kurulması güncel konulardan biri oldu. İstanbul Fatih Cami avlusunda Osman PAŞA’nın Türbesi Gazi Osman Paşa 1832-1900


168

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Ajanlar Ordusu

Tarih: 29 Ağustos 2019 Hazırlayan: Şakir Arslantaş Kaynak: Kulüp “Z” Konu: Her ortamda gizli polis ajanları arasında yaşamışız. Bulgaristan’ın baştan sona bir polis devleti olduğunu defalarca yazdık. Bulgar polisi yerli Türklerle sürekli ilgilendiği gibi yabancı turist ve konukları da gözden kaçırmıyordu. “Başa gelen çekilir” diyenler sözlerimizden ve okuduklarından ciddi ders çıkarmadılar. Gizli polis –devlet güvenliği “DS” arşiv dosyalarının açıklanmasıyla, balıklar birer ikişer sahile vuruyor. Kulüb “Z” otellerde, taksilerde, benzincilerde ve kumsal kıyısındaki tezgahlarda çalışan gizli servis ajanlarıyla ilgili bir inceleme yayınları. Orijinalıişni “Bulgarca olarak” ve Türkçeleştirilmiş şeklini sunuyoruz. “Kavatsite”, “Akutino” ve “Primorsko” Gençlik kampından örnekler verilmiştir.

1965 yılında çekilmiş ve “DS” arşivinden çıkan bir fotoğraf. (Arşiv) Bulgar gizli istihbarat servisi Bulgaristan’ın Burgaz ili Karadeniz semtlerinde Batı ülkelerinden daha doğrusu kapitalist dünyadan tatile gelen turistlerle bir tek kendi görevli kadrolarıyla “mücadele” etmemiştir. Bu işe muhbirlik, ajanlık ve jurnalcilik görevine seferber edilen, sayıları bilinme-


Makale ve Analizler - 2019

169

yecek kadar büyük olan otel personeli, taksici, benzinci, oto tamirci, yol tamircisi, bakımcı, süpürgeci ve hatta kumsalda sergi açan dondurmacıdan anmalık satıcılarına kadar genç ve yaşlı bayan ve bay vatandaş gece gündüz kullanmıştır. Bu bilgileri “desebg.com” da online (bilgi sağlayan) yayınlanan bir belgeden okuyoruz. Bu belgede “1965 yılında Bulgaz İç İşleri Bakanlığı İl İdaresi Birinci Şubesi kanallarıyla toplumla çalışmalar” gizli bir rapor halinde sunulmuştur. Aynı belgede, 2 bin istihbaratçı ile düzenlenen toplantılarda okunan ve açıklamalı izahat sunulan “kapitalist casusluk merkezlerinin çalışmalarına” ilişkin sunulan bir raporun “büyük ilgi” gördüğü aynı ilde bir deniz sayfiye semti olan “Güneşli Sahil” (Slınçev Bryag) Komünist Partisi yönetimine rapor edilmiştir. Bulgaristan’da yapılan bir sosyolojik araştırma her dört vatandaştan birinin gizli polis “DS” konusundan ilgilendiğini kanıtlamıştır. Anket belgeleri analiz ediliyor. Yukarıda adı geçen muhbirler ordusuna otel idaresi, kapıcı ve hademeler, taksi şoförleri, benzincilerdeki satıcılar, lastikçiler, tamirciler vb kumsal boyunca dondurma, başak, anmalık satıcıları da dahildir. “Burgaz şehrindeki “Balkan Turist” otel idaresi, şehirdeki taksi şoförleri, şehirde ve dolayındaki benzincilerde satıcılar ve diğer görevliler ve oto tamircileri, anmalık eşya satıcıları ve başka personelle ayrı ayrı ve farklı vesile yaratılarak toplu halde görüşmelerde bulunulmuştur. İç işleri bakanlığı Burgaz Amirliği görevlileri “Kavatsite” ve “Arkutino” adlı sayfiye köylerinde çalışanlarla görüşmeleri bizzat kendileri düzenlerken, “Primorsko” adlı Gençlik Kampında bu ödev kamp yönetimi tarafından gerçekleştirilmiştir. Bulgaristan’da baskı ağı oluşturan “DS” çalışmalarını Karadeniz tatil köylerinde adım adım örgütleyerek, tatile gelenleri devamlı sıkıntılı günler yaşatmıştır. Altta belgenin aslı yayınlanmıştır:


170

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

171

Bulgar Kimliğinde Yeni Kırılma

Tarih: 30 Ağustos 2019 Yazan: Nedim AKIN Konu: Evleri yıkılan Romanlar davayı AİHM’ ne taşıdılar. 2018’in sonunda ve bu yılın başında Plovdiv (Filibe) iline bağlı Voyvodino Belediyesinde bir olay olmuştu. Roman mahallesine karlı bir günün akşam karanlığında şahsi arabasıyla giren, (sebebi açıklanmadı) araçtan inince düşen ve başını bordüre vuran komando Valentin Simov, toplanan Çingenelere sövüp saymaya başlayınca anlaşılan “tekmelenen” bir Bulgar komando ilk kez hastanelik olmuştu. Bulgaristan’da birçok polis Roman dayağı yemiştir fakat ilk kez ordulu bir komando hastanelik edilmişti. Daha sonra, dış ülkelerdeki askeri misyonlara da katıldığı anlaşılan komando Simov’un zil zurna sarhoş olduğu açıklandı. Bulgar “askeri onurunun” doruğunu temsil eden bir eğitimli komando, yere yatırıp Romenler – Asen ve Boris Paketov kardeşler – tarafından eşek sudan gelene kadar dövüldüğü gerekçesiyle 2 genç tutuklandı. Yargılandılar. Sarhoş subayın ayaküstü duramadığından düştüğü ve başını bordür taşına vurduğundan kanlar içinde hastanelik olduğu anlaşılınca, dava daha birinci derece mahkemede düştü. Ne ki, dava düşse de, “eski voyvodalar” partisi olarak ünlenen İç Makedon Devrim Örgütü (VMRO) Başkanı Krasimir Karakaçanov ile milliyetçi ve ırkçı-faşist konuşmalarından dili şişen aynı partin başkan yardımcısı ve Avrupa Parlamentosu milletvekili Angel Cambazki Voyvodino köyünü ziyaret edip kudurmuşça böğürünce, yerli milliyetçi damara kan gitti, aldıkları emekli maaşlarıyla zar zor geçinen ve parasızlıktan otobüse binip köyüne gidemeyen eski ordulular örgütlenip otobüslerle Voyvodino köyüne taşındılar. Yolda ekmek arası, börek ve simit dağıtıldı, rakı şişeleri dolaştı. Çar Ferdinand zamanından kalma paslanmış askeri marşlar söylendi. Kan kabartıldı. “Kurtarıcı” gibi törenle karşılandılar. Belediye de cömert davrandı. Köyün şarap fıçıları açıldı. Güve yeniği “komitacı bayrakları” altında toplandılar, aba-poturlu ve kalpaklı “voybodolar” kırmızı şarap şişelerinden bol bol çekerken birbirlerini iğnelediler. Gece karanlığında belediye meydanında yapılan konuşmalarda tonlarca acı zehir mayhoş ve sarhoş insanların beynine akıtılınca, köyü fener alayları dolaştı. Adına kan kabartma ve etnik düşman-


172

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

lık kışkırtma denen bu olaylarla Belediye Roman Mahallesini yıkma kararı aldı. Sofya’da Savunma Bakanı ve Başbakan yardımcısı Kr. Karakaçanov, “ne isterseniz onu yapın, ben arkanızdayım” deyince, önce “Roman mahallesini kış ortasında yakmayı akıllarından geçirenler”, rüzgâr yön değiştirir ve kayan kıvılcımlar Bulgar mahallerini de yakar korkusuyla, niyet değiştirdi ve Plovdiv ili inşaatlarında çalışan ve karşı kışta kuruntulukta bekletilen “dev kepçeler” köye getirildi. 50 Roman evini 2 günde yıkıldı. Taşı toprak hafriyat kamyonlarıyla 20 kilometre uzağa – belediye sınırlarının tam kenarında – bir hendeğe döküldü ve sözde “iş” bitti. Ne ki, iş tam o an başlamıştı. Ayakları çorapsız çocuklar, kümesi yıkılmış tavuklar, kulübesiz kalan köpekler, duvarların arasına depo yapmış fareler karın ve buzun üstünde kaldı. Bulgaristan’da böyle bir olay tam 76-77 yıl önce yaşanmıştı. Başbakan Nazici Bogdan Filov’tu. Sofya, Plovdiv ve diğer şehirlerden ve kasabalardan Yahudileri ve Çingeneleri evlerinden çıkarıp kamplara doldurmuş. Erkekleri ailelerden ayırmış, taş ocaklarında çalıştırıyor, aynı zamanda sayıları yüz binleri bulan bu 2 etnik azınlıktan insanları Almanya ve Polonya’daki ölüm kamplarına gönderip canlı canlı yakılmaları için hazırlıklar görülmüştür. O zaman Makedonya ve Ege kıyısında Bulgar makamlarca idare edilen bölgelerden toplanıp hayvan vagonlarına doldurulup gönderilen 20 bin Yahudi ve Çingene’den geri dönen olmamıştır. Evleri, malları mülkleri istilacı Bulgar güçleri tarafından talan edilmiştir. Voyvodino belediyesinde evleri kepçelerle yıkılan Roman ailelerden büyük bir kısmı memleketi terk etmedi. 50 aile Helsinki insan hakları Komitesinden hukuksal yardım talep etti. Davalar hemen açıldı. Helsinki Komitesi Başkanı Krasimir Kınev, “Voyvodini belediyesindeki Romanlerin onuru çiğnendi, azarlandılar, insan ve vatandaş hakları ayaklar altına alındı, evleri yıkıldı. Davaları kazandık, ne ki yerel idare, mahkeme kararına uymuyor ve kararları yerine getirmiyor. Voyvodino’da hukuksal çözüme karşı tepkiler devam ediyor. Bu temelden hareketler, davaları Strazburg Uluslar Arası İnsan Hakları Mahkemesine taşıdık. Karar bekliyoruz.” Dedi. Böyle bir durum birkaç yıl önce Müslümanların vakıf malları, okul, medrese, cami ve başka taşınmazlarıyla ilgili de yaşanmıştı. Örneğin bir il merkezi olan Dobriç’te Belediye mahkeme kararına uyup Türk Okulunu ve okulun vakıf malını iade etmedi. Karlovo’da 1985’te açılan Kurşun Cami’nin yerli cemaate ve Filibe Müftülüğüne iadesi için alınan mahkeme kararına da belediye uymadı ve Müslüman Mülkünü iade etmedi. Açılan davalarımızın toplam sayısı 73 olduğundan, örneklerimiz çoktur.


Makale ve Analizler - 2019

173

Ne var ki, Voyvodino’da yaşanan olay nitelik olarak yenidir. Baş Müftülük tarafından açılan taşınmazlarımızın, mülklerin iadesi davalarında, sıradan Müslümanların karşısına, motorlu motorsuz haydutlar, meşin elbiseli, kaskalı kabadayılar, azgın futbol serserilerinden toplanmış sürüler kışkırtılıyordu. Hemen ardından ibadet merkezlerimizin camları kuruluyor, çeşmelerin kurnaları koparılıyor, bunarlara domuz kellesi atılıyor vs. Cami duvarlarına geceleri resim çizmek de çok yaygınlaştı. Voyvodino olayında birinci derece mahkemelerden ilk kez seri halinde Romanlar lehinde karar çıktı. Tutuklu Roman gençlerin salıverilmesi ilk adım oldu. İşten atılanlar, kovulanlar, evleri yıkılanlar, çocukları okuldan uzaklaştıranlar, yola çıkamayanlar, fırından ekmek alamayanlar, aileler yani bütün bir topluluk – 50 hane – mahkeme kararları lehte çıkınca, aşırı milliyetçi, Nazi kırıntısı, şoven, ırkçı, açık faşist Bulgarlar’ın “Dediğimiz dediktir. Burası Bulgaristan! Beğenmeyen çekip gitsin!” hortlaması bu defa hukuka tosladı. Bu 1944’ten beri yani son 65 yılda (daha önce de emsali yok tabii) yaşanmamış bir olaydır. Romanlar hep susmuştu. Daha 1879’da Anayasa’da isimleri geçmedi, hakları tanınmadı, esemeleri okunmadı, Berlin Konferansı’ndan sonra (1878) yapılan Büyük Millet Meclisi seçimlerinde oy kullanamadılar, onlara bu en temel insan hakkı tanınmamıştı. Dava açma hakları yoktu ama 2019’da dava kazandılar. Ancak, şu da var, negatif birikimler sonucu patlamalar başladı. İlk büyük patlama Romanlar arasına “Çar Kiro” olarak tanınan, Makedon’ya kökenli bir Roman’in Plovdiv Belediyesi’nin “Katunitsa” köyündeki evlerine, malına mülküne, fabrikalarına ve dükkânlarına saldırılarla başladı. Esasız gerekçelerle tutuklanan “Çar”, eşi, çocukları ve yakınlarının “elektrik masasında işkence gördüklerini” basın yazsa da, olayın açıklanmasında ve suçluların yargılanmasında önemli bir adım atılamadı. Bu olaylar, 2018’de Asenovgrad (Stanımaka) şehrine sıçradı. Irkçıların gece karanlığında boy gösterileri görkemli boyutlara ulaşsa da, somut netice elde edilemedi. Sonunda Asenovgrat Romanlar kreşi, okulu, sağlık ocağı ve içme suyu ve alt yapısı olmayan getto – mahalleyi boşalttılar. Yarısı Almanya’ya, diğerleri de Plovdiv’e taşındı. Bulgaristan’da Romanlara saldırılar ve Romanların baş kaldırısı 2011’den beri boy alıyor. Sofya, Burgaz, Varna, Ruse, Gabrovo, Plovdiv ve belediyelerinde “küçük” ve “büyük boyutlu” olaylar yaşandı. Gabrovo’da Mayıs ayında Çingene evleri yakıldı. Varna’da “Mansura” mahallesinde evler, derme çatma kulübeler birer ikişer sürekli kayıyor. Kin ve öfkeye rağmen, seçim gelince “50-100 leva”


174

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Gören Romanlar “hiç yoktan iyidir” deyip oyunu hep tanımadıklarına verdiler. İnsanlarda hastane psikozu oluştu. “Ne olursa olsun kapımıza gelecekler” havasında, hesap sorma hırsı yoktu ve gelişmemişti. Artık durumda değişme, dayanışma ve “bizde olmazsa, adaletin başka mahkemesi de var” diyenler ve artık konuşuyor. Bu gerçekler cümlesinden olmakla, Bulgaristan’da adil bir Roman sayımı yapılmıyor. Okul dışı kalan Roman çocukların sayısı açıklanmıyor. Sosyal yardımla geçinen ailelerin sayısı da bildirilmiyor. Tüm gelişmelerin doruğunda Strazburg İnsan Hakları Mahkemesi’nin Voyvodino Belediyesi Romanlarının evleri yıkılarak yaşadıkları şehirden kovulmaları davası var. Mahkeme davayı kabul etti. Bu belediye’de Bulgarların ağzını bıçak açmıyor. Komando subayı Valentin Simov ise, aynı mahallede yaşayan, Asen ve Boris Paketovi Roman kardeşlerden yediği dayakla kaldı. Strazburg İHM ilk kez olmak üzere Bulgaristan Romanlarından 50 kişinin toplu davasına bakacak. Bulgaristan’da insanların haklarını topluca arama hakkı olmasa da, Helsinki Komitesi hukuksal esaslandırmayı hazırlayıp Strasburg mahkemesine sunmuştur. Romanlar öncelikle yaşadıkları mahalleden kovulmalarına karşı dava açmıştır. Kimsenin kimseyi vatanından, mahallesinden, evinden, yurdundan kovma hakkı yoktur. Bulgar belediyeler ve makamlar vatandaşları cangıl kanunlarına göre, keyiflerine uygun idare ediyorlar. Krasimir Kınev şöyle anlatıyor. “ Mahalleden kovulanlar geri dönmek için birkaç defa dilekçe verdiler, fakat belediye geri dönmelerine izin vermedi. Aynı zamanda en ağır sözlerle aşağılandılar, kendilerine küfür edildi ve şiddetli ayrımcılık uygulanıyor, her alanda ve her zaman ötekileştiriliyorlar. Bir insan doğup büyüdüğü ve yıllarca yaşadığı mahalleye, ortama, şehrine dönmesi en doğal hakkıdır.” Helsinki Komıtesi başkanı, “açılan davan insan haklarını hiçe sayan Bulgaristan’a karşı bir davadır,” dedi. “Voyvodino” halkı onların aşırı milliyetçi tavır ve eylemlerinden dolayı Bulgaristan’ın Strasburg UİHM’de yargılanmasından rahatsız olduklarını gizlemiyorlar. Belediye yönetimi ise “aldı kararları savunmaya” devam ediyor. 27 Ekim’de Bulgaristan’da yerel seçimler var Ülkede vatandaş hakları üzerine şiddetli bir tartışma başlamış bulunuyor. Kınev’e göre, Romanları mahalleden kovma kararı, evlerinin yıkılması


Makale ve Analizler - 2019

175

kararından önce alınmıştır ve en temel insan haklarından biri – ev – yurt sahibi olma hakkı – çiğnenmiştir. Bulgaristan’daki etnik sorunların temelinde en temel insan haklarının tanınmaması geliyor. 1989’da 360 bin Türk 2 ayda ülkeden kovuldu. Geri dönenler iş başı yapamadı ve gurbetçi oldular. Geri dönenlerin mahallelerinde çocuk yurdu okul, sağlım merkezi, posta, kültür evi sorunları çözülmüyor, karma bölgelerde sorunlar artıyor. 2007’den beri etnik azınlıkların ana geçim kaynağı olan gurbetçilik ve dış ülkelerden yakınlara gönderilen yardımların önemi ve rolü çok arttı. Asgari emekli maaşlarının 100 Avro düzeyinde korunduğu ülkede, çocuk paraları ve sosyal yardımlar da sınırlı olduğundan, özellikle Batı Avrupa ülkelerinden gönderilen havalelerle su, elektrik, okul masrafları, öğrenci harçlığı, yol parası ve ilaç parası gibi giderler karşılandığından dolayı, İngiltere’nin Avrupa Birliğinden anlaşmasız ayrılıp yabancılara (Bulgar gurbetçiler de bu arada) karşı önlemler alacağını açıklaması ailelerde gerginlik ve tedirginlik yarattı.. İngiltere’de 280 bin Bulgaristan vatandaşı bulunuyor. Bunlardan ancak 40 bini İngiliz vatandaşı, diğerlerinin sorunları var. 230-240 bin Bulgaristanlının İngiltere’den gönderdiği yardımlar kesildiğinde, ülkede yeni bir sosyal patlama başlayabilir. Bu arada, ülkeden kovulan ve Almanya’ya yerleşen Romanlar sosyal yardım, sakatlık, hastalık, çocuk paralarını ve okul giderlerini doğrudan Almanya’da alma yolları bulmuşlar ve Romanlar için paraların Bulgar makamlarının eline geçmesini kesebilmişler ki bu da Voyvodino belediyesi gibi “Romanlara yardım” paralarından kırpanlarda huzursuzluk, hatta gerginlik ve karşılıklı ithamlara neden oldu. Özünde insan hakları mücadelesi olan bu gelişmelerin Bulgar vicdanı, milli adalet anlayışı ve kendilerini devlet üstü gören “komandolar”, “voyvodolar”, VMRO-kodamanları ve diğeri üzerinde ağır ve ezici bir etkisi daha var. Bu da 1878’den beri kendilerini ülkede yaşayan azınlıklardan üstün gören Bulgarların ilk kez adalet karşısında çıplak ve zavallı durumudur. Yerel mahkemelerden UİHM’ne kadar bütün mahkemelerin “siz haksızsınız, Bulgaristan Bulgaristan’da yaşayan tüm vatandaşların ortak vatanıdır. Hiç kimseyi evinden yurdundan kovamazsınız, hiç kimsenin malına mülküne mahkeme kararına rağmen el konamaz, gasp edilemez” kararı alması, duru değiştirecek ve yaz sıcaklarında kendiliğinden şişen boş balon gibi kanatlanıp böbürlenmesine bir darbe olup, Bulgar milliyetçi iradesinde yeni bir kırılmaya neden olacaktır. Son dönemde birinci kırılma 1989 Mayısında Müslüman Türk Ayaklanmasında yaşanmıştı. Asker ve polisiyle Türk insan hakları direnişçilerine yenik düşen Bulgar milli vicdanı bu defa da yine te-


176

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

mel insan hakları konusunda sırt üstü düştü. Yenildi. Pes etti. Ne Amerika, ne AB ne de Rusya kurtarabilir. Mengeneyi uluslar arası insan hakları mahkemesi sıkıyor. AB’de en temel hak olan vatandaş hakları, doğduğun muhitte yaşama hakkı, vatan-yurt, ev-bark sahibi olma hakları çiğnenmiştir. Hukuk karşısında, adalet önünde, hukukun üstünlüğüne yenilmiş olacaklar. Bu ilk defa oluyor. O da % 98’i Bulgarca okuduğunu anlamayan bir azınlık karşısında yenik düşecekler… Bulgaristan’da insan hakları ve azınlık hakları davasında yeni bir sayfa açılıyor – kolektif haklar kavgası. Doğru ve hızlı haber için, Bizi izlemeye devam ediniz.


Makale ve Analizler - 2019

177

Ev Ev, Sokak Sokak, Köy Köy Yok Oluş

Tarih: 31 Ağustos 2019 Yazan: Ertaş ÇAKIR Konu: Bir ülke, hele vatanınsa, ölümünü anlatmak çok zor Hain Ahmet Doğan’ın her gece cinlerle boğuştuğu deniz köşkünde yanan ampuller, Bulgaristan’ın 100 köyünde akşam saat 9’da yakılan sokak ampullerden fazlaymış. Yeni durum bana “yaşayan ölüler” çağını anımsattı. “Yaşayan ölüler” çağının sonunda hem toprak köleleri hem de toprak kölelerinin sahipleri yok olmuştu. Kader bu… Todor Jivkov Bulgaristan’da derin bunalımları ve terörü her köşede yanan ampullerin ardına gizliyordu. Son 30-40 yılda Bulgaristan’da her şey sahte ve sonunda nüfus çöküşü yaşanıyor. Bulgar toplumunun özü kabul ettiğimiz köylerin boşalmasıyla başladı felaket… Bir defa 2500’den 1000’e indi Türk köyleri. Bulgar köyleri de boşaldı. 2000 köyde akşamları yanan ampul kalmadı. 2-3 yaşlının nefes aldığı Bulgar köyleri ise karanlığa alışmışlar. Haftada bir geçen araç ilaç ekmek ve gıda maddeleri getirdiğinde, muhtar talimatıyla “nüfus sayımı” yapıyor. Küçük kasabalarda çocuk bahçeleri, parklar dikenlik, bahar ve yaz biçimi yapılmayan yeşil alanlar yılanlık olmuş. Bu çöküşün “gizli” tutulan başka boyutları da var. Ruhsal çöküş, mali bunalıma ve maddi durgunluğa dönerken – 1984/1989 yılları arasında – etnik Bulgarların böbürlenişini anımsıyorum. Bugün Bulgaristan’da ordu yok ama o zaman 200 bin, modern silahlanmış Bulgar orduları vardı. Ve bu silahlı güçler, 1970’ten sonra Müslüman azınlığa karşı süngü ve şarjör takmış, tank top sürmüş bir iç savaş yürütüyordu. Tank sayısı 3 200 bulan Bulgar zırhlı güçleri namluyu güneye çevirmiş, 400 savaş uçağının yarısını sürekli havada tutuyor ve tehdit savuruyordu. Sofya’daki askeri nümayişlerde silahlı kıtalar, zırhlı araçlar, helikopter ve savaş uçakları sürekli Güney istikametinde ilerliyor ve bu gidişin nerede durduğunu bilen olmadığından herkes sürekli endişe içindeydi. Şimdi her şey çöktü. Uçakların uçuş süresi doldu, demir yorgunluğundan hurdaya çıkarıldılar. S- 22 ve S -23 füzeleri kesildi, 8 adet F-16’yı ABD’ye sipariş ettik ve 4 yıl sonra teslimat yapılacak.


178

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Yukarıda “nüfus çöküşü” dedik. Bulgaristan’da nüfus neden azalarak kayıp çöktü ve geriye büyüyor, çünkü halk, aileler, fertler fakirleşti. Nerde fakirlik orada maskaralık! Çingeneler bile şimdiye kadar doğumu Yunanistan’da yapıyor, çocuklarını satıyor ve dalavereye devam etmek için Bulgaristan’a dönüyorlardı. Artık usul değiştirdiler, Almanya’da doğum yapıp çocuk parası, analık parası, sosyal yardım parasıyla geçiniyorlar. Bu gidiş ve özellikle fakirlerin memleketi terk edişi adaletsizliğe ve çöküşü durdurma ihtimali olmayışına tepkidir. Günümüz Bulgaristan’da göstermelik üst tabaka 40 bin kişidir. Bunlar lokanta-kahve süsleri, diplomatik ziyafetlere katılan, şehirlerin ana caddelerinde dolaşan kesimdir. Başsavcı seçimi, adalet reformu ve başka konularda Sofya’da Adliye binası basamaklarına toplanan ve hükümet lehinde gösteri yapanlar bu katmandandır. Boyko Borisov, başbakan kürsüsünden “hızlı geliştiğimizden” söz ediyor. Bu çok büyük bir yalandır, çünkü hayat pahalılığı ve iş arayıp da bulamayan ve dış ülkelere çıkanların sayısı aydan aya artıyor. Bulgaristan’daki ücretler AB ülkelerinden 5 misli daha düşük olduğunu bilmeyen yok. Avrupa Birliği ülkelerinde saat ücreti 27,4 Avro iken, Bulgaristan’da 5,4 Avro’dur. Geçen yılın 18 Temmuzunda yayınlanan bir rapordan görüldüğü üzere, sadece cahillik ve fakirlik bakımından değil, emek verimliliği bakımında da Bulgaristan AB’de kuyrukta bulunuyor. Üstelik başka bir haber de düşündürücüdür. Eski kıta ülkeleri arasında (6 yıl farkla) en erken ölenler Bulgarlardır. Coğrafyası iyi olanlar bilir. Güney Afrika Cumhuriyeti’ne bağlı bir eyalet var Lesotho. Dünya’da 2018’de en yüksek ölüm oranı oradaymış, ardından gelen Bulgarlar. Hırsızlık, dolandırıcılık, iş asma, rüşvetçilik ve yalancılık bakımından ise Bulgarlar Avrupa’da nam salmış ve birinciliği elden bırakmıyor. Bu da bir ölüm belirtisidir. Bu konudaki son beş yılın en parlak örnekleri arasında Bulgar vatandaşlığı ve Bulgar kimliği satanlar rekor kırdı. 28 milyon Avro rüşvet alındığı açıklandı, basına düştü, işin ardında Başbakan yardımcısı Kr. Kaçanov ve yönettiği VMRO partisi olduğu açıklansa da, kimsenin kılına dokunulmadı. Bu gibi konular devleti içinden kemirip kokutuyor. Olayların iç yüzünün açıklanıp temizlenmesi için bir şeyler yapıldığı düşünülse bile, ne yazık ki, her şey gizli tutuluyor. Pasaport satın alanlar yüz binlerce kişi, Bulgaristan üzerinden başka devletlere gittikleri ve kayıplara karıştıkları için “Şeytan aldı götürdü…” masalı geçerli olsa da, devlet arşivinde dalavere izleri ortadadır. Devlet izleri hiçbir yerde ve hiçbir zaman silinemez. Bu da devletin çöküş örneklerinden birisidir. Dolandırıcılık devlet memurları eliyle, imzası ve kullandıkları kaşelerle yapılıyor. Bizde devlet memur-


Makale ve Analizler - 2019

179

larının sayısı her yıl artıyor. Artık (2019) 400 000 kişi olmuşlar. Borisov maaşlarını yükselteceğini açıkladı. 27 Ekim’de yerel seçim var. Maaş şeklinde dağıtılan rüşvetlerin bir kısmı da Bulgaristan’daki sayıları 200 olan devler ajansı, komitesi, enstitü ve amirliklerde geliyor. Ülke bu kurumlarla yönetiliyor. Bir yerde işler yürümese hemen yenileri açılıyor. Örneklersek. Geçen sene Bulgaristan’da 7 binden fazla trafik kazası oldu. Svoge şehrine giden yoldan kayan bir dolmuşta 20 kişi birden öldü. Ardından hemen Trafik Güvenliği Komitesi kuruldu ve 380 tayın yapıldı. Yeni kurumun toplantıları İç İşleri Bakanı tarafından yönetiliyor. Başka bir örnekte ise “Tarım” (Zemedelie) fonunun 23 Genel Müdürle yönetildiğini, 7.8 milyar Avro paranın kayıplara karıştığı veya kendi adamlarına dağıtıldığı Temmuz ayında ortaya çıkınca, 20 Temmuzda Vasil Grudev adından birinin Genel Müdürlere Baş Müdür atandığını, Tarım Bakanı istifa edip kayıplara karıştığını öğreniyoruz. Bu müdür, genel müdür ve başmüdürlerin görevi AB’den gelen paraları usulüne uygun yollardan kendi adamlarına dağıtmaktır. Bu paralarla GERB partisinin oy kazanı kaynatılıyor. Bu paralardan 10 milyon leva DPS Başkanı M. Karadayı’nın köylü akrabalarına akınca ve Borino tepelerine yeni “konaklar” kondu, akrabalık ilişkileri gelişip pekişti, M. Karadayı köye varınca bir kuzu kesilmeye başlandı. Bu işlerde imza sahibi olan müdüre Atice Alieva ise Avrupa Parlamentosuna tatile gönderildi. Bir köyün “perspektifli” kadroları 10 milyon çalabiliyorsa, bu devlet, bu halk, bu emekliler ve azınlık üyeleri nasıl fakir ve yoksul olmaz? Bu kurumlarda çalışanların görevi her yıl 3 milyar Euro parayı kendi seçtiklerine, yukarıdan işaret edilenlere ve GERB partisi ortaklarının adamlarına dağıtarak ve seçim zaferini garantilemektir. Tabii şu Bulgaristan’da devletin izni dışında hiç bir şey olamayacağını bilmeyen kalmadı. Doğan’a “Deniz Köşkü” yaptırmak ve her gece sabaha kadar 100 köyde yanan lambalardan fazla lambayı yanık tutmak da birilerin işi ve yok oluşun işaretidir. Bir kişiye bu kadar masraf… Bu planlarda da kurt yeniği var. Çöken adamın kendini övdüğü ve övdürdüğü bilinir. Bize inanan yok… “10 Yıl” Avrupa’ya Çingeneleri asimile etme modeli anlattık ve para koparttık, artık kimse inanmıyor ve Avrupa Birliği devletleri kulağından tutukları Çingene’yi geri gönderiyorlar. Bu gidip gelmeler, insanların evlerini yakıp “göçe zorlayışlar” Avrupa devletlerini uyandırdı. Bu gelişmeler Bulgaristan’ın otoritesine gölge düşürdü. Bulgaristan’ın etnik sorunların çözümünde “model” olmadığı da gün gibi ortadadır. Bu cümleyi “Bulgar Etnik Modeli” için de söyleyebiliriz. Avrupa’daki Bulgaristanlı Türk öğren-


180

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

cilerin Türkçe kurslarına ve din derslerine gitmesi, Türk kültüründe, Ortak Tarih ve birlik beraberlik gibi konulara artan ilgi AB yönetimini kaygılandırdı. Şu da var, birçok ülkede etnik sorunlar var ama Bulgar “modelini” öğrenmek isteyen, bundan yararlanan henüz yok. Tüm bunların derin anlamında bir de Bulgar makamlarının şuradan buradan para kopartmak için değişik programlar uygulayışı var. Aslında bunlardan hiç birinden şimdiye kadar hiçbir fayda elde edilememiştir. Bulgaristan “demokratik” bir ülke olduğunu iddia etse ve azınlıklar yerel ve genel seçimlere devamlı katılsa ve yüzlerce vakıf ve birlik vatandaşların etnik farklılıklarından yararlanmaya çalışsa da, her şeyin amaçlı ve sahte olduğu Gün gibi ortadadır. Beliren değişiklikleri şöyle ifade edebiliriz. 2003 yılı yerel seçimlerinde bir oy için bir kilo şeker ve 20 leva yeterli oluyordu. Son yerel seçimlerde ödenen para 50 levayı buldu. 27 Ekim’de bu rakamın 70 leva olacağı üzerinde görüş birliği var. Tartışmalarda “milli doktrin” kavramının ne anlama geldiği de yorumlanıyor. İkinci soru ise, Bulgaristan bir “etnik model” midir? Çünkü Bulgaristan bir “milli model” olduğu önemini yitirmiş durumdadır. Ülkede ağırlıklı olan tüm sorunlar “etnik” köken ve niteliklidir. Yerel seçimlerden yaklaşık bir ay önce, 15 Eylül’de okullar açılacak. Seçim konuşmalarında örneğin Romanların oylarını toplamak için, bir mahallede ya da şehirde lise bitirmiş ve okumak isteyen etnik gençlerden birkaçına burs önerme taktiği yine uygulanıyor. Fakat Bulgaristan’da çok etnikli devlet kurulması yolu açılmıyor. Yeni etnik doktrin geliştirilmiyor. Bulgaristan gibi, nüfusunun yarısı farklı dil konuşan, ortak kültürü olmayan, dinleri, gelenekleri, yaşam tarzı, alfabesi, yazı dili, halk belleğindeki birikim farklı olan bir ülkede etnik sorunların çözümünde Fransız ve ABD gibi zengin ülkeler örneğinin kullanılmasında (etnik unsur yok ve ya olmasın) tezinin kullanılması iyi sonuç vermedi. Bu ülkelerin yasaları her çeşit etnik gruplaşmayı yasalarında yasakladığı, oluşmasına olanak tanımadığı ve hatta kovuşturmayı öngördüğü biliniyor. Bu 2 devletin toplumları aralarında etnik fark gözetilmeyen, eşit haklı Bay ve Bayanlardan oluşuyor. Öte yandan, “Klasik” Yunanlardan başka, konuşulan dili Atina’dakilerin anlamadığı, Batı Trakya’da 2 milyon Türk, adalarda 3 milyon yerli, 1 milyon Pomak, 500 bin Makedon ve 500 bin de Arnavut, toplam 8 milyon farklı diller konuşan azınlıklar yaşadığı vurgulanması gereken bir gerçektir. Atina hükümetinde Trakya Bakanlığı, Makedonya Bakanlığı olsa da Yunan hükümeti ülkedeki etnik azınlıkları tanımıyor. Yunanistan ABD ve Fransayı taklit etmeye çalışsa da elde ettiği sıfırdır.


Makale ve Analizler - 2019

181

Bu konu üzerinde derinleştikçe, konu her defasında Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) kapısını açıyor. Bu hareketin çilelerimizden, damarımızdaki kandan, Ruhumuzdan, irademizden güç alarak kurulduğuna inanıyoruz. Bulgarlar ise, “biz isim değiştirme yıllarında zulüm uyguladık ve DPS kurulmasına izin vermekle, bedel ödedik” düşüncesine katılmışlar. 1991’de Sofya Halk Meclisi Başkanı olan Stefan Savov’un demeçlerinde “bu fikri” işittiğim oldu. Kan kabartanlar Strazburg’ta “etnik parti yok” diyorlar. Bizde fikirler değişik ve çelişkili olabilir, gerçek de budur, Amerika ve Fransa yasalarına bel bağlayarak hareket eden, ederken şiddet hayalleri kuranlar da çoğalabilir. Fakat Strazburg mahkemesi “Maritsa” Belediyesine bağlı “Voyvodino”da evleri yakılan ve mahkeme kararına rağmen, mahallerine dönmelerine izin vermeyen Romanların (50 Roman ailesi) Bulgaristan’a karşı açtığı davayı kabul etti. Burada ilginç bir durum oluştu. Cezair, Fas, Tunus ve başka ülkelerden göç edip Fransa vatandaşı olanları vatandaşlıktan kovan devlet, belediye ve polis yok. Amerika yerlileri için de aynı sözleri söyleyebiliriz. Romanların Bulgaristan’a ne zaman geldiklerini kanıtlayan bir belge yok gibi. 2000 yıl önce de olabilir. Ruslar, bozkırlara 3 bin yıl önce konduklarını, Mısırlılar ise Ramzes devrinde yerleştiklerini tanıyor. Bulgaristan’da vatandaşın yerleşme hakkını tanıyan yasa 100 yaşında, içinde Roman sözü geçmese de durum değişmiyor, dünyaya geldiğinde doğum kağıdı Bulgaristan makamlarınca verilmiş, ülke sınırları içinde yaşayan her kişi Bulgar vatandaşıdır. Herkesi ilgilendiren, 106 yıl ömrü olan “isim değiştirme ve din ile kimlik değiştirme” zulmü Bulgar tarihinden sökülüp yarası pansuman edilse savar mı? Bulgarlar Ortak Tarihimizi kabul eder mi? Ortak Kültür oluşturma konusunu müzakereye açabilir mi? Birlik ve beraberlik değimine yeni anlam kazandıra bilir mi? Bu sorunlar beni de ilgilendiriyor. Son 20-30 yılda memleketimizde çok kötü bir olay oldu. Todor Jivkov ve etrafındaki 5-6 kişinin etnik azınlıklara karşı işlediği etnik zulüm suçlarından sorumlu olanlar yargılanıp konu kapanacağına, zalimlik Bulgar halkının sırtına yüklendi ve bu yük Bulgarların hepsini eziyor. Halk başkasından önce kendinden bildiklerine inanır. Propaganda suçluları Türklerde, Pomaklarda, Romanlarda, Makedonlarda ve diğer etniklerde aramaya devam ediyor. Bulgar Geçiç döneminde oluşan “kanser” budur. Ahmet Doğan ve etrafındakiler ise Bulgar ruhunun yaralı oluşunu sömürerek, kendilerine şatolar, saraylar, deniz köşkleri kurup halkı fakirliğe, yoksulluğa, ölümü beklemeye, kör cahil kaldığını fark etmemeye alıştırdılar. Bu çok acı bir durum.


182

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şu da var. Komünistlerin ve kurdukları rejimin sorumsuz ve cani hareketleri sadece 45 yıl devam etmedi. Birkaç nesil işe yaramaz Bulgarlar oluşturuldu. Toplama kampı, çakır kırma kampı, sürgün döneminin kapanmasından sonra, okul çağında çocukların kafasına beyin körleten zehir akıtılma devri başladı. Çalışmamaktan zevk alan bir kuşak eğitildi. Emekli çağına girmiş iş başı yapmamış kişiler arasında yaşamak zorundayız. Soymak, kapmak, çalmak, devleti dize getirmek moda olmuş ve bu küstahlığında başındakilerin “saray” ve “köşk” sakinleri olması çok üzücüdür. Soruyorum: Ahmet Doğan 28 milyon leva değerinde olan “deniz köşkünü” nereden kazandığı parayla elde etti. Doğan’ın etrafında çalışanlara nasıl olur da “ipoteksiz, garantisiz milyonlarca leva” kredi verilebiliyor ve sonra kimseden hesap sorulmuyor. Bu örnekler bir değil on değil. Bulgaristan Müslüman Türkleri ve Romanlar mi ipotek ediliyor? Bu paralar Cumhurbaşkanı, yerel ve genel seçimlerde oyların ona ya da buna verilmesi karşılığı mı veriliyor. Soralım: Amerikan “F-16” uçaklarına 22 milyon ödeyince ne kadar komisyon aldınız? Arkada kalan ağır yıllarda, hapishanelerde, kamplarda, çakıl toplama ve taş kırma karıyerlerinde taylar birdi, hepimiz sabunsuz yıkanıyorduk, haftalarca tıraş olmadan dolaşıyorduk, saçlarımız pire ve sirke doluyordu ve o yıllarda oluşan dostluklar, çeki ve sürünme dostlukları yok diyemeyiz. Fakat bunlar evdeki saksıda yetişmemiş olsa da, sivil hayatta devam eden baskı ve terör ortamında sanki tutmadı. Dallanmadı, yeşermedi, meyve yüklenmedi. Çok üzgünüm. İsim değiştirme, köylerin tanklarla basıldığı, erkeklerin kollarının arkadan kelepçelendiği yılların filimleri çekildi. Hiç birinde, hiçbir Bulgar yazar ve yapımcı, hiçbir aktrisin ağzına “onlar da insan” yapılan yanlıştır sözlerini sokmadı. Oysa Türklere silah çeken askerler uyuyamıyor ve her yıl ortalama 60 asker intihar ediyordu. Olayları doğru dürüst anlatan, yazan bir tek Bulgar yazar da, 5 rakı çekip gerçekleri yazamadı. Kendinde ulusal bilinç oluşturacak ışık bulamadı. Yeni kuşakta bu bataklıktan halkımızı çıkaracak aydınların yetişmemiş olması çok acıtıyor. TV, her gün açlıktan ölenlerin haberlerini verirken, vatandaşların para için birbirini kestiğini duyururken, yaşlıların öldükleri köylerde cesedini kaldıracak kimse kalmamışken, siz sayın kardeşlerim 20-50-100 levaya iradenizi satıp sürünmeye devam etmekten vazgeçmezseniz!!!!!!… Doğru bilgi için bizi izleyiniz. Dostlarınızla paylaşmayı da unutmayınız


Makale ve Analizler - 2019

183

,Ö y l e Z o r, Ö y l e Z o r K i Editörün Köşesi: 31 Ağustos 2019 Düzgün karakter taşıyan kadrolara ihtiyacımız var.

Hem de her zamankinden daha fazla, çok fazla… Ne yazık ki, aradığımız kadroları yetiştiren ne bir fabrika ne de bir üniversite var. Onlar artık hayatın kaynayan kazanından, ancak Türk ocağından, Müslüman aileden ve yeni ruhun kaynaklarından çıkabilir. İşte o zaman insanı insan yapan ahlakla (moral) onları eğitmek ve doğru yönlendirmek mümkün olabilir. Biz bugün, ülkemizde manevi değişimin çok önemli bir aşamasındayız. Totaliter komünizmin taşlaşmış zihinsel izleri, bundan 5 yıl önce yavaşça çözülmeye başladı. Kendilerine hemen hemen herkesin ters baktığı ilk kahramanlar ortaya çıkmaya başladı. Bugün artık gruplaştıkları ortadadır. Sıradan insanlar arasında duygusal, fikirsel, eylemsel birliğin doğduğunu izleyebiliyoruz. Nesil değişimi de çok önemlidir. Geleceğin yükünü üstlenen kuşak artık 30 yaşında. Bu kuşağın temsilcileri Bulgar bağımsızlığının 1878’de ya da 1944’te değil, 1991’de doğduğunu savunuyorlar. Bu yeni bir zihinsel sentez ve dünya görüşü! III. Bulgar devleti tarihinden 113 yılı yok sayıp, gerçek tarih olarak değersiz bularak çöpe atıp, yüz akı olan tarihimiz 28-30 yaşındadır demek, çok anlamlı bir iddiadır. Bulgaristan’da yaşayan her vatandaşı aynı çatı altında buluşmaya bir davettir. 113 yıl Bulgar tarihinden vazgeçme önerisinin temelinde, 1878’de ve 1944’te Rus ve ardından Sovyet esareti altına düşmüş olmamız gerçeği var. Rus esaretine düşen bir devletin “ben o yıllarda” bağımsızdım demesi anlamsızdır. Tohumu çatlayan bilinç budur. Kabul edelim ki, esaret altında bulunan bir halkın milli bilinç, ruh ve kültür geliştiremeyeceği gün gibi ortada olduğundan, sözde kurulan milli Bulgar devletinin (olmamış bir şeymiş gibi) değerlendirilip yok sayılması sonucu doğal olarak doğar. Ne ki, buradan komünist diktatörlüğün yıkılmasında temel (ana, başat) rol oynayan 1989 Türk Ayaklanmasına dev anıt dikmeli ve 1990 “demokrasisini”, dolayısıyla bağımsızlık ve egemenliğini getiren bu ayaklanma kahramanlarının da eli öpülmelidir. Yanlış kahraman A.Doğan (ajan Sava) çömezinin eli değil tabii…


184

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

O “köşk hapsinde” kalabilir. Tahta oturma sevdasıyla 25 yıl ev hapsi (daha doğrusu saray hapsi) hayatı yaşayan Osmanlı şehzadelerinin çilelerini, hastalıklarını, streslerini vb anlatan Türk romanlarının Bulgarcalaştırılması faydalı olabilir, çünkü aynı sahneler yaşanıyor… Bakış açısının yönü. Hiç bir şey istediğimiz gibi olmasa da açılan pencereler var. Bu görünüm neresidir. Nereye bakıyoruz ve kimi görmek istiyoruz? Biz Türkler örneğinde cesur hareket eden, doğruluk aramanın bir hak olduğuna inanan genç Yahudilerin, Roman (Çingene) kardeşler görmek ne hoş. Gözü pek hareket ederek ilk adımları atanları tanımak ne hoş bir bilseniz… Bir gazete haberi “Üçüncü Nesil” (TRETA VIZRAST – 2019,Sayı 35) gazetesinde ışık saçan bir haber çıktı. Yahudi “Şalom” örgütü artık ikinci adımını da atmış bulunuyor. Şöyle, “Biz İkinci Dünya Savaşı’ndaBiz Yahudileri Kurtardık” yalanı artık sökmeyecek. Bulgaristan’da iki yerleşim yerine, – Breznik ve Nedelino – 1942-1943 yıllarında Yahudi İş Kamplarına “Yahudiler – Holokost Mağdurları” – yazısını içeren anıt taşları dikildi. Törene hükümet adamları ve belediyeciler de da katıldı. Sayıları 65 olan bu kamplarda Bulgarlar, Çingeneler, Türkler, Pomaklar ve diğer azınlıklardan binlerce kişi (toplam 169 bin kişi) kalmıştır. Yahudi mağdurları anma törenleri bu defa yukarda adı geçen 2 kampta yapıldı. 1942 ve 1943 yıllarında Bulgaristan’daki Yahudiler evlerinden toplanıp, erkekler ailelerinden ayrılmış ve iş kamplarına kapanmıştı. Aralarında iletişim kesilmişti. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar Nazi kamplarına gönderilmek üzere “Bekletme Merkezlerinde” toplu kalmışlardı. O yıllarda Bulgaristan’da Holokost yaşandığının tanınması, ülkeye karşı uluslararası davalar açılması yolunu açıyor. Bulgaristan Holokost suçu işlemiş ülkeler listesine girecektir. 1942- 43 yıllarında Makedonya ve Yunanistan’ın Ege bölgesini Bulgar Çarı III. Boris yönetmiştir. İşgal topraklarında yaşayan yerli Yahudi ve Romanlar (Çingeneler) tutuklanmış ve Bulgar vagonlarıyla Nazi Ölüm Kamplarına gönderilmiştir. 20 bin kişiye yakın olan bu gruplardan sağ kalan ve geri dönen olmamış, hepsi yakılmıştır. Bulgaristan’daki kamplardan kurtulan Yahudiler ise, 1948’de (48 bin kişi) deniz yoluyla İsrail’e göç etmiştir. “Şalom” örgütü Yahudilerin Bulgaristan’da kaldığı kamplara “Yahudiler – Holokost Mağdurları” Anıt levhası dikmeye kararlıdır.


Makale ve Analizler - 2019

185

Bu mert adımlar ancak düzgün karakter taşıyan ve hedefe doğru ödün vermeden bilinçli ilerleyerek olasıdır. Bu olaylar, tarihi unutturmak isteyenler üzerinde zaferdir. Giderek tamamen pes edecekler. Bulgaristan’dan 1989’da kovulan Türklerin ardından boş kalan ve yıkılmaya yüz tutan köylere “BU KÖYDE ŞU ŞU…..TÜK HANELERİ YAŞAMIŞTIR” kampanyası başlatma zamanı gelmiştir… Zihinsel durulma belirtileri sevindirici… 2019’un Ağustos ayında Bulgaristan’da insan haklarına hayat hakkı kazandırma mücadelesinde önemli kazanım elde edildi. Plovdiv (Filibe) iline bağlı Maritsa (Meriç) belediyesinin “Voyvodino” köyünde evleri karda kışta yıkılan getto-mahallelerinden kovulan 50 hane yerel mahkemede hak arama davası açmıştı. Tebrik ederiz. Davayı kazandılar. Gettonuza dönebilirsiniz kararı çıktı. Ne ki Belediye ve polis amirliği mahkeme kararını tanımadı. Helsinki İnsan Hakları Komitesi Başkanı K. Kınev’in yardımlarıyla dava bu defa Strazburg Uluslar arası İnsan Hakları Mahkemesine (UİHM ) taşındı. UİHM’si davayı kabul etti. Bu, “kendilerini her konuda haklı gören ve azınlıkların ikamet hakkını bile tanımayan,” ev yakmayı ve kepçeyle ev yıkmayı Bulgar demokrasisinin olmazsa olmazı haline getiren Bulgar milliyetçi ırkçı zihniyetine bir tokat oldu. İnsan şerefini hiçe sayan Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı Kr. Karakaçanov ve VMRO partisi Başkan yardımcısı ve AP milletvekili An. Cambazki yere bakıp susuyorlar. Bu iki ırkçı zihniyetli siyasetçi Çingene azınlığa saldırılarını yasallaştırmak amacıyla Romanlarla ilgili bir “Yeni Entegrasyon Konsepti” hazırlamışlardı, Bakanlar Kuruluna takıldı, kabul edilmedi. Bu tarihi bir olaydır. 1956 yılından beri Bulgaristan’da azınlıklarla ilgili, onları ezip asimile etmek için hazırlanan ve Bakanlar Kurulundan imzalı mühürlü çıkmayan ilk resmi belgedir. Bu 2 olay yeni kuşak Bulgarlar zihniyetinde keyfi işlerle ilgili birazdan biraza bir durulma başladığına işaret değil de nedir? Adalet Bayramı yakındır. Şimdiye kadar Bulgaristan’da azınlıkların hak arama davasında böyle bir hukuksal başarı elde edilememişti. 50 ailenin birlik olması ve beraberce duruşma salonuna girmesi ve salondan lehlerinde çıkan kararla ayrılmaları paha biçilmez boyutta büyük bir zaferdir. Kolektif hak arayanların galip gelmesinin imkânsız olanaklarda da mümkün olduğuna bir emsal kanıt (başka davalarda da kullanılabilecek bir örnek) getirmiştir. Bizim kolektif haklarımız uğruna verdiğimiz hukuk mücadelesinde benzet bir başarımız (elimizde bir mahkeme kararı) yoktu.


186

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Büyük bir grup vatandaşın aynı çileyi çekerken, aynı duygularla yaşarken, ortak (kolektif) bilinç oluşturması, beraberce hareketlenme, dayanıp sabretme ve sonunda galip gelip muzaffer olmasında doğan örnek hak ve özgürlük davamızın 1990’da başlayan yeni dönemde elde ettiği dev zaferdir. Birkaç avukatımız olsa ve hatta bir süre Adalet Bakan Yardımcısı bizden biri olsa bile, biz bu taşı kaldıramadık kardeşlerim. Bizim Çingenelerin barosu olsa bu mahkeme kararının çıktığı günü ADALET BAYRAMI GÜNÜ ilan edebilirdi. Çilekeş kardeşlerimizi BULTÜRK ve BGSAM adına tebrik ediyoruz! Olayı biraz daha deşelim. Bulgaristan’da kolektif dava dilekçesini mahkeme kabul etmezdi. Şimdiye kadar hiç kabul etmedi. Biz okullarımızı aynı günde hepimiz birden kaybettik ama dava açamadık. Bütün camilerin kapısına aynı günde anahtar taktılar fakat müftüler dava açmadılar. İsimlerimiz değiştirildi, öldürüldük, yaralandık, zindana düştük tekmelendik ne yazık ki, hiç birimiz hak arama davası başlatamadık. Bu yola girmeye çalışanlardan hiç biri lehinde çıkan mahkeme kararını alıp, arkadaşlarına bir kahve ikram edemedi. Neden mi? Katiller, soykırım, kültür kırımı yapmaya hazırlananlar, kendilerine gerekli olacak kılıfı önceden hazırlamışlardı. Anayasaya ve yasalara “Kolektif suç yoktur” yazdılar ve soy kırım kararlarını kolektif aldılar, operasyonları onlar örgütlediler, suçsuz insanlar onların emirleriyle öldürüldü fakat suçlular tutuklanmadı, sorgulanmadı, içeri atılmadı, çünkü olanlar hep “kolektif” işlerdi. Bulgar devletinin kendi yasalarına uymadığını dünya bilir, gördü. Zalimler, görenler susarken… Nihayet testilerden biri kırıldı. “Voyvodino” mahalle gettocuları birinci dereceli Bulgar mahkemesinden aldığı kararı belediye uygulamayınca, hak arama davası Strazburg’a taşındı. Bu önemli adımı, Bulgaristan Müslümanları Diyaneti, Başmüftülük, İl Müftülükleri mal mülk davalarında atamadı. Bu gerçek bize, ayaklanmaların, dava kazanmanın boş kafalı diplomalıların, maaşlıların, beş vakit namazdakilerin işi olamadığına inandırdı. Bu ancak ve yalnız düzgün karakter taşıyan yoksulların davası olabilirdi. Öyle de oldu. Yoksulluk üzerinde adalet bilinci dövülen örstür. Son günlerde Bulgaristan’da 80 yangın birden çıktı. İtfaiyeciler deli divane oldular. Bütün yangınlar tek kıvılcımdan başlar. 2018’de ve 2019’un ilk 8 ayında ülkede 900 yangın ve Çingene getto-mahallerine 231 saldırı oldu. Hapishaneler ve tutuk evlerinde yatanların, tutukluların bedava çalıştırma merkezlerindekilerin % 72’si Çingene. Her baskının sonu patlama doğurur. Haklı çıkmalarına duacıyız.


Makale ve Analizler - 2019

187

Propaganda konusu değişirken derinlere inildi. Daha önceki yıllarda Türklere karşı konuşanlar, Osmanlıya saldıranlar ve Müslüman azınlıkların “kötü” olduklarından dem vuranlar, ansızın sahneden uzaklaştırıldı. Hele T.C. Rusya’dan C-400 füze savar kompleksini domates biber, patates, yeşil fasulye ve bal kabağı karşılığı aldığını açıklayınca, 8 adet F-16’ya 1.? milyar Avro (2.2 – 3 milyar leva) ödeyen Bulgar siyasetinde savunacak taraf kalmadı. Kafaları küflü kalıp ve ön yargılı olanlar TV ekranına davet edilmiyor. Eski “Zamancı” M. Ömer, O. Oktay ve askeri istihbarattan olup Edirne Konsolosluğunda da bulunan Dimov gibiler propagandada kekelediler. Rusofiller konuyu şöyle değiştirdiler. 2007’den beri Avrupa Birliği üyesi olan Bulgaristan’da bir arpa boyu ilerleme kaydedilmediği ortaya çıkınca, aynı dönemde Polonya halkının refah düzeyinin 4 misli yükseldiği, Çek Cumhuriyeti % 90 ilerleme kaydettiği, Hırvatistan’da bile iş ücreti ve emekli maaşlarının % 80 arttığı gizlendi. Bulgar idaresinin başarısızlığı niteliksiz ve kabiliyetsiz, dolandırıcı, hırsız kadrolarla anlatıldı. Sosyalizm yılları nimetleri, zenginliği, refahı anlatıldı. En sıkıntılı 1988 yılında bile Bulgaristan’da kişi başına 195 litre süt, 236 adet yumurta – 75 kilogram et, 109 kilogram meyve tüketildi hep tekrarlandı. Bu yumurtalardan kaçını Rus turistlerin yediği açıklanmadı! Karşılaştırma olarak ise 1990’da başlayan “Demokrasiye Geçiş” döneminde yılda ortalama kişi başı 20 litre süt, 143 adet yumurta, 32 kilogram et ve 50 kilo meyve tüketildiği belirtildi. Kimse kalkıp, üretim olmayınca ne tüketelim, Türkler gitti her şey bitti, işler durdu, demiyor. Bu yılın ilk 6 ayında Bulgar iç pazarında satılan sebze ve meyvenin % 80’ni ihraç edilmiştir. Rakamlarla oynanıyor, olaylar ters yüz gösteriliyor. Biz nasıl oldu da bu duruma düştük? sorusuna yanıt ararken, önce acil ele alınması gereken birkaç soru var. Bunlardan en önemlisi Rus ve Sovyet “çifte kurtarıcılığının” bedeli meselesidir. Bir defa Bulgarları “kurtaranlar” kimdi? Bu işin faturası kaça çıktı sorusunu masaya yatıralım. Çünkü çifte fatura domuz düğümü demektir ve insan kendisi bunu çözemez. Baştan şunu hatırlayalım. Bulgarların Osmanlı’dan ayrılması işlerinde sözü geçen ilhamlı havarilerden Rakovski, Botev ve Levski, “bu işte Ruslardan uzak duralım” sözünde ısrarlı olan tarihsel şahsiyetler – aydınlıkçılardır. Hatta “halk yazıdan anlamaz” diye düşünen şair ve yazar Hr. Botev Romanya’da çıkardığı “Tıpan” (Davul) dergisinde yayınladığı bir karika-


188

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

türde, seri halinde Moskof uşağı doğuran bir eşek çizmiştir. “Hadi Ruslar, diyelim ki, bizi Osmanlıdan kurtaracak, ama bizi onlardan kim kurtaracak?” Sorusunu kitaplaştıran bu davanın ideologu Rakovski’dir. Baş komita Levski’nin “bir Rus ajanı olan Papaz Krıstü tarafından ele verildiği” ders kitaplarına işlenmiştir. 1878 yılında Bulgar halkının kafasına dank eden şu olmuştur: “Ruslar bedavacı. Ödemeden yiyip içiyorlar! Bu işten kurtulma yolu bulalım.” Biz Bulgaristan Türkleri “Osman Paşa meydan muharebesi” ve ya “Plevne Savaşı” adlarıyla “Osman Paşa Marşıyla” yaşattığımız, tarih kitaplarında ise “93 Harbi” olarak anlatılan 1877-78 imparatorluklar arası Büyük Savaş’ta Rusya İmparatoru II. Aleksandır güçlerinin 39 bin ölü verdiğini bilirdik. Yayınlanan ilk kitaplarda “bu işi ucuza getirdik” havası yaratan Ruslar ölü adetini 17 bin göstermişti. Moskofçuların rakamı 200 000 ölüye çıktı. Bile bile abartıldığı biliniyordu. Hile abartının içinde gizliydi. Rus Çarı savaş tazminatı isteyecekti. Savaştan sonra Bulgar Prensliğinde 50 bin asker kalmıştı. Ne ki, herkesten gizlense de Rus askerleri sürekli azalıyordu. Yarısı geri dönemedi. Gece karanlığında tavuk, hindi, kaz, kuzu, koyun ve domuz hırsızlığı yapıyorlardı. Bulgar köylüler onlara karşı acımasızdı. Öldürdüklerini derin gömdüler. İz bırakmadılar. İzler hep silindi. Aleksandır ordularında subaylar dışında Rus asıllı yoktu. Hepsi Ukrayna köylerinden en fazla da Orlovsk ve Herson köylerinden, Besarabya ve Kazan Bulgarları arasından toplanmışlardı. Rus olmayan askerlere “gönüllü” denmesinin sebebi vardı. 1855 ten sonra Rusya TOPRAK KÖLELİĞİ KALDIRILMIŞTI. Fakat savaiın başladığı 1877’de toprak köleliğini kaldıran reform henüz Ukrayna’yı kapsamamıştı. Savaşa gidip sağ sağlım dönen askerlere “toprak kölesi değil” yani “serbest insandır” vesikası verilecekti. Bu gençlerin “hürriyet” özlemi şu anlama geliyordu. İstediği kızla evlenebilecekti. Şehre gidip işçi olabilecekti. Para bulsa kendi toprağı üzerinde çiftçi olabilirdi. Tüccar olabilirdi. Okuyabilirdi… Gönlündeki insan haklarının büyük bir bölümüne sahip olabilmekti. Bulgaristan’a gelmeleri hepsini çok etkilemişti. Mal mülk sahibi köylüler görmüşlerdi. Onlara göre Bulgarların kurtuluşa ihtiyaçları yoktu. Onlar özgürdü. Hem de bir kölelinin bir özgürü kurtardığı nerede görülmüştü?… Ve özetle bu “toprak kölesi zincirlerini kıramamış” askerler 1877’de “Bulgaristan’ı kurtarmaya” değil, “kendilerini toprak köleliğinden kurtarmaya” gelmişlerdi. Hepsi aynı durumdaydılar ve geri dönüş yolları tıkalıydı. Onları savaş ateşine iten de buydu aslında…


Makale ve Analizler - 2019

189

Bu konuyu biraz daha derinleştirdiğimizde, “Bulgaristan kurtarıcılarının daha sonra Ukrayna’da kara kader yaşadığını” görürüz. Çünkü döndüklerinde hürriyetlerini istediklerinde alamayınca ayaklanmışlardı. Çar öldüğünde yerine III Aleksandır geçtiğinde polis tarafından kovalanmışlar, kurşunlanmışlar, aileleri facia yaşamış dağılmıştı. 1915’e kadar devam eden bu şiddet olaylarından Türkiye’ye sığınanlar Gelibolu Yarımadasında toplandı. Osmanlı makamları, toplam sayılarının 40 000 olduğunu kaydetmiştir. Bilindiği üzere, XX. Asrın başında Çanakkale Geçidinde düğümlenen Anzaklarla (İngilizlerle) ölüm kalım savaşı Türklüğümüze ölüm kalım günleri yaşattı. . O zaman Rusya’dan kaçaklar Çanakkale Savaşı’na Osmanlı saflarında girmek isteseler. Padişah yol vermedi. Bulgar makamlarla anlaşarak Varna’ya gönderildiler. Alman asıllı Bulgar Çarı Ferdinad “kurtarıcıları” balla börekle, güler yüzle karşılamadı. Hele “dar sosyalist” komünistlerin karşı tavrı sertti. Birçokları öldürüldü. Kayıplara karıştı. Öyle ki “toprak köleliğinden” kurtuluşun tadını çıkaramadıkları gibi, Bulgaristan “kurtarıcısı” olmaları da bir işe yaramadı. Şimdi kalkıp Besarabya’ya gitseniz anlatılan çok acı “kurtarıcı” hikâyelerini dinlersiniz. Bu olaylara ilgili olumlu hava yaşatan eser yoktur. Sayısız çok karamsar geçmişin üstünü cilalayıp pudralamak için son yıllarda dış ülkelerde açılan Bulgar okullarına milliyetçilik yanı ağır basan tarih ve edebiyat öğretmenleri delege ediliyor. Bulgar tarihi ancak uzaktan bakarsan okunur, yaklaştıkça kokusu boğucudur. “Kurtuluşun” bedeli. 10 Ocak 1884 tarihinde Bulgar Prensi I. Batenberg 1144 n.o’lu bir emir imzaladı. “Rus İmparatorluğu Askerlerinin Bulgar Prensliğini İşgal Ettiği Süreye İlişkin Rusya İmparatorluğuna Ödenecek Borç” başlığı altında çıkan bu resmi belgede talep edilen para 10 milyon 618 250 Ruble ve 40 Kopektir. Altın değeri 32,5 ton altın, Fransız Frankı tutarı ise 53 milyon altın Franktı. 1886’da Bulgar Prensliği’nin Doğu Rumeli’yi ilhak etmesinden sonra Rusya’ya olan borca 50 ton altın yani 82 milyon Fransız Frankı daha eklendi. Bulgarların bu “borcu” ödeyemeyeceğini gören Çar III. Aleksandır Sofya idaresinden toplam 11 milyon iri baş hayvan (sığır) talep etti. İyi ki 1918’de Güney Dobruca Savaşında Türk Ordusu işgalci Romen ve Ruslara karşı süngü taktı ve Bulgar Çarlığı Bresk-Litovsk Barış Görüşmelerinde ve Sovyet Savunma Bakanı Troçki ile imzalanan Barış Antlaşmasında galipler listesinde yer aldı ve bu borç silindi. Ötesini düşünmek ve yazmak istemiyorum.


190

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi)

Şu bir gerçektir, şu konu ettiğimiz sıkıntılar, ekonomik baskı ve talan, öz tarihimizdeki esaret, hem de bir yandan Rus esareti püskülü de Bulgar esareti altına düşmemiz ve durumdan kaynaklanan hiç aralıksız şiddetlenen zulüm ata topraklarımızdan 100 yıl devam eden büyük sökülmemize neden olmuştur. Bu bakımdan bugün Bulgaristan’da tutunmuş ve Türklüğünü yaşatan her Türk, her Müslüman, dini ve dünyevi hayat arasında sıkışmış kalmış kardeşlerimden her biri kahramandır. Bu emsalsiz kahramanlığın klasikleşecek eserleri henüz yazılmamıştır. İl Allah yazılır… Kahramanların tepesi “Şipka”. 16 Kasım 2016’daki Cumhurbaşkanı seçilmezden önce, boynuna “Başını Batı’ya çevirmeyi”, gözlerine de ”uzağı görmeyi” engelleyen – miyop- çipi takılmasına razı olan General Rumen Radev, bir askeri jet pilotu olarak dünyaya hep gökten bakma nostaljisini tırnaklayarak kaşımak özlemini tatmin etmek amacıyla, 2 yıldan beri havanın açık olduğu Ağustos ayında Koca Balkan’ın “Şipka Tepesi” ne tırmanıyor. Korumaları ve Cumhurbaşkanlığı görevlileri ve yakınları ile ücretli bayraktarlar olmasa, o tepede eşiyle birlikte ancak bir turist izlenimi bırakacak. Bu arada, Kazanlık Etnografı Müzesinden 1 gün için kiralanan 20 kılıcı kuşanmış, 20 fes, 20 aba potur, yelek ve çarıklı Osmanlı askeri ile bir külahlı Hoca’nın karşı koruda belirmesi görünümü değiştirdi. 30 Rus subay ve er kıyafetli ve belleri kuşaklı, ellerinde kırmalı Bulgar “gönüllüler” “Ura” haykırışı “Allah Allah” seslerine ve dualara karışınca dağ başında film çekiliyor izlenimi oluştu. Sevlievo (Selvi) At besleme çiftliğinden kiralanmış ve sırtlarında jokeylerle 1370 metre yüksek tepeye 3 saatte tırmanabilen suvariler de ter su içinde geldiler. Atların Arnavut Kaldırımı döşeli yol üzerinde soluk soluğa tepinmesinden nal seslerine hoparlörden yükselen Rus Zafer Marşı karışınca tablo sanki tamamdı. Daha önceki yıllarda bu tabloya bir de yol kenarına dizilmiş 10 Osmanlı subay, er ve bir din adamı maketi elenirdi. Rus atlılar bu maketlerin başlarını boynuna tek vuruşta uçuruyordu. Bu olaylarda suni bir coşku yaşanıyordu. Seyircilerin eline sanki önceden birkaç para sıkıştırılmış gibi, hararetli bağırıp çağırıyorlar hatta Türklere karşı şiir okuyanlar öne fırlıyordu. Cumhurbaşkanı Radev geleneksel açık hava “Zafer Çarpışması” sahnesine tepeden baktı. Davet edilen diplomatların hiç biri gelmemişti. Yeni kuşak Bulgar yazar, şair ve ressamlar da bu gibi yapay sahnelerden esinlenmeyle sanki vedalaşmıştı.


Makale ve Analizler - 2019

191

Cumhurbaşkanı şiir söyler gibi kutlama konuşması yaptı. “Rus zaferini” övdü. O, 26 Ağustos 1934’te Bulgar Çarı III. Boris tarafından resmi bir törenle açılan “Şipka Anıtı” heykelinin duvarındaki yazıya göz atmadı. Eşi de huzursuz gibiydi. Duvarda yalnız “Hürriyet Savaşçıları’na” yazıyordu. Ve o heykeltıraş “Şipka” çarpışmasına General Skobelev’ten başka katılan Rus olmadığını iyi biliyordu. Bunların artık pek önemi de kalmamıştı. Bulgaristan’ın ödevi “Rus ve Sovyet Anıtları” cetvelinde yer alan bu eserleri korumak ve gerektiğinde onarmaktı. 1951’e kadar bu geçidi kullanan Bulgarlar anıtın dikildiği doruğa “Sv. Nikola” derken, bu ismin Bizans’tan kaldığını bilmem biliyorlar mıydı? Türkler ise burada 2 tepe görmüş, birine “Büyük Yaban Gül”, diğerine de “Küçük Yaban Gül” demişlerdi. Kazanlık ve Selvi Türkleri bu yaylalı tepelerde kış aylarında çay kaynattıkları yaban gülü meyvelerinden topluyorlardı. “Köpek Gülü” adıyla da meşhur bu kırmızı meyvelerden çok leziz marmelad da kaynatılırdı. 1934’te yerleşen isim arama çalışmalarıyla Bulgar dili “Şipka” tepesi adıyla zenginleşti. 1951’de “kurtarıcı” Rus isimlerine yenilerini eklerken, “Büyük Yaban Gül” tepesine “General Skobelev” adı verdi. Fakat yerliler bu ismi kabullenemediler. Gerçekleri bilenlerin öyküler dinlendikçe Komünist iktidar geri adım atıp “Şipka” ismine döndü .“Küçük Yaban Gül” ismini de turistlere dağıtılan yol rehberlerinden sildiler. Cumhurbaşkanı Radev, konuşmasında isim değiştirme salgın hastalığına hiç değinmedi. Stara Zagora (Eski Zara) Belediye Başkanlığında çoğunluk olan “Ataka” (Saldırı) danışmanlarının 2005’ten beri yalnız bu uyuzu kaşıdığını biliyordu… Hele şu Moskova’da gözlerine kaktıkları miyop perdesiyle tarihi eşelemek Öyle zor, Öyle zor ki!…


192

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

193

B U LT Ăœ R K Y A Y I N L A R I


194

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

195


196

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

197


198

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

199


200

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

201


202

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

203


204

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

205


206

BG-SAM (Bulgaristan Stratejik AraĹ&#x;tÄąrma Merkezi)


Makale ve Analizler - 2019

207



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.