BİLAKİS Sadecebirdergideğil
1 ŞUBAT 201 4 2.SAYI AYLIK KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİ ÜCRETSİZDİR
“Paylaş bizimle çocuk; Cebindekini değil içindekini sıcaklığını yüreğinin, cömertliğini ellerinin, .....
SEN HALA KARDEŞİNİ SEÇMEDİN Mİ?
3
ENDER YILMAZ
İS AK BİL
EH BARIŞ ABİ AŞK OLSUN!
5
MUTLU SELLUKA
İNCİ OVALIOĞLU
DERYANIN KİTAPLIĞI DERYA TAN
KÜLT FİLM KUŞAĞI
BULUTLARIN GÖZYAŞLARI DÖRT SATIR MAH-İ TAB
SONSUZ GECE Berfin Özge Özdemir MELİKE
KABAHATİM VAR TANRIM Mustafa Enver
NEYSE
9
10
12
13
KREŞENKO
17
TÜKENİYORUM BETÜL DUMAN BİR KADIN MURAT KALELİ
15
ENDER YILMAZ
Ezgi Yağcı Serkan Taş
YASEMİN PFORR
ENDER YILMAZ
YAĞMUR Caner Yoloğlu YASTIK ALTIŞeyda Yılmaz
18
19
20
21
DENİZİN SUYUFiliz Yıldırım
23
TARİHE YOLCULUK
22
SİYAH BEYAZ HÜZÜN KOKARDI PERİHAN Mehmet Ali Baş
NAR SUYU
Maha Garib
EYFEL KULESİ Derya Tan
24
27
ANKARA D.T. PROGRAMI
28
29
Küçük Burjuva
Ender Yılmaz
2. sayımızla karşınızda olmanın heyecanını yüreğimizde taşıyoruz. Derginin fikir aşamasından beri yanımızda olan herkese bir kere daha teşekkür ederiz. Bilakis dergisi olarak, yazanların değil, okuyanlar dergisi olmak istedik. Bu yüzden sizin geri dönüşleriniz bizim için çok önemli. Daha iyi bir dergi olabilmek için eleştirilerinizi bekliyoruz. Dergimizde bu ay, Kardeşini Seç derneği tanıtım yazısı, Barış Manço'nun hayatı, kitap ve film tanıtımları ve de sizin hikayeleriniz, şiirlerniz var. Umarım size laik olmayı başarabilmişizdir. Bilakis dergisi daha fikir aşamasındayken ben bu dergi için şöyle bir düşünce içindeydim; "Derginin sonunda mutlaka bir gezi yazısı olmalı. Öyle bir yazı olmalı ki; okuyanı gerçekten oraya götürmeli. Fotoğraflarıyla, üslubuyla, detaylarıyla, samimiyetiyle sıcacık bir gezi yazısı olmalı bu dergide! Üstelik bu yazı o kadar önemli olmalı ki, derginin bütün yazıları bizim oraya yolculuğumuzda yol arkadaşı olmalı. Bütün yol boyunca dergiyi okumalı ve derginin en sonuna gelindiğinde işte o büyülü kalemle o yere ulaşmalı..." 2. sayımızda da bunun eksikliğini yaşamaktayım. Eğer bu bahsettiğim gezi yazsını "ben yazmalıyım" diyorsanız lütfen mail kanalıyla bizimle iletişime geçin. Dergi olarak her geçen zamanda yeni projeler düşünüyor ve bunları uygulamaya çalışıyoruz. Bu ay, iki yeni projemizi sizlere sunduk. Bunlardan ilki "Enine boyuna" köşesi. Bu köşede sizinle birlikte, tartışmak, araştırmak ve aydınlanmak istiyoruz. Lütfen her ay dergimizden ilan edeceğimiz bir konu hakkındaki görüşlerinizi bize iletin biz de hiç bir müdahalede bulunmadan yayınlayalım! Hayata geçirdiğimiz bir diğer projeyse; "Tarihe yolculuk". Bu köşemizde her ay tarihi bir belgeyi virgülüne dahi dokunmadan yayınlıyoruz. Projemizin amacıysa, tarihi belgelerin bir köşede unutulup gitmesine engel olmak. Dergimizde yazar olmak isterseniz, şiirinizi, hikayenizi, denemenizi... yayınlatmak isterseniz bilakisdergi@gmail.com adresine mail atabilirsiniz. Her türlü konuyu konuşmak, fikirlerinizi ve eleştirilerinizi sunmak için iletişim bilgilerimiz; bilakisdergi@gmail.com bilakisdergi.tumblr.com www.facebook.com/bilakisdergisi Ender Yılmaz
KAPAK FOTOĞRAF : Maria Kuleshova mariakuleshova.tumblr.com Special Thanks for Maria Kuleshova
ENDER YILMAZ ataraksiya.tumblr.com
“Paylaş bizimle çocuk; Cebindekini değil içindekini sıcaklığını yüreğinin, cömertliğini ellerinin, Paylaş bizimle çocuk; Masumluğunu sevginin, Mavisini hayallerin Tut çocuk sen de ucundan uçurtmanın Vaktidir şimdi yoksulluğu uçurmanın Vaktidir şimdi insan olmanın Paylaş bizimle çocuk İnsan yanını ruhunun”
Dünyayı verelim Çocuklara “Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar ....” Der Nazım Hikmet bir şiirinde. Peki ya biz veremez miyiz dünyayı çocuklara? En azından omuzlarındaki yükleri silkip atamaz mıyız biraz da olsa? İşte bu hayali gerçekleştirmek için kurmuş Cengiz Tünay Kardeşini Seç derneğini.
Nedir bu dernek? Kardeşini Seç derneği www.kardesinisec.com sitesi üzerinden faaliyetlerini gerçekleştirmektedir. Adından da anlaşılacağı üzere, sisteme kaydolmuş çocuklara kardeş olabiliyorsunuz. Fakat burada altını özellikle çizmek istediğim kelime kardeş kelimesidir. Çünkü bu dernek sayesinde tanışacağınız çocuklarla gerçekten kardeş oluyorsunuz. Yani aranızdaki ilişki yardım eden ve yardım alan ilişkisi olarak kalmıyor. Sizden sadece yardımlarınızı değil sevginizi de paylaşmanızı istiyor. Seçeceğiniz kardeşi tam anlamıyla kardeş olarak seçiyorsunuz ve artık sizin mektuplaştığınız bir kardeşiniz oluyor.
Sistem nasıl çalışıyor? www.kardesinisec.com adresine girip “Tıkla kardeşini seç” butonuna tıklıyoruz. Karşımıza çıkan iller listesinden kardeşiniz olmayı bekleyen çocukların listesine ulaşabiliyorsunuz. Sisteme kayıtlı her kişinin anne ve babasının sağ olup olmadığını, aylık gelirlerini, evde kaç kişi yaşadıklarını, otrurdukları evin kendilerine ait olup olmadığını ve benzeri bilgileri öğrenebiliyorsunuz.
Kardeşimizi seçtikten sonra ne yapıyoruz? Yine aynı sayfada görebileceğiniz öğretmenine ait bilgiler sayesinde ilk önce öğretmeniyle iletişime geçiyorsunuz. Aklınıza takılan herşeyi sorup, kafanızdaki soru işaretlerini de sildikten sonra artık bir kardeş edinmeye hazırsınız demektir!
Örnek Teşkil etmesi için Şanlıu
3
Ne gönderebiliriz? Burada en önemli unsur para göndermemek. Derneğin en çok üstünde durduğun konulardan biri de bu. Onlara kalem, defter, kitap, mont, ayakkabı, v.b. bütçenizin yettiği ölçüde hediyeler gönderebilirsiniz. Hediyelerinizin yanında mektup göndermeyi de unutmayın. Mutlaka sevginizi paylaşın.
Daha detaylı bilgiye nereden bulaşabilirim? Sitede bilgileri yer alan bölge temsilcilerinden, kardeşlerimizin sayfasından ulaşabileceğimiz öğretmenlerinden ve site sahibinden daha detaylı bilgi alabilirsiniz.
urfa'dan Ayten kardeş
Yeni bir oluşum mu? Hayır, yeni bir oluşum değil. 28 Kasım 2004 tarihinden beri faaliyette olan dernek sayesinde bugüne kadar 125 431 çocuk kardeşini buldu! 904 çocuk daha kardeşini bulmak için seni bekliyor. Üstelik sadece kardeşini seçerek değil, bölge temsilcisi olarak ya da derneğin duyulmasını sağlayarak da yardımcı olabilirsin.
4
EH BARIŞ ABİ Asıl adıyla Mehmet Barış Manço. Türk müziğine damga vurmuş, yaptığı işlerle ismi ülke sınırlarını aşmış sadece müzik adamı olarak tanımlanamayacak; tv programcılığından gezginliğe, oyunculuktan koleksiyonerliğe hatta ressamlığa sanat alanında olduğu kadar televizyon ve kişisel hobi alanlarında da adından söz ettirmiş, dünyaya mal olmuş, dolu dolu bir insan. Türkiye’de müziğin kilometre taşlarından, Rock müziğin öncülerinden ve Anadolu Rock türünün kurucularındandır. Ekrem Sağlam’la birlikte hazırladıkları ve aynı zamanda Manço’nun sunuculuğunu yaptığı ilk kez 8 Ekim 1988 tarihinde TRT’de yayın hayatına başlayan 7’den 77’ye isimli televizyon programıyla Hürriyet gazetesi tarafından verilen Altın Kelebek ödülünü en iyi çocuk programı dalında beş kez kazanmıştır. Programın Dönence Dünya Turu adındaki bölümlerinde dünyayı dolaşmış ve Barış Çelebi lakabını almıştır. Annesi devlet konservatuarı klasik Türk sanat müziği hocası, sanatçısı ve yazar Rikkat Uyanık ve babası İsmail Hakkı Manço çiftinin ikinci çocuğu olarak Üsküdar Zeynep Kamil Hastanesi’nde 2 Ocak 1943 yılında dünyaya geldi. Bu evlilikten 1941’'de Savaş, 1943'te Barış, 1946'da ise İnci dünyaya gelmişti. İsmail HakkıRikkat çifti, kızları İnci’nin doğduğu yıl 1946’da boşanmışlardı. Barış Manço babasının yanında büyümüştü. Ancak 10. sınıfta iken babası İsmail Hakkı Bey ölmüştü. 1992 yılında ölen Rikkat Uyanık'ın öğrencileri arasında Zeki Müren de bulunuyordu. Manço, babasıyla birlikte sık ev değiştirdi ve Cihangir’de, Üsküdar’da, Kadıköy’de ve kısa bir süre için Ankara’da yaşadı. İlkokula abisi Savaş ve ailenin en küçük ferdi olan kız kardeşi İnci'nin de okuduğu Kadıköy Gazi Mustafa Kemal İlkokulu'nda başladı. 4. Sınıfı Ankara Maarif Koleji’nde okudu ve ilkokulu Kadıköy'deki başladığı okulda tamamladı. Yatılı olarak Galatasaray Lisesi’nin orta bölümüne devam etti. 4 Mayıs 1959'da babasının ölümü üzerine Galatasaray Lisesi'nden ayrılarak, eğitimini Şişli Terakki Lisesi'nde tamamladı. Müzik hayatı Galatasaray Lisesi’nde başlamıştır. 1957’de amatör olarak müzikle ilgilenmeye başlayan Manço 1958’de ilk kez sahneye çıktı. 1958 yılında ilk grubu Kafadarlar grubunu kurdu. Ortaokul yıllarında kurulan bu grubun kadrosu kontrbas ve akordiyonda Benar Akbaş, gitarda Ender Enön, armonikada Savaş Özgenç, vokalde Oğuz Ardeniz ve saksofonda Asaf Savaş Akat yer almaktaydı. Rıza Omayer ve Emre Gönenç, bateride Fikret Zolan, tenor saksofonda Oğuz Kayıhan. Bu kadroyla grup rock'n roll coverları yaparken, Barış Manço'da ilk bestesi Dream Girl'ü bu dönemlerde yaptı ve Ankara'da küçük bir müzik ödülünün de sahibi oldu.
İkinci grubu Harmoniler'de yine Galatasaray Lisesi'ndeki arkadaşları vardı. Gitarda Mehmet Şahinbaş ve Şanal Pınar, davulda Batur Pere, piyano ve bas Osman Önder, saksofonda da Asaf Savaş Akat yer almaktaydı. 1959'da Galatasaray Lisesi konferans salonunda ilk konserini verdi. Bu kadro ile Grafson şirketinden üç tane 45’lik çıkaran Manço, liseyi bitirdikten sonra Türkiye'den ayrılıp Belçika'da öğrenim hayatını sürdürmek isteyince Harmoniler dağıldı. Bu kadronun kaydettiği iki türkü Urfa'nın Etrafı Dumanlı Dağlar ve Kızılcıklar Oldu mu? yıllar sonra yayımlandı. 1963 yılının Eylül ayında Belçika Kraliyet Akademisi'nde yüksek öğrenim görmek için Türkiye'den ayrıldı. Belçika Kraliyet Akademisi'nde resim, grafik ve iç mimarlık eğitimi görürken bir yandan da garsonluk, otomobil bakıcılığı işlerinde çalıştı. Bu sırada Belçikalı şair Andre Soulac ile tanıştı. Soulac sayesinde Fransızcasını ilerletti ve yaptığı besteleri değerlendirme imkânı buldu. Soulac, Manço'nun bestelerine söz yazdı. 1964'te müzik hayatına devam etmek isteyen Barış Manço Rigolo plak şirketiyle anlaşarak Jacques Danjean Orkestrası ile beraber çalışmaya başladı. Twist’ten Rock and Roll’'a dönen Barış Manço'nun kayıt şartları da iyileşmiş oldu. 1964'ün Eylül ayında dört şarkılık Fransızca iki EP çıkardı. İlk EP'de Baby Sitter ve Quelle Peste, diğer EP'de Jenny Jenny ve Un auire amour que toi şarkıları yer aldı. Plakların başarısı sonucu Fransız radyosunda yayınlanan Salut les copins adlı pop müzik içerikli bir programa konuk oldu. 12 Ocak 1965'te Fransa'da, Paris'in dünyaca ünlü en eski konser salonu Olympia'da Salvatore Adamo ve France Gall'den önce sahne alarak kendi bestesi olan Babysitter'ı daha sonra Jenny Jenny, Quelle Peste, Un autre Amour que toi ve Je veux savior adlı Fransızca ve ingilizce şarkılarını söyledi. Aynı yıl Liège'de Golden Rollers adlı bir grupla konser verdi.
5
İ AŞK OLSUN! 1966'da ise bir festivalde "The Folk 4" grubu ile Türk müziğinden örnekler sergileyerek dikkat çekti. Ancak Fransız bir müzisyenin Barış Manço'nun aksanını beğenmediği için onun plağının çalınmasını yasaklaması Barış Manço'yu derinden etkiledi ve Avrupa kariyerini sona erdiren nedenlerden biri oldu. 1967'de Hollanda'da geçirdiği bir kaza yüzünden dudağında bir yarık oldu ve bıyık bırakmaya başladı.Türkiye'deki ilk psychedelic rock şarkıları Manço ve Les Mistigris grubuna aittir. 1969 Haziran'ında Belçika Kraliyet Akademisi'ni birincilikle bitirdi Barış Manço Les Mistigris ile ayrıldıktan sonra Kaygısızlar grubu ile çalışmaya başladı. Genç gitaristler Mazhar Alanson, Fuat Güner, baterist Ali Serdar ve bas gitarist Mithat Danışan'dan oluşan grup daha önceden kendi konserlerini veren genç bir gruptu. Barış Manço en büyük hitlerinden biri olan Kol Düğmeleri'ni bu grupla kaydetti. Aralıklarla plak çıkaran grup hem Anadolu temalarına, hem de doğu motiflerine yakınlığı ile bilinen yavaş yavaş yükselmekte olan psychedelic müzik akımından etkilendi. Grup bir yandan Bebek, Kağızman gibi türküleri yorumluyorlardı.. Bu 45'liklerden Ağlama Değmez Hayat 50.000'in üstünde satış yaparak Manço'ya ilk altın plağını kazandırdı. Altın plak ödülünü 25 Nisan 1970 Cumartesi günü İstanbul'da Fitaş Sineması'ndaki konseri sırasında oyuncu Nebahat Çehre'nin elinden aldı. Manço, 1969 yılı sonunda Kaygısızlar ile yollarını ayırdı. 1970 yılı Barış Manço'nun psychedelic rock'tan tipik Anadolu pop sularına açıldığı bir yıl oldu. Kaygısızlar olmadan girdiği bu yeni yılda Barış Manço, Jonathan Glemser, Onkhan Tunca (Okan Tunca), Mounir Ghattas adlı üç müzisyen ile Türkiye’de ...Ve diye bilinen yurtdışında ise Etc adıyla lanse ettiği yeni bir grupla çalışmaya başlamıştı. Bu grup ile Derule / Küçük Bir Gece Müziği adlı plağı kaydeden Manço, bu grupla Türkiye'de Akdeniz ve Karadeniz bölgesini kapsayan bir turneye çıkmıştır. Mersin, Malatya, Şanlıurfa, Kayseri, Trabzon ve daha birçok şehirde sahne alarak 52 konser verdi. 1970 yılının Kasım ayında, o güne kadar Batı enstrümanlarını kullanan Manço, notalarını Kemençe sanatçısı Cüneyd Orhon'un yazdığı Dağlar Dağlar’ı yayınladı. Barış Manço'nun gitarı ve Cüneyd Orhon'un kemençesi ile kaydedilen türkü, Barış Manço'nun sadece rock ile sınırlı kalmayan kendi müzik tarzının başlangıcıdır. 700.000'den fazla satan Dağlar Dağlar plağı Manço'ya kariyerindeki tek Platin Plak Ödülü'nü kazandırdı. Sayan Plak tarafından verilen ödülü sinema oyuncusu Öztürk Serengil, İstanbul Fitaş sinemasında Manço'nun bir konseri sırasında takdim etti. Dağlar Dağlar'ın başarısı ile Türk müziği piyasasına giren Barış Manço, 1970'te Türkiye'de ender görülen bir işe imza atıp zaten ünlü olan Moğollar ile güçlerini birleştirme kararı aldı. Çünkü iki grubun da hedefi, Türk müziği ile Avrupa'da ün kazanmaktı. Manço, o zamana kadar Batı etkisinde, Moğollar ise Anadolu pop tarzında müzik yapıyordu. Manchomongol adlı grubun ilk Türkiye konseri ise 1971 Nisan'ında Manço'nun Platin Plak ödül töreninde gerçekleşti. Mayıs ayına kadar olan süreçte Barış Manço Moğollar ile İşte Hendek İşte Deve, Katip Arzuhalim Yaz Yare Böyle ve Binboğanın Kızı’nı kaydettiler. İşte Hendek İşte Deve, de tıpkı Dağlar Dağlar gibi büyük beğeni topladı ve adını Barış Manço klasikleri arasına yazdırdı. Manchomongol 1971'in Haziran ayında gruptaki anlaşmazlıklar ve Barış Manço'nun sağlık sorunları nedeniyle dağıldı. 1971 ve 1972 yılları Barış Manço'nun birçok sanatçı ile çalışarak Kurtalan Ekspres'i kurma çalışmalarıyla geçti. Askerlik öncesi, 1972 yılı Şubat ayında, adını İstanbul'dan Güneydoğu'ya giden trenden alan Kurtalan Ekspres'i kuran Manço, 1972 Mayıs'ında grupla stüdyoya girerek "Ölüm Allah'ın Emri" ve "Gamzedeyim Deva Bulmam" adlı şarkıları kaydetti. Manço, Engin Yörükoğlu, Celal Güven, Özkan Uğur, Nur Moray ve Ohannes Kemer'in oluşturduğu orkestra ile Anadolu'da konserler verdi.[Bu grupla kaydettiği Ölüm Allah'ın Emri ve Gamzedeyim Deva Bulmam şarkılarının yer aldığı ilk plağı 1972 yılının başında yayımladıktan sonra Barış Manço askere gitti. Şubat 1973'te yayınlanmış olan Küheylan, Manço'nun isminin sağcıya çıkmasına neden olan ilk eserdi. Parçada geçen Aslıhan, Neslihan, özümüze dönelim gibi sözler Orta Asya özlemi olarak algılanmıştır. Bu plağı 1973 yılının Ağustos ayında yayınlanan, Manço'nun askerliğinin sonlarında tamamlamış olduğu Hey Koca Topçu/Genç Osman plağı takip etti. Genç Osman'ın da bir serhat türküsü olması Manço'nun ülkücü olarak eleştirilmesine neden olacaktı. İlk video klibini yine bu dönemde Hey Koca Topçu parçası için çekti. Bu klipte Kurtalan Ekspres üyeleri Yeniçeri ve Mehter kıyafetleriyle, Barış Manço ise Mülâzimi Evvel Barış Efendi olarak asker kıyafetiyle göründü. 70'lerin ortalarına doğru Cem Karaca solun Barış Manço ise sağın sembolü olarak görülüyordu.
6
Ancak konserlerinde kendisine bozkurt işareti yapanlara biz sadece sizin için gelmedik buradaki herkes için geldik diyerek Hey Koca topçuyu istek yapanları sol yumruğunu havaya kaldırarak protesto edecekti. 1974 yılında Nazar Eyle/Gülme Ha Gülme plağını yayınlayan Manço, o sene Hey Dergisi tarafından yılın erkek şarkıcısı seçildi. Aynı yıl 27 Haziran'da İnönü Stadı'nda düzenlenen Hey Müzik Festivali74 kapsamında sahne aldı. Manço, 1975'te Ben Bilirim 45'liğinden sonra kariyerinin ilk uzunçaları olan 2023ü yayımladı. Bu albüm, o dönem TRT tarafından yasaklanan Acıhda Bağa Vir’in yanı sıra Yol Verin Ağalar Beyler ve Yine Yol Göründü Gurbete gibi hit şarkılar ile birlikte Manço'nun daha önceki psyhedelic rock ya da yakın dönemdeki Anadolu kökenli şarkılarından çok farklı olarak elektronik ve progressive rock denecek bir tarza sahip beş parçadan oluşan Baykoca Destanı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılına yazılmış senfonik bir eser olan Kayaların Oğlu ile 2023 ikilisi gibi epik eserlere sahip sıra dışı bir albüm olarak sanatçının diskografisinde yer aldı. Bu dönemde Barış Manço, kariyerinin tek sinema filmi Baba Bizi Eversene'de oynadı. 1975'te tanıştığı Lâle Çağlar ile 18 Temmuz 1978 tarihinde evlendi. Manço'nun Kurtalan Ekspres ile 6 ay üzerinde çalıştığı albüm 1979 yılının başında yayımlandı. 1979 yılında Cem Karaca'nın Türkiye'de etkinliğini yitirmeye başlaması da Manço'nun yeniden doğuşunu hızlandıran önemli bir faktördü. Barış Manço, bu albümle progresif rock'ın Türkiye'deki en iyi örneklerinden birini verdi. Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, Aynalı Kemer gibi parçalar Barış Manço'nun halk deyişlerini kullanıp Türk müziğini, progressive müzikle başarıyla harmanlayarak bestelediği ve bu dönemde hit olan şarkılarındandır. 1981 yılının Temmuz ayında tamamlanan kayıtlar sonucunda Sözüm Meclisten Dışarı albümü yayınlandı. Albümde yer alan Arkadaşım Eşek bir anda küçük büyük herkesin beğenisini kazandı. Arkadaşım Eşek ile birlikte Ali Yazar Veli Bozar gibi halk deyişlerine yer veren alışılagelmiş Barış Manço hitlerinin yanı sıra en başarılı Türk psychedelic rock şarkılarından biri olarak kabul gören Dönence ve Manço'nun günümüzde Dağlar Dağlar'dan sonra en popüler şarkısı olarak kabul edilen Gülpembe’nin yer aldığı bu albüm ile birlikte Barış Manço 80'li yıllar boyunca devam edecek olan popülerliğinin doruk noktasına ulaştı.
Manço, bu dönemde yurt dışında birçok TV programına konuk olarak katıldı, birçok ülkede konserler verdi. 2829 Ekim 1982 tarihlerinde Almanya, Avusturya, İsviçre, Belçika ve Hollanda'da televizyon programlarına katıldı. 1982 yılında önce Anadolu turnesi, daha sonra da Amerika konserleri ile büyük başarı elde etti. Bu arada Sovyetler Birliği'nde Kara Sevda ve Domates Biber Patlıcan klipleri ilgi görmekteydi. 1991 yılında ise Türkiye Cumhuriyeti Devlet Sanatçısı Ünvanı'na layık görüldü. Barış Manço Japonya konserinde 20.000 Japon’a Türk bayrağı sallattırmıştır.Bunu da 60.000.000 Türk’e izlettirmiştir. Bu dönemden sonra müziğin kalitesinin nispeten azaldığı, özel televizyonların arttığı, reyting kavramının ortaya çıktığı günlerde Barış Manço, kendini hem televizyon, hem de müzik ekranından çekti. 1990'ların sonlarına doğru Kaplumbağanın Öyküsü projesini yaratmak istedi ve demolar da kaydedildi, ancak plak şirketinin isteğiyle Mançoloji adlı bir toplama albüm yapma kararı aldı. Hayranlardan gelen istekler üzerine seçilen şarkılar, Kurtalan Ekspres'te de çalan Eser Taşkıran düzenlemeleriyle kaydedildi. Ekvator'dan Kutuplar'a 5 kıtada 100'den fazla değişik yöreye giderek, 600.000 km'ye yakın yol kateden Barış Manço ülkemiz belgeselciliğine farklı bir Barış Manço, sanat yaşamında kendisine layık görülen 300'ün üzerinde ödülün sahibi olmuştur. Barış Manço, 1999 yılında 31 Ocak’ı 01 Şubat’a bağlayan gece bu evde vefat etti. Ezgi Yağcı Serkan Taş ezgieylull.tumblr.com
Fotoğraflar; www.internethaber.com adresinden alınmıştır.
7
ENİNE BOYUNA Bilkais dergisi her ay bir konuyu enine boyuna tartışıyor! Dergimizden ilan edeceğimiz konu hakkındaki görüşlerinizi bilakisdergi@gmail.com adresine, konu kısmına "enine boyuna" yazarak gönderebilir, siz de tartışmamıza dahil olabilirsiniz. Bizim amacımız doğruyu bulmaktan önce aramaktır. O yüzden, konu hakkındaki fikirlerinizi hiçbir şeyden çekinmeden, derinine incelemeler ve anlatımlarla bize sunarak "doğruyu arama" yolculuğumuza siz de katılabilirsiniz!
8 Mart Dünya Kadınlar Günü olması dolayısıyla Mart ayında çıkacak sayımızda kadın haklarını "enine boyuna" tartışıyoruz. Ülkemizde kadınlar yeterince hayatın içinde yer alabiliyor mu? Karşılaştıkları zorluklar nelerdir? Bu zorluklar için ne gibi çözümler önerebilirsiniz? Kadınların silahlanması (biber gazı, şok cihazı...) hakkında ne düşünüyorsunuz? Pozitif ayrımcılık hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Kadınlar bunun içinde yer almalı mı? Dünyada kadınların sahip olduğu fakat ülkemizdeki kadınların sahip olamadığı haklar nelerdir? Kadın hakları konusunda devlet üzerine düşen görevi yapmakta mıdır? Ne gibi ihmaller söz konusudur? Çözüm olarak ne önerebilirsiniz?
Yukarıdaki ve benzeri sorular etrafında mart sayısında "Enine Boyuna" Kadın Haklarını konuşmak için maillerinizi bekliyoruz.
8
İnci Ovalıoğlu Mutlu Selluka Taa okyanusların ötesinden geldiğini söyleyen bir kız vardı. Saçlarını güneş ışıltısı süslerdi, gözlerini yıldızlar. Sıcak, sıcacık bir meltem esintisine kapılmış gibi olurdu onu görenler. Nar gibi yanardı yüreği, usul usul kıvılcımları sıçrardı etrafına. O vakit toplar çıkısını, karanlık kayıplara karışırdı. Yalnızlığının en yalın olduğu iklimin kıyısındaydı. Durup baktığı, doyasıya seyre daldığı, kekik ve iğde kokulu diyarda… Tüm dileği yazmaktı, yüreğinin derinliklerinden çıkardığı incileri saçmaktı kağıda. Belki de dizip takmaktı boynuna. Onu görenler, onda okusunlar diye.. Deniz suskundu. Gök suskun.. Martılar, denizin hırçın çocukları, onlar çığlık çığlığaydı, sessizliği bir kağıt gibi yırtarcasına.. Saçlarını denizde ıslatıp rüzgara bırakan kız, çardağın altındaki tahta divanda ıssızlığın ortasında bağdaş kurmuş oturuyordu. Oysa duyguları dururlar mı? Elindeki kalemi yol edip kağıda dökülüyorlardı. Günlerdir aynı satırlardı ardı ardına diziliveren. ‘Hep arada kalmış birinin öyküsü bu’ diye başlıyordu, otuz küsur yaşında, hep arada kalmış.. Arada; İki arada, bir derede Arafta Varlıkla yokluk Kalabalıkla tenhalık Akılla kalp arasında sıkışıp kalmış Bir varmış, çok yokmuş Bir görünüp hep kaybolurmuş Peri padişahının kızı da değilmiş Zümrüdü Anka kuşunun gümüş kanatlarına tutunup Kaf Dağının doruklarına da ulaşamamış Hep miymiş, hiç miymiş Kimmiş bilememiş Bir yerlere ait olamamış Ne çok savrulup durmuş oradan oraya, Ne yaşama uyum sağlayabilmiş, ne ölüme Boz bulanık sanrılarda kolu, bacağı, düşüncesi, görüşü Sarhoş dolaşmış Kendi içinde, düşlerinde, şehrin yollarında.. Dünya denilen bu dar, bu kararsız, bu sıkıntılı yurt ona göre değilmiş Yorgunmuş düşlerinden Düşüncelerinden Düşüşlerinden Uzak bi yoldan gelmişçesine Aşkın girdaplarında kaybolmuşçasına Kayıpmış Kaçakmış Vazgeçmiş Alışamamış bu dünya damına Kıyıya vurmuş balık Yuvasından düşmüş kuş misali umarsızmış Yakınlar Uzakmış, Uzaklar Daha da uzak. Koca bir dağ taşıyormuş da başında, gölgesi gözlerinin önüne düşüyormuş gibiymiş. Ya da bir bulutun içinden bakıyormuş denize, kayığa, hayatına, vurgunu olduğu satırlara. Bu halin bir adı sanı var mıymış ki?
9
sarhosbaliktopalmarti.tumblr.com Aylar önce tesadüfen gittiği göz hekimi, görme kaybının olduğundan, sebebinin sarı nokta hastalığı olabileceğini fısıldamış, çok da üzerinde durmamıştı. Aradan epey zaman geçmiş, havalar ısınır ısınmaz kendini deniz kıyısına balıkçı kulübesine atmıştı. Sabah gün doğarken uyanıyor, uzun uzun yürüyüp ardından denize bırakıyordu kendini. Yüzmek nasıl iyi geliyordu ruhuna, bedenine. Kızgın kumlara, güneşin koynuna uzanıverdiğinde sarhoşluk hali sarıyordu tenini, ruhunu. Hele denizden çıktığında bedenini kaplayan o karıncalanma hissi fena idi. Ama ne fena.. Varlığını soyutlayan, yeniden var eden bir fena hali. O kendini bu sis bulutunda yaşamaya alıştıradursundu. Bir gün tuttuğu gibi kolundan sevdiği adam, bir göz hekiminin karşısında aldılar soluğu. Doktor tedirgindi muayene sonunda. ‘Görme kaybı büyük, lakin gözle ilgili olduğunu düşünmüyorum. Beyin mr’ı ve daha pek çok test için teşekküllü bir üniversite hastanesine gitmenizi öneriyorum. Vakit kaybetmeyin, önemli olabilir.’ Esra ne düşüneceğini bilemez halde onlarca soruyla çıkar odadan. ‘Ne olabilir ki? Çok mu masraflıdır bu testler? Sigortam da yok. Ne yaparız? Çocuklar da daha küçük…’ O gece defterine: 18 Ağustos 2009 Görme kaybım fenaymış Başımda koca bir dağ İşte, tırmanacak bir dağ Durma, tırman.. Birkaç gün sonra da şöyle: Gözlerim ışığını kaybediyormuş Oysa daha görecek güzellikler var Okuyacak kitaplar Bitmemiş öyküler Seyredilmemiş filmler Yaşanmamış baharlar… Ama neden? Hep hayranlıkla hayretle seyretmedim mi yarattıklarını… Yine de Sen, karanlıkları da aydınlık kılansın… Yinelenen tetkikler, sebveb testleri, mr çekimlerinde gözlenen üç kadar plak ve daha detaylı incelemeler için verilen randevular eşliğinde ‘ms?’ tanısıyla başka bir sürece geçildi. 11 Ekim 2009 Seninle ne zaman tanıştık? Sen bana ne zaman geldin? Bilmiyorum ne zaman yerleştin, ne zamandır birlikteyiz? Benden memnun musun? Ne zamana kadar… Ne yapıyorsun bana, Yoo, kızgın değilim Sen geldiysen bana Beni seçtiysen, Geçinip gideceğiz usul usul. Üzmeden Kırmadan Kırılmadan. Adını da şöyle değiştirdim: ‘Mutlu Selluka’ Tanının ardından artan baş ağrıları, hastalığı araştırdıkça çoğalan belirtiler, yorgunluk, dalgalanıp durulan duygu hali… Dalgın, durgun, ağrılı günlerde sığınılan yer; sayfalar, satır araları oldu hep. Şu ’kaçarak uzaklaşmak’ duygusu ne kadar çok çörekleniyordu zihnine. Koşarak uzaklaşmak Dağlara uzanmak Göklere serilmek Nehirler boyu akmak, akmak.. Esra, zihnini bulandıran düşünceli günlerin sonunda bir gece şunları döktü kağıda: 14 Nisan 2010 Bacaklarım: ‘Ben kalıyorum, sen istersen git.’ dediler. Mızmız çocuklar gibi tutup yatağa esir ettiler…
Yasemin Pforr
yaseminpforr.tumblr.com
NEYSE “Neyse” diyerek başladık yeni güne, “neyse” diyerek yeni yıla başladığımız gibi… Haydar Ergülen ”Neyse” demek iyidir, ‘bu da geçer’ demek gibidir… Geçmez, herkes bilir geçmediğini, geçmiş gibi yapılır.” demiş. Ne güzel ve doğru demiş. Kabul etmememize rağmen, içimizde isyan bayrakları dalgalanırken bazen çaresizlikten, bazen umutsuzluktan, bazen yorgunluktan söylediğimiz bir kelimedir “ neyse”, içinde itirazımızın her bir notasını barındıran… Ülkemizin kara para, yolsuzluk, rüşvet olayları ile sarsıldığı bu günlerde bir çoğumuzun daha da sık kullandığı bir kelime olmaya başladı “ neyse” . Olaylar boktan ama en azından iktidarın sarsılmaz bütünlüğüne dinamit patladı, neyse; devletin içinde paralel devlet varmış (sanki bilinmiyormuş gibi) birbirlerini yiyip bitirsinler, neyse; kasetler ortada uçuşuyor, bizler de öğreniyoruz, neyse; skandal üstüne skandal, ortaya çıkıyor ya neyse; gecikmiş tahliyeler oluyor, tahliye oluyorlar ya neyse gibi uzayıp giden bir liste bu. Olanlar, ortaya çıkanlar hiç kimsenin içine sinmiyor ama gelinen nokta da buna da şükür halindeyiz hepimiz. O kadar rezillik, haksızlık yaşamışız ki en ufak bir olumlu adımda zafer çığlıkları atıyoruz. Aslında hepimiz biliyoruz ortada bir zafer falan yok. Yetmiyor ama yetinir gibi yapıyoruz. Ortaya çıkanlar çıkmasın mı? Çıksın tabii… Gönül isterdi ki bunların hiç biri olmasaydı da, ortaya çıkacak bir şey de olmasaydı ama öyle değil maalesef. Hiçbir dönem bu ülke toprakları üstünde her şeyden memnun mesut, emin ellerde olduğumuzun hissiyle kendimize dönemedik ki! Her dönem bir totomuzu kollama durumu ile geçti ömür. Her olan veya olmayanda “neyse” diyerek geçirdik günleri. “Neyse bu günde geçti, yarına bakalım” halleri hakim oldu hep insanımızda. Kişisel olarak da sık kullandığımız bir kelime “neyse”. Neredeyse kültürel bir olgu diyebilirim. Fazla itiraz etmeye gelmez, hayır demek ayıptır öğretisi midir bilemiyorum ama sıkıştığımız anda kullanıverdiğimiz bir kelime. Konu fazla uzamadan kesmenin bir şekli. İçimizde büyüyen itirazlar ortaya dökülmeden konudan uzaklaşmanın bir yolu. Belki de korkunun bir ifade şekli. Neyse deyip kesmezsek tartışma çıkacak, uyum bozulacak, eski defterlere kadar uzanacak, kim bilir neler olacak korkusu belki. Oysa her iki tarafta biliyor “neyse “ deyip kesildiği zaman konu, hiçbir şey halledilmemiş sadece ötelenmiş oluyor. Anlık halı altına süpürülüyor sanki aniden misafir gelmiş de ortalık alelacele toparlanıvermiş gibi. O anda misafiri geçiştirirsin de ortalığı bok götürdüğü zaman ne olacak? Daha derin, uzun zaman alacak bir temizlik gerekmez mi? Bir de uzun zamandır orada kalmış lekeler neyle temizlersen temizle çıkmaz bir türlü. Halının, örtünün, kalbinin ayrılmaz parçası olur artık. Bazen de yorgunluktan, bıkkınlıktan, bezginlikten çıkar ağzımızdan “neyse”. Aslında mücadele etmekten çoktan vazgeçişi simgeler. Vazgeçilmiştir ama nedense savaş meydanını da terk etmeyi yediremez insan kendine. Meydanı terk etmeyi yenilgi olarak algıladığımızdan belki. Zaman kaybı halbuki! O güne kadar anlatamamışsan, anlatamadığından değil, karşındakinin anlamak istemediğindendir. O anlamak istemedikçe ne yaparsan yap, ne kadar çabalarsan çabala anlamayacaktır gene. Emeğe yazık! O anda meydanı terk etmek yenilgi gibi gözükse de aslında kendi benliğin adına zaferdir. Seni tüketen, sonuçsuz çabalarla yoran, enerjini aşağı çeken ortamdan uzaklaşmaktır. Bundan ala zafer olabilir mi?! İnsanı uyuşturan, oyalayan bir kelime “ neyse”. Duygularımızı, düşüncelerimizi baskı altına almak için kullandığımız… Altını zamanında kapatmadığımız zaman içinde oluşan buharın baskısıyla patlayan düdüklü tencere gibi, fazlası insanı patlatmaya muktedir bir kelime. Gereğinden fazla o buharda pişmiş etler gibi insanın yüreğini lime lime eden. Arkadaşımın dediği gibi insanın nefesini daraltan. Bir çok şey gibi bu da azı karar çoğu zararlar şeylerden. Dikkatli kullanmak lazım! Belki de ilk defa “neyse” deyip geçiştirmeyip, Vodafone’nun bebekli reklamını ilk gördüğüm gün içimde patlayan itiraz dalgasına kulak verip bu reklama karşı bir kampanya açtım. Bayağı da ilgi gördü. Her ne kadar destek istediğim bazı gazeteciler, muhtemelen böyle bir reklam kaynağını karşılarına almak istemediklerinden, destek olmadılarsa da toplum içinde karşılığını bulan bir kampanya oldu. Dün RTÜK’ün bu reklamı yayınlayan 25 televizyon kanalına uyarı cezası verdiğini öğrendim.(Bana göre Vodafone’nun da ceza alması gerekirdi. ) RTÜK’ün bu kararı sadece bizim yüzümüzden aldığını düşünecek kadar saf değilim ama en azından çorbada tuzumuz olduğuna inanıyorum. Demem o ki, içimdeki isyan dalgalarına rağmen “ neyse “ deyip geçiştirmeden attığım adım sonucunda bir yere ulaşılabildiğini görmek, bana “neyse” yi fazla kullanmamam gerektiğini gösterdi. Neyse’nin altına sığınmadan, geçer gibi yapmadan, sesimizi kısarak değil çıkararak, ruhsal özgürlüğümüzün doruğunda yaşamanın hem kendimize, hem topluma daha iyi geleceğini düşünüyorum. Neyse’siz günlere diyelim…
10
BU
SAYFA
NEDEN SENİN OLMASIN? 11
Derya'nın Kitaplığı
Bu sayıda size iki tane farklı eser tanıtmak istedim. bunların ilki; günümüzün en iyi tıbbi gerilim yazarlarından Tess Gerritsen’nin Cerrah’ı. Ben Gerritsen okumaya cerrah ile başladım. Kitabın arkasında Stephan King'in yorumunu gördüm; "Anne Rice vampirleri için neyse, Gerritsen de tıbbi gerilim romanları konusunda odur... Palmer'dan iyi, Cook'tan iyi... evet, hatta Crichton'dan bile daha iyi... " ve cerrahi okumaya başladım. O gun bugundur Tess Gerritsen'nin bütün kitaplarını takip ediyorum. Kitapta en çok beğendiğim unsurlardan biri detayların inceliği ve bilimsel açıdan gerçekçiliği. Bu gerçekçilik yazarın tıbbi eğitiminden geliyor aslında. Gerritsen Stanford Üniversitesi’nde antropoloji konusunda lisans yapar ve devamında California Üniversitesin’den tıp diplomasını alır, yazarlığa odaklanmak için tıbbi kariyerine ara verir ve yazmaya baslar. Kitaplarını sevdiren, soluksuz okutan tek unsur tibbi terimlerin bolluğu değil elbette, yazarın akıcı anlatımı ve karakterlerin güçlülüğü de kitabı elimden düşürememin nedenlerinden bir kaçı. Rizzolli ve Isles’in kendi yaşamları ve hikayedeki yerleri çok iyi dengelenmiş. Ayrıca ikisininde güçlü karakterlerinden, azimlerinden ve zekalarından etkilenmemek mümkün değil. Kitabın konusu kısaca şöyledir; Dr. Catherine Cordell Savannah'da seri cinayetler işleyen bir katilin vahşi saldırısına uğramıştır. Saldırgandan onu silahla vurarak kurtulmayı başarmıştır. Şimdi Boston'dadır. Ancak başka bir katil bu kentte de gerilim yaratmaktadır. Kadınların rahimlerini kesip alan ve korkunç işkencelere tabi tutan adama Cerrah adı verilmektedir. Catherine Cordell birdenbire bu katilin de hedefi haline gelecektir. Iyi okumalar…
DERYA TAN
12
Bir diğer kitapsa beni de etkileyen Victor Hugo’nun "Bir İdam Mahkumunun Son Günü". Her ne kadar Victor Hugo deyince akla ilk gelen eser "Sefiller" olsa da aslında yazarın en az sefiller kadar sarsıcı bir çok eseri vardır. Victor Hugo yalnızca bir yazar değil aynı zamanda şair ve piyes yazarıdır, ve bu branşların hepsinde de tarihte iz bırakan bir çok eser yazmıştır. 1829 yılında, yazar 29 yaşındayken "Bir İdam Mahkumunun Son Günü"nü yayımlar. Bu yaştaki bir yazar için “siyah hikaye” seçimi de çok ilginç; kariyerin zirvesindeyken tepkileri üzerine çekmesine sebep olacak bir roman. Roman bir çok açıdan bakıldığında, yazıldığı zamana göre hiç de beklenmedik bir hikayeyi ele alıyor. Eser, aslında idam cezasina karşı verilmiş bir tepkidir ve yazıldığı dönemde çok büyük yankılar yaratır. Benim de aslında en ilginç bulduğum şeylerden biri de budur; bakış açısı seçimi. O dönemde olaylara kurbanın değil de mahkumun bakış açısından bakmak bir ilk. Zaten bu kadar tepki görmesinin sebeplerinden biri de bu. Hikaye idam mahkumunun günlüğü gibi yazıldığından bütün duygular ve tepkiler öylesine gerçekçi ve açık ki okurken mahkumun kimliğini unutup, hatta kitabı unutup isimsiz mahkum icin üzülüyoruz. Kitapta aksiyon arayanlara şimdiden söylemek isterim ki, bütün bir kitap boyunca mahkum, sadece iki kere yer değiştiriyor ancak önyargi ile yaklaşmadan önce kitaba bir göz atmanızı tavsiye ederim. Kitap hakkında söylenecek daha sayfalarca söz var aslında ama sizlerden okuma ve keşfetme zevkini almak istemem. Son olarak Victor Hugo ‘nun en sevilen şiirlerinden biriyle birakiyorum ; Ağlamak için gözden yaş mı akmalı? Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı? Sevmek için güzele mi bakmalı? Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı? Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır? Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı? Hırsızlık; para, malmı çalmaktır? Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı? Solması için gülü dalından mı koparmalı? Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı? Öldürmek için silah, hançer mı olmalı? Saçlar bağ, gözler silah, gülüş kurşun olamaz mı? Victor Hugo
TEFRIKA
ataraksiya.tumblr.com
Kreşenko 2. Bölüm Ferit bir süre donup kaldı yerinde, Zeynep’e, boşluğa baktı. Ağzını açsa pek çok kelime düşebilirdi de açmadı ağzını. Konuşmadan koltuğuna doğru ilerledi. “Bir şey yapsan ne olacak” dedi içinden. Çaresizlikle kıçını kaydırdı, kambur yapıp sırtını yayıldı koltuğuna. Otogarın yalnızlığıyla bütünleştirdi kendini. Bir sigara yakmak istedi ama otobüsten çıkmak istemedi. Kulaklığını takıp yolunu kaybettirmek istedi beynindeki düşüncelere. Başardı da Otobüsün ara verdiği hiçbir yerde inmedi. Zeynep’le göz göze gelmemek için mükemmel bir çaba sarf etti. Otobüsten iner inmez uzaklaştı. Fakat yine de son bir kez arkasına baktı. Zeynep’i etrafına bakınırken gördü. “Beni mi arıyor acaba?” diye düşündü. Sonra çiğneyip düşüncesini arkasını dönüp ayrıldı otogardan. Şehrin içine doğru yürürken birden vazgeçip otogara geri döndü. Yeni hayatını kurmak istediği şehir burası değildi. Bu hisse kapılmasının en büyük nedeni Zeynep’in burada olmasıydı. Otogara geri dönüp, bir başka şehre bilet aldı ve beklemeye başladı. Zeynep hala oradaydı. Göz göze geldiler. Ferit’in yanına gitti. İki eski sevgili iki yabancıdan bile daha yabancıydı sanki birbirlerine. Bir süre konuşmadılar. Ferit konuşursa sesinin titreyeceği gibi saçma sapan bahaneler bulup, kendini kandırıyor Zeynep’se konuya nereden gireceğini bilemiyordu. Ferit saatine baktı. Gideceğin yeni şehrin otobüsüne 20 dakika kalmıştı. Yanında sessizce oturan Zeynep’e baktı. Kendini güçlü hissedip; “konuşacak bir şeyimiz yok.” Dedi. “Bana hiçbir şey sormayacak mısın?” diye sordu Zeynep. Kelimelerini ortaya dökemiyordu, istiyordu ki biri çekip alsın içinden. Ferit’in öyle bir çabası yoktu. Birkaç ufak ve kırık kelimeden sonra Zeynep kalkıp gitti, Ferit’te otobüsüne bindi. O an garip bir soru düştü aklına; “Acaba bu onu son görüşüm mü?” Ferit, ne yapacağını düşünmeye başladı. Her şeyden kaçabilmek için çıktığı bu yolculuk nereye gidiyordu? Zeynep masum muydu? Birden bire olmuştu pek çok şey. Hayatını değiştiren asıl neden bu değildi. Kendisindeki bu değişikliğe askerlik neden olmuştu. Askere gitmeseydi eğer Zeynep’le evliydi şimdi. Evlilik, bu kavram kendisi için hiçbir şey ifade etmiyordu artık. Hayatında ilk kez kendisinde bir sorgulama isteği duyumsadı ve isteği geri tepmeden sorguladı pek çok şeyi. Kendi hayatına bir başkasının hayatıymış gibi baktı. O zaman anladı, pek çok şey aslında zor değildi. İnsan zoru kendisi yaratıyordu. İçindeki sorgu çok sert bir hal almıştı. Kendisini zorluyor, yaptıklarına anlamlar yüklemek istiyordu. Son yaşadıklarından başlayan sorgu, daha da derinlere hatta bazen çocukluğuna gitti. Psikologlar haklı mıydı? Sokak aralarında unutulmuş bir çocukken aslında dünyanın kendisine hiç de gösterilmediğini fark etti. Kimisi pilot olmak istiyordu, kimisi doktor, kimisi öğretmen ama kendisi ne istemişti? Amcasını kıskanıp da polis olmak istemişti fakat bu sadece kıskandığı içindi. Sorgularken farkına vardı ki istediği şey, bozulan eşyaları tamir etmekti. Evet, eskiden buna bayılırdı fakat annesi ya da babası ne zaman bozulan bir şeyin içine açsa, düzeltmeye çalışsa hemen engel olmuşlardı. İnsan, kendi hayatını geçireceği mesleği seçerken neden başkalarının etkisi altında kalır ki? Kim bilebilir ki sana göre iyinin ne olduğunu? Bu lafı edenler sahiden iyiler mi? Kendi hayatını devam ettireceği meslek için de çok çeşitli öneriler sunulmuştu da birisi de olsun ne olmak istersin dememişti. Toptan kumaş satan bir dükkanda çalışmak hayallerinin neresinde vardı? Ama iyi para kazanırdı sırtı yere gelmezdi. Meslekler hakkında sorgulamayı uzun uzun yaparken artık hayatının geri kalanını geçireceği şehre geldi. Şehir merkezine inip dolaşmaya başladı. Hava kararmak üzereydi. Sessiz bir şehre benziyordu. Elinde tuttuğu çocuğunu çekiştiren bir kadın geçti yanından. Telaşını merak etti ama soramadı. Daha fazla dolaşmak istemiyor, bir otel bulup konaklamak istiyordu. Bir elektrikçi dükkanına girip sordu otelin adresini. Adam uzatmadan tarif etti.
13
Bir sigara yaktı. Başını kaldırıp etrafa dikkatle bakıyor, bir yandan da yemek yiyebileceği bir yer arıyordu. Gördüğü üç lokanta da kapalıydı. Birden bir silah sesiyle irkildi. Sonra silah sesleri artmaya devam etti. Yakın bir yerlerde bir çatışma vardı sanki. Bir önceki durağında onu otobüse bindiren ses tekrar dirildi; “Haydi, kalk gidelim. Burası güvenli değil.” Diye bağırdı. Kulak bile vermedi. Ağır adımlarla otele doğru ilerledi. Elinde silahla koşan biri geçti önünden. Bir süre sonra döndü, Ferit’e baktı adam. Yüzünü seçmeye çalışıyordu. Ferit adama baktı, elindeki silaha baktı. Adam bir süre daha durduktan sonra koşmaya devam etti. Yavaşça çaldı otelin kapısını. Sonra artırdı vuruşlarını. Otelin kapısı oldukça geç açıldı. Otelin sahibi, açmamaya yemin etmiş bile olsa da bu kadar ısrarla çalan adamı merak edip açmıştı; Sen kimsin, ne var? Ben uzaklardan geldim. Oda istiyorum. Sen onlardansın değil mi? Sığınacak yer arıyorsun. Ölüyor musun, ne yapıyorsan yap! Benim otelimi karıştırma. Burasını talan edersiniz. Bak, yanlış anladın. Kapı kapandı. “Eğer, onlardan yani kimden bahsettiğini bilmiyorum ama o bahsettiklerinden olsaydım bu dışarıdaki silahlı insanlardan yani, bence seni çoktan öldürmüştüm. Ne elimde silah var ne gidecek yerim. İzin verirsen hikayemi anlatırım sana.” Dedi. Yaşlı adam kapıya yapıştırdığı kulağını çekti. Kapıyı aralayıp tekrar Ferit’in yüzüne baktı; “Kimsin sen?”. “Ferit, izin ver de tanışalım.”. Ferit’i lobideki deri koltuğa oturtup bir de su getirdi. Sonra tekrar içeriye gidip elinde bir tüfekle geri döndü. Tüfeği Ferit’e doğrultup sakince “kimsin sen?” sorusunu yeniledi. Ferit konuşmayınca adam silahını ufak hareketlerle aşağı yukarı hareket ettirerek bir adım attı. Kaşlarını çatıp bir adım daha attı. Tüfeğini Ferit’in ayaklarına nişan alıp, hiç kaydırmadan başına doğru kaldırdı. Ferit yutkundu. “Ben, burada yaşamaya geldim. Buradaki ilk günüm.”. Adam kaşlarını hiç gevşetmeden silahla kapıyı gösterdi. “Burada kalacak adam bu saatte gelmez. Sen ya onlardansın ya ötekilerden. Senin burada saklandığını duyarlarsa dükkanımı mahvederler. Hoş beni de öldürürler. O zaman dükkan tasası mı kalır? Git buradan.”. Ferit birden kaybedecek hiç bir şeyi olmayan bir adam olduğunu hatırladı. Silahın namlusuna baktı, namlunun içinden mermiye seyreden karanlık ince boruya. Adamın titreyen ellerine, alnından kaşına kayan ter damlalarına. Baktığı her yer bir yudum daha hatırlatıyordu ona kimsesizliğini. “Annem” diye düşündü zaten ağlamıştı ağlayacağı kadar onun gidişinde. Bir insan annesinin kendisi için daha fazla ağlamayacağını düşünüyorsa çok yaşamamalıdır artık. Çünkü anneler hisseder ve evlatlar bunu bilmek zorundadır. Bir an düşüncelerinden sıyrılıp içinde bulunduğu ana düştü. “Gidecek yerim yok. Sabah giderim istemezsen. Bir yerlerden kaçıyordum yolum buraya düştü, hepsi o kadar.”. Adam silahını indirdi. “Yani sen ne onlardansın ne ötekilerden, öyle mi?”. “Onları da ötekileri de tanımam.”. Yaşlı adam yere baktı, yutkundu. Alt dudağıyla üst dudağını ittirip konuşmak için ağzını araladı ama konuşmadı. Hızlı bir hareketle tekrar tüfeğini Ferit’e nişanladı; “Ama yalan söylüyorsan?”. Ferit, alakasızlığına dair bir kaç cümle daha kurduktan sonra adamı ikna etmeyi başardı. Lobideki masanın etrafına oturdular. Ferit bir yudum daha içti suyundan. Adam kalacağı odaya dair bir kaç ufak tefek bilgi verdi sonra da eklemeyi unutmadı; “Sabah, gideceksin…”. Ferit çaresizlikle onaylayıp kalacağı odaya geçti.
ATARAKSİYA
A ROMAN Oda küçücüktü, krem rengi yatak örtüleri temiz gözüküyordu. Perdeleri aralayıp sokağa baktı. Elinde satırla koşan insanları gördü. O insanları izleyen karşı penceredeki silik bir yüzü fark etti. Gülümsemek için göz göze gelmek istedi ama perdedeki silik yüz başını kan akıtmaya meyilli insanlardan kaldırmadı. Arkasına dönüp yatağına oturdu. Bir sigara yaktı. Odadaki telefon beni nasıl fark etmezsin dercesine bir gürültüyle çalmaya başladı. Otel sahibi, Hamit, aç olup olmadığını sordu. Açtı, adam da bir sandviç getirdi. Neden başka yer değilde burası. Yaşadığım yerden ayrılınca, attım kendimi otobüslere. Yolum buraya çıktı. Nerede yaşıyordun? Çingene şehri derler, bilir misin? Bilirim. Aslında orada hiç çingene yaşamaz. İnsanlar işte, bazen görmek istediğini görüyorlar. Nede ayrıldın oradan? Bazı şeyler yaşadım. Orada daha fazla kalamazdım. Orayı tamamen unutmak istiyorum. Başka bir şehirde yaşamak, çalışmak istiyorum. O zaman git, burası sana göre değil. Neden? Burada bir savaş var, amansız bir savaş. Bitmeyecek bir savaş çünkü savaşın nedeni yok. Nedensiz savaşlar bitmezler. Çünkü insanlar birbirlerini vurmaktan nedensiz olduğunu anlayamazlar. Keşke adam akıllı bir nedeni olsa, bir kazanına da olur o zaman. Sen, çok enteresan konuşuyorsun. Böyle şiddet dolu bir kentte hemde. Beni boş ver, sen buradan git. Daha güneyde çok güzel yerler var. Biraz çalışırsın orada. Sonra daha güneye gider, bir ev alırsın, bahçede domatesin falan yaşarsın. Sen neden gitmedin? Bazı çiçekler, her saksıda yaşayamazlar. Nereden öğreniyorsun sen bu lafları yahu? Sandviçin biter bitmez yat. Cama fazla yaklaşma. Bu savaş neden? Nedensiz dedim ya Neden başladı peki? Bir yatır meselesi. Buradaki su sorununun giderilmesi için yatırın yerinin değişmesi lazımdı. Bazıları hemen yapalım dediler, ötekilerde bunlara dinsiz imansız dediler. Sonra olaylar büyüdü. Şimdi bu şehir sizin mi bizim mi diye birbirlerini vuruyorlar. Sanırım öldüklerinde anlıyorlardır. Neyi? Bu şehir, ölülerin değil. Sen peki, hiç bir tarafta değil misin? Yat artık, Sabah konuşuruz. Adam odadan çıktı. Ferit bir sigara yaktı. Ellerini arkaya atıp yatağa bastırdı. Gövdesinin ağırlığını kollarına yüklerken ağzında sigarasını gezdirdi. Düşürmek üzereyken aldı. Sigarası bitince cama yaklaştı. Hamit’in yüzü belirdi birden. Sağ elini yumruk yapıp kaldırmış, işaret parmağını fırlatmış sallıyordu. Yatağına uzandı. Ellerini ensesinde kavuşturup tavanı seyretti. O an, aklına Zeynep gelmiyordu. Aklına vuran tek şey yalnızlığıydı. Yalnızlığını bastırmak için bir şeyler düşünmeye çalıştı. Ama ne mastürbasyon yapmak, ne uyumak, ne mekik çekmek cazip gelmedi. Yalnızlığına teslim etti kendini.Yalnızlık sexapalitesi yüksek bir hatun gibidir. Ateşlidir, baş döndürücüdür siz de ona hemen sahip olmak istersiniz. Fakat yalnızlık, travestidir. Siz, ben düzdüm sanırken aslında sizi düzen odur. Ferit, kimseye hesap sormadan gezmek, sigarasını yakmak, yatakta mıymıntılık etmek gibi zevk süreceği aşamalardan yalnızlığın kendisine tecavüz ettiği, yüzüne yüzüne kimsesizliği vurduğu zamanlara gelmişti. Kalkıp dolaşsa, ne işe yarardı ki. Yalnızlığını düşünmeye başladı. Aklına bir şiir geldi, asker arkadaşının defterinde okumuştu;
14
Saçları örülür mü yalnızlığın? Tırnaklarına French yapılır mı mesela? Beraber film izlerken sonunu söyleyip sinir edilebilir mi? Yaptığı yemeğe karışılabilir mi? Kalbini kırıp da öpülebilir mi sonra? Sabah uyandığında kahvaltı hazırlanır mı yalnızlığa? En iyisi zıbarıp yatmak dedi ve uyudu. Uyandığında saate baktı. 3’tü. İnanamadı tekrar baktı. “Ben bu kadar uyudum mu lan?” diye fırladı yataktan. Mahmur gözlerle odayı süzüp başından geçenleri hatırladı. Tekrar saate baktı. Uyumuştu o kadar. Çıkarmadığı için üzerinde kırışan kıyafetlerine baktı. Tuvalete girip çıktı, aşağıya indi. Hamit gözlüğünü takmış, önündeki kağıtlara yazılar yazıyordu. Kafasını kaldırıp baktı. Konuşmadan süzdü bir süre; İyi uyudun mu? Çok uyudum. Şurada mutfak var, geç otur sana bir şeyler hazırlarım. Sana da yük oluyorum. Gideceğin yeri düşündün mü? Nereye gideyim ki? Kolayca iş bulabileceğim bir yer lazım. Adam yüzünü inceledi Ferit’in. Ağzını araladı, konuşmadı. Mutfağa girdi, Ferit de peşinden gitti. Bak delikanlı, istersen burada çalışabilirsin. Benimde birine ihtiyacım var. Ama ne onlardan olacaksın, ne ötekilerden. Tamam mı? Sahiden mi? Bana bir daha sahiden mi diye sorma! Bu sorudan nefret ederim. Ben boşa konuşan adam mıyım ki bazı sözlerim sahiden olmasın. Neyse, çok bir para bekleme. Çalışmanın karşılığında burada kalırsın, yemeğini yersin. Sana da duruma göre aylık bir şeyler ayarlarım. İnanın çok teşekkür ederim… Teşekkürleri sevmem, özürleri de… Benimle iyi geçinmek istiyorsan bunları unutma. Peki ben burada ne iş yapacağım? Ben yokken resepsiyona bakacaksın. Odaları temizlemeye yardım edeceksin. Çok müşteri gelir mi buraya? Sence? Bu savaş bizi mahvetti. Yine de 3 5 birileri geliyor. Şurada kitaplığım var, sıkılırsan oradan alıp kitap okuyabilirsin ama üzerlerini karalayım, işaret koyayım falan deme sakın. Anlaşma sağlanmıştı. Ferit huzurla kahvaltısını etti. Peynir, zeytin, bal, reçel sırayla keyfini sürerken damağının, o heyecanla etrafı süzüyordu. Dışarıda tatlı bir kalabalığın sesleri vardı. Sanki gece birbirlerini vuran insanlar bunlar değildi. Kahvaltısını ettikten sonra sofrayı topladı. Dikkatlice gezdi lobiyi, kitaplığa girdi. Kitaplar büyük bir özenle dizilmişti. Demek bu ihtiyar adam, buradaki kitapların hepsini okumuştu. Belki de o yüzden böyle bir garip konuşuyordu. Rastgele bir kaç kitabı alıp eline, göz gezdirdi. Okuduğunu beyninde yaymadan yerine koydu. Kafasını sağa sola yatırıp kitap isimlerini okurken birden bir sesle irkildi; “Kimsin sen?”. Sert olmaya çalışan mavi bir kadın sesiydi bu. Telaşla arkasına döndü. Aynı tüfek yine kendisine doğrultulmuştu. Bu sefer karşısında masmavi gözleri çatık kaşları arasında kaybolmuş, iki yana ayrılmış saç örgüleri omzuna düşmüş, kaküllü bir bayan vardı. Tüfeğini hiç hareket ettirmeden sorusunu yeniledi. Sesi maviden kırmızıya kaymaya sertleşmeye başlamıştı. Ferit “Yine mi?” dedi. “Ne yine mi? Kimsin sen?”. diye yeniledi mavi gözlü kız. Ferit yutkundu. Yine tüfeğin ucundaki mermiye seyreden karanlık yola baktı. Annesi bu sefer aklına gelmedi. Bu sefer düşüncesiz kalmayı başarabilmişti. 2 Bölümün sonu
KÜLT FİLM MURAT İLE NAZLI
SEVMEK ZAMANI Aşk birini sevmek, onu tanımak ve sonra ondan sıkılmak evrelerinden oluşur. Nasıl bir tutkuyla bağlanırsak bağlanalım bu evrenin kusursuz işleme olasılığı bir hayli yüksektir. Tabi bu önermeyi alt üst eden çiftler de yok değildir ama bu önermeyi hayatının gedik noktasına koyan bir adam nasıl aşık olabilir? Bir insana aşık olması mümkün müdür? Ona kirli elbiseleriyle baktığı zaman bile gülebilecek biri var mıdır?
Müşfik Kenter’in hayat verdiği felsefik karakterimiz(Halil), yazlıkları boyayarak geçimini sağlamaktadır. Bir gün girdiği bir evde boya yaparken aşık olmuştur. Fakat aşık olduğu bir insan değildir de, onun bir resmidir. Artık sık sık o eve gitmekte, sevdiğine bakarak sigara içmekte ve müzik dinlemektedir.Peki ya bir gün aşık olduğu resmin sahibi çıkıverirse karşısına? O zamanda sevebilecek midir? Seme Özcan’ın hayat verdiği Meral, bu durum karşısında ne diyeceğini, ne yapacağını bilememektir. Tek istediği şey, olan şeylere mantıklı bir açıklama bulabilmektir. Müşfik Kenter’in beden verdiği Halil’se şöyle açıklar durumu; ”Ben sana değil resmine aşık oldum! Duvardaki resmine baktım sevgiyle şefkatle doluydu gözlerin,sonra utandım kafamı çevirdim tekrar bakmaya cesaret edemedim,cesaretimi toplayıp tekrar baktığımda sen yine sevgi ve şefkatle bakıyordun bana,üstelik sakallarım uzamış elbiselerim kirliydi…” Hikayenin geri kalanını öğrenme şerefini gözlerinize bırakıp Metin Erksan’a değinmek istiyorum. 1965 yılında siyah, beyaz olarak çektiği bu filmle, Türk sinemasında yeri her zaman ayrı olacak bir baş yapıt bırakmış. Bugün bu filmden 48 sene uzaktayız, uzaktayız da böylesine mükemmel bir hikaye anlatışına, büyüleyici bir sunuma nedense milyonlarca ışık yılı uzaktayız. Bir çok uzak plan çekiminde hele ki son sahnede o zamanın teknolojisiyle üstesinden çok zor gelinebilecek bir başarıya imza atmış yönetmen. Filmi izlerken, kendinizi ekran karşısında değil de olayları izleyen 3. bir kişi gibi hissedebilirsiniz. Zaten usta yönetmen olmakta seyirciyi perdeye baktırmak değil, seyirciye perdeyi unutturmaktır. Umarım yağmurlu bir günde, çayınızı yudumlarken yalnız başınıza izlersiniz bu filmi. Şimdiden iyi seyirler dilerim.
15
Belki kiminiz bu filmi izlediniz, kiminizse duymadınız bile. Sahiden, Yeşilçam’da duyulmayan öylesine eşsiz eserler var ki. Sizi bugün bunlardan biriyle daha tanıştıracağım. Türk sinemasında “Jön” diye tarif edilen kelimenin sözlük anlamı var başrolde; Cüneyt Arkın. Ona eşlik eden aktrisse Türkiye’nin en güzel kadınlarından biri fakat onun en çok hatırlanan yanı, g çok bakışları; Fatma Girik. Bu iki dev, bir filmde birleşirse ortaya kötü bir şey çıkmaz elbet. 1972 yılında çekilen filmin yönetmen koltuğunda Memduh Ün oturuyor, Hikaye ise Duygu Sağıroğlu’na ait. Hikayemiz bir çok Türk filmde işlenen Kan Davasıyla başlıyor. Kan davasından uzakta okutulan Murat, doktor olup köyüne döner ve döndüğünde bu dava hala sürmektedir. Fatma Girik’in hayat verdiği Nazlı ise, Murat’ın sülalesinin kan davalı olduğu sülaledendir. Çok basitçe tahmin edilebileceği üzre iki kahramanız arasında aşk başlar fakat bu aşk imkansızdır.
İnatçı dokturumuz Murat’ı ise bu dava vazgeçiremeyecektir. Filmin hikayesi hakkında anlatıcaklarımıza burada nokta koyup 30 yıllık bu uzun hikayeyi mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Bu film sizde mutlaka bir iz bırakacaktır. Filmin eşsiz müziğini her duyduğunuzda Fatma Girik masmavi gözlerinizle size bakacaktır. İzlemediysen, hiç vakit kaybetmeyin
M KUŞAĞI EQUUS
ÇÖKÜŞ "Çöküş" Hitler’in son günlerini anlatıyor. Sığınağında geçirdiği bir kaç günle gösteriyor bize Führer’i ve onun genarellerini. Arka planda tabiki de 2. Dünya savaşı var ve savaş tüm çıplaklığıyla; yaşlı, kadın ve çocuk gözetmeden doğurduğu ölümleriyle ve vahşetiyle anlatıyor. Hitler sığınağında hala büyük bir zaferin, dünyada yalnızca Alman halkının kurulabileceği inancının planlarını yaparken silah arkadaşları yenilgiyi çoktan kabullenmiş ve kendini içkiye vermiş durumda. Hem cumhurbaşkanı hem başbakan olan Führer’in emirlerinin dinlenmediği bir dönem anlatıyor bize. Bu cani savaş dahisi, ordusunun donarak öldüğünü bilmiyor ve ordunun gelişiyle Rusların Berlin’den defedilebileğine inanıyor. Filmin öyküsü kısaca budur. Ben bu filmde bir kaç şey üzerinde durmak istiyorum. Bu film bize Führer’in insan olduğunu anlatıyor. 6 milyon kişiyi öldürmüş birinin bile bir kalbinin olduğunu anlıyoruz, onu ağlarken görüyoruz. Zafere inancı o kadar büyük ki, kaybetmek kesinleşince ağlıyor. Aynı zamanda onun bu katliamları kendi egosu uğruna değil, dünya barışını sağlamak için yaptığını görüyoruz. Bu katliamlarını filmde şu örnekle açıklıyor ; "Başlangıçta maymunlarında değişik ırkları vardı. Sonra en güçlü olan ırk diğerlerini yok etti ve şimdi bütün maymunlar huzur için yaşıyorlar. İnsanlarında huzurlu yaşamaları için bunu yapmaları gerekiyor." Führer’in kurduğu bu cümle tam bir müzakere konusu. Doğru olduğunu savunanlar mutlaka olacaktır. Öncelikle Hitler’e bu cümleyi kurduran etkeni bulmak gerekir. Almanya’da yahudiler ve Almanlar birlikte yaşadılar. Yahudi ırkı hızla yükselirken, Alman ırkı fakirleşiyordu. Yahudiler kendinden olanları koruyup, kollarken Almanlar için hiç destek olmuyolardı fakat köstek kısmını bilemiyorum. Böyle bir tablo varken, Hitler yukarıdaki örneğin insanlar için geçerli olabileceğine inandı. Bir diğer değinmek istediğim nokta şudur; Hitler Berlin’i kaybettiklerine inandığı sahnede genarellerine bağırmaya başlıyor ve o sıra şuna benzer sözler çıkıyor ağzından; ” Siz genaraller akademide yetiştiniz. Orada çatal bıçak tutmasını öğrendiniz. bu yüzden korkaksınız. Ben hiç akademiye gitmedim bu yüzden bu kadar cesurum. Stalin akademiden yetişenleri idam etmişti, ben de aynısını yapmalıydım!” Yine çok tartışılıcak bir cümle. Savaşları kazandıran yada kaybettiren inançdır. Biz Kurtuluş savaşında o kadar eksiğimize rağmen kazanabildiysek bunun tek sebebi zafere düşmandan fazla inanmamızdır. Hitler bu sözüyle onu vurguluyor. Akademide ülkeyi sevme duygusunun değil, asker olma duygusunun verilmesinden yakınıyor ve bu yüzden onların bu ülkeye, savaşa yeterince inanmadığını bu inançsızlığında savaş kaybettirdiğini söylüyor. Bu gerçekten yabana atılabilecek bir şey değil. "Yarın milyonlarca insan beni lanetleyecek, N’apalım" cümlesi oluyor Führer’in son sözü, sonra yakılıyor. Film savaş bitişiyle de bitiyor. Teknik olarak eleştirilebilecek pek bir yanı yok. Her detayın üzerinde fazlaca durulmuş fakat intihar sahnelerinde az kan kullanıldığı kanaatindeyim. Gerçekten de 44’lük bir yönetmenlikle çekmiş filmi Oliver Hirschbiegel . Dipnot olarak filmin Hitler’in son özel sekreterinin gözüyle anlatıldığını belirtmek isterim
Hani öyle bir film düşünün ki bittiğinde göğüs kafesinizde bir yumruk hissedebilirsiniz. Eleştirel, muhalif filmleri biliriz. İşin içine biraz mizah katar alttan alttan mesajlarını verirler. Ya da daha sert olanları vardır onlar da oldukça sert bir mesaj verirler ama bir film ne kadar sert olabilir? Peki ya bu eleştirileri insanın psikoloji üzerinden yapsalar ne çıkar ortaya? EQUUS! Çocukken gördüğü bir ata hayran olmuş ve sonra bu hayranlığı aşka dönüşmüş bir adamın hikâyesi bu. Çırılçıplak, atların gözlerini oyan bir delirmişin hikâyesi gibi gelebilir size ama hissederseniz çok daha fazlası. Hangimiz normaliz, kendimizi normal sayabilmek için hangi çizgilerin üzerine basıyoruz? Hayatta hissettiklerimizi hissettiren bir neden var mı? Acaba gerçekten özgür müyüz yoksa adına “tutku” dediğimiz bir iple bir kazığa bağlanmışız da o kazığın etrafında mı dönüyoruz? Döndükçe dolanıp, dolandıkça ölüyor muyuz? Hayır, Bu Alan’ın hikâyesi değil! Bu bizim bağlı olduğumuz kazığın hikâyesi. Bu Hikâyeyi öğrenmeye hazır mısınız?
Çılgın bir psikiyatrın Alan’ın sorununu keşfetme macerasında, sorunun kökünün böyle bir dünyada yaşamak olduğunu, bizi nasıl esir ettiklerini, hayatımızdaki normal kavramını alt üst edip bize kendi normallerini dayattıklarını, dayatamazlarsa bizi delirttiklerini izliyoruz. Film 1977 İngiltere yapımı. Başrollerdeki Richard Burton ve Peter Firth’ın performanslarıysa filmin bir diğer en önemli artısı. Filmin yönetmeni; Sidney Lurnet. İyi seyirler
ataraksiya.tumblr.com
16
BİR KADIN
Murat Kaleli mezarvirtuozu.tumblr.com
Korkular amansızca yayılırken, Maviliklere. Saadet çığlıkları. Şehadetleri gölgede bırakıyor… Neydi huzur ? Neydi hınca hınç masumiyet hırçınlığı ? Gözleri kanatan bu yara Bu çığlık sessizliği Uzanıyor gökyüzü Kimseden bir haber yok. Ecnebi memleketlerden gelen gemiler… Halsizlikle boğuşuk.. Gözlerinde matem katreleri, Yolcular ağlıyor hep. Bir kadın,ağlıyor hep. Bir kadın anneliğe soyunuyor… Bir kadın,ağlıyor.. Sigarası dudağında…
Betül Aslan TÜKENİYORUM icimdekikaranlikk.tumblr.com
Biliyorum. Kendimi karanlığa atıyorum,boğazımı sıkmalarına izin veriyorum.Peki ya sen? Sen de öyle değil misin? Bıkmış,yorulmuş ve sürekli kaçan.Kaçıyorsun. Benden,kendinden her şeyden kaçmayı seçiyorsun. "Daha fazla konuşmanı istemiyorum." "Yine kaçıyorsun." Yorulmadın mı sonu olmayan gidişlerden,gidemeyişlerinden. Zihnimde yankılanıyordu cümleler,adeta bir medcezir gibi çalkalanıyordum.Susturmalıydım zihnimi becerebilirseydim şayet. Bütün cümlelerimi sana adadım,bütün gün ışıklarımı yüzüne işledim. Sevmenin vücuda bürünmüş haliyle sana geldim. Tükeniyorum. Gün geçtikçe tükeniyorum.Parçalarımı bulamaz hale geldim.Korkuyorum,yalnızlık haddini aştı.Söz geçiremiyorum. Kabul etmiyor sen hariç nefesleri. Sen hariç boğuyor beni yalnızlığım. "Gel artık."Ölmek istemiyorum. Ölüyorum. Uzun zaman geçti yokluğundan,sevgim acıdı.Kurudu pencere önü çiçeklerim.Sarardı fotoğrafların odam her geçen gün daha fazla siyahlaştı.Kimse istemedi beni,yokluğunda. Sen varken anlamım varmış gibi baktılar bana. Sen hiç gelmedin,yoksa.. Dağıldım,biliyorum istemiyorsun,tükeniyorum,ölüyorum. Cümlelerim yorgun ve yürümeyi bilmiyor. Beni biraz sever misin?
Tek bir el, Tüm çıplaklığını örtüyor. Tek bir el, Günah kokuyor. Tek bir el, İşaret ediyor Tanrıyı. Tekbir el… Mum ışıkları aydınlatıyor odaları Duvarlar;şehvetin son basamağı Duvarlar,kokuna mahpus Duvarlar;yalnız,sen… Gücüme gidiyor sevdiğim; Sırtının soğuk tarafı. Beni affet bu gece…
17
Bulutların Gözyaşları
mâh-i tab
Dört Satır
mehtapkarayigit.blogspot.com
Yine yağmur başladı Sen severdin yağmurun tenine değişini Yapraklarla dans edişini izlemeyi Ben sevmezdim oysa ama yine seni kıramaz girerdim koluna Yürürdük ta ki yağmur vazgeçinceye kadar bizden Sessiz karanlığın bölünüşüne kadar konuşurduk Ben bir türlü anlayamazdım senin yağmur sevdanı Kimi zaman kıskanırdım da Şiirler yazardın okumaya doyamadığım Sanki yağmur olmasa eksik kalacakmış gibi hepsine yazardın Hepsinde bir başka güzel anlatırdın Beni anlatırdın ama yine o vazgeçemediğin yağmur damlalarına benzetirdin; ''Gecenin karanlığında, Bembeyaz bulutlardan nazlı nazlı inen yağmur tanelerinin Daha inmeden bulutları özlediği gibi özlüyorum seni..'' Ağladığımı farkedince gözyaşlarımı siler yüzümü iki elinin arasına alıp ''Ama yağmur damlaları ağlamaz ki onlar bulutların gözyaşlarıdır Kimi zaman mutluluktan kimi zaman hüzünlenince, Şimdi sen ağlarsan dayanamaz bulutlar’’ der Yine beni güldürmeyi başarırdın Ben ise sana sarılırdım Sonra bırakırdım yağmurların bulutları bıraktığı gibi Şimdi anlıyorum yağmuru neden sevdiğini Sende benden yağmurların bulutları bıraktığı gibi gitmedin mi ?...
18
Bir tarih kitabı bir insanı ne kadar hatırlatabilir Hangi savaşın içinden çekip alırsın onu Bulmaklar peşini kovalar bazen Sen canperâne kaçmaya çalışırken Bir tarih kitabı nasıl şiir yazabilir Bilinmeyen zamanların içine düşersin,gözlerine dolar mısralar Zihnine bir fotoğraf düşer kaçtığın sokaklarda Adını dâhi unuttuğun bir şarkı Zaman değiştirir,mekan değiştirir,mevsim değiştirir ruhuna Bir tarih kitabı bir insanı nasıl hatırlatabilir Hangi yüzyıl, hangi devir anılarını serer önüne Sen mi kovalarsın hatıraların peşini,hatıralar mı senin Yoksa bir şarkının dediği gibi Neyi arıyorsak, onu mu buluyoruz Bir tarih kitabı kaç hâle büründürebilir insanı Kaç başkent değiştirir yüreğin aynı anda Kaç ihtilâl yorar ruhunun mihenklerini Gözlerinden boşalır,gözlerine dolanlar Yılları peşpeşe sayarsın Bir tarih kitabının sarı sayfalarında Dört mısra yeter seni şair yapmaya ''o şehirden geçiyordum, gözlerim doldu gözlerime doldun gözlerim seninle doldu sen gözlerimden boşaldın.'' not:soru işareti ve diğer noktalama işaretlerini çoğu yerde kullanmadım.okurken gözünüzü yorsun istemedim.çokta sevmem zaten.belki birazda attila ağbimize öykünmüşümdür,muhtemeldir. :)
Caner Yoloğlu
Yağmur
caneryologlu.tumblr.com
Şeyda Yılmaz yorgunellaninkalemi.blogspot.com
Yastık Altı Çok özeldir yastık altı. Kiminin orada gizlidir hayatı, Kiminin sırrı.. Beklerken vuslatı, Gizli bir anı.
Ağırsa geçmişte kalanlar, Acısı büyükse, unutulmazlar. Ansızın hatırlanır, Durmaksızın ağlatırlar.
İçini kağıda döken bir insanın bütün yazdıkları. Çok özeldir yastık altı.
Bıraktığın gibi kalmaz geçmiş, zaman, anılar... Özlemek insanı en çokta bu sebepten yaralar. Ama ölmek değildir özlemek. Elbet bir çaresi var.
Rimel bulaşıklı peçete atıkları, Büyük büyük aşkların ayrılık anları, Ayrılıkları sonrası.
Kim bilir? Belki birgün bulutlar, Yağmur olup, Yalnız senin için yağar..
Vuslattan sonra ağlayarak uğurladıkları.. Yastıkla müziğin arkadaşlığı, Yüzüne değen o ıslak, gözyaşları.. Ninniyle uyur gibi, yatıştırırsın acıları.. Biraz uykuyla kapatırsın belki Açık olan yaraları ..
19
Berfin Özge Özdemir bitmeyenarayis.blogspot.com.tr
SONSUZ GECE
Melike kulturmantarii.tumblr.com
Her sabah yeniden doğuyorsam eğer, bugün ben çok farklı biri olarak uyanacağım. Öncelikle, dünün depresifliğini atacağım üzerimden. Özgür ve cömert geçecek bütün günüm. Bozulmamış halini bilmediğim bir yapbozun parçalarını alacağım önüme, canımın istediği gibi birleştireceğim. Yani, yeni doğan ruhumu canımın istediği gibi besleyip büyüteceğim. Bir çerçeveye bağlı kalmadan. Zihnimin içinde 'hey o parçayı yanlış yere koydun' diyen birisi olmadan. 'Yanlış yapa yapa nasılsa doğruyu bulurum' diyeceğim birisi olmadan. Yeni bir tarz oluşturacağım mesela. 'Ayy o eteğin altına o ayakkabı olur mu?!' diyenleri umursamadan, dilediğimi giyeceğim! Belki daha sonra anlayacağım o ayakkabının başka bir eteğe yakışacağını, belki de çok memnun olacağım bu aykırılığımdan! Denemeden bilemem. Film arşivimi yenileyeceğim mesela. Romantik, komedi, dram, aksiyon, korku... Ne varsa dolduracağım! 'Ben sadece bilimkurgu seviyorum.' 'Aksiyon filmlerine hastayım!' 'Gideceğiniz film romantikse geliyim, yoksa sıkılırım.' diyenlere inat; komedi'den başlayacağım, korku'ya kadar... 3 Idiots, Skyfall, Sherlock Holmes, Life as We Know It, The conjuring... Hepsine de bayılacağım! Belki birçok duyguyu birden içimde barındırmak ağır gelecek, belki de duygukuşağı olmaktan neşe duyacağım! Hepsinden yakalayacağım ayrı replik olacak çünkü. Kendimi bir kütüphaneye kilitleyeceğim mesela. Her türden bir ısırık alacağım. Biraz "Milena'ya Mektuplar" dan, biraz "Şeker Portakalı"ndan, biraz "Sultanı Öldürmek"ten, biraz "Aşk"tan... Hepsinde, fosforlu kalemle üstünü çizeceğim satırlar bulacağım, biliyorum. Yazarlarını ayırt etmeyeceğim bu yüzden. Ha bir de; bir kitap okuduğunda, zihnindeki evinin bazı eşyaları yer değiştirir. Pencere önü boş kalsın, içeri dolu dolu hava gelsin dersin. Çiçekleri daha çok güneş gören bir yere alırsın. Sabitlenmiş mobilyalara özgürlüklerini bağışlarsın. Özgürlüktür kitap okumak, satırlarda kaybolmak. Aşık olacağım mesela. Kilometrelerce ötedeki birine. Farklı dinden, farklı dilden, farklı ırktan biri... "Olur mu öyle dokunmadan, koklamadan sevgili mi olunur?" "Ooo bu kadar farkla o biraz zor!" diyenlere inat, puzzle'ımın tam ortasına yerleştireceğim bu aşkı. Güneş üzerimize farklı açılarla düşecek belki ama ikimiz de aynı derecede ısınacağız derim herkese. Kim bilir? Belki haklı çıkarım. Neden olmasın? Hem bu puzzle özgürlük ve cömertlikle tamamlanmayacak mıydı?
Yine umursamazlığın kucağı Yine o boşver diyen ses içimde Bir gece yine ki Dünyanın başından beri Aynı nefeste Hep aynı nefeste yaşıyor kimsesizliği Sonsuz kadar bir hissizlik giymiş üstüne Beni sormayın Ben biriyim Gece çökmüş üstüme Baharım laciverte batmış En koyusundan gece mavisine Ben biriyim ama Bir olmak,yalnız olmak En çok bana yakışmış Kelimelerim yalnızca kendi suretiyle muhabbette Ellerim birbirlerine bile yabancı Ayrı evrenlerin tek sahibi olmaya alışmış Bu yüzden işte Bana aşk deme Bilinmeyen bir zamandan kalma bir iz Dökülmüş bir sıva o Emek emek ördüğüm duvarımda Ve gökyüzüm tek kişilik Gecelerim bana bile fazla Ben bir geceyim Bitmeyen bir gecedeyim Kimsesizlik en çok bana yakışmış
20
Filiz Yıldırım Denizin suyu
Bi’çocuk, Saçları, siyaha karışmış… Yorgun, Duvarlarının grisi, öfkeli… Kuşlar, örtüyor; bu vakitler, yüzünü… Mevsim, mayıs; Avuçlarında, tütün kokusu; Kendini, arıyor… Sesi, En çok, geceleri susmuyor… Elimde, karanfil kokusu, İçimde, bi’çocuk; İçindeki, çocuğu arıyorum… Ben, her gece; Maviye, çalan; Avuçlarından, öpüyorum…
Sesin, üç kişi; Sen, ben bi’de çocuk… Gözlerin, göğün mavisi; Avlusunda, çocuklar oyun oynuyor… Tenin, cennetin kokusu, Görkemli, bi’rüya sanki… Şimdi, susuyorsun; Sesin, bir çığ gibi kulaklarıma düşüyor… Ve geriye sadece adın kalıyor.
21
Kabahatim var Mustafa Enver Tanrım
metanoiatr.tumblr.com/
Mehmet Ali Baş www.antoloji.com/mehmetalibas/siirleri/
Siyah Beyaz Hüzün kokardı Perihan
Günün debdebesi içinde oturuyordum,
Sensizliğide mi görecekti Benim zavallı gözlerim Bilirim Kan kaybından ölmek gibi birşeydir herhalde senden ıramak Ve taş kesilip kalakalmak bıraktığın yerde Yalnızlığımın avlusunda volta atmak hüzünlere
Sen de karşımda duruyordun. Denk mi getirmiştin, belki? Kafam kurcalanmıştı bir saat boyunca, Kelimeler tane tane çıkıyordu,
Sen misin Perihan Sen misin gözlerimdeki feri alan Sen misin yüreğime dolan Ve bir gözyaşı sıcaklığında boşalan Sen misin Perihan Sen misin karşımda bir dağ gibi duran Ve ardından; Gururlu bir ceset gibi, kefenini eliyle biçip kendini yollara vuran Gidişinin ardından ağlamak yakışmaz bana Türküler yakmalı şiirler yazmalıyım sana Hatta sarsılıncaya kadar bedenim, içmeliyim Unutmamalıyım Perihan seni Unutmamalıyım giderken Topuklu ayakkabılarınla geceyi inleten O son senfoniyi
Raks ettiriyordun bir musiki eşliğinde, Ya da ben böyle hissediyordum. Belki dünyayı böyle görmek istiyordum. İçimi sarmalıyordu o kelimelerin, Uzaydaki boşluğa salınan o kelimeler, Benim hücrelerimi buluyordu. Adem’in işlediği günahı anımsatıyordun, Beni gözlerinle ayartmaya, Daldan bir elma kopartmaya teşvik ediyordun. Nergisler çiziyordu boşluğa kokun,
Sen yoksun bundan böyle Perihan Artık hiç kimse Bir tatlı huzur almaya gelmiyor kalamıştan Adalardan bir yar gelmiyor artık bizlere Ve hiçbir gece Ve hiçbir kimse Mehtaba çıkmıyor artık heybeli de Sevdiğim siyah beyaz filmler de Merhem olmuyor yaralı kalbime.
Küçük bir kıvılcım oluşsun istiyordum. Kurguluyordum, yaratıyordum kendime ait bir dünya Sıyrılıyordum o an gerçekten. Dakikalar geçiyor ve sen hâlâ karşımdaydın. Kabahat mi işliyordum Tanrım onu dünyama alarak? Hiçbir şeyin bir nedeni vardı artık Ben hiçliğimin içini dolduruyordum, sen oluyordum.
22
BİLAKİS dergisi olarak her ay, bir tarihi belgeyi tarafsız bier şekilde size sunuyoruz. İlk belgemiz Nazım Hikmet'in Atatürk'e yazdığı mektup;
23
NAR SUYU
Camelot ve Nar: Kral Arthur&Prenses Elizabeth KRAL ARTHUR VE PRENSES ELİZABETH 1.BÖLÜM: NAR SUYU İnsanı hayaller yıkar Ve hayalide insan Eğer kalırsan arada Yıkılan sen olursun hayatta Büyünün etkisine kapılırsan eğer Kapatır penceresini sana sonsuz güneş Ve hep gece yaşarsın hüznüne boğularak Merlin duymaz sesini, Artık Arthur'da olmazsa, Kim kurtarır Camelot'u. Değişmezse fani hayat, Kalmaz o zaman büyülü hayat. Yaşarsın Aşk’ı, Ama büyüsüz. Cadı girer araya yıkar hayalleri, Eğer sen sıkı tutunmazsan büyüye Kalmasın sen olan hayal gücü, O zaman kim yener kötü cadı Morganayı Arthur ve yuvarlak masa şövalyeleri, Onlar sahip çıkamazsa Krallığına, Sen alacaksın, Arthur'dan gücü. Ekskalibur olacak kalbin Vücudun Arthur kadar güçlü, Yüreğin Büyücü Merlin kadar yumuşak olacak. İzin vermeyeceksin, Sendeki sırrı çözmelerine Yaşayacaksın hayatı normal biri olarak Zamanı gelecek olacaksın bir prenses Şimdi susmalı ve yoluna devam etmelisin. Sır ortaya çıkana kadar. . .
Şiiri yazmayı bitirdikten sonra sandalyeme yaslandım. Bir anda aklıma gelen kelimeleri birleştirdiğimde ortaya çıkan şaheser doğrusu hoşuma gitmişti. Büyük Britanya Kralı Arthur, dikkat çekecek bir konuydu. Kâğıdı katlayıp Tarih kitabımın arasına bir yere sıkıştırarak mor çantama atıp odadan çıktım. Merdivenlerden ağır adımlar inerken babamın sesini duydum; ''Bakıyorum erken uyanmışsın.'' kahvaltı masasında günlük yaptığı bir şekilde gazetesini okuyordu. İki saniyeliğine gazeteyi indirerek bana baktı. ''Evet, okula gitmeden Bayan Hock'a vermem gereken bir mektup var. Bu arada annem ve Tristan nerede?'' O sırada masanın üstünde duran bardakta taze sıkılmış nar suyu gözüme takıldı. ''Tahminde bulunabilirim. Tristan'a araba aldınız.'' Bu evde neden sürekli ikinci evlat muamelesi gördüğümü bilmiyordum. Babam bana bakarak ''Nar suyundan anladın değil mi?'' yüzündeki gülümseme beni haklı çıkarmıştı o canavar araba almışlardı. ''Evet baba, ne zaman sinirimi bozacak bir şey yapsanız hemen nar suyumu masaya koyarsınız.'' meyve suyundan bir yudum aldım, tadı enfesti ve taze olduğu belliydi. Babam gazeteyi indirerek yanıma sokuldu. Kravatını gösterdi ve mahcup bir şekilde güldü. Elimdeki bardağı kahvaltı masasına bıraktım. Kravatı yaparken ''Kaç yıl oluyor ve halen kravat bağlayamıyorsun.'' ''Biliyorum ama sen daha güzel bağlıyorsun falan filan.'' kafasını sağa sola yatırarak dalga geçti. Tanrım tam bir keçiydi.
24
‘’Annem kadar olamaz baba.’’ kravatın son adımlarına gelmiştim. ‘’Elizabeth, kendine hep güven kızım. Çok önemli şeyler başarabilirsin zamanı gelince kalbin mantığınla yarışa girecek. Artık kalbinle değil de mantığınla karar vermeye başladığında işte o zaman yetişkin bir kadın olacaksın. İşte o gün büyük kararları verecek ve birilerini yönetecek duruma geleceksin.’’ dedi babam gözlerinin içi gülerek konuşuyordu. Doğrusu ben kendimi bile zor yöneten biriyken başkalarını yönetmek bana intihar girişimi gibi geliyordu.‘’Bunları bana bir kravatı bağladım diye söylemiş olamazsın baba?’’ artık basit bir kumaş parçası harika bir kravata dönüşmüştü. ‘’Hayır tatlım. İçimden geldiği için söyledim.’’ Eğilerek alnımdan öptü, yeşil gözleri bana hep hüznü hatırlatırdı. Durup saatlerce babama hayranlıkla bakabilirdim, kumral kısa saçları, yuvarlak gözlük çerçeveleri bana Harry Potter’ı hatırlatırdı. Gülünç bir konu doğrusu. İşim bittikten sonra çantamı alıp çıkarken ''Aa Elizabeth, akşam misafirlerimiz var.'' İş arkadaşı veya komşudur diye düşündüm daha da kötüsü okuldan bir öğretmenimin eve gelmesi. Zaten lisede okumak bana göre değilken birde eve öğretmenin gelmesi kâbus gibiydi. Kendimi biraz toparladıktan sonra ''Kim?'' diye sordum umursamaz bir halde. ''Gelince görürsün.'' Omuz silktim ve kapıdan ''Hoşça kal baba.'' diye bağırarak çıktım. Çantama telefonumu koymak için kapının önünde biraz oyalandıktan sonra hafif adımlar atarak bahçeyi geçtim. ''Günaydın Majesteleri.'' kadifemsi sesi duyunca başımı kaldırmadan çantamın fermuarını çektim ve her zaman ki gibi bu Duke’ten başkası değildi. ''Duke ne zaman bırakacaksın bana böyle seslenmeyi?'' Elimi tutarak dudaklarına götürdü ve hafif bir öpücük kondurdu. ''Sen ne zaman güzel olmayı bırakırsan.'' Duke ile sevgili değiliz sadece fazla yakın arkadaşız. Onunla yaklaşık sekiz senedir arkadaştık, küçüklüğümüzden beri Kral ve Kraliçe olur etrafımızdaki cansız nesnelere emir verirdik. Dostum hatta neredeyse kardeşim gibiydi. Esmer teni ve karma karışık siyah saçları vardı, yırtık kot pantolonu, bol beyaz tişörtü favorileri arasındaydı. Saçlarını yana savurmasına bayılırdım. Bizi görenler Tristanla değilde ikimizi kardeş sanarlardı. ''Teşekkür ederim Duke.'' Yol boyunca sürekli bana bu haftasonu yapılacak balodan ve katılımcı ailelerin durumundan bahsediyordu. Burada oturan neredeyse herkesi tanıması her zaman beni şaşırtırdı. Konuşurken arada hafifçe elini omuzuma koyarak laflarına devam ediyordu. Vurgu yapmaya hatta gereğinden fazla mimikleri olan bir gençti, bir o kadar da yakışıklıydı doğrusu. ’’Belki bir gün Seattle’a gider kahve içeriz.’’ elini omuzumdan indirerek. Tanrı aşkına delirmiş olmalıydı, dışarıya tek başıma bile zar zor çıkacakken onunla Seattle’a gitmemden söz ediyordu. ‘’Buradan... ‘’ etrafı göstererek ‘’Londra'dan uzaklaşıp seninle sırf kahve içmek için Seattle’a gelmeme mi istiyorsun?’’ önüme kesti ve gözlerimin içine baktı ‘’İlk Starbucks orada kuruldu bilirsin.’’ bunu zaten biliyordum. ’Biliyorum ama...’’ ’’Hey Eliz.’’ korna sesiyle arkama döndüm ve hayalimdeki arabanın müthiş görüntüsü gördüm, içindeki benim fazla ukala ağabeyimi katmassak iyi bile sayılabilirdi. Önüme dönerek yürümeye devam ettim ''Onunla derdin ne Elizabeth? O senin kardeşin.'' dedi Duke. Malesefe kardeşim diye geçirdim içimden. ''Ne yazık ki öyle, Duke ona bir bak benimle alakası yok.
O şu bizim okuldaki züppe zengin çocuklar gibi giyiniyor onlarla takılıyor. Hatta onlar gibi konuşuyor. ‘’ yürümeye devam ettim.'' Eliz.'' Arabadan inerek hızlıca arkamdan geldiğinin farkındaydım tepki vermedim. Neden ben yokmuşum gibi davranmıyordu normalde hep yaptığı şeydir. ''Eliz, sana sesleniyorum.'' dedi ve olduğum yerde dikildim. Hızlıca arkama döndüm '' Ne istiyorsun?'' üstünde okulun Hokey takımının ceketlerinden ve koyu kahverengi kotu vardı. ''Sizi bırakabilirim?'' Ona deli oluyordum, yüzüne vurmamak için kendimi zor tutuyordum. ''Çok incesin Tristan ama kalsın koltuklarını kirletmek istemem.'' Duke'la beraber yürümeye başladım. Önüme dönerken göz ucuyla arabaya baktım. Bu ailede sürekli ikinci plana düşmekten nefret ediyordum. Okul'a vardığımızda ''Benim Bayan Hock'a uğramam gerek, sınıfta görüşürüz.'' Duke kafasını evet anlamında salladı ve Biyoloji sınıfına gitti. Bayan Hock’un odasının önüne geldim ve kapıyı tıklattım. ''Bayan Hock orada mısınız?'' son kez derin bir nefes aldım. Bayan Hock bana göre hiçbir şeyi beğenmeyen egoist biriydi. ''Gel Elizabet.'' Benim olduğumu nereden bildiğini bilmiyordum. İçeriye girdim ve ''Bayan Hock, ödevim gecikmişti size onu getirdim.'' geniş ofise adımı atar atmaz yoğun kahve ve kitap kokusu burnumu doldurdu. ''Oturun Bayan Dawson.'' dedi. Dediğini yaparak deri koltuklardan birinin içine gömüldüm oldukça rahattı. Elimdeki şiiri ona uzatarak incelemesine izin verdim. Bir süre sonra yüzünü bana döndü ve ''Kötü Cadı Morgana.'' Kendimi tedirgin hissetmiştim. ''Kral Arthur'u seviyor musun?'' Gülmek istedim o an ama sadece bir soruydu basit bir soruydu. ''Doğrusu hayır efendim, kendini beğenmiş insanları sevmem.'' aslında ona derin bir hayranlık duyuyordum. Tarih kitaplarında sürekli farklı anlatılıyordu. Benim hayallerime göre âşık olunası hatta tapılası biriydi, diğer bir tarafı ise kendini beğenmiş biriydi. ''Güzel cevap, ödev için teşekkürler Bayan Dawson.'' dedi ve ödevimi dosyalarının arasına soktu. Bana ilgisiz kaldığı ve artık gitmem gerektiğini anladığımda hafifçe yerimden kalktım. Lanet olası deri nefret edilesi bir ses çıkardı ''İyi günler Bayan Hock.'' ağır adımlarla odadan çıkacakken; ''Kral Arthur ülkesini önemseyen bir kraldı. Onu yıkmaya çalışan çoktu, ama her güçlü erkeğin arkasında bir kadın vardır. '' sesi katı ve sertti. Yüzümü ona çevirdim ve ''Kraliçe Guinevere mi? Şaka olmalı, O Kral Arthur'u Sir Lancelotla aldattı.'' ezbere bildiğim bir şiiri okur gibiydim. Asla hayran olmadığım bu yaşam oldum olası bana yalancı geliyordu. ''Ondan bahsetmiyorum Elizabeth, bir Kraliçe daha vardı varlığını kimse kanıtlayamadı. Hatta Prensesle aranızda bir benzerlikte var.'' Bayan Hock’un yüzünde bir gülümseme belirdi. O anda bahsettiği prensesle ortak yönümüz aklıma geldi, haklıydı. ''Prenses Elizabeth Brittany Avalon Pendragon.'' Sesim fısıldayarak çıkmıştı, ister istemez kendime hayranlık duymuştum. Şaşırmıştım çünkü babam o prensesin aslında hiç bir zaman olmadığını ama çoğu tarihçide olduğu yönünde söylentiler çıktığını söylemişti. ''Aynen öyle Bayan Dawson, tarihteki en güçlü Kraliçenin ismini taşıyorsunuz. Avalon'da doğan bir prensesti, daha sonra Kral Arthur’la evlendi ve onunla birlikte düşmanlarına karşı Camelot’ta savaştı. Tarihi sadece o değiştirebilirdi Guinevere ile Arthur’un aşkı asla olmazdı ve Arthur'un Krallığı asla yıkılmazdı.'' sesinin altında umut ve hüzün her haliyle belli oluyordu. Geçmişe bir özlem beslediğini belli etti. ''İlginç bir Hikâye doğrusu, artık elden ne gelir.'' dedim. ''Dahası da var ama baban sana daha doğrusunu anlatır.'' Tekrar iyi günler diledim ve kapıdan çıktım. Anlattıkları bir süre aklımı zorlamaya yetmişti. Demek onca yıl bildiğim kendini beğenmiş Arthur gerçekten bir kraldı. İsmimin bu kadar önemli birinden geldiğini tahmin edemezdim. ''Eliz, babam seninle konuşmak istiyor.'' dedi Tristan telefonu bana uzatarak. ‘’Tanrı aşkına ödümü koparttın Tristan.'' elini telefonu alarak ona sert bir bakış attım bir kaç adım yürüyerek Tristandan uzaklaştım. ''Efendim Baba.'' Telefonun diğer ucundan babam ''Teyzen Martha hastalanmış annen ile birlikte Dublin'e gitmemiz gerek akşam gelecek misafiri Tristan ile birlikte karşılarsın Eliz.'' dedi. Sinirimden telefonu sıkmaya başladım ama diyecek bir lafım yoktu.
25
''Baba, ne yap ne et erken gelin ve Martha Teyze'ye geçmiş olsun dileklerimi iletirsin.'' dedim ve telefonu Tristan'a uzattım. ''Demek bu akşam yalnız kalacağız.'' telefonu cebine yerleştirerek pis bir gülümseme yolladı. ''Kapa çeneni Tristan. '' ellerini havaya teslim olur pozisyonda kaldırarak etrafa bakındı ve benden uzaklaşarak kalabalık koridora doğru yöneldi. Dersi dinleyecek vaziyette olmadığımı anlamam dışında günün bu olaydan pek bir şey anlamadan okuldan çıktım. Köşe başında sürekli hazır bekleyen taksiye binerek İngiltere’nin tüm güzelliklere doyarak ve genellikle zamanımın çoğunu geçirdiğim parka geldim. Bir bankta oturdum ve düşünmeye başladım. ''Önceden seninle burada otururduk.'' dedi Tristan arkadan. Tam kalkacakken kolumdan tuttu ve ''Otur!'' sesi emir yüklüydü ama altında sakin bir Tristan yatıyordu. ''Çek elini üzerimden bana emir veremezsin.'' yerimden tekrar kalkacakken bileğimden hızlıca kavrayarak beni yanına oturttu. Kesinlikle bileğimde izi kalacaktı lanet olası insan. ''Neden benden nefret ediyorsun?'' Sustum ve bir zamanlar annemin bizi buraya getirdiği günler geldi aklıma. ''Senden nefret etmiyorum. Sadece 8 yıl önce buraya geldiğim Tristanla şu an ki Tristan aynı kişi değil.'' dedim. Yüzüme bakmadan yoldan geçen insanlara bakıyordu, onu tanımasam şuan bana ne söyleceğini düşünyor derdim ama onu tanıyordum bencil ve kendinden başka kimseyi umursamaz biriydi, beni bile. ''Beni sen bu hale getirdin Elizabeth. Duke ortaya çıkana kadar seninle her şeyi beraber yapardık. Dans ederdik, yemek yapardık. Ben seni özledim. Bana bak ben halen aynıyım.'' dedi Yüzümü ona çevirdim suratıma ufak bir gülümseme yayıldı. Duke ortaya çıktığından beri böyle olmuştu haklıydı ama ortaki farkı göremiyor muydu? O benim kardeşimdi öz kardeşim. Ona baktım ‘’Tristan ben seni asla başkasından üst göremem.’’ Gülümsedi ‘’O zaman eskisi gibi olalım ben seni okulda görmezden gelmeyeyim sen de Duke ile fazla takılma.’’ Tanrı aşkına bunu söyleyeceğini biliyordum, ellerimi saçlarıma götürdüm ve başka tarafa baktım. ‘’Duke konusu ele çünkü o olsa da olmasa da benim kalbimde sadece sen olacaksın.’’ Dediğimi duyduktan sonra elimi tuttu, yani yanlış görmüyorsam tutmaya çalışmıştı çünkü hemen elini geri çekti. ‘’Sana bu dünyada gerçekten ihtiyacım var.’’ uzun kumral saçlarımın ve ela gözlerimin aksine o babam gibi yeşil ve sarı saçları vardı. Gözleri doğruyu söylüyordu bunu hissediyordum. ''Eve gidelim mi üşümeye başladım.'' başıyla onaylayarak arabasına doğru yol aldık. Hayal ettiğim gibi içi de dışı kadar muhteşem bir arabaydı, içinde siyah ve beyaz rengin kol gezdiği ve hoş bir çam ağacı kokusu vardı. Eve geldiğimizde hemen konuk için akşam yemeği hazırladık kaç kişinin geleceğini veya kimin geleceğini bilseydim hazırlığım daha çabuk olabilirdi. Masayı hazırladıktan sonra oturup konuğu bekledik. ‘’Sence kim gelecek?’’ sabırsızca sordum elindeki telefon ile uğraşırken sürekli bir şeylere gülen Tristan beni takmadan sorum kafasını kaldırmadan soru ile karşılık verdi ‘’Bir fikrim yok babamın psikopat iş arkadaşıdır.’’ Çok açıklayıcı olmuştu ama üstelemedim çünkü kendiside kimin geleceğini bilmiyordu beklemekten başka çaremiz yoktu. Kapının zil sesiyle Triss oturduğu yerden irkildi ''Tanrı aşkına!'' telefonu kapatarak kapıya yöneldi, üzerinde siyah tişörtü ve lacivert pantolonu vardı. Kapıyı açınca içeriye beyaz saçlı gözlüklü kısa boylu hafif şişman bir adam girdi, üzerinde gündelik kahverengi takım elbisesi vardı. İçimden ‘’Haklıymışsın Tristan babamın psikopat arkadaşlarından biriymiş.’’ Diye geçirdim. Tristan bunu duymuşçasına bana dönerek ‘’Sana söylemiştim.’’ Bakışı attı. ''Ben Antony, buraya Camelottan geliyorum. Hazırsanız sizi almaya geldim.'' dedi adam. Hazırsanız, almak ne diyordu bu adam? ‘’Merhaba bende Tristan buda kardeşim Elizabeth bizde Roma İmparatorluğundan geliyoruz.’’ Dedi Tristan sırıtarak.
‘’Seni zeki insan Camelot ile Romanın ne alakası var?’’ dedim. Tristan ''Bu babamın bahsettiği o efsanevi kaleden mi bahsediyor?'' adamı işaret ederek. Kabaca bir tasvirdi ama tam Triss'e göre bir cümleydi. Tristan’a bakamadım ''Bir dakika efendim, Camelot dediniz öyle değil mi?'' Ölmüş hatta varlığı belli olmayan bir şehirden bahsediyordu. ''Evet, efendim aynen öyle söyledim. Camelot Krallığından bahsediyorum.'' Kibarca gülümsedi. Dalga geçiyordu veya babamın bize oyunuydu. ''Bu adam o güzelim kızların bulunduğu yerden mi bahsediyor? Ben geliyorum.'' Triss adama hafif bir bakış attı daha sonra bana döndü. ''Keser misin saçmalamayı Tristan.'' adam döndüm.''Bakın Bayım...'' diyecekken adam lafımı keserek. ''Antony, ismim bu.'' dedi adam, ceketini ilikleyerek, topuklarının üzerinde ileri geri sallandı. ''İsminiz her neyse beni ilgilendirmiyor bayım. Lütfen evimden çıkar mısınız?'' dedim kapıyı işaret ederek. Tristan bana döndü ve ''Kaba olma, o kadar yemek yapmıştık.'' Sen değil ben yapmıştım emeğimin üzerine yatmaya çalışıyordu, konu bu değildi konu bu adamın neden burada olduğuydu. ''Neden bir kez olsun susup bu gergin ortamı daha da germekten vazgeçmiyorsun?'' dedim. ''Emredersiniz.'' Triss omuz silkerek yanıma geldi, yüzü alaycıydı bu konuyu ciddiye almıyordu. Doğrusu ciddiye alınacak neresi vardı orası merak konusuydu. ''Bakın efendim inanması çok güç ama artık sizin burada olmamanız gerekiyor.'' dedi adam. Evime bir adım daha atmıştı, o ayaklarıyla benim harika İran halıma basıyordu, adamın ayağına baktığımda hafifçe ürkek bir şekilde geriye adım attı ''Aa üzgünüm efendim hakiki İran halısı mı?'' yüzümü ona çevirdiğimde kafamı sallayarak kızgınlığımı belli ettim. Ona yaklaştım ve ''Babam birazdan buraya gelecek lütfen o gelmeden defolun evimden.'' dedim bağırarak halen halıma bastı diye ona sinirliydim. ''Babanız daha doğrusu gerçek olmayan dünyadaki babanız şu an derin bir uykuda.'' Derin uykuda neyin nesi? ''Seni pislik herif babama ne yaptın?'' diyerek üstüne yürüdüm Tristan arkadan bana tuttu. Derdi neydi bu adamın? ''Bırak beni Triss! Git babamı ara.'' diye bağırdım Tristan'a. Tristan koşarak üst kata çıktı, telefonu masanın üstündeydi ve bunu unutmuştu. ''Efendim bakın babanız güvende. Bizimle Camelot'a gelmeniz gerek. Bu yaşadığınız hayat sadece bir oyun. Derin bir uykudasınız, siz Camelotta büyüyen iki saygın kardeşsiniz. Krallığın kaderi siz ikinizin elinde.'' Bu sabah babamla konuşmalarımız aklıma geldi, bunları öylesine söylememişti. ''Sana inanmıyorum, Camelot sadece bir masal, dur bir dakika efsane.'' Dedim dalga geçercesine. Ellerini serbest bir halde sallayarak bana baktı. Yaşlı adam elini kaldırdı ve bilmediğim bir dilde konuştu bir süre sonra avucunu açtı. Gördüğüm şey karşısında geriye doğru kaç adım attığımın bile farkında değildim ve gözlerim avuç içinden adama döndü. Çünkü elinde durmak bilmez bir şekilde su akıyordu inanılmaz bir şekilde. ''Efendim uzun süredir uyuyorsunuz yaklaşık 18 senedir. Siz ve kardeşiniz doğumuzdan beri uyuyorsunuz ve artık uyanmanız gerek.'' ''Hey Eliz, bunu duyman gerek.'' dedi Tris yukarı kattan. Koşarak üst kata çıktım ''Babam bize sesli mesaj bırakmış.'' dedi ve telefonun telesekreter düğmesine bastı. ''Elizabeth, Tristan benim cesur evlatlarım. Sizi çok özleyeceğiz, sakın yolunuzu şaşırmayın. Işık her zaman kalbinizdedir. Hayat istediğiniz gibi gitmezse bu durumdan şikâyet etmeyin. Gün gelecek eski hayatınızı, ailenizi özleyeceksiniz. Asla arkanıza bakmayın, Camelot sizin asıl yurdunuz. Elizabeth Brittany iyi bir Prenses olacağından hiç şüphem yok. Ve sen Tristan Onurunla savaş ve bir Şövalye olarak halkını koru. İyi şanslar çocuklar. Babanız sizinle gurur duyuyor. ‘’
dedi babam bıraktığı son mesajla, Babam nasıl olurda bunları bana anlatmamıştı. Sanki koca bir yalanın döşeğinde gibiydim. Umduğum kişi değildim bu hayat benim değildi, Tanrım gelecek nesil adımı tarih kitaplarında okuyacaktı ve bu devirde yaşadığımı asla bilmeyecekti. Olduğum yere çöktüm ayaklarım artık beni taşıyamaz hale gelmişti. Bir süre sonra Triss elimden tuttu beni yerden kaldırdır, Tristan’a derin bir bakış attıktan sonra. ''Camelot'a gidiyoruz Tristan.'' Dedim kendi dediklerime ben bile inanmazken. ''Mutfaktan yolluk bir şeyler almamız gerekmiyor mu? Daha yemek bile yemedim.'' dedi Tristan. Gülmek istemiştim ama şuan uygun değildi. ''Senden rica ediyorum kes artık saçmalamayı Tris.'' dedim aşağı kata ağır adımlarla indim sanki ne diyeceğimi bilir gibi bana gülümsedi. ''Ne yapmamız gerek.'' Dedim Yaşlı adama, Trissin elini sımsıkı tuttum çok sıkmış olmalıydım ki bana baktı ama ifadesiz bir halde büyücüye bakıyordum. Büyücü olmalıydı yoksa o su olayını açıklamaya imkan yoktu. ''Gözlerinizi kapatarak şu sözcükleri tekrarlayın, Bu bye arethsi ethsen quicken. '' ''Bu bye arethsi ethsen quicken. '' ( ElizabethTristan) … CAMELOT'TA (Elizabeth uyurken ) ''Efendim kalp atışları hızlanıyor. Sanırım gözlerini açacak.'' genç hizmetçi kız ayağa kalkarak yüksek sesle konuştu. Genç Merlin koşarak odaya girdi ve Gaius'a dönerek ''Yaşıyor mu?'' zayıf ve güçsüz görünsede parlak fikirliydi Merlin, Yaşlı Gaius ona tutunarak ayağa kalktı ''Merlin, Sanırım başardın hayata döndü.'' dedi Gaius. Merlin Elizabeth'in yatağının yanına çöktü. ''Lütfen Uyanın Prenses.'' sesi fısıltı ile karışık çıkmıştı. Taş duvarlala kaplı bir saray odasındaydı ve narin bir çift kişilik büyük yatağın üstünde sere serpe yatıyordu Elizabeth. Prenses Elizabeth gözlerini yavaşça araladı. ''Su.'' Elizabeth boğazına takılan lafları geri yutarak inlemişti. Acı heryerini esir almış gibiydi. ''Merlin, hemen su getir.'' dedi Yaşlı Gaius. Merlin hemen odanın mutfağına girdi ve eline aldığı ilk bardağa su koydu koşarak odaya geri döndü. ''Yavaş Merlin dökeceksin.'' Gaius, Elizabeth’inin başını kaldırmasına yardım ederek ''Buyurun Prenses.'' Elizabeth yavaşça suyu yudumlayamaya başladı. ''Merlin hemen Kral’a ve Arthur'a haber ver.'' dedi Gaius. Merlin koşar adımlar odadan ayrıldı. ''Kralım Prenses uyandı.'' dedi. Morgana elindeki kadehi yere düşürdü ve koşarak Merlinle üst odaya çıktılar. ''Elizabeth.'' dedi Arthur koridorun diğer ucundan bağırarak. Elizabeth yataktan doğrulmaya çalışarak ''Bu Arthurun sesi mi?'' diye sordu. Gözleri hayret içinde açılmıştı. Nefes almayı unutmuş gibiydi. Gaius ''Evet.'' Diyerek ayağa kalktı. Elizabeth sessizce mırıldandı ‘’Buna inanamıyorum.’’ elini alnına götürdü ateş gibi yanıyordu. Elizabeth tam yerinden doğrulmak istedi ki kaderinin diğer bir parçası Arthur, içeri girdi. Yüzünde mutluluk vardı, sanki o an Elizabeth’in önünde eğilecekti. ''Elizabeth.'' dedi Arthur, Elizabeth’e doğru bir adım atarak. Elizabeth yüzünü kaldırarak Arthur'u görmek istedi ama şifalı otların etkisiyle bulantıdan dolayı gözleri kapandı ve baygın düştü. Arthur eğilerek prensesin narin elini kocaman ellerini içine aldı. ''Buradayım Elizabeth.'' gözlerinin içi gülerek yıllardır kayıp olduğuna inandığı arkadaşın baktı. Artık Kader birleşmişti...
Maha Garib alwayssmilingperson.tumblr.com
26
ANKARA DEVLET TİYATROLARI AÇIKLANAN OYUN PROGRAMI
BİLETLER; www.mybilet.com
27
Eyfel kulesi, herkesin bildiği ve belki de gormek istedigi dünyanın en cok talep gören turistik mekanlarindan biri. Anteniyle birlikte tam 324m uzunluğunda demirden bir kule. Peki Paris’in simgesi haline gelen bu yapıt her zaman bu kadar talep goruyor muydu? Hayir! Şu an her gün binlerce turist tarafindan ziyaret edilse de inşa edildiği ilk zamanlarda aslında hiç de beklenen ilgiyi görmemisti. Eyfel kulesi'ne karsi tepkiler yapıtın yapılışından önce başlar; dönemin hemen hemen bütün artistleri kulenin yapılışına karşıdırlar. Örneğin dönemin tanınmış şairlerinden biri olan Verlaine kuleyi bir “çan kulesi iskeletine” benzetir. Verlaine’nin bu yorumu içlerinden en kibari bile sayilabilir. Kısacası Eyfel kulesi'nin su anki durumu ile ilk inşa edildiğindeki durumu tamamen farklıydı. Ben her ne kadar Eyfel Kulesi'nde ki sanatı ve guzelliği göremesem de Eyfel kulesi dunyanin en populer yapısı olarak görülüyor. DERYA TAN
28
Küçük Burjuva İnsanlara komünizmi anlatırken Cebimdeydin sen küçük burjuva "Biz kendimizi halka adadık" dediğim günün gecesinde Sana kavuşmama kalan günler için Bir çeltiklik iz daha bıraktım yatağımın köşesinde Ordularıyla güçlenen krallara boyun eğmezken ben Bir başına mağlup ettin beni sen, Ne silahın Ne topun Ne tüfeğin vardı Yalnızca kara gözlerin Sadece gözlerin de değil; Kaşın Saçın Ellerin Haykırırım Yaşasın diye Sosyalizm! Ama sen, beni esir eden imparatorluk Bense senin sömürgen
Ender Yılmaz ataraksiya.tumblr.com
29