Nisansayisi

Page 1

BILAKİS

sadece bir dergi değil NİSAN-2014

BİYOGRAFİ BEHİCE BORAN

ÜCRETSİZDİR

SİNEMA ED WOOD PSYCHO

AYLIK KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİ

RÖPORTAJ CHARLES EMIR RICHARDS


BİLAKİS AİLESİN Sevgili Bilakis okuru,

Öncelikle bugüne kadar gösterdiğin ilgiden dolayı teşekkür ederiz. İyi ki varsın. Fakat artık bi

Biz bu dergiyi çıkarırken, çağımızın bizi hapsettiği bireyselliğe, tek başınalığa, hayata yalnız olsun, orası bu dünyadan farklı, istediğimiz gibi bir dünya olsun. Biz bulalım oranın renklerini, bi sizden destek istedik ve tek bir şeyi dillendirdik. “Bu sizin derginiz.”.

Fakat tüm bu çağrımıza rağmen derginin hazırlanmasında yalnız bırakıldık. Tüm bu dergi yükü 2 aydır dergimiz gecikmeyle çıkıyor. Bu derginin daha güzel olabilmesi için elini taşın altına koya

Dergimize katkıda bulunabileceğiniz alanlar şu şekildedir; Editörlük; Bir dergide editör olma hayali kurmadınız mı hiç? Bir dergide editör olmanın nasıl bir şey oldu arada olmaktı. Sadece yazdıklarımızı, çizdiklerimi bir arada toplayan bir dergi istemiştik fakat e sayılar çıkarabilmek için size ihtiyaç duyuyoruz. Gelin siz de bizimle öğrenin, gelin beraber büyü Tanıtım ve etkinlik ekibi; Dergimizi daha geniş kitlelere duyurabilmek için yardımınıza ihtiyacımız var. Derginin tanıtımı tanıtmamıza yardımcı olabilirsiniz. Dergimizin tanıtımı dışında, dergimizi sadece bir dergi olmakt sokakta kitap okuma etkinliği”, “Bilakis dergisi tartışma kulübü etkinliği”, “Bilakis dergisi kültür ihtiyacımız var. Sosyal medya hesap yöneticiliği; Dergimizin var olan Facebook ve Tumblr hesaplarına yönetici olabilir, günde bir veya iki payla tanıtımında bize yardımcı olabilirsiniz. Reklam ve Film ekibi; Dergimizde hayata geçirmeyi plandığımız projelerimizin tanıtımı için yapılacak reklam kampan Ve yazarlık; Yazacak o kadar çok şey var ki. Gezi yazıları yazabilir, kitap, film, oyun tanıtabilirsiniz. Dene eleştirebilirsiniz. Dergimizde her ay bir sayfaya sahip olabilir ya da şiirlerinizi gönderebilirsiniz.

Tüm bu alanlarda ve bu alanların dışında katkı sağlayacağınızı düşündüğünüz başka bir ala size ihtiyaç duyuyoruz. İletişim adresimiz; bilakisdergi@gmail.com

BİLAKİS – SİZ


NE AÇIK MEKTUP;

ir konuyu konuşmamız gerekiyor;

başına direnmeye lanet ederek başlamıştık ve demiştik ki; gelin birlik olalım! Bizim bir dergimiz iz yapalım oranın dağlarını ve denizlerini kalemimiz yettiği kadar… Çıktığımız bu yolda hep

ünü omuzlayan sadece 2 kişiyiz. Bu yüzden, dizaynımız yeteri kadar iyi değil ve bu yüzden son acak yürekli insanlara ihtiyacımız var. Bizden emeğini, sabrını ve sevgini esirgeme!

uğunu merak etmediniz mi? Gelin, Bilakis ailesine katılın. Bu işe başlarken tek amacımız, bir editörlük konusunda hiç bir bilgimiz yoktu. Biz dergiyi çıkara çıkara öğrendik ve şimdi daha iyi üyelim.

ı için fikir önerilerinizi bize sunabilir, tanıtım programı oluşturmamıza katkı sağlayabilir ve tan çıkaracak etkinlikler konusunda da bize yardımcı olabilirsiniz; Söz gelimi; “Bilakis dergisi r gezisi etkinliği” gibi… Bir sınırımız yok ve ne yapacaksak hep beraber yapacağız. Size

aşım bile yaparak her gün aktif olmasına katkı sağlayabilirsiniz. Facebook sayfamızın

nyalarında ve yine proje tanıtımı için çekilecek kısa filmlerde yer alabilirsiniz.

emelerinizi, hikayelerinizi… gönderebilirsiniz. Kritikler yapabilir, dilediğiniz her şeyi .

anda bizimle “bir” olmak için lütfen çekinmeden iletişime geçin. Biz daha çok sizin olabilmek için,

ZİN DERGİNİZ


1910 yılında Bursa’da doğan Behice Boran orta öğrenimini Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde, yükseköğrenimi Amerika’da tamamlamıştır. Türkiye’ye döndüğünde sosyoloji öğretmenliği yaptı ve 1939 yılında Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü’ne doçent olarak atandı. 1946 yılında Nevzat Hatko ile evlenen Boran, 1948’de üniversiteden siyasi görüşleri nedeniyle uzaklaştırıldı. 1950 yılında kurucusu ve başkanı olduğu Barışseverler Cemiyeti’nin yayınladığı Kore Savaşı’na karşı yaptığı bir bildiriden dolayı 15 ay ceza aldı. Türkiye Komünist Partisi ile ilgili davadan da 1953 yılında 3 ay tutuklu kaldı. 1962’de Türkiye İşçi Partisi’ne üye olup, 1965 seçimlerinde Urfa’dan milletvekili seçildi. 12 Mart 1971 ile birlikte tutuklandı partisi kapatıldı ve 15 yıl hapis cezası aldı. 1974 yılında ilan edilen genel aftan yararlanıp serbest bırakıldı. 1975 yılında tekrar kurulan Tip’in genel başkanı seçildi 80 darbesinin ardından kısa süreli ev hapsinde tutulup daha sonra yurtdışına çıktı. 1981’de yurttaşlıktan çıkarıldı. Yurtdışındayken TKP ve Tip’in birleşme kararı aldıklarını duyurdu ve iki gün sonra vefat etti. Siyaset ve kadın denince akla gelen ilk isimlerdendir Boran. Oya Köymen “Türkiye’deki cinsiyetçi ayrımcılığın ve baskıcılığın, gündelik ya da sıradan faşizm gibi, ne kadar görünmez olduğunu, kadınları ve başarılarını görünmez kıldığını” belirtir. Ancak Boran’ın görünmez kılınmasının nedeni kadın olmasına bağlanamaz. Boran her şeyden önce kendisini sosyalist olarak tanımlayan ve son nefesine kadar da inandığı yoldan sapmayan bir kadındı. Türk siyasal hayatında çok fazla adı anılmayan ‘sıra dışı’ kadın, Türkiye’nin ilk kadın Marksist kuramcısıdır. Öncelikle Behice Boran’ın akademisyen ve siyasetçi olarak doğru bildiklerini savunmaktan çekinmeyen, hapishane koşullarında dahi dik durabilmiş, inançlı ve korkusuz bir kadın olduğunu söylemeliyiz. Fikirlerini pratiğe yani mücadeleye aktarmanın şart olduğuna inanan, fikirleri uğruna da bedel ödemekten kaçmayan ve siyasi hayatı boyunca da hep tutarlı olmuş bir insandı. Aynı zamanda vatan özlemiyle öldüğü son ana kadar hep inandıkları, doğru bildiklerinin arkasında olmuştu.


Tip’li milletvekillerinin dövülmesi ve onlara silah çekilmesine kadar vardığında da korkusuzluğunu ortaya koymuştu: ‘’Kkim ne derse desin, ister beğensin, ister beğenmesin halk yoluyla bu milletin güvenliği, bağımsızlığı ve halkın mutluluğu yolunda cesaretle sonuna kadar yürüyeceğiz. Ne şüpheler, ne iftiralar ne de dün akşamki gibi hadiseler, kan akıtmalar bizi sindiremeyecektir. Çünkü biz vicdanımızı hiçbir çıkar için satmış değiliz. Biz bütün hayatımızı halkımızın ve memleketimizin uğruna sunmuş, feda etmiş bulunuyoruzK’’ Boran’ın siyasetteki uzlaşmaz duruşu kadınsı olmaktan çok “erkeksi” olarak algılanıyordu. Bunun nedeni de devrimci kadınların da “erkek gibi” olması gerektiğinin kabulüydü. Filiz Karakuş: ‘Erkekleşmiş’ bir kadındı. Zaten erkek egemen zihniyette, o dönemde de okuyanlar, iyi eğitim alanlar, güçlü olanlar parti başkanı olurdu. Bir kadın için zorduK Hepimiz o dönem öyleydik. Sonradan Boran’ın evli, çocuklu olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Benim için sadece parti başkanıydı, çünkü.”


1 967’de evlendiği Turgut Uyar’dan siyasetçi bir çocuğu vardır . Behice Boran’ın, ve sosyolog olmanın dışında kadın çok sevdiğim şair içinFatmagül Berktay’ın tarifini kimliği neBenim ifadedeediyordu? Boran, şunlarıkadınlar”dandı. söylemiştir : “ ÇokMeclisteki görevlerinin yanında yaptığı “süper yakışıklı , çok zeki , çok duyarlı patriyarkanın kadına yüklediği annebireş ev kadını rolünü de Belki bana göre aşırı başarıyla insandı yerine. getiren Behice Boran, “bir koltuğa iki karpuzdan ciddiydi . Tipik edebiyatçı özelliği meclisteki diğer kadın fazlasını sığdırmıştır”. Ancak Boran, taşıyan , kendi içinebir kapalı , ya da eş vasıtasıyla değil, bilgi milletvekillerinin aksine, baba dışarısıyla fazla alışverişi birikimi ve deneyimleriyle meclise girmiştir. Dolayısıyla kendi olmayan , duran, şiiriyle mutlu biriydi ayakları üzerinde güçlü bir.kadındır. Bunun yanında Boran, Ben öyle değilim . Denizi de Medeni Hukukun kadınlara tanımadığı bir hakkı kullanmakta , dolaşmayı Daha yıllarca. Boran ayrıca bilgi direnerekseverim bekârlık soyadınıdaO kullanır canlı , daha hareketli olmayı birikimi ve nitelikleriyle de “olağandışı bir kadın”dı. isterim . Belki bu bakımdan pek uyuşmuyoruz.”


Turgut Uyar’ın ölümü üzerine yazdığı bir şiir ;

Fransızca, İngilizce vepencerenin Almancabiribiliyor olmasından dolayı açık kalmış, TİP’in dış ilişkiler sorumlusu olmuş ve bıkkınlığı Avrupa’daki havakatıldı. sıcak , temmuz işte toplantılarına da kendisi Üstelik Boran siyasi tomris uyarsadece yazı masasında oturuyor partilerdeki genel başkanların yüzde 4,1’inin kadın masanın bittiği kitapların başladığı yerde olduğu Türkiye’de 1970 senesinde sosyalist bir partinin genel kafka ile dostoyevski'nin fotoğrafları başkanı olarak önemlimasanın bir ilkekitaplara imza attı. aktığı yalnızlıkta sahi kaç yıl oldu , yöntemini de Cumhuriyet çocuğu tavrı kendisinin tanrı'nın eli sosyolojisi içinde mikrobelirleyecektir. Tipik amerikan şiirden ve öyküden kopalı? sosyoloji alanına ilgi duymaz. Sürekli olarak toplumsal sadece senin için geçiyorum sokaktan değişmenin dinamiklerini anlamaya çalışır. Bubudüşünceler içerisinde Marksist analize yönelir doktora tez çalışmasını okur musun , ‘’sınıfsal ve meslekselgözlerimden değişmeler’’ konusunda seçmesi de bu EZGİ YAĞCI akan yüzdendir. Ancak bu yönelimini Boran’ın daha sonraki kelimelerigerekmektedir. ? yaşamından soyutlamamak Toplumu sarpimoleni.tumblr.com değiştirmenin tek bir bireyin işi olmadığını kendi yaşamıyla göstermiştir. İlk ciddi köy araştırmasını yapan Boran İleri sürdüğü tezler, politikalar vb. bir yana sosyalistler arasında her zaman saygıyla anıldı. Sevenleri arasında ak Behice diye bilinirdi. Ak behice, ona en çok yakışan isimdi sanırım . Sıcak gülen, ak saçlı kadın

EZGİ YAĞCI

sarpimoleni.tumblr.com


Two l on e l y p e op l e We we re stra n g e rs i n th e n i g h t U p to th e m om e n t Wh e n we sa i d ou r fi rst h el l o. ” B u d i ze l e r g i b i ol a n ya şa n tı l a rı m ı z a rtı yor. D a h a i l e ri si n e g e çe m i yor, “ E v e r s i n c e th a t n i g h t we ’ v e b e e n tog e th e r “ kı sm ı n a u l a şa m ı yor. Arı yoru z. Al t ü st ol m u ş d ü n ya m ı zı y e n i d e n a l t ü s t e d i p e s ki h a l i n e g e ti re ce k ol a n ı a rı yoru z.

H i sl e ri m i zi ka yb e tm e ye b a şl a d ı ğ ı m ı zı a n l a d ı ğ ı m ı z a n p a n i ğ e ka p ı l ı yoru z. “B i ri n i se vm e l i yi m ! ” koşu ştu rm a l a rı b a şl ı yor. G e l va ki t g i t va ki t a kre p ye l kova n ı n kol u n a g i re rke n kı rı şı k ça rşa fl a r ü stü n d e ta n ı m a d ı ğ ı m ı z te n l e ri okşa rke n b u l u yoru z ke n d i m i zi . B i l i yoru z, a rtı k se ve m e yi z. S e vg i ye e n ya kı n n e va rsa i çi m i zd e , se vi şti ğ i m i z a d a m l a rı n , ka d ı n l a rı n g özl e ri n e b a km a d a n ya şa m a ya ça l ı şı yoru z sa b a h çı kı p b i r d a h a g i rm e ye ce ğ i m i z ka p ı l a rı n a rd ı n d a . Ş e fka tl e ya kl a şı yoru z ze vk n okta l a rı n a şe fka tl e ya kl a şsı n l a r d i ye sol ka b u rg a m ı zı n a l tı n d a ki b oşl u ğ a . İ n sa n l a rı d a tü ke ti yoru z ra fl a ra n i za m l a ye rl e şti ri l m i ş ü rü n l e r g i b i . G ü n g e l i yor d oym u ş ol u yoru z. Ası l m e se l e d e b u n d a n son ra b a şl ı yor. Te r yok, te n yok, i n i l ti l e r yok. S on u g e l m e ye n g e ce l e r va r, h ü zü n l ü şa rkı l a r va r, ya l n ı zl ı k va r. B e kl e m e l e r e l l e ri n d e va l i zl e ri yl e ç a l m a y a b a ş l a r ka p ı m ı z ı . R u h u m u z u n h a s t a n e koku l u kori d orl a rı n d a vol ta l a r a ta ra k ya va ş ya va ş öl d ü rü rü z ke n d i m i zi ve se ve ce ğ i m i z g ü ze l ka d ı n l a rı , ya kı şı kl ı a d a m l a rı . O ysa n e d e g ü ze l g e l i r çocu kke n ka l b i m i zi ye ri n d e n çı ka rı rca sı n a a ttı rm a sı i çi n g öz g öze g e l m e m i zi n ye tti ğ i o i n sa n l a rı n h a ya l i . Am a n e ya zı k ki b i zl e r b ü yü rke n ç o c u kl u ğ u m u z u u l a ş a m a ya ca ğ ı m ı z ye rl e re sa kl a m a yı öğ re n i ri z. H a l b u yke n e l i m i zd e şa ra b ı m ı z, fon d a b i r F ra n k S i n a tra şa rkı sı ve s ı c a c ı k e v i m i z i n g ü z e l i m ka n e p e s i n d e o m u h t e ş e m i n sa n ı n kol l a rı a ra sı n d a h u zu ru b u l m a k ya n l ı ş a n a h ta rl a d oğ ru ka p ı yı a çm a k ka d a r i m ka n l ı ol a ca ktı r. E l b e tte u m u t h e r za m a n va rd ı r. İ yi şe yl e r o l a c a ğ ı n d a n d e ğ i l d e tu tu n a c a k b i r d a l o l m a s ı n d a n i l e ri g e l e n b i r b e kl e yi ş sa d e ce b u . O d a ol m a sa ya ğ m u r b u d e n l i h i d d e tl e ça rp a rke n ca m a , ü şü rke n i n sa n ı n e l l e ri e n a z i çi ka d a r n e yi d ü şü n ü p h a ya l e d e ce k? Ti kta kl a r a ra sı n d a çı l d ı rm a m a yı a n ca k b u şe ki l d e b a şa rı r. Zi h n i g e l e ce kte n ya n a b oşsa ye l kova n ı n b i ri n ci n okta d a n i ki n ci ye se ki şi e s n a s ı n d a 6 0 ke z b o ğ a z l a r y a l n ı z l ı ğ ı n ı v e a l tm ı şı n cı d a ke n d i g ı rtl a ğ ı n a a ta r d ü ğ ü m ü . Çü n kü ya l n ı zl ı k g ü çl e n d i ri rke n b i r ya rı n ı , d i ğ e r ya rı n ı d a ra ğ a cı n a g ötü rü rü p ya rı n l a rı n a çi zi k a ta r. H e r çi zi ğ i , h e r ya ra b e re yi b i r b i r si l e n , te m i zl e ye n Ya l n ı zca u m u t ve on u n çocu kl a rı h a ya l l e rd i r. Ve i şte b u yü zd e n b ü tü n ya ğ m u r d a m l a l a rı n ı n d oğ u m u n u i zl e ye b i l e ce ğ i b i r p e n ce re si ol m a l ı ka n m a ks a n i y e t i O

Kayra Umut


Ya z d e d i ; ” Ya z” ! B e n n e yi ya z a yı m d e d i m Güldü, ” B e n n e yi ya z a yı m ı ya z ” d e d i ” h e r şe ye ra ğ m e n g ü l ü m se ye n i n sa n l a rı ya z” ” ça m u rd a yü rü yü p te ü ze ri n e sı çra tm a ya n l a rı ya z” Zi h n i m i n b oş sa yfa l a rı n a çi zi kl e r a tı yoru m o g ü n d e n b e ri , İ m g e l e r u çu ş u yo r b e l l e ğ i m d e Tu tu p a sı l ı yoru m B e n d e ğ i l o n l a r ç e ki y o r b e n i ke n d i n e Ka l a ka l ı yoru m , D ökü l e m i yoru m , Zi h n i m i n ta va n a ra sı n d a d ol a şı p d u ru yoru m Ya şa d ı kl a rı m ı n Ya şa ya m a d ı kl a rı m ı n S a vru l u şl a rı m ı n Acı l a rı m ı n , a cı ttı kl a rı m ı n G ü n l e ri m i n a sl ı n d a , N e g a ri p b i rka ç a n ’ d a n g e ri si n i n S i l i n i p g i d i yo r o l m a s ı O ka l a n l a r m ı e n a n l a m l ı o l a n l a r An ı d i ye sa kl a n a n l a r D ü şü n ü yoru m d a h a n g i a n e n a n l a m l ı ol a n O S e v d i ğ i m l e b i r a kş a m ü s t ü d e n i z kı y ı s ı n d a Ka vu n p e yn i rl e a çl ı ğ ı m ı zı b a stı rı p Ard ı n d a n u zu n u zu n yü zd ü ğ ü m ü z Yorg u n d ü şü n ce d e ; Ça kı l ta şl a rı n a u za n ı p U yu yu ve rd i ğ i m i z O m u h te ş e m g ü n b a tı m ı n ı n Kı z ı l a n ı m ı !

İnci Ovalıoğlu sarhosbaliktopalmarti.tumblr.com

Ö z l e m d u yg u s u i l e , Kı vra n d ı ğ ı m Acı d ı ğ ı m Ka n a d ı ğ ı m Ya n d ı ğ ı m Te n i m d e n d oğ ru sa ğ a l sı n d i ye sı zı m B a l kon u n se ri n koyn u n a kı vrı l ı ve rd i ğ i m O g ü z g e ce si n i n ya ğ d ı rd ı ğ ı Yı l d ı z , ç i ğ , a te ş b ö c e ğ i a n ı m ı ; İ re m kı zı n o sa n cı l ı d oğ u m u n u n a rd ı n d a n Ke n d i m i d oğ u rm u şu m h i ssi yl e ü rp e rd i ğ i m O , m a su m , a rı d u ru Ye n i d e n d oğ u ş a n ı m ı ? Ah b e n ! ke n d i m i h a n g i a n d a a ra m a l ı b u l m a l ı yı m B öl m e l i m i yi m e n g e rçe ğ e u l a şa n a d e k Yoksa ; B i rl e şti rm e l i m i yi m B ü tü n e va ra n a d e k B a n a a y n a tu ta n S a n a söz ve rd i ğ i m O a n ı h a tı rl a m a l ı yı m D ü rü l ü p b ü kü l m ü ş b i r b i ri n i n i çi n e g e çm i ş Za m a n Ve M e ka n l a rı n Ara sı n d a


YASEMİN PFORR yaseminpforr.tumblr.com

Bir gün araylaO İki resimO İki babaO İki acıO Her ne kadar birbirine tezat görünse de aslında Ben bu babalara, bu babaların gözlerine bakt Bu gözlerde tüm diğer söylemler anlamını yitiri Biri Alevi, diğeri ise Sünni bu babalarınO Bir fark eder? İkisi de insan, ikisi de aynı acıda bu mı? İkisini de dinliyorum. İkisi de sakin olmaya ediyor herkesi. Halbuki ne kadar zor, yürekl bunu söylemesi. İsyan etseler hakları, yakı yapmıyorlar. Nasıl hakları diyenlere sorarım toprağın altına yolcu ettiniz mi? Ben de etmed aynı toprağa onunla birlikte. Öylesine derin de benzer bir acıdan. Saygı duyuyorum bu gözyaşlarım eşliğinde. Bu karanlık günlerden aydınlık doğacağ ölümlerinin bize ışık tutacağını, yolumuzu ayd Berkin için verdiği taziye mesajında yazdığı “ Onların ölümü bir hiç olmayacak bilakis ins kırıntılarını meydana çıkaracaktır. Hepimiz ama hepimiz, sağ - sol demeden, taşın altına koyup bu bölücülüğe, ayırımcılığa Her ne şekilde ölmüş olursa olsun, gencecik üzülemiyorsak, acıyı hissedemiyorsak vay ha bulaştırıyorsak, yanlış noktadayız demektir. N de bu ülkeye. Her siyasi düşüncenin, yöntem mutluluğunu sağlamakO Kimi bunu kapitalizm amacından sapıp, tümün refahından kısıp sa amacından sapmıştır. Bu nedenle hangi g değerlerinin olması, bu doğrudan asla ve asla İlk önce kendimize dönüp özeleştiri yapma neden olan tarihi hatalarımızı bulmalıyız. B sorgulamalıyız? Bulduğumuz hatalardan ders eleştirmeden önce kendimizi eleştirmeliyiz. Sa Bir arkadaşımın paylaşımından gördüm. “Acıya ca aktığı zaman barış gelecektir “ demiş Murat Sevgi kimlik istemezO Gelecek aydın günler uğruna ölen genç kar yolcu etmiş annelere babalara metanet diliyor, izlerinin olacağı bilinciyle yüreklerinde biraz hu


a aynıO tığımda sadece tek şey görüyorum. Evlat acısıO riyor. Koca bir boşluk ve koca bir acıO ri sol görüşlü diğeri sağ görüşlü muhtemelen. Ne uluşmuşlar. Bundan ötesi var mı? Soruyorum, var

a davet ediyor insanları. İkisi de insanlığa davet erine taşınamaz bir ağırlık binmiş bu insanların p yıksalar hakları, sayıp sövseler hakları ama m? Sizin evladınız var mı? Hiç evladınızı kara im ama anneyim. Sanırım ben de girmek isterdim elmiş ki bu acı, başkaları da pay almasın istiyorlar iki babaya da. İkisini de yüreğime alıyorum

ğına inanıyorum. Berkin, Burak ve diğerlerinin dınlatacağına inanıyorum. Değerli bir okulumuzun bir hiç uğruna ölen “ sözüne asla inanmıyorum. sanlığa ışık tutacaktır. İçimizde kalmış insanlık

Türk Kürt demeden, Alevi Sünni demeden, elimizi a çanak tutan zihniyetlere dur demek zorundayız. kardeşlerimizi toprağa verirken, insanlıktan çıkıp alimize! Siyasi düşünce farklılıklarımızı bu acıya e inandığımız siyasi düşünceye faydamız olur ne mleri farklı da olsa hedefi aynıdır. İnsan refahını, mle sağlayacağına inanır kimi sosyalizmle. Eğer adece belirli bir kesimin hizmetine dönüşüyorsa görüşte olursak olalım, en özümüzde insanlık taviz verilmemesi gerekir. lı, günümüzde yükselen bölücülük ve ayırımcılığa Bu günkü iktidar nasıl bu kadar yandaş buldu s alarak, hatalarımızı düzeltmeliyiz. Karşı tarafı ayıp sövmeden ziyade sevmeyi öğrenmeliyiz. a kimlikler yüklemeden, gözyaşlarımız insant Yalçın. Ne kadar güzel ve doğru demiş.

rdeşlerimin mekanları ışık olsun. Kara toprağa gelecek aydınlık günlerde çocuklarının uzur bulmalarını umuyorum.

YASEMİN PFORR yaseminpforr.tumblr.com


ASİT YAĞMURLARI Pişmanlıkların diyeti Göz yaşlarım değildi.. Saklanma çık ortaya Sen artık yoksun.. Bilakis; Belki de hiç olmadın… Vicdan muhasebelerinin, Oksijenle sevişmeleri, Tıkanan kulakları, Ağlamak olgusunu; Dinlemez, Dindiremez.. Ve biliyor musun? Hiç sakallarımı sevmedin sen… Bir yetim başı misali Okşamadın sen… Derinlerden korkar oldun Ben vardım oysa Omuzlarım ıslak kaldı Göz yaşlarımı silmedin Gittin sen… O minik ellerin sahibi Verdiği gibi seni bana

Almasını da bildi… Şimdilerde; Kefaretler akıtıyorum içime Gri bulutlar altında Biliyor musun? O günden bu yana Bulutlarım hep gri Mevsimler hep güz İnan Oralarda gülümsüyorsun ya Duman oluyor ciğerlerim.. İnan Ellerim yalan söylüyor kelimelere… Hiç bir şeye inanmadın Bari, Bari buna inan… Acıtmıyorsun artık canımı Artıklarımı ateşe ver zamanla Bulutlar yağar üzerime selayla Grileri siyaha çalan vaveyla Körelirim belki bir gün.. Asit yağmurlarıyla… Sen üzülme bebeğim.. Rüyalarım kadar uzaksın Bir günah gibi yasaksın Kabuslarımı karartan vuslatsın Mütemadiyen kanayan yaramsın Yalansın.. Beni en iyi sen anlarsın…

Murat Kaleli mezarvirtuozu.tumblr.com


KUM TANESİ Kalbimin çaresiz çırpınışlarını duysan Üzülürdün belki Belki bir damla yaş akardı gözlerinden Kalbimden sızardı gözyaşların içeri Islanırdı kalbim, deniz olurdun belki En uçsuz bucaksızından En derininden En berrağından İçinde sonsuz kum tanesi Her bir kum tanesini Kıskanıyorsun, biliyorum Ama içimi bir bilsen Kıskanmazdın, biliyorum

Esma Eltimur dunyalarkadarseviyom.tumblr.com


Türkiye'de yaşayan yarı Türk yarı Amerikan olan Charles Emir Richards, uzun yıllardır Moda fotoğrafçılığı ve Reklam yönetmenliği yapan deneyimli bir isim olmasına rağmen, tek bir gecede bambaşka bir alana geçiş yaptı. Çatışmaların en çetrefilli geçtiği alanlarda, direnişi ölümsüzleştiren isimlerden biri olan Charles kendisinin de sonradan ‘hayat değiştirici bir tecrübe’ olarak tasvir ettiği o günlerden çektiği fotoğraflar ve yeni çıkacak olan kitabı Barikat hakkında konuştuk. Charles Emir Richards kimdir , ne yapar, biraz bahseder misiniz ? Kariyerime klip yönetmeni olarak başladım fakat sonrasında reklam yönetmenliğine geçtim. Meselenin fotoğraf boyutuysa, denemediğim bir alan olmasına rağmen, Rolling Stones dergisine çektiğim portre fotoğraflarıyla başladı. Rolling Stone dergisinde çalıştığınız dönemde ne tarz işler yapıyordunuz ? Rolling Stone müzik dergisi için yaptığım işler ilk profesyonel fotoğraf işlerim. Ondan önce sadece reklam yönetmenliği yapıyordum. Rolling Stone’dan ilk çalışma teklifi geldiği zaman artık yavaş yavaş dijital çağın başlangıcı, filmin bitişi olduğunu biliyordum. O yüzden Rolling Stone’a çektiğim her fotoğrafın aşırı grenli olmasına özen gösteriyordum çünkü artık bu tip fotoğrafın sonunun geldiğini anlamıştım. Rolling Stone dergisi benim için bir nevi filme veda oldu.


Türkiye'de kimlerle çalıştınız ? Türkiye’de hemen hemen herkesle çalıştım. Fazıl Say'dan CemYılmaz’a, Milli Basketbol takımından Milli Futbol takımına, geçen Olimpiyatlarda da Vogue moda dergisi için tüm Olimpiyat takımımızla. Uzun yıllar Reklam, klip yönetmenliği ve moda fotoğrafçılığı yaptınız. Stüdyodan sokağa çıkma eylemi nasıl başladı ? 31 Mayıs’ta Harbiye ve Taksim’deydim. Ertesi sabah gazetelere baktığımda Gezi ile ilgili hiçbir şey yoktu. Ben de olayları kaydedip facebook ve twitter üzerinden paylaşmaya karar verdim.

Kendinizi bu durumda tedirgin hissettiniz mi ? Fotoğraf çekmeye hazırlanırken inanılmaz tedirgin oluyordum ve hala da oluyorum ama olaylar başlayınca bir şekilde unutuyorsun ve sadece yaptığın işe konsantre oluyorsun.

" Ne Üç Silahşörler ne Dartanyan kazanıyor" Neden sokağı tercih ettiniz ve kendinizi orada hangi konumda nereye koydunuz ? Kendimden daha büyük bir olayın parçası olmak beni tatmin etti. Hiçbir tarafta olmamaya çalıştım ama barikatlara gidip gelirken oradaki insanlarla arkadaş oldum.

Gezi direnişi boyunca atlattığınız tehlikeler nelerdi ? Herkes gibi toma, gaz kapsülü, taş ve cam şişeye maruz kaldım. İki kere polis tarafından gözaltına alınıp serbest bırakıldım. Taksim Meydanı’nda polis tarafından yere fırlatıldım. Dirseğime isabet eden gaz kapsülü ana damarımı ezdi ve hala tedavi görüyorum ama şükrediyorum ki plastik mermi bana isabet etmedi.


Barikat'ı çıkarma fikriniz nasıl ortaya çıktı ? Kitap fikri aslında Ece Esmer’den çıktı. Barikat adını eşim Gamze koydu. Gezi olayları sırasında 99 GB fotoğraf çektim ve bu fotoğraflar arasından seçim yapmak süreçle birlikte gelişti. Türkiye tarihinde unutulmayacak bir yeri olan bu direnişe tanıklık etmek ve kanıt tutmak bence çok önemliydi. Barikat’ın yıllar geçse de herkesin kütüphanesinde tutmak isteyeceği bir kitap olmasını istiyorum.

Sergilenen fotoğraflarınızla aldığınız tepkiler nasıldı ? Aslında fotoğraflar Barikat kitabı çıktıktan sonra sergilenecek. Yazın Roskile Müzik Festivali’nde sergilendi. Şu anda bazı fotoğraflar Fransa’da geziyor. Fotoğraflara tepkiler şimdiye kadar empatik ve sağduyulu.

İnsanların kitapta ne bulmasını, fotoğraflarını gördükten sonra ne hissetmesini bekliyorsunuz ? Üniversitede güzel şeyler öğrendim. Fakat hayata atılınca görüyorsun ki, gerçek pek de tasvir edildiği gibi değil. Ne Üç Silahşörler ne Dartanyan kazanıyor, hep böyle garip bir bankacı adam alıyor oyunları. Kendini normal düzene, sisteme kaptırıyorsun ve dünya düzenini düzeltmeye çalışmaktan vazgeçiyorsun ama sonra yerini sorguluyorsun ve o çarkın içinde nasıl döndüğünü... Gençken öğrendiğimiz o duygu kaybolmadı, iyi insanlar da kazanabiliyor. Benim için Gezi Parkı hareketinin temeli bu. Gezi, her bir sesin çok önemli olduğunu gösterdi ve kitaptan duyurmak istediğimiz ses de tam olarak bu. Tekrar aynı şeyler olsa ya da olduğun da sokağa çıkar mısınız ? Evet, zaten 27 Aralık’ta İstiklal Caddesi’nde çıkan çatışmaları belgelemek için oradaydım.


yasadisigulumseyis.tumblr.com


CAN

AKLIMDA LİMON AĞACI Otomobil farları karanlığı yararak işlerini bölüyor fahişelerin, Spontane ışıklar gözlerime âşık olacak ki bir an bile onları yalnız bırakmıyorlar, Göbek delikleri hava muhalefetine uğramadan nokta atışı yapıyor, Yelkenler fora. Kafamda bir uğultu, dikkatsiz ve şaşkın bakışlar arasından, güzel saçlı, gamzeli kızlarla göz temasını abartarak yürüyorum, Bütün erkeklerin kafaları yerde. Birden hava, İran devriminden sonra kadınların kapanması gibi kapanıyor, Ama burada sadece hava kapanıyor, Kadınlar değil, Aksine kadınlar soyunuyor. Yağmur başlıyor hafiften, Rüzgâr hızı sıfıra düşüyor, Hava o kadar kararıyor ki gece körlüğüm azıyor. Derya kenarında ki evimi düşünerek yürüyorum, Yağmur damlaları bir ara hangi topraklara düştüğünü şaşırarak beni şaşırtıyor ve avuç avuç dökülerek, Toprağı ve saçlarımı boğuyor. Yürümekten o kadar sıkılıyor ve yoruluyorum ki bir kaldırım taşına tereddüt etmeden oturuyorum. Uyumak istiyor canım, Ama uyumak için saatlerce yol kat etmem gerekiyor. Galata köprüsünü aşıyorum. Otobüslere sığamıyorum. Bozuk para sesleri ile aklımda limon ağacı hala yürüyorum.

İçime sığmayan canı, hangi unutulmuş diyarlara bıraksaydım, Her başka canın, mutlak tanımı olan bu hastalıklı canı, Ellerimde tekrar tekrar dirilen bu hayatın cilvesi canı. Gençliğimin azizliği ile Can evimden, Can damarımdan, vuran bu canı. Can havliyle, canımın sevdası ile tutsam ellerinden, Benimle beraber üç eksi bir cana düşsek. Kafamda alabildiğince canlandırsam, Bir öpüşlük canı olan canı. Ah canım, Ah cananım. Canını sevdiğim, Canımın bekçisi Azrail’e, canımdan çok sevdiğim seni emanet etsem, Müzmin canın nasıl isterse öyle yapsan sende. Ama canın nasıl isterse onu yapsan.

Şakir Aksu

tendurdiotadam.tumblr.com


ONDÖRT ŞUBAT

NEFES Ne kadar çaresiz olduğumu, Kör kuyularda kalan, Yusuf’a sor… Ne kadar ağladığımı, Gözleri kör olan, Yakup’a sor… Bi’tene heves değil de; Bi’cana nasıl nefes olunduğunu, Seven, Züleyha’ya sor da anlatsın… Şimdi, Firavunun Musa’ya olan öfkesi gibi, Öfkeyle, bu sevgiyi helak etme…

Bugüne; sevgilinin, günü demişler… Sahi, İnsanın; sevdiğinin, günü mü olur… Benim; her günüm, Sevdiğimin, günü… Ben; her sabah, Elimi yüzümü seninle yıkıyorum… Her gece, Üstüme, seni giyip; Başımı, yastığa öyle koyuyorum… Şimdi, Yanımda olsan; Elini, elimin içine alsam; Gözlerimi, gözlerine diksem; Yüzüne bakıp da söylesem… Günüm değil; ömrüm, senin…

Filiz YILDIRIM denizinsuyu.tumblr.com


‘Parti'nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. (...) Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu.’ Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, George Orwell’in en ünlü romanı, distopik roman türünde bir başyapıt, yazarın geleceğe ilişkin bir kâbus senaryosudur. Kitapdaki ‘Big Brother’ dünyada totaliter ve polisiye yönetimin en bilindik metaforudur. Orwell bizlere Büyük Britanya’nın, sözde 1 950 lerde, Doğu ve Batı arasında geçen nükleer savaştan otuz sene sonraki halini anlatır. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni, romanda inanılmaz bir hayal gücüyle, en ince ayrıntısına kadar kurgulanmıştır. Yazarın kurguladığı dünya ile günümüz dünyasının arasındaki gerçeklerden etkilenmemek mümkün değil, sonuçta geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde tezgâhlanan oyunlar düşünüldüğünde, ütopik olduğu kadar gerçekçi bir romandır da aynı zamanda.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıt ; ‘yalnızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı çığlığıdır.’ Hikaye 1 984’de Londra’da geçiyor, büyük nükleer savaşlardan sonra dünya üç büyük bloğa bölünmüştür ; Oceania, Eurasia ve Eastasia. Bu üç büyük güç birbirleriyle sürekli olarak savaştadırlar ve üçü de farklı totaliter rejimler tarafından yönetilmektedirler. Yayınlandığı dönemde kitap sosyalizm karşıtı olarak algılanmıştır ancak Orwell bu iddaları 1 949’da yaptığı konuşmada reddetmiştir , yazar kitabını şöyle yorumluyor; "Yeni romanımda sosyalizme ya da İngiliz İşçi Partisi'ne bir saldırı kastetmedim, ama komünizm ve faşizmde kısmen gerçekleşmiş bozukluklara değindim. Kitabın konusunun İngiltere'de geçmesi İngilizce konuşan ırkların doğuştan diğerlerine göre daha üstün olmadığını ve baskıcı rejimlerin karşı konulmadığı sürece herhangi bir yerde zafer kazanabileceğini vurgulamak içindir."


Jasper Kent’in oniki’si ; ‘tarihi romanla kara fantezinin kusursuz birleşimi’, The Times'dan Lisa Tuttle’ın da dediği gibi. Yazar ikisinide yerlerine öyle güzel yerleştirilmiş ki, gerçeğin nerde başladığını ve fantazinin nerde gerçeğe dahil olduğu çok net. Eser hem bir tarihi roman kadar gerçekci ( dekor, tarihler, haritalar ve mekanların hepsi gerçek ) ve bir fantastik roman kadar sürükleyici. Ben okurken böylesi bir karışımdan çok zevk aldım, açık konuşmak gerekirse tarihi kıtaplar her ne kadar bilgilendirici olsalarda bazen ağır ve yorucu olabiliyorlar. Bu kitap bana 1 81 2 katastrofunun hiç bilmediğim detaylarını ve yanlarını öğretti diyebilirim. Büyük Fransız ordusunun korkunç sonu, askerlerin çaresizlikleri ve sefaleti... Bu kitapın fransızca dersinde bana bu kadar faydalı olucağı hiç aklıma gelmezdi, Victor Hugo, Expiation şiirinde aynı olayı III.Napoleon’u eleştirmek için kullanmış.

Olay 1 9.yy’lın Rusya'sında geçiyor. Ülke Napoleon’un Büyük Ordusuna karşı çaresizdir ve rus şehirleri fransızlara birer birer teslim olmuştur. Buna karşın bir grup üst rütbeli rus askeri, ülkeyi kurtarmak için Opriçniki adı verilen, on iki savaşçı’nın yardımına baş vururlar. Ancak çok zaman geçmeden Yüzbaşı Aleksey bir takım olaylardan şüphelenir. Bir beladan kurtulmak için aslında başlarına çok daha korkunç bir bela açtıklarının çok geçmeden farkına varır. Kitapın uzun olması hoşuma giden diğer bir ayrıntı. Yazar hiç bir olayı aceleye getirmiyor, ancak ritmide yuksek tuttuğundan hiç sıkılmıyorsunuz. Sevdığiniz bir filmi iki saatte tüketmek yerine zamana yayarak tadını almak gibi.


TANIMLAYAMADIĞIM Şehrin aynaları kırık Masmavi bir hüzün umutla karışık Asılı pencerelerde Çocuklar tren raylarında özgürce koşuyor umursamadan Büyüklerine inat Sonsuzluk bir uçurum ve sokaklar içe kapanık Her şey mutlulukla mutsuzluktan muaf Sis iniyor Gece küsüyor Yaralar sırdaş değil Çığlıklar yabancı Kimimiz hep aynı, kimimiz yerinde değil

Esma Eltimur

www.wattpad.com/user/esmanzeltimur

Cansu Şengün

yasadisigulumseyis.tumblr.com


Hayatın kısa olduğunu bir sürü insandan duyarız ama bunu hissetmeden asla kendimize böyle bir şeyin var olduğunu kabul ettiremeyiz. Bir tarafımız gerçekleri görse de diğer tarafımız ise gözlerini kapayıp duymamak hatta hissetmemek için delice isyan eder. Ama kendimizi bir uçurumun kenarında elimizi sıkıca tutmuş, birini kendimize olanca gücümüzle çekmeye çalışırken isyan eden bu tarafımız dili tutulmuş bir insan gibi soğuk ve hiçte tanıdık olmadığımız bir sessizliğe bürünür. Çünkü artık o isyancı ruhumuzda tüm gerçekleri çıplak bir gözle görüyordur ve onun korkusu artık bizi içine çeken bir girdap haline gelmiştir, endişesi her an yanımızda olan şefkatli bir anne rolü oynar bize. Uçurumun kenarında elimize sıkıca sarılmış olan ya da küçük bir tebessümle bize veda etmeye çalışan insanı ve peşinde sürüklediği gerçekleri zamanla taşıyamayız ve elimizden kayar ve boşluğa doğru hızla gider, yok olur. Onların düşerken ne hissettiklerini bilemeyiz. Belki sonsuzluğun huzurunu belki de acılar içinde kıvranarak ve titreyerek ölümün soğukluğunu hissediyordur. Korkuyordur geride bıraktıkları için ya da umutludur başkalarına hayat verebileceği için. Peki ya biz, biz neler hissederiz? Hatırlamak istemediğimiz yokluk duygusunu mu, ilk kez pişmanlığı mı ya da borçlu olduğumuz bir özrü ya da affı mı hissederiz kalbimiz en derin köşesinde? Ne hissederiz elimizden saniyeler içinde kayan ve yokluğa karışan biri için? Ne kadar acı çekeriz, ne kadar arkasından büyük bir zafer duygusuyla seviniriz? Arkasından neler söyleriz nasıl anarız onları? Onlarsız kaybolmaz mıyız hayatın içinde? Umutlarımız tekrar doğar mı peki, acılarımız içinden çıkan bir kardelen gibi açar mı tekrardan? Olgunlaşır mıyız, acılarının en büyüğüyle sınanıp bir anda yılları karşı büyüyebilir miyiz? Ya da yaşamayı şeçer miyiz yoksa o uçurum kenarında bizde mi rüzgarla birlikte sürüklenip düşeriz?

DERYA ÖZCAN


Bu hafta yine bir Tim Burton filmiyle karşınızdayız. Bu sefer biraz daha geriye gidiyoruz. İyi bir yönetmenin “rezalet” bir yönetmenin hayatını anlattığı film, “Ed Wood”O O tüm zamanların en berbat yönetmeni seçilen bir “fiyasko”. Filmleri zırvalık, saçmalık olarak algılandı. Ama o yine de, yılmadan, sıkılmadan filmlerini yapmaya devam etti. Hakkında yapılan olumsuz eleştiriler onu hiç durdurmadı onun yapacak hep bir filmi daha vardı. Onun adı “Ed Wood”O Filmi değerlendirmeye Tim Burton’ın neden “en berbat yönetmen” seçilen Edward D. Wood Jr’nin hikayesini anlattığından başlayalım. Bunu açıklmadan önce bir isimden daha bahsetmemiz gerekiyor; Bela Lagusi! O da bir kaybeden tıpkı Ed Wood gibi. Aslında tüm dünya onu “Drakula” olarak tanıyor. Fakat sinemanın acımasızlığı olsa gerek, yaşlanınca bir kenara itiliyor, artık ona rol verilmez oluyor ve şöhreti bir işe yaramıyor. İşte tam da bu dönemde Ed Wood ile tanışıyor ve ikilinin arasında samimi bir arkadaşlık başlıyor. İşte Tim Burton’ın ilgisini çeken de tam olarak bu. Çünkü onunda Vincent Price’le bu arkadaşlığa çok benzer bir arkadaşlığı var. Kendisi de tıpkı Ed Wood gibi filminde Vincent Price’i de oynatmış (Edward Scissorhands). Bu yüzden Ed wood filmini yapmaya karar veriyor. Peki filmi neden siyah- beyaz yapıyor? Çünkü “Drakula” ile özdeşleşmiş Bela Lagusi’nin renkli bir filmde nasıl görüleceğine dair hiçbir fikir yok! Sadece bunun için tüm filminin renksiz olması size saçma gelebilir ama onun adı Tim Burton!

Film, alışılmış Tim Burton filmleri gibi olağan dışı bir görselliğe sahip değil. Makyaj konusunda da aşırıya kaçıldığı söylenemez. Sanırım Burton bu filmde biraz daha gerçeğe yakın durmak istemiş. Filmin en çok öne çıkan bir diğer özelliğiyse Johnnye Depp. Rolünün hakkını öylesine iyi vermiş ki; Bayan Wood (Kathy Wood) bir gün seti ziyarete gelir ve Depp’i oynarken izler. Verdiği tepkiyse tam olarak şudur; “İşte benim Eddie’m”. Filmde Depp’e Martin Landau eşlik ediyor. Landua’da, Bela Lagusi’yi canlandırıyor. Sinema tarihine efsane sahne olarak kazınmış uçak sahnesinin deva oyuncusu (North by Northwest) Landua, işe bakın ki, kendisi gibi bir efsanenin sönüşünü canlandırdığı bir filmle alabiliyor ilk Oscar’ını. Evet, Landua, kariyerinde ilk Oscar’ını, Ed Wood filmiyle almaya başarıyor. Performansını gerçekten muazzamO Filmde mükemmel bir sinema tutkusu var. Ed Wood’un yaptığı filmler ne kadar rezalet olursa olsun, onlara aşkla tutunması işte tam olarak da filmin anlatmak istediği şey. Bazen hayalleriniz için yaşarsınız bazen de başkalarının hayalleri için. Ed, kendi hayalleri için yaşadı ve bu onun berbat hayatının muazzam hikâyesi!

ataksiya.tumblr.com


Yönetmen bu farkı; şeytan-melek farkı olarak özetliyor. Filmdeki duş sahnesiyse sinema tarihinin en çok konuşulan ve en çok bilinen sahnelerinden biri... Marione pişman olup geri dönmeye karar verdiği zaman öncelikle duş almak istiyor. Buradaki duş fikri de bir arınma Dünya sinema tarihinin en önemli baş yöntemi olarak kullanılmış. Duşa yapıtlarından biri; Pyscho (Sapık). Phoenix’de girmeden önce harcadığı paranın sekreterlik yapan, Marione Crane (Janet küçük bir hesabını yapmak istiyor Leigh) 40 000 Usd çalmıştır. Hiç vakit fakat sonrasındaysa hesap yaptığı kaybetmeden sevgilisine doğru yola çıkkağıdı yırtıp klozete atıyor. ar. Uzun ve yorucu yolu tamamlamak İşte tam burada izlediğiniz şifon pek de kolay olmaz üstelik bir de yanlış çekme sahnesi Amerikan yola sapınca, bir de yağmur bastırıncaO sinema tarihinde ilk şifon Çareyi Bates Otel’ine sığınmakta bulur. Otel sahnesi! Hemen arkasından da sahibi Norman Bates (Anthony Perkins), ona efsane duş sahnesi geliyor. 1 numaralı odayı verir ve tanışabilmek için Hitchcock ilk olarak bu de uğraşır. sahnenin sessiz çekilmesini Bu çabasını sonuçlandırmak için istemiş fakat ses yönetmeni yemeğe davet eder fakat onun fikrini değiştirmiş. Norman’ın annesi bu davete pek Söylentiye göre Hitchcock, de sıcak bakmamaktadır. çığlıkların yeterince gerçekçi Norman, annesinden gelen bu sert tepkinin ardından sandviç Film adeta bir Alfred Hitchcock olmadığını düşündüğü içinde hazırlayarak Marione’e götürür. şöleni halinde geçiyor. Ekrandan Janet Leigh’in üstüne buz gibi Yemek sırasında ettikleri kısa içimize işleyen gerilim, olaylar su dökmüş. Artık gerilimin artık filmin sohbette, Marione yaptığından örüldükçe bizi iyice tırmandırıyor ve içindesiniz, pişman olmaya başlar. Norman’a en sonunda rahatlatmayı başarıyor. içindesiniz. Film 4 dalda Oscar’a aday yarın sabah çıkacağını Hitchcock’un filmin üzerindeki etkisi söyleyerek odasına çekilir ve ilk sahnede başlıyor. Filmin olmasına rağmen bunlardan hiç kazanamamış; olaylar gelişmeye başlar. açılışıyla Marione’u sevgilisiyle birini Gerilim filmerinin dâhiyane birlikteyken görüyoruz. Çift Hitchcock’un en iyi yönetmen yönetmeni Alfred Hitchkok, birbirilerine aşk dolu sözler ödülü dâhil. Ve son olarak filmin son Pyscho’yu 1 960 yılında, Robert ederken, aşklarının da Bloch’un aynı isimli romanından olumsuzluklarından dem vuruyorlar. sahnesinde, kamera Norman’a uyarlamış. Filmin sonunun Bu sahnede Marione karakteri tüm doğru “zoom”lanırken, geriye gizemli kalması için de, kitabın masumluğuyla resmedilirken beyaz doğru götürülüyor. Geriye giden haklarını satın almakla kalmayıp, sütyen giyiyor. Paraları çaldıktan bir kameranın zoom yapması piyasada bulunan kitaplardan sonra, bavulunu toplarken onu yine da sinema tarihinde bir ilk. pek çoğunu toplatmış. sütyenle görüyoruz fakat bu sefer İyi seyirler dilerim. rengi siyaha dönüyor.


İNSANIN ÖMRÜ KAÇ YIL? Bodrum katında bir dairedeydik. Küçücük pencereden dışarıya bakarken sadece ayakkabılar gözükürdü. Eski, Tozlu, renkli ayakkabılar. "Ne kadar sevebilirsin bir insanı?" diye sordu. Bir topuklu ayakkabıya takılmıştı gözlerim. "Kalp ne kadar yeterse" diye cevapladım. "Sevgisi bitenlerin kalbi mi bitiyor?" diye sordu. Gözlerim topuklu ayakkabıya kilitlenmiş bir şekilde bir iki kere ağzımı açıp konuşamadan tekrar kapattım. Topuklu ayakkabı kuvvetle muhtemel bir kundura bekliyordu. Hafif yukarı kalkıp sonra şiddetle sert zemine çakılıyordu. "Bilmem, ben hiç sevmekten vazgeçmedim." dedim. Ayakkabılar gelip geçiyordu. Ben yalan söylemiştim. Biz de birbirimizin hayatından geçiyorduk. Sevgimizden de vazgeçiyorduk. Sahi bir ayakkabının ömrü kaç yıl? İnsanın ki 70. Evin portmantosunda eski montlar asılırdı. En başında her zaman bir şemsiye asılıydı ve onun yanında kırmızı bir şapka. Montlar asılır, montlar alınırdı. Montlar atılır, montlar satın alınırdı. "Beni sevmekten vazgeçtiğini biliyorum." dedi. Eski bir monta bakıyordum, yanındaki şemsiyeye ve şapkaya da. Onların yanına da bir anahtar takılmıştı. Hani şu pek kullanmayan bodrum anahtarı. Herkesin gelip gidişine şahit olurken o hep orada olan anahtar. "Seni sevmekten vazgeçtiğimi nereden çıkardın dedim?". "Biliyorum." dedi. Montlar gelir, montlar gider.

Sahi bir montun ömrü kaç yıl? İnsanın ki 60.

Yatak odasına geçip uzanmıştı. Saçları yataktan taşıyordu. Ben yatağın ucuna oturdum. Saçlarına doğru elimi uzattım. "Bırak" dedi. Elim olduğu yerde kalakalmıştı. "Saçlarımı değil." dedi. Ben battaniyeye bakmaya başladım. Ne çok battaniye geçer ömrümüzden. Kaç battaniyenin ömründen geçeriz biz de? Kaç omuz izi taşır bir battaniye? Kaç farklı ter damlası emer içine? Battaniyeler ne çok anımıza şahit olurlar bizim ve şimdi bu kırmızı battaniye hayatımın en buruk anına şahit oluyordu. "Beni bırak" dedi. Dilime bir fil oturmuştu. Boğazımda çözülmesi imkansız bir düğüm birikti. Saçlarımı bırak dememişti. Ben de okşamadım saçlarını. Eğildim ve öptüm. Kokladım ve öptüm.

Sahi battaniyenin ömrü kaç yıl? İnsanın ki 50.

Mutfağa gidip büyük bir bardak su aldı. Elini beline koyup ayakta içmeye başladı. Elindeki en sevdiği bardaktı. Bazen bir bardağı daha çok severiz. Onu diğerlerinden farklı tutarız. Sanki ondan içtiğimiz daha lezzetlidir. Tıpkı bazı insanlara yaptığımız gibi. Sanki onlardan gelecek sevgi daha lezzetlidir.

Sahi bardağın ömrü kaç yıl? İnsanın ki 40.

Bardağı masaya koyduğunda elleri titriyordu. Koşup bana sarıldı. İkimiz de deli gibi ağlıyorduk. Uzunca bir süre sarılıp ağlamaya devam ettik ve o an aklımızdan hiç bir şey geçmiyordu. Ağlamak için bir anıya ihtiyaç duymuyorduk. Birbirimizden koptuğumuzda ikimiz de göz yaşlarımızı kazaklarımıza siliyoruz.

Sahi kazağın ömrü kaç yıl? İnsanın ki 30.

Sonra hızlıca çıkıp gitti kapıdan. Ben kanepeye oturdum. Evimdeki benden eski kanepeye. Onu en yakın arkadaşımdan almıştım. Sevgilisiyle en güzel anıları bu kanepedeydi ve atmak istediğinde ben engel olmuştum. Benim de çok güzel anılarım geçmişti burada. Ona ilk kez burada sarıldım, ilk kez burada öptüm hemen ardından ve daha neler neler gider. İnsanlar gelir, kanepelere oturur ve sonra kalkar gider ama kanepeler hep bizimledir en azından hayatımıza giren pek çok insandan daha fazla bizimledir.

Sahi kanepelerin ömrü kaç yıl? Peki ya aşkın ömrü kaç yıl? İnsan henüz doğmadı.


SÖYLE BANA Söyle bana saçları özlem kokan güzel Kimi bekleyeceksin pervazında pencerelerin? Bitiminde gecelerin Dönüşünden mesailerin Söyle bana yüreği sevdalı güzel Kimi tutacak ellerin Korkusunda gök gürlemelerinin Acısında gitmelerin Kim sevecek seni Her sabah her akşam Her öğle arasında Her kalp sızısında Her yalnız kalışında Her saniyende Her dakikanda Her anında Kim sevecek seni?

ataksiya.tumblr.com


Geçen ayki yazımda sanat müziğinin hissiyatından bahsetmiştim. Şimdi sözü fazla uzatmadan en sevdiğim diyebileceğim büyük usta Selahattin Pınar’dan söz edeceğim. Selahattin Pınar, Türk müziğimizin büyük bestekarlarından biri, udi, tanburi ve aynı zamanda Mustafa Alabora’nın dayısıdır. Kim olduğundan ziyade aşkından söz açmak istiyorum. Selahattin Pınar, 1 902 tarihinde Üsküdar, Altunizade’de doğdu. Babası Sadık Bey eski hukukçulardandı ve oğlunun da bu yolda ilerlemesini istiyordu. Ancak Selahattin Pınar’ın müziğe olan büyük ilgisi aralarını bozmaya yetmişti. Bir gün Denizli'den gelen eşraf için kurulmuş bir sofrada Sadık Bey'e oğlunu sordular; Selahattin Pınar'da sofradaydı. Sadık Bey, o yokmuş gibi "Selahattin çalgıcı oldu" dedi. Selahattin Pınar ayağa fırladı ve "Babacığım, rica ederim, ben çalgıcı değil, sanatkârım" diye itiraz etti. Sadık Bey, pek sevimsiz bir kelime ile yanıtladı bu çıkışı... Bunun üzerine Selahattin Pınar, ceketini alıp sofrayı terk etti. Kapıdan çıkarken döndü ve şöyle dedi; "Babacığım, bir gün gelecek, benim adımla anılacaksınız." Sadık Bey, yanı başında bulunan gaz lambasını oğluna doğru fırlattı. Çıkan yangını güç bela söndürüldüler. Selahattin Pınar o günden sonra bir daha baba evine dönmedi. 1 902 doğumlu Afife Jale ise İstanbul Kız Sanayi Mektebi'nde okuyordu. Ama onun aklı tiyatrodaydı. Oysa Müslüman kadınlara sahneye çıkmak yasaktı. Buna rağmen 1 6 yaşında talebe olarak Darülbedai'ye başvurdu ve kabul edildi. Babası Hidayet Bey, kızını bu sevdadan vazgeçirmek için çok uğraştı. Başaramayınca sertleşti. Bir gün "Benim Afife diye bir kızım yok" diye gürledi. Zaten Afife artık sahnede, "Jale" adını kullanıyordu. Sanatı için baba evini terk etti. Babası onun tiyatrocu olmasına çok karşıydı ve Afife`nin oyuncu olmasını hafiflik olarak görmekteydi. Afife evden ayrı yaşamak zorunda kaldı. ‘ B i r b a h a r a kşa m ı ra stl a d ı m si ze ’ Hicaz makamındaki o Selahattin Pınar bestesindeki gibi, "Bir Bahar Akşamı", rastlaştılar. İstanbul Kuşdili çayırında... Hafız Burhan konserinde... Selahattin Pınar, üstadın arkasında tambur çalıyordu. Bu bahar akşamından sonra aşkları büyüdü ve evlenmeye karar verdiler. Gençliklerini acılar içinde harcamışlardı. Evlenince hayat boyu ıskaladıkları her şeyi birlikte yapmaya çalıştılar. Evde saklambaç oynadılar. Bahçede enginar yetiştirip yarıştırdılar. "Bir çocuk resmi" kıvamında şiirler yazdılar. Pınar çaldı; Afife dinledi. Ancak güzel günler uzun sürmedi. Afife, kadın tiyatrocu olarak büyük tepkiler topladı, zaptiyelerin Darülbedai’yi kapatmasından sonra tiyatrosuz yaşayamıyordu ve tiyatronun boşluğunu uyuşturucularla dolduruyordu. Suriyeli bir eczacı onu morfine alıştırmıştı. Selahattin Pınar, bir gün eşinin öğle uykusu için çekildiği odasının anahtar deliğinden içeri baktığında, damarına morfin şırınga ettiğini gördü ve çöktü. Morfin için eczacıyla arkadaş olmuştu Afife.


m

a

e ı ; . k k

Ama Pınar, eşine öfkeden çok, merhamet duyuyorduO Onu, hayata döndürebilmek için çırpınmaya başladı. Sürekli melankolik besteler yapar bir hale gelmişti. Çırpındılar, bu gidişi geri çevirebilmek için... Olmadı! Selahattin Pınar, kendisi de morfin tuzağına düşer gibi oldu. Bunun üzerine Afife, "Terk et beni" diye yalvardı ona... "Yoksa sen de mahvolacaksın, bırak beni gideyim" dedi. Pınar, 6 ay sonra Afife Jale'yi terk etti. Şimdi ikisi için de en kötü yıllar başlıyordu. Selahattin Pınar’ın sevdiği kadının ardından bestelediği sayısız eserin içinde, belki de en güzelidir; nereden sevdim o zalim kadını, bana zehir etti hayatin tadını, söylemem sormayın asla adini, bana zehir etti hayatin tadını. Afife, kimsesiz ve beş parasız, tenha parklarda yatıp kalkar, aşevlerinde karnını doyururken ayrıldığı eşinin kendisinin ardından yazdığı şarkıları taş plaktan dinleyip ağladı. Ayrılık acısını yeni bir evlilikte dindirmeyi deneyen Selahattin Pınar ise hiç birlikte yatmayacağı bu kadından kısa sürede ayrıldı. Afife Jale, kimsesizliğinin, terk edilmiş-liğinin, yoksulluğunun son durağı Balıklı Rum Hastanesi'nde, bir deri bir kemik hayata veda etti. Ölümü, gazetelere ha-ber bile olmadı. Cenazesine 4 kişi katıldı. Mezar yeri de mektupları ve fotoğraflarıyla birlikte kaybolup gitti. Unutuldu. Selahattin Pınar, Afife'nin ölümünün ardından paraladı kendini... Nice ölümsüz, hicran dolu besteye imza attı. Son katıldığı radyo programında "Hatıralar" şarkısını seslendirdi:

Beni de alın ne olur koynunuza hatıralar Dolanıp kalayım bir an boynunuza hatıralar Yeriniz ne, yurdunuz ne, benden böyle korkunuz ne

Duyuyorum sesinizi bazen derin bir uykudan Dinliyorum uzakları kalkıp derin bir uykudan Beni de alın ne olur koynunuza hatıralar Bu ömür tükenecek yolunuza hatıralarK Bir süre sonra müdavimi olduğu Todori meyhanesine gitti; doktorların yasak ettiği ne varsa hepsini ısmarlayıp sofrayı döşetti. Bir süre sonra orada Kalp krizi geçirdi ve hayata veda etti. Anlattığım bu hikayenin üzerine edilecek söz bulunmuyor. Ne diyelim, aşkla kalınO

F U KRI N I AN FUKRINIAN

F U Kfukrinian.tumblr.com RI N I AN . TU M B LR. CO M


NONE Satın alınmayan bir grup kitapsın içimde biri geliyor ve hepsini birden alıyor . Oysa ben alışmıştım sayfalarında ki toza . Kahvemin tadını değiştiren sen kilometrelerce uzaktan nasıl yapıyor bunu ya ben gerçekten delirdim ya da eskisi gibi değil bu kitaplar lanet olsun içimde ki seni yenemiyorum canımda ki can ağlıyor ve ben aynadan seyrediyorum içimde ki sen yüzmeyi bilmiyor boğulma diye gülüyorum . Oysa ben alışmıştım sayfalarında ki toza . Bazı geceler aklımdan çıkıyorsun o geceler ölüyorum ben içimdeki sen yaşıyorsun kilometrelerce uzaktan ısırıyorsun kolumu kanıyor acıyor yanıyor canım sabah kalktığımda hala uyuduğunu görüyorum içimde ki senin dayanamıyorum günlerce uyuyorum . Oysa ben alışmıştım sayfalarında ki toza . Bir şarkıcısın sen içimde en sevdiğim şarkıları söyleyen nefret ediyorum o şarkılardan . Özlüyorum sensiz beni sensiz içtiğim kahveyi sabahladığım geceyi . Oysa ben alışmıştım sayfalarında ki toza. Dans ediyorsun başımın üstünde sivri topuk ayakkabılarınla şey gibi kocaman bir daktilo ve parmaklar yerine sivri topuk giyen ayaklarının üzerinde ki sen yazıyorsun yazıyorsun yazıyorsun . Oysa ben alışmıştım sayfalarında ki toza.

YUŞA SORGUÇ


Karma-Işık Bir Kurgu

Günlerden pazar ve aylardan kasım saat 1 4:30 suları dışarıda siyah beyaz bir hava var evin salonunda pencerenin tam önünde oturmuş bir adam elinde gazetesi ve sigarası yanında kahvesi ve kitapları gazete hışırtıları ile eş zamanlı olarak cama vuran yağmur sesleri adamın kafasında okuduğu gazeteden çok 1 8 gün sonra ödemesi gereken borç var bunun yanında ay sonunda ödemesi gereken kira ve aslında oturduğu kanepenin bile 1 2 ay ardından kendisinin olacağı bu 1 2 ay içinde ödemesi gereken 36 taksit karısının hamile oluşu arkadan 6 yaşında ki çocuğunun arabalarının çıkardığı ses ve bunaltıcı ortam belki siyah beyaz olmayan tek şey televizyon zavallı adamın ama ödeyememiş taksidini karıncalanmış yayın kahvesinden bir yudum aldı bu adam ve ardından sokaktaki insanlara baktı sigarasını içine çekti çekti ve çekti gözleri doldu sanki sokakta yoktu kimse yalnızdı istanbul yalnızdı sokaktaki karabiber yoktu hiç arkadaşı kedisi pamuğun kuşlar uzaklaşıyordu şehirden bacalardan çıkmıyordu duman bile ve adam içindeki dumanı üfledi sigaranın külü dökülmüştü yere adam dökülmüştü yere kalktı sigarası söndü kahvesi bitti bir plak koydu perdeyi araladı ve devam etti paketinde ki son sigaraydı o içine çektiği son duman ne yapmıştı ki bu adam ? ayağında ki nasırlar onu rahatsız ediyordu yağmurlu günlerde sokağa çıkamıyordu çünkü delikti ayakabısının altı karısı yanına yaklaştı ve perdeyi açtı havanın ne kadar güzel olduğundan bahsetti karısı adam tebessüm etti eli boş paketine gitti ve bir sigara çekti usulca yaktı döndü karısına ”Ne yani ? hava güzel mi ? ” diye serzenişte bulundu karısı yüzüne bile bakmadan mutfağa gitti Elinde sigarası ve kafasında sigaranın tüm zararları pencereyi açtı kafasını camdan dışarı çıkardı 3 Boğuluyordu adam nefes alamadı karaya vurmuş japon balığı gibiydi çırpındı adeta ve kapattı hemen pencereyi mutfağa gidip bir bardak su içti karısı ile çocuğunun diyaloğuna gitti kafası Çocuk dışarı çıkmak için izin istiyordu annesinden adam koşarak odaya girdi ve ”Dışarı çıkamazsın! havayı görmüyormusun” diye bağırdı çocuğa Çocuk dondu ağlayamadı bile ve karısı kafasını çevirdi ve mutfağa girdi adam çocuğunun suratındaki ifadeyi saklamak üzre aldı götürdü salona sigarası sönmüştü plak durmuş kahve bardağı sehpanın üzerine yapışmış gazete kırışmış ve oturduğu kanepe yıpranmıştı oysa sahip değildi henüz o kanepeye nasıl olurda yıpranırdı müzik neden durdu ? gazete neden buruştu ? ve boş paketten çekip yaktığı sigara nasıl söndü ? Karısı neden sürekli mutfaktaydı yanında olması gerekmez miydi ? Adam pencereden kafasını uzattığında neden boğulma tehlikesi geçirdi ? Aslında adamın adı Grante Wihendham Soulgrap tı adam tüccardı sahip olmak istemeyeceğiniz kadar paraya sahipti güneşi bile satın alabilirdi o kadar zengindi sigara uyuşturucu ve alkol kullanmazdı . Hiç evlenmemişti ailesi yoktu bir kahve fabrikasına sahipti evindeki mobilyalar ise özel üretim altın varak çerçeveli kırmızı kadife kanepeleri ve deri sandalyeleri vardı müzik dinlemeyi çok severdi standart bir insana göre onun sahip olamadığı hiç bir maddesel varlık yoktu aşırı çalışkan azimli bir adamdı peki kafasında ki sorular neydi ? karısı ? çocuğu ? sigarası ? Karısı onun hayalleriydi kafasındaki sorunlar çevresindeki koyunlardı kendi stratejilerini adamın üzerinde uygulayıp hayallerini çaldılar evet hırsız koyunlar sigarası yalnızlığıydı istediği zaman yanında olan yalnızlığı çocuğu öfkesini hapsettiği bir kafesti düzenli bir ajanda uyulması gereken kurallar ve yasaklar üzerine düzenlenmiş bir hayat bir günü diğerinden farklı olamazdı eğlence yasaktı. Kendi penceresinden baktığında gördüğü görmek istediği YAŞAMDI insanlar yoktu bomboştu sokaklar işte bu adamın penceresinin üzeri böyle bir posterle kaplıydı bazıları böyle görmesini istedi YAŞAMI pencereyi açtığında yıllarca gördüğü posterin ardında ki dünyayı gördü ve öldürüyordu içindeki zavallıyı ama o pencereyi kapattı 3 Siz yapmayın açın o pencereyi ! Yaşamanız gereken bir hayat var ve bu hayat sıradanlıklar için çok farklı ! Seçim sizin ya pencereyi kapatıp rahat nefes alırsınız ya da pencereyi açıp hayalleriniz uğruna hedeflerinizin uğruna yaşayabileceğiniz bir hayatta boğulursunuz 3

YUŞA SORGUÇ


Kreşenko 4. Bölüm Şaşkınlık Hamit’in gözlerinden tüm bedenine hızlıca yayıldı. Üstüne soğuk su dökülmüşçesine toparlayarak düşüncelerini, elindeki bavullara sarıldı Ezgi’nin. Pınar’la göz göze geldiler. Hiç de zamanı değildi ama kalbi aşkla çarpmaya başlamıştı. Tüm güzel hisler kendisini teslim alıyordu. Otel kapısını aralarken, bavulları yere bırakırken, ellerini birbirleriyle kavuşturup “Neler oldu?” derken derin anlamlar yüklü bir şekilde baktı Pınar’a. Pınar, başlarından geçenleri bir solukta anlatıp oturdu lobideki kanepeye. Pelin ve Hülya odalarından çıkıp aşağıya indiler. Onlar olanları üstün körü dinlerken, hayal Osman ve Sami abide öğrenmişlerdi merdiven başında sigaralarını dumanlarken. Ezgi annesini alıp odasına geçti. Pelin ve Hülya’da odasına çekilince yalnız kalmanın verdiği hürriyetle Hamit, yapıştı Ferit’in yakasına. “Başka bir şey oldu mu?” diye sordu. Olanlar o kadardı. Derin bir nefes alıp kısık sesle öğrenmek istediği şeyi başka bir soruyla yineledi; “Pınar’a o adam bir şey mi yaptı? O yüzden mi döndüler?”. “Bilmiyorum Hamit abi, anlattıkları gibi işte. Zaten yanıyorduk az dahaO” Olayın etkisi tüm otele yayılırken, bu etkiden nasiplenmeyen tek insan yatağının köşesine oturmuş sigara içen Oğuz’du. Yusuf yeni kız arkadaşıyla buluşmaya giderken, o yalnızlığına teslim etmişti kendisini. Sigarasının yarısına geldiğinde sigara dumanının da yalnız kalmasına içerledi. Daha fazla tükenmeden sigarası Zeki Müren’e sarıldı. Zeki Müren’in ses dalgaları ve sigara dumanı havada birbirlerine karışırken Oğuz, “Ben yalnızım” sözlerini olabildiğince içten tekrarlıyordu. Ne buraya nasıl geldiğini, ne dışarıdaki savaşı, ne dün gece telaşla çıkıp giden Ezgi ve Ferit’i merak ediyordu. Sigara ve müziği morfin gibi kullanmaya çalıştığı şu saatlerde aklına gelen tek şey dört duvar arasındaki yalnızlığıydı. Dışarıda insanlar, iyi kötü bir hayatın peşinden koşarken onun böylesine bir hayatı yoktu. Her gün başka bir koşuşturmacadan kaçıp sığınabileceği bir diz, rakıdan sarhoş olup da başını koyabileceği bir göğüs,hayatını adayabileceği bir düş yoktu. Biten sigarasının ucundaki son ateşle ötekini yaktı. Şarkılar değişti, sigaralar değişti ama yalnızlığı hiç değişmedi. Yatağın ucuna oturup da geçirdiği saatlerden sonra açılan kapıdan içeri giren, sırıtık suratıyla Yusuf’tu. Oğuz’u anlayabilecek hali yoktu. Şömine başında oturanlar, dışarıdaki soğuğu hissedemezler. Oğuz’u hissetmek bir kenara bir de sevgilisini nerede, nasıl öptüğünü, neler yaptıklarını utanmadan anlattı. Bir insanı sevmek, hobi olacak kadar ayağa düşerse, yaşananları anlatmakta bu kadar sıradanlaşırdı zaten. Oğuz, kendisine anlatılan tüm olayları dinlerken, Yusuf’un bunları hisleri olmadan yaşadığını düşünmemeye çalıştı. Anlatılan her olaya, dudakların her kavuşmasına manalar yükledi masumca. Böylesine düşündüğünde kendi yalnızlığını da silip atmak istedi bir kadın bedenindeki silgiyle. O anda aklına Pelin geldi. Aynı anda kapıdan çıktıklarında göz göze gelişleri, çarşıda karşılaştıklarında birbirlerilerini görmenin gözlerden okunan sevinçleri, sabah kahvaltısına ilk oturulduğu anda birbirlerine tebessümleriO “Pelin” dedi. “Olur mu acaba onunla sence?” diye sordu. Pelin, Yusuf’un teklif ettiği ve olumsuz yanıt aldığı kızlardan sadece biriydi.


EDİTÖRYEL SIKINTILARIMIZDAN DOLAYI GEÇEN AY 3. BÖLÜM YERİNE 4. BÖLÜM YAYINLANMIŞTIR. SÖZ KONUSU SAYI DÜZELTİLMİŞTİR. ÖZÜR DİLERİZ. GEÇEN AY YAYINLANMASI GEREKEN 3. BÖLÜMÜ OKUMAK İÇN LÜTFEN LİNKE TIKLAYINIZ. http://issuu.com/bilakis/docs/martsayisi/24 Kendisinin olmayan şeyin başkasının olmasına tahammül edemeyeceğinden, konuyu hemen başka tarafa çekmek istedi; “Aman be oğlum, ortalık yangın yeri bizim konuşmalarımıza bak.” dedi. “Sahi neymiş dün ki olaylar?” diye sordu Oğuz. “Evleri, yenilikçiler yakmış. Dangalağın biri akıl vermiş bunlara. Yok efendim bu yatırın yerini değiştirmek isteyen insanların evlerini falan yakıp yıkarsak mecbur yenisini yapacaklar, o sırada da biz de istediğimiz şekli veririz köye. Çünkü onlar güçsüz kalacak demiş. Aslında en temel amaçları şu yatırı yakmakmış. Bütün planları da ona göre yapmışlar. Bir sürü evi yaktılar ama yatır hala sapasağlam duruyor. Bizim Hüseyin’de oralarda. Yatırın başında dua edip duruyor.” diye yanıtladı Yusuf. Bir süre savaşın etkilerini konuştular. Gün artık kepenklerini indirmeye başlamıştı. Yan odanın kapı tıkırtısını duydular. Pelin ve Hülya gelmiş olmalıydı. Oğuz tekrar o konuyu açmak istedi ama Yusuf çoktan eline telefonunu alıp birileriyle mesajlaşmaya başlamıştı. Pelin yatağına oturup bir sigarasını yaktı. Hülya üstünü değiştirdi. Salaş pijamasıyla Pelin’in dizine yattı. Pelin’de saçlarını okşadı Hülya’nın. Bir yandan sigarası düşmesin diye telaşlanıp, bir yandan parmaklarını daha çok kaybetmek istiyordu Hülya’nın saçlarında. Hülya sordu; -Ne zaman bitecek bu savaş? -Bilmiyorum. -Neden güzel bir dünyada yaşamıyoruz biz? Neden, herkesin huzurlu olabildiği bir dünyadaO Ben artık korkuyorum. Yoruldum her gün acaba eve dönebilecek miyim diye düşünmekten. -Ama yorulmak yok. Ben yanındayım. Biz bu yüzden biz olduk. Bu dünyaya direnebilmek için. -Biz? Bu dünya bizi kabul edecek mi? El ele tutuşsak mesela o yenilikçiler bile bizi taşlamayacaklar mı? Biz ne olacağız onu da bilmiyorum. Seninle sadece şu dört duvar arasında biz olabilmekten sıkıldım. İnsanlar aşk diyorlar ama aşkın ne olduğunu bilmiyorlar. İlla erkeğin kadına, kadının erkeğe aşkı mıdır aşk? Seni tamamlayan bir kalp varsa, bunun adı neden aşk olmasın? -Aslında benim kafamda bir plan var. -Nedir? -Gidelim seninle buralardan. Bizi kabul edebilecek bir ülke arayalım. İnsanların, herkesi kendi istediği şekle sokmak istemediği bir dünya. İnsanların kendi dünya görüşüne uymayan insanları dışlamadığı bir dünya. Bizi görünce midesi bulanmayanların yaşadığı bir dünya. -Kalıpları yıkmış bir kent. -İnsan olabilmiş bir şehir. -Özgürlüğün anlam kazandığı topraklar -Neden seni sevmem ayıp, neden? -Ayıp desinler, tüm edepsizliğimle seviyorum seniO. Sami abi, Ferit’le lobide oturuyordu. Hayal Osman yeni uyandığı için uykusunu yanaklarından silkelerken esneyip duruyordu. Gömleğinin pantolonundan taşmış eteklerini içeriye sıkıştırıp, Ferit’in yanına oturdu. Bir süre bir günün daha bittiğinden, böyle geçip giden günlerle ömrün tükendiğinden bahsettiler. Sami’nin kedisi Cafer ayaklarının dibinde dolanmaya başladı. Sami tek eliyle kucağına çıkarıp kedinin kafasını okşamaya başladı.


Odasından çıkan Ezgi, boyu dizlerinde kan kırmızı bir elbise giymişti. Ferit onu görünce ortaya bırakılmış “Merhaba”yı tek başına sahiplenip yanına gitti. Kısa bir konuşmadan sonra çarşıya gideceğini öğrenip beraber gitmeyi teklif etti. Oyalanmadan evden çıktılar. Gece yavaş yavaş yaklaşırken, yaklaşanın yalnızca gece olmadığı herkes tarafından aşikardı. Ferit böylesine bir telaşla dışarı çıkmalarının nedenini ancak yüzü peçeli birini görünce sorabilmişti. Pınar’ın kocasında bıraktığı altınları vardı. Kocası pek de tekin bir adam olmadığı için kaçabilirdi. Fakat neden bu kadar çok beklenmişti. İşte Ferit bu soruyu soramamıştı. Ezgi’nin yanındayken hep bir çekingenlik vardı üzerinde. Davranması gerektiği gibi davranamıyor, söylemek istediklerini söyleyemiyordu. Sanki içinde sürekli onu engelleyen bir şey vardı. Hep onun adımları atmasını istiyordu, hep onun söylemesini istiyordu aklından geçenleri. Olduğu kişinin onun tarafından pek önemseneceğini düşünmüyordu belki de. Onun için olması gerektiği kişi olmak istiyordu. Savaş başlamadan eve ulaştılar. Üvey babası, içeriye girdiklerinde ağzına peçesini doluyordu. Ezgi yere bakarak konuya girip hızlıca altınları istedi. Adam lafını uzatmaya o kadar meraklıydı ki bir türlü anlamıyormuş gibi davrandı. Ferit’in kim olduğunu sorup oradan zaman kazanmaya çalıştı. Fakat Ezgi, zaten pek de bu adamı sevmediği için konunun uzamasına elinden geldiğince engel olmaya çalıştı. Sert bir ses tonuyla isteğini yineledi. Adam; “karım neden gelmedi?” diye sordu. “O artık senin karın değil. Boşanacak senden.”. Ağzına yarım yamalak dolayabildiği peçesini söküp attı. Israrla tekrar duymak istedi. Terkedilmeyi kabullenemiyordu. Ferit savaşın başlamasına doğru hızla akıp giden zamanı fark edip de isyan etti; “Haydi abicim, ver şu altınları da gidelim biz artık!” dedi. Adam; “Sen de kim oluyorsun?” diyerek kavga çıkarmak istediyse de sadece yumruğunu sıkmakla yetindi. Genellikle kendini kontrol etme de sıkıntı yaşamayan bir adamdı. Pek çok olayda sakin kalmanın en mantıklı duruş olacağını bilerdi. Altınları getirdi. Ezgi’nin avucuna bırakırken, kaçmayacağına dair sözler söyleyip altınların alınmasının ne anlama geldiğini fark ettiğini ve bunun da onu ne kadar çok kırdığını belirtti. Ezgi, duyduklarını pek de önemsemeden, adamın ne çektiğiyle hiç de alakadar olmadan başını salladı. Ferit, birazcık da olsa anlar gibi oldu. Zaten son zamanlarda anlayabileceği bir dert bulmaya görsün, hemen üzerine düşünmeye başlıyordu. telaşla evden çıktıklarında dışarıda muazzam bir sessizlik vardı. Güneş şehri tamamen terk etmiş, sanki giderken insanları da götürmüştü. Ferit, sadece şaşkınca yürüyordu. Ezgi’yse ufacık bir sesle kıyametin kopacağından haberdardı. O ses çıkmadan evinde olabilmeyi umuyordu. Koşmaya başladılar. Eve giden yolları azalmaya başladıkça içlerini huzur kaplaması gerekirken, içleri daha da kararıyordu. Ortalığı kana bulayacak ses hala duyulmuyordu. Ferit nefessiz kaldı. Ezgi’yse böyle koşmalara oldukça alışıktı. . Ferit, Ezgi’nin elini tuttu. Ezgi, birden dönüp baktı Ferit’in yüzüne. “Koşmamız lazım.” dedi. Demeye kalmadan o küçücük ses duyuldu. yere düşen çelimsiz bir eşyanın sesiydi bu. Fakat sonra heybetli silahlar çığlık atmaya başladı. Bahsedilen kıyamet kopuvermişti birden. Ferit, oteldeyken alışık olduğu mermi seslerini yadırgamıyordu ama mermilerin yanından geçerken çıkardığı uhultuya çok şaşırtmıştı. . İçi su dolu bir inşaat bidonunun arkasına saklandılar. Tam çatışmanın ortasına düşmüşlerdi. Mermiler peşi sıra geçerken üstlerinden, Ezgi çatık kaşlarıyla bakış attı Ferit’e.


Ferit, hiç bir şey hissetmiyordu, korku iliklerine kadar işlemiş, iliklerinden taşmıştı. Silahların bir anlık susmasını fırsat bilip fırlamak istedi yerinden. Fakat ilk adımı atarken çıkardığı sesle tekrar başladı silahlar konuşmaya. Ezgi, çığlık çığlığa ağlamaya başladı. Silahların sesinden onun çığlığı duyulmuyordu. Silahların sustuğu bir anda o da hemen bir telaşla sildi göz yaşlarını, boğdu çığlıklarını. “Ben buradayım.” dedi Ferit. Ezgi zaten alışmıştı artık başı ne zaman belada olsa yanında Ferit’in olmasına. Elini tuttu, gözlerine baktı. Ferit; “Korkma.” dedi ama neredeyse kendisi altına edecekti korkudan. Oldukça sabrettiler inşaat bidonunun arkasında sığınarak mermilere. Fakat Ezgi bir anlık gafletle ok gibi fırladı yerinden. Sımsıkı tuttuğu elinden Ferit’te geldi hemen peşinden. Mermiler vızır vızır geçerken başlarının bir karış üzerlerinden ya da 7-8 santim sağlarından ya da sollarından korka korka ulaştılar daha güvenli bir yere. Buradan kaçmak daha kolaydı. Onlarda öyle yaptılar. Bu daha güvenli yerde ufacık bir yarım soluk alıp da koşmaya yeniden başladılar. Bomboş caddenin ortasından koşmaya başladığında Ezgi, birden kolundan tutup kenara çekti Ferit. Evlere daha yakın koşarlarken ağızları peçeli adamları gördüler. Durup yapıştılar bir duvara. O anda Ezgi, içine birden doğan kocaman bir inançla “Bu savaşı biz bitireceğiz.” dedi fısıldayarak. Ferit, bu korkunç ve çılgın cümleyi duymamış gibi davranmaya çalışırken ensesinde patlayan bir sesle irkildi; "KALDIRIN ULAN ELLERİNİZİ!" 4. Bölümün sonu

ataksiya.tumblr.com


BAŞKA BİR MEVSİM Bütün mevsimleri bir araya toplamak vardı. Güneş açmak vardı birlikte; parçalı bulutluyken bile sevmek. Başım omzunda izlenecek filmler, yanağım yanağında fotoğraflar, ayak izimizi bırakacağımız topraklar, seçmekte zorlanacağımız bebek isimleri vardı. Olsun. Başka bir hayat daha var: Hava parçalı bulutluyken bile, sabah uyanır uyanmaz terasa çıkıp günü selamlamak var; koca bir nefes çekerek... Seni unutturabilecek filmler var; yalnızlığı hissettirmeyecek... Kadraja sığdırılabilecek o kadar çok şey var ki biz hariç! Benimle birlikte gezgincilik oynayacak dostlarım var; senin yokluğunu aratmayacak... İsimlerini başkaları koymuş olsa da; avunulacak, avutulacak o kadar çok çocuk var ki dünyada! Dedim ya, olsun; biraz buruk olacak olsa da, yaşanılacak bir hayat daha var.

MELİKE GÜRBÜZ

kulturmantari.tumblr.com


DONDURMA Üsküdar'ın o vakur kokusu burnumdaydı. Koşar adım iskeleye gittim. Zar zor yetiştim vapura; beremi çıkardım, ellerimi ovuşturarak en üst kata, açıklığa oturdum. Kar yağıyordu. Hep en üst kata otururdum. Soğuk, sıcak, kar, yağmur, lodos, poyraz, ölü, diri umursamaz, hep en üst kata, açıklığa otururdum. Orayı severdim. Orada büyüdüm sayılırdı. İstanbul'a geldiğimiz günü hatırlardım. Kız Kulesi'ne baktım. Kız Kulesi bana bakmadı, üzüldüm. İlkokula yazılmamıştım o günlerde; fakat az kalmıştı. Babam bir gelsindi, yazılacaktım. Babamı bekliyordum alt tarafı. Babam gelecekti, neden gelmesindi? Annem bana hep babamın nereye gittiğini anlatırdı. Ben de gitmek isterdim onun gittiği yere, annemin anlattığına göre çok güzeldi orası. Bunu ona söyleyince ağlamıştı, ben de bir daha söylememiştim. Sonra bir gün annem valiz hazırladı, valizimizi alıp İstanbul'a gittik. O gün bugündür İstanbul'dayım. İlkokulu İstanbul'da okudum, babamı beklemeyerek. Kalamış'ta oturuyorduk. Dayımlarla birlikte güzel bir evdeydik. Okula gidip geliyordum. Sonra Gülten vardı, Gülten. Gülten'le oyunlar oynuyorduk. Biraz büyüyünce denize de girecektim Gülten'le. Çok güzeldi Gülten. Çocukken anlamıyordum, büyüyünce anlayacaktım. Gülten'le Moda'dan vapura biner, Kabataş'a giderdik. Bunu hep yapardık. Kabataş'tan dondurma alır, Moda'ya dönerdik. Gülten bazen benim dondurmamdan isterdi, ben de verirdim. Bilirdim, o da bir dahaki sefere bana dondurmasından verirdi. Gülten benim çocukluğumdu işte. O Kalamış'taki ev, annem, dayım, yengem benim çocukluğumdu. Hoş, yengem acayip bir kadındı. Durmadan başımı okşayıp, "Vah zavallı yavrum benim." derdi bana. Öyle yaptığında annemin yanına kaçardım, annemin yanında öyle yapmazdı. Zavallı değildim ben. Bana zavallı dediği için ona çok kızardım. İlkokulda bir arkadaşım vardı: Semih. Semih çok iyi çocuktu. Arada bir bize gelirdi. Geldiğinde Gülten, Semih ve ben oyun oynardık. Şişmandı Semih. Bazen Gülten onunla, benimle konuştuğundan çok konuşurdu. O zaman çok üzülürdüm. Semih'e "Şişko, şişko." diye bağırırdım. Semih ağlardı. Gülten çok kızardı bana böyle yaptığım için. Şimdi düşünüyorum da, Gülten daha o zamandan koca bir kadınmış. Ben belki de daha o zamandan Gülten'in içindeki kadını sevmiştim. Vapur iskeleye yanaştı. İndim. Kar durmuştu. Gözüm dondurmacıyı aradı. Önümden kalın, şapkası kürklü montları olan iki çocuk geçti. Biri kız, biri erkekti. Vapurdan inmişlerdi. "Yazık," dedim içimden, "Bu mevsimde dondurma da olmaz ki...".

Yiğit S. Pekzeren sicakcaykasigi.tumblr.com


SEYYAH OLDUM GEZERİM ALEMİ Geçen ay gezgin olmaya karar vermiş, haritayı dizlerimize serip yerler bakmıştık. E artık gitme vakti gelmiştir. Benim rotam Roma’ydı. E rotayı çizdik, biletleri aldık vize hakkında da kısa bir bilgilendirme yapayım. Öncelikle vizenizi İdata denen kurumdan alacaksınız. Pek çok yerde büroları var. Web sitelerinden istenen evraklarını görebilirsiniz. Yalnız, uçak biletiniz alınmış, otel rezervasyonu yapılmış olması sizin için çok büyük bir avantajdır. Bir de sağlık sigortası yaptırmanız gerekiyor. Bunu da bazı bankalar bile yapabiliyor. Evraklarınızı eksiksiz bir şekilde teslim ederseniz 3–4 gün içinde vizeniz basılı pasaportunuzu teslim alabilirsiniz. Vize sorunumuzu da çözdükten sonra başlayalım yolculuk hazırlıklarına. Kalacağınız günleri hesaba katarak ona göre giysi alın. Bavulunuzu mümkün olduğu kadar doldurmayın. Hele ki, yalnızca uçakta el bagajı olarak taşıyacağınız bir çantanız varsa (yaklaşık 8kg) bu sizin için bir avantaj olabilir. Bavul olarak bence tekerleksiz, orta boy bir turist sırt çantası almanızı tavsiye ederim. Tekerlek gereksiz ağırlık yapacağı için, bazı yerlerde avantajına rağmen çok da gerekli bir şey değildir. Zaten otelinize kadar giderken genelde çok yürümek zorunda kalmayacaksınız. Sonrasında da çantayı otelde bırakıp gezeceğiniz için tekerlek pek de önemli değildir. Giysilerinizi seçerken hava durumuna mutlaka dikkat etmelisiniz. Yine de yanınızda bir yağmurluk bulundurmanız fena olmaz. Çantanıza mutlaka bir cep-rehber kitabı koyun. Rehber kitaplarının zaten haritaları var. Cebinizde taşıyabileceğiniz ölçülerde olduğu için de taşımakta zorlanmazsınız. Telefonunuzun navigasyonuna fazlaca güvenip harita almayı ihmal etmeyiniz çünkü telefonun çekmediği yerlerde olacaktır. Gitmeden önce mutlaka bir gezi planı yapın. Saatleri hesaba katarak yapacağınız bir gezi planı sizin için büyük avantaj olacaktır. Böylece, “nereye gitsem” karmaşası yaşamaz, döndüğünüz zaman da “aaa ben burayı görmedim. ” Demezsiniz. Gideceğiniz ülkenin saat dilimini mutlaka öğrenin. Telefonunuzun saati otomatik güncelleniyorsa o kendini ayarlar ama siz yine de saatten bir şekilde emin olun. Otel rezervasyonunuzu internet üzerinden yapın. %1 0 civarında bir para ödeyerek pek çok otele rezervasyon yapabilirsiniz. Paranın geri kalanını otelde ödeyeceğiz için, en kötü ihtimalle zararınız %1 0 olur. Rezervasyon yaptırdığınız sitenin güvenli olduğundan mutlaka emin olun. Bazı sitelerden yapılan rezervasyonu oteller tanımayabiliyor. O tarz durumlara karşıda bir B planınız olsun. Otelinizi mümkünse, başka otellerinde bulunduğu bir sokaktan tercih edin.

Ve telefonK önemli sorunla için buradan kampanyaları vermeyeceğim. fakat şunu söy hattınız yurt d avantaj sa konuşmasam d akıllı telefo konuşurum diy dert etmenize g ülkenin havaala “Sim Car – No stantlara gideb paketi olan bir t fiyata alabilirsin lazım olacak en Havaalanı işl bilgilendirme ya yurt dışına çıkış alın. Sonrasında Check-in’inizi ya yaptırabilirsiniz oluşabilecek bir sorumluluk size bilemem ama C alamazsınız stre bekliyor demekt Ve artık hazırız d


K Yurt dışına çıkanlar için en ar biri. Reklâm yapmamak firmalarının isimleri ve hakkında bilgi Bunları araştırabilirsiniz yleyebilirim ki, Türkiye’deki dışında genelde size bir ağlamaz. Sevdiklerimle da olur diyorsanız ya da onların uygulamalarıyla yorsanız telefon işini çok gerek yok demektir. Pek çok anında bile bulabileceğiniz o Roaming charges” yazılı bilirsiniz. Sadece internet telefon hattını çok cazip bir niz. Zaten size yurt dışında n önemli şey internettir. lemleri ile ilgili de küçük bir apayım; içeri girer girmez, ş harcını yatırıp pulunuzu a Check-in sırasına girip yaptırın. Online Check-in z ama bu işlem sırasında r internet arızasında tüm e ait olur. Biletiniz yanar mı Check-in yapıp da, barkodu es dolu bir süreç sizi ktir. demektirK

Bu zahmetli hazırlık sürecini tamamlayıp kendimi havaalanında bulduğumda şaşkındım. Bitmek bilemeyecek gibi gelen onca prosedür bir anda bitirivermiş ve ben artık uçağımın kalkmasını bekliyordum. Sabırla bekleyişimin sonunda uçağa biniş kapımın açılmasıyla maceram başlamış oldu. Roma’ya indiğim zaman her şeyin tamam olduğunu düşünüyordum. O an ki heyecanla beni bir pasaport kontrolünün beklediğini unutmuştum. Suratsız İtalyan memurlarını görünce birden stres oldum. Sıra bana gelince hiç konuşmayan İtalyan memur, yüzüme bile bakmadan mührü basıp pasaportumu geri verdi. Ben en azından bir “hoş geldiniz “ lafını bekliyordum ama sorunsuz geçtiğime şükreder oldum. Ve artık yılışık taksicilerin yanındasınız demektir. Birden etrafımı saran onlarca adam, ısrarla taksiye davet ediyordu. Yavaş yavaş sinirim bozulmaya başlamıştı. Onlardan kaçarken kendimi –Roma Pass Card- alabileceğim bir turizm acentesine atıverdim ve hayatımdaki en rezil, en berbat İngilizcemi orada konuştuğuma eminim. O kadar kötüydü ki, dediğimden ben de bir şey anlamıyordum. Derin bir nefes aldım ve kendimi toparlayarak derdimi anlatmaya çalıştım, kartI alabilmiş olmam bana biraz moral verse de tam anlamıyla bütün hevesim kırılmıştı. İlk uçakla dönmeyi bile düşündüm ama pes etmedim. İkinci İngilizce skandalımı da, şehir merkezine giden otobüs biletini alırken yaşadım. Görevli “Gidiş dönüş mü yoksa tek yön mü?” diye soruyordu ama her nedense ben bu soruyu 4 kez tekrarlatmıştım. Görevli bayanın da siniri bozulmuş olmalı ki, bileti önüme koyup hiçbir şey demeden yüzünü çevirdi. Ben elimde biletle kalakalmıştım. Kendime gelebilmem için dışarı çıkmam gerekiyordu ve dışarı çıkınca o ilk şoku tamamen atlattığımdan emindim. Roma’da iki tane havaalanı bulunuyor. Bunlardan biri Leonardo Da Vinci havaalanı daha yaygın adıyla Fiumicino bir diğeriyse Ciampino. İki havalanından şehir merkezine tren ve otobüs yoluyla ulaşım mevcut. Ciampino biraz daha küçük ama şehir merkezine daha yakın bir havaalanı. Tren ile ulaşım daha pahalı ve daha kısa sürede olabiliyor, otobüs ise ucuz ve daha fazla vakit alıyor. Tren yaklaşık yarım saat sürerken otobüsle 1 saatle gidiyorsunuz. Ciampino’da bu süreler 1 5 dakika kadar daha kısa olabiliyor. Roma’da şehir merkezinde ulaşım için Pass Card alabilirsiniz. Bu kart size 3 gün boyunca tüm toplu taşıma araçlarından (havaalanı – şehir merkez trenleri hariç) yararlanmanızı ve 2 tane müzeyi gezmenizi sağlıyor. (müze ücretleri yaklaşık 1 0 euro ve toplu taşıma araçları yaklaşık 1 , 40 euro Passcard’sa yaklaşık 34 Euro) . 3 gün veya daha az kalacaksanız Pass Card işinizi hayli hayli görebilir. - DEVA M EDECEK

ataksiya.tumblr.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.