Bilakis dergi ocak

Page 1

BİLAKİS

1 OCAK 201 4 1 .SAYI AYLIK KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİ ÜCRETSİZDİR

Sadecebirdergideğil


2 3

İLK SÖZ

FATSA'NIN SÖKÜĞÜNÜ DİLEN TERZİ BİR NESLİN KAÇIŞ HİKAYESİ

7 6

KREŞENKO DERYA'NIN 9 KİTAPLIĞI

4

5

8

10 11 SAHNEDE NE VAR? 12 kÜLT FİLM KUŞAĞI

13

İLK YAZI

şAHANE GELİN HAYAL BAHÇEM DUMAN Annem Demişti Bir Yazarın yazamayışı Bana şiir okur musun?

15 16 17 18 19

14

MAKYAJSIZ METRAJLAR SEN ANLARSIN Özgür Devrim KENDİNİ BANA SAKLA Yeni yıl


İLK SÖZ Her zamanki boğucu günlerden birinin içine düşmüştüm. Romanımı bitirmiş ama bir türlü imlasını düzeltmeye başlamamıştım. Kendimde o enerjinin birden belirivermesini bekliyordum. Tumblr'ın "Dashboard"ında, mouse'nın tekerini döndürüp durduğum bir anda, birden bir blog dikkatimi çekmişti. Dünyayı değiştirmekten bahsediyordu. İlk anda üzerimdeki tembelliğe yenik düşüp hemen unutasım geldiyse de kendimi bastırıp biraz düşünmek istedim. Dünyayı değiştirmek; belki de herkesin ömründe bir kere de olsun inandığı bir ütopya. Dünyayı değiştirmek milyarca insanı değiştirmek demekti. Birden olumsuz fikirler yığınına dönmüştü beynim. "Unutma, herşey küçük bir adımla başlar." dedi içimden bir ses. Ben de o sese uyup önce bu blogun sahibine mesaj attım. O anda tek aklımda olan dünyayı değiştirmekti sadece ama nasıl? Bunun üzerine düşünürken birden bir dergi fikri geldi aklıma. Herkesin özgürce yazabildiği, yazdıkça kendini geliştirebildiği, insanları düşündüren, unuttukları yollara sevk eden bir dergi canlandı kafamda. Yine olumsuz düşünceler birden yığılmaya başladı. İçimdeki olumsuzluk daha fazla büyümeden, bir çok blogla iletişime geçmeye başladım. Onlara fikrimi sunduğumda ortak soru şuydu; "Nasıl bir dergi?". Bu soruya tam olarak cevap veremiyordum çünkü konuşmaya başlarsam ya aklımdakini eksik anlatacağımdan ya da yanlış anlatacağımdan korkuyordum. Bizim dergimiz olacaktı işte. Bizzat halkın yazdığı bir dergi. İnsanların rahatça ulaşabildiği, halkla içiçe, sayfalarca özgür olduğumuz, istediğimiz konunun nabzını istediğimiz kadar tutabildiğimiz, yazdıkça büyüteceğimiz bir dergi... Bu fikri duyduğu gibi sahiplenenler oldu. Beni tam olarak anlamışlardı çünkü derginin benim değil "bizim" olduğunu biliyorlardı. Bir kişi, iki kişi derken yavaş yavaş büyüdü dergi. Bu ay ki sayıda olanlar kadar yazı yetiştiremeyenler de oldu. Şubat sayısında daha dolu dolu olacağımızı düşünüyorum. İlk sayımız daha çok yazarlarımızın tanıtımı şeklinde oldu. Her yazar, kendini kalemiyle takdim ederken bir de gündemimize Terzi Fekri'yi konuk ettik. Size güzel bir dergi hazırlamak istedik, umarım başarabilmişizdir. Dergimizin bundan sonraki yayın hayatında eğer bizimle birlikte olmak isterseniz, dergimizin iletişim adreslerinden birini kullanarak bizimle iletişime geçebilirsiniz. Kendi gündeminizi belirleyebilecğeiniz gibi dergimizde; sinema, tiyatro, edebiyat, müzik, seyahat v.b. konular hakkında da yazı yazabilir, kendi üslubunuzla bir biyografiyi de bizlere taşıyabilirsiniz. Dergimizin iletişim adresleri aşağıdaki gibidir; bilakisdergi.tumblr.com bilakisdergi@gmail.com www.facebook.com/bilakisdergisi Dergimizi daha iyi bir yere getirebilmek için size ihtiyaç duyuyoruz. Unutulmasın ki, bu bizim değil sizin derginiz. Not: "Sahnede ne var?" sayfasını düzenlerken, İstanbul Devlet Tiyatroları, Ocak ayı programını tam olarak açıklamadığı için "İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı", "Üç Kız Kardeş" ve "Sessizlik" oyunları hakkında yazı yazılamamıştır. Ankara'yı kapsayacak bir daha ki sayımızda, bu üç oyun hakkında da yazılar olacaktır. ENDER YILMAZ

2


FATSA'NIN DİKEN

Terzi Fikri Türkiye siyasi tarihinde siyasetin ender ürettiği tipik bir halk önderidir. Türkiye siyasetine ilişkin özgün fikirleri olan ve bizler için çok uzakta, çok tarihte kalmış bir süreç gibi gözükse de hayatımızı derinden etkilemiş önemli halk hareketi liderlerinden biridir. Türkiye’de sol sosyalist açısından önemli bir misyon üstelenen Tip’in Fatsa’da ilçe sekreterliğini daha sonra ilçe başkanlığını yapmış, siyasete böyle atılmış sonra da belediye başkanlığını yapmıştır. Terzi Fikri’nin ailesi Kafkasya göçmeni Gürcülerdendir. Osmanlı Rus savaşında özellikle Batum-Acara bölgesinden Anadolu’ya göçen birçok Gürcüden Fatsa’nın Bolaman beldesine yerleşen Fikri Sönmez’ in dedesi Hurşit o yıllarda 9 yaşındadır ve göç sırasında babasını kaybetmiştir. Daha sonra babasını Rize taraflarında bulup Fatsa’ya getirmiştir. Hurşit Bey’in Hasan ve Süleyman adında iki oğlu olmuştur. Ailenin ilçenin sahil şeridindeki sıtma salgını yüzünden kıyıdan 8 km içeride kalan Kabakdağı köyüne yerleştiği söylenir. 1 938 Mayısında Fikri Sönmez dünyaya geldi. Ortaokulu ilçe merkezinde okurken babası Süleyman Sönmez muhafazakâr tutumundan dolayı oğlunun siyasetle uğraşmasına karşıydı ve bu yüzden okulu bıraktı. Ortaokulu bıraktıktan sonra Terzi Nevzat ve Faik Usta’nın çırağı olarak işe başladı. 1 962 yılında görücü usulü Nurten Arslan ile evlendi. 1 963 yılında oğlu Naci Sönmez dünyaya geldi. Bu sırada terzi çıraklığına devam eden Fikri Sönmez kendisi gibi gürcü olan Nazım Dervişoğlu’ nun yanına önce kalfa olarak girdi sonra onunla ortak oldu. Bir müddet sonra sahil kenarında Yoldaş Sokağı’nın köşesinde Olimpiyat Terzihanesi adıyla kendi terzihanesini açtı. Diktiği elbiselerin içine Fikri Sönmez yazardı. Terzi Fikri okuldan arkadaşı Ziya Yılmaz’ın da etkisiyle sosyalizmle tanıştı. Solcu olduğu herkesçe bilinirdi. Zamanla terzihanenin üst katı solcu gençlerin takıldığı yer haline gelmiş ve dönemin genç solcularının burada toplandıkları bilinir. Terzi Fikri 1 979 yılında ilçede bağımsız belediye başkan adayı olur ve seçimleri kazanır. Başkanlık süresince iki ayda bir yapılan toplantılarda halkında yönetime katkıda bulunması için çaba göstermiştir.. Fatsa el yordamıyla Fikri Sönmez’ in önderliğinde devrimci fikirlerin, gençlerin çabalarıyla önemli bir deney yaratmıştır. Bir halk demokrasisi deneyi 9 aylık bir hikâyedir aslında. 5000 yurttaş temsili demokrasiyi aşarak seçimlerle mahallelerde 11 halk komiteleri oluşturur. Bu komitelerce tartışılıp ele alınan içki, kumar sorunları kadına şiddet gibi çalışmalardan en önemlisi Çamura Son kampanyasıydı. 1 2 Eylül öncesinde nokta operasyonu düzenlendi ve şöyle bir kamuoyu oluşturuldu : ‘’Kurtarılmış bölge, küçük Moskova, devlet içerisinde devlet, devletin giremediği yer, mahkemelerin çalışmadığı savcıların görev yapamadığı bir kent’’ demokratik sola farklı bir bakış açısı vardı . Operasyon için gerekli ortam hazırlandığı sırada Çorum’da , 1 980 Haziranında Maraş olaylarına benzer bir katliam gerçekleşti. Onlarca alevinin katledildiği olaydan sonra Demirel’in sonrasında inkar ettiği açıklama çok ilginçti :

"Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın!"

ve 1 2 Eylül darbesinden 2 ay önce 11 Temmuz günü gözaltına alınan Terzi Fikri ‘nin evinde yapılan aramada 21 6 tane kitap, 78 tane propaganda içerikli kartpostal, seçim afişleri, ölen DEV-YOL militanlarının resimleri, ideolojik afişler, pankart ve bildiriler çıktı. Yargılandığı dönemde savunmasında Fatsa’daki mevcut düzeni şöyle anlattı : Fatsa hepimizin bildiği gibi Doğu Karadeniz’de kurulmuş bir yerleşim birimidir. Doğu Karadeniz’in birçok yerinde olduğu gibi ekonomisinde başrolü fındık oynamaktadır. Özlü ifade ile Fatsa halkının en büyük geçim kaynağı fındıktır. Ayrıca ülke ihracatındaki payı ve önemi herkes tarafından bilinmektedir. Kısaca özetlemeye çalışırsak, fındık Fatsa’nın, Fatsalıların her şeyidir. Fatsa ‘da fındıksız bir yaşam düşünülemez.

3


SÖKÜĞÜNÜ TERZİ

Burada hemen vurgulamalıyım ki Fatsalının, Fatsa köylüsünün yaşamında bunca önemi olan fındık, hiçbir dönemde Fatsa halkını güldürmemiştir. Adeta kara yazgısı olmuştur. Çünkü hiçbir dönemde verilen taban fiyatları yeterli olmamıştır. Bırakın yeterli olmayı üreticinin üretim masraflarını zor karşılayan bir taban fiyatı uygulaması yıllardan bu yana ısrarla sürdürülmüştür. Bin bir güçlükle ürettiği ürüne yeterli değeri alamayan Fatsa köylüsü, uygulanan yanlış kredi ve taban fiyatı politikalarıyla tüccar ve aracılara köle edilmiştir. Öylesine borçlandırılmıştır ki tüccarlara arazilerini tümden satsa dahi bu modern kölelikten kurtulamayacak hale getirilmiştir. Zaten ürünlerinden elde edilen kazançla halk, çok kısıtlı olanaklarla yaşamak zorunda bırakılmış, buna bir faiz, karaborsa, pahalılık, işsizlik de eklenince yaşam Fatsalı için çekilmez bir hale gelmiştir. Daha özlü olarak söylersem, Fatsa halkı için yoksulluk, yaşamın bir parçası olmuştur. Köylü işin hamallığını yapmaktadır. Bir de buna Fiskobirlik’teki yolsuzluklar da eklenince hayat Fatsa’da, Fatsa köylüsü için çekilmez bir hal almaktadır. Can Yücel operasyondan sonra Fatsa ve Terzi Fikri için şu şiiri yazdı: ‘’ Terzi Fikri öyle bir giysi dikti ki Fatsa’ya O gürcü öyle bir gürledi ki arkadaşlarıyla Noktalar, noktalı virgüller, askeri operasyonlar Kimseler çıkaramaz Fatsa’nın sırtından Emek hakkının sımsıcak çıplaklığını’’

"BEN NE YAPTIYSAM HALKIM İÇİN HALKIMLA BİRLİKTE YAPTIM"

FİKRİ SÖNMEZ

Fikri Sönmez 4 Mayıs günü cezaevinde kalp krizi sonucu yaşamını yitirmiştir ve ben birçok Fatsalı gibi onun diktiği Fikri Sönmez imzalı giysiyi taşımaktan, onur duyuyorum.

EZGİ YAĞCI

ezgieylull.tumblr.com

4


Kayra Umut

"Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız ya da yerimiz yok. Ne büyük savaşı yaşadık, ne de büyük buhranı. Bizim savaşımız ruhani bir savaş. En büyük buhranımız hayatlarımız. Televizyonla büyürken milyoner film yıldızı ya da rock yıldızı olacağımıza inandık, ama olmayacağız. Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz. ve bu yüzden çok kızgınız.” Chuck Palahniuk bu cümleleri sarf ederken hiç de yanılmamıştır aslında.Kendi yüzyılımıza baktığımız vakit bu cümlelerin ne bir fazlası ne bir eksiği olmadığımızı fark ederiz.Bir avuç depresifiz işin özünde.Boğuluyoruz.Canımız yanıyor.Yüksek gelirli, bol statülü, arabalı, standardı yüksek hayatlarımız olmasını isteyen ailelerimiz kim daha uzağa işeyecek yarışından farksız olan sınavlar dizisinde elbette en başta yer almamızı istiyor.Elbette bu isteklerinde art niyet aramaya lüzum yok.Ama iş tercihlere geldiğinde çocuğunun aslında ne ile, neyi yaparak ve nasıl mutlu olacağını pek de merak etmiyorlar.Malum sonuç gecikmiyor iş böyle olunca.Etrafta bir yığın mutsuz insan beliriyor.Azımsanamayacak sayıda yaptığı işi sevmeyen, üretemeyen, seçim şansı verilmeden geldiği okulun dersleriyle alakası olmayan gençlerle dolup taşıyor sokaklar.Hepsi başka bir hayatın düşüyle uyuyup yine eski hayatına uyanıyor.Travmatik sabahlar geçiyor üzerlerinden. İşte bu noktada kimisi vazgeçiyor başka bir hayat aramaktan kimisi istemediği hayatı sonlandırıyor kimisi herkese rest çekip seçimini kendisi yapıyor ve kimisi de bedenini, özellikle beynini uyuşturmayı seçiyor. Alkol ve uyuşturucu tüketimi sanıldığından da fazladır.Ailenizin uslu çocuğu olarak büyümüşseniz ve o şekilde de devam etmişseniz bu gerçekle karşılaşmazsınız.Fakat uslu çocuk çizgisinden çıkanlar ve o çizgiye zaten hiç ayak basmamış olanlar iyi bilirler.Çokça alkolle yıkanmış gecelere, dumanla doldurulmuş ciğerlere, damarlarında gezintiye çıkmış uyuşturuculara, minik hapların getirdiği büyük mutluluklara rastlamak hiç de zor değildir. İlk başta şaşırmak normaldir. Yalnızca küçük bir grubun seçtiği bir yol olduğu sanılır.Fakat Alice’in Harikalar Diyarı’na gitmek için bilet almış birçok yüzle karşılaşılır.Bu bir şekilde vicdanen rahatlamaya sebep olur.Bunun yanında yalnız olmadığını bilmek kişiyi mutlu eder.Yaşanması mecburi olan gün zihinde baca temizliği yapmayı meşru kılar elbette ki illegal yollardan.Hayal dünyasına adım atıldığı anda kişi özgürleştiğini, geerçekten mutlu olduğunu hisseder ve herkese yetecek kadar sevgiyle dolar.Artık stres kaynağı olan o hayatı uzakta bırakmıştır çünkü.Onun için tek dünya artık oldukça yumuşak hatlara sahip,renklerin daha canlı olduğu kendi dünyasıdır.Her bir yanını kendisi inşa eder. Bulutların üstüne çıkmak istediği anda kendi orada bulur.Özetle sıkıcı hayatında yapmak isteyip de yapamadıklarını yapar.İşin kötüsü bilet almak için paraya ihtiyaç vardır.Özellikle de alkol için.Geride kalanlar kafanın iyiliğinin zamana oranlandığında daha az gidere sahiptir.Ama kişi geçirdiği onca güzel vakitten sonra elbette ki yine eski dünyaya uyanır.Bu defa farklı olansa artık bir tutunacak hayata da sahip olmasıdır.Ne kadar iyi veya ne kadar kötü olduğunun tartışılması oldukça gereksizdir.En başta da olduğu gibi bu yalnızca bir tercih meselesidir.Kullananları rencide etmek,ayıplamak,parmakla göstermek ve tiksinerek bakmak tabi ki oldukça aptalcadır.Toplum kendine benzemeyeni, ağzı vakumlu olan bir canavar gibi emerek öldürmeyi seviyor.Öyle ki bu düşünce bile mutlu edebiliyor onu.Bütünüyle parçalamak üzerine kurulmuş bu mantık fazlaca ön yargının üzerine kurulmuştur.Kendi zincirlerinden kurtulamayanlar bir başkasının olmayan zincirini kırmaya çalışır. Kısacası “Güneşin bir gücü var. İnsanların ona neden taptığını anlamak zor değil.” cümlesi her şeyi özetleyebilecek nitelikte.Bu kişileri anlama isteği yeterli gelecektir.

5


BU

SAYFA

NEDEN SENİN OLMASIN? 6


ataraksiya.tumblr.com

TEFRIKA

Kreşenko 1. Bölüm Saksağan mahallesinde kadınlar ellerini eteklerinde kavuşturmuş, oturuyorlardı merdivende. Seher, kucağındaki çekirdeklerden birini ağzına götürürken Asuman’ın oğlunun dedikodusuna getirdi konuyu. Askerden dönen Ferit’in sevgilisi Zeynep, Ferit’in gidişini zor çekmiş de; ilk solukta kendini Ferit’in en yakın arkadaşlarından Hakan’ın evine atıvermişti. Hakan’la da kalmamışta başkalarınında evlerine gider olmuştu. Onun yüzünden mahallede namus kavramı sarsılmıştı. Genç kızlar onun hikayesini duyunca cesaretlenmiş de mini etek giyer olmuşlardı. Hem zaten Fatma’nın kızıyla, Osman’ın ortancısıda son bir ayda kaçmamış mıydı kocaya? Asuman balla değil, sirkeyle kesti Seher’in sözünü; “Kızımın namusu sana mı kaldı?” diye çıkıştı. Karşısında Ferit’in annesini gören Seher, birden fırladı ayağa. Ayağa kalkar kalkmaz eteğinden dökülen çekirdekler, ortamı daha da gerginleştiren görünmez bir unsurdu. “Konuşuyoruz kız öylesine” dedi. “Bu nasıl konuşmaz? Birlik olmuşsunuz da namus bekçisi olmuşsunuz. Sen önce kocanı karıların koynundan Seher Hanım!”. Seher, neyse ki bu söze karşılık vermedi de kavga büyümedi. Asuman, tombul yüzünü sıkışlaştırarak döndü arkasına. Kaşlarını çatıp hızlıca yürüdü. Yürürken “cık cık cık” diye söyleniyordu. Çattığı kaşları normal haline döner dönmez birden aklına Ferit geldi.”Eyvah” diye geçirdi içinden. “Bizim oğlan bugün çıkar sokağa. Duymaz mı bunları? Mahallenin orospu karıları sakız ettiler Zeynep’in namusunu.”. Bir an önce çıkma telaşıyla bakkala girdi. Ekmek dolabına doğru hızla ilerlerken bakkal, oğlundan konuyu açı verdi. Bir süre askerlikten, şehit olan gencecik canlardan, konuşurken,kız kısmıyla muhabbet etmeye bayılan bakkal Haluk, konuyu alakasız bir yerinden kesip Zeynep’e getirdi. “Çok iyi oldu zamanlaması.” dedi. Asuman şaşırdı. Olan bitenden haberi yoktu. Haluk, salağa yatıyor diye geçirse de içinden eski elbiselerle dolaşan kadının cidden hiç bir şeyden haberi yoktu. Zeynep’ler gün ağarırken taşınmışlardı buradan. Herkesten gizlemişler ama bir kaç kişiye çıtlatmışlar rotanın memleketleri Samsun olduğunu. “Şükür” diye derin bir nefes aldı Asuman. Olacakların olmayacağına inanan kafası rahatlamayla meşgulken Haluk “zavallı adam” diye başlayarak Zeynep’in babasına acıma duygularından bahsetti. Asuman, bu sözler üzerine Zeynep'i ne kadar çok sevdiğini anımsadı. Bir kadının lafları yüzünden bükülmüştü kalbininm boynu sevdiği insana karşı. Sonra, ne çok an vardı ömründe başkası dedi diye en sevdiği insanlardan birden soğuyuverdiği. Bakkal Zeynep'in babası derken birden bunları hatırlıyıverdi. Suratında acı bir gülümseme beliriverdi. Bu zamanı değiştirememenin acısı, yanlış giden bir şeyi kavramanın mutluluğuydu. Evin kapısından içeri girdiğinde ekmek kokusu onunla eve daha önce girebilme telaşına tutuşmuştu. Ferit ne kapının sesine, ne anneşin “merhaba” oğlum diyişine çevirmişti başını. Ekmek kokusuydu onu çeken ve baş çevirş zaferi de ilan ediyordu aslında. Evde sıcacık bir konu, Asuman'da bir garip haberler. Nereden başlasaydı. Zeynep gitti deyip çıksamıydı işin içinden? Yoksa, tüm olan bitenleri, mahallenin kaynayan kazanını anlatsa mıydı? Nasıl denir ki, Zeynep'i Hakan'ın evine girerken görenler olmuş diye. “E oğlum ne yaptın? Görüştün mü arkadaşlarınla? Hepsi özlemiştir seni; Hakan, Okan, İsmail...” diye tamamlanmamış bir soru sordu. Hakan geniş kanatlı burnunu çekti. İnce dudaklarını bir şeyler söylemek için oynattı ama hiç bir şey söylemedi. Ellerini, ufacık kulaklarına götürdü. Kulakları, saçları uzadığını zaman hiç gözükmüyordu. Bir cevap bekleyen annesine birbirinden epeyce ayrık kaşlarını garip bir şekle sokarak, yemyeşil gözlerini annesinin kara gözlerine dikerek baktı. “Boşver be anne” dedi. “Aramaz, sormaz oldu onlar. Ne olduğunu bilmiyorum. Gelir gelmez soracaktım. Boşver dedim sonra. Seni aramayanları sen de arama.” diye devam etti. Asuman, oğlunun yanağını okşadı. Yine her şeyi bilmiyormuş gibi bir soru sordu; “Peki Zeynep oğlum. Onu

7

görmeye gitmeyecek misin?”. Zeynep'in adı geçince odada gergin bir ortam oluştu. Ferit oturduğun yerden fırladı. Odanın içinde dönmeye başladı. Ayağa kalktığı zaman kafasının vücuduna oranla ne kadar küçük olduğu dikkat çekiyordu. Sanki o heybetli vücut, daha kocaman bir kafayı hakediyor gibiydi. “O da beni aramaz sormaz oldu. Telefonuna da ulaşamıyorum. Bugün onunla konuşacağım.” dedi sesimi yükselterek. Sonra birden annesine bakakaldı. Şaşkın bir surat ifadesi takınıp; “Yoksa sen bir şey mi biliyorsun?” diye sordu. Kadının kem küm etmeleri onu öfkelendirmişti. Annesinin yanına oturup kolunu sıktı. “Söyle bakalım ne duydun?” dedi. Asuman öncelikle kolunu kurtardı oğlunun elinden. Ferit'in iyice sinerlendiğini görünce bir an önce konuyu değiştirmek istedi fakat bu hiç mümkün gibi gözükmüyordu. Sonunda oğlunun ısrarlarına dayanamayıp, ne biliyorsa anlatıverdi. Ferit tek kelime konuşmadan odasına çekildi. Kadın peşinden gitmek istediyse de, oğlunun bağırmasıyla hemen fikrinden vazgeçti. Bir iki saat kadar salonda oturup oğlunun çıkmasını bekledi. Sonra kapı komşuna gitti. Nebahat'le muhabbete daldıklarında bir bağırışla irkildiler. Bu duyduğu oğlunun sesiydi. Hemen sokağa fırları. Evden telaşla çıktığı için elinde kalan bardağı yere atıp koşmaya başladı. Tuhafiyeci dükkanının köşesini dönerken kalbi önüne yuvarlanacak gibiydi. Takunya misali terlikleri kopmamak için direniyordu ama biri kopuverdi. Diğerini de çıkarıp çıplak ayak koşmaya devam etti. Sesleri duyduğu yere gelince gördüğü manzarayla şok oldu. Ferit Seher’in boğazına dayamıştı bıçağı tüm olanları anlatmasını istiyordu. Az önce keyifle çekirdek çitleyip, milletin namusunu meze yapan kadın tir tir titriyor, boğazına değen bıçakla canı yanıyordu. Kekeleyerek anlatıyordu tüm olanları. Her takıldığı yerde Ferit “Anlat” diyordu. “Çok can aldım ben! Sülaleni sikerim acımam!” diye bağırıyordu. Korkudan ödü bokuna karışan kadın; -Oğlum ben seni çok severim. Gözünün -Sıçtırma lan gözüme anlat! Nolmuş Zeynep’e! Hakan’la nolmuş lan! Az önce şakıyordun bülbül gibi! -Oğlum - Sikerim lan oğlunu! -Bak her şey sen gidince başladı. Halis dedi önce, Zeynep dedi şey olmuş -Nerede ulan o göt! Ulan bütün mahalle o yavşağa mı inandınız? -Hayır, gözlerimle gördüm. Oğlum Allah adını verdim indir bıçağı. Öyle konuşalım. Kadın ağlıyordu. Ferit’in ağzından salyalar saçılırken, gözlerini büyütüyor, kadın sustukça bıçağı boğazına doğru itiyordu. Annesinin kendisine bağırmalarını duymuyordu bile. Gözleri öfke kusuyordu. Seher'i lime lime doğrasa bile siniri yatışmayacak gibiydi. Asuman kendisine doğru koşmaya başlayınca, sert bir sesle durdurdu: -Anne sen karışma! Devam et ulan, konuş! Mahalleden bir kaç kişi araya girmeye çalışsa da Ferit tersledi: -Namus meselesi lan bu? Karışanı doğrarım! Ulan kadın ne çok sustun, anlat hadi! -Halis dediğinde biz inanmadık -Ağlamadan anlat! -Tamam, -Kes ağlamayı! -Tamam, tamamP. Halis dediğinde inanmadık. Fakat bir gün Hakan’lara girerken gördüm. Sonra camda gördüm bunları sarılıyorlardı. Sonra da Ömer’in evine girerken gördüm. Başkaları da başka şeyler görmüş. Dediklerimi gören başkaları da olmuş. Kalabalığa bağırdı; “Doğru mu lan?” kimseden ses gelmedi. Kadının itip Hakan’ın evine doğru koşmaya başladı. Kıp kırmızı gözleri, boğazından fırlayan damarları ve elindeki ekmek bıçağıyla korkunç görünüyordu. Çıplak, son hızıyla koştu. Tüm mahalleli de arkasından koştu. Hakan'la vardığında bir süre öfkeyle evin önünde durdu. Sonra hızla koşarak kapıyı tekmeledi, yumrukladı açan olmadı. “Ulan puşt! Seninle yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmedi ulan yavşak! O kapıyı kıracam, içerideysen lime lime edicem seni. Sonra da bu kapıyı götüne sokucam! Ulan çıksana delikanlı gibi, gelsene lan! Hangi kitapta yazar askere giden arkadaşının sevgilisine yazmak! Onu evine almak ha! Ulan, bu


A ROMAN yüzden mi kaç aydır konuşmuyorsun benimle! O yüzden mi açmadın lan telefonumu şerefsiz!P”Ferit kombine küfürlerle saydırmaya devam ederken. Mahalleli bir anlık boşluktan fırsatla bıçağı aldı elinden. Ferit’in sinirleri boşalmıştı. Neredeyse ağlayacaktı. Çıplak ayak, sırtında atleti, altında şortu, kalbinde kocaman yarayla döndü evine. Annesine bir şey sormadı da söylemedi de. Odasına geçti, yatağına uzandı. Düşünmekten ve sinirden uyuyamadı. Günler birer birer eksilirken Ferit'in kumbarasından sadece anlamaya çalışıyordu. “Bir insan, bir insana bunu neden yapardı?” Sorular kafasının içinde büyüyor, kendisini teslim alıyor, çaresiz bırakıyordu. O kadar çaresiz kaldığı zamanlarda da içmeye başlıyordu. Hep daha çok unutmak için, daha çok içiyordu fakat içtikçe daha çok inciniyordu. Birkaç kere yolda Hakan'la karşılaşmıştı. İlk karşılaşmasında yakasına yapışıp hesap sormuş, üst üste yumruk atmıştı. Fakat Hakan ağzını tek kelime açmamış, hiç bir şey söylememişti. Hakan'ın suratına üst üste yumrukları indirmesini tüm mahalleli izlemiş ama hiç kimse ayırmamıştı. Ferit'in canını acıtan son gelişmeyse Zeynep'in taşınmış olmasıydı. Kendisine doğru düzgün hesap bile soramamıştı. Artık cevap bulamadığı soruları sadece duvarlara soruyordu, sessizlik karşısında kafayı sıyıracak gibi oluyor, sonra kendini içerken buluyordu. Günler hızla geçip giderken, acısı bir çocuk gibi büyüyordu. Her sokağa çıktığında anıları canlanmaya başlanmıştı artık. Zeynep'in öptüğü yere bakarken, kendisini ve Zeynep'i öpüşürken görüyordu. Sonra Zeynep'in biri görecek telaşını görüyor, göğsüne doğru yumuşak bir yumruk atışını hissediyordu. Her şey gerçek gibi oluyordu. Zeynep'le kavga ettiği yerde yine yaşananlar canlanıyordu. Zeynep elini kaldırıp gözlerini büyütüyor, o da sevdiğinin bu ukala tavrına sinirleniyordu. Tüm bu hayallerden sıyrılıp odasına döndüğündeyse, içini çığlıklar içinde ağlama hevesi kaplıyor ama hiç bir şey yapamıyordu. Tek yapabildiği çaresizce duvarlara bakmak ve bu acının geçmesini beklemekti. Fakat bazı acılar, zamanla geçmek yerine zamanla daha çok yayılıyordu. Zamanla daha çok can yakıyordu. Bir sabah uyandığında her şeyi kabullenmiş gibi hissediyordu. Mahmur gözlerle tavana bakarken, “Zeynep artık yok.” diyebildi. Bunu dile getirebilmesini şaşkınlığını henüz atlatmadan, bir de “Zeynep seni aldattı.” cümlesiyle ıspatladı kabullenmiş olmasını. Yavaş yavaş unutacağını düşünmeye başlamıştı fakat bu düşüncesi doğrulmasıyla kaybolup gitti. Zeynep'i birden karşısında görmüştü. Hiç konuşmadan ona bakıyordu. Öylesine masum bakıyordu ki, Ferit'e ben masumum dese, Ferit asla inkar etmeyecek gibiydi. Ayağa kalkıp yanına gitmek istediğinde bunun sadece bir hayal olduğunu anladı... Tekrar yatağına oturdu. Ellerini anlına koydu. Yaşadığı bu süreçte ilk kez ağlıyordu. Sanki içi boşalıyor gibiydi. Hiç erkekliğe dem vurmadan dibine kadar ağladı. Akıttı her göz yaşı sırtına taktığı bir kanat gibiydi. Ne kadar ağlarsa o kadar özgür hissediyordu kendini. Bu şehir, bu oda, bu hava, bu su, bu toprak, bu yağmur, bu güneş... her gün üzerine dökülen bir dünya gibiydi. Yıkıntıların altında kalan çaresiz bir adam olduğunu biliyordu. Ağlarken tüm bunları düşündü, düşündükçe daha çok ağladı. Tüm bunları atlatabilmesi için tek bir çareye sığınabiliyordu artık. Artık sadece tek bir çözümün kendisini kurtarabileceğine inanıyordu; gitmek! Zeynep burada vardı, burada hayat buluyordu, burada yaşıyordu. Gideceği yerde olmayacaktı. Göz yaşlarını sildi. Bu fikri tekrar tekrar düşündü. Kendisini tekrar toparlayıp odasından çıktı. Annei ve babası kahvaltı yapıyordu. “Günaydın” diyerek sofaraya oturdu. Asuman ağzındaki zeytin çekirdeğini tükeremedi şaşkınlığından. 2 haftadır oğlunun ağzından çıkan tek doğru düzgün kelimeydi bu. Lafını yaya yaya cevapladı oğlunun “Günaydın” demesini. Kadın neşeyle dolmuştu. Hiç vakjit kaybetmeden Ferit'e çay koydu. Çayını doldurduktan sonra oğlunun saçını okşadı. Ferit teşil gözlerini annesinin yüzüne dikerek; “Anne, otur konuşmamız lazım.” dedi. Kadın, kötü haberi iliklerine kadar hissetmişti. Ferit'se net bir ses tonuyla; “Ben gidiyorum” dedi. “Artık bu mahallede, bu şehirde daha fazla yaşamak istemiyorum...” Babası bu haberi duyar duymaz evde terör estirdi. Babalar bu gibi durup da kestirip atmakta uzmanlaşmışlardır. Genelde bu tür durumlar, bir çay ve sakin bir sohbetle çözülebilecekken, seneler

ATARAKSİYA süren bir kırgınlığa yuvarlanırlar. Ferit, tartışmanın hiç bir zaman sonuçlanmayacağını anlayınca kahvaltıdan kalktı. Asuman, Ferit’in peşine takılıp sorularını peş peşe soruyordu fakat sorulan soruların cevapları Ferit’te yoktu. Ne nereye gittiğini biliyordu, ne kadar kalacağını... Ferit, bilinmez bir maceraya gidiyordu. Yolun nereye çıkacağını, nerede nasıl yaşayacağını düşünmüyordu bile. Yatağının altına soktuğu bavulunu çıkardı meydana. Özensizce giysilerini doldurdu bavula. Zaten çok da bir eşya almadı. Son bir kez göz gezdirdikten sonra bavulu kapad. Asuman, bavulun kapanışını görür görmez elini ağzına götürüp “Hiyyy” dedi. “Cidden gidiyor bu oğlan!”. Artık geri döndüremeyeceğini de anlamıştı. Ferit, sarıldı annesine. Kapıya doğru yürürken babası yerinden bile kalkmadı. “Biz, elalemin ağzına lafı tıkıyoruz, oğlumuz olacak eşşoleşek gidiyor. Biz de aslan gibi oğlumuz var diyoruz. Kararını veren adama dur denilmez hanım.” Diyerek kızım sana söylüyorum gelinim sen anla modülüyle uğurladı evladını. Ferit sessizce çıktı kapıdan. Asuman'ın yüreği parçalanmıştı. Oğluna kavuşmak için beklediği onca gece boşuna mıydı? Ferit, vedanın bu kısmını hiç hesaba katmamıştı. Annesi sımsıkı sarıldı. Bir yandan daha sıkı sarılıyor bir yandan da “Oğlum gel vazgeç!” diyordu. Oysaki Ferit, kesin olarak kararını vermiş gibi. Çok zor da olsa annesinden ayrılarak evden çıktı. Önce Zeynep’lerin evinin önünden geçti. Az mı beklemişti bu kapıda? Peki, Zeynep’in babası tam şurada indirmemiş miydi sopayı kafasına. Gülümsedi. Bazı insanlar ne kadar büyük kazık atarlarsa atsınlar hep iyi anılarıyla hatırlanırlar. Zeynep'le burada geçirdiği çok güzel anılarını canlandırdı tek tek. Yoldan geçenler sinirli bakışlarına, uzamış sakalına dikkatle bakarken o aldırmadan sinirli mizacını bir anda söküp atıp pis bir gülüşle anıları canlandırmaya devam etti. Gökhan’ın evinin önünden geçerken, “ah ulan çocuk” dedi. Onun hakkında demek istediği sadece buydu. Tam o sırada eve girmekte olan Gökhan’la yüz yüze geldiler. Bakıştılar biraz uzunca. Gökhan haftalardır söylemek istediklerini söyleyememişti. “Gidiyor musun?” diye sordu bavula bakarak. Cevaplamadan yoluna devam etmek istedi Ferit. Koluna yapıştı; “Ulan dedi, neyimiz ayrı gitti seninle? Benden böyle bir şeyi nasıl beklersin? Şerefsiz Halis’in tezgahı işte.” Dedi. Ferit durdu, muhabbetin uzamasını istemeyen bir bakışla ve ılık bir ses tonuyla; “Bana gelip de, evet yaptım demeni beklemiyorum. Çekil yolumdan giderayak bir terslik çıkmasın elimden.” Dedi. Gökhan kırgınlığını bakışlarıyla anlattı. Evine girdi. Ferit otogara vardığında, sanki insanlara sebil bir sessizlik dağıtılıyordu ya da yolcuları uğurlamaya kimse gelmemişti. Sadece otobüslerin –tıss tısss- ritmindeki fren sesleri ve kalkan otobüslerin anonsları duyuluyordu. Yazıhaneye gidip sefer yapılacak ilk şehre biletini aldı. Açık havada oturup bir sigara yaktı. Sağ yanağında küçük bir ben vardı. Kısacık saçlarını hiç sevmiyordu. Askere gitmeden önce kestirdiği omuzundaki saçlarını mumla arıyor, bir an önce eski haline dönmesini istiyordu. Kaşları biraz kalın olmasına rağmen göz yapısıyla oldukça uyumluydu. Sade bir yüzü vardı. Sigara içmek o yüzde hiç yakışmazdı. Üstünde her şeyi kabullenebilmenin hafifliğini taşıyordu sanki. Bir yandan da gidişinin böyle erken olmasına şaşırıyordu. Askere gitmeden önce biriktirdiği parasına güvenip böyle bir maceraya düşmüştü ama umuyordu ki muhtaç olmazdı kimseye. Otobüsü gelince yarım sigarasını söndürüp bindi. Kambur bir şekilde yürüyüp koltukların yanlarındaki numaralara bakıyordu. Kendisi numarasına daha binmeden bir dakika önce bakmasına rağmen doğrulup tekrar baktı, tekrar eğildi. Numaralara bakarken birden bir telaşa kapılıp başını kaldırdı. Gördüğü şeye inanamıştı. Fakat emindi bu gördüğü Zeynep’ten başkası değildi! 1 . Bölümün sonu Ender Yılmaz

8


Derya'nın Kitaplığı

9

Derya Tan


KÜLT FİLM KUŞAĞI THE LEGEND OF 1900 “Ama onun da hep söylediği gibi; “İyi bir hikayen ve onu anlatacak bir kimsen olduğu sürece,asla gerçekten işin bitmemiştir.” Sorun şu ki, hiç kimse benim hikayemin tek bir kelimesine bile inanmadı.” Yönetmenliği Giuseppe Tornatore’nin üstlendiği, senaryo yazımını da Alessandro Baricco ile Giuseppe Tornatore’nin paylaştığı 1998 italya yapımı “The legend of 1900” bu sözlerle başlıyor. Müzik ve insan ilişkisiyle hayatı yorumlayan filmde başrolleri Tim Roth ve Pruitt Taylor Vince paylaşıyor . Gemide kömürcü olarak çalışmakta olan Danny, yolcular gemiyi boşalttıktan sonra salonda küçük bir arayışa çıkmıştır. Aradığı şey; unutulan değerli takılar, pahalı saatler ve benzeriyken bulabildiği ise içilmemiş bir sigaradır. Ama o gün, limon kasasına koyulmuş bir çocuk bulur. Kasanın üstündeki T.D. yazasını “Thanks Danny” olarak yorumlar ve çocuğu sahiplenir. İş arkadaşlarının ona takılması sırasında çocuğun bir adının olmadığını fark eder. İlk gelen isim önerisi; onu Salı günü bulduğu için “Tuesday” olmuştur. Fakat Danny ise olaya farklı bir boyuttan bakar onu 1900’ün ilk ayında bulduğu için adını 1900 koyar. Ona hayat hakkında pek çok şeyi öğretirken, onu üzmeyecek yalanlardan da kaçınmaz. Fakat Danny, 1900 henüz 8 yaşındayken hayatını kaybeder. Karaya hiç çıkmayan ve sürekli gemide kalan çocuk 1900, piyano çalmaya ve bu konuda efsane olmaya başlar. Onun şöhreti dilden dile dolanırken, o ise kural tanımaz bir şekilde sadece müziği çalmakta ve karaya adım atmayı reddetmektedir. Bir gün koridorda dolanırken deniz tutmuş trompet sanatçısı Max Tooney’le (Pruitt Taylor Vince) tanışır. Ona iyi geleceği düşündüğü bir yöntemle piyanonun frenlerini kaldırıp sallanan gemide müziğini yapmaya başlar. Filmin bu sahneleri, tepemizde dönen ahizeyle birlikte eminim sizi de gülümsetecektir. Filmden size aktarmak istediğim bir başka sahne ise Karısı papazla kaçan, 5 çocuğunu hummadan kaybeden buna rağmen bir kızı hayatta kalmayı başaran adamın deniz hakkında söyledikleri. Sanki biraz Orhan Veli kokuyordu o sahneler; Gemlik’e doğru Denizi göreceksin sakin şaşırma!” Filmden bir başka etkileyici sahne ise 1900’ün Tarantella çalarken 4 elle çalıyormuş gibi resmedilmesiydi. Bu sahne filme hem masalsı bir anlam katmış hem de onun gerçek bir efsane olduğunu göstermişti. 1900’ün neden karaya hiç çıkmadığını, Efsanesinin ne kadar büyüdüğünü, sonun ne olduğunu ve hayallerini öğrenmek için hiç tereddüt etmeden filmi izleyin. Pişman olmayacağınıza eminim. Müziksiz dünya hiçbir zaman dünya olmayacaktır. Eğer bir yerde müzik varsa burası ister ıssız ada, ister okyanusun ortası, ister çöllerin kavruk kumu olsun mutlaka yaşamaya değerdir. Film, müziğin bu anlamını hatırlatıyor bize. Film insanla, müzik arasındaki bu bağı kurarken bir de bizi sorgulamayı unutmuyor; “Sınırlar bizi sınırlar mı özgür mü kılar?”

AH GÜZEL İSTANBUL nsanlar olduğuyla yetinip, mutlu olamaz. Hep daha fazlasını isteme arzusu eldekiyle mutlu olma saadetini kaçırmamıza neden olur. Soframızda peyniri bulmuşken neden pastırmamızın da olmadığını düşündüğümüzden o güzelim peynirden hiç tat alamayız.Aslında 10 lirada bize yetecekken, 100 liranın peşine düşeriz. Kendi kendimize şarkı söyleyip de mutlu olabilicekken sahnelerin hayalini kurarız. İşte Ayşe Goncagül’de “biz” ağzıyla kıyısına dalga vurduğum insanlardan biri. Onun hikayesini size ben anlatmak isterdim ama Atıf Yılmaz filmini çektiği için, ben sadece konunun üstünde gezinip sizi ustanın filmine sevk edeceğim. “Ah Güzel İstanbul” filminden bahsediyorum. “Gündüz Çorbacı Akşam Meyhaneci Rıfkı”da Sadri Alışık’ın, Haşmet İbriktaroğlu’nu bize takdim etmesiyle başlıyor film. Öyle ki, Bizim Haşmet konaklarda büyümüş, iyi eğitim görmüş, paranın denizinde bir kaç kulaç atmış biriyken tüm onları elinin tersiyle itip, kendi tabiriyle batırıp bir gece konduda yaşamayı tercih etmiştir. İnsana mutluluğu paranın değil insan olmanın getireceğini çok iyi bildiği için parasını çar çur edip kendi yaşamına bakmıştır. 45 sene öncesinde de günümüzde olduğu gibi paranın baş öğretmen olduğu sanat okulunda yüzlerce dansöz yetişmekteydi. O, dansöz olmaktansa tek başına zeybek oynamayı seçmişti belki. Yani normal bir iş de çalışıp da hayatın kıyısında köşesinde kalmakla da kalmayıp bir de birilerine yağ çekeceğine seyyar fotoğrafçılık yapmaya karar vermişti. İnsanların fotoğraflarını çeker, geçimini sağlar akşam da arkadaşlarıyla kafa çekip hayatını devam ettirirdi. Bir gün fotoğraf çektirmek için “Ayla Algan” yani Ayşe Goncagül ya da “Küçük Cezve” onun sokaktaki taşlı topraklı, üzerinde ; İstanbul Hatırası yazan tahtalı, stüdyosuna gelir; İzmir’den Şöhret olmak için geldiğini tüm parasını kıyafetlere verdiğini bu yüzden fotoğraf çekilmek için bir sokak fotoğrafçısına mahkum kaldığını ve artist fotoğraflar çekilmek istediğini söyler. Haşmet şaşırır, onun komik hallerine güler ama aslında onun için üzülür. Çünkü başına neler geleceğini bilir. Film Haşmet’in Küçük cezvesini koruma çabaları ve küçük cezvenin artist olma inadıyla devam eder. Filmde değinilen, şöhret olma uğruna aileyi, sevdikleri reddetme durumu günümüzde hala geçerlidir. İnsanlar televizyonlarda olmak, herkesin dilinde misafir olmak, en pahalısından elbiseler giyip en lüks yerde yemek yemek için birbirlerini çiğniyorlar. Sonrasında hayal ettikleri yere ultaştıklarında bazen ne denli yanlış yaptıklarını anlıyorlar bazen de kör oluyorlar. Aynı zamanda film, paranın insana nasıl hükmettiğini gösteriyor. Zaten bu hususuda açıklamaya pek gerek yok. Filmde değinmek istediğim bir diğer nokta da; Atıf Yılmaz’ın 45 senenin önceki teknolojiyle çektiği kayık sahneleri. Günümüzde bile bu kadar iyisini bulmak çok zor. Ayrıca Erdal Özyağcılar’ı küçücük bir rolde; sapık bir fotoğrafçı rolünde görmek de insanı gülümsetiyor. Umarım en kısa süre de filmi izleyip küçük cezvenin ve Haşmet’in hikayesine tanık olursunuz. Şimdiden iyi seyirler.

ataraksiya.tumblr.com

10


E D E N H A S

NE

Bu ayın en dikkat çeken oyunlarından biri Michelangelo. Michelangelo Buanorotti'nin Sistine Şapeli üzerinde çalışırken geçirdiği bir haftayı anlatırken oyun, büyük dehanın hayatına dair bizi kocaman bir yolculuğa çıkarıyor. Kah, birden beliriveren ölümsüz eserleriyle, kah sanki gözümüzün önünde bitiveren muazzam Meryem Ana heykeliyle, oyun tam anlamıyla bir yolculuk. Bir de oyunculuk performansları şahane olunca, tadına doyum olmuyor. Kontrbas! Bu oyunu anlatmak için hemen gramafona üşüşmeliyim. Hadi klasik müzik ziyafetini o şekilde anlatabildim peki ya Metin Belgin'in heyecanını nasıl anlatabilirim ki size? Patrick Süskind sanki bu oyunu Metin Belgin oynasın diye yazmış. Bir oyun, oynayanıyla ancak bu kadar bütünleşebilir. Bir kontrbas sanatçısının yalnızlığını, çaldığı aletin kıyıya köşeye atılışını ama kontrbas olmadan da asla bir orkestranın olamayacağını anlatıyor bize oyun. Kulağımıza serpiştirilen Mozart, Schubert, Brahms'la soluksuz bir yolculuk. Son Tango! Devlet tiyatrolarında okuduğum tanıtım metniyle hiç bir umudum olmadan seyretmiştim oyunu sonrasında karşımda böylesine güzel bir eser görünce oldukça şaşırdım. Oyunun en güzel yanıysa ayrıntılarda gizli. Esas kız ve oğlanın hikayesiyle yetinmeyip ayrıntılara da önem veren sahne ekibini tebrik ederim. Özcan Özer'in yazdığı oyun Pedro ve Maria'nın aşkıyla birlikte Arjantin'i, Tango kültürünü, devrimi, umudu... anlatıyor bize. Süprizlerle dolu, temposu pek düşmeyen, sahne dekoru ilgi çekici oyunda oyunculuklarda tam kıvamında olunca seyir zevkide bir hayli yüksek oluyor. Hamlet! İşte bu oyunu anlatmaya nasıl yeter ki kalemim. Hangisini övsem? Hangisini övsem de taşırsam satırlardan, Sheakspeare'mi, Bülent Eminyarar'ı mı? Böylesine muazzam bir oyun, böylesine dev bir oyuncu... Bu oyunu henüz izlemediğim için detaylarına dair bir şey söyleyemiyorum fakat şimdiden bu senenin en iyi oyunlardan biri olacağını düşünüyorum. Bu oyun hakkında aklıma tek şeyse, metnini çok iyi bildiğim ve biraz kalabalık bir kadroya sahip bir oyun olan Hamlet'in nasıl tek kişilik bir oyun haline dönüştüğü? Sebahattin Eyüpoğlu mucizesi herhalde... Kalpak! Hakkında en çok konuşmak istediğim oyunlardan biri de kalpak. Sürekli takılan plağıyla, Nazi Almanyası'nın soğuk dekoruyla, fakirliğinin çırıl çıpçlak gözümüze sokulmasıyla, patates çorbasıyla, yırtık kostümlerle beni oldukça etkileyen bir oyun oldu. Oyuncuların her biri oldukça başarılıydı. Bir Rus esirin, esir kampından kaçıp sığındığı evdeki hikayeyi anlatıyor bize Kalpak. Kuyruklu Yıldız Altında İzdivaç; Devlet Tiyaytrolarının yeni oyunlarından biri. Dekoru oldukça sevimli bir oyun. Halley kuyruklu yıldızının dünyaya çarpacağı söylentisi kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştır. Hava olayları konusunda tek bilgisi olan kişiyse İrfan'dır. İrfan, oldukça ukala, kendini beğenmiş biridir. Mahallenin hanımlarını evinde toplayıp Halley kuyruklu yıldızı hakkında konferans verir. Onun tek amacı eğlenmektir fakat konferstan sonra kendisine gelen bir mektupla hayatı değişecektir... Oyunun süresini fazla uzun buldum. Süreyi biraz daha uzut tutmak için araya serpiştirilen sahneleri çıkarıp atsak mesela oyun ne kaybeder oyunluğundan? Uzun süresine ve bazen temposunu kaybetmesine rağmen, güzel oyunculuk performansıyla izlenilesi sıcacık oyunlardan biri Kuyruklu Yıldız Altında İzdivaç. Kurban; Geçen sene küçük sahnede izlediğim oyun, gerilim sevenler için iyi bir alternatif olabilir. Oyunda en çok dikkatimi çeken Aydın Şentürk'ün performansıydı. Bir oyuncu, bir oyunu ancak bu kadar taşıyabilir. Kendini rolüne adamış, kendi kişiliğini sahnenin merdivenlerinde boğup canlandırdığı karaktere büyümüş bir oyuncu. Hastaneden kaçan bir adam, bir cinayet, bir evlilik.... Herkesin Bildiği Sırlar; Bitmiş bir evliliğin bitmeyen hikayesi. Son bir gece daha, son bir güzel gece daha, daha güzel hatırlamak için... Ebru Unurtan ve Burak Şentürk'ün uyumu ve oldukça güzel oyunculularıyla, 2 perdelik bir oyun. Kadın- erkek ilişkileri irdelemesi, isabet soruları ve harika müzikleriyle bu senenin iyi oyunlarından biri. Lütfen Kızımla Evlenir misiniz?; Bu oyuna Muzaffer İzgü'nün adını duyunca kocaman bir tebessümle gitmiştim. Her ne kadar tanıtım metninde bahsedilmesi bile sıcak bir anadolu insanı oyunu bekliyordum çünkü Muzaffer İzgü anadolunun nabzını tutmakta oldukça iyi fakat modern şehrin ortasında apartman dairesine kıstırılmış, anne ve kızından oluşan ufak bir aile karşılıyor sadece bizi. Annesinin tek derdi kızını evlendirmek, kızın tek derdiyse banyoyu istediği şekle sokmak. Hikaye biraz yavan, Muzaffer İzgü anadoluda başarısını modern şehirlere de taşıyamamış. Yine de özellikle Hanefi Şahin'in performası oyunu izlenebilir kılmayı başarabiliyor. Sinan Süleymaniye'de; Bu senenin hayal kırıklığı yaratan oyunlarından biri olduğunu düşünüyorum. Ne anlatılmak isteneni anlatabilmiş, ne bizi tarihe götürebilmiş ne de büyülebilmiş. Üzgünüm... Yine de emeklerinden dolayı tüm ekibi tebrik ederim. Kızılırmak; Sıkıcı ve klişe bir hikayenin müziklerle süslenip önümüze koyulması. Bir fabl tadı yaratılmayı çalışılmış ama koyunlara şarkı söyletmekten öteye de gidilememiş. Üzgünüm ki bu oyun hakkında da pek olumlu bir şey söyleyemeyeceğim. Tüm ekibi emeklerinden dolayı tebrik ederim. Özel Tiyatrolardaysa, Ferhan Şensoy'un 3 tane oyunu var. Ustayı anlatmaya kalkarsak sayfalar taşar o yüzden sadece isimlerini veriyorum; Ferhangi Şeyler Nasri Hoca ve Muhalif Eşeği Masal Müfettişi Diğer Özel tiyatro oyunları; Ah Evlendim Vah Evlenemedim,Aldatma Sanatına Giriş,Aramızda Kalmasın,Aramızda Kalsın Devam...,Arsız Davet,Aşk Köpekliktir,Aşka Geldik,Bir Delinin Hatıra Defteri,Cyrano De Bergerac,Ders,Korkudan Korkmak,Faust,Hoppala Curcuna,Marilyn de Marilyn,Seninle Evlenir Miyim,Uçurtmanın Kuyruğu,Ya Tutarsa?,04:48 Psikoz,1 00,80lerde Lubunya Olmak,Aramızda Kalsın Devam...,Asude Menopozda Kahraman Antropozda Huu Genç Sen Hangi Pozdasın.?,Aşka Geldik,Bir Kurşun Deliğine Kaç İnsan Sığar,El - Bohem Fikret Mualla,Ev, Mercedes ve Anneler,Faust,Frida,Gerçeğin İlahi Anıları,Göğe Bakan Adam,Hayatımın Bilgisi,İz,Kapıların Dışında,Kırık Merdiven,Korku ve Sefalet,Kurabiye Ev,Melek,O Yüz / That Face (Polly Stenham),Örümcek Kadının Öpücüğü,Sesler,Sıfır Beden,Size Şiddeti Anlatacağım,Sus,Şahmeran ın Bacakları,Şekersiz,Şiddet Üçlemesi 1 – Ayna,Talihsiz Çocuk Parkı Yaralanmaları,Tavşan Deliği,Yakındoğu da İhanet / biriken,Yırtık Bohça,Yollu

ataraksiya

11


E

? R A V

Şehir Tiyatroları; Vakti Geldi; Üç eski okul arkadaşının hikayesi; birbirlerinden habersiz aldıkları bir mektupla buluşma yerlerine giderler. Karışık bir hal alan hikayeyi buluşma yerine gelen genç bir kadın toparlayacaktır. Vişne Bahçesi; Çehov'un ağır oyunlarından biri. Oldukça ağır giden, derinine işleyen bir metne sahip. Tüm parasını tüketmiş aristokrat bir ailenin ellerinde kalan son servetleri Vişne Bahçesi'dir. Çehov'dan okuduğum kadarıyla güzel bir oyun olması gerekirken izleyen seyircinin genellikle olumsuz yorumlarda bulunduğunu belirtmek isterim. Sirke Tadında Böğürtlen Reçeli; Bir aile üzerinden hayatı yorunmluyan bir oyun. Bir evlilik, siyasi olaylar, solcu bir koca ve çelikilerle dolu muhafazakar bir kadın. Hayatın tatlı ve acı yanlarını kullanabilmek için bu ismi kullanmışlar. Oyunun metni A. Kadir Bozkurt'a ait. Yolcu; Bir tren istasyonu, kurtuluş savaşı yılları, bu istasyona sıkışmış insanlar ve bu insanları kaleminden damlatan büyük şair; Nazım Hikmet! Belki aklımıza hemen Memleketimdem İnsan manzaraları'nın ilk sayfaları gelebilir. Malum, Nazım'ın o romanı bir tren istasyonuyla başlıyordu. Buradaysa bir istasyona sıkışmış insanlar var ve onlara dış dünyadan haber getiren bir Yolcu. Özellikle dekoru görülmeye değer. Kösem sultan; Turhan Oflazoğlu'nun yazdığı oyun, Kösem Sultan'ın entrikalarla dolu hayatına götürüyor bizi. Tarih seven izleyici kitlesinin beğeneceğini düşündüğüm bir oyun. Gözlerimi kaparım vazifemi yaparım; 31 mart olayından 1 960 yılına uzanan bir yolculuk. Vicdani ile Efruz'un hikayesinin anlatıldığı oyun; bol bol mesaj, bol bol eleştri, bol bol siyaset içeriyor. Sheakspeare; "Shakespeare"de Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde kendi düş dünyalarından yaşamı yorumlayan hastalarla, onları anlamaya çalışan iç çelişkiler içindeki hekimler, sistemin eksikliğinden yararlanan personelin ilişkileriyle süre giden yaşantı, yeni bir hastanın aralarına katılmasıyla değişime uğrar. Her biri tanınmış bir kişiliği temsil eden hastalar ile hastane çalışanları giderek William Shakespeare ve "Romeo ile Juliet" oyunu etrafında yaşama bakmaya başlarlar. Farklı gezegenlerden geldiğini düşünenler; Sarah Bernhardt, Stalin gibi tarihsel, sanatsal kimlikleri üstlenenler, bölünmüş kişilik yaşayanlar, konumuna, yaşam biçimine yabancılaşan çalışanların biçimlediği "Shakespeare", 1 9. yüzyılın sonundan günümüze dünya tarihinde yaşanan konuları paylaşıyor. İyiliğin, güzelliğin, ortak düşler kurmanın insanlığın kurtarıcısı olduğu düşüncesini işleyen "Shakespeare", komedyanın anlatım olanaklarından yararlanarak insanlığın sorunlarına dikkat çekiyor. -Şehir Tiyatroları websitesinden alınmıştır. Kabare; 8 Oscarlı meşhur “Cabaret” filmini sahnede izlemek ister misiniz? Müzikal sevenler için kaçırılmayacak bir fırsat. Tam 2 saat 40 dakika uzunluğunda, sizi pek sıkmayan, müzik dolu bir ziyafet Para; Necip Fazıl Kısakürek sevenlerin kaçırmaması gereken bir oyun. Adından da anlaşabileceği bile paranın insan hayatındaki yeri; oldukça eleştirel mesaj verme telaşıyla sahneye koyuluyor. Hıdrellez; Firuze Engin'in yazdığı Ali Yaylı'nın yönettiği bir dönemin toplumsal acılarının dekorunda, buruk bir aşk hikayesi İstanbul Efendisi; Kızının beğendiği damattan başka birini sevdiğini öğrenen baba, bu gidişe bir son vermek için çareyi cinlerde aramaktadır. Musahipzade Celâl'in yazdığı, bizi eskilere götüren, güldüren, eğlendiren neredeyse hiç sıkmayan bir oyun. Ocak; Oyun 1 960 yılında geçmesine rağmen hikaye hiç de eski değil. Olayların geçtiği tarihi 201 3 yapıp, biraz da dekoru yenilesek sanırım kimse bundan rahatsız olmaz. Umutlarıyla yaşayan bir ailenin ayakta kalma çabasını sahneliyor oyun. Kenarda duran radyodan yükselen ezgiler, bizi o döneme götürüyor. Babaanne karakteri neredeyse dekor olmuş oyunun içinde. Yine de hikayenin biraz eksik kaldığını düşünüyorum. Zengin Mutfağı; Şehir tiyatrolarında beni en çok etkileyen oyun. Şener Şen'in aynı isimle rol aldığı filmindeki gibi herşey. Metnin yazarı Vasıf Öngören. Süprizlerle dolu, oldukça sevimli bir oyun. Sahnenin hemen yanında duran piyano ve kemanla öyle de güzel gider ki sormayın. Meşhur işçi yürüyüşüyle başlıyor oyun. Sahnede kullanan tek dekor Kerim Bey'in mutfağı. Bu mutfakta çalışan Aşçı pehlivan eskisi Lütfi'nin ağzından dinliyoruz hikayeyi. Aşkı, kapatalizmi, insanların nasıl birbirine düştüğünü anlatıyor. Oyun hakkında bir de Murat Garipağaoğlu'na ayrıca bir yer açmak isterim. Sahnede devleşmek diye işte ben buna derim. Yaşar ne yaşar ne yaşamaz; Aziz Nesin'in ölümsüz eseri. Yaşayıp yaşamadığı hiç belli olmayan Yaşar'ın hikayesi. Oyunun süresi; 2 perdelik 2 saat 45 dakika Lysistrata “Kadınlar da savaşırsa”; Aristophanes'in yazdığı oyunda kadınların erkeklerini savaşlarda erkeklerini kaybetmelerine artık bir dur deme çabalarını görmekteyiz. 2 saat 2 perdelik oyunu Kemal Kocatürk yönetiyor. Yuvaya dönmek; Henüz prömiyerini yapmamış oyunu şehir tiyatroları websitesinde bize şöyle tanıtıyor; “Yuvaya Dönmek, beklenmedik bir anda nüfus mübadelesi ile yüzleşerek evini ve her şeyini kaybeden bir ailenin çöküşünü anlatır. Bu yolculuğu farklı dilleri konuşan farklı ülkelerden ve sanatsal gelenekten sanatçılar sunmaktadır. Oyun, çok kültürlü bir toplumda yaşamanın karmaşık kültürlerde var olmanın önemini seyirciye duygusal yoldan anlatır. “ Meraklısı için öyle bir hikaye; İster misin Savaş Dinçel, Sait Faik'in haritasıyla size şöyle bir İstanbul'u gezdirsin? Naşit Özcan'ın tek başına oynadığı oyun; Burgazada'dan başlıyor, Taksim Parkı'na kadar gidiyor. Şark dişçisi; Şehir Tiyatrolarının, çok sevmekle hiç sevmemek arasında kalmış 3 saatlik müzikali. 1 9. yüzyıl Osmanlı'sını anlatıyor bize. Eser Hagop Baronyan'ın kaleminden. Seyircilerden kimisi oyundan övgülerle bahsederken, kimisi de boşa giden bir zaman olarak değerlendirmiş. Türkiye kayası “Bir göç hikayesi”; Fehime Seven'in 1 6 yaşında yazdığı Türkiye Kayası, Bulgaristan'dan Türkiye'ye gelen bir ailenin sınırda yaşadıklarını anlatıyor.

.tumblr.com

12


İlk yazı

mâh-i-tab

Kulağıma çarpan hafif tınılar eşliğinde neler yazacağımı düşünüyorum. ‘’Bir dergide yazacağın ilk yazı ne hakkında olmalı?’’ diye soruyorum arkadaşlarıma. Bir arkadaşım; ‘’psikolojik olmalı’’ diyor, ‘’kendini anlatmalısın’’. Bir diğeri; ‘’ kısa bir durum hikayesi yazabilirsin’’ diyor. Düşüncelerime geri dönüyorum. Sonra bir arkadaşım; ‘’yazmaktan bahset mesela’’diyor. Sahi ''yazmak'' anlatılabilir mi? Bir fiilin kendisi yine kendiyle anlatılabilir mi ? Sanırım yazmak sanatını diğer sanatlardan ayıran en büyük özelliği de bu. Yazmak fiili sanata dönüşüyor ve edebi bir eser çıkıyor ortaya. Hepimizin muhakkak bir anısı mevcuttur bu güzel uğraşıyla. En azından ortaokul veya lise yıllarında mutlaka bir günlük tutma girişiminiz olmuştur. Ya da edebiyat dersi sınavlarında kompozisyon sorularında ter dökmüşsünüzdür. Giriş, gelişme, sonuç yazılacaktır illaki. Üstüne bir de teması olsun isterler sizden. Paragraf soruları korkulu rüyanız olur. Halbuki çok farklı bir boyuttur yazmak. Bana bazen soruyorlar ''ne zamandır yazıyorsun?'' diye. ''Yazmayı öğrendiğimden beri'' diyorum. Bir miladı mevcut değil bende kalemle arkadaşlığımın. Ruhumu dinlendirebildiğim, herşeyden soyutlanıp kendimle baş başa birkaç dakika yaşayabildiğim zaman dilimi. Tam da şu vakitP Kalemi elime alıp yazmaya başladığım an. YazmakPHareketli cümlelerin sınırsız gezintisi düşünceler arasında. Karmaşık ve süslü hayal dünyamın en sade, en güzel parçaları. Yağmurun sesini dinler gibi, akan bir suda dinginlenir gibi, rüzgarla huşû bulur gibi dinliyorum sessizliğiP Sessizlikte doğan harfleri döküyorum kalıplara. Sonra kelimelere dönüşüp, anlam inşa ediyorlar satırlarımda. Kimi zaman bu kadar durgun da olmaz; öfkeli, yılgın veya kırgın olduğumda uğradığım bir saçak altı kahvesidir satırlarım. O beni dinler, ben onu dinlerim. Ayrılırken tekrar görüşmek için sözleşiriz. Ben sözümü bozsamda, o hep tutar sözünü. Ne vakit uğrasam hep oradadır. Arayı uzatırsam gönlünü alabildiğim tek yoldur Sait Faik'in cümlesi; ''Yazmasam deli olacaktım.'' Sizde bir uğrayın o saçak altı kahvesine. Eminim oda bekliyordur gelmenizi. Eğer kırgınsa Sait Faik’i anmayı unutmayın.

mehtapkarayigit.blogspot..com

mehtapkarayigit.blogspot.com

13


ŞAHANE GELİN Tüyap fuarında görücüye çıkan yeni bir kitap Zoraki Koca Şahane Gelin kitabı. Fatih Murat Arsal'ın yeni serisinin ilki. Yazarı takip edenlerin bildiği gibi bu yazarın e-kitabının basılmış halidir. Ana karakterinin ilginç saç rengiyle okuyucularını cezbediyor. Gülay masum güzelliğiyle kaderini kabullenmiş gururlu bir kadındır. Osman ise sert bir yapıya sabit yakışıklı inatçı bir adamdır. Kitap, okudukça size aşkı ve o sahiplenişi vaad ediyor. Evlilikleri bir zorunluluktan ibaret olsa da aralarındaki çekimi kimse inkar edemiyor. Bu çekim o kadar güçlü ki birbirlerinden vazgeçemiyorlar. Karakterlerin betimlemeleri çoğu kızın aşık olmak isteyeceği ve çoğu erkeğin istediği kadını tasvir ediyor. Kitapla ve yazarla yeni tanışacaklar için bir not: modern bir peri masalı tadındaki aşkları okurken kendinizi kaybetmeyin. Öyle adamlar yok.

Kısaca konuyu da değinmek isterim : Baş karakterimiz Osman, iş için gittiği Erzurum da yaşadığı talihsiz olayla nikah masasında bulur kendini. Bir kutlamadan dönerken alkolün etkisiyle arabayla çarptığı genç kız onun karısı olmuştur artık. Hem öfkelidir hem de kapana kısılmış hissettirmektedir kendini. Tüm öfkesini de yoğun bakımda birkaç kez gördüğü evlendiğinde ise hiç yüzüne bakmadığı güzeller güzeli Gülay’dan çıkarmaktadır. Gülay ise araba kazasından kurtulmuş yaraları ve kırıkları daha tam iyileşemeden kendini öfkeli bir adamın ellerinde bulmuş bir kadın. Saçlarının kızıl rengi ve narin yüz hatlarıyla tüm erkeklerinin aklını başından almayı başarıyor karakter. Osman ise tüm öfkesine rağmen karısının bu güzelliğine karşı çıkamıyor. İkisinin de itiraf edemediği duygular ve sırlar kitabın ilerleyen sayfalarında yer buluyor. Bu öfkeden doğan hassas duygular yazarın kalemiyle modern bir masala dönüşüyor. Bu kitabı bitirenler için yazarın diğer kitaplarını da öneririm. 1 - Nefretten Sonra 2- Yalnız Gözlerin İçin 3- Seni Sevmek İstemedim 4- Beni Bırakma

Elif Kurt

elifkangelblog.tumblr.com

14


HAYAL BAHÇEM

Simge Yılmaz MAKYAJSIZ METRAJLAR minervaspes.tumblr.com sarhosbaliktopalmarti.tumblr.com İnci O.

Ne güzeldi gölgesinde serinleyebileceğim hayallerimin olması, düşerken tutunulan dal misali tutunuyordum bu hayaleP Sahafların tozlu raflarında kaybolmayı istiyordum en çok koklaya koklaya bulmanın tadına varırken bir kitabın sayfalarını çevirmeyi,eski bir aşkla halleşmek gibi. Yitik bir aşktı aradığım yitik bir şehir gibi yitip giden Aşk değildi bendim belkide iyice kaybolmak için seçmiştim bu mekanı; eskiye dair ne varsa tenimde fikrimde sıkıştırıp bir kitabın arasına sıvışıverecektim kimseler görmeden ve dökülecektim apansız bir boşluğa ipinden kurtulan inci taneleri gibi bir kağıdın beyazında dönüp duracak döndükce harflere dönüşecektim,harflerle avunurken sevdiğim yazar, yollara düşecektim usulca döne dolaşa hayal bahçelerine dala çıka yollarına düşecektim. Kah uçsuz bucaksız lavanta tarlalarında bembeyaz upuzun ifil ifil bir elbiseyle saçlarıma iliştirdiğim duygularımı savura savura yürüyecektim hiç yorulmaksızın hiç susamaksızın o derin o muhteşem mor ülkede kendimi kaybedip duruverecektim kapında;derin derin içine çektiğin rengine vurgun olduğun bir demet lavanta halinde beni bulmanın avucunun içine alıp koklamanın sevinciyle dağılıverecektim de tutup tuvaline serpiştirecektin onca rengin arasına karışıp vuruşunda fırçanı dağılıp her bir zerrem göz olmuş seyrine dalacaktımPOturmanın, kalkmanın, yürümenin, sesinin, soluğun, gülümsemenin,gözyaşlarının ah gözyaşlarının, konuşmanın, susmanın seyrine dalacaktım da onca rengin arasında sana kavuşmanın,başımı omzuna yaslamanın hayalini kurup duracaktımPyine duyacaktın bu haytanın sesini de bir kaç dokunuşunla tuvalinde minik bir kedi yavrusuna dönüştürecektin. Gözlerini hayret ve hayranlık duygusuyla koccaman açmış mırıl mırıl ayaklarına dolanıp kendini zorla sevdirmeye çalışan bir kedi yavrusunaP Ne güzeldi her köşesinde aylak aylak dolandığım yorulunca gölgesine uzanıp seyrine daldığım hayal bahçemin olması. Düşerken tutunulan dal gibi tutunuyorum her bir hayale yoksa hayallerimmi bana tutunuyor? Sanki herşey esri fuluğ bir salınıştan ibarette her baktığım nokta canlanıp görünür hale geliyorP

15

Bir çarkın içinde dönüp duruyordum. Hayat buydu. İç içe geçmiş hayatların kısa metraj sunumu. Her gün ama her gün o bozuk düzenin dişlisinde bileniyordum. Kendimi un ufak, sendelemiş ve perişan hissediyordum. Zaman inatla durmuyor, yelkovanın başını döndürüyordu. Bugünlerde sakinlik bozulmuş; kapı eşiği mutsuzluğa mesken olmuştu. İçeri yahut dışarı doğru atılan küçük bir adım, çok derin yorgunluklara misafir olmaktaydı. Ne azam bir histi bu. Pas tutmuş yüzleri, mat bakışları nasıl da resmetmekteydi ! Her gün zorlukla açılan kilitler, sinirlerin bu çarkta tükenmesine yol açıyordu. Hep ‘sana ne yapman gerektiğini söylemiştim.’ diye başlayan anımsatmalar başka yükümlülüklerin semer vuruluşuyla sonlanıyordu. Sürekli kızgındım. Neden her şey yolunda değil ? Neden her şey bu kadar zor, bu denli bitirici olmak zorunda diye. Bir şey yapmıyordum. Bolca çene çalıp, nefes almaktan başka. . Dostuma övgüler, düşmanıma sövgüler.. Karıncalanan ruhum nabzımda ve niyazımda hissediliyordu. Kendine bu denli acı veren biri hep bir başkasını suçlu görmeye ve onu peşin hüküm yargılamaya bayılıyordu. Senin yüzünden diyordu, seni sevmem dahi senin yüzünden. Rahatlattığını sanıyordum. Ne suç vardı ne de pişmanlık. İnatla bir başka nefeste arıyordum kendi varlığımı, yarenliğimi, dostumu ve düşmanımı.. Bu iyi bu kötü. Bu dost bu düşman yargıcı kesiliyordum. Ve hepimiz mütemadiyen bu kirli adalete ortak oluyorduk. En ufak aksiliği başkasından biliyordum. Bütün olumsuzlukları nezdimde taşıyordum. Aysar insanların sohbetine yoldaşlık ve yakınlık yüklüyordum. Ne büyük kötülüktü bu. İnsanın kendisine yapabileceği en büyük kötülük.. Aldatmak. Düşünen bendim, hisseden ben.. Ama her şey benim dışımda oluşmuş gibi nasıl da olağan gösterip kandırabiliyordum kendimi. Ben bana yetmiyordum. Sürekli bir başkasıyla, ona yüklediğim his ve düşüncelerle aldatıyordum şahsımı. Hiçbir şeye parmak izim bulaşmamış; emanet hayatların hurdacısı gibi. Tüyler ürpertici korkunçluktaydı. Anlıyordum. Dost da düşman da bendim. Bana yine kendim.. Geç de olsa fark ediyordum. İşte bütün bunları yüzüme çarpan ben ! Bunu bile bile devam eden, tezgah bir hayatın yeteneksiz oyuncusuydum. Bu film uzadıkça ruhumda zehirli bir fütur meydana getiriyordu. Maskelerle, kendimle yüzleşmem ve hesaplaşmam sürüyordu. Kaç sille yemiştim ki bu denli ses çıkarıyordu bu bozuk çark ! Gerçeklerim arttıkça kendime kavuşuyor, hayat tabloma paha biçilemiyor ve film bitiyordu. Biri Kestik diyordu. Yazdık, Oynadın ve Bitti..


DUMAN

Betül Aslan icimdekikaranlikk.tumblr.com

Murat Kalel i

SEN ANLARSIN

mezarvirtuozu.tumblr.com

Işığın sol yüzü ona bakıyordu.Karanlık bir oda da tek aydınlık olan yer;O'nun yüzüydü. Saatlerdir susuyorduk,aslında her şey alenen meydandaydı.Yitik hayatlarımızdan parçalar bulup birbirimize eklemeye çalışıyorduk. Belki de ben ona yetemiyordum.Böylesine O'nun olmayı istemek fakat becerememenin verdiği çaresizlik beni olduğum yerden kıpırdamamaya itiyordu. Kendimle baş edemiyordum içimdeki çığlıklar daha fazla yok ediyor gibiydi benliğimi. Oysa "0" öylesine huzurluydu ki,kelimelerimin çokta önemli olmadığını fark etmiştim. Gözlerim sürekli sigara içişine takılıyor bu sayede onu saatlerce izleyebilme hakkınI buluyordum kendimde. "Çok fazla yorgunum ben,çok fazla bitmiş." Şaşırmıştım,sanki yıllardır konuşmayan bir insanın ilk sözlerini söylemesi gibiydi.O'nun için çırpınan ben karşımda konuşan insana bir şey diyemiyordum. Ne desem sanki o masumiyet gidecek yerini adını bilmediğim duygulara bırakacaktı. Yan masada duran sigara paketini alıp içinde kalan son teklerden birini hızlıca yakıp dumanında kaybolmak istedim. Ama beni oradan kurtaracak hiç bir şey yoktu.Konuşmak için kelimelerin yerlerini değiştiriyor sanki cümlelerle zihnimde sevişiyordum.Sonra durdum ve: "Seni seviyorum."

Avuç içlerimde ilkbahardan kalma yapraklar var. Sonbaharı bekliyorlar sararmak içinP Güneşler doğmuyor buralardaP Öğrendim rüzgarda gözlerimi kapatmamayı; Zor da olsaP Baharda açan papatyalar ne ise; Karlı dağlarda açan kardelenler.. Eş-değerdir benim içinP Adı üzerinde kar-delen. Var sen papatyam olma, Kardelenim ol. Ya kopartırlarsa seni, KorkuyorumP

Gerçekten bu cümleyi kurmuş muydum? Nasıl bu kadar dengesiz biri olduğuma kızıyor ve dahi inanamıyordum. Gülümsedi sadece,yorgun göz kenarları bana bakıyordu.Kızarmıştım ya da utanmış.Halbuki çoğu kez dile getirmiştim bu sözleri. O an hiç olmadığın kadar çıplak kalmıştım.Sevdiğim adamın bana sanki acıyor gibi baktığı o an çırılçıplakdım. Belki hikayem başlamadan bitmişti.Aidiyet hissim paramparça olmuştu. Dünyanın en yitik insanı bendim sanki. Ağzımda söyleyemedğim kelimelerin mide bulandırıcı tadı var gibiydi. Yavaşça konuşmak istedim bütün çığlıklarımı bilsin istedim.Bulunduğum boşluğa O'da ortak olmalıydı. Ama olmayan birine nasıl kızabilirdim ki? Ve ben nasıl böylesine çok seviyordum? Kendimi unutmuş,zihnimde her anlamı ona yüklemiştim.Şimdi kalkıp gitmeliydim.O'ndan,kendimden. Belki de ben gidebilmeyi öğrenmeliydim. Tam da o gece.

Derken bir sigara yaktı yolcu. Yollar kısaldıkça,sigaraları soğuk ses tellerini hırpaladı.Beyaz duman,yolcuyu yaraladı. Beyazlara büründü karalar;Sahtekar beyazlarP Zorunda bırakılmış duygularının prangaları yolcuyu haddinden fazla yormuştu. Pişmanlıklar yakasını bırakmamış,yollar hep uzamıştı ona. İnsanlardan kaçmakta buldu çareyi. Kolları parçalandı,umursamadı. Sadece koştu,adımlarını düşünmedenP Yolcu;Sadece insandı. Bunu kavrayamadıP

Böyle zamanlar tehlikeli oluyorum. Lakin; Sarılınca geçiyorP Her şeyin bir çaresi var, Zamanın dışında. Zaman da ölümü getiriyor; Sürüklercesine ! Sen anlarsınP Penceremden bakman için açmalısınP Anahtar ? İşte şurada duruyor ! Ancak zamanı var,farkındasınP Bu sebeple,gel biz sabredelim seninle. Ama, Kirpiklerini benimle bırakP Ölüm varP

16


Annem Demişti Halil Akdağ Özgür Devrim bozkircocugu.tumblr.com

Karanlıkta el yordamıyla bulup yaktığım sigara Bebelere balon amcalar ki muhakkak babamın cebinde bozuk para yoktur Çağlaya dalmaktan kayısının çağlanın yetişmiş hali olduğunu bilemedik Ama yine de pazardan dönen komşuların poşetlerini taşırdık Eski başlangıçlar, yeni bitişler Zararın neresinden dönersem döneyim, annem sarılıp, "geçti oğlum" diyecek nasılsa Paçamızı çırpsak yalnızlığın tozu çıkar Köprüden geçerken aşağı bakan bir adamken, karşılara bakmayı öğrettin bana, Seni görünce karnıma top geldi, soluğum kesildi Gözleri boşa harcanmış senelere özetle yorgundu Benim saçlarım yastığa intihar ediyor Yazın kuruttuğumuz tütünlerden, kışın hasret yaptık Sen susunca geliyor, rakının ikinci dublesinde gelen İyelik eki iç çekerek uzamıyorsa söz gelimi Üzüntüttürüyorum Annem kış çiçeklerini seviyor Yaz çiçeklerini görecek zamanı olmazmış Ve köy kadınlarının elinde bir çiçektir Çalışmaktan tutan nasır Avucu küçük diye beş taş oynayamayan bütün kuşları, vurdular o taşlarla Bisikletle arka sokağa çıkması yasak çocuklardık Artık iki elimi birden bırakarak hayal kurabiliyorum Ellerim yara bere,saçların en güzel zula Dudağımda aralık çatlakları Kanamaya yüz tutmuş eski Ankara ayazları Ana avrat dümdüz gidince haksızlıklara Rahatlamaya çıkıyor bu yol Biraz da evliyadır martılar suyun üstünde yürüdüğünden Yeşile sür kaptan Hırkasını giymeyi unutmuş kırmızı yanaklı kızın hikayesini yazacağım Bülbül görmüş duta döndüm Gelen geçen bana baktı.

17

Bir çocuk unutuluyor, Soğuk konteynırlarda Ve binlerce çocuk ölüyor Zengin dünyamızda (!) Bir çocuk, Ansızın üşüyor, Uzakta değil; İçimizde ısınacak."


Bir Yazarın yazamayışı

Şâirella

Ben yine bol yıldızlı bir gecede oturdum Nil’in kıyısınaP Elimde Gazzâli’den kalma bir kalemP “ Haydi bismillah, yaz bakalım kızım” dedim. Yazmak isteyene, yazamayana, yazıp da silene inatP İyi de ne yazayım? Dön, bir hafızaya göz at. Sonra düşüverdim düşlereP Sekiz yaşında, küçük Ali’yi buldum. Mahzun gözlerini dikmiş yüzümeP “I ııh olmaz, bundan çıkmaz bir olay.” Sonra ışıltılı elbisesi ile Şimuya iniverdi gökten. “Kızım on bir bölümlük hikaye yazdım ya ben senden. Daha neyin havasındasın? Tam kafasına kalemi fırlatacakkeeenP Birdenbire Gözde’yi gördüm, ağlıyordu. Mehmet koştu arkasından, gülüyordu. Ağır aksak köşeyi döndü bir gençP “Ooo birader” dedim. “Pek dertlisin, gel otur.” “Öyleyim abla,” dedi. “Anlatsam roman olur.” HihihiP ŞeyyyP Roman da olmaz ki şimdi. Üç-beş cümle karalayacaktım ben. Kalem düşüverdi elimden. Sonra O geldi. Aldı düşen kalemi yerden, elime verdi. - Ben değil miyim beklediğin? - I ıııhP Değilsin. Değilsin derken bile aklıma üşüştü cümlelerP Tam kahve kokusu gözlerinden, akdeniz güneşi gülüşünden dem vuracakkeeenP Tuttum kafasından, batırdım O’nu içimdeki denize. TuttumP TuttumP Konuşamayıncaya dek, gülemeyinceye dek, duyamayıncaya dek tuttum. BoğulduP Boğdum O’nu. İyi oldu. Bazıları şair eder adamı, bazıları da katil ediyor böyleP “Yazmıyorum.” dedim sonra. Yazmıyorum bee! Al Gazzâli sen kaleminiP Nil de sizin olsun. Ben boğaza karşı çay içeceğimP Ha ? Nasıl yani? Yazmış mıyım ? Yazmışım ya huP Vallahi yazmışım. Dur bakayım ne yazmışım. ...

Caner Yoloğlu Kendini Bana

Sakla

Şimdi sen, Belki uzaklarda, Belki çok yakınımda, Belki şu lanet sınırların dışındasın. Şimdi sen, Belki kırılmışsın, Belki paramparça yalnızsın, Belki korkuyorsun kalbin avuçlarında. Şimdi sen, Belki içindeki yaraya derman arıyorsun, Belki hıçkıra hıçkıra ağlıyorsun, Belki acın bitmiş huzur dolusun. Şimdi sen, Belki hiç kırılmamışsın, Belki hep mutlu kalmışlardansın, Belkide yalnızlığın bitsin istiyorsun. Şimdi duydum, Sen alın yazımmışsın, Ne çok sevindim anlayamazsın, Yanyana gelirsek birgün anlayacaksın. Sana sımsıkı sarılıp, Avuç içlerini öpüp, Bileklerini ovup, Yanında yalnız ben olacağım. Hep seninle kalıp, Hiç seni bırakmayacağım. Yarınımı sen, Gecemi, gündüzümü sen yapacağım. Caddelerde seninle yürüyüp, Kitaplarda seninle kaybolacağım. Sana şiirler yazıp, Hem aşkımızı hem de seni ölümsüz kılacağım. Şimdi neredesin, kimsin ve nasılsın bilmiyorum. Ama hep seni bekliyor olacağım. Kendini bana sakla, Ben güneş olacağım sana ..

18


Sedanur Bana şiir okur musun? kutuplardagezenkedi.tumblr.com

Arnavut kaldırımlarından oluşan sokaklarımız olsun. İnce ve uzun müstakil evlerden oluşan sokağımız. Ahşap pencerelerin önünde rengarenk çiçekler olsun. Çocuklar, sokakta ip atlasın. Kaldırımlara çizilmiş seksekler olsun. Evimizin çaprazında, bakkal Rıza olsun. Şişko bakkalcı! Cuma namazına gittiğinde karısına emanet etsin ddükkanını. Karısı da cahil olsun. Sokaktaki çocuklar kandırsın Nurten ablayı. Bakkal rıza hep karda olmasın. Bakkalın biraz ilerisinde de manav Ahmet amca olsun. Uzun boylu ve zayıf. Bir o kadar da bilgili. Sen git, kapat bu dükkanı Ahmet amca. Buralarda heba olma. Sana doktor önlüğü yakışır Ahmet amca. Bu mavi önlük olmadı valla. Hafta da iki kez sokaktan geçen balıkçımız olsun birde. ''Tağğğzeeee balııığğğkk'' diye bağırsın balıkçı dayımız. Huriye teyzenin kedileri de peşine takılsın balıkçının. En sonunda balıkçı dayanamayıp balıklarından birkaç tane versin kedilere. Onlarda mutlu olsun bizde! Sokağın en küçük ve şirin evi bize ait olsun. Her köşesinde kitaplıklar bulunan, şiir kokan evimiz. Duvarlarını açık maviye boyayalım. Yatak odamızın duvarlarını tamamen karikatürlerle kaplayalım. Rengarenk sokağımızı izler dururuz. Her şey bu kadar güzelken, bana şiir okur musun?

Melike

Yeni yıl

kulturmantarii.tumblr.com

3,2,1 ... BİR ŞANS DAHA! Yeni bir yılın ne ifade ettiğini hepimiz iyi biliyoruz. İyisiyle kötüsüyle geçen koca bir yılın bütün negatifliğini çöpe atıp, o hafifliği hissedip, derin bir nefes alıp, "3,2,1 !" diyip güzel bir başlangıç yapmak için şans verir bize. "Yeni yıla nasıl girersen bütün yıl öyle geçer." uğurunu bildiğimizden, bütün sevdiklerimizle bir çatı altına toplanmamız için bahane olur yeniyıl. Hayatımızı değiştirmek için Pazartesi'yi bekleyen bizleri büyük bir centilmenlikle 1 'den başlatıp, elimize yepyeni bir ajanda verip, ilk sayfasına başlık olarak bir motto yazdırır. Ardından da hedefleri, en sona da "asla!" ları. Okuduğun kitabın, izlediğin filmin, dinlediğin bir müziğin senin için çoban yıldızı niteliğinde olduğunu bildiğinden, en göz kamaştıranından bir yıldızla karşılaştırıverir; onu bütün yıl gökyüzünde parlatır! Gökyüzünde sayamayacağın kadar çok yıldız olduğundan, kayan yıldızların ardından üzülmemeni, hemen yeni bir dilek tutmanı kulağına fısıldar. Unutma, "Yeni yıla yeni bir ben!" dileği klişe değil, hayatımızın klasiğidir ve her zaman işe yarar!

19


Sakarya /Adapazarı Meydanı 1 2.1 2.201 3 Özgürlüktür bir kuşun kanadına yazmak umutlarını. Herkes aynı yöne bakarken bir kuşun gözleriyle bakabilmektir cesaret. Çünkü kuşun amacıdır uçup gitmek. Uzaklara süzüle süzüle kanatlarını çırparak uçup gitmek. Geride kim var ne var düşünmemek. Sürüden biri gibi ama içindeki yalnızlığı bilir gibi. Sadece gökyüzü onunmuş gibi...

Elif Kurt

elifkangelblog.tumblr.com

20


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.