Mayis sayısı

Page 1

MAYIS -2014

BILAKİS ÜCRETSİZDİR

AYLIK KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİ

ÇİZMESİ BİR ÜLKEDEN TEMİZ OLANLARA



Merhaba Bilakis okuru; Her geçen ay daha da büyüyerek, her sayıda farklı bir heyecanla, ,Mayıs sayımızla birlikte karşınızdayız. Yeni yazarlar, yeni yazılar ve yeni okurlarla her ay bir öncekinden daha iyi olmaya çalışıyoruz. Günlük koşuşturmalar, insan kalabalığı, ruh halinizin halsizliği, sizi iki saat beklettikten sonra ‘yarın gel’ diyen memur samimiyetsizliği, düşüncelerinizin azizliğini, yaşamak için ayaklarına kapanmak zorunda olduğumuz,( artık ayakkabı kutularında olduğunu biliyoruz) para varlığının yokluğunu, hiçlik duygusu, çokluk olgusu… Tüm bunların yorgunluğunu kimi zaman harika bir müzik, kimi zaman birkaç kadeh içki, bazen uyku alıp götürür. Biz dedik ki yaşamın yorgunluğundan bir nebze de olsa sıyrılıp, sahip olmayı istemeden, ait olmadan, düşüncelerini ifade edip biraz eğlenmek, biraz hüzünlenmek, biraz tekdüzelikten sıyrılmak, e biraz da bilmek istiyorsan şiirini, yazını, hikayeni, bir anını, içinden geleni umudunu inancını fikirlerini hatta içinden gelmeyenleri yorgunluğunu kırgınlığını al gel. Bilakis ailesi olarak biliyoruz ki her ay daha da genişleyip büyüyoruz. Bizce aranızda bu dergiye destek olmak isteyecek yeni fikirler, yeni projelerle aramızda olmak isteyecek birçok yazar ve okuyucumuz var, mesaj atmak istersen elbette buradayız ; bilakisdergi@gmail.com www.bilakisdergi.com www.facebook.com/bilakisdergisi Ezgi Yağcı / ezeylul.tumblr.com Bu sayı Soma’daki maden emekçilerine ithaf edilmiştir.


BİYOGRAFİBİYOGRAFİ VİNCENT VAN GOGH

“Bana gel i nce, beni m genel de endi şel i ve kaygı l ı bi r yapı m var, çünkü yaşamı mı n hi ç de durgun geçmedi ği ni düşünüyorum; ve bütün bu acı hayal kı rı kl ı kl arı zorl ukl ar ve deği şi ml er ressaml ı ğı mı tam anl amı yl a gel i şti rmeme engel ol du”


Vincent van Gogh 30 Mart 1853’te Hollanda’nın Groot Zundert kasabasında bir papazın oğlu olarak dünyaya geldi. Maalesef yaşamının ilk on yılına ait neredeyse hiç bilgi yoktur. Zevenbergen’deki yatılı okula iki yıl devam ettikten sonra, iki yıl Tilburg’daki King Willem ortaokuluna devam etti. 15 yaşındayken okul eğitimini bıraktı ve bir daha geri dönmedi.

İNCENT VAN GOGH

Babası tarafından 1869 yılında 16 yaşında önce La Haye’deki sonra Brüksel’deki Goupil galerilerine resim satış memuru olarak yerleştirildi.Vincent’ın amcaları ve Vincent zaten sanat taciriydiler, erkek kardeşi Theo da sanat tacirliği işiyle uğraştı. Bu Vincet’ın daha sonraki resim kariyerinde etkisini göstermiştir. 1873’te şirketin Londra ofisine atandı ve aynı yılın Ağustos’unda 87 Hackford Road’da Ursula Loyer ve kızı Eugenie’nin yanına taşındı. Londra’da iki yıl daha kaldı bu süre boyunca birçok sanat galerisi ve müze gezdi. İngiliz yazarlar George Eliot ve Charles Dickens’a büyük hayranlık beslemeye başladı. Eserleri The Graphic gibi dergilerde yer alan İngiliz gravür sanatçılarını da beğeniyle izlemiş, bu eserle Van Gogh’u ressamlık kariyerinde kendisine ilham verecek kadar derinden etkilemiştir. Boş zamanlarında galerileri gezmeye devam etti , bu sırada önemli sanat eserlerini inceleme fırsatı bulan Vincent aynı zamanda İncil çalışmaları yapmıştır. Reverend Jones’dan kendisine ruhban sınıfına ait daha çok sorumluk vermesini talep etti ancak rahip olmak için hevesli olmasına rağmen vaazları canlı ve etkileyici olmaktan uzaktı. 9 Mayıs’ta Amsterdam’a doğru yola çıktı ve Yunanca, Latince, Matematik dersleri aldı fakat yeterince donanımlı olmadığı için çalışmalarını durdurmak zorunda kaldı.


1 967’de evlendiği Turgut Uyar’dan bir çocuğu vardır . Benim de çok sevdiğim şair için şunları söylemiştir : “ Çok yakışıklı , çok zeki , çok duyarlı bir insandı . Belki bana göre aşırı ciddiydi . Tipik edebiyatçı özelliği taşıyan , kendi içine kapalı , dışarısıyla fazla alışverişi olmayan , şiiriyle mutlu biriydi . Ben öyle değilim . Denizi de severim , dolaşmayı daL Daha canlı , daha hareketli olmayı isterim . Belki bu bakımdan pek uyuşmuyoruz.”


Turgut Uyar’ın ölümü üzerine yazdığı bir şiir ; pencerenin biri açık kalmış, hava sıcak , temmuz bıkkınlığı işte tomris uyar yazı masasında oturuyor masanın bittiği kitapların başladığı yerde kafka ile dostoyevski'nin fotoğrafları masanın kitaplara aktığı yalnızlıkta sahi kaç yıl oldu , tanrı'nın eli şiirden ve öyküden kopalı? sadece senin için geçiyorum bu sokaktan okur musun , gözlerimden akan kelimeleri ?

EZGİ YAĞCI

sarpimoleni.tumblr.com


1 9. yüzyı l ı n yazgı sı en traj i k sanatçı l arı ndan bi ri ol an Van Gogh dünyada kendi si ni al çal mı ş, sevgi l erden uzakl aşmı ş görmüştür. İçi nde sürekl i bul antı l ar yaşamı ş ve hi çbi r i şe yaramadı ğı na ol an i nancı , bi r şeyl er yapma bi r çı kı ş bul ma i steği di r bunal tı l arı nı n sebebi . Yazgı sı nı n çi zdi ği ol ayl ar di zi si sonucu bi r kafese tı kı l dı ğı nı bi r şeyl er yapmak i stedi ği ni ama bunun yol unu bul amadı ğı nı Theo’ ya yazdı ğı mektupl arı nda defal arca di l e geti rmi şti r. Amsterdam’ da soyl u düşüncel eri ki l i se tarafı ndan da hoş karşı l anmayı nca böl geden ayrı l mayarak Cuesmes köyüne yerl eşti ve burada büyük sı kı ntı l ar i çi nde yaşamaya başl adı . Burada madenci l eri n ve ai l el eri n zorl u koşul l arı nı yansı tan çi zi ml er yapmaya başl amı ştı r.


Si en i l e ya şa m a ya ba şl a d ı ğ ı d ön em d e çocu kl a rı n ı ve on u d ü zi n el erce çi zi m d e m od el ol a ra k ku l l a n m ı ş ressa m l ı k yeten eğ i n i h ı zl a g el i şti rm i şti r. Örn eğ i n kı zı yl a sepette otu ra n Si en ’ d e u sta l ı kl a beti m l en m i ş, a l tı n d a ya ta n ked er d u yg u su Va n G og h ’ u n Si en i l e ya şa d ı ğ ı 1 9 a yı n ta m a n l a m ı yl a bi r ya n sı m a sı d ı r. 1 883 ’ ü n Eyl ü l a yı n d a Si en ’ l e i l i şki si i yi ce kötü l eşti ve a yrı l d ı l a r. N u en en ’ d e a i l esi n i n ya n ı n d a d ön m ü ş ve son ra ki yı l boyu n ca sa n a tı n ı g el i şti rm eye d eva m etm i şti . Resm etm eyi en çok sevd i ğ i i n sa n l a r köyl ü l erd i . Yı l l a r sü ren yoğ u n ça l ı şm a l a r son u cu n u verd i ve i l k ön em l i resm i Pa ta tes Yi yen l er orta ya çı ktı . Pa ta tes Yi yen l er Vi n cen t va n G og h ’ u n i l k ön em l i ba şya pı tı ka bu l ed i l i r. On u n i çi n a rtı k yen i bi r yol cu ğ u n za m a n ı g el m i ş sa n a tı n ı d a h a d a i l erl etm ek i çi n Pa ri s’ e Th eo’ n u n ya n ı n a g i tm i şti . Pa ri s’ te g eçen 1 887 yı l ı boyu n ca sa n a tı a çı sı n d a n çok ön em l i i l erl em e ka yd etm esi n e ra ğ m en ol d u kça sa ğ l ı ksı z koşu l l a r a l tı n d a ya şa m ı ş ka rd eşi yl e d e a ra sı bozu l m u ştu r. Bü yü k şeh i r h a ya tı n d a n m u tl u ol m a m ı ş g ü n eşi n sı ca kl ı ğ ı n ı h i ssed ebi l eceğ i Arl es’ e g i tm eye ka ra r ve r m i ş t i r . A r t ı k m o r a l i d ü z e l e n V i n c e n t e n s e vi l e n r e s i m l e r i n d e n b a z ı l a r ı n ı ya pm a ya koyu l d u . Ressa m l a r bi rl i ğ i n i ku rm a a m a cı n ı g erçekl eşti rm ek i çi n Pa u l G a u g u i n ’ i ya n ı n a g el m esi i çi n i kn a etti . Ba şl a n g ı çta a ra l a rı çok i yi yd i fa ka t Vi n cen t’ i n d eğ i şken m i za cı n ed en i yl e a teşl i ta rtı şm a l a rı n a sı k ra stl a n ı r ol d u . Bu ta rtı şm a l a rd a n bi ri n d e bi r d el i l i k a n ı n d a sol ku l a ğ ı n ı n a l t kı sm ı n ı kesti pol i s ta ra fı n d a n yerd e ya ta rken bu l u n u p h a sta n eye ka l d ı rı l d ı . İyi l eşti kten son ra Sa rı Ev’ i n e g eri d ön d ü (ken d i d eyi m i yl e i yi yi u m u t ed erek) . Oca k ve Şu ba t a yl a rı n d a ol d u kça ü retken ol a n ressa m en ü n l ü resi m l eri n d en N i n n i ve Ayçi çekl er’ i n i ya ptı . Zeh i rl en d i ğ i n i za n n etti ğ i n i bi r kri z a n ı d a h a ya şa d ı g özl em a l tı n a a l ı n ı p bi r a kı l h a sta n esi n e ya tı rı l d ı . İl erl eyen h a fta l a rd a , Vi n cen t’ i n a kl i d en g esi n i sü rd ü rm esi sa yesi n d e resi m ya pm a sı n a i zi n veri l d i . G österd i ğ i g el i şm ed en en a zı n d a n yen i a ta kl a r g eçi rm em esi n d en d oktorl a r çok m em n u n d u . Va n G og h H a zi ra n orta sı n d a en ü n l ü eseri Yı l d ı zl ı G ece’ yi ü retti . Th eo Vi n cen t i çi n en i yi si n i n Pa ri s’ e g eri d ön m esi ve ken ti n ya kı n l a rı n d a Au vers- su r- Oi se’ d e ya şa ya n tera pi st Pa u l G a ch et’ i n g özeti m i n d e ted a vi ol m a sı g erekti ğ i n e ka ra r verd i . Va n G og h bu ra d a bi r a i l e ta ra fı n d a i şl eti l en kü çü k bi h a n d a ken d i n e bi r od a tu ttu ve za m a n ka ybetm ed en resi m ya pm a ya ba şl a d ı . Bu ra d a en ta n ı n m ı ş resi m l eri n d en ba zı l a rı n ı ya ptı (Dr. G a ch et’ i n portresi , Au vers ki l i sesi g i bi ) .



H a ya tı m u l u ol m a sa d a en a zı n d a n ka ra rl ı yd ı ve bu d a ü retken l i ğ i n e ya n sı yord u . Değ i şi k ka yn a kl a rı n d eta y kon u l a rı bi rbi ri yl e çel i şse d e 2 7 Tem m u z 1 89 0 ol a yı n ı n a n a h ta rı bi l i n m ekted i r. Vi n cen t h er za m a n ki g i bi m a l zem el eri yl e kı rsa l a resi m ya pm a ya çı ktı ora d a bi r ta ba n ca i l e ken d i g öğ sü n e a teş etti . Bu n a ra ğ m en ya şa d ı ğ ı h a n a g eri d ön m eyi ba şa ra bi l m i ş ve d oktoru G a ch et ta ra fı n d a n bu l u n m u ştu r. Bü yü k bi r g eci km e ol m a d a n Th eo ertesi g ü n öğ l ed en son ra Vi n cen ’ i n ya n ı n d a yd ı . Th eo’ n u n ya zd ı ğ ı n a g öre ‘ öl m ek i sti yord u , ya ta ğ ı n ı n ya n ı n d a on a i yi l eşeceğ i n i ve bu ü zü n tü l eri n g eçeceğ i n i söyl ed i ğ i m d e ba n a ‘ ked er son su za ka d a r sü recek’ d i ye ceva p verd i . Bu sözl e n eyi ka stetm ek i sted i ğ i n i a n l ı yoru m ’ öm ü r boyu ken d i si n i n en i yi a rka d a şı ve d estekçi si ol a n ka rd eşi Th eo’ n u n kol l a rı n d a son sözl eri n i söyl ed i ; ‘ Keşke böyl e öl ebi l sem ’ . 2 9 tem m u z 1 89 0’ d a bu d ü n ya d a n a yrı l d ı . Doktoru G a ch et’ ten b i r n o t; ‘ m e z a r l ı ğ a u l a ş t ı k m u h t e m e l e n o n u n d a g ö r s e s e ve c e ğ i m a vi g ökyü zü n ü n a l tı n d a ki h a sa ta h a zı r ol g u n l a şm ı ş ta rl a l a ra ba ka n kü çü k bi r tepen i n ü zeri n d eyd i . O sı ra d a ki m ol sa a ğ l a rd ı … o g ü n ta m on u n sevd i ğ i g i bi yd i , h a l a a ra m ı zd a ol d u ğ u n u ve d e bu g ü zel g ü n eşl i g ü n d en keyi f a l d ı ğ ı n ı h a ya l etm em ek m ü m kü n d eğ i l d i ’

EZGİ YAĞCI

ezeylul.tumblr.com


Kıyı Hala sigara içiyor musun ? Bırak İçme şu meredi… İçiyorsan da dudaklarında kalsın dumanı Bilirsin sen Kimseye anlatamasam da Kıskanırım seni.. Hala denizleri izliyor musun ? Yapma Bakma bir başkasıyla… İzliyorsan da gözlerinde kalsın mavisi Bilirsin sen Kimseye anlatamasam da ben Maviye gömdüm seni… Tutunamadım Kirlendim.. Başaramadım Yaşlandım. Sakallarımla uzadı hasretin Olduramadım Öldürdüm Dipsiz kıyılarda… Öldüm Yaşıyorsun bensiz kıyılarda Hem de bir başkasıyla… Gülümsedim boşluğa Ölüler; Gülümser ya son nefesinde Benim yerim cehennem Kirlendim Gözlerinin kara bataklığında.. Hissediyorum buralardan Gülümsüyorsun ona inat Yapma Beni de Onu da Yakma ! Seçme hakkın yitik Gözlerinin deryası batık Ölü bir adam kayıp Kazanan deniz saçlı Tam da sana layık… Gülümsedim Ve Öldüm.

Murat Kaleli mezarvirtuozu.tumblr.com


Mutlu bir Pazardan ya da Mutsuz bir Cumartesinden Başla. Cümleleri kurduktan sonra yenilmeyi göze alarak yine mutlu hissettiğini hayal et. Endişelerini bir kenara bırakıp telaşa kapılmadan yürüdüğünü farz et. Bob Marley eşliğinde sokaklardaki yüzlere aldırmadan dans ettiğini düşün ya da bunları düşünmeden uygula. Ada havası diyerek atla vapura istikamet Büyükada. Özlediğini düşün deniz kokusunu iner inmez çay bahçesinde bir çay iç. Sevinçten gözyaşlarını tutamadığını izle. Gül kendine. Düşünce balonlarına bir iğne batır. Sorgulamayı bırak. Anlamlar senin içinde gizli. Eğer çıkamıyorsa vardır bir bildiği kalbinin. Yürü. Nefes al. Umut etmek değil de umutsuzluğu gözden çıkarma. Kendine haksızlık etme. Hiç etme. Sen özelsin, güzelsin. Kalbini incitme ve buna izin verme. Neden mi böyle başladım? Bir nedeni yok. Neden aramak da geriyor insanı, bazen. Bu mutlulukların bir sebebi olmamalı. Hissettiğini o an özgürce yaşamalı insan. Kendini üçüncü tekil yerine koymamalı. Belki de şu an bunları okuyup elindeki ünlemlerle tabi çok kolaydı bunları uygulamak demişsindir. Peki hiç çabalamayı denedin mi? Kendine bahanelerden duvar örmeyi bırak. Dene. Kaybedersin. Kaybetmezsin çünkü arkasına sığınabildiğin bir bahanen yok. Denedin. Sen bugün kocaman bir adım attın. Kutla kendini. Kendine sarıl. İnsanlara sarıl. Evet çoğu taştan, nasırlı ama sarıldığında dinebilir öfkeleri,kızgınlıkları. Hep olumlu düşün demiyorum. Her zaman olumlu düşünemeyiz. Olumsuz anlarında küçük bir mutluluk yarat kendine. Sonra etrafına yansıyor bir şekil. Yenildikten, tökezledikten sonra daha da güçlü hissedersin. Arada tökezleyip kahkahayı basarsın kendine. Şaşırır insanlar. Fark etmezsin. Şu an ne geçmişinle ne de geleceğinle ilgili bir şey yazdım. An işte şu an,bu an... Sana bunu fark ettirmek istedim. Demem o ki arkadaş, bardağın boşluğu baki olsa bile yine de dolu tarafından bakmayı öğreniyorsun er ya da geç...

Cansu Şengün yasadisigulumseyis.tumblr.com


Şöhret için oyuncu olunmaz, oyuncu olunduğu için şöhret kazanılır. Aslında işin özüne bakarsak, iyi bir oyuncu şöhreti önemsemez fakat alkış önemlidir. Siz sahnede elinizden geleni yaptıktan sonra istediğiniz tek şey alkıştır ama gerçek bir oyuncu için, sokakta durdurulacak kadar büyük bir şöhret, hiç önemli olmamakla kalmaz, zarar vericidir de aynı zamanda. Oyuncunun özüne doğru bir yolculuk yapmak gerekirse, ilk olarak bu işin bir intihar olduğundan bahsetmek gerekir. Çünkü oyuncu, kendi bedenine sığmayan, başka ruhları da kendi içine alabilecek ve bunu yaparken de kendini hiç korkmadan öldürebilecek biridir. Bir başka karakteri canlandırabilmeniz için öncelikle kendi benliğinizi tamamen yok etmeniz gerekir ki bu da tam anlamıyla bir intihardır. Sahneye doğru attığınız her adımda bir parça ölmelisiniz, bir parçanız gitmeli ve sahneye vardığınızda kendinize dair hiç bir şey kalmamalı ortada. Siz kimi canlandırıyorsanız artık o olmalısınız, artık bedeniniz ona ait olmalı. Tabi, kusursuz bir intihar, bir ön hazırlık sürecini de peşinde getirir. Dünyanın en tatlı intiharına nasıl hazır olabilir bir insan? Öncelikle oynadığınız karakteri, en az kendinizi tanıdığınız kadar iyi tanımanız gerekir. Bir oyuncunun olmazsa olmaz bir gözlem yeteneği olmalı ve sonsuz bir hayal gücüyle bunu desteklemeli. Çevredeki tüm olaylar, bir adamın bacak bacak üstüne atmasından, bir kadının sigara yakmasına kadar; görüp görebildiği evrendeki tüm hareketler, onun için bir örnektir ve iyi bir oyuncu bütün bu gördüklerini beyninde toplar. O an gelip, metni eline aldığındaysa yapması gereken tek şey parçaları birleştirmektir. Sadece, canlandırdığı karakterin konuştuğu andaki tepkilerine bakmaz bir oyuncu, bedenini hangi ruha kiralayacaksa onun her şeyini bilmek ister. Nasıl oturduğu, nasıl kalktığı, nasıl güldüğü, nasıl nefes aldığı, nasıl sigara içtiği, nasıl öksürdüğüL kısacası her şeyini bilmelidir. Eline aldığı metindeyse neredeyse bunların hiç birini bulamayacaktır. İşte burada iş oyuncuya düşmektedir. Canlandırdığı karakterin, söylediği sözlerden, davranışlarından tüm bunları bulacak olan oyuncunun kendisidir. Karakterin nasıl nefes alıp verdiğine kadar tüm detaylarını bulabilmek için bu zamana kadar gözlemlediği her şeye ihtiyaç duyar.


Oyuncu karakterini de tanıdıktan sonra, geriye sadece zevkle intihar edip, o karakteri bedenine taşımak kalmaktadır. Canlandırdığı karakteri iyi tanıyan bir oyuncu sahnede olduğu süre içinde kendisinden hiçbir şey barındırmaz, çünkü bedeni tamamen ona aittir. Bir oyuncunun bedenini ne zaman teslim edeceğini ve ne zaman geri alacağını da çok iyi bilmesi gerekir. İntiharını sahneye bir adım kala yapmalı ve alkış sesleriyle de bedenini geri almalıdır. Canlandırdığı karakteri tüm hayatına taşıyan oyuncular, meslek hayatlarının ileriki yaşamlarında ve kendi özel hayatlarında pek çok soruna gebe kalmışlardır. Çünkü unutulmaması gereken altın kural, oyuncun karakterinin kişiliğini geçici olarak kiraladığıdır. Bir oyuncunun tüm bunları yapabilmesi için, işin teknik bilgilerinden çok tutkuya ihtiyacı vardır. İyi bir oyuncu tutkusuz kaldığı zaman çok kötü olabileceği gibi, kötü bir oyuncuyu da tutkuyla oynadığı zaman iyi bir performans ortaya koyabilir. Sahnede olmak, başka bir bedene bürünmek, tam anlamıyla bir aşktır ve tutkunuz olmadan bu işi yapabilmeniz de mümkün değildir. Her meslekte profesyonelce o işin kurallarına göre çalışılabilirken oyunculukta genel olarak bu mümkün değildir. Çünkü sahnede nasıl durulacağını, sesinizi nasıl ayarlayacağınızı bilseniz bile, tutkuyla o karaktere bürünmedikçe vasatı aşmanız asla mümkün olmayacaktır. Seyircinin sizin hala kendi ruhunuzla sahnede olduğunuzu ve “rol” yaptığınızı anlaması hiç de zor olmayacaktır. İyi bir oyuncu asla “rol” yapmaz, yaşamayı seçer; tutkuyla yaşamayı. Dolayısıyla başta yaptığım tanımlamaya bir ilave de bulunmak isterim; Oyuncu olmak tutkulu bir intihardır. Öyle ki; ruhunuzu zevkle teslim eder ve bugüne kadar varlığından hiç haberdar olmadığınız ve belki de hiç sevmediğiniz bir ruhu zevkle bedeninize sindirirsiniz.

ataksiya.tumblr.com


AÇ BURUN AZ PARA

Senin tenin vardı. Tenin en katmerlisinden; Tenin en dikenlisinden bir güldü. Tenin her gün birkaç şairin kaleminden dökülürdü. Ve o şiirlerle o şairler para kazanırdı. Teninden para kazanmak mı? Haşa. Ne senin namusunda gözüm var ne ananın babanın adı çıksın... Fakat karın tokluğuna seviyorum seni biliyorsun. Ben eminim sana şiir yazanlar da benim gibidir. Senin tenin gülse, toprak benim tenim gibidir. Ben sana bakamam. Ben senin teninin kokusunu koklayamam. Benim burnumun direği sızlar, kusura bakma. Ben öyle pek lirik bir adam da değilim. Karın tokluğuna seviyorum seni diye açlıktan mı öleyim? Tenine şiirler yazıp onları satıyorum, affet. Affet, bu para meselesine karıştırdığım için seni. Fakat bu açlık sen de bilirsin pek zalimdir. Tenine yazdığım şiirleri satmadığım sürece, Gömleklerimin kolları kelepçelerimdir

Yiğit Selim Pekzeren vurbeninemed.tumblr.com


KÜL

Her yerde, Tütün kokusu… Kilit altına alın; Bütün çiçekleri… Rüzgarda, Dağılan, unutulan kokular var… Bi’çocuk, ellerini sıkıyor… Avuçlarına, Menekşeler, papatyalar sıkıştırmış; Rüzgarı, bekliyor… Gözlerimde, kahve bi’örtü, Çocukluğum, oturmuş üstüne… Sesinde, Değişen, bi’şey renk var; biliyorum… Şimdi, Benim avuçlarımda ki pervane kül; Senin ki ateş… Susuyorum… Üşüyorum…

Filiz YILDIRIM

denizinsuyu.tumblr.com


MASUMİYET MÜZESİ

“ Hayatımın en mutlu anıymış bilmiyordum. ” Cümlesiyle başlıyor, Orhan Pamuk’un çok konuşulan, çok tartışılan, çok da sevilen romanı Masumiyet Müzesi. 7 yılda yazılan kitap, eski İstanbul’u, büyük bir aşkı, pişmanlıkları ve nesnelerin hayatımızın içindeki kocaman yerini anlatıyorL

fotoğraf; sudayanatestebogull.tumblr.com/


Yaşanamamış kocaman bir aşkın öyküsünü bize sunan kitap, hiçbir zaman elden bırakılamayacak, okunmaya başlandı mı kendine bağımlı edecek, zaman zaman çok sıkacak ama kendine hayran bıraktıracak. Biraz Orhan Pamuk’un kalemine değinmek gerekirse, İlk önce İstanbul’u çok seven bir yazar olduğunu söylemek lazım. Anılarında İstanbul’u öyle taze, öyle güzel tutmuş ki buna hayran olmamak mümkün değil. Kültürleri, konuşmaları hayatın içinden alıyor Orhan Pamuk. Kitaplarında hiçbir konuşmayı okurken “Aaa böyle cevap mı” olur deme şansınız yok. Kurgularken uçan sineği bile hesaba katabilecek kadar dikkatli. Mesela iki anneyi konuşturduğunu düşünelim Pamuk’un; aralarındaki diyalog mutlaka sık sık bölünecek, anneler arada bir çocuklarına seslenecek ve bu sesler bizim gündelik hayatta hep duyduğumuz sesler olacak. İşte Orhan Pamuk benim için tam olarak budur. Hayatın içidir.

Zengin bir ailenin oğlu olan Kemal, nişanlanmak üzeredir. Nişanlanmadan önce, ailesinin kullanmadıkları bir eve (Merhamet Apartma'nında) öğle aralarında gidip kafa dinlemektedir. Bir gün nişanlısına çanta almaya karar verir. Gittiği dükkânda Füsun’la karşılaşır ve hayatı değişir. Artık hayatında Füsun’dan başka bir şey olması mümkün değildir ama nişanlısı Sibel’le de ayrılmaya niyeti yoktur. Kemal artık Füsun’u bıraktığı izlerde anacaktır. Ruj izini barındıran izmaritlerde, kahve içtiği fincanlarda, tuttuğu kalemde ve inci küpelerindeL O satırlar bazen o kadar ağır geliyor ki, okurken acıyı hissediyorsunuz. Füsun’un yokluğu öylesine harika kaleme alınmış ki, etkilenmeden kitabı tamamlamak ve kitap boyunca Kemal’le beraber Füsun’u aramamak mümkün değil.


. Zaman zaman çok sıkacak demiştim. Evet, Baze o kadar sıkıcı ki, okurken daralıyorsunuz. Bu bazı bölümleri kötü yazdığı anlamına gelmez. Bazı bölümleri rahatsız edecek kadar gerçekçi yazdığı anlamına gelir. Ben mesela düğünlere, nişanlara tahammül edebilen bir insan değilim. Masumiyet müzesinde sayfalarca anlatılan nişan törenini okurken, sanki o nişan töreninin içindeymişim gibi sıkıldım. Hatta o kadar sıkıldım ki, nişan töreni sayfalarında Orhan Pamuk’un roman karakterleri geçiyormuş fark etmemişim. İşte ben de zaten Orhan Pamuk’da en çok bunu seviyorum. Kendisine yine de ufak bir eleştiriyi dile getirmek isterim. Bazen o kadar çok detaya boğuyor ki, olaylar geride kalıyor. Olaylardan çok detayları, ayrıntıları okuyoruz. Birazcık olayları da ön plana çıkarsa bence çok daha güzel olabilir. Kitaba dönersek, Masumiyet Müzesi Orhan Pamuk’un kendine has detaycılığını en çok kullandığı kitabıdır sanırım. Pek çok ayrıntıya titizlikle yer verirken, olay örgüsü yavaş yavaş yavaş işlemektedir. Kitabın her sayfasında umutla beklenirken, kitap tıpkı hayat gibi yavaş yavaş akmakta ızdırapların da, zevklerin de hazzını okura duyurmaktadır. Bir yandan bu büyük aşka tanık olurken, aynı zamanda kendimizi de eski İstanbul’da buluveriyoruz. Yazarın bahsettiği her yer, okundukça gözlerimizde canlanacak kadar detaylarla dolu ve anlatımı o kadar masalsı ki, gözlerimizin önünde bir Çukurcama canlanmaması mümkün değil. Pamuk, kitabı tamamlayabilmek için fazlaca müze gezmiş. Nobel ödülünü de aldıktan sonra kitabını bastırabilmiş. Kitap büyük bir ilgiyle karşılandı. Diğer kitapları gibi başka dillere çevrildi hatta bu sefer Nazan Öncel Kemal ve Füsun için “Canım benim nasılsın?” şarkısını yazdı. Şarkıyı kitaba ithaf ederken de Hürriyet’e şunları söylüyordu Öncel; "Duygularımı nasıl ifade edeceğimi bilmemekle beraber, romanı okurken Kemal'le Füsun'un nefeslerini hissedip, kalplerinin nasıl çarptığını duyar gibi oldum. Hayatın asıl amacının mutluluk olduğunu bizlere bir kere daha hatırlatan Orhan Pamuk, tavan arasında çoktan unutup gittiğimiz bir sürü şeyi, kalbin ötelerine itelediğimiz aşkı, hayatın derinlerinden bulup çıkarınca onun eşsiz edebiyatı bana bu şarkıyı yazdırdı. Orhan Pamuk'un son başyapıtı ve edebiyatının sevdalısı olduğum için “Canım Benim Nasılsın?”ı Masumiyet Müzesi'ne armağan etmek istedim."


canım benim nasılsın iyi misin oralarda kimse sana söyleyemedi mi ? başa gelen çekilir demedi mi ? Bir yürüdüm bir durdum Denize bir kıyı buldum Bıraktın içimde Gece ile kardeş oldum Ne gözdeyim ne kaşta bir oradayım bir burda tatlı acı anılarla merhamet apartmanında bir sen varsın aklımda kedim bile farkımda canım benim nasılsın daha daha nasılsın ikimizin adı yanyana duvarlara yazılsın gülüm benim nasılsın daha daha nasılsın ikimizin resmi yanyana su duvara asılsın İstanbul dolaylarında taksim olaylarında bildiklerimi unuttum çukurcumalarında Ne gözdeyim ne kaşta bir oradayım bir burada tatlı acı anılarla merhamet apartmanında bir sen varsın aklımda Limon bile farkında canım benim nasılsın daha daha nasılsın ikimizin adı yanyana duvarlara yazılsın kibrit kutusu, gazoz şisesi ayva rendesi, inci küpesi iki anahtar, süs köpeği mavi çarşaflar, ayakkabılar Yağmurluk, şemsiye,yüksük, cetvel Fincan, kurşun kalemi 3 tekerli bisiklet Elinin değdiği herşeyi topladım Aşkın oldugu yerde mantık ne gezer Yarım akılla değil çeyrek akılla gezer bir yerdeyim bir gökte bir sendeyim bir bende tatlı acı anılarla merhamet apartmanında canım benim nasılsın daha daha nasılsın ikimizin adı yanyana duvarlara yazılsın gülüm benim nasılsın daha daha nasılsın ikimizin resmi yanyana şu duvara asılsın

Masumiyet Müzesi pek çok övgü alırken aynı zamanda pek çok eleştiriyle de karşılaştı. Radikal gazetesinden Ömer Türkeş kitabı Proust’un Kayıp zamanın izinde romanına benzetirken, kitap aynı zamanda Jame Joyce’in Ulysses’ine, Tostoy’un Anna Karenina’sına ve Nabokov’un Lolita’sına benzetildi. Pamuk’sa tüm bu eleştirilere kulak asmayıp kitaptaki müzeyi gerçeğe dönüştürmek istedi. Uzun uğraşları sonunda da bunu başardı. Müzeyi ziyaret ettiğinizde sadece Kemal ve Füsun’un varlığına bir adım olsun yaklaşmakla kalmayıp aynı zamanda Orhan Pamuk’un nasıl yazdığına dair bir fikir sahibi de olabiliyorsunuz. Bitirdiği kurşun kalemleri, yazı taslaklarını ve yazarken yüksek ihtimalle onlardan esinlendiği gazete küpürleri ve pek çok eşyayı da çekinmeden müzenin içine koymuş Orhan Pamuk. Son olarak yazarın müze hakkında şu sözleriyle yazımı bitirmek isterim; “Müze bekçilerinin görevi sanıldığı gibi eşyaları korumak, (tabi ki Füsun ile ilgili her şey sonsuza kadar korunmalıdır) gürültü edenleri susturmak, çiklet çiğneyenleri ve öpüşenleri uyarmak değil, müze gezere cami gibi alçakgönüllülük, saygı ve huşu duyması gereken bir tapınakta bulunduğunu hissettirmektir. Masumiyet Müzesi’nde bekçiler, koleksiyonun havasına ve Füsun’un zevkine uygun olarak koyu ahşap rengi kadife elbiseler, içine açık pembe renkli gömlekler giymeli, müzemize özel-Füsun’un sevdiği-kravatlar takmalı ve tabi çiklet çiğneyen ya da öpüşen ziyaretçilere de asla karışmamalı. Masumiyet Müzesi, İstanbul’da öpüşecek bir yer bulamayan âşıklara sonsuza kadar açık kalacaktır.”

Bir Sen yoksun yanımda Pamuk bunun farkında Aşk ayağıma kadar gelmişti Kendi elimde tepmiştim

ataksiya.tumblr.com


SESİNDE NE VAR BİLİYOR MUSUN ? "Sesinde ne var biliyor musun Söyleyemediğin sözcükler var Küçücük şeyler belki Ama günün bu saatinde Anıt gibi dururlar Sesinde ne var biliyor musun Söylenmemiş sözcükler var” Cemal Süreyya işi biliyor abi. Her şeyi söylemiş ama minyaturceyi tanımamış. Bana güzel bir cümle vermiş, al bak sana yazdım dercesine. Evet “sesinde ne var biliyor musun?” -Anlatayım mı? …………..Mis kokulu bi bahçeye giriyorum sevdiğim çiçeklere açılıyor bahçe kapısı,kır çiçeklerimi bunlar, aralarda da papatyalar var.Ne güzel bi bahçe bu. Yavaşça kapıyı kapatıyorum.Havada bi ılıklık, güneşe bakıyorum yuvarlak güneş gözlüklerimle, hafifçe eşarbımı düzeltiyorum , iki merdiven çıkıyorum , eteklerimi toplayarak , annem hep derdi eteklerin çok uzun , namaza duruyorsun öyle toz toprak oluyor kızım. Ayaklarım toprağa bassın diye babetlerimi çıkarıyorum, elimde torba var ekmek almışım, birde çilekli süt, çocuklarım olsa gerek.Çocuklarım mı dedim ? Severler diye almış olsam gerek. Yavaşça ilerliyorum.Elimdekileri bahçedeki masaya bırakıyorum , bahçeye masa koymuşum akıllıca davranmışım , bahçe insanın ruhunu bulduğu yer olsa gerek. www.wattpad.com/user/esmanzeltimur Ve açık kalan suyu fark ediyorum, kapatıyorum. Kendimce söylenmeye başlıyorum; Ah be iki gözüm yine mi suyu açık bıraktın , çiçeklerimi öldüreceksin. Sonra bi el hissediyorum omzumda; Yerden doğruluyorum çamur olmuş ayaklarıma bakarak, döndüğümde suratımı ekşiterek sana. Sana mı dedim ? Sahi sen misin bu? -Bu su ne iki gözüm he diyorum. Sen mi? Bakıyorsun.

Esma Eltimur


Ela gözlerinle öyle bakıyorsun. Ya çocuğu bıraktın bana oynamaya dalmışım onunla diyorsun. Gülüyorum, ve sımsıkı sarılıp sen iyi bi babasın diyorum. Eline , aldığım sütleri alıyorsun.Demek ki sana almışım şu çilekli sütleri. Çok mu seviyorsun acaba? Sonra gülümsüyorsun , ya ekmek alırken bi kere de unutsan şu sütü sevdiğimi şaşırım dercesine. Ben de şükürle bakıyorum.Şükürle. Sonra bi ses. Bi kız çocuğu. Anne mi diyor o? Evet evet anne diyor, birden eteğime sarılıyor ve ben kucağıma alıyorum. Evet o ben miyim? O eteklerime sarılan benim kızım mı? Saçları ipek gibi, ne kadar sudeye (yeğenim )benziyor , gerçekten benim kızım mı bu. Aman Allah’ım. Kızımın saçlarını topluyorum, terlemiş sırtına bi mendil koyarak , güzel tenini koklayarak. Evet bu ben miyim? Sonra kucağına bırakıyorum bu güzelliği.Mutfağa geçip çorba yapıyorum.Meğersem gitmeden yemekleri yapmışım, çok mu hamarat olmuşum ben?Annem senden olmaz derdi halbuki. Elin oğlu napmış bana? Birden masaya 3 tabak koyuyorum.Kucağına mı alıyorsun sen güzel kızımızı? Kızımızı mı dedim? Bilmiyorum dedim galiba. Evet evet kızımızı. 3 tabak, 2 çiçekli sandalye, kafeste bi kanarya, ocakta çaydanlık,bahçede çiçekler, ve radyoda zeki müren. Lütfen. Sesinde bunlar var işte. Evet hepsi var.

minyaturce.tumblr.com


S TAL

G i r i l me s i y a s a k l a n mı ş b i r b ö l g e B ö l g e n i n i ç i n d e , y ü r e k t e n a ma g e r ç e k t e n y ü r e k t e n d i l e n e n h e r d i l e ğ i g e r ç e ğ e d ö n ü ş t ü r e n b ir o d a B ö l g e y e g i r me k i s t e d i ğ i n i s ö y l e y e n b i r b i l i m a d a mı B ir y a z a r O n la r ı b ö lg e y e g ö t ü r e c e k b ir iz s ü r ü c ü G e r id e b e k le y e n b ir a ile …

T ü m b u n la r b ir a r a y a g e lir s e o r t a y a n a s ıl b ir f ilm ç ık a b ilir ? P a r d o n , s o r u y u daha düzgün sorayım; tüm bunlar Andrei Tarkovsky’nin tezgahında bir a r a y a g e l i r s e o r t a y a n a s ı l b i r f i l m ç ı k a b i l i r ? B u f i l mi t a m o l a r a k a n l a t a b i l me k a ç ı k ç a s ı p e k k o l a y d e ğ i l . Ç ü n k ü n e r e s i n i a n l a t ı r s a n ı z a n l a t ı n mu t l a k a b i r y a n ı e k s i k k a l a c a k t ı r … . F ilm 1 9 7 9 y ılın d a , A r k a d iy S t r u g a t s k iy , B o r is S t r u g a t s k iy k a r d e ş le r in “ U z a y d a P i k n i k ” r o ma n ı n d a n u y a r l a n mı ş . F i l mi s i n e ma y a y s a y i n e Strugatskiy kardeşler uyarlarken, onlara Tarkovsky’de eşlik etmiş. Filmin y a p ı l d ı ğ ı d ö n e md e b ü y ü k b i r b e k l e n t i y a r a t mı ş . A s l ı n d a d ö n e mi n e g ö r e yüksek de bir bütçeyle çekilmiş. Tarkovsky, bu imkanlara rağmen filmde iz le y ic iy i e t k ile y e b ile c e k e f e k t le r ü z e r in e d e ğ il d e , k e n d i y a lın lığ ın a g ö r e a n l a t ma k i s t e mi ş . F i l m t a ma ml a y ı p l a b o r a t u a r a g ö n d e r i l d i ğ i n d e y s e , k i mi n e g ö r e b i r k a z a s o n u c u , k i mi n e g ö r e R u s s a n s ü r ü n e t a k ı l d ı ğ ı i ç i n , film bandı kullanılamayacak hale gelip, yok olmuş. Aynı ekip, bu sefer çok daha düşük bir bütçeyle filmi baştan çekmeye karar vermişler. O y u n c u la r ın y ü z le r in d e k i b e z g in lik , c a n la n d ır d ık la r ı k a r a k t e r le r e g e r ç e k ç i b i r d o k u n u ş mu , y o k s a i k i n c i k e z a y n ı f i l mi ç e k me n i n y ı l g ı n l ı ğ ı mı k i m b ile b ilir ?


L KE R

Filme dönelim. Film 10 dakikalık sessiz bir girişle başlıyor. Önce iz sürücü t a k d im e d iliy o r b iz e v e g e r id e b ır a k t ığ ı a ile s i. İz s ü r ü c ü k a r a k t e r i g e r e k f i l mi n a n a k a r a k t e r i o l ma s ı , g e r e k s e u mu d u t e ms i l e t me s i d o l a y ı s ı y l a t i t i z c e a k t a r ı l mı ş b e y a z p e r d e y e . F i l mi n b o y u n c a o n u t a n ı ma k i s t i y o r s a n ı z f i l m s i z e b u i s t e ğ i n i z i ç e k i n me d e n v e r i y o r t ı p k ı d i ğ e r k a r a k t e r d e o l d u ğ u g ib i. Yazar, sanırım en çok üzerinde durulan karakter. Söylediği her söz, ağzından çıkan her kelime pek çok şey anlatıyor. Aslında kendi de ne söylediğini, ne anlatmak istediğini bilmiyor, tam olarak ne aradığını da. Tüm bunları söze döküp edebi bir dille anlatıyor.

Bilim adamıysa, bence yazara göre hayatın sıradanlığına temsil ediyor. Bu yüzden de film boyunca hep bir gizem içinde kalıyor, az konuşuyor ama konuştuğu zaman da ne dediğini iyi biliyor. Ve bölge; filmin en güzeli; bu bölgeye girmek yasak. Bölge askerlerle s ü r e k l i o l a r a k k o r u n u y o r ç ü n k ü b ö l g e d e y a ş a ma k mü mk ü n d e ğ i l a ma b ö lg e d e b ir o d a v a r v e g e r ç e k t e n is t e d iğ in iz b ir ş e y v a r s a o n u g e r ç e k yapıyor. Bölgeye gidebilmek oldukça zor fakat iz sürücü tüm bu z o r l u k l a r ı n ç ö z ü mü n ü b i l i y o r ; o n u n i ş i b u ! Ö n c e b ö l g e y e g ü z e l b i r y o l c u l u k y a p a c a k v e b ö l g e y e g i r d i ğ i n i z d e b i r y ö n e t me n i n r u h u y l a n a s ı l k a d r a ja g ir e b ild iğ in e ş a h it o la c a k s ın ız . Vakit kaybetmeden izleyin.

ataksiya.tumblr.com


Adsız bir özlem işte o çoğunun çocukluğuna dönme isteği. “Ah çocuk olabilsem yine.” serzenişleri ve gözlerinin dalıp gitmesi küçük bir gülümseyişi kondurur dudak kıvrımlarına. Bir zamanlar çocuklarmış.Üstelik mutlu olanlarından. Ne mutlu huzuru bulmak adına çıktıkları yolda çocukluk anılarına dönmeyi isteyebildikleri için şanslılar hâlâ. Oysa kimilerinin çocukluklarına dönüşleri bir annenin kanayan dudağından çıkan inlemeleriyle son bulur. Bir tabak kırılmıştır o kadına fırlatılırken, başka bir seferde sopa… Ve daha nicesi… Hangi çocuk annesi intihar etmesin diye jiletleri, bıçakları, ilaçları toplar? Gecenin bir yarısı nefes alıyor mu diye annesinin göğsünü yoklar ? Ya da hangi çocuk günlüğüne babasından nefret ettiğini, onun ölmesini istediğini yazar? Asıl soru korkuyla, sevgisizlikle geçip gitmiş olan çocukluğuna kim dönmek ister? Hâlâ çığlıklar, bağırışlar, ana avrat küfürler duyduğunu sanıp uykusundan nefes nefese uyanan insanlar var. İşin kötüsü geçmişte dönebilecek çocukluk anavatanları da yok. Daha doğar doğmaz büyümeye mahkum edilmişlerdir. Kaç yaşına gelirse gelsinler sokakta, parkta, okulda, şurada, burada gördükleri mutlu aile portleri onlar icin hüzün dolu, iç burkutucu olacaktır. Hiç elma şekeri yememiş, bırak lunaparkı parka bile gidememiş, ev denilen o yerde kavgasız bir günleri geçmemiş insanlardan söz ediyorum. Hani şu çoğunun yüzüne babalarının nefretlerini kustukları çocuklar. Onlar için bu dünyanın cehennemidir mutlu olmaları gerektiği yıllar. Lüks bir araba, son moda kıyafetler, pahalı eşyalarla döşenmiş evler ulaşılamaz hayalleridir sayısız insanın. Kimininse masal okuyan bir baba… Evet, bu çocukların -ki bugünün yetişkinleri ve olacaklarıhayata dair mühim bir şeyi öğrenmiş olanları şanslılardır. “Babaları gibi olmamak”. İnsanın ömrüne iki mutsuz aile yaşantısı fazla gelir nihayetinde. Çocuk sahibi olmadan önce yüzlerce kez düşünün. İhtimal vermiyor olabilirsiniz ama belki de ebeveynliğe hazır değilsinizdir ya da hiç olmayacaksınızdır. Bir belki cehennemi yok edebilir. Unutmadan anılarınızla insanları yaralamaktan kaçınınız. Gözleri dolmaya yatkın olanlar çok fazla. Eksik yaşayanlara…

Kayra Umut


GÖZLERİNDE Gözlerinde Öpülecek ne çok şey var öyle. Kirpiklerinden sızan bu keman sesi Şakaklarından akan kan, Aşka kurulmuş dergâhtır nefesin. Kuş yuvası olsa dudakların, Titresem sesinde, Kokundan öpsem. Gözlerinde Öpülecek ne çok şey var öyle. Kehribar sevgili kehribar, Maviye hiç bakmadı böyle.

fabula-gc.tumblr.com/


Devridaim Devridaim ki en korktuğum kelimedir şimdilerde Unutulası dediğinin tekrarıdır pişmanlık içre Bilinmeyene attığın her adımın Kilometrelerce uzun Eriyip gitme ihtimalidir bir kumsalda Gölgesi düşerken üzerimize kaybolduğumuzun Boğucu her nefesin hayaleti sevinç üzre Devridaim demek ki korkusudur yeniden oluşun Bozup yıkık yapıp kendimi yeniden En kuytu yerimden Dağılışını izlemektir tekrar,ışımayan bir günde Aklın fikrin bir damla suya dönerken çölde Hiç olmamışçasına ve oldurulamaz halde Tükenmektir anda Ve yine de devam etmektir yoktan hallice Varmış gibi Nefes almış gibi Devridaim Gülüşümün gizlisinde nefesimi tuttuğum Yaşamak için sıyrılıp dizelerden Ağaçta gökte unuttuğum

Özge Özdemir


BEN BİR ŞEY FARK ETTİM Geçen gün ağlıyordum. Kafamdaki pek çok soru, kalbimin üzerinde gezinen kirpiler, armudun sapları, üzümün çöpleri içimde dolmuş olacağından, taştım bir akşam vakti. İyidir ağlamak, kendine gelir insan. Ben de kendime geldim. Yüzümü yıkamak için girdim banyoya, bir de ne göreyim! O gözyaşlarımın her biri bir nar'mış meğersem. İçleri dopdoluymuş. Yani, her gözyaşının bir anlamı varmış. Gözüme gözüme sokmaya çalıştığı bir gerçeği varmış. Nar gibi, soru işaretlerimin içlerinin açılıp, cevaplarının saçılması lazımmış. Saçılan cevapların toplanması için de elime kağıdı kalemi almam gerekiyormuş. Bana ne oldu? Bence neden oldu? Şimdi duyguları bir kenara bırakıp, mantıklı düşününce, iyi ki de olmuş mu? diye yazıp, duvara asmak gerekiyormuş. Kendisine reçete muamelesi yapıp, ruhum ne zaman hastalansa, -ki bi kaşık şurupla hemen iyileşilmez- onu yine okuyup, kendime gelip, balkona çıkıp bir hava almam, hatta şöyle gökyüzüne bir göz kırpmam gerekiyormuş. Şu ölümlü dünyada, 5 saniye daha gülmek için bir bahane bulmak gerekiyormuş.

Melike Gürbüz


Hayatın Batışı Güneşin batışı yakındı eve geldiğimde. Elimdeki poşetleri portmantonun üstüne bıraktım ve sendeleyerek, salonun köşesindeki tekli koltuğa oturdum. Bütün günün yorgunluğu topuklarımda birikmişti sanki. Hareketsiz oturuyordum karşımda güneşin kızıllığıyla. Selamlıyordu beni güneş, düşerken. Bir tebessüm vardı yüzünde yarın sabah tekrar doğacak olmasından kaynaklanan. Ya da beni sinsice geceye teslim ediyordu bilmiyorum. Birkaç dakika içim geçmiş. Uyandığımda karanlık çökmüştü dünyama. Tıpkı onun bırakıp gittiği gibi. Önce bir tebessüm sonra elveda.

Uğur Saadettin


Moldova'lı bir fahişe Ellerimin uzanmadığı insanlar var Ya da tanımaya korktuğum Ayaklarım varmıyor işte yollarına Biliyorum ki, tanıdıkça kaybolacak tatları damadığımda Her şeyi bırakıp rakı içiyorum Moldova’lı bir fahişeyle Terk edilmiş bir rıhtımda Bir fahişe ne kadar anlar seni? Sen ne kadar istersen, o kadar. Ne kadar içersem o kadar konuşuyorum Ve o türkçe bilmiyor Ben gidenlerden, gidecekler, Geleceklerden ve gelmeyeceklerden Bahsedip duruyorum neyim varsa beklediklerimden Ve beklemekten vazgeçtiklerimden O başını dizimden kaldırıp şarabını yudumluyor Sonra tekrar yatıyor Bir fahişe de olsa o, Biz hiç sevişmedik Bir şair de olsam ben, Hiç aşık olmadım Var olan tüm kadınları Olmasını istediklerime dönüştüren bir halim var Var olacak tüm kadınları Olmasını istediklerime dönüştürmesinden korktuğum

Tam en düşük olduğu anında çenemin Dibi geliyor rakı şişesinin Şarabından içiyorum Moldova’lı fahişenin Tebessüm ediyor sadece "Gidelim" diyorum Yanımda olmasını istediğim o olmasa da Yanımda olmasını istediğim hiç gelmeyecek olduğu için Umut etmeseydik eğer göremezdik ertesi günü Ve tüm umutlarımız gerçek olsaydı birer birer İntihar ederdik mutluluktan Biraz daha kalalım rıhtımda diyorum Yalvarıyorum kapanmaktaki gözlerime Sızmak için erken, Sızlanmanın tam vakti Deniz öylesine güzel ki Deniz hayatım kadar güzel Deniz hayatımın temsil-i sureti Ve var olmasını istediğim kim varsa, parlak birer çakıl taşı gibi Ne zaman denizime koyuversem birini Batıveriyor En Derine Sarılıyorum, Uyumak istemiyorum Ama gözlerim kapanıyor Seni seviyorum Moldova’lı Sevmeye ihtiyacım olduğu için

ataksiya.tumblr.com


Kreşenko 5. Bölüm Ferit ve Ezgi ellerini kaldırdılar. Ferit korkakça ve ağır ağır arkasını dönmek istedi fakat peçesini takmış adam sert bir tepkiyle bu dönüşü engelledi; “Olduğun yerde kal!”. Uzun boylu, kirli sakallı, iri yarı adam son derece ağır adımlarla yaklaştı. Silahını beline koyup Ferit’in üzerini aramaya başladı. Kaba bir üst araması yaptıktan sonra Ezgi’yi aramaya başladı. Fakat Ezgi’yi araması Ferit kadar kısa sürmedi. Koltuk altını ezerek kontrol ettikten sonra göğüslerini iyice sıktı. Göğüslerinin altına indirirken elini birden tekrar yukarı çıkarıp göğüslerini sıktı. Kalçasını ve bacaklarını üst aramaktan çok taciz edercesine elledi. Ayak bileklerini de iyice kontrol ettikten sonra ellerini iyice bastırarak yukarıya çıkardı. Eteğinden yukarıya doğru çıkarıp küloduna kadar uzattı ellerini. Sonra hızlıca çekip “temiz” dedi. Ezgi “Orospu çocuğu” diye mırıldandı. Adam bunu gayet net bir şekilde duymasına rağmen yaptığının farkında olmanın bilinciyle duymamazlıktan geldi. “Dönün arkanızı, ne işiniz var burada?” dedi. Ferit konuşmak için ağzını açarken Ezgi konuşmasına fırsat vermedi; -Sizin ne işiniz var? Ne için bunu yapıyorsunuz? -Daha güzel bir dünya içinL -Daha güzel bir dünya kadınları ellemekle mi kuruluyor? -Ben sadece üstünü aradım. Burada ne işiniz var! -Sizin aptal savaşınızın saatini hesaplayamayıp dışarıda kaldık sadece. Sen de soruma doğru düzgün cevap verir misin? Sizin burada ne işiniz var? Belinizde silah ve bu azgınlıkla mı aydınlatacaksınız buraları? -Evine git! Ezgi, uzun uzun konuşmak, bağırmak istiyordu. Az önce yaşadığı şüphesiz ki kendisine çok ağır geliyordu. Ferit ellerinden tutup tabiri uygun düşerse sürükledi Ezgi’yi. Adam, onlar gözden kaybolana kadar baktı. Otele ulaşana kadar hiç konuşmadılar. Ezgi kapıdan içeri girer girmez odasına gidecekti fakat Ferit kapıdan içeri girmelerine izin vermedi. “Biraz konuşalım” dedi. Ezgi, bir yanıt vermedi ama olduğu yerde bekledi. Ferit, otelin kapısındaki merdivenlere oturdu. “İyi misin?” diye sordu. “Pek değil.”. “Bu savaşı bitireceğiz demiştin, nasıl?”. “Yarın konuşalım”. Ezgi cümlesini bitirir bitirmez içeriye girdi. Ferit biraz etrafa bakıp gecenin sessizliğine banıp gözlerini girdi içeriye. Lobide bir tek Sami abi oturuyordu. “Gel” dedi. Sami abi, her zamanki gibi sigarasını içiyor ve derin derin düşünüyordu. Ferit’le yarım saat kadar hiç konuşmadılar. Sami abi kafasını pencereden izlediği gecenin manzarasından kaldırmadan sessizliği bozuverdi.


-Ne çok konuştuk öyle değil mi? -Nasıl? -Susarak. Farkında değil misin yoksa? -Hiç o açıdan bakmamıştım aslında. Yani evet, susarken daha çok konuşuyor sanki insan. -Evet, daha fark edemediğimiz pek çok an var buna benzer. Yaşarken bir isim koymuyoruz, farkına varmadığımız için. Sonra o anı yaşamadığımız bir zamanda, o anın bir isminin olduğunu öğreniyoruz. O isim çok karizmatik geliyor, kıskanıyoruz ve zamanında bizim de o anı yaşadığımızı her nasılsa hatırlamıyoruz. -Garip değil mi abi? -Garip kelimesi bile garip kalıyor bazen. Bizim kızla nasıl gidiyor? -Kim? Ezgi mi? Yok be abi, aramızda bir şey yok. -Değirmende ağartmadık biz bu sakalı diyecektim de sakalım yok. -İnan ki, henüz hiç bir şey yok aramızda. Biraz daha vakte ihtiyacımız var galiba. -Kalbinle iletişiminde kopukluk var o zaman. Çünkü dediğinden anlaşılan şu ki; emin değilsin. -Hiç değilim. -İnsan pek çok konuda ikileme düşebilir ama sevda konusunda değil. Mesela o koltuğu alırken acaba dersin öteki daha mı güzel. Ya da biraz daha araştırayım dersin ama konu aşksa eğer, sen aşkı değil de aşk seni seçtiği için pek böyle şeyler söz konusu değildir. -Anlamadım yani anlayamadım. Ne demek şimdi bunlar? -Aslında ne kadar açıklasam da kaybettiğinde anlayacaksın. Ezgi’yi ya da bir başkasını kaybetmekten bahsetmiyorum. Gençliğinden bahsediyorum, genç ruhundan. Yani demek istediğim eğer emin değilsen, acabalar varsa kafanda aşk seni seçmemiş sen zorluyorsun demektir. Bu şekilde başlayan hiç bir ilişkide mutlu sonla bitmez. -HmmL Değişik bir genelleme. Ben bir de şu kaybedince anlama meselesine takıldım. -Hiç bir yol haritası yere ayakların basarken çizilemez. Yolların akışını, hangi seçeneğin seni nereye götüreceğini görebilmek için yukarıdan bakmak zorundasındır. İçindeyken bu şehir karmakarışık gelir ya heh işte yukarıdayken her şey oldukça nettir. Fakat sen yukarıda olabilmek için ayaklarının yere basmasından vazgeçmek zorundasın. Buradan yola çıkarak beni anlayabilirsin sanırım. -Açıkçası biraz kafam karıştı Sami abi. Yani, Ezgi ve benL


Sami abi her zamanki bilgiçliğiyle hayata dair bilebildiği ne varsa Ferit’in önüne sermekten çekinmiyordu. Ferit’se şaşkınca dinliyordu. Sami abiyle vedalaşıp odasına çekildi. Yatağına oturup odasının sessizliğine gömdü kendini. Şimdi uzun bir düşünme serüvenine hazırdı. Sami abinin yanında susarken ne çok şey geçmişti aklından. Aslında olan her şeyi şöyle etraflıca kafasından geçirmeliydi başka türlü yapbozun parçaları birleşmiyordu. Öncelikle Hatice’nin boynuna yapıştığı ana yuvarladı belleğini. O kadının yakasında küfürler yağdıran herif, kedi gibi süt liman oluvermişti birden. Böylesine değişmesine neden olan şey neydi? Acaba Zeynep’le otogarda karşılaşması mıydı? Uğruna cinayet işlemeye hazır olduğu kız, sidik kokan bir otogarda yanına oturuvermişti. Her şey bunun için miydi? Belki de bunu düşündüğü için olgundu bu kadar. Tarif edilemez bir büyümüşlük hissinin içine düşüvermişti. O an sorabildi, sahi Zeynep’in orada ne işi vardı? Neden karşısına çıkmıştı otogarda. Bu sıradan öylesine bir tesadüf müydü? Evine kapandığı 3 haftalık süreçten sonra bir daha asla açmama sözü verdiği konulara dalıvermişti. O kadar inançlıydı ki Zeynep’i görünce bile bu konuları aydınlatmak istememişti. Ama şuan içinde kocaman bir boşluk hissediyordu. Bu boşluk öyle alışılagelmiş bir şeye benzemiyordu. İçinde her şey tamamdı da bir o boşluk kocamandı sanki. O boşluk, ışığın yokluğu diye tanımlanabilirdi. İçinde her şey kapkaranlıktı. Tüm bu bilinmezliği yıkıp geçecek bir gerçeklik ışığını aradığını fark etti. Bu arada her ne kadar bir savaşın içine düşse de duyguları Ezgi’ye üşüşse de, içinde hala aydınlatma isteği vardı. Arkadaşlarına ne olursa olsun güvenmediği için suçlu muydu? Belki de sadece vicdanını rahatlatmak istiyordu. Bir sigara yaktı. İyice içine çekti dumanını. Odanın duvarlarını süzdü. Pencereye doğru yöneldi. Dışarıda savaş yine şiddetlenmişti. Pencereden uzaklaşıp odasında dönmeye başladı. Kapıya doğru gidip dönüyor, pencereye biraz yaklaşınca tekrar kapıya doğru gidiyordu. Aklına bir kere düşmüştü acaba ile başlayan sorular. Şimdi onlara cevaplar lazımdı, içindeki zifiri karanlığa ışık lazımdı. Bitmek üzere olan sigarasının ucundaki ateşle ötekini yaktı. Sigarayı dudaklarında iyice kıstırıp ellerini arkada bağladı ve voltasına öyle devam etti. Sigaranın düşen külü bile umurunda olmadan düşünmeye devam ediyordu. “O zaman” dedi, “Gidip öğrenmeli.”. Sonra içinden bir ses ona “dur!” dedi. “Peki ya gidersen, Ezgi ne olacak?”. Evet, Ezgi önemliydi. Hem de oldukça önemliydi artık. Öylesine sıradan bir kız gibi bahsedemezdi ondan. Çünkü onun için zırt pırt ölümlere atlıyordu. İnsan biriyle her yere gidiyorsa dile getirmese de içinde çok güzel şeyler besliyordur o insana karşı.


Zaten önce kendine sonra o insana itiraf etmesi epey bir zaman alır. “Birkaç günlüğüne” dedi “Hem zaten annem ve babamla vedalaşırım.” Öyleyse karar alınmıştı. Bavullar uykularından uyandırılmalı, karınları doyurulmalıydı. Odanın görüntüsü belleğin güzel bir yere konulmalı, Ezgi’nin gözleri belleğin en önüne yerleştirilmeliydi. Yarın sabah çıkabilirim diye düşündü. Soyunup yatağına uzandı verdi. Uykunun gelip gelip gittiği saatlerde gidince yapacaklarına dair planlar yapıyordu. Oğuz, Pelin’in kapısının önünde dikiliyordu. Elini sık sık kapıyı vurmak için kaldırıyor fakat bir türlü çalamıyordu. Kalbinin çırpıntısını azcık kulak kabartan her insan dünyanın neresinde olursa olsun duyabilirdi. Saçlarını özenle taramış, yeni ütülediği gömleğini giymiş, elinde çiçek olan genç adam; Oğuz, Pelin’e açılabilmek için dikiliyordu o kapıda. Fakat bir türlü cesaretini toplayamıyordu. Aklında türlü türlü filmler çekiliyordu. Bir seferinde o kapıyı pencereden girmiş sakallı, uzun boylu bir adam açıyor, ötekinde Pelin “ne var” diye soruyor, en güzelindeyse onu görür görmez boynuna atlıyordu. İnsan, sevilmek istediğini söylemeye çalıştığı an insandır en çok. Oğuz, öylesine insandı ki o an, tarifi epeyce zordu. Birden bire kapıyı vuruverdi. İçeriden ses gelmedi. Elleri titredi. Üst üste yutkundu. Ayakkabılarına baktı. Ayakkabısının ayrıntılarını inceledi. Sonra başını kaldırıp kapıya baktı. Kapı duvardı. Ama vazgeçmeye niyeti yoktu. Daha sertçe vurdu kapıya. Bu sefer daha çok yutkundu, daha çok oynadı gömleğinin düğmeleriyle, daha hızlı çarptı kalbi. Birden içeriden bir ses geldi. Ayak sesleri arttıkça kalbi nasıl da hızlı çarpıyordu. Kapıyı Pelin açtı. Mahmur gözlerle Oğuz’un yüzüne bakıyordu. Üstüne boğa oturmuş ses tonu “Oğuz?” diyiverdi. Birine ismiyle hitap etmek aslında çok üşengeç soruları sorabilmekti. Adını söyler ve o soruyu sordum farz edebilirdiniz. Oğuz, sessizce Pelin’e bakıyordu. Pelin sadece isim söylemenin işe yaramadığını anlayınca “Hayırdır, gece gece?” diye soruverdi. Ses tonuna oturan boğa henüz kalkmamıştı. Oğuz’un ses tonuysa kuzuları feyiz almış gibiydi. “Biraz konuşalım mı?” dedi. Pelin şaşkınlıkla bakarken yine tam bir cümle ifade etmeyen bir şeyler söyledi; “Bu saatte”. Oğuz içinden öyle güzel şeyler söyledi ki Pelin duyabilse sesindeki boğa kanatlanıp uçardı ama dışından söyleyebildiği sadece son cümlesini tekrarlamaktı. . Pelin, anahtarını alıp kapıyı çekti. Oğuz elindeki çiçekleri verdi. İkisi de gülümsediler birbirlerine. “Oğuz” dedi yine Pelin. Bu sefer, ismiyle hitap etmesi bir soru değildi. İsim dili diye bir şey olmalıydı. İsmiyle hitap etmek pek çok anlama gelebiliyordu. Oğuz da bunu düşündü. “keşke salak olsaydık, hep masum kalırdık. Bu dili öğrenmek acı veriyor çoğu zaman. Ben o yüzden nefret ederim isimlerle hitap edenlerden. Benim adım benliğimdir işte o kadar.” Diye geçirdi aklından.


Oğuz sesindeki kuzuyu kovaladı ve uzun uzun tane tane konuşmaya başladı; “Sana karşı anlatmak istediğim çok şey var. Seni seviyorum kelimesinin önüne koymam gereken harflerden oluşan kocaman ordular var. Fakat bu ordular, ne kadar heybetli olursa olsun ne kadar cesur ne kadar çılgın gözlerinin karşısında yoklar. O uzun cümlelerden sonra kendimi bir noktalama işareti olarak değil de boş bir yuvarlak olarak koymak istiyorum cümlenin sonuna. Ya da serilip giden üç nokta, artık adına sen ne dersen. İstersen karala, istersen boş bırak. Lütfen, bölme, bırak konuşayım. Ben yalnızken seni düşünüyorum, otobüsteyken seni düşünüyorum, gece yatarken falan da düşünüyorum ama en garibi mermiler kulağımın dibinde sıyrılıp giderken ben seni düşünüyorum. Düşünebiliyor musun? Ben hep seni düşünüyorum. Ölüm bana geldiğinde bile. Bu sana verdiğim çiçekler içimden gelenlerin yanında hiçbir şey. Keşke anlatabilsem. Ben seninle bir geleceğim olsun istiyorum. Beraber yıkıp geçelim yalnızlığını insanoğlunun. Cevabın hayır olacaksa da şimdi söyleme, biraz düşün. Sonra bir gece de sen çal kapımı. Ya ölümü bırak kollarıma ya da kendini.” Ezgi afallamıştı. Hiç beklemediği bir şeyle karşı karşıyaydı. Tam cevap vermek için ağzı açtığında Ezgi’nin çığlığını duydu; “Babam! Babam yok!”. Hamit’i o gece otelde gören olmamıştı, bir kişi hariç. 5. Bölümün sonu

ataksiya.tumblr.com ataksiya.tumblr.com


Tefrika roman Kreşenko tüm bölümler; 1 . Bölüm; http://issuu.com/bilakis/docs/bilakis_dergi_ocak/8 2. Bölüm; http://issuu.com/bilakis/docs/2._say__/1 4 3. Bölüm; http://issuu.com/bilakis/docs/martsayisi/24 4. Bölüm; http://issuu.com/bilakis/docs/nisansayisi/32


SEYYAH OLDUM GEZERİM ALEMİ

İTALYA SEYYAH OLDUM GEZERİM ALEMİ

ataksiya.tumblr.com


A

HER YOL ROMA’YA ÇIKAR! Yaşanılası kentler sıralamasında gönlümün birincisi Roma’ya şükür ki, geçen sayımızda ayak basabilmiştim. Havaalanından kalkan otobüste şehre doğru yavaş yavaş yaklaşırken içimde kocaman bir heyecan oluştu. Yanımdaki İtalyan ağbizimin uzun uzun telefonda konuşması benim için güzel bir dil alıştırması oldu. Camdan bakarken dikkatimi çeken ilk şey, bu şehirde herkesin küçücük arabalar kullanmasıydı. Ufak tipli arabalardan kullanmayansa neredeyse yoktu. Sanırım böylece park sorununu çözüyorlardı Otobüs Termini’de durduktan sonra bana otelimi bulmak kalıyordu. Önceden harita üzerinde bir yol planması yapmıştım. Etraftaki binalar sayesinde de yönümü çıkarıp, kafamdaki tarife uygun yürümeye başladım ve haritayı açmadan, kimseye sormadan otelimi buluverdim. İlk kez yurt dışında olmanın ve tek başına olmanın heyecanını yendiğimi hissediyordum. Şu an olsa, ilk macerama tek başıma kolay kolay çıkmam diyemiyorum, ben yine yaparım, biliyorum. İlk başta rezervasyonumun olmadığını söyleseler de sonra otelle anlaşmayı başardım. Adam odamın kapısını gösterirken otelden dışarı çıktık. 200m kadar yürüdük ve oldukça büyük bir han kapısından içeri girdik. Yanılmıyorsam içeride 6 apartman ve ortada ufak bir havuz vardı. Girdiğimiz han kapısına benzer kapılar hemen hemen her yerde vardı. O yüzden eğer böyle bir kapıdan girerseniz ve hafızanız iyi değilse mutlaka fotoğrafını çekin sonra benim gibi kaybolup da gördüğünüz her kapıya anahtar sokmak zorunda kalmayınL

Otelime yerleştikten sonra hiç dinlemeden kendimi sokağa atıverdim. Termini’de kalacaksanız oldukça geniş bir cadde olan Cavour yolu üzerinden Kolezyum’un olduğu alana kolayca çıkabilirsiniz. Ben de öyle yaptım. Güneş batmak üzereydi ama sokak sanatçıları her yerdeydi. Her taraftan kulağıma yöresel bir ezgi geliyordu. İnsanları sıcaktı, sıcacıktı. Birkaç kere iletişim kurmayı denediysem de pek başarılı olamadım. İlk önce şehri şöyle bir dolaşayım diye çıkmıştım ama, kalabalığa karışınca hiç oradan ayrılmak istemedim. Kendinizi unutup dalıp gidiyorsunuz sonraL


Roma’yı görme sırama göre anlatayım; İspanyol Merdivenleri; Tee İtalya’da, üstelik geniş bir merdivende kendini evinde gibi hissedeceksin deseler inanmazdım ama bu merdivenlerde ben tam da öyle hissettim. Herkes kendi halinde, kimsenin kimseyle en ufak bir alakası yok. İnsanlar iç içe de oturmuyorlar. Gece ilk gittiğim yer bu merdivenlerdi. Saate rağmen merdivenler doluydu. 1 723’de yapımına başlanan ve 1 35 basamakla 2 sene de tamamlana merdivenler benim için hayatın temsili gibi. İnsanların nasıl da birbiride yaşayıp bir birine bu kadar az temas ettiğini gösteren bir minyatür gibiydi. Avrupa gezimde ben en çok burayı sevdim.




Aşk çeşmesi; Sanırım Roma diyince pek çoklarının aklına doğrudan burası gelir. Ben İspanyol merdivenlerinden yürüyerek gittim çeşmeye. Zaten Roma’da her yere yürüyerek gittim. Açıkçası Roma’nın tadı da anca böyle çıkıyor çünkü sokakları çok güzel. Daracık, eski tip sokaklarda kaybolmanız mutlaka şart. Aşk çeşmesine vardığımda inanılmaz bir kalabalık vardı. Burası hem turistlerin hem yerli halkın varz geçilmez durağı olmalıydı. Çeşmenin önündeki merdivenlerde dertleşen, içen, öpüşen çok sayıda insan gördüm. Taşkınlık yapan, kavga eden, etrafındaki bakışlarıyla rahatsız eden kimseleri görmedim. Aşk çeşmesinin güzelliğinin yanında bir özelliği daha var, o da para atıp dilek dilemeniz. Dileğiniz gerçek olur mu bilinmez ama, bir inanışa göre eğer Trevi çeşmesine (Aşk çeşmesi) para atarsanız ölmeden mutlaka bir kere daha Roma’ya gidersiniz.


Piazza N

Buraya d yolların bomboşk yer bulm oradaydı bu olma insanlar


Navona;

da aşk çeşmesinden yürüyerek gittim. Yol biraz uzun ve oldukça tenhaydı. Zaten İtalya’da bu kadar tenha olmasını hiç anlayamadım çünkü bir yere giderken girdiğiniz yollar ken gittiğiniz meydan hınca hınç dolu oluyor. Navona meydanı da öyleydi. Barlarda oturacak mak zordu. İnsanlar sokaklarda şarkı söylüyor, dans ediyordu. Sokak sanatçıları yine ı. Roma’nın en sıcak, en samimi yeri belki de burasıydı. Sokak kültürü dedikleri tam olarak alıydı. Roma’lılar eğlenmesini çok iyi biliyorlar. Cıvıl cıvıl bir meydan, dolu barlar ve neşeli gördüm, çok neşeli insanlar gördüm.


Bu üç yeri ötekilerden ayırmak istedim çünkü Roma’dan aklımda en çok bu üçü kaldı. Ertesi gün ilk iş olarak Kolezyum’a gittim. Kalezyum’u zaten hepiniz bilirsiniz, uzun uzadıya anlatıp sizi sıkmak istemem fakat şunu söylemek isterim ki, saatlerce sıra beklemek istemiyorsanız Pass Card alın. Kolezyum ve civarındaki müzelerde tarihi bir gezi yaptım. Bunları anlatmayacağım çünkü zaten pek çok yerde bulabilirsiniz. Ulaşımdan bahsedecek olursam, şehirde her yere giden otobüsler ve tramvay var. Eğer Pass Card’ınız varsa 2 gün boyunca bunlara binebilirsiniz. Otobüse ya da tramvaya binerken kimse size biletinizi falan sormaz. Otobüsün içindeki makineye gidip paranızı verip alacaksınız ya da biletinizi okutacaksınız. Hiç biletiniz yokken de seyahat etmeniz mümkün çünkü dediğim gibi binerken ya da inerken kimse size bilet sormuyor fakat eğer bilet kontrolü yapan görevliye denk gelirseniz epeyce yüksek bir cezayı ödemek zorunda kalırsınız. Yeme içme konusuna gelirsek, Roma’da İngilizce pek bir işe yaramayacaktır. Çünkü çoğu yerde İngilizce bilen personel bulmak zor. Ancak turistlerin bol olduğu, pahalı restoranlarda bu sorunu yaşamazsınız sanırım. Bunun için, kesinlikle yemeyeceğiniz şeylerin İtalyancasını öğrenin. Domuz eti mesela, ya da neyi asla yemezseniz İtalyancasını öğrenip bunu söyleyen sonra “No” demeyi unutmayın. Mutlaka anlayacaklardır. Mönülerde genellikle İtalyanca gelir, o yüzden yanınızda bir sözlük bulundurmanızda sizin yararınıza olur. Son olarak Roma’yı yürüyerek gezin. Çünkü Roma’da ne varsa sokaklarında var.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.