1
2
* Çinko sokağında henüz hiçbir arabanın kontağı döndürülmeden; saat 5.40’ı gösterirken uyandım. Güneş, henüz gecekondumdan içeriye girmemiş, gecenin ayazı evin her yerine yayılmamıştı. Sokağın en eski evlerinden birinde oturuyordum. İki katlı beton yığını; kışın en çabuk soğuyan, yazın da en geç ısınan evlerden biriydi aynı zamanda. Alt katta mutfak, banyo, salon ve bir de küçük bir oda vardı. Üst kattaysa benim koridora benzeyen odam ve onun yanında da geniş bir oda vardı. Annem Hatice, babam Eşref ölmeden önce bu geniş oda da yatardı fakat babam öldükten sonra uzaklardan gelen misafirlerin uyuduğu alt kattaki küçücük oda annemin odası oldu… Ben sabahın köründe kalkıp da yapacak bir işi olmayan sıradan insanlardan biriydim. Fakat bu sabah, bu kadar sıradan olmayı kendime hakaret olarak kabul etmiş olmalıydım ki uzun zamandır okumayı ötelediğim kitabı elime aldım. Bir saat kadar okuduktan sonra şu cümleye geldim ve duraksadım; “ Dedektif Louis, henüz 32 yaşındayken istifa dilekçesini yazmış ve dilekçenin sonuna şu cümleyi eklemişti; “Hayatımız bir kil gibidir ve biz ona şekil veririz. Bir kile şekil verebilmek için onu yakmak lazım. Ben de bu şekli baştan verebilmek için kendimi yakıyor, istifa ediyorum. ” Cümleyi okuduktan sonra kitabın son okuduğum sayfasına siyah kartondan yaptığım aralığımı koyup kitaplığıma kaldırdım. Fakat o kitap, Louis’in istifa cümlesiyle kapanmamış, içimde yaşamaya devam etmişti. Kendi hayatıma verdiğim şekle baktığımda, Louis’le aynı kaderi paylaştığım gerçeğiyle tokalaştım. Her şeye rağmen konservatuara devam edebilecek cesareti bulabilseydim kendimde, belki de şuan bu cümleyi okuduğumda yalnızca tebessüm etmekle yetinecektim... Kafamda bu tarz cümlelerin hâkimiyet kurmasını sağlayan en önemli unsurlardan biri de bekâr olmamdı. Mesela evli bir adam olsaydım, değişmek benim için oldukça zor olacağı için bunu aklımdan bile geçirmeyecek, aklıma geldiği anda unutacaktım. Aklımda güzel sesli bir memur profili canlandı. Güzel sesiyle şarkı söylemek yerine, hayatını garantiye alma derdindeydi. Ben de güzel sesli memur olmaktan korkuyordum. Düşünme seansı bittikten sonra kırmızı rengin üzerine beyaz yıldızlar çizili Battaniyemi üzerimden sıyırdım. Son zamanlarda aldığım kilolarla 90 kiloya ulaşmıştım ama uzun boylu olduğum için kilom sorun olmuyordu. Doğruldum. Yataktan doğrudan kalkmaz, doğrulduktan sonra yatağın üstüne oturur biraz etrafa bakardım. Bu alışkanlığımı yerine getirdikten sonra ayağa kalktım. Salak bir sineğin uçması gibi yürüyordum ya da öyle olmasa da öyle hissediyordum. Banyoya girdim ve girer girmez suyu açtım. Su on beşyirmi saniye kadar aktıktan sonra yüzümü yıkar, Bu süre boyunca ayna da yüzüme bakardım; Gözlerimin altında hafif bir şişlik vardı. Kaşlarım ince, saçlarım kısa, gözlerim mavi, burnum normal ölçütlerde, alt dudağım normalden biraz fazla şiş, üst dudağım biraz inceydi. Saçlarım yukardan bakıldığında ters “m” şeklini alacak kadar dökülmemişti henüz ama on sene içinde o şekli alması çok muhtemel görünüyordu. Suyun soğukluğuyla
3
tanışabilecek cesaretini topladıktan sonra iki elimi birleştirip suyun altına soktum. Suyu avucumda biriktirdikten sonra yüzüme hızlıca çarptım. Bunu bir kere daha yapıp iyice ayıldıktan sonra aşağı kata indim. Annemin uyuduğunu görünce, ses çıkarmamaya büyük bir özen göstererek tekrar yukarı çıktım. Üstüme spor yapmaya elverişli giysiler giydikten sonra parmak uçlarıma basarak evden dışarıya çıktım. Bugün oldukça dinç hissediyordum kendimi. Uykumu alarak uyanmak, dünyaya sığamamak gibi bir his veriyordu bana. Sahile indiğimde etrafta kimsecikler yoktu. Ne zaman herkes uyurken dışarıda olsam aklıma hep Turgut Uyar gelirdi. Bir süre denizi seyrettikten sonra hafif bir tempoda dedektif Louis’le beraber koşmaya başladım. Ona; “o yaştan sonra bu kile nasıl şekil verirsin” diye sordum. O da; “denemeden bilemem, bu şekilde mutlu değilim.” Diye yanıtladı. Bu yanıtın ardından, yeni bir soru daha sorma veya bir fikir belirtme gereksinimi duymadım. Bir süre sonra da Louis’in yanımdan çoktan ayrıldığını fark ettim fakat bu sefer kendimle koşuyor ve konuşuyordum. “Benzin istasyonunda mutlu musun?” diye sorduğumda kendime, öylesine yanıtsız kaldım ki koşmayı bıraktım. İnsan bir kere düzenini kurmaya görsün, sonra bozmaya cesaret edemiyor. Fakat delikanlılık var tabi kalıbımda, bok sürmeyeceğim ya kendime, hemen peşi sıra bahaneler doğururum, önüme koyar avunurum. Bu hayatı ben inşa etmiştim şimdi eserimi yıkıp yerine yenisini yapacak cesaretim yoktu. “Olduğun kadar işte” lafıyla kendimi avutmaya çalışıyordum fakat bugün, İstanbul uyurken ben sokaklarda koştuğumdan mıdır nedir, nedense bir cesaret vardı içimde. Bir şeyleri değiştirebilmek için dolmuş gibiydim. Bazen böyle olur, bir şeyleri yapabilecekken içinde hissedemediğin istek, yapamayacakken bağırmaya başlar; “ben buradayım.” Diye. Denizde dalgalar kayaları şiddetle döverken, yarım bıraktığım hayallerimde bana ana avrat sövüyordu. Belki bu sabah, akşam ki ön gösterim için heyecanımı yatıştırmak niyetiyle başlardım sahilde koşmaya, kim bilir. Günümüzde oyuncular, okullardan çıkmıyorlardı. Biraz yüzü gözü düzgün olanlar bir ajans yardımıyla başrolü kapıyorlardı. Ne eğitim, ne yetenek aranıyordu. Onlar benim hayallerimi gasp eden insanlar sürüsüydü aslında, ajanslarda şebeke lideri. Fakat şimdi, o şebekeye teslim olmayı düşünüyordum. Kapitalist bir düzende, biraz para kazanayım, istediğim yere geleyim sonra tekrar sol çizgime geri dönerim diyen bir teres gibi düşünüyordum bugün. Sebepler ırmağı denizime akmadıkça bu düşüncelerden çıkamıyordum. Aksine denizimin mavi suları, o pislik içindeki ırmağı dolduruyordu. Kendimi tepe taklak hissediyordum ve buna mecbur olduğum konusunda ikna oluyordum... 90 dereceye yakın bir açıyla birleşmiş iki kayanın arasında bunları düşünürken uyuya kaldım… Bir çöpçünün omuzuma dokunmasıyla uyandım. Böylesine soğuk bir havada donacağımı söylüyordu beni uyandırdığında. Kimsesizlerin kalabileceği birkaç adresi söylerken ben teşekkürlerimi sunarak yanından ayrıldım. Eve döndüğümde annem uyanmış ve kahvaltı
4
hazırlamaya başlamıştı. Saat 11’e geliyordu. Annem beni görünce soyduğu patatesleri bırakıp kafasını kaldırdı; -Günaydın oğlum. -Günaydın -Kaçta gideceksin bugün? -3 -Tamam, birazdan kahvaltı ederiz. -Sen kaçta uyandın? -8 gibiydi Anneler tartışmasız dünyanın en iyi insanlarıdır. Şu dünyada annem dışında hiç kimse beraber kahvaltı etmemiz için 3 saat beklemezdi. Benimle kahvaltı etmeye karar verse hemen gelir uyandırır, evde yoksam arardı. Annem hayattan tek beklentisi benim evlenmem olan biriydi. Babamın yokluğunu hala kalbinde taşıyor ama bana hep neşeli olduğu oyununu oynuyordu. 56 yaşındaydı ama bence hala çok güzeldi. Yemyeşil gözleriyle bana baktığı zaman yaptıramayacağı tek şey evlenmemdi. Benzinciden aldığım bin lira ancak annemle bana yeterken bir de başka bir yükü omuzlarıma bindirmeye kesinlikle yanaşmıyordum. Parasal yönünü bir şekilde atlatırdık ama bu işin bahanesiydi ve ben bu bahaneye sığınmaya bayılıyordum. Aslında güzel sesli memur olmaktan kaçıyordum. Aklımın bir köşesinde sahnelere dönmek, tekrardan oyunculuk hayallerimin peşine düşmek vardı. Evlenirsem yapamazdım. Gerçi şimdi de yapamıyordum... Annem patates kızartmasını harika yapardı. Tam kıvamına gelince alırdı yağın üzerinden. Yine ortada müthiş bir patates kızartması vardı ve ben yemeye doyamıyordum. Aslında biran önce perhize başlamam gerekiyordu; kilom durmadan ilerliyordu ve ben bu işin sonu nereye varacak bilmiyordum. Kafamdaki tüm bu düşünceleri annem hiç beklemediğim bir konudan bahsedip boğarak öldürmüştü. -Ayşe’nin kızı üniversiteyi bitirmiş. Hastanede işe başlayacakmış şimdi. -Ne okumuştu o? -Hemşirelik. Çok güzel bir kız olmuş. Çok isterdim öyle bir gelinim olsun. Yemek falan yapmayı da bilir, ahlaklı temiz. Zamane kızları yumurta kıramıyor. -Anne! -Ne anne? Mürvetini görmeden mi öleyim? -Ya anne ne ölümü Allah aşkına bak ne güzel kahvaltı ediyoruz. -Ben sana hemen evlen demiyorum ki. Bir tanışın. -Anne yok, olmaz. -Hemen yok deme! Kırma beni hadi benim için. -Anne! -Mehmet! -Tamam, bakarız. -Ben bir konuşayım da onlara oturmaya gideriz. -Bakarız dedim ben. Sen yine nereden çıkardın bu evlilik işini? Ben mutluyum gayet, boğazıma dizdin kahvaltıyı da yemiyorum ben. Gidiyorum.
5
-Oğlum nereye gidiyorsun? Otur yemeğini ye… Mehmet! ... Tıpkı babası kızdı mı dünya görmez gözü! Oğlum gel otur şuraya.
Anneme cevap vermeden hızlıca üst kata çıktım. Siyah kotumu, mavi gömleğimi, kahverengi çoraplarımı giydim ve aşağıya indim. Annem ısrarla kahvaltıya oturmam konusunda konuştukça ben umursamadan dışarıya çıktım. Nereye gideceğimi düşünmeden yürümeye başladım. Sahilde buldum kendimi. Termosuyla çay satan çocuktan çayımı alıp dalgaların karşısına oturdum. Çay kendimi demlenir, acıları mı demler bilmiyorum ama sindirme konusunda sodadan daha iyi olduğunu düşünüyorum. Bazen bir yudum çay, bir nefeslik dinlenmedir şu hayatta. Bazen uzunca bir sohbettir. Dalgalar kayaları döverken kendimi düşünmeye başladım. Ayşe teyzenin kızı; Serap, belki ben evet dersem karım olacaktı. Evlilik şuan bana çok uzak bir müesseseydi. Hem zaten öyle düğün müğün yapacak bunların üstesinden gelecek param da yoktu. Fakat yine de kurt düşmüştü aklıma. Acaba ben bu işi istemezsem yalnız mı kalacaktım şu hayatta? Saat 01.20’de İsmet’i aradım; -Alo -Neredesin? -Ulan bir selam ver be. -Ya annemle bozuştuk. Kusura bakma. Ne yapıyorsun? -Pes oynuyorum, sen? -Hadi çık kapının önüne geliyorum. -Lan daha giyinmedim. -Bırak şimdi, bir maç daha yapacağına kalk giyin hadi geliyorum. -Tamam, tamam İsmet çocukluk arkadaşımdı. Birçok şeyi beraber yapmıştık ama aslında hiçbir bok yapamamıştık. Biyoloji bölümünü bitirdikten sonra uzun süre iş aradı. Gördüğü eğitime göre bir iş bulamadı. En sonunda bir hastaneye girdi ama orada da çiş, bok ve kan incelerken; “ben 4 sene mi bunun için mi geçirdim” diyerek istifa etti. Şu sıralar işsiz. Sanırım o da sonunda benim gibi ya pompacı olacak ya da başka bir iş bulacak. Uzun boylu, siyah saçlı, siyah gözlü, keçi sakalı olan ve oldukça sıska biridir İsmet. Kapısının önüne gelince bir kez daha aradım. Kapıyı çalmayı sevmiyordum. Annesi uzun uzun sorular soracak ve babasız biri olduğum için bana acıyan gözlerle bakacaktı, ben bunu istediğimi sanmıyordum. Beş on dakika bekledikten sonra İsmet kapıya çıktı. Annesi yine de kapıya kadar geldi: -Mehmet, nasılsın? -İyiyim teyzeciğim, siz? -Ben de iyiyim, annen ne yapıyor -O da iyi. Bir sıkıntımız yok çok şükür. Nermin teyzeye gülümseyerek muhabbeti bitirip İsmet’le yürümeye başladım. Hemen sorgulamaya başladı;
6
-Annenle niye tartıştınız? -Ya sorma yine evlilik muhabbeti. -Benimki de başladı. İş de bulmuşlar bana. Yok, efendim kargo firmasında çalışacakmışım. Masa başı işmiş. Başlarım masasına da başına da. Ben 4 sene şu kargo buranın, bu kargo oranın demek için okumadım! -Ya ne bok yiyeceksin? Hala babanın parasını yiyorsun oğlum. -Hastaneye geri dönerim yine de girmem. -Ha sonra da 4 sene bok için mi okudum diyorsun. Bende oyuncu olacaktım. Konservatuarı bıraktım ulan babam ölünce. Ben diyor muyum 3 sene benzinci için mi okudum diye? Jest, mimik, ses falan o kadar eğitim ne için? Pompayı eline al, ekranı düzelt, arabaya sok ve dilini kendine doğru çek. Bu kadar -Oğlum buluşur buluşmaz ne lan bu? Annemi geçtin yemin ederim, karı gibisin. Evlen lan sende o zaman. -Ayşe teyzenin kızıyla evleneyim mi lan? Annem bulmuş İsmet’le bir kafeye gidip çay içtik. Evlilikten, hayallerden hayattan konuştuk. Sonra benim mesai saatim geldi ve işe doğru yola koyuldum. Saat 2’ye doğru iş yerindeydim. Hemen gidip üstümü değiştirdim. Fakat bugün raket şeklindeki bir reklam panosunu elimde sallayıp, yolun kenarında duracaktım. Her iki tarafında da “Sürpriz Hediyeler, Sizi bekler” Yazan raket şekilli reklamı 2 saat boyunca tuttum. 24 Yaşıma kadar etmediğim küfrü o 2 saat boyunca etmiş olmam oldukça yüksek bir ihtimaldi. 2 saatin sonunda plastik bir manken geldi. Üzerini giydirdiler ve eline tenis raketimi tutuşturup bana işimin başına dönmemi söylediler. Yine sıkıcı bir gün geçiriyordum. Günün koşuşturmacası içinde ne ara akşamın olduğunu anlayamamıştım. Sanki bilmediğim bir güç gelip de elimden günümü almıştı. Böyle şaşırdığım zamanlarda hep geleceği düşünüyordum. Gelecek düşünme seanslarıma bir sonraki günden başlıyor, sonra bu hayallerimi uzun uzun yayarak seneler sonrasını hayal ediyordum. Bu sefer, yarın için yaptığım plan şu şekildeydi; 7 saat uyuyacak, sporumu aksatmadan yapacak, dedektif Louis’in hikâyesini bitirecek ve bir de film izleyecektim. Bu şekilde yaparsam on sene içinde ne kadar kitap okuyacağımı hesaplayıp hayallerimi geleceğe dönükleştirmeyi de ihmal etmemiştim. Sabah olduğunda, gecenin nasıl bittiğini düşünüyordum. Benzincide gün şaşkın başlardı. Yüzlerce mutsuz surat gelir ve giderdi. Sabahları şoförler zorla konuşur uykulu gözlerle verdiğimiz fişleri inceler gibi yapıp içeriye giderlerdi. Duvara yaslanıp sigaramı içerken insanları izledim. Arabaları ne kadar lüksse yürüyüşleri de o kadar havalıydı. Öyle önemliydi ki bu yürüyüş meselesi daha uykuları açılmamasına rağmen bunun hesabını yapar arabalarından ona göre inerler, sağa sola ona göre bakarlardı. Üstlerine biçilmiş bir kıyafet gibiydi havalı olma meselesi onlar için. Benzinciden çıkınca yavaş yavaş minibüs durağına gittim. Ellerim cebimde ıslık çalarak gittiğim durakta lise arkadaşım Çakal Sezai’yi gördüm. Göz göze geldiğimizde gülümsedim
7
ve yanına yaklaştım. Telefonda konuşuyor bana el hareketiyle beklememi söylüyordu ki zaten durakta minibüs bekliyordum. Konuşma bitince gülümseyerek bana döndü, elimi sıktı. -Vay be! Kaç sene oldu kardeşim? -Harbiden vay be! Çok şaşırdım seni gördüğüme. -Valla ben de öyle kardeşim. Ne yapıyorsun, nasıl gidiyor okul falan? Konservatuardaydın değil mi sen? Bitti mi o? -Yok, be kardeşim, bıraktım orayı. Benzincide çalışıyorum şimdi. Sen ne yapıyorsun? -Ben liseyi bitirdikten sonra PVC işine girdim. Ustabaşıyım şimdi. -Sevindim senin adına. İş, güç dışında neler yaparsın, kimleri görüyorsun bizim okuldan? -3 ay kadar oldu ben askerden geleli. Allah nasip ederse 4 ay sonra da nişanım var. Bizimkilerden Hüseyin’le görüşüyorum. Markette çalışıyor o. Valla, şef mi, müdür mü hatırlamıyorum. Evlendi bir tane de çocuğu oldu. Çok insan evlendi ya duymuşsundur… Muhabbetin buradan sonraki kısmında yarım dikkatimle Hüseyin ve karşımda duran Sezai’yi düşünüyor yarım dikkatimle muhabbeti sürdürüyordum. Lisedeki en işe yaramaz denilen öğrencilerdi bunlar. Arap atı filan olmalılardı herhalde. Geriden gelip de kazanmışlardı bu yarışı. Benim kuramadığım aileye sahiptiler, benim kuramadığım dolgun maaşa sanırım sahiptiler. Bense o okulda hepsinden daha iyiyken şimdi hepsinden daha kötü durumdaydım. Acaba, hayat profesörleri söyleyebilir mi, bu hayatın hangi teoremi? * Louis’in cümlesiyle hayatımı sorgulamaya başlayalı 1 hafta olmuştu. Dün işe gece 12’de gitmiştim. Saat sabah 8’e kadar çalışıp, eve dönmüş, döner dönmez uyuyup saat 2 gibi uyanmıştım. Akşam 6’da tekrar iş başı yapacaktım. Hala gece çalışacak bir eleman bulamamışlardı ve bu yüzden biz gündüzcüler saçma sapan bir düzende çalışmak zorunda kalıyorduk. İşe geç gidecek olmam aslında benim için çok bir şey ifade etmiyordu fakat annem için de aynı şeyleri söylemem pek mümkün değildi. Bugünü büyük bir fırsat olarak görüyordu. Ayşe teyzeyle konuşup benim Serap’la tanışma meselesini ayarlamıştı. Saat 3 gibi Serap’ın evinde olmamız lazımdı. Ne yaptıysam annemi ikna edemedim ve her nasıl olduysa bu durumu kabullendim. Sanırım ömrümün en sıkıcı saatleri olacaktı. Oraya gittiğimde olacakları, nereye oturacağımı, nelerden konuşacağımı hayal edemiyordum bile. Beni ne beklediği konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Annem gömleğimi falan ütülemiş hatta kravat bile koymuştu. Ben kravatlardan nefret ederdim. İnsanı boğarlar, öldürürlerdi. Onu takmayacaktım. Saat iki buçuğa doğru geliyordu, kısa bir süre sonra evden çıkacaktık. Telefonumun çalması ve çok önemli bir şey olması için dua ediyordum fakat annem dualarımı jilet gibi kesiyordu. -Hala hazırlanmadın mı? -Ya iptal edelim be annem sonra gideriz. -Olmaz! Hadi çabuk, kravat takmayı da unutma. -Yok, bak işte o olmaz! -Oğlum, şık görünmen lazım, tak o kravatı! -Anne yok.
8
-Tamam, takmazsan takma hadi hazırlan gidiyoruz. -Tamam, be tamam Kravatı takmadım, gömleğimin üstten üç düğmesini açık bıraktım sonra çok olduğunu fark edip birini kapattım. Dişlerimi fırçaladım ve aşağıya indim. Kabullenemesem de sanırım içimdeki bir şey bunu istiyordu. Yaklaşık 3 senedir sevgilim yoktu. Son sevgilim Hülya kayıplara karışmış, telefonlarıma çıkmaz olmuştu ki artık bilmem neye kayıtlı böyle bir numara bulunmamaktadır sesiyle karşılıyordum aradığımda. Müstakbel eşimle tanışmadan bunları düşünmem ne kadar da saçmaydı. Müstakbel eş mi? Hayır, öyle olmayacak. Oradan hiçbir şey olmadan ayrılacaktım. Kıza annemin zoruyla geldiğimi, hiç ilgimi çekmediğini söyleyecektim... Merdivenleri ağır ağır indim. Annem ortalığı telaşa vermişti. Pardösüsünü giymiş sağa sola koşturuyor bir yandan yaptığı börekleri kaba dolduruyordu. Yanından geçerek annemin itinayla boyadığı ayakkabılarımı elime aldım. Boyayalı biraz zaman geçmiş olmalıydı ki elime hiç boya bulaşmadı. Ben ayakkabıları giydiğimde annem hazırdı. Kapıyı kilitleyip çıktık. Yol boyunca annem bana temkinlerde bulundu. Neleri yapmaman konusunda sayısız bilgi vermesine rağmen neleri yapmam gerektiği konusunda hiçbir şey dememişti. Tek bildiğim; kızın hemşire olduğu, hastanede çalıştığı ya da çalışmak için başvuruda bulunduğu falandı. Şu işten bir an evvel kurtulmak istiyordum. Herkesin içinde oturup birbirimize sorular soracaktık. Ben o kadar insanın arasında ne yapabilirdim ki? Mahallede top oynayan çocukların arasından geçerken kaleciyle karşı karşıya kalan bir çocuğun topuna vurup, mutlak golü harcadım. Hayatımda böyleydi, ne zaman kaderimle karşı karşıya kalsam topu, bırak autu taca atıyordum. Arnavut kaldırımlı sokağımızda hızlıca yürüyerek eve ulaştık. Yeşil duvarlı bir evdi ve ben yeşil duvarları olan evler için oldukça önyargılıydım. O evlerde genelde hacıların, hocaların oturduğunu düşünürdüm. Türbe yeşili ya da fıstık yeşili diyelim; hiç iç açıcı renkler değildi bence. Annem “Hazır mısın?” dedi. Cevabımı beklemeden kapıyı çaldı. Eski, tahta bir kapıydı çaldığı ve ben o an hayatımın en stresli anlarından birini yaşıyordum. Mahallemizin ara sokaklarına göz atıyor, hangisinden kaçacağımın planlarını yapıyordum. Birden koşmaya başlamak sonra kaybolmak istiyordum. Kapı açıldı. Ağzı kulaklarında, boyu dizlerinde kahverengi etekli, sarı kazaklı, kollarındaki 3 bilezik parıldayan, tahminimce altın bir küpe takan ve parmağında alyansı olan aynı zamanda pembe ev terliği giymiş bir kadın kapıyı açtı. Yüksek bir sesle; -Hoş geldiniz -Hoş bulduk Annem hemen içeriye girdi. Ben kapıda öylece kalmıştım. Sanki biri göbeğime bağlanan bir halatla beni dışarı çekiyordu. İçeri giremiyordum, girmek falan da istemiyordum. “Buyursana çocuğum.” Dedi sarı kazaklı kadın bende buyurdum. Ayakkabıları eve girmeden çıkarıp elimize alıp evin antresindeki ayakkabılığa koyduk. Evin antresinde, ayakkabılık, ayna ve konsoldan başka bir şey yoktu. İleride bir merdiven vardı. Duvarları maviydi ve yeri beyaz üstüne mavi halkalı laminatla döşemişlerdi. Yerde yuvarlak bir kilim vardı. Antreyi geçebilmek için iki üç basamak merdiven koymuşlardı. Merdivenin başında siyah başörtülü, siyah pardösülü bir kadın, kırmızı elbise giymiş başka bir kadın ve
9
onun yanında da sarı kazaklı kadın duruyordu. Hepsi birden bana “Hoş geldin.” Dediler ve ben de “Hoş bulduk” diye karşılık verdim. Tam bu sırada Serap merdivenden aşağıya indi. Ten rengi uzun çorap, dizinin bir iki parmak üstünde mavi bir elbise, göbeğinde çok şık bir kemer vardı. Dekoltesi yoktu ve kolye dışında bir aksesuar takmamıştı. Saçları açıktı, gözlerine kalem ve dudağına ruj sürmüştü. Onun dışında bir makyaj fark edemedim. İtiraf etmem gerekirse oldukça beğenmiştim fakat bunun çok tehlikeli olduğunu biliyordum. Söyleyeceğim olası yanlış bir söz evliliğe kadar götürebilirdi ve ben evlenmek istemediğim konusunda emindim. “Hoş geldiniz.” Dedi Serap da. Ben de gülümseyen bir ifadeyle “Hoş bulduk” dedim. Sonrasında salona geçtik. Benden ve Serap’tan uzun uzun konuştuk. Hastaneye girmiş, iyi para kazanıyormuş. Bir keresinde üzerine çay dökmüş. Heyecanını yeni yeni yenmiş. İlginçtir ki o kadar kadının arasında sıkılmadım. Telefonum çalsın diye dua da etmedim. Başı kapalı kadın teyzesiymiş, kırmızı elbiseli komşusu ve sarı kazaklı annesiymiş. Selma Teyze (başı kapalı olan) kalktı ve bir el işaretiyle Hülya teyzeyi de (kırmızı elbisesi olan.) yanına aldı. Dışarı çıktılar. Derken annem ve onun annesi de yani Ayşe Teyze de dışarı çıktı ve kapıyı kapattılar. Salonda baş başa kalmıştık. Muhtemelen kapıyı dinliyordular. Halının desenini detaylıca inceliyor, Serap’ın gözlerine bakmak istiyor ama bir türlü yapamıyordum. Bazen kafamı halıdan kaldırıp hızlıca Serap’ın yüzüne bakıyor sonra aynı hızla kafamı duvardaki takvime çeviriyordum. Heyecanımı yatıştırmak için yazıları okumaya çalışıyor fakat okuyabilsem bile anlayamıyordum. Bazen, bacaklarına bakıyor, üstüne giydiği elbiseyi inceliyor sonra yaptığımdan utanıyor odanın içindeki eşyalara odaklanıyordum. Konuşmaya niyetlensem de bunu başaramıyordum. Tüm cesaretimi topladım ve ilk cümle şöyle oldu; -Nereye gittiler acaba? -Bilmem. Gülümsedim. O da benim kadar çekiniyordu sanırım. -Akşam 12’de işe gideceksin demek. Zor oluyordur sanırım. -Televizyon programlarına bağlı -Nasıl? Kendimi tökezlemiş gibi hissettim. Bu sözümün arada kalmasını, üzerinde hiç konuşulmamasını dilemiştim. Konuşurken birden ağzımdan çıkıveren özensiz cümlelerimden biriydi. Beni işe yaramayan biri olarak düşünebilirdi. Simsiyah saçlarına bakarak konuşmaya devam ettim. -Yani geceleri çok iş olmaz. Sakin bir yerde çalışıyorum sanırım. Soyguncular, araba hırsızları katiller falan pek uğramaz. Espri yapmaya çalışmıştım ama daha beter sıçıyordum. Aslında olması gereken de buydu. -Yine de değişik insanlar geliyordur. -Evet, bir keresinde Özgür Kılıç (meşhur şarkıcı) geldi. -Gerçekten mi? -Gerçekten, Harika bir insandı. Konuştuk, sohbet etik. Fotoğraf da çektirdik. ( Beni terslediğini, aslında çok itici olduğunu söyleyemedim. Fotoğrafta çektirmemiştik.) -Yanında mı? Telefonunda falansa, görmek isterdim.
10
-Hayır, makineyle çekmiştik. Sanırım hayatımda düşebileceğim en zor durumlardan birine düşmüştüm. İleride aramızda bir şey olacak olsa ben o fotoğrafı nereden bulabilirdim? Serap’tan oldukça hoşlanmıştım ve evlilik konusunda ki fikirlerim zamanla değişiyordu ama bunu kendime asla kabul ettiremiyordum. Tuhaftı. Birkaç dakika sonra annemler geldiler. Ne konuştuğumuzu falan sordular. İkimizde susarak önümüze baktık. Annem ve annesi göz göze gelip “oldu bu iş” manasında gülümsediler birbirlerine. Çayımızı içip, böreğimizi de yedikten sonra müsaade istedik. Tekrar tekrar teşekkür ederek oradan ayrıldık. Annem kızdan hoşlandığımı anlamıştı bu yüzden, yüzünde güller açıyordu. Tabi ki hemen düşüncelerimi sordu fakat ben anneme kesin bir cevap vermedim. Israrla üstüme gelmesine rağmen, evlilik konusunda buzlarımın eridiğini söylemedim. Eğer söyleseydim bazı şeyleri asla durduramazdım. Annemin üzülmesinden çok korkardım ama hep üzerdim. Sorularından kaçabilmek için İsmet’le bulaşacağımı söyledim anneme. Sokağın başında vedalaştık. Bu kez mutlak bir golü engellememek için top oynayan çocukların yanından geçerken kaldırımı tercih ettim. Camların parmaklarından bacaklarını sallandıran çocuğun fotoğrafını çekmek istedim. Bir yandan kurabiye yiyordu. Eminim o da bir gün sokaktan geçerken kendisi gibi pencere parmaklığından bacağını sarkıtarak duran bir çocuk görecek ama kendisinin de aynı şeyi zamanında yaptığını anımsamayacaktı. İsmet’i aradım. Anne, babasının Bursa’ya gittiğini, evin boş olduğunu bu yüzden gelmemi söyledi. İsmet’in 2 tane kız kardeşi vardı. Biri Samsun’da üniversite okuyordu biri de henüz liseye gidiyordu-Muhtemelen şuan babasının yanında Bursa’dadır-Bizim mahalle filmlerdeki sıcak mahallelere benzerdi biraz. Sokakları dardı, evler birbirine çok yakındı. Araba geldiği zaman kimse kaçmazdı. O yüzden de sık sık korna sesi duyulurdu buralarda. Seyyar börekçisi, simitçisi boldu. Yaz, kış ayırt etmeden top oynayan çocuklar vardı mutlaka. Mahalleler arası futbol turnuvası da meşhurdu. Uzun zamandır takip etmiyordum kim kazanıyor diye. Kızlarsa seksek falan da oynarlar ama genelde merdivene dizilir sohbet ederlerdi. Hele ki mahallenin genç kızları arasında bunu yapmayan yoktu. Ellerine çekirdek alıp bütün gün mahallenin dedikodu kazanını kaynatırlardı. Mahallemin durumuna dalmışken Serap’ı düşünmediğimi fark ettim. Demek ki onun bende oluşturduğu yanındayken var olan uzaktayken kaybolan bir şeydi. Belki daha da ötesiydi ama şuan için hiçbir fikrim yoktu. İsmetlerin evine geldim. Zile kısa kısa basarak kapının açılmasını bekledim. İsmet keçisakalını kesmişti. -Oooo damat beyimiz de gelmiş. -Ne zırvalıyorsun lan sen? -Geç, geç içeri İsmet bir yandan bira içiyor bir yandan PES oynuyordu. Bu futbol oyunun da ne buluyordu bu kadar? Belki bu oyuna ayırdığı vakitle iş aramaya kalkışsa çoktan bulabilirdi. Oyunu kapattı. Buzdolabına gidip bir bira da benim için getirdi. Pis bir gülümsemeyle bana bakıyor Serap’la tanışmamın nasıl geçtiğini merak ediyordu. -E ne yaptınız? Nasıldı?
11
-Tanıştık, konuştuk biraz. İyi kız aslında ama biliyorsun olmaz. -Neden olmasın? İşin de var evlen işte. -Ömrümün sonuna kadar pompacı mı kalacağım? -Ya ne olmasını bekliyordun? İstemiyorsan en başından söyleyeceksin oğlum bu işlerde. ---Sonra kız ümitlenirse falan her şey çok daha kötü olur. -Demesi çok iyi de… Bu evlilik işi gerçekten ciddiye biniyordu. Ben 1 sene öncesine kadar konservatuarı bitirip okullu bir oyuncu olarak sinemaya atılma hayali kurarken şuan çocukluk arkadaşımla oturmuş evliliğim hakkında konuşuyorduk. Bu benim kolay kolay kabullenemeyeceğim bir şeydi ama çoktan kabullenmiştim bile. Hayat bir deniz gibidir ve sende o denizde kayığıyla yolunu arayan bir denizcisindir. Küreklerimi falan bırakmış dalgaların beni attığı yere doğru gidiyordum. Bunu mutlaka durdurmalıydım. Yalnız kalıp düşünmeye ihtiyacım vardı. Teşekkür edip İsmet’in birasını reddettim. “Daha yeni geldin, otursana” falan derken dışarı çıktım. Yürürken düşünmeyi severim ve asla bir kararımı biriyle konuşurken vermem bu beni bayağılaştırır. Yaşadığım hayatımı başkasına ait hissettirir. Bu benim hayatımsa kararlarımı kendim veririm, kendim düşerim, kendim kalkarım. Normalde paradan nefret etmeme rağmen parasız su bile içilmediğinin farkındaydım. Bu yüzden her ne kadar nefret de etsem uzun uzun paranın hesabını yapıyordum. Her ihtimali düşünerek bir karar vermeye zorladım kendimi. Günümüzde oyuncular okullardan falan yetişmiyordu. Gidip bir ajansa yazılıyorlar, fiziği tutarsa oyuncu oluyorlardı. Bu benim için büyük bir şans olabilirdi aslında. Bir ajansa yazılırsam gelen bir teklifle hayatım değişebilir, istediğim hayatı yaşayabilirdim. Hem belki bu sayede bir süre işsiz kalır ve şu evlenme işinden de kurtulabilirdim. Bu fikir iyice kafama yatmıştı ama çalışmazsam aç kalacağımı da biliyordum. Kenara biriktirdiğim 1 500 lira para vardı. Bu para annemle bana 2 ay yeterdi. Eğer 2 ayda istediğim olmazsa yine bir işe girerdim. Belki benzin istasyonuna geri de dönerdim. Kendimi iyice ikna ediyordum. Kararımın doğru mu yanlış mı olduğu konusunda epeyce çelişkiliydim. Saat 9’a geliyordu. Mesaime 3 saat kalmıştı. Tekrar İsmetlere gittim. Kapıda beni görünce şaşırdı. Ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu. İçeri geçtim ve konuşmaya başladım; -Bazı kararlar ani verilir bilirsin. Ben de bir karar verdim ama doğrumu emin değilim. Birasından bir yudum aldı; -Neymiş? -Ben işi bırakıyorum. Daha önce pek çok iş bırakmıştım o yüzden buna şaşırmadı. -Ajansa yazılacağım Diye devam ettiğim zamanda kafasına dikmekte olduğu bira şişesini birden indirdi. Çünkü ajanslardan nefret eder ve biz okulluların canına ot tıkadığını söylerdim hep. Şimdi ajansa yazılmaya karar vermem hayatımın belki de en aşağılık kararıydı. Bu kararıma İsmet çok şaşırdı. Bir süre yanlış anladığını düşündü fakat doğru anlamıştı. Ajanslardan nefret eden ben, gidip bir ajansa yazılmaktan bahsediyordum. O kadar aciz bir durumdaydım işte.
12
-Senin ajansta ne işin olur oğlum? -Oyuncu olmamın tek yolu ajanslar artık. Okula geri dönemeyeceğime göre. -İyi de sen kendine bunu nasıl yedireceksin? -Neleri yedirmedim ki? -Kararın kesin yani. -Kesin, bugün gidip işi bırakacağım. -Annene -Söylemedim. Kalk git dolaptan bir bira al iç, istifa konuşmanı daha iyi yaparsın. Sabah konuşurum bir daha ya. Şimdi bırakamayacağıma göre, biliyorsun gece pompacı yok. Mecburen çalışacağım. İsmet’le biraz dertleştik. Bu kararın bana iyi geleceğini düşünüyordu ama bir yandan da benim için kaygılandığını biliyordum. Ben de öyle düşünüyorum fakat bunu anneme nasıl söyleyeceğim konusunda oldukça kararsızım. Onun üzülmesini istemiyorum fakat işten ayrıldığımı saklayamazdım. İsmet’ten anneme nasıl söyleyeceğim konusunda tavsiyeler aldım, biraz Serap’ı, biraz hayatı biraz da öteki kadınları konuştuktan sonra kalktım. Otobüse binip işe gittim. * Vardığımda saat 11’i gösteriyordu. Bu saatte müdür orada olmazdı tabi ama Selim Abi vardı. Kim işe girer, kim çıkar o bakardı. Sabah konuşmaya niyetlenmiştim ama kendimi tutamayıp yanına gittim. –hayırdır- anlamında yüzüme baktı; -Abi, ben senle bir şey konuşmak istiyordum. -Buyur. -Ben işten ayrılmaya karar verdim. -Neden? -Benim fikirlerim farklı be abi. Burası bana göre değil. -Şimdi mi söylenir bu? Bu saatte çalışacak adamı nerden bulayım? -Sabaha kadar çalışacağım abi. -Ulan 4 aydır iş öğretiyoruz sana. Bu mu karşılığı… Selim abi epeyce kızmıştı. Sabaha kadar sitemli bir yüzle baktı yüzüme. Yine çok fazla iş olmadı fakat hayatımın en uzun gecesiydi. Ne zaman göz göze gelsek gergince bana bakıyordu. Televizyon izlemek için içeri girdiğimde, dışarı çıkıp sigara içiyor benden kaçabildiğince kaçıyordu. Bana bu tavrı sergilediği için onun kafasını patlatmak istiyordum. Bizim gibi tulum giymezdi. Sıska, uzun boylu bir adamdı. Saçları sarı ve seyrek, burnu uzun, kafası küçüktü yani kavga etsek onu hiç zorlanmadan yere serebilirdim ama şu yaşıma kadar kavga pek başvurduğum bir yöntem olmadı. Olabildiğince sabrediyordum ve bana böyle yapmasını anlamaya çalışıyordum. Bana emek vermiş olabilirdi ama konservatuarda 3 sene okumuş birinden pompacı olamayacağını çoktan anlaması lazımdı. En sonunda
13
yorgun yorgun güneş ağardı. Sabah 8’de diğer pompacı Cem gelecekti. Bugün erken gelir diye dua ediyordum. Saat 7.40’da Selim abi muhasebeciyi aradı. Trafikten doğru geç geleceğini söyledi. Selim abi benimle son bir kez daha konuşmak istiyordu fakat çalıştığımız dönemde huyumu gayet iyi öğrenmişti. Daha önce, burada kahvaltı etmemen konusunda tartışmıştık. Söylediği onca söze, kaydığı onca fırçaya rağmen ben kendimi değiştirmemiştim. O da yeni bir eleman yetiştirecek cesareti kendinde bulamıştı. O yüzden, kafama bir şeyi koyarsam yapabileceğimi çok iyi biliyordu. Muhasebeci geldikten sonra bana peşinden gelmemi söyledi ben de öyle yaptım. Selim abi de bizimle geldi. Yazıhaneye girdik. Muhasebeci önce oturup benimle sohbet etti. İşten niye ayrıldığımı sorup, bir daha düşünmeyi teklif etti. Kararımın kesin olduğunu öğrenince kasayı açıp bana 500 lira verdi ve önüme boş bir kâğıt koydu. Kâğıdın üzerine; “İş yerimden kendi isteğimle ayrıldım. Alacağım yoktur.” Yazıp imzaladım. Her şey bu kadardı. Dostça bir şekilde muhasebecinin elini sıktım. Selim abiyle ve mesaisi başlayan diğer insanlarla vedalaştım. Soyunma kabininde üstümü çıkarırken sanki kıyafetlerimden daha fazlasını ayırıyordum bedenimden. Tulumu çıkardıktan sonra yavaşça katlarken buradaki günlerimi düşündüm. Yeni bir hayata başlamanın hafifliği vardı üzerimde. O tulumu çıkarmış olmama çok büyük anlamlar yüklüyor bunu hayatımın dönüm noktası olarak görüyordum. Kıyafetlerimi giyerken de aynı heyecanı içimde korumaya devam ediyordum. Yüzümde şaşkın bir ifadeyle daima gülümsüyor, bunun hayatımın en doğru kararı olduğunu düşünüyordum. Soyunma kabininden çıktıktan sonra benzincideki en huzurlu yürüyüşümü gerçekleştirdim. Gelen arabaları görüyor, hiç birine doğru yönelmiyordum. Bu beni çok mutlu ediyordu. Benzinciden ayrıldıktan sonra yol boyunca yürümeye başladım.100 metre kadar ileride otobandan çıkış yolu vardı. Yanımdan vızır vızır arabalar geçerken, bundan sonra başımdan nelerin geçeceğini düşünerek yoluma devam ettim. Çıkış yolunu geçtikten sonra kahvaltıcıların bol bulunduğu caddeye doğru yöneldim. Seyyar tezgâhlarda ekmek arası kahvaltı satılıyordu. 3 liraya ekmeğin arasına peyniri, zeytini, sucuğu, salamı, vb dolduruyorlardı. Aslında oldukça pratikti fakat damak zevkime hitap etmiyordu. Seyyar pratik kahvaltıcıların yanında geçip caddeye girdim. Yolun sol tarafından yürümeyi tercih ettim. Sağ taraftaki ilk dükkân kebapçıydı, onun yanında giyim mağazası vardı. Benim yöneldiğim sol taraftaysa ilk dükkân bir kafeydi. Beyaz bir tahtanın üzerine “kahvaltı tabağı 8 TL” yazıp dükkânın önüne koymuşlardı. İlk bakışta bu ilgimi çekti fakat bunu yapmak istemiyordum. Eğer yapmak isteseydim eve giderdim ki eve gidememe nedenim anneme nasıl işten ayrıldığımı açıklayacağım konusunda net bir fikrimin olmamasıydı,
14
ayrıca ajansa da uğrayacaktım. Bunları düşünürken kafamı kaldırdığımda bir börekçinin tam karşısında olduğumu fark ettim. Basamakları çıkarak içeriye girdim. Beyaz önlüklü adam beni; “ Hoş geldiniz.” Diyerek karşıladı. “Bir porsiyon kıymalı börek” diyerek ilerledim. Tamamlanmamış cümleler, günümüzde oldukça modaydı. Yüklemleri oldukça gereksiz görüyor, mecbur kalmadıkça kullanmıyorduk. İlk masada kahverengi montlu biri oturuyordu. Böreğini üfleyerek yiyor, masayla arasında iki cm boşluk bırakacak şekilde oturuyordu. Onun yan masasında bir çift vardı. Birbirlerine börek yediriyorlardı. Biraz daha ilerledim. Kahverengi montlunun arkasındaki masada doluydu. Orada 4 öğrenci oturuyordu. Dün akşam kaçta yattıklarını konuşuyorlardı. Onların yanındaki masa yani çiftin arkasındaki masa boştu. Oraya oturdum. Bir süre etrafa bakındım. Duvarda Manisa haritası asılıydı. Onun solunda veresiye alan batmış esnaf, peşin çalışan havaya para atan esnaf tablosu vardı. İkisinin ortasının üstünde beyaz bir saat vardı. Ben etrafı süzerken bordo önlüklü çocuk bana seslendi; “ Yanında ne içersiniz?” Yine yüklemsiz cümle kurdum. “Açık çay.” Böreği hızlıca yedim, çayım henüz bitmediği halde kalktım. Kasaya yöneldim; - Hesap? - 4 abi 5 lira verdim ve para üstümü alıp yoluma devam ettim. Buradan ünlülerin birçoğunun yaşadığı ve ajansların ikamet ettiği Gümüşyolu’na gidecektim. Otobüs durağına gidip beklemeye başladım. Durakta mini şort giymiş bir kız, ayakta duruyor, onun arkasında kitap okuyan, siyah, uzun saçlı, saçları kakule dönüşmüş bir çocuk vardı. O da oturuyordu. İlk otobüse 3’ümüzde binmedik. 2.ye sadece ben bindim. Otobüs kalabalıktı. Şoförün ısrarlarıyla açılan boşluk sayesinde arkalara doğru ilerledim. Göbekli bir adamla, pembe telefonundan mesaj çekmeye çalışan bir kız arasında kalmıştım. Otobüs sola döndükçe koca göbek üzerime doğru geliyor, kıza doğru yükleniyordum, sağa gittikçe de kız beni rahatsız ediyordu. İkisine de dik bir pozisyonda durduğum için tensel açıdan bir sıkıntı yoktu. Oturanlardan biri kalkınca göbekli adam boş yere oturdu ve pembe telefonlu kız da ben de rahatladık. 15 dakika sonra otobüsten indim ve ajansa doğru yöneldim. Dışarısı oldukça kalabalıktı, kuru bir hava vardı, egzoz dumanına boğuluyorduk. Yeşil ışık yandıktan sonra karşıya geçtim. Sağa doğru yürümeye başladım. Ajansların nerede olduğu konusunda bir fikrim yoktu sadece etrafa bakınıyordum. Gözlerim çevreyi taciz ederken aradığım şeyi bir kırmızı tabelada bulmuştum; “ Şans, oyunculuk ajansı.”. Ajans alçakta bir yere inşa edilmişti. Oraya gitmek için merdiven inmek gerekiyordu. Oldukça güzel görünümlü, her tarafı camekân bir binaydı. Binanın dört tarafı merdivendi ve bu onu oldukça şık gösteriyordu. Merdivenden aşağıya doğru inmeye başladım. Etrafta itinayla çekilmiş arabalar vardı. Mutlaka bir otoparkçının olacağını düşündüm ama etrafta herhangidir otoparkçı göremedim. Merdivenleri bitirdim, arabaların yanından geçip ajansın kapısına geldim. Kapı otomatikti, beni görünce ortadan ikiye ayrıldı. İçeride ilk karşıma çıkan X-ray cihazıydı. X-ray’ den geçerken alet ısrarla öttü. Geri döndüm, cep telefonumu, anahtarlarımı bıraktıktan sonra tekrardan geçtim. Bu sefer ötmedi ve bıraktıklarımı alıp danışmaya doğru yöneldim. Danışmada yüzüne allık sürmüş, gözlerinin altına mavi kalem çekmiş,
15
kaşlarını almış, dudakları incecik, saçları atkuyruğu, dar mavi bir gömlek ve yine dar mavi bir ceket giyen bayan vardı. Beni gülümseyerek karşıladı; - İyi günler, Ajansa başvuru yapacaktım. - İyi günler, Şu formu doldurun lütfen. Danışmadan formu alıp bir de kalem istedim. Bana masaya iple bağlanmış kalemi gösterip onu kullanmamı söyledi. Formu doldurmaya başlayacaktım ki, lütfen 5 adet vesikalık fotoğrafınızı forma ilave ediniz yazısını gördükten sonra formu doldurmamım bir işe yaramayacağını fark ettim. Formu iki kez ortadan ikiye katlayarak cebime koydum. Danışmadaki bayana teşekkür ederek oradan ayrıldım. X-ray cihazının yanından geçip çıktım. Pahalı arabalarının yanından geçip, merdivenleri çıktım. Sağa, sola bakıp bir fotoğrafçı aradım. Sonra bir ajan edasıyla yürümeye başladım. Her yere dikkatlice bakınıp fotoğrafçı ararken simitçiyi gördüm ve yanına gittim. - Dayı, buralarda fotoğrafçı var mı? - Yok, yeğen, simit yer misin? - Yok, dayı sağ ol Simitçinin yanından ayrıldım. Önümde kaldırımı bölen bir ara yol vardı. Yolun başında telefoncu vardı. İçeriye girdim, içerisi basık bir dükkândı ve içeride 2 tane müşteri vardı. Montuyla duran adam bana yöneldi. - Buyurun. Hoş geldiniz. - Hoş bulduk hocam. Buralarda fotoğrafçı var mı? - Var da nasıl tarif edelim? Sen şimdi dümdüz git. Üçüncü ışıktan sola dön. Oradan bir yüz metre kadar git. Karşına karpuzcu çıkacak, Selim bugün oradadır değil mi karpuzcu? – Oradadır Ağabey.- Oradan sağa gireceksin, biraz ileride yolun sonunda. Teşekkür edip dükkândan ayrıldım. Dümdüz ilerleyip ışıkları saymaya başladım. 3.den sola girdim. 100 metreden biraz fazla yürüdüğümü tahmin ediyordum ki karpuzcuyla karşılaştım. Bu hissiyat bana yanlış yolda gittiğimi hissettirmişti fakat karpuzcuyu görünce rahatladım ve kendimden emin bir şekilde, sanki doğup, büyüdüğüm semtlerdeymişim gibi emin adımlarla sağa girdim. Çok yürümeden fotoğrafçıyı gördüm. Dükkânın önünde mermerden 4 basamak vardı. Basamakları çıktım ve içeriye girdim. Kel, gözlüklü, sarı kazaklı, kot pantolon giymiş, ortalama ölçütlerde bir adam bulmacasından kafasını kaldırıp bana; “Hoş geldin” dedi. “Hoş bulduk” diyerek isteklerimi aktardım. Stüdyoyu hazırlayacağını söyleyip içeri geçti. Kısa bir süre sonra beni çağırdı. Etrafta birçok dekor vardı. Odanın bir duvarına beyaz bir perde indirilmiş, önüne sandalye koyulmuştu. Gidip oraya oturdum. Bana bir süre nasıl durmamı tarif ettikten sonra 2 kez fotoğrafımı çekti ve 15 dakikaya hazır olur dedi. Girişteki yere geri dönüp oturdum ve bir kalem istedim. Kalemimi aldıktan sonra formu doldurmaya başladım. Tüm bilgileri eksiksiz doldurduktan sonra saatime baktım. Sürenin
16
bitmesine 7 dakika kalmıştı. Bu sürede etrafı gözledim. Beyaz, L şeklindeki tahtanın üzerine oturtulmuş kırmızı minderde oturuyordum. Bu biraz genişti ve tahminimce 5 kişilikti. Onun dışında duvarlar beyaz renkli ve üzerinde birçok fotoğraf asılıydı. Solda mavi vitrin vardı, vitrinin ilk üç rafında fotoğraf makineleri, dördüncü rafta fotoğraf filmleri ve en alt rafında çerçeveler vardı. Tezgâh beyaz renkliydi ve üzerinde camdan bir bölme vardı. Süre dolduğunda fotoğraflarıma dikkatlice baktım. Yine yüzümün üzerinde yoğun fotoğraf efektleri mevcuttu. Yüzümdeki tüm kusurlar silinmişti. Teşekkür edip, parayı ödeyip dükkândan çıktım. Sola döndüm ve kısa bir süre sonra karpuzcunun yanındaydım, sağa dönerek ışıklara kadar yürüdüm ve sonra sola döndüm. 3 trafik ışığını, telefoncuyu ve simitçiyi geçtikten sonra ajansa ulaştım. Merdivenleri inip, otomatik kapıdan geçtim ve ötecek eşyalarımı bırakıp X-ray’ den sorunsuzca geçiş yaptım. Danışmanın yanına gittim. Hoş bayan, doldurduğum formu ağır ağır inceledi. Sonra güzel yüzünü kaldırıp beni süzdü. “Biz sizi ararız.” Dedi. Ben de teşekkür edip ajanstan ayrıldım. Otobüsten indiğim yere geri dönüp, evime nasıl döneceğimi düşünmeye başladım. Yolun karşısına geçip soldan yürüdüm ve bir otobüs durağı bulana kadar yoluma devam ettim. Kısa bir süre sonra otobüs geldi. Otobüsün neredeyse onda biri doluydu ve bende boş yerlerden birine oturdum. Otobüsten indiğimde saat 11’e geliyordu. Doğrudan eve gittim. Annem uyuyordur belki diye zile basmak istemedim ama her zamanki gibi uyanmıştı. Beni yoldan gelirken görmüş olmadıydı ki anahtarlarla kapıyı açmak üzereyken kapıyı açtı. Evimiz sokağın ağzındaydı bu yüzden pencereden bakınca tüm sokak gözüküyordu. Kahverengi ayakkabılarımın fermuarını indirip çıkardım. Eve ayak bastıktan sonra anneme selam verdim. Kahvaltıyı hazırlayıp, beni beklemişti. - Nerede kaldın oğlum. 8 de çıkmıyor muydun? - Anne 8’de çıktım da. Gel bir oturalım bir şeyler konuşacağım senle. - Bende sana bir şey diyeceğim oğlum. Gel kahvaltıya oturalım. Beraber kahvaltı sofrasına oturduk. Peynirli yumurta kırmıştı fakat ekmek dünden kalma olduğu için iştahla yiyemeyecektim ayrıca anneme işten ayrıldığımı söyleyeceğim için oldukça keyfimiz kaçacaktı. Sandalye çektim ve sofraya oturdum. Annem bir yandan niye geç kaldığımı öğrenmeye çalışıyor, bir yandan çay koyuyordu. Ben neden geç kaldığım konusunda onu oyalayan şeyler söylüyordum. Çünkü onun söyleyeceği şeyi önceden duymak, sonradan kendi haberimi söylemek istiyordum. İkimize de açık çay koyduktan sonra tam karşıma oturdu. - Anne sen ne haber vereceksin? - Dur bekle geliyorum. Annem kalktı gitti. Ben arkasından bakıp ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Çayımdan iki yudum ve ekmeği banarak bir parça yumurta aldıktan sonra annem geldi. Elinde kareli defterden yırtılmış küçük bir kâğıt vardı. Kâğıdı önüme koydu.
17
- Bak, Serap’ın numarası bu. - Anne sen onu nereden aldın, nasıl aldın? - Annesinden istedim. Bizim oğlan istiyor, kendisi utanıyor dedim. O da önce kızıma sorayım dedi sonra arayıp numarayı verdi. -Anne ben istedim mi? -Bunda kızacak ne var oğlum? -Benim adıma karar veriyorsun. Bunu yapma anne, istersem ben sana söylerim. Boşver şimdi tüm bunları da kahvaltımızı yapalım. Olur mu? Diyerek kâğıdı almadım. Annemle başka bir şey konuşmadan kahvaltımı ettim. Sofradan kalkarken eğilip yanaklarından öptüm annemin. Gülümsedi. Huzurlu odama çıktım. Artık işsiz olmama rağmen huzurluydum. Odamda gülümseyip durdum. Geriye kalan şeyleri düşünmek, üzülmek istemiyordum. İşten ayrıldığımı anneme nasıl söylerdim bilemiyordum. Sadece Serap konusunda canım sıkılıyordu. İçimde yeni tanıştığım bir adam evlenmek istiyordu. O adam konuştuğunda da Serap’tan oldukça hoşlandığımı kabul ediyorum. Bundan da korkuyordum. Ben evlenemezdim, bunu çok iyi biliyordum. Yatakta uzun süre dönüp durdum. Bazen kalkıp oda da tur atıyor, plastik, küçük basketbol topumu sektiriyor, camdan bakıyor ve sonra yine yatıyordum. Bazen uzun uzun düşünerek, bazen şarkı mırıldanarak 2-3 saat kadar geçirdim odamda. Odamdan çıktığımda içeriden televizyon sesi geliyordu. Merdivenleri yavaş yavaş indim. Sofra toplanmıştı. Küçük kâğıt tezgâhın yanındaki sebzeliğin üstünde duruyordu. Mutfağımız oldukça küçüktü. Sağ başta beyaz bir buzdolabı, onun yanında tezgâh, sol başta fırın vardı. Sebzelik buzdolabının kapağının açılmasını engellemeyecek kadar uzaklıktaydı. Buzdolabının kapağı sola açıldığı için bu şekilde bir diziliş oldukça pratikti. Sebzeliğe uzanıp kâğıdı aldım ve numarayı cebime koydum. Bu eylemi neden yaptığımı bilmiyordum ve bunun hakkında en ufak bir şey düşünmek istemiyordum. Kapıya doğru yönelip ayakkabılarımı elime aldım. Annem kafasını çevirip bana baktı; - Nereye? - İşe gideceğim. - Dikkat et kendine. Allah’a emanet ol. Gülümseyerek yanına gidip anneme sarıldım. Her şeyin güzel olacağını söyleyip ondan umutlu kelimeler bekledim. Bazen derdimi anlatmadan anlamasını bekliyordum annemin. Bu gibi zamanlarda genel de başımı dizine koyar saçlarını okşarken acımı düşünüyordum. Annem hissedip de pamuk elleriyle okşarken saçlarımı anlasın isterdim. Hele konuşmanın ağır olduğu, kelimelerin dilime yapıştığını zamanlarda buna çok ihtiyaç duyardım. Şimdi de koydum başımı annemin dizine. “Anne, Ben işi bıraktım. Oyuncu olacağım” diyemiyordum. Umuttan bahsedip annemin beni anlamasını bekliyordum. Yavaş yavaş saçlarımı okşadı pamuk elleriyle. Başımı kaldırıp yanaklarından öptüm ve yanından ayrıldım.
18
İsmet’e telefon edip buluşmayı kararlaştırdım. Anneme dökemediğim dertlerimi, İsmet’e dökmeye kararlıydım. Evine gidip onu aldım. Yol boyunca önemli bir şey konuşmadan Bahçesinde masaları olan bir kafeye gittik. Siparişimizi verip bahçeye geçip oturduk. İsmet’in gözünden uyku akıyordu. Oyun oynamaktan gece uyuyamamış, karşımda ayılmaya çalışıyordu. Ben hemen konuya girmek istiyordum. Benim içim yapabileceği bir şey elbette yoktu ama konuşmak insanı oldukça rahatlatırdı. Gereksiz konulardan konuşurken pat diye konuya girdim; - Ben işi bıraktım. - Yaptın demek he. Ulan valla helal olsun, bir şeyi kafana koydun mu mutlaka yapıyorsun. E ajans? - Ajansa da kaydoldum. Gittim fotoğraf falan çekildim. Formu verdim. Onlar arayacaklar. - E, hayırlısı. Ararlar herhalde. - Ararlar ama kim bilir ne zaman. Ya o mesele değil de; ben anneme söyleyemedim. - Neden? - Ben söylemek için eve gittim. Kahvaltı kurmuştu oturduk falan. Sonra bana Serap’ın numarasını verdi. - Oha la! Onu nerden bulmuş? - Annesine Mehmet istiyor demiş. Her neyse ben söyleyemedim. - Söylemekten başka çaren yok ki. - Şimdi de işe gidiyorum dedim. - Onu söylersin de numarayı aldın mı sen şimdi? - Ya almayacaktım birden nasıl olduysa gittim cebime koydum. Bu sırada siparişlerimiz geldi. İsmet çayına atacağı şekerlerin poşetini soyarken bacak bacak üstüne attı; - E bir mesaj at bakalım. - Yok, be oğlum ciddi bir şey olmaması lazım - Kız senden haber bekliyor ama. -Neden beklesin ki? -Annen aramış, numarasını almış fakat senin istediğini söylemiş. Kız da senden bir telefon bekliyor şimdi. Aramazsan falan çok ayıp olur. Bence ara, al karşına anlat durumu. De böyle böyle, “bizim iş olmaz” de. O kız da umutla beklemesin. İsmet haklıydı gerçekten de Serap’ı arayıp durumu anlatmam gerekiyordu. Bu durumu artık annemin toparlaması mümkün değildi. Ben kızdın hem numarasını istetip hem de istemediğime dair bir mesaj gönderemezdim. Annemin başıma açtığı işleri bizzat benim temizlememe gerekiyordu. İsmet’le konuşmamızda her sessizlik olduğunda Serap’a durumu nasıl anlatacağımı düşünüyordum. Belki de hiç aramamak en güzeliydi fakat arayacaktım... İsmet’le sağdan soldan muhabbet edip o günü geçirmiştim. Ertesi gün yine işe gidiyormuş gibi görünüp dışarı çıkmıştım. Anneme durumu bir türlü anlatamıyordum. Dışarı çıkınca direk İsmet’lere gitmeyi düşündüm ama ailesi Bursa’dan gelmiş olmalıydı ve
19
saat sabahın 7 buçuğuydu. Yaşlı insanların huzur bulduğu bir parka gittim. Seyyar simitçiden gevrek bir simit alıp, iki üç adım ötede ki seyyar çaycıdan çay aldım. Sabah soğuğu vardı ama bu soğuktan şikâyet etme lüksüm maalesef yoktu. Kahvaltımı bir an önce bitirdim ve bir süre daha parkta oturduktan sonra aylak aylak dolaşmaya başladım. Saat 1’e doğru gelirken bir yere oturdum ve elime telefonumu aldım. Cebimdeki kırıştırılmış kâğıdı çıkararak Serap’ın numarasını telefona girdim. Aramaya tuşuna basar basmaz telefonu kapattım ve bu olayı birkaç kez daha tekrarladım. Arayınca ne konuşacağım konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Cesaretimi bir kere daha toplayıp tuşları çevirdim. Telefon çalmaya başladıktan sonra kapatamayacağım kesinleşmişti. Telefon çalmaya devam ettikçe heyecandan geberiyordum. En sonunda incecik bir ses “Alo” dedi. Daha önceden tasarladığım her şeyi unutmuştum. Üç dört saniyelik bir sessizlikten sonra kelimeleri ağzımdan itekleyerek çıkardım; “Alo.”. Nasıl olduğunu, neler yaptığını sorduktan sonra kibarca buluşma teklifinde bulundum. Ettiğim teklife olumlu yanıt alıp, kibarca sözlerle telefonu kapattım. 1 saat sonra yanıma gelecekti ve ben ona bu işin olmayacağını anlatacaktım. 1 saat boyunca kendimi bu konuşmaya hazırladım. * Parkta son bahar temalı bir yalnızlık tablosu vardı adeta. Bu çıplak ve edepsiz yalnızlığa rağmen güzel sayılabilecek bir hava vardı, güneş sırtımızı okşuyor kendimizi yalnız hissetmemize engel olmaya çalışıyordu. Parkın tam ortasındaki bir banka oturmuş serap’ı bekliyordum. Üzerimde siyah montum, kahverengi pantolonum vardı. Cep telefonumu avucumda çeviriyor ajanstan gelecek telefonu bekliyordum. Bazen yerdeki bir nesneye gözlerimi kilitletip dikkatle bakıyor sonra o nesneyi görmemeye başlıyor, hayallerle dolu bir yolculuğa çıkıyordum. Meyve suyu şişesiyle başlayan yolculuğumu tamamlayıp yüzümü kaldırıp baktığımda Serap’ın bana doğru geldiğini gördüm. Üzerine kırmızı bir elbise, altına rugan ayakkabılar giymişti. Saçlarını açmış ve dalgalandırmıştı. Gözlerine siyah kalem sürmüş, hafif bir makyaj yapmıştı. Gözlerimi ona bakmaktan alamıyor ve yerinden kıpırdatamıyordum. İlk gördüğümde bile bende böyle bir etki bırakmayan Serap şimdi kelimenin tam anlamıyla aklımı başımdan almıştı. Bana iyice yaklaştıktan sonra gülümseyerek “Merhaba” dedi. Selamına karşılık verirken sadece gamzesine bakıyordum. Bir insana gamze ancak bu kadar yakışabilirdi. Parkta yürümeye başladık, bu sırada havadan sudan konuştuk derin mevzulara girmedik. Parktan çıktıktan sonra bildiğim çok güzel bir mekâna girdik. Kafenin etrafında başka bir dükkân yoktu bu yüzden bahçesi genişti. Tahtadan basamakları çıktıktan sonra siyah yeleğinin içine beyaz gömlek giyen garson bize yolu gösterdi. Hava soğuk olduğundan dolayı doğrudan içeriye geçtik. Üst kata çıkıp, pencere kenarında bir yere oturduk. İçeride çok fazla insan yoktu ve bu benim rahat rahat konuşabilmem için mükemmel bir ortamdı. Onunla konuşurken gözlerinin içinden başka bir yere bakmıyordum. Etrafta kimseler olmadığı için, kimsenin bakışlarından da rahatsız olmuyordum. Bu durum bana bir rahatlık veriyor, dilediğimi söyleme hürriyetimi avuçlarımın arasına sıkıştırıyordu. Onunla gerçekten mükemmel anlaşıyordum ama birazdan söyleyeceklerimle her şeyi mahvedecektim. Bazen bunları söylememem gerektiğini düşündüm ama söylemek ve hikâyeyi daha fazla uzatmadan sonlandırmak mecburiyetindeydim. Onun üniversite yıllarını konuşurken bir anlık sessizlikten istifade edip konuya girdim.
20
-Ben benzincideki işi bıraktım. -Hadi ya. Neden? -Başka şeyler var kafamda. -Neler mesela? -Ben konservatuar okuyordum ya. İşte oyunculuğa devam edeceğim. -A Harikaymış! Peki, nerede oynayacaksın. -Bir ajansa yazıldım. Oradan bir telefon bekliyorum. -Ajansta bekleyen çok insan vardır. İnşallah şanslı insan sen olursun. Serap, “Sen işsiz, güçsüzsün. Seni terk ediyorum!” demedi. Ben de “Bak benden sana koca olmaz” diyemedim. Dolayısıyla hayatımdan çıkarmayı düşündüğüm insana daha da çok yer açıyordum. Bunun önüne geçmeye teşebbüs bile edemiyordum. Okuduğu kitaplardan, sevdiği yemeklerden, izlediği filmler ettiğimiz sohbetler çok havada kalmıştı. En sonunda doğru konuyu bulup, çocukluğumuzu konuşmaya başladık. Aynı evlerin duvarlarına yaslamışız sırtımızı da fark edememişiz birbirimizi onca zaman. Aynı merdivenin, aynı basamaklarından aynı süratle çıkmışız, aynı gökyüzüne bakıp belki de aynı şeyleri geçirmişiz aklımızdan fakat tanışmak için böylesine beklememiz gerekmiş. Serap’ta geçirdiğim ilk günde kafamdaki pek çok önyargıyı yerle bir etmeyi başarmıştım. Dedektif Louis’le başlayan değişim serüvenim son sürat devam ederken yelkenlerime bir de aşk dolmaya başlamıştı. Çıktığım bu yolda daha da ümitle ilerlemeye, kendimi daha da kaptırmaya devam ediyordum. Serap’la o günden sonra üst üste 3 gün daha buluştuk. Artık elini tutmaya hatta tenhalarda dudaklarından öpmeye de başlamıştım. Bazen annemin misafirliğe gittiği zamanlarda ona eve gitmeyi bile teklif ediyordum. Niyetimi öylesine belli etmiş olmalıydım ki, bu tekliflerime hiçbir zaman olumlu cevap vermiyordu. Bu kısacık günlerimizde ömrümün sonuna kadar hep aklımda kalacak pek çok şey yapmıştı. Ayakkabılarının bağcıklarını çoğu zaman bağlamazdı. Eğilir, yavaş yavaş bağlar, bağlarken de o güzel bileğini iyice kavramayı hiç ihmal etmezdim. Gözlerinin içinde uzun süre baktığım zaman hemen gülümser sonra bakışlarını yere çevirirdi. Dudağından öptüğüm zaman kulaklarına kadar kızarır, sonra da utancından sıyrılıp omzunu omzuma sürterdi. Öpüşürken arada sırada gözleri açar, gözlerimizin kapalı olup olmadığını kontrol eder hep de açıkken yakalar sonra telaşla öpüşmeyi bırakıp niyetimin farklı olduğuna dem vururdu. Tüm bu yaşadığımız 3 günlük macera ömrümün en güzel günleri olarak hafızamda durur. * Serap’la son güzel günümüzden dönerken annemle kapıda karşılaştık. Kapının önüne bir sandalye çekmiş, mahalleyi izlerken örgüsünü örüyordu. Sırıta sırıta geldiğim için bendeki garipliği fark edip hemen benim peşimden eve girdi. Kolumdan tutup durdurdu. “Oğlum” dedi, “Kaç gündür bir haller var sende. Hayrola?”. Hayırdır tabi ki de anneciğim ama nasıl söylerdim sana Serap’la ilerleyen ilişkimi. Çünkü son 3 günümü onunla geçirdiğimi bilseydin, anlamaz mıydın işten çıktığımı. O yüzden, benim meraklı ve güzel
21
anneme yine yalanlar söylemem gerekiyordu. Öperek, sarılarak gönlünü alıp odama döndüm. İçimde taşan bir mutluluk vardı. Dedektif Louis’i bulup da ellerinden öpmek istiyordum. Hayatım bu kadar güzel giderken emindim ki ajanstan da arayacaklardı. Zaten aramazlarsa bu yalanımı daha fazla sürdürmem de mümkün değildi. Gelecek iki ayı çıkaracağımızı hesapladığım parayı maşallah Serap’la vakit geçirmek uğruna tüketmek üzereydim. Fakat o kadar para harcamış olmayı hiç dert etmiyordum. Sevdiğimin yanında olmak yetmişti bana. Yeni ayrılmış olmamıza rağmen yüzü koyu yatağıma serilip Serap’la mesajlaşmaya başladım. İçime dolan aşkımı anlatmaya yeltenip uzun uzun mesajlar çekerken birden çalan telefonumla irkildim. Kayıtlı olmayan bir cep numarasıydı bu. Rehberimde kayıtlı olmayan aramaları açmayı hiç sevmeyen biri olarak yüzümü buruşturup yataktan kalktım. İsteksizce açtım; -Efendim -Mehmet Bey, değil mi? -Evet, siz kimsiniz? -Şans ajanstan Kemal ben, Nasılsınız? -Ooo öhhöm, hmmm, Şans ajans demek. Merhabalar, iyiyim teşekkürler siz nasılsınız? -Biz de iyiyiz, Mehmet bey, ajansa gelebilir misiniz? Bir projeye sizi dâhil etmek istiyoruz. -Ne zaman geleyim? -Yarın saat 12.00’de toplantımız var Mehmet Bey. Katılımınızı bekliyoruz. -Mutlaka geleceğim. -İyi günler -İyi günler, iyi çalışmalar Telefonla konuşurken odamda volta atıp duruyordu. Telefon kapanınca yerimde kala kaldım. Sonra birden gözümün önüne başrollerinde adımın yazılı olduğu film afişleri, şık kıyafetimle ve tabi ki Serap’ımla katıldığım galalar, konuk olduğum Talk Show programları… canlandı. Dudağımı ısırdım, kahkaha attım, zıpladım. Çıkardığım garip sesleri duymuş olmalıydı ki annem odama geldi; -Annem, annem güzel annem! -Ne zıplayıp duruyorsun ne oluyor? -Anne beni ajanstan aradılar. Oyuncu oluyorum. Sonunda hayallerime kavuşuyorum. -E iş ne oldu? -Ben işi bıraktım Anneme sonunda söylemiştim fakat o buna hiç sevinmedi. Kadın düğün hazırlıkları yaparken benim işimi kaybettiğimi duyunca bir hayli bozuldu. İş bulamadığım günlerdeki sıkıntılı dönemimize geri döneceğimizi düşünüyordu. Oyunculuk işine ihtimal bile vermiyordu ama yanılıyordu, beni aramışlardı ve bu iş öyle ya da böyle olacaktı. Annemi teselli ettikten sonra odama çıkıp sevinçten dans etmeye başladım. Bu sırada hemen Serap’a telefon açıp durumu bildirdim. O da buna çok sevindi. Ertesi sabah uyandığımda, yatağımda oturma alışkanlığımı bile terk ettim. Yerimden bir ok bile fırlayıp banyoya girdim. Hiç korkmadan buz gibi suyu yüzüme çarptım. Etrafa bir
22
süre gülücükler saçtıktan sonra en güzel pantolonumu – gri renkli keten olan- dolaptan çıkartıp giydim. Üstüne koyu gri gömleğimi giyip aşağıya indim. Saate baktım; 09.40.
Annem uyanmıştı ve tost ekmeği hazırlıyordu. Benim uyandığımı görünce “Günaydın” deyip tost makinesinin fişini taktı. Bir yandan muhabbet edip, bir yandan tostları yaptık ve çay demledik. Annem benim moralimi bozmamak için bu duruma her ne kadar üzüldüyse de hiç bozuntuya vermiyordu. Bu güzel kahvaltıyı bitirdikten sonra odama çıkıp montumu giydim. Annemle vedalaştıktan sonra evden çıktım. Ajansa nasıl bir jön edasıyla gireceğimi düşünerek durağa yürüdüm. Otobüs biraz geç geldi ama yollarda oyalanmayarak Gümüşyolu’na hemen vardı. Hızlı adımlarla yürüyerek ajansın merdivenlerine geldim ve burada duraksadım. Bir süre sonra kendimi toparladıktan sonra merdivenlerden hızlıca indim. Kapı beni görünce yine ortadan ikiye ayrıldı. X-ray cihazından geçip danışmaya gittim. Bu sefer orada bir erkek oturuyordu. “Görüşme için geldim.” Diyerek, bana yardımcı olmasını istedim. Gitmem gereken yeri tarif etti. Orada Tarık Bey’i bulacaktım. Hızlı adımlarla Tarık Bey’in yanına gittim. Odasında yoktu. Benim gibi kapıda bekleyen iki genç; “Sigara içmeye çıktı.” Dediler. Bende deri koltuklara oturup beklemeye başladım. Tarık Bey geldiğinde, ağlarken, gülerken, şaşırırken... Fotoğraflarımı çekecekti. Kendimi buna zihnen hazırlamaya çalışıyordum. Benim gibi kapıda bekleyen insanlarla ilgilenmiyor nasıl şaşırmam ya da nasıl gülmem gerektiğini düşünüyordum. Tarık Bey geldi. Uzun boylu kel bir adamdı. Siyah bir pantolon giymiş, beyaz kazağının üstüne de siyah ceketini giymişti. Kaşları incecik, bakışları sertti. Beni ve diğer gençleri fotoğraflardan tanımış olmalıydı ki doğrudan odasına geçmemizi söyledi. Benimle baş başa konuşmasını ümit ediyordum fakat öyle olmadı, demek ki bir film projesinde bu gençler rol arkadaşım olacaktı. Hepimiz oturduktan sonra Tarık Bey kısa bir hoş geldiniz konuşması yaparak konuya girdi. -Arkadaşlar, bir süt firması ürünlerini tanıtabilmek için değişik bir yol denemek istiyor. Bunun için sizlere ihtiyacı var. Bazı yerlere masalar kurarak ürünleri tanıtacaksınız. Siz orada durup, gelen müşterilere süt ikram edeceksiniz. Yalnız bunun ilgi çekici olabilmesi için hepiniz inek kostümü giyeceksiniz. Bu iş için günlük 50 lira para alacaksınız ve 5 gün boyunca çalışacaksınız Resmen dumura uğramıştım. Güzelim Deri koltukta öküz gibi kalakalmıştım. Karşımdaki kel, bana inek olmamı söylüyordu. Ben tüm gemilerimi yakıp buraya gelmiştim. Oyuncu olma hayalleri kurarken bana gelen teklif tarifi dahi yapılamayacak bir saçmalıktı. İş yarın başlıyordu. Allah’tan bizim mahallenin epey uzağında olacaktı. Aslında 5 gün buna katlanabilirsem ajansın gözüne girebilir daha iyi projeleri kapabilirdim. O an o adama küfür edip basıp gitmek istedim, istedim ama yapamadım. O Lanet olası işi kabul ettim. Zaten o büyük oyuncalarda başlarda böyle işler yapmadılar mı? * Bugün pazartesi ve güne bir inek psikolojisiyle uyanıyorum. Saat 12’den 5’e kadar kuyruğumu sallaya sallaya süt dağıtacağım. Uyandığımda saat 9’a geliyordu. Bırakın
23
yatağın üzerinde oturup beklemeyi, kendime gelmek için yarım saat kadar daha yatmayı seçmiştim ama uyumadım, düşünceliydim. 5 gün elbet geçip gidecekti ama bundan sonrası için oldukça karamsardım. Kendimi mutlu edebilecek ihtimalleri üzerime birer birer giyiyordum ama yeni elbiselerime ya dram dökülüyordu, ya endişe ya korku bu yüzden hepsi lekeleniyordu. Yarım saati böylece doldurduktan sonra kalktım. Artık kasıklarıma kadar ağrı yapmaya başlayan çişimi yaptım. Ellerimi ve yüzümü hızlıca yıkayıp odama döndüm. Alelacele bir şeyler giyip, anneme ağzımın kenarıyla bir açıklama yaparak dışarı çıktım. Doğrudan ajansa gittim. Benden önce 2 kişi gelmişti. Beraber çay içip ötekilerin gelmesini bekledik. Onlar da gelince kostümümüzü giyip yola koyulduk. Saat 11.30’da oradaydık. Ajanstan görevli arkadaşlar masalarımızı kurdular ve süt, elektrikli bir sistemle ısınmaya başladı. Oldukça utanıyordum fakat yüzüm görünmediği için kendimi kolaylıkla teselli edebiliyordum. Bütün gün bin bir türlü şebeklik yaparak insanları kendime çekmeye çalıştım. Aslında oldukça eğlenmiştim fakat birkaç tatsız olay da yaşadım. Mesela birisi kuyruğumu çekip beni yere düşürdü. Birisi fotoğraf çekilirken parmak attı. Birisi itekledi. Küçük çocuklarsa memelerimle oynayıp durdular. Artık saat 4’e geliyordu ve oldukça yorulmuştum. İnek oturmaz dediler bize sandalye vermediler. Bir an önce günü bitirmek istiyordum ki günün en yorucu müşterileri geldi. Lise üniformalı 4 genç kız etrafımı çevirdiler. Onlara süt ikram ettim. Bu sırada biri arkama geçip kuyruğumu çekiştirdi. Az daha sütü üstüme döküyordum. Tabi bizim meslekte kızmak diye bir şey yok. Sütlerini içtikten sonra fotoğraf çekilmek istediler. İki kızı koltuğumun altına birini önüme alarak güzel bir fotoğraf çekilmiştik ama ardı arkası kesilmiyordu. Sürekli birbirleriyle yer değişiyorlar, yüzlerce fotoğraf çekiyorlardı. Bazen bana kulak yapıyor, bazen memelerimi ısırıyor, bazen de saçma sapan işler yapıyorlardı. Artık delirmek üzereydim ama sabrettim. Ağzıma gelen küfürleri paketleyip geri gönderdim. Sonun da kızlar gittiler ve sonun da gün bitti. Ajansa gidip paramı aldıktan sonra doğruca eve gitmek üzere yola koyuldum. Telefonuma baktığımda İsmet’in beni 9 kez aradığını gördüm. Hemen aradım. İşim yoksa onlara gelmemi bir şey konuşacağını söyledi ben de dışarı çağırdım kırmadı. Serap’la buluştuğum parkta buluştuk. İsmet’in büyük bir karın ağrısı var gibiydi. İçindekileri, ne kadar parmak salarsam salayım kusmuyordu. Fakat elbet kusacaktı yoksa beni niçin çağırmıştı. Yürümekten vazgeçip bir kafeye oturduk. Çayımız da geldikten sonra iyice ısrar etmeye başladım. -İsmet sen de bir haller var. Ne oldu oğlum, kötü bir şey mi var? -Yok, kötü değil. -Ne var, ne oldu? Bana mı anlatmıyorsun. -Anlatacağım, anlatacağım da, anlatmayıp unutsam mı diye düşünüyorum. -İsmet! -Almanya’da amcamlar vardı ya. Onların bir ilaç fabrikasında tanıdıkları varmış. İşte adama beni anlatmış. Amcam orada olduğu için Almanya’da yaşamamda bir sakınca falan yokmuş. Ben bilmiyorum prosedürü falan amcamın dedikleri bunlar. İşte bavulunu topla gel diyor.
24
-E bana niye söylemedin bunu? -Ya bilmiyorum kardeşim. Ben gitmek istemiyorum aslında. -Saçmalama gözünü seviyim. Orası Türkiye gibi değil. Orada bilim adamları değer görür, önü açıktır. Burada atomu parçalasan dinsiz diye taşlarlar. Gitme imkanın varsa sakın durma ki var. -Ben orada kimseyi tanımam etmem. Nasıl yaparım? Beraber gidecek olsak gözüm kapalı tamam derim ama. -Senin için bir sıkıntı yok be kardeşim. Orada yeni insanlar olacak, yeni hikayeler, yeni bir işin. Belki aradığın aşkı bulacaksın. Bir dünya şey girip çıkacak hayatına. Buradaysa her şey aynı kalacak. Yani git kurtul. Cesaretini topla! -Oğlum, sokakta sidikli donla bu mahallede dolaştım ben. Her sabah bu insanları gördüm. Her günüm, her anım burada. Bunları burada bırakıp gitmek kolay mı? -Saçmalama oğlum. Git hayatını kurtar. Yazın tatile falan gelirsin. Serap’la evlenirim bak yeğen veririm sana. -Dalga geçme arkadaşım ciddiyim ben. İsmet Araf’ta kalmıştı. Gitmekle gitmemek arasında sıkışmıştı. Burada hayatına yön veremeyeceğini çok iyi biliyordu. Benim en iyi arkadaşım için umduğum tek şey; şansının yaver gitmesi olabilirdi. Umuyordum ki o mutlu bir şekilde hayatını sürdürebilirdi. Bir süre memleketten, gidip de sıla hasreti çekenlerden konuştuk. Nazım’ın Anadolu’da taşsız bir köy mezarına razı olacak kadar çektiği hasretten fakat tüm bunlara rağmen gitmek gerektiğinden konuştuk. İsmet’le saat 11’e kadar orada oturduk. Yemek yedik, çay ve nargile içtik. Bugün kazandığım paranın yaklaşık yarısını harcadım. Eve gittiğimde annem beni kapıda karşıladı. Yanına oturup muhabbet ettik. İsmet’in gideceğini söyledim; üzüldü. Eve erzak almak için para istedi. İş yerinden çıkarken aldığım paradan kalanları ona verdim. Artık elimde sadece önceden biriktirdiğim para vardı. Hayatımın teklifinin bana gelmesi için oldukça az zaman kalmıştı. Annem bu konulardan dolayı kaygılanıyor muydu bilmiyordum ama keyifli görünüyordu. Bugün Serap’la karşılaştığını, bana selam söylediğini söyledi. Muhabbet bitince odama çekilip üstüme değiştirdim. Yatağa uzandım, sağ elimi sol avucuma yerleştirip kafamın arkasına koymuş derin derin düşünüyordum. Kafamdaki düşünceler Serap’tan İsmet’e oradan anneme oradan da hayallerime koşarken uykuya daldım. * 15 Gün sonra İnek olarak geçirdiğim günleri tamamlamıştım.-Süt firmasının talebiyle 5 gün daha çalıştık.- Ajanstan aldığım para sayesinde kenara koyduğum paraya dokunmamayı başardım. Bu sürede Serap’la bir kez telefonda konuştuk(attığım her mesajda meşgul olduğumdan bahsediyor, inek olduğum konusuna giremiyordum.)ve annem beni söz için sıkıştırdı. İsmet’in gidişini bahane ederek oyaladım. Yarın akşama doğru gidecekti. Yarını ailesiyle geçireceği için bugün İsmet’le eğlenecektik. Saat 10’u gösteriyordu. Birazdan bulaşacak ve güzel bir gün geçirecektik. Saat 2 gibide Serap bize eşlik edecekti.
25
Şık olma telaşıyla hazırlandım. Annemle harika bir kahvaltı ettikten sonra, kahverengi ayakkabılarımı giyip çıktım. İsmet benden önce çıkmıştı. Hiç vakit kaybetmeden alışverişe başladık. İsmet’e lif, terlik falan alacaktık. Alışveriş boyunca neler alacağımız dışında bir şey konuşmadık. Saat 1 gibi alışverişi tamamladık. Yorulmuştuk. Bir yere oturup güveç yedik. Aynı okula giderken her sabah yaptığımız eylemi belki de şimdi son defa yapıyorduk. İsmet ağzını açmadan onun güvecini ben tanımladım; “pul biberi bol olsun.” Güvecimizi yedikten sonra Serap’la buluştuk. Beraber sinemaya gittik. Film boyunca Serap fısır fısır konuşup 15 gün boyunca ne yaptığımı sorup durmuştu. Ben de artık dayanamayıp tüm detaylarıyla inekliğimi anlatmıştım. Fısıldaşmamızdan rahatsız olan İsmet, bizi önce el işaretleriyle sonra da fısıldayarak uyarıyordu. 15 gün, muhabbetini kapattıktan sonra sevdiğim, kah karakterler hakkında bir şeyler söylüyor, kah filme sonlar yazıyordu. Bu fısıldayışları da hep aklımda kalacaktı. Filmden sonra Serap’ı evine bıraktık. İsmet 200 metre geride durup vedalaşırken bizi yalnız bıraktı. Tam dibinden Serap’a veda cümleleri ederken birden kendimiz tutamayıp dudağıma bir öpücük kondurdum. Her zamanki gibi kızardı, başını öne eğdi. Bu sefer yan yana olmadığımız için omuzunu omuzuna sürtmek yerine sarıldı. Ellerimi kürek kemiğinin üstüne koydum. Sarılırken onu tüm organlarımda hissediyordum. İsmet’le göz geldiğimizde sevdiğimle sarılma faslına son verdik. İsmet’le sakin bir mekâna gittik. Balkon diye adlandırılan duvarla değil de muşambayla çevrilmiş alana geçtik. Bizden başka iki adam vardı; 40 yaşlarında gösteriyorlardı ve fenerin halini konuşuyorlardı. Onlardan uzak bir yere oturduk. İsmet önüme bir dal sigara attı, yaktım. “Serap çok iyi kızmış. Kardeşim kaçırma sen bunu. Bu devirde böylesi zor bulunur.” Diyerek, son konuşmamızın melodram kokmasını istemediğinin sinyallerini vermişti. Garson geldi. Elmalı nargile ve 2 çay istedik. Ben Serap’ı konuşmak istemiyordum. “Beni unutma sakın oralarda” dedim. “Ayıp ediyorsun!” dedi. 2 el tavla oynadık. Nargilemiz gelince kapatıp kaldırdık. Çayımdan bir yudum aldım: -eee Annen nasıl? Gideceksin diye çok üzülmüştür. -Sorma. Sık sık odama gelip sarılıp öpüyor. “Oğlum çok kalma” diyor. -Anneler hep öyledir. Sen gidince boş yatağına bakıp ağlayacaktır. Ne zaman dönersin, belli mi? -Amcamla konuşmuş babam, sormuş bunu. Amcam da “İlk 1 sene zor demiş.” Bir zaman sonra her sene 20 gün falan gelebilirmişim ama o bir zaman uzun bir zaman sanırım. -Sen iyi ol da kardeşim. Ben seni görmesem de olur. En güzeli artık sevdiğin işi yapacaksın. Saat ilerleyince kalktık. İsmet’in evine kadar yürüdük. Artık vedalaşma vakti gelmişti. Biz aynı yolun yolcusuyduk. Birimiz düşsek öteki onu kaldırırdı. Birimizin yüzü asılsa öteki onu mutlaka güldürürdü. Şimdi canımdan, kanımdan, kardeşimden ayrılma vaktiydi. Sımsıkı sarıldım. Kendimi geriye çekip yüzüne baktım ve tekrar sarıldım. Ağlamamak için kendimi yormadım, saldım gözyaşlarımı aktılar, o da yormadı kendini ağladık. Meçhule giden bir vedalaşmaydı. Benim tek diyebildiğim her şeyin onun istediği gibi olabilmesiydi. “Kendine iyi bak kardeşim. Bir şey olursa beni mutlaka ara.” İsmet konuşamıyordu sadece “ sen de” dedi. Sarılma faslımızı bittikten sonra yüzüme baktı, derince içini çekti. “ Sen
26
yarın gelme. Bizimkilerin yanında falan ağlamayayım. Bir gün mutlaka döneceğim. Söz.” Bir kere daha sarıldık, bir kere daha ağladık. “Hoşça kal kardeşim.” Dedim. Ayrıldım yanından. Yavaş yavaş yürüyordum. Yağmur yağmaya başladı. Ağlıyordum. Dışarıda bir süre daha yürüdükten sonra eve gittim. Anneme selam bile vermeden odama gittim. Uzunca süre uyuyamadan yatakta döndüm. İsmet için dua ettim. Biliyordum bir gün mutlaka dönecekti. * 6 Gün sonra Arnavut kaldırımlı sokağımızda hızlıca yürüyordum. Serap’la bulaşacaktım. Ona iyice alışmış, hayatımda iyice yer vermiştim. Beni ajanstan kimse aramıyordu ama ben ümitliydim. Elimdeki para gitgide azalıyordu. Annem hastalanınca paranın yüksek bir kısmını ilaçlara verdik. Kalanını da her gün tüketiyordum. İsmet gittiğinden beri Serap’la 2 kere daha buluştum. Eskisi gibi huzurlu değildik. Ajanstan aramadıkları her gün daha da kahroluyordum. Paramın olmadığını bildiğim için pek çok şeyi yapmamayı tercih ediyordum. Serap’ın istediği yerlere gitmiyorduk. İstediği şeyleri alamıyordum. Bu durum aramızda bir soğukluğa neden oldu. Artık öpüşemiyorduk, sarılamıyorduk hatta bazen el ele bile tutuşamıyorduk. Fakat yine de hesapsız harcamalar yaptım. Tüm bunları düşünürken İsmet’le gittiğimiz çay bahçesine gittim. Dışarıda yaz mevsimin bize yaşatmayı unuttuğu bir gün vardı. Havanın sıcaklığına güvenerek dışarıya oturdum. Bahçede 3 masa doluydu. Serap’ı beklemeye başladım. İsmet beni oraya gittiğinden beri bir kere aradı. Hali keyfi yerindeydi. Çabuk uyum sağladığını söyledi. Fakat dil konusunda sıkıntı çekiyordu. Orada İngilizce bilmeyen insanlar vardı ve bu yüzden Almanca öğrenmeye daha çok özen gösteriyordu. Söylediğine göre aldığı parayla 1 sene içinde zengin olabilirdi. Yaşam şartları oldukça iyiydi fakat yaşadığı bölge de herkes erkenden uyuyor, geceleri hayat duruyor bu yüzden de canı akşamları çok sıkılıyordu. Umarım orada uzun süre mutlu olarak yaşayabilir. Serap dar bir kot pantolon giyiyordu. Üzerinde şık bir mont vardı ve altına kırmızı triko giymiş kolyesini trikosunun önüne atmıştı. Saçlarını arkada topuz yapmış, hafifte makyaj yapmıştı. Bana gülümseyerek selam verdi ve yanıma oturdu. Bugün diğer günlere göre oldukça durgundu. İki çay söyleyip onların gelmesini bekledik. Bu sırada hangi konuyu açmaya kalksam, açtığım konu kısa bir süre sonra sessizliğin cinayetine kurban gidiyordu. Serap’ta bir haller vardı fakat bunu bana bir türlü söylemiyordu. En sonunda ısrarlarıma dayanamayarak konuşmaya başladı: -Canım, benim sana bir şey söylemem lazım. -Söyle, dinliyorum. -Ama beni sakın yanlış anlama. Bu benle ilgili bir şey değil. -Saçmalama hadi söyle. -Annem beni senin yanına göndermeyecek artık. Kaç zamandır görüşüyorsunuz artık şu işe bir isim koyana kadar görüşmeyin dedi. Bugün de sana bunları söylemek bahanesiyle çıktım.
27
-Yani seni istemeye gelip yüzük mü takalım? -Sen nasıl anlarsan -Ama benim bir işim yok. Nasıl olur? Daha teklif gelmedi ki. -Bul o zaman. Serap diyeceğini söyleyip konuyu kapatmıştı. Yanımda da fazla durmadı. Biraz daha muhabbet ettikten sonra kalktı. Ben de onunla kalktım. Evine bırakmak istedim fakat o istemedi. Kafenin çıkışında vedalaştık. Parka doğru yürümeye başladım. Serap “Bul o zaman.” Demeyi tercih etmişti. Benim buradan çıkarabildiğim sonuç; onun da beni istediğiydi. Peki ya güzel sesli memura ne olmuştu? Benim tekrardan işe girmem demem tüm hayallerimden vazgeçmem, gemileri yakmam demek değil mi? Peki ya işe girsem, teklif gelince bıraksam? Bu pek ala olabilecek bir şeydi. Fakat yeni bir işte çalışmayı ruhen kaldırabilecek durumda hissetmiyordum kendimi. Ben zaten bir nevi Serap işinden sıyrılmak için işten ayrılmadım mı? Gerçi o işin bahanesiydi. Evet, iş bulursam evli barklı bir adam olup kendi yoluma bakacaktım. Kaçtığım şeyin kucağına atlamak üzereydim. Zaten elimdeki para günden güne eriyordu. Biraz da para kazanmam gerekiyordu. Bir işe girmek zorundaydım ve bundan başka da bir çarem yoktu. Bu iş olayını kendimi de hayrete düşürecek bir çabuklukla kabullendim. Artık sokakta yürürken sağa sola bakarak iş arıyordum. Bu sırada markete girip kendime bir paket sigara aldım. Bunu sadece can sıkıntısından dolayı yapmıştım. Bu işlerde oldukça acemi olduğum için sigarayı bile bir garip tutuyordum. Taksi durağının camında bir ilan gördüm. Çaycı aranıyordu. Benim de daha önceden çaycılık tecrübem olduğu için bu işi yapabilirdim. Hem durakta az sayıda şoför olacağı için bu konuda sıkıntıda çekmezdim. Sigaramı hemen yere atıp içeriye girdim. İçeride oldukça temiz giyimli, yüzleri sinekkaydı tıraşlı 4 adam vardı. Sıradaki taksici beni görünce ayağa kalktı. İş ilanı için geldiğimi söyleyince beni bir sandalyeye oturttular. İçlerinde en esmer olanı karşıma oturdu. Sanırım durağın sahibi bu. “Hoş geldin.” Dedikten sonra bana hızlıca durağın prosedürünü anlattı. İlana çaycı aranıyor yazmalarına rağmen aslında yemek servisi de yapacaktım. Bir yemek firması günde iki sefer gelip yemek bırakıyordu. Bende bunları tabldotlara doldurup şoförlere servis edecektim. Haftalık 200 liraya anlaştık ve ilk çayımı demleyerek hemen işe başladım. Durağa kısa sürede alıştım. 10 kişi çalışıyordu. Biri hariç hepsi evliydi ve diğeri de bir türlü aradığı kızı bulamamıştı. Herkese mesafeli davranıyordum. Patronum oldukça sert ve disiplinli bir adamdı. Temiz olup olmadığıma çok dikkat ederdi. Yaptığım çayı beğendirmenin gururuyla durakta başım dik yürüyordum. Burada benzincidekinden az kazanıyordum ama sanırım daha çok huzurluydum. İşe sabah 6 da gelecek akşam 8 gibi yeni bir çay demleyerek gidecektim. İnsanlarla kaynaşma seanslarıyla dolu bir günü bitirdikten sonra işten ayrıldım. Eve giderken çekme helva almıştım, annem buna bayılırdı. Eve geldiğimde kapıyı sertçe yumrukladım. Benim güzel annem kapıyı açtığında öksürüyordu. “Nasılsın” sorusuna boğarak içeriye girdim. Koltuğa oturduk, kendisini iyi hissetmediğini söyledi. Ama soğuk algınlığı olduğunu, kısa zamanda da geçeceğini söyledi. Bende onu mutlu etmek için hemen müjdeli haberi verdim. Annem işe girdiğimi duyunca sevinçten havalara uçtu. Serap’ı isteyeceğimizi öğrenince değmeyin keyfine! Uzun zaman sonra annemle neşe dolu bir akşam geçirdim. İkimizde çok keyifliydik.
28
* 4 Gün Sonra Sendrom kokulu günlere günaydın diyen bedenim bu sabah geç uyanmanın keyfini sürüyordu. Bugün işten izinliydim ve Serap’ı istemeye gidecektik. Aslında iş yerimde bir günlük izin bile yoktu. Gün içinde 1-2 saatlik izinler alabiliyordun ve bu da günlük iznine sayılıyordu. Esmer patronum kız isteyeceğimi öğrenince çok sevinmiş, bana bir gün izin ve biraz da avans vermişti. Bu paranın üstüne biraz daha katarak kendime takım elbise aldım. Elimizde 200 liraya yakın bir para kalmıştı. Bu işe girmem bizim için gerçekten iyi olmuştu. Kafamdaki analizleri sonlandırıp doğruldum. Yatağa oturdum ve bugünün hayatım için güzel bir gün olacağını ümit ediyordum. Eğilerek yerden cep telefonumu aldım. Gece 1’de İsmet aramıştı. İşe girdiğimi bilmediği için bu saatlerde uyuyor olacağımı tahmin edememiş olacaktı. Kalktım, banyoya gittim ve suyu açarak aynada kendimi izledim. Bütün cesaretimi topladıktan sonra suyu olanca kuvvetimle yüzüme çaptım, ayıldım. Aşağıya indiğimde annem patik örüyordu ve saat 11 olmuştu. “Günaydın” dedikten sonra yanına oturdum. Bir süre sessiz kaldıktan sonra annem bugün neler planladığını anlattı. “İsmail amcan gelecek bugün. Kızı o isteyecek.”. Resmen afallamıştım. Babam öldüğünde bile bize doğru düzgün sahip çıkmayan adam şimdi babamın görevini üstlenecekti. Anneme bunun mümkün olamayacağını söylesem de onlar çoktan yola çıkmışlardı. Bu adam ben babamın acısıyla kavrulurken bizi zorla Sinop’a götürmek isteyen adam değil miydi? Hoş orada da bize bakacağı yoktu ki. Gülümseyerek; “Bizim komşuda eleman arıyordu zaten.” Demeleri hiç çıkmıyor aklımdan. Hayır, o adamın bu mutlu günüme bir katkısı olmasını istemiyordum! -İstemeyelim kızı vazgeçtim. -Oğlum benim, neden böyle yapıyorsun? Sahipsizmişiz, kimsesizmişiz gibi tek mi gidelim? Benim güzel oğlum, lütfen yapma. Uzunca bir süre annemle kavga etmeye devam ettim fakat kapı çalınıp da amcamlar içeriye girince bundan vazgeçtim. Artık ok yaydan çıkmıştı bu saatten sonra vazgeçmek benim için çok daha büyük sıkıntılara gebeydi ve ben o sıkıntılara baba olmak istemiyordum. Yapmacık bir ifadeyle amcamı selamladım ama o bana sımsıkı sarıldı. Ayla yengem ve ufak oğulları Rüzgâr da gelmişti. Amcamın Çizgili bir alnı, kalın dudakları ve küçücük kafası vardı. Saçları kısacaktı. Üzerinde, Kahverengi tüylü bir mont, altında kahverengi küçücük delikleri olan bir kazak ve onun altında çizgili, siyah keten bir pantolon vardı. Yengem sarışın bir kadındı. Uzun bir burnu ve güzel bir yüzü vardı. Üzerine siyah uzun bir mont giymiş, altına da pembe-beyaz bir kazak ve kot pantolon giymişti. Ufaklık çok güzel bir takım elbise giymişti, 8 yaşlarında bir oğlandı. Amcamlarla uzunca muhabbet ettim. Ona karşı olan öfkem konuştukça eriyor ve ben daha da çok konuşmak istiyordum. İsmet’ten sonra ilk defa böylesine dertleşiyordum, bu beni rahatlatıyor, içime huzur serpiştiriyordu. Annem kavga etmekten kahvaltı edememiştik. Şimdi de hep birlikte yemek yiyecektik. Amcam başköşeye oturdu ve bu durum bana babamı hatırlattı. O da herkesten önce başköşeye oturur, kollarını iki yana açar ve “Gelin” derken kollarını göğsüne yaklaştırırdı. Amcam da aynı onun gibi yapmıştı. Gözlerim doldu ama ağlamadım.
29
Saat 7’ye kadar Serap’lara gidince olacaklarla ilgili kafa yorarak oyalandık. Saat 7 buçuk gibi orada olmayı planlıyorduk. Saat 7 olunca hepimiz telaşa kapıldık ve hazırlanmaya başladık. Amcam yanında getirdiği siyah ceket, siyah pantolon, beyaz gömlek, siyah kravat takım elbisesini ve üstene de babamın montunu giydi. Babamın montunu giymesinden rahatsız olmadım fakat babamın görevini üstlenmesinden hala daha rahatsızdım. Yengem, eteği kat kat beyaz bir elbise giymişti. Elbisenin kolları açıktı. Etek dizine kadar geliyor ve altına da ten rengi çorap giymişti. Annemse siyah uzun etekli bir elbise giymişti. Elbisenin üstünde elbisenin renginden daha koyu renkte gül desenleri vardı. Başına siyah bir başörtü bağlamış ve bu gün için siyah ayakkabılarını seçmişti. Açıkçası bu kadar siyah bir giyimi ben pek sevmemiştim. Bana gelince, yeni aldığım siyah ceketli, siyah pantolonlu, beyaz gömlekli, kırmızı kravatlı takım elbisemi giymiştim. Artık hepimiz hazırdık ve çıktık. Büyük bir paket bitter çikolata aldık ve bir demet papatya yaptırdık. İçeride nasıl davranacağımızın planlarını yaparken Serapların evine vardık. Annem, çok kısa bir süre bize bakıp gülümsedikten sonra kapıyı çaldı. Ayşe teyze kapıyı gülümseyerek açtı. Kırmızı uzun bir elbise giymişti. Serap’ın babası Selim abi de kapıda bekliyordu. O da takım elbise giymişti. Serap bizi kapıda karşılamadı. Selamlaştıktan sonra çiçeği ve çikolatayı takdim ederek içeriye geçtik. Biz tanışma faslındayken Serap odaya girdi ve hepimize “Hoş geldin” dedi. Beyaz bir elbise giymişti ve yanakları kıpkırmızıydı. Melekler gibi görünüyordu. Annesinin yanına oturmuştu ve kimseye çaktırmadan beni süzme telaşındaydı. Ben oldukça heyecanlanmıştım. Otururken ayağımı diğer ayağımın üstüne koyuyor sonra bunun güzel durmadığını farkederek ayağımı diğer ayağımın üstünden alıyordum. Ayşe teyze, hepimize tek tek nasıl olduğumuzu sordu. Hepimiz “teşekkürler siz nasılsınız?” dedikten sonra kısa bir sessizlik oldu. Sonrasında “daha daha nasılsınız” diyen Ayşe teyzeye hepimiz yine aynı cevabı verdik. Bir süre daha sessizlik olduktan sonra Selim Abi beni tanımak için sorular sormaya başladı. -Evladım kaç yaşındasın? -25 efendim. -Maşallah. Ne işle meşgulsün? -Şimdilik taksi durağında çaycılık yapıyorum. Ben 3 sene konservatuar okudum. Nasip olursa oyuncu olacağım. -Hangi durakta? -Köşe başındaki efendim; Huzur Taksi Durağı. -Hm, S.S.K.’an var mı? -Henüz yapmadılar. Seri sorgulama trafiğini bölen amcam oldu. -Siz ne işle meşgulsünüz? -Ben tekstil fabrikasında kalite kontrol şefiyim efendim. Siz? -Bizim Sinop’ta fındık tarlalarımız var. Çok bir şey kazanmıyoruz ama bize yetiyor. Serap, Annem ve Ayşe teyze hep birlikte kalkarak salona gittiler. Onlar yokken biz de babamın ölümünü ve sonrasında benim hayata tutunma şeklimi konuştuk. Adam, bana oldukça güler yüzle yaklaşıyor, kendimi güvende hissetmemi sağlıyordu. Yaklaşık 15 dakika sonra annem ve Ayşe teyze geldiler. Onlar oturduktan sonra da Serap elinde tepsiyle içeriye girdi. Tepsinin içinde fincanlar vardı fakat bir fincan özenle koyulmuş gibi hepsinin gerisinde duruyordu. O fincanı kimse almadı ve ben aldım. Bir yudum içtiğimde bunun ne
30
olduğunu anladım. Kahvemin içine tuz koyulmuştu. Serap bana bakarak gülümsüyordu tabi annesi ve benim annem de. Sanırım bunu içmem gerekiyordu daha da kötüsü içerken yüzüm buruşmamalıydı. Bunu oldukça zor da olsa başardım ve o iğrenç kahveyi bitirdim. Kahveler odanın ortasındaki sehpaya koyulduktan sonra amcam daha dik oturarak konuşmaya başladı: -Efendim, gelelim sebebi ziyaretimize. Bizim oğlan sizin kızı görmüş, beğenmiş. Nasip olursa evlenmek istiyor. Biz de Allah’ın emri peygamberin kavliyle kızınız Serap’ı oğlumuz Mehmet’e istiyoruz. Amcam bunları söylerken kalbim oldukça hızlı atıyordu. Hele amcam sözünü bitirdikten sonra oluşan sessizlikte öleceğimi sandım. Sonunda bu sessizliği Selim abi deldi: -Ben Mehmet oğlumu çok sevdim. Fakat kızım için en iyi kararı vermek zorundayım. Hiçbir sosyal güvencen yokken üstelik sıradan bir çaycıyken oğlunuza, kızımı veremem. Zaten ben versem bile bu evlilik yürümeyecektir. Ben kızım için çok emek verdim, kusura bakmayın buna müsaade edemem. Resmen yıkılmıştım. Doğru anlayıp, anlamadığım konusunda etrafıma bakınıyordum. Fakat herkesin yüzü sirke satıyordu. Serap’ın ağlayan gözlerle hızlıca odadan çıktığını hatırlıyorum ve eve geldiğimde kravatımı nasıl çözdüğümü de ama gerisini hatırlamıyorum. * Sanki senelerce uyumuş gibi hissediyordum. Hayat, beni mutlu dünyamdan çekip çıkarmış, o acımasız gerçeklik ilkesiyle sert bir tokat atmıştı. Bu tokat beni biraz daha olgunlaştırmış, biraz daha yavaşlatmıştı. Bu hayatta neler varmış meğer ve ben nelere üzülmüşüm gereksiz yere. Olmasını istediğim şeyler vardı ve onlar artık bir şey ifade etmiyor ve elimde sadece olanlar kalıyordu. Bu sabah boş uyandım. İhtiyar bir adam edasıyla yataktan çıkıp elimi yüzümü yıkadım. Ağır hareketlerle giyinirken bir yandan düşünüyordum. Duraktan ayrılıp başka bir iş bakmalıydım fakat iş bulamama gibi bir durumum da söz konusuydu. İyi, kötü annemle geçinip gidiyorduk. Kenara biriktirdiğim para suyunu çekmişti ve bu durumda işsiz kalmam bizi felakete sürüklerdi. En iyisi Serap’ı unutmaktı. Beynime parmak salıp, nöron nöron kusmak istiyordum. Düşünceler taşıyordu, taşımaktan yoruluyordum... İşe geldiğimde mesai arkadaşlarıma kısa bir durum açıklaması yaptım ve ayak üstü terapi seanslarını dinledim. Kimisi bana başka bir kız bulacağını söylüyor, kimisi nasip olduğunu söylüyordu ama hiç birisi hayatın neden planlarımı bozduğu konusunda bir şey söylemiyordu. Bende susup kafa sallıyordum. Mutfakta çay demlerken aklıma bir söz geldi; “Boğulacaksam büyük denizde boğulayım.”. Önce bu fikre kesinlikle karşı çıktım çünkü tek tabanca değildim ve bakmak zorunda olduğum bir annem vardı fakat sonrasında annem hastalandığında verdiğim parayı düşündüm. Burada S.S.K.m yoktu ve eğer annem yine hastalanırsa hastanede rehin kalabilirdi. İşten çıkmak kesinlikle ilk tercihim olmamalıydı öncelikle S.S.K. işini halletmeliydim. Bunun için patronun gelmesini bekledim.
31
Bardağı 4. Defa duruladıktan sonra tezgâha koydum. Omuzlarımda beyaz bir havlu vardı. Havluyu omuzlarımdan indirip ellerimi kuruladım. Mutfağın küçük kapısından geçerek şoförlerin yanına gittim. Patronun masasına doğru yöneldiğimde Niyazi abinin çay istemesi beni cımbızla çekerek mutfağa götürmüştü. 4 defa duruladığım bardağı alarak tezgâha koydum. Kafam o kadar dalgındı ki bardağın yarısını dem koydum fakat Niyazi abi açık çay sevdiği için demini dökmek zorunda kaldım. Çayı istenilen kıvama ayarladıktan sonra boğazımı temizleyerek içeriye girdim. Niyazi abimin önüne çayını koyduktan sonra doğrudan patronun yanına gittim, boğazımı temizleyerek, bir şey konuşmak istediğimi söyledim: -Otur, seni dinliyorum. -Abi, S.S.K.’yı sonra yaparız demiştin ya. Onu ne zaman yaparsınız? -Hayırdır lan tabakhaneye bok mu yetiştiriyorsun? Daha bir ay olmadı seni alalı. -Abi, düzgünce bir soru sordum. -Ne bileyim ben senin 2 gün sonra gitmeyeceğini? -Gidecek olsam niye söyleyeyim abi sana. -Sen biraz daha bekle. Yapılır, elbet yaparız bir gün. -Yok, abi yapma sen boş ver. -Neden? -İstifa ediyorum abi, haydi kal sağlıcakla. Allahaısmarladık.
Yerimden hızlıca kalkarak mutfağa gittim. Oldukça kısık bir sesle söverken montumu giymeye başladım. Sağ kolumu geçirdikten sonra, sol kolum için montu, sırtıma attım fakat sol kolumla bir türlü kolu sokacağım yeri bulamadım. Mont sağ tarafımda sallanırken duraktan çıktım hiçbir şey demediler. Sağ kolumu da giydikten sonra montumun fermuarını çekerek hızlıca yürümeye başladım. Gelen ilk otobüse bindim. Nereye gittiğimin bir önemi yoktu, sadece gitmek istiyordum. Otobüste boş yer olmasına rağmen en arka tarafta ayakta duruyordum. Birden boğazımda bir düğümlenme ve burnumda sızlama hissettim. Tüm dikkatimle dışarıya bakıyordum. İnsanlara, yola, dükkânlara, sokak köpeklerine odaklanmaya çalışıyordum ama tüm çabama rağmen ağlamadan duramadım. O an, öyle bir boşaldı ki içim yolculardan bir kaçı yanıma gelerek elini omzuma koydu. Bana ne dediklerini anlamıyordum ve sadece ağlıyordum. Bir süre sonra otobüs durdu. Şoför yanıma geldi. Artık herkesin ilgi odağı olmuştum ve ben bu durumdan hiç hoşlanmazdım. Bir an önce buradan ayrılmak için kendimi topladım ve iyi olduğumu söyleyerek otobüsten indim. Hızlı adımlarla oradan uzaklaşırken bir yandan da ağlamaya devam ediyordum. Dolambaçlı yolu kullanmayarak çimenlerden yürüdüm ve denizi karşımda gördüğümde durdum. Sardunya sahilinde olduğumun denizi görünce farkına vardım. Oturdum kayalardan birinin üstüne, dalgaların beni ıslatabileceğini hatta denize çekeceğini önemsemeden ağlamaya başladım. Hayatımda ne kadar yolunda gitmeyen şey varsa hepsi aklıma geliyordu. Bazen babamın yüzünü görüyordum, bazen sahnede oyununu oynayan Mehmet benimle tokalaşıyordu. Çok geçmeden insanlar beni sahilde de yalnız bırakmadı. Onları görünce biraz daha içimi çektim ve sakinleştim. Etrafımdaki herkese gitmesini söyledim ve sağ olsun gittiler. Baş başa kaldığımda kendimle gözlerim
32
doluyordu ama bu sefer sessizce ağlıyordum sadece deniz şahitti gözyaşlarıma. Serap’ı düşünüyordum, annemi ve kendimi her şey bombok olmuştu... Sahilde üç saat kadar oturduktan sonra annemin sesini duyarak başımı çevirdim. Hemen yanı başıma oturarak bana sarıldı. Annem hiç konuşmuyor sadece saçımı öpüyor ve kocaman sarılıyordu. Annemden çekinirdim ben ağlarken ama bu sefer çekinmemiştim. Yaşadığım onca şey, sanki çözülmüş, hayatta huzur bulmuş gibiydim. Annemle bir iki saat daha sahilde oturduktan sonra eve gittik. Paltolarımızı çıkarır çıkarmaz salondaki koltuklara oturduk. Annem elimi tuttu. -Ne oldu, benim güzel oğlum -... -Komşular haber verince aklım çıktı yerinden hemen koşarak geldim sahile. Anlatmayacak mısın, nedir seni üzen? -Anne, bana sakın kızma tamam mı? Ben patrona ne zaman sigortalı olacağımı sordum. O da tersleyince... Yani ben işi bıraktım ama sen üzülme, en kısa zamanda bulacağım yenisini. -Oğlum bu muydu? Ben biliyorum sen bulursun yenisini hem ben zaten o taksi durağını hiç sevmemiştim. -Ama iyi kötü para geliyordu anne. Ne yapacağız şimdi? -Bilmiyorum ki. Annemin elini ellerimin arasına alarak yüzüne baktım ve gülümsedim ;”Üzülme annecim” dedim. Anneme bir süre daha sarıldıktan sonra patates kızartmasını istedim. Evde patates kalmamıştı ve bende almak için dışarı çıkarken annem öteki eksikleri de yazdırdı. Elime market listesini alarak dışarı çıktım hem kafamı dağıtmak hem de bir iş bakmak istiyordum. Markette İsmet’in annesiyle karşılaştım. Kısa bir süre sohbet ettik. İsmet’in en geç 3 akşamda bir ailesini aradığını öğrendim oysa beni yalnız bir kere aramıştı. Şimdi ona nasıl da ihtiyacım vardı. İnsanları pek sevmeyen bir insan olduğum için kendime arkadaş olarak sadece İsmet’i saklamıştım oysa o şimdi yoktu. Alışverişimi bitirdikten sonra parasını ödedim. Cebimde yalnızca 162 lira kalmıştı. Bu para bizi taş çatlasın 2 hafta idare ederdi, en kısa zamanda bir iş bulmalıydım. Bunun için öncelikle benzin istasyonuna gidecektim. Belki beni yeniden işe alırlardı Annemle güzel bir kahvaltı ettikten sonra mutlu günlerden konuştuk. Bu arada ona ne kadar param kaldığını söyleme konusunda bir tereddütte düşmedim. Annemin 2 tane bileziği vardı ve bu paranın ben iş buluncaya kadar bize yeteceğinden hiçbir şüphem yoktu. Kahvaltımı bitirdikten sonra bir duş aldım ve oldukça şık giyinerek dışarıya çıktım.
33
* Artık baharın soğuk rüzgârları da kenti terk etmişti. Yaz, tüm ordularıyla şehri esir almış, yavaş yavaş ısıtıyordu. Bu havada montumu aldığım için bir an pişmanlık duydum ama bahar böyleydi herkes kolunda montuyla gezerdi. Mahallemizin çocukları çoktan futbol turnuvalarına başlamışlardı. Bazı evlerin camlarından çamaşırlar sallanıyor, bazı evlerin demir parmaklı pencerelerinde çıplak ayaklı çocuklar gofret yiyordu. Hayat, hiçbir zaman durmuyor ve her zaman kendi ritminde devam ediyordu. Hayatın böyle olduğunu gördüğüm zaman boşa üzüldüğümü düşünüyordum. Hayat, aslında metni elimize tutuşturulmuş bir oyun gibiydi. Bazen doğaçlama yapıp, senaryoyu inkâr etsek de oyunun bir bütünü vardı ve biz onu bozamazdık. Kafamda bu tarz düşünceler birbirlerinin peşi sıra gezinirken havaya düşen cemre de beni iyice hayata bağlıyordu. Biraz olsun neşelenmiştim. Benzin istasyonuna vardığımda siyah bir serçeden başka benzin alan araç yoktu. Müdürün, muhasebecin ve Selim abinin arabaları birbirinin peşi sıra dizilmişti. Pompaların olduğu yerden geçerek yazıhaneye gittik. Selim Abi, televizyona bakıyordu ve orada yalnızdı. Muhasebecinin ve müdürün odalarının kapısı kapalıydı. Selim abi beni görmemezlikten geldi. Ben ona bir kötülük yapmamıştım ama bana verdiği emeklerin boşa çıkmasından dolayı bana bir hayli kırgındı. Yanına gittim ve elimi uzattım. Elimi sıktı; -Hoş geldin -Hoş bulduk, abi nasılsın? -Ben iyiyim peki ya sen? Süzülmüşsün biraz, kilo mu verdin? -Biraz verdim abi -Ne yaptın, ne ettin? Buldun mu kafana göre bir iş. -Bulamadım abi, ben buradan çıkarak hata etmişim. -Bunu anlamana sevindim e nerde çalışıyorsun peki? -Çalışmıyorum abi, iş arıyorum. Buraya da onun için geldim aslında. -Mehmet, seni severim ama net olarak söylemem gerekirse bu kapı her gelene açık değil. Bir süre sessizlik oldu. Ben öylece duruyordum ve aklımda sadece bir an önce eve gitmek vardı. Ellerimi göbeğimin önünde kavuşturmuştum. Bir an önce çözmek, kapıyı açmak ve gitmek istiyordum ama belki bir mucize olur da işe alır diye bekliyordum. -Sen kendine başka bir iş bul. İyi çocuksun, bulursun. -Tamam, abi sağ ol yine de. Ben gidiyorum. Görüşürüz “Görüşürüz” dedikten sonra Selim abinin ne dediğini duymadan hızlıca odadan çıktım. Benzin istasyonuna dönme fikriyle dalga geçerken oradan uzaklaştım. Zaten burada mutlu olabilseydim hiçbir zaman ayrılmazdım. Yol beni nereye götürürse oraya gitmeye başladım. Bu sırada dükkanları süzüyor ve bir iş ilanı bakıyordum. Ayakkabı boyayan küçük çocuğu seyrettim uzun uzun. En kötü ihtimalle bende böyle olurdum. Bir yerinden tutardım hayatın sonra yakasına yapışana kadar, belki sıkıntı çekerdim ama o kadar güçlendikten sonra da her şey benimdi.
34
Saydıyla biten cümleleri terk ettikten sonra cüzdanımı yokladım. Evde yemek yapacak malzeme kalmamıştı ve alışveriş yapmak zorundaydım. Paramın yettiği kadar bir şeyler almak için Pazar yerine yöneldim. Yol boyunca bazı eleman ilanları gördüm fakat içeriye girip konuşmak bile istemedim; biri garsonluktu ki bu meslekle aram epey bir bozuktu. Bir ilanda bayan iç çamaşırı mağazasında depocu arıyordu... Annesinin elinden kurtulup da az geri de gördüğü oyuncağı almak isteyen bir çocukla çarpıştım pazara girerken. Burada inanılmaz bir telaş vardı. Meymenetli suratlı pazarcılar meymenetsiz suratlı insanlara mallarını satmaya çalışıyorlardı fakat müşteriler öyle bir inceliyorlardı ki bu işlerce çaylak olduğumu ilk bakışta anladım. Aslında utanmayıp, sıkılmayıp annemi azıcık parayla pazara göndermek bile daha iyi fikirdi benim buralarda dolanmamdan. İnsanlar bana çarparak yanımdan geçiyor ve bir özür bile dilemiyorlardı. Bir el arabası az daha ayağımı çiğneyip geçiyordu ve Pazar alanında annesini kaybetmiş bir çocuk gibiydim. Bu duruma bir son vermek için fasulyeciye yöneldim. “Ne kadar kilosu?” “ Yazıyor orada abi, 4 lira”. Bu üslubu hiç beğenmemiş ve başka bir fasulyeci aramaya başlamıştım ki hemen arkamda olduğunu fark ettim. “2 kilo verir misin?” “Hemen abi... 8,50 lira”. “Şurada ki 4’e veriyor ama.”. “Onla benim ki bir değil abicim beğenmiyorsan oradan al.” “Yok tamam tamam alıyorum”... Daha ilk aldığım şeye çok para harcamıştım. Bu kadar yüksek fiyatlarla evde tencerenin kaynaması gerçekten zor. Annem cep telefonumu aradı; -Oğlum -Söyle annecim -Neredesin, ne yapıyorsun? Eve ne zaman geleceksin? -Pazardayım anne ya geleceğim birazdan. -Heh, ben de sana yağ al diyecektim. Gelirken markete uğrar mısın? Hoppala paşam Malkara Keşan! Ben cebimde bulunan paranın en ince hesabını yaparken bir de yağ siparişi almıştım. Pazardan doğruca ayrıldım markete girdim. En ufak yağlardan almama rağmen 6,50 liramı da yağa vererek tam anlamıyla iflas bayrağını çekmiştim. Annem elimin kalabalık olmasını beklerken elimde sadece fasulye ve yağ vardı. Bu duruma mı üzülmüştü yoksa başka bir şey mi vardı bilmiyordum fakat oldukça üzgün görünüyordu. Montumu ve ayakkabılarımı çıkarıp içeriye girdim. Annemin bilezikleri sehpanın üzerinde duruyordu. Torbaları mutfağa koyduktan sonra, salona oturduk. Bir şeyler olduğunu anladığımdan anneme üst üste sorular soruyor fakat annem tüm sorularıma “sakinleş” diye cevap veriyordu. Ben de en sonunda sorularıma kırmızı ışık yakarak sakince açıklama yapmasını bekledim; “Oğlum, bunlar bileziklerim. Bugün eve aldıklarından da belli ki paramız iyice bitmiş. Sen bunları bozdur. Sonra da bu evi kiraya verip amcanın yanına gidelim. Sen orada çalışırsın.”. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Parasızlık, tüm sıkıntılara gebe bir kadın gibiydi. Ne zaman paramız bitse yeni yeni sıkıntılarla merhabalaşıyorduk. Annemin bana açıklama yapmasına müsaade etmeden koltuktan fırladım fakat annem ısrarla kolumu çekiştirerek bir şey daha söylemek istediğini söyledi. Bu sefer sesi sakin geliyordu ve konuşmaya başlamadan yutkunuyordu.
35
Söylenmesi daha zor bir şey söyleyeceği her halinden anlaşıyordu; “Başkasından duyarsan ya da görürsen falan bir delilik yapma diye söylüyorum. Serap’ı istemeye gelmişler dün. Çocuk bankacıymış...” lafının devamında neler dediğini duymazlıktan gelmiştim. Bu sefer öfkeyle yerimden fırlamak istemiyor aksine en ağır kütleli bir cisim gibi yerimde hareketsiz kalmak istiyordum. Her şey saçma sapan bir hal almıştı. İnsanlara anlatılacak acıklı bir hikâye gibiydi hayatım... * Annem alt katta el işi örüyor ben de odamın pencere mermerine dirseklerimi dayamış, kafamı avuçlarımın içine almış yıldızları seyrediyordum. Orion, tüm çalımıyla, şıklığıyla yine yıldızların en güzeliydi. Onu biraz birilerine benzetmeye falan kalkıştım ama ona haksızlık oldu bu yapamadım. Serap’ı aramakla aramamak arasında gidip geliyordum. Bir yandan arayıp hesap sormak bir yandan da aradığımda telefonda çaresizce susmak arasında sıkışıp kalmıştım. Sonunda en iyisinin Serap’ı aramamak, yıldızları seyretmek olduğuna karar vermiştim. Telefonum çalınca yerimden fırladım. Yatağın üstüne koyduğum telefonumda oldukça uzun bir numara yazıyordu. Sanırım arayan İsmet’ti. -Alo -Memo? İsmet ben -Vay sen beni arar mıydın paşam? Hayrola -Aradık işte, ne yapıyorsun? Sesin iyi gelmiyor bir şey mi oldu? -Neler olmadı ki? Hangi birini anlatsam kardeşim sana. Gittin de unuttun beni valla. Sen anlat, nasılsın nasıl gidiyor? -Kötü bir şey mi oldu? Serap’ın hikâyesini duydum annemden. Evleniyormuş galiba. Onun için mi üzgünsün? -O da var tabi kardeşim. Ajans işi olmadı. İşsizim, parasızım. -Çok üzüldüm kardeşim. -Boş ver, sen anlat sen de ne var ne yok? -Alıştım buraya. Ama bir şekilde geleceğim bu aralar. Geldiğimde görüşürüz kardeşim. Üzme kendini. İsmet, buralardan giderek kendi düzenini kurmuştu. Hayatta kazananlar köşesine geçebilirdi artık. İstediğini alanlar, mutlu olanlar, huzuru olanlar… Bense kaybedenler tarafındaydım. Bir risk alıp işimden ayrılmış sonra bu berbat duruma düşmüştüm. Yakın zaman önce öpüştüğüm sevgilim, başkasıyla evleniyordu. Kader deyip de köşeme mi çekilmeliydim? Peki ya Sinop meselesine ne demeli? Sahiden gitmeli miydik? İstanbul’da ki hayatım tamamen bitmiş miydi? Belki de gittiğimiz de annem huzurlu olurdu. Belki para kazanır dönerdim. Artık hiçbir şey düşünmemek istiyordum. Yatağa uzandım ve bir süre tavanı seyrederken düşüncesiz kaldım ya da kendimi kandırıyordum, hiçbir şey düşünmediğimi düşünüyordum aslında. Şu an kafamı dağıtmak istiyordum... Sağa doğru döndüm ve dizlerimi karnıma doğru çektim bir süre sonra da uyuya kaldım... * 3 Hafta sonra
36
Bazı günlerin bir kokusu vardır. Mesela pazartesi günleri buram buram mesai kokar, Salı günleri sıradanlık kokar, Çarşamba ve Perşembe de Cuma gibi biraz umut kokar. Pazar günleri kesinlikle annem kokar ve cumartesi akşamları kalbime inen koku yalnızlıktan başka bir şey değildir. Yalnızlık kokan günün üçündeydim. Şimdi koku genzime yapışacak kadar sertti; yalnızdım. Bugünü diğer kokulardan ayıran bir başka özelliği daha vardı; Serap sözleniyordu bugün. Ben bu kokuya bir isim koyamadım. Bana oldukça tuhaf geliyor ve bu yüzden onu açıklayamıyordum. Gerçi bu durum bugün pek de umurumda değildi. Annemin bileziklerini bozdurmuş ve paranın da sonuna gelmiştik. Annem, memlekete yerleşme planlarını benden gizliyordu fakat bavulunu gizleme konusunda başarılı olamamıştı ve bir kez de amcamla telefonda konuştuğunu duymuştum. Eminim, bana söylemek için gün kolluyordur ve ben bu yüzden anneme karşı hep somurtkan bir ifade takınıyordum. Bu ifade sayesinde, bu acı durumla yüzleşmekten kaçtığımı sanıyordum, belki de kendimi aptal yerine koyuyorumdur. Odamdan çıkıp aşağıya indim. Annem her zamanki gibi eline dantelini almış bir umut bana çeyiz hazırlıyordu. Ben evlenme denen kelimeyi tamamıyla lügatimden silip atmıştım. Yanından geçerek fiskosun üstündeki kül tabağını ve ayak tırnaklarımı kesebilmek için büyük tırnak makasını aldım ve yere oturdum. Annemle hiç konuşmadan tırnaklarımı keserken, iyi olup olmadığımı sordu ben de gayet iyi olduğuma benzer şeyler söylemeye çalıştım ve bir iki gereksiz konuşmadan sonra sağ ayağımdan en küçük parmağıma geldiğimde annem konuya girdi; -Oğlum, ben amcanla konuştum. Bize orada bir yer ayarlamış seni de yanına alacak. -Anne, ben gitmem oraya. -Ölelim mi açlıktan? Tamam, kendini düşünmüyorsun, başına buyruksun ama annenin hiç mi hatırı yok? Böyle durumlarda ne kadar haksız olursam olayım, avaz avaz bağırabilirim çünkü çaresiz kalmaya tahammülüm yok. Fakat bu sefer annemi anlamaya ve onun dediğini düşünmeye karar verdim. Dolayısıyla hemen parlamadım. Ellerimde ki tırnakları da kesecek kadar sustuktan sonra “Tamam.” Deyiverdim. Teslim olmuş ve çaresiz kalmıştım. Tırnaklarımı çöpe döktükten sonra üstümü giyindim ve dışarıya çıktım. Nasıl bir zamanlamadır bilemedim ama tam kapıyı çektiğimde telefonum çaldı. İsmet’in annesi arıyordu. Oldukça meraklı bir şekilde telefonu açtım; -Efendim Seher Teyze, -Kardeşim, benim ben İsmet. -İsmet? Neredesin? -Evdeyim, buldum bir yolunu geldim. Neredesin sen, bir görüşelim bakalım. -Şimdi dışarı çıktım. -Nereye gidiyorsun? -Hiç, takılıyorum öyle. Ne yapalım? Kaçta buluşalım. -Bizim evin önüne gel de çıkalım kardeşim. -Tamam, görüşürüz.
37
Şaşırmıştım. Haftalarca içime kapandıktan sonra eski dostumun sesini birden duymak ve birazdan onunla buluşabilecek olmam beni mutlu etmişti. Giderken gelmesinin zor olduğunu söylemişti fakat demek ki bir yolunu bulabilmişte gelmişti. Derdimi anlayabilecek birini bulabildiğim sevinçliydim. İsmetlerin evinin önüne geldim. Çağrı atmak için telefonu cebimden çıkardığımda camdan bana seslendi; -Sulu göz! Çocukluk arkadaşları insanın hayatından asla çıkarmaması gereken insanlardır. Çünkü onlar bazen upuzun bir ayrılığın ardından hatalarını tek kelimeyle telafi ettirirler. Sana öyle lakaplar takarlar ki kendini bir bok sanamazsın ve bu seni aslında özgür kılar. İsmet’in camdaki kafasını görünce bende ki tüm kırgınlıklar eriyip bitmişti. Pencereyi hızlıca kapatıp, normalden çok daha hızlı bir şekilde kapıya indi. Konuşmadan kucaklaştık. Biz kucaklaşırken, yalnızca bir kere aramasını, konuşmadan halletmiştik. İşte buydu çocukluk arkadaşlarını gerekli kılan, seni en iyi onlar tanır, onlar bilir ve sen en iyi onlarla huzur bulursun. Onca sıkıntıya rağmen, mutluydum. Öyle mutluydum ki ona neden geldiğini bile sormadım. Her zaman gittiğimiz parka gittik İsmet’le. Kimsecikler yoktu ve biz de rahat rahat konuşabilirdik. Gelirken bir paket de sigara aldık. Derin konular konuşacaktık ve benim buna aşırı ihtiyacım vardı. Biraz havadan sudan dem vurduktan sonra ana konuya getiren İsmet oldu. - Telefonda söylediklerinden sonra seni çok merak ettim. Ama üstüne gitmemek için bir daha aramadım - Bir sürü tatsız şey oldu işte. Hangi birini konuşsak ki - Serap işine çok şaşırdım. - Olan oldu kardeşim, durakta çalışıyorum diye vermedi babası. Sosyal güvencem bile yokmuş ki kızına nasıl bakacakmışım. - e abi tamam da Serap bir şey demedi. -Kızın tek istediği evlenmekmiş demek ki. Aman boşver Serap’ı şimdi-Ajans işi ne oldu peki? -Ne olacak, inekliğimle kaldım! O, bu, falan değil daha büyük bir sıkıntı var. Ben uzun zamandır işsizim ve annemin bilezikleri falan sattık o para da bitti. İş bulamıyorum kendime. Amcam yanına çağırıyor bizi. - Gidecek misiniz? - Ben gitmeyeceğim. - Nasıl? Anneni mi göndereceksin? - Bilmiyorum, İsmet ben çok sıkıştım. Ajanstan falan telefon bekliyorum ama aramıyorlar. Başka işlere girmekten yoruldum, usandım. Annem hasta, onu bu macerada daha fazla yoramam. Korkuyorum ona bir şey olacak diye. - Kadının senden başka kimi, kimsesi yok? Orada huzurlu olabileceğine emin misin? - İsmet bilmiyorum... İsmet’le uzunca konuştuk ve hiçbir sonuca varamadık. Ben içine düştüğüm durumdan bir türlü kurtulamıyordum. Sorunlarımla öylesine meşguldüm ki İsmet’in Almanya’da nasıl olduğunu sormamıştım bile. Araya sıkıştırdığı birkaç kelimeden anladığım kadarıyla gayet
38
mutluydu. İsmet’in evinin önünde vedalaştıktan sonra içimde garip bir şey oldu. Bir hiçliğe düşmüş gibiydim, birden kendimi ihtiyar gibi hissediyordum, sanki içimden çekilen bir şey vardı. Yalnızca köpek havlamalarının duyulduğu o sessiz gecede yolumu uzatarak Serapların evinin önünden geçtim. Odasının lambası hala yanıyordu. Tüle yansıyan siluetinden telefonla konuştuğunu anlayabiliyordum. Ne yazık ki telefonun diğer ucundaki ben değildim. O kendisi için yepyeni bir hayatın kapılarını sonuna kadar aralarken ben güzel sesli memur olmamaya karar verdiğim o sabahtan beri hayatımın en güzel günlerinin içine etme planımda sona yaklaşmıştım. Köpek seslerinin arka fonunda Arnavut kaldırımları ezen belki bir milyonuncu insandım, öylesine detayları düşünüyordum ki kendimi hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim. İçimde garipsediğim bir şeyler vardı. Bir türlü eve gitmek istemiyordum. Fakat kendimle inatlaşmayı bırakıp evin yolunu buldum. Annemin uyuduğunu bildiğim için kapıyı oldukça yavaş açtım. Ayakkabılarımı ayakkabılığa koyduktan sonra yukarıya çıkmaya giderken annemin koltukta olduğunu gördüm. Uyuya kalmış olacağını düşündüğüm için ürkütmeden uyandırabilmek adına yavaş yavaş yanına geldim. Öpmek için yanaklarına eğildim ve dudağımı tenine değdirdiğimde annemin buz gibi yanağını hissettim. “Anne, Anne” uyan diye bağırmaya başladım. Onu sarsıyordum, öpüyordum ama bir türlü uyanmıyordu. Eğildim, pamuk ellerinden öptüm uzun uzun. Ağzımdan salyalar yere doğru sarkarken ben yalnızca annemin adını sayıklıyordum. Başımı, hayatımın başladığı yere koydum; annemin karnına. Binlerce defa öptüm, yaşarken bile onu bu kadar kısa sürede bu kadar çok öpmemiştim. Sarıldım, kendime çektim ve en son dizlerimin üstüne düştük. Başım onun başıyla aynı seviyeye geldiğinde annemin kucağına kapandım ve yaşamımın başladığı yere dayadım başımı. Onca bağrış çağrışımdan sonra komşular eve girdi. Kollarımdan tutarak dışarı çıkarmaya çalıştı. Rastgele yumruklar salladım ve sonra da bayıldım... * 1 Hafta sonra Annemin cenazesinden sonra hiç konuşmadım. Acıktığımı da hissetmedim fakat İsmet ve annesi bir an olsun yalnız bırakmadılar beni. Zaten onlar olmasaydı açlıktan ölürdüm herhalde. Güzelim işimde gül gibi geçinip giderken bir hayal derdine düşmüştüm ve ömrümün en sert düşüşünü yapmıştım. Cebimdeki son paraları annemin cenazesine harcadığımdan sakız alacak param bile yoktu. İsmet’in Almanya’ya döndüğü gün intihar etme planları yapıyordum ama o benim yanımda kalmaya devam ediyor, Almanya’ya dönüşünü erteleyip duruyordu. Evi satmaya karar vermiştim. Kimseye bir şey söylemeden internete ilan verip, İsmet’in numarasını yazdım. Sonrasında ilanı ona gösterdim, ancak bu şekilde anlaşabiliyordum. Bugün evime almak isteyen insanlar geleceklerdi ve onlarla İsmet ilgilenecekti. 1 hafta sonra ki ilk konuşmam bu konuyla ilgili oldu: -Eğer adamlar evi beğenirse beni ararsın. Ben biraz sahile iniyorum. İsmet yüzlerce kelime söyledi ama hiç birini anlamadan dışarıya çıktım. Sahilde oturup düşüncesizce denizi seyrederken İsmet yanıma oturdu: -Evi beğenmediler. Sen de vazgeç satmaktan. Biraz sessiz kaldıktan sonra telefonum çaldı: -Mehmet bey -Evet? -İsmim Ceyda, Şans ajanstan arıyorum, buraya gelmeniz mümkün mü? Sizinle bir konu
39
hakkında konuşmamız lazım. -Nedir? -Başrollerinde Şener Şen ve Türkan Şoray’ın oynayacağı bir dizi için yönetmen sizinle görüşmek istiyor. -Figüran falansa ben... -Hayır, hayır sizi başrollerden birin de düşünüyor. Fakat öncelikle gelip görüşmeniz lazım ve birkaç deneme çekimi alacağız.
-SON-
40