Muhterem Okurlar, Elinizdeki sayımızın dosya konusu Şehir ve Şair. Şehir, en çok şaire yakışır. Bir ressam şehirliyse şehrin rengi, bir şair şehirliyse şehrin sesi değişir. Bu ittifakı bir kenara itelesek de şehre dair renk ile sesin nitelik ve nicelik açısından diğer yerleşim birimlerinkini üçe beşe katladığı gerçeğini bir kenara öyle kolay kolay iteleyemeyiz. Şehrin gittikçe yoğunlaşan, yoğunlaştıkça da giriftleşen ilişkiler ağında, vatandaşlıktan ötesi ve istatistiki verilere dâhilinden başka yönü olmayan bir insanın devinimi bile şehrin şairi için temadır. Caddeler, sokaklar, parklar, bahçeler, meydanlar, otobüs ve minibüs durakları, beklemeler, mesai çıkışları, köşe başı dilencileri şair için ilham perisidir. Çok katlı alışveriş merkezlerinin yürüyen merdivenlerinden çıkarak aynalı ve lambalı vitrinleri önünden geçerken cansız mankenlerin fısıltılarını da duyar. Orhan Veli’nin duyduğu ve gördüğü gibi: Dikilir köprü üzerine, Keyifle seyrederim hepinizi. Kiminiz çatanadır, kırdığı gibi bacayı, Şıp diye geçer köprünün altından; Kiminiz düdüktür, öter; Kiminiz dumandır, tüter; Şehir yazılmaya ne kadar müsait ve hazırsa şair de yazmaya… Gelecek sayımızın dosya konusu, “Şehir ve Kitap” Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet olunuz. Bizim Külliye
Şehir ve şair NAZIM PAYAM
K
ader denilen pusula Mevlana’yı Belh’ten, Şems’i Tebriz’den getirtip nasıl Konya’da buluşturduysa, keşke beni de üç günlüğüne de olsa eserlerini okuduğum o büyük dehaların şehirlerine götürseydi. Onlar, hangi atmosferin çocuğudurlar, duygu çıbanlarını kimler sıkmıştır? Boyunları neden kurgu düşlerinde asılı kalmış? Ayrıcalık şairde mi, şehir de mi? Bilmek, öğrenmek isterdim. Bu, hâlâ şiddetinden sarsıldığım bir arzudur. Kuşkusuz, hayatı kuşatan hâlleri sarsıcı öngörüleriyle anlatan o insanların mekânını yaşadığıma dair tanık göstermekten çekinmezdim. Kırk yıl önceydi, çarşılarında, camilerinde bir hizaya ve ruha dâhil edilen yerli güzelliklerimizin yüksek numunelerinden mülhem İstanbul’a ilk adımı attığımda, aklıma gelen Fatih’ti. Ama ben bu yeryüzü cennetini elimde “Kendi Gök Kubbemiz”le dolaşmış, semtlerin adını, hatırasını Yahya Kemal’in hülyasıyla anmıştım. Görmediğim, gezmediğim yer kalmasın, kuruntusundaydım: Yetmedi…
Anka, varlığını tescilleyip kendisine veya ilgisine bir yuva arasaydı her hâlde, hâlden anlayan İstanbul’u seçerdi. Yedi tepesinden birine konar, çöreklenir, hayat ağacını tüylerinin rengiyle süslerdi. İçindeki kuşları salıverip ruhunu kanatlandıracağı inancıyla ediplerimiz de öyle yapmıyor mu? 3
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
“Kandilli’den Çubuklu’ya çıktık gezintiye Yalnız kürek sadâsı gelen bir kayıktayız.” … “Birdenbire mes’ûdum işitmek hevesiyle, Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle” … “Git bu mevsimde, gurup vakti, Cihangir’den bak! Bir zaman kendini karşındaki rü’yâya bırak!” … “Elde bir kırmızı kâseyle ufuktan çekilen, Nice yüz bin senedir şarkın ışık mimârı Böyle mâmûr eder ettikçe hayâl Üsküdar’ı” … “Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye…” “Silkin ve sakin ol! dedim âvâre gönlüme.” Bugün değilse yarın, bu şehirde değilse bir başka şehirde aradığın en uzun, en içli, ölümsüz hikâyeyi bulur, kıyısından, köşesinden bir biçimde ona dâhil olursun. İlla İstanbul’da diyorsan, o başka. Ömrün oldukça uğrar, ararsın. İstanbul, şairler, yazarlar payitahtı. Daha nice edip, hatırasının nemli sayfalarını açmış seni bekliyor. Yalnız onlar mı? Divitinden mürekkep damlayan postnişin de… Münzevi günlerimde sezmiştim: İnsan mucizesini hiçbir müdahaleye dayanmaksızın huşuyla izleyen İstanbul’un bir başka büyüsü de herkesin geceye gömüldüğü saatlerde iki baş bir gönül olanlara uzlet zenginliği taşımasıydı. Burada gökten denize düşen yıldızlar, usul usul tepelere tırmanır, oradan kimsesizlerin, yoksulların evine, otel odalarına iner, selam verir, selam alır. Ardından, onları minaresinden, hisarından, çeşmelerinden akanla bir başlarına bırakır. Muhabbet, sabaha dek sürer. İnsana unutturulan şey uyumaktır. Hastası, elgini, ihtiyarı; tevekkülün edindirdiği uyumla bakar hayata. Yahya Kemal’in tespitidir: “İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul’un eski semtlerinden herhangi birini, mesela: Koca Mustâpaşa semtini yahut Eyüb’ü yahut Üsküdar’ı yahut da Boğaziçi’nin henüz millî hüviyetini muhafaza eden herhangi bir köyünü seyredince kat’i bir hüküm vererek der ki: “Bu halk bu iklimde ezelden beri sakindir ve bu iklime bu mimarîden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz.” Anka, varlığını tescilleyip kendisine veya ilgi-
sine bir yuva arasaydı her hâlde, hâlden anlayan İstanbul’u seçerdi. Yedi tepesinden birine konar, çöreklenir, hayat ağacını tüylerinin rengiyle süslerdi. İçindeki kuşları salıverip ruhunu kanatlandıracağı inancıyla ediplerimiz de öyle yapmıyor mu? Ahmet Hamdi Tanpınar da Yahya Kemal’le İstanbul’da buluşmuştu. Yahya Kemal, konuğunu uzun süre yanında tutmuş, yalnızca çeşme başlarında soluklanmak kaydıyla ona şimdilerde harap olmuş han, hamam, külliye ve kuleleri gezdirmiş, eski edebiyatımızda kısım kısım nadasa bırakılmış bu Müslüman Türk şehrini; İstanbul’u, bir bütün olarak ve yeniden fethedercesine işlemişti. Sonrası malum: Üstadın Aziz İstanbul’una karşılık Tanpınar’ın Beş Şehir’i… Eserini kalp yağmuruyla yoğuran, cümlelerini mazi ateşiyle pişiren, noktasını elmasla, alyansla süsleyen bu Yahya Kemal tilmizi, şehrengizler meclisine girdiğinde o vakte kadar üç beş semtin tapusuyla caka satanlar, usulca oradan ayrılırlar. Yine kapılar İstanbul’da açılmıştır. İstanbul yine sevdalı kalemlere serzâkirlik etmiştir. Ve yine Anadolu’nun yerine yakışan gürbüz kalemleri boş yerleri doldurmakta gecikmez. İşte “Uzun Çarşının Uluları”, “Altıncı Şehir”, “Yedinci Şehir”, “Kanatsız Kuşlar Şehri”, “Harput Şehrengizi”, “Geçmiş Zamanın Peşinde yahut Vaizin Söyledikleri”… Üstümüzden çıkardığımız ile üstümüze giyindiğimiz arasındaki fark, renkler solmayınca sezilmiyor. Ancak kabına sığmayan coşku daima yeniden doğar. Bizler mizacımızın bahşettiği zevk meşguliyetiyle toplumun bir parçası oluruz. Yeni, dediğimiz şeyler de bu zevk meşguliyetiyle topluma sızar. Yeniyi topluma sızdıracak şahsiyetli parçanın elzemi ise muhittir. Nice kalem erbabı, evvelinden oluşturulmuş muhitinin eseridir; hele taşrada! Taşrada erbabın inadı, ciddiyeti, ölçüsü ve bardağı taşırması evvelkilerden gelir. Sokağa, mahalleye, oradan şehre açılan pencereler zevke sindirilen merak ve heyecan iledir. Zaten istikbale emek sarf etmeye namzet yetenekleri, günübirlik uğraşlardan kurtaran da meraktır, heyecandır. Artık bugünün muhipleri, mazide kalan hayatın tarihini, musikisini, şiirini bir başka muhibbe ulaştıracak yolu bulmuşlardır.■
4
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
DOLDURDUM BARDAĞIMA BÜTÜN İSTANBULLARI
1. Bir şadırvanın yorgun gölgesinde Üşüyen erguvanlara düşüyorsa soğuk nefesim Kan ter içinde bekler adımlarım Halatı kopmuş vapurların güvertesinde Evleri devrilmiş bütün sokaklarda Islık çalmadan yürüyorum Sarmaşıklar arasından yükseliyor ayın on dördü Tunçtan sabahları özlüyorum döşümdeki atlasın Bu şehir beni hiç sevmedi Martılar ve güvercinler uğramadı çatılarıma Tuhaf bir ihanetle kucakladı minareler gölgemi Türküler söyleyen dudağımdaki taşlardan korudum Adımlarıma yapışan kaldırımları İstanbul çizdim avcuna yağmur bakışlı çocukların Her sabah kurşun kubbelerde gerinen güneşi tanıyorum Denize düşmüş ağlarda kıvranan istavritin sancısını Daracık sokaklardan ağzı açık caddelere akan Ürkek babaların şaşkınlığını Ağlamalarını anlıyorum hoyrat elde gün görmemiş annelerin İç denizinde boğulan tepelerini diri çıkmış sabahların Yüzü sızlayan İstanbul’u Şehre her girişimde bir İstanbul daha kalıyor geride Yaralanmış sevgililer yarım sesler kır kahveleri Sahilden bir yalı çekiyorum en olmadık yerlerde Kurt yeniği ahşaplar dökülüyor sırlı tarihinden dizelerin Eliböğründelere yaslanmış içli bir İstanbul türküsü 2. Şimdi dedim Lale zamanıdır Vurdum adımlarımı hırçın Marmara boyunca Birbirine benzeyen kahkahalar yükseldi çiçek tarlalarından Güneş kavuran surların gölgesinden geçtim Düştüm şerbet serinliği maviliğine dalgaların Utangaç sesiyle ısındım nargilenin marpucundaki közde 3. Tutsak Yedikule’de zindana iki sevgili Bu iki sevgili ki İstanbul kadar tarumar
5
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Gemiler dolusu şahmeran geçer sokaklardan Yahya Kemal’den şiirler dökerek kaldırımlara Kıyıya vuran sirenler ürkütür vapurlarını bile Pörsümüş dubalarını döver dalgaların inadı Kimde İstanbul olur mavnadan düşen balık Ve kimden sorulur cumbaların sessiz isyanı Bilirim nice yazlar geçer uzaktan el sallayarak Şebnem titrer lalenin savrulan yelesinden Uyur İstanbul’un bütün seyip yüzleri Yitik bir şiirde ancak bulurum yönümü 4. “bağlamaz firdevse gönlüni galata’yı gören” Ciğerlerine çekmişse İstanbul’un efsunlu dumanını Ve almışsa balkonlardaki menevişlerin işaretini Her âşık Şaşırır yolunu gidip durduğu sevgilinin Aydınlık ve karanlık birbirine tutunmuş Geçerken yüzlerce yıldır şadırvanlı sokaklardan Kızaran ufukla birlikte açarak gözlerini camiler Yani o Müslüman taşlardan yapılmış camiler Biraz daha İstanbul olur her gün doğuşunda
Bilirsiniz belki ancak şehir konuşur Geceyi gündüze bağlayan bütün zamanlarda Ay bölünmüş olsa da bıçak sırtlı minarelerle Canlı cansız ne varsa oturur yerli yerinde Dokunursunuz bazen şehrin alınyazısına Bilinmedik suçlar kuşatır küçücük dünyanızı İstanbul’da düşer sırrı bütün aynaların Ağrıyan coğrafyaların mehlemi saklıdır serviliklerde Çaresiz uykusundan bilerek uyanmaz Ayasofya Ve sürekli kanar maskelenmiş gözleri Kimse görmez Şifreli gözyaşlarıyla kovalar Cenevizli korsanları Ağlayan yanlarını saklayarak hepinizden Tan yeri evliya mezarları 5. Doldurdum bardağıma bütün İstanbulları İntihara meyilli bulutları sıkarak avcumda Yatıştırdım öfkeden kudurmuş yanlarımı Şimdi masmavi bir düşün tam ortasında Çiziyorum kadim hüsranlarını kilitsiz hisarların Ve oturup çarmıhtaki Boğaz’a karşı Ağrıyan yanlarından seviyorum İstanbul’u
ÖZCAN ÜNLÜ
6
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
JULIET’İN BORDO ELBİSESİ Annesi seçerken kumaşını Juliet hiç oralı olmadı Bordo ipek mermer masadan kalktı Masa da: mermer ve pirinç dikkatli okur Saçlarını tararken hizmetçi, başka günler elbisesini giydirirken Juliet aynı Juliet mi Ağzını bıçak açmaz (Shakespeare İngilizcesinde yoktur bu deyim Anlatanın tasarrufu, ha tamam) Diken istenilen günde bitirdi Annesinin dileği Juliet kan içinde, kara içinde, sarı içinde Elbise bordo, kurdele, neşe içinde Bir parçası balkonda takılı kaldı gece Juliet bilir mi, bilmez Kalbi malum, aklı korku, umudu çirkin cüce Arkası kin, önü karanlık En çok sen sobelenirsin Juliet Romeo’yu öyle görünce Bordo elbise zehir oldu Juliet’e Bunların tamamı ve daha fazlası Aslı’nın bir düğmesi değil midir?
SEVAL KOÇOĞLU
7
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
MUSTAFA SİNAN KAÇALİN* ile dil üzerine
Bugünkü bir Rus genci bundan yüz sene önceki bir Rus romanını okuyor mu? Evet, okuyor. Biz Leskofçalı Galib’i okuyabiliyor muyuz, okuyamıyor muyuz? Asıl problem budur. Bir kere Türk olmayı kültür manasında reddetmeyi bir marifet biliyoruz.
TANER NAMLI
Hocam, öncelikle bir dil âlimi olmanız ve elbette Türk Dil Kurumu Başkanlığı göreviniz dolayısıyla Türkçenin bugünkü sorunlarını tespit etmenizi isteyerek sohbetimize başlamak istiyorum. Türkçenin sorunu yok. Türkçeyi konuşanların sorunu var. Türkçenin konuşulmasında, Türkçeyi kullananlar arasındaki başlıca sorun, bilgiyi bizlere dışarıdan taşıyan çift dilli mütercimlerden kaynaklanıyor. Asıl problem budur. Herkes belediyenin hassasiyetini dil kurumuna mal ediyor. Ne olacak bu sokaklardaki tabelalar!... Haftada bir aynı soru, aynı dikkat. Bu aslında dikkatsizlik ve bilgisizliktir. Ve dert yananın kendisi de yabancı tabelalı mağaza açıyor, ilgi gördüğünü söylüyor ama bunu yine sorun gibi görüyor. Sorun bu değil. İki sorun var: Birinci sorun, mütercimlerimizin dili bozuk. İkinci sorun, Türkler olarak Türkçe konuşan, Türkçe yazan atalarımızın metinlerini okuyamama
Mustafa Sinan Kaçalin 1957 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. 1990 yılında doktor oldu. 1983-1990 yıllarında Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi bölümünde görev yaptı. 1987-1989 arasında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Macaristan’da Lóránd Eötvös Üniversitesi Türk Dili Kürsüsünde Türkçe okutmanı olarak görevlendirildi. Aynı sürede Szeged József Attila Üniversitesi Altayistik Kürsüsünde çalıştı. 1989’de Marmara Üniversitesindeki görevine döndü, 1994-1999 arasında yardımcı doçent unvanıyla öğretim üyesi olarak çalıştı. 1998’de doçent oldu. 1998’de Marmara Üniversitesi Türkçe Eğitimi Bölümü öğretim üyeliğine getirildi. 2000-2002 yıllarında Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümünde misafir öğretim üyesi olarak görev yaptı. 2006 yılında Profesör oldu. 2010 Şubat 25-Temmuz 11 tarihlerinde Pekin Minzu Üniversitesi Uygur Dili ve Edebiyatı Fakültesinde Karahanlıca, Harezmce ve İslam kültürü ve dilinin Uygur diline tesiri konularında yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Hâlen Türk Dili Kurumu Başkanlığını yürütmektedir.
* Türk Dil Kurumu Başkanı
8
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
kere Türk olmayı kültür manasında reddetmeyi bir marifet biliyoruz. Eskiden lafıyla birçok şeyi reddetme durumuna girdik. Eskiden diyerek araya çizgi koyuyoruz, yeni abuk sabukluğu ikame ediyoruz. Mesela, fersûde kâğıt diyoruz. Affedersiniz ne dediniz, diyor. Kullanılmış kâğıt deyince anlıyor. Fersûdeye ne oldu da kullanmıyorsun. Mükerrer nüshaları şuraya ayır diyorsun, ne diyorsunuz diyor. Ne oldu? Nerde sıkıntı var? Niye mükerreri kullanmıyoruz? Tekrarlı mı diyeceğiz yani? Yineli nüsha mı diyeceğiz? Benim atamın kullandığı bir dil bu. Ben önce atamdan, anamdan bu dili öğreniyorum. Sonra kalkıyorum, ayaklarım yere bastığı zaman diyorum ki, benim atam bu dili bilmiyordu ve bu dili değiştiriyorum. Geçmiş olsun. Yaşam diye bir kelime çıktı. Yaşamaktan yaşam diyorlar, peki kanamaktan kanam var mı? Denemekten deneyim var. Ama yaşamaktan yaşayım yok. Masa başında uydurulmuş, türetilmiş bir kelime. Hiçbir Türk’ün konuşmadığı bir kelime. Bizi ne Doğu Türkistan’la ne Batı Trakya’yla bağlantı hâline sokmayan acayip bir ucube. Kullanıyorlar, kullandırıyorlar. Burada bir yanlışlık var, düzeltelim diyorsun artık yerleşti diyorlar. Peki, hayat kelimesi yerleşti de, ona yerleşti demiyorsun da son on senedir yerleşmiş olan yaşam kelimesine niye yerleşmiş diyorsun. İnsanın önce yaptığımız mesleğe saygısı olur. Bir şey söylendiği zaman mesleğe hürmeti olur. Diyorsun ki burada bir yanlış var, sana sormadım diyor. Tamam, bana sormuyorsun ama benim dilimi konuşuyorsun. Yaşam diye bir kelime yok. Doğal diye bir kelime yok. Doğmaktan doğal varsa, gitmekten de gidel diye bir kelime olmalı. Doğmaktan doğal varsa eğer, gidel ne demek, gelmekten gelel ne demek? Asıl problem, atamızın dilini ve kendimizi reddetmektir. Hele bazı Türkçe eğitimcileri. Bir şeyler konuşuyorlar, anlayamıyoruz. İşitsel, görsel… Yahu bir kumaş ya yünlüdür ya pamukludur. Ona göre onu sıcak suya sokarsın, yoksa büzüşür, acayip bir şey olur. Şimdi bu kelime fiil mi isim mi? İlk önce onu anlayalım. Bu ek isme mi geliyor, fiile mi geliyor? Fiile de getiriyorlar, isme de getiriyorlar. Öyle şey olur mu ya? Görmekten görsel ama kamudan kamusal. İsme de gelen fiile de gelen ek olmaz. Geçmiş olsun diyorum tekrar. Bu Türkçeyle bir şey olmaz. Türkçe bitirilmiştir.
cehaleti içindeyiz. Başka sorun yok. Dilde yozlaşma bahsinin amaca hizmet etmeyen, sun’î birtakım tartışmalar etrafında döndüğünü söyleyebilir miyiz? Bu bir sosyal problemdir. Ben bir şey biliyorum, insanlarımız da farkına varsın, şuurlanalım diye bazı konular gündeme getirilir. O ayrı mesele. Konuyu gündeme getirdiğini sanan kişi, konunun yirmi beşinci kere gündeme getirildiğinin farkında değil. Uyuyarak gündeme getiriyor meseleyi. Tabela meselesini anlatıyoruz. Yirmi gün sonra, ne olacak bu tabelalar, bu sokakların hâli. Bir hafta sonra yine aynı soru. Sorduğu zaman dinlemiyor, bir başkasının sorduğunu da takip etmiyor. Tabelaları belediye ruhsatı engeller. Biz ne yapabiliriz ki. Size şöyle söyleyeyim. Siz gıda uzmanısınız diyelim. Tıp fakültesinde çalışıyorsunuz. Gıdaların içine bozulmayı engelleyici ilaç katıldığında, bunun sağlıksız olduğunu biliyorsunuz. Çorba, sulu yemekler, sağlıklı yemekler yenmesi gerekiyor; tost, gazoz gibi şeylerle beslenmek iyi değildir, bunu biliyor ve söylüyorsunuz. Çocuğun biri şişman, bu hastalığın içine girmiş, böyle beslenmekten dolayı vücut dengesi bozulmuş; bir elinde gazoz, bir elinde kaşarlı tost. Bak evladım, yeme, diyor musunuz ya da deme yetkiniz var mı? O da diyor ki, sana ne amca, canım böyle istiyor. Ben beslenme hekimiyim, dikkat etmek zorundasın deseniz, amca, işine git demez mi? Aynı şey dil noktasına gelince, ne olacak sokaktaki tabelaların hâli, nereye gidiyor bu dilimiz. Çok köylüce ve amiyane bir şekilde, bu dil nereye gidiyor diyorlar. Bu dil nereye gidiyor biliyor musunuz: Senin ağzındaki dil iyi bir yere gidiyorsa, bu dil iyi bir yere gider. Sen başkasıyla uğraşma, kendinle uğraş demek lazım. Tekrar başa dönüyoruz. Asıl problemimiz, bize bilgiyi taşıyan mütercimlerin dilinin bozuk olmasıdır. İlk problemimiz bu. İkinci problem şu: Biz atalarımızı reddediyoruz. Sözlüğe bakmadan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın hayattayken yazdığı bir metni okuyabilen insanı şimdi bulamazsınız. Hüseyin Rahmi çok eski değil. Bugünkü bir Rus genci bundan yüz sene önceki bir Rus romanını okuyor mu? Evet, okuyor. Biz Leskofçalı Galib’i okuyabiliyor muyuz, okuyamıyor muyuz? Asıl problem budur. Bir 9
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Bitmiştir demiyorum, bitirilmiştir… Bu yanlışlıkların düzeltilmesi mümkün görünmüyor mu? Konuşanlar düzeltsinler. Silahla, emir komutayla düzelmez. En güzel Türkçe, köyde konuşulan Türkçedir. Köydeki Türkçeye saygılı olacağız. En güzel Türkçe eski Türkçedir. Eski Türkçeye saygılı olacağız. Köyde hangi nine, oğlum askere gitti de epeydir iletişemedim, ah bir iletişsem diyor? Hangi nine böyle konuşuyor? Türkçenin estetiği, zarafeti de kayboluyor. Türkçe maalesef bitti, yok artık. 1930’dan önceki hangi metni koysak, sözlükle okuyamıyorlar. Hiçbir Türk devletinde okul diye bir kelime yoktur. Herkes mektep der. Mektebe ne oldu da mektebi attık dilimizden. Attırdılar. Onu bir anlayalım önce. Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan mektep diyor. Bir Türk birliği kuracağız diye bir yaygara tutturuyoruz. Hiçbir Türk’ün kullanmadığı Türkçeyi kullanıyoruz. Hangi Türk dilinde doğal var? Ondan sonra diyoruz ki ne olacak bu Türkçemizin hâli. Ya sen, Türkçeyi yatırıp besmelesiz kesmişsin. Sonra diyorsun ki bu et yenir mi? Kesen sensin, karnı aç olan sensin, cevabı sen vereceksin. Ama denetim Türk Dil Kurumu’nun vazifelerinden değil mi?
Türk Dil Kurumunun böyle bir yetkisi yok. Asayişin korunması savcılığın vazifesidir. Suçu savcılık takip eder, polis değil. Ama biz savcı emriyle hareket eden polisi zannederiz ki suçu takip ediyor. Hâlbuki polis de savcı emrindedir. Türk Dil Kurumu ne yapacak? Ey Türkler! Türkçeyi güzel kullanın mı diyecek? Aynı zamanda problem yayın organlarında, televizyonlarda. Reklam çıkıyor, koşul diyor. O reklamı hemen keseceksin. Nasıl kullanırsın koşul kelimesini? Türkçe değil. Müdahale edebiliyor muyuz? Hayır, edemiyoruz. Türkçeye büyük hizmetler eden mahallî dergilerimiz var. Bir asır öncesinden bugüne Genç Kalemler, Küçük Mecmua dergileri gibi. Sadece edebiyatımıza, kültürümüze değil dilimize de önemli katkılar sağladılar, sağlamaya devam ediyorlar. Taşra dergilerinin üstlendikleri vazifeler hakkında kanaatleriniz nelerdir? Halk evlerinin çıkardığı dergiler gibi… Bunlar iyi ve güzel adımlardır. Ben genelde eskiyle uğraşıyorum, yeniyi zaruretten takip ediyorum. Şunu söyleyebilirim, abuk sabuk yazmak insanı meşgul eder, yazmakta da emek ve seviye olacak. Emek ya bilgi açısından ya sanatkâranelik açısından olacak. Mahallî dergiler her yerde çimenlik her yerde temiz su gibidir. Her yerde bu
10
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Mahallî dergiler her yerde çimenlik her yerde temiz su gibidir. Her yerde bu güzellikler olmalı. İnsanlar 20 kişilik, 30 kişilik mahfiller oluşturuyorlar. Kendi faaliyetlerini icra ediyorlar. Bunlar çok elzemdir. Bu musiki olabilir, edebiyat olabilir. Bunları çok takdir ediyorum. Ama kalite her zaman olmalıdır. güzellikler olmalı. İnsanlar 20 kişilik, 30 kişilik mahfiller oluşturuyorlar. Kendi faaliyetlerini icra ediyorlar. Bunlar çok elzemdir. Bu musiki olabilir, edebiyat olabilir. Bunları çok takdir ediyorum. Ama kalite her zaman olmalıdır. Kurumun bu dergileri taltif etmesi gerekmez mi? Sadece maddi anlamda değil, kurum nasıl destek olabilir kültür ve edebiyat dergilerine? Bu çok güzel bir şey. Böyle yapmamız lazım. Niye yapamadık? İşte, kurumun kanunu çıkmadı, kurum şöyle bir rayına oturamadı gibi birtakım problemlerle karşılaşıldı. Mesela sadece belge vererek maddi destek verilmez. Benim şahsi kanaatimce taltif edilmelidirler ve kurum olarak da buna sıcak baktığımızı söyleyebilirim. Kültür hayatımızda Divanü Lügatit Türk’ü yazan Kaşgarlı Mahmut ve onu tekrar hayatımıza kazandıran Ali Emiri Efendi gibi insanlar yetiştirmişiz. Günümüzde de böyle üretici ve nakledici insanlara muhtacız. Bu dil şuurunu ve edebiyat sevgisini yeni nesle nasıl sevdireceğiz? Osmanlı kaside yazana para ödüyordu. O adam caizeyi aldığı zaman, o kışı çıkarıyordu, onunla yaşıyordu. Kilisli Muallim Rifat merhuma Keşfüzzunun’un yeni baskısını hazırlatmışlar. Maarif Vekâleti bu işte Kilisli Muallim Rifat’ı tavzif edelim demiş. Karşılığında da şu konağı veriniz. Bugünkü hâliyle konak dediğimiz şey bahçeli villa. Villada kaç kişi oturuyor, hepimiz apartman dairelerinde oturuyoruz. Eğer rahat ve büyük bir apartman dairesini öyle bir evin bugünkü karşılığı sayarsak, adam beş sene çalışıyor ve bunun kar-
şılığında bir ev alıyor. Bugün adam bir meslek sahibi ama üç senede beş senede bir evi alamıyor. Osmanlı, bir ev alacak parayı, dili kullanan sanatkâra aktarıyordu. Bunun karşılığı bugün şu: Tebrik ederiz, kazandınız, iki yüz elli bin liralık çekinizi size takdim ediyoruz. Bu işlerin karşılığı olmasın mı? Akıllı zekâlı çocuklar mimar, mühendis olacak. Ondan sonra arta kalan ikinci tabaka çocuklar sosyal bilimleri seçecek ve bu sosyal bilimlerin karşılığındaki taltif ücreti de asgari ücret olacak. Sen de bu adamdan başarı bekleyeceksin. Böyle bir şey olmaz. Rağbet ve taltif olacak. Eğitimimize sıra geldiği zaman maalesef para yok. Mütercim Asım’ın Kamus’u, iyi bir kitaptır diyoruz ama çocuk hocam satılmıyor, diyor. Satılmıyorsa, ben vermeliyim. Sınıfımda kırk kişi varsa, kırk tane Mütercim Asım’ın Kamus’u olmalı. Dekanlıkta bunun tahsisatı olmalı. Sen kimya bölümüne şu tozdan, tuzdan alıyorsun, tıp bölümüne aletler alıyorsun, ama Mütercim Asım’dan kırk tane kitap alırken kırk dereden su getiriyorsun. Nasıl olamayacağını, tahsisatın olmadığını, bir tane kitabın yeteceğini, bizden başka da bu kitabı isteyenin olmadığını, bu kitabın fotokopisinin olup olmayacağını söylüyorlar. Bana işimin nasıl yapılamayacağını anlatıyorlar. Ondan sonra da diyorsunuz ki bu işi nasıl başaracağız? Elimizin altında hiçbir sözlük ve kıymetli eser yok. Sadece filan yayınevinin bastığı bir Türkçe sözlük. Sonra bununla Türkçemizi ilerleteceğiz. Mümkün mü? Değil tabi. Paranın biraz da kültüre akıtılması lazım. Hocam, Bizim Külliye dergisi adına teşekkür ederiz.■
11
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
M. KAYAHAN ÖZGÜL ile edebiyat ve şehir üzerine
Klasik edebiyatımızdaki şehrengizleri, bir toprağa verilmiş şehir olma beratları diye anlıyorum. Şehr’in şöhret’le bağını biraz da buralardan hareketle kurmak mümkün oluyor. Gerçek şehir, kendisine has kültürünü yaratan ve bu kültürü devletinin medeniyet hazinesine ekleyebilendir.
A. FARUK GÜLER
M. Kayahan ÖZGÜL 1961 Ankara doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümünde lisans, Gazi Üniversitesinde lisansüstü eğitimini tamamladı. Hâlen Gazi Eğitim Fakültesinde öğretim üyesidir. Yayınlanmış çalışmalarından bazıları: Halid Fahri Ozansoy, Hayatı ve Eserleri (1986), Hersekli Ârif Hikmet, Hayatı ve Eserleri (1987), Leskofçalı Galib, Hayatı ve Eserleri (1987), Yenişehirli Avni, Hayatı ve Eserleri (1990), Türk Edebiyâtında Siyâsî Rûyâlar (1993, 2004), Resmin Gölgesi Şiire Düştü-Türk Edebiyatında Tablo Altı Şiirleri (1997), Helvacı-zâde Muharrem Hasbi, Hayatı ve Eserleri (1998), Osman Nevres, Hayatı ve Eserleri (1999), Kandille İskandil (2003, 2013), XIX. Asrın Benzersiz Bir Politekniği: Münif Paşa (2005), Dîvan Yolu’ndan Pera’ya Selâmetle-Modern Türk Şiirine Doğru (2006), Seke Seke Ben Geldim (Sekmeler-I ve II) (2008), Son Jön Türk Kalesi: Ahmed Kemâl Akünal (2010), XIX. Asrın Özel Bir Edebiyat Mahfeli Olarak Encümen-i Şuarâ (2012), Babille Ebabil (2013)...
Modern Türk edebiyatı üzerine yapmış olduğunuz çalışmalarınızı çok kıymetli buluyor ve bunlardan istifade ediyoruz. Çalışmalarınızda ediplerimizin mekânla, şehirle ilişkileri üzerine tespitlerinizi ifade ediyorsunuz. Şairlerin, şehirleriyle ve şehirlerle olan münasebeti hakkında bize neler söyleyebilirsiniz? Aman efendim, çok lütufkârsınız. Aklım erse ve gücüm yetse, bir kıymet ifade edecek çalışmalar yapmak isterdim. Kıt bir kabiliyetle ancak bu kadarı yapılabiliyor. Yine de iyi niyetiniz için teşekkür ederim. Şehir dediniz, değil mi? Şehir çok önemlidir; zira şehir umrandır, umran da medeniyet... Şehirleşememiş kavmin kültürü olur da medeniyeti olmaz. “Medenî” olmak, “medîne”si, şehr’i olmaktan geçer. “Şehr” kelimesi Farsça da olsa, bir yandan “şar” ile akraba, diğer yandan “şöhret” ile köktaş gibi görünüyor gözüme... Siz şehri alır veya kurarsınız; sonra da şehir sizi koynuna alır ve yeni baştan kurgular. 12
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Abdülhak Hâmid gibi söylersem, “bedevî” ile “medenî”nin farkı işte buradadır. İlki tabiata râm olur, ikincisi şehre... Medenîleşme’nin bir tarifi de insanın tabiata hükmünü geçirme isteğinde galebe çalmasıdır ve şehir, tabiat güçlerini yenerek yahut dizginleyerek ortaya çıkardığımız mekândır. Bu manasıyla şehir, tabiata karşı kazanılan savaşın zafer tâkıdır. İyi de şehri kuranların zaten şehir kuracak kadar medenî olduklarını düşünmek daha doğru olmaz mı? Gelenekli çağlarda kimse şehir kurmamıştır. Bir yerin iklimini, suyunu, toprağını, istihkâmını beğenir; kabilenizi ve hayvanlarınızı oraya getirip binalarınızı dikersiniz. Evlerden başlayarak ihtiyacınızı karşılayacak mektep, mescit, pazar gibi mekânları da inşa edersiniz. Lâkin ortaya çıkan sadece bir köy olur. O mütevazı yerin sakinleri, medenîleşme yolunda verdikleri mücadeleyi köylerine yansıttıklarında, köy yavaş yavaş gelişmeye başlar. Yanlış anlaşılmasın, köyün umranca gelişmesinden bahsediyorum; nüfusunun artmasından değil... Aleve gelen pervaneler gibi, şehirleşme ışığı taşıyan yere zaten insanlar akacak ve nüfus fırlayacaktır. Geçen yıl, otomobilimin radyosundan kulağıma çalınan bir şarkıda, Büyüyünce şehir olur köyler Köylüler de şehirliler deniyordu. İnanılmaz cehalet! Her civcivin büyüyünce mutlaka hindi olacağını söylemek kadar aptalca değil mi? Hayır efendim, her köy büyüyünce şehir olamaz; belki kasaba olur, hatta kent de olur; fakat şehir olmak başka donanımlar taşımayı gerektirir. “Şehrî” olmanın kendine has prensipleri vardır; hele “hemşehrî” olma bilincini aşılamayan hiçbir kent şehir değildir. Bugün adı “büyükşehir belediyesi” olan pek çok yerde şehir kültürüne tesadüf etmek mümkün değilken, bir avuç sakiniyle şehir olmayı başarmış pek çok yer biliyorum. Sözün gelişi, Damat İbrahim Paşa’nın Muşkara’yı “Nevşehir” adıyle mamur etmesi, orayı şehir saymak için yeterli midir? Bunun Batman veya Düzce’nin il yapılmasından ne farkı var? Bir coğrafyayı kent yapan, vali tarafından yönetilmesi olabilir; ama, bir kenti şehir yapan, medenîleşme
mücadelesidir ve onun tarihî etkilerini görebilmek için büyük kalabalıklara da ihtiyaç yoktur. Şehir, bir mahallin mülkî-idarî adı değil; tarihî ve antropolojik kökleri olan bir kültürel toplaşmanın mekânda beliren medenî sistematiğidir. Hiçbir zaman şehir sayılamayacağını bilmeme rağmen, benim gözümde ve gönlümde Harput’un her zaman bir şehir olması bundandır. Bir köyü medenîleştirip şehir yapanlar, yetiştirdiği yöneticileridir, kanaat önderleridir, feylesoflarıdır, mimarlarıdır, sanatkâr ve zanaatkârlarıdır; fakat son noktada, artık bir şehir olup olmadığını belirleyen turnusol kâğıdı şairleridir. Ne zaman ki şairler, içinde yaşadığı yere methiyeler düzmeye başlamış; bilin ki, orası ya şehirdir ya da şehirleşme yolunda ilerlemektedir. Klasik edebiyatımızdaki şehrengizleri, bir toprağa verilmiş şehir olma beratları diye anlıyorum. Şehr’in şöhret’le bağını biraz da buralardan hareketle kurmak mümkün oluyor. Gerçek şehir, kendisine has kültürünü yaratan ve bu kültürü devletinin medeniyet hazinesine ekleyebilendir. Viyana ekolü, amel-i Dımışkî, Parisienne hayat, Erzurum barı, Horasan erenleri, Londra Kulesi, Kayseri mantısı, sebk-i İsfahânî, Uşak halısı, Nişâburek makamı gibi bir şeyler... Şehirle şairin ilişkisi simbiyotiktir. İlk adımda, şairi şehir yetiştirir, şehri de şair büyütür. İkinci adımda, şairi şehir büyütür, şehir de şairi ölümsüzleştirir. Sonuncu adımda ise, şair şehirde ölür; şehir de onu ölümsüzleştirir. Siz, hiç köyünden çıkmadığı hâlde, kıymeti İstanbul’da da bilinen, edebiyat tarihlerine girmiş bir şair hatırlıyor musunuz? Soruyu tersine çevirerek de sorabilirim: Siz, köyünü terk etmemiş mükemmel bir şairin, İstanbul’un üçüncü sınıf pespaye şairlerine olsun tercih edildiğini hiç gördünüz mü? İyi de bunu şehir kültürünün baskınlığıyla mı açıklamalı? Hayır, şehirlerin şiir kültürünün de Âsitâne’nin şiirine bağlanma gayretleriyle açıklanmalı. İstanbul herkes için modeldir. Şehirler İstanbul’a gıpta eder; şehirliler İstanbulluya... Anadolu’dan, kızına İstanbul, oğluna Üsküdar adını vermiş birkaç aile tanıdım; hatta oğlu-
13
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Siz, hiç köyünden çıkmadığı hâlde, kıymeti İstanbul’da da bilinen, edebiyat tarihlerine girmiş bir şair hatırlıyor musunuz? Soruyu tersine çevirerek de sorabilirim: Siz, köyünü terk etmemiş mükemmel bir şairin, İstanbul’un üçüncü sınıf pespaye şairlerine olsun tercih edildiğini hiç gördünüz mü? nun adına binalar diken bir müteahhidin Üsküdar Apartmanı’nda oturmuşluğum da var. İstanbul bir zamanlar Türk’ün kızıl elması idi, sonraları da “aksâ-yı emel”i olmayı hep sürdürdü. Bir yerlerde “İstanbul’dan bakınca her yer taşra görünür ama, taşradan bakınca İstanbul içre görünür” demiştim. İstanbul, sadece İstanbulluya nikâh düşmeyeceğini düşünüp güzelliklerini de sadece ona göstermeye hazır bir nâzenindir. Taşra şehirlerinin onunla ilişkisi, sonu hiç mutlu bitmemiş ve bitmeyecek bir gül-bülbül hikâyesi... Ona benzemeye çalışmazsanız sizi mahremi yapmaz; lâkin ona benzerseniz de kötü taklidi olduğunuzu düşünüp burun kıvırır. Dedim ya, müşkülpesent bir nâzenindir. Şair olarak ondaki gelişmeleri takip eder, onun meselelerini meseleniz bilir, yeniliği onda görür, İstanbul Türkçesi ile yazarsınız; yine de yaranamazsınız. Çok uzağa gitmeden, Bizim Külliye’ye bir bakın. Bir Elâzığ dergisinde Elâzığ pek az; ama her satırında İstanbul’un entelektüel dikkatleri, poetik meseleleri, dili, kültürel zenginliği var. Öyle ama... Affedersiniz, niyetim gayet hâlisane... Sözlerimden bu durumu eleştirdiğim manasını çıkarmayın lütfen. Bin yıllardır hep olagelen budur. İster Yenice-i Vardar’da yaşasın, isterse Bağdat’ta, gelenekli edibin kıblesi de hep İstanbul’du. Güçlü bir kırılma yaşanmadıkça, şimdi de bu durumun değişmesi için bir sebep yok. Mahallî şehir kültürleri elbette önemlidir; lâkin o kültür, tabii merkez olan İstanbul’a bağlandığında daha da önemlidir. Çaylar ırmağa, ırmaklar denize kavuşmalıdır. Umman nehirlerle beslenir beslenmesine de bunu hiç itiraf etmemek meşrebi gereğidir. İstanbul,
asırlar boyunca, kocaman bir Türk coğrafyasından akan kültürel zenginliğin bütün hamulesini taşır. Genelleyerek konuştuklarımızı biraz daha daraltalım ve Yahya Kemâl’le İstanbul örneği üzerinde konuşalım. Yahya Kemâl’in şiirlerinde İstanbul’a, İstanbul’un semtlerine ve bu semtlerdeki mimariye, sanat eserlerine karşı bir hayranlık duygusu ön plana çıkıyor. Bu hayranlık duygusu, bu mekânların ve eserlerin fiziksel güzelliklerine olduğu kadar, arka planda, tarihî ve kültürel özelliklerine yönelik olarak da kendini gösteriyor. Ayrıca İstanbul’dan hareketle bütün bir Türk coğrafyasının medeniyet tarihini onun şiirlerinden okumak mümkün. Yahya Kemâl›in «şehir”le olan münasebetini nasıl bir çerçeveye yerleştiriyorsunuz? Yahya Kemâl şair olmaktan önce, bir şehir adamıdır, hatta “şehir-adam”dır; hayatının dönem noktalarını Üsküp, Paris, İstanbul, Varşova, Lizbon, Madrid, Karaçi gibi şehirler belirler. Doğduğu topraklar hariç, hepsi de nehirlerin beslediği umman şehirler... Sözgelimi, mebusluğunu yaptığı Urfa, Yozgat, Tekirdağ gibi şehirler onun hayatında bir kilometre taşı olmayı başaramazlar. Aynı şekilde, Ankara da onun için bir şehir değeri taşımaz; çünkü resmen bir şehir sayılsa da henüz şehir kültürü olmayan bu kasaba, şairi hiç etkilemez. Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü sevdiğini söylediğinde, hiçbir Ankaralı çıkıp da “Biz de en çok, Yahya Kemâl’in İstanbul’a dönüşünü seviyoruz.” demez. Niçin? Çünkü Türk medeniyetinin Kâbe’sini sevdiği için bir şairi suçlamak kimsenin aklından geçmez. Da-
14
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
hası, Ankaralılar da ondan farklı düşünmezler. İstanbul’un şehrengizini de Yahya Kemâl yazmıştır denebilir. Yahya Kemâl de İstanbul’un turnusol kâğıdıdır. Şehre ve onun temsil ettiklerine körlemesine bir hayranlıkla bağlı değildir; kendince sevme sebepleri ve bu sebepleri doğrularken şiirin çok dışına taşan bir sistematiği vardır. İstanbul’u bir laboratuvar nesnesi gibi semtlerine parçalar, ayrıştırır ve her parçasını aynü’lyakîn bilmek için, o koca gövdesini ayaklarına ve bastonuna yükleyip kilometrelerce yürümeyi göze alır. Tarihî yarımadayı Topkapı surlarına kadar dolaşır; Anadolu yakasını sahil boyunca karış karış bilir. Şehri bir bilim adamının titizliğiyle incelerken, tarihi, coğrafyası, sanat tarihi, sosyal ve demografik manzarası gibi pek çok farklı unsuruna soğukkanlılıkla yanaşır. Nihayet, son hükmünü verdiğinde de hayranlığını şiirleştirir: “Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer” Turnusol kâğıdı artık muhabbetin rengini almıştır. Yani Yahya Kemâl’in İstanbul sevgisinin akılcı, hatta ilmî bir yanı olduğunu mu söylüyorsunuz? Evet, tam olarak bunu söylüyorum. Şairimiz, asla gözüne perde inmiş romantiklerden olmamıştır. Sevgisinde hem tutkulu hem temkinlidir. Teslim olurken bile şuurludur. Ondaki, “niçin” sorusuna rahatça verilecek cevapları
olan bir sevgidir. İstanbul’u da biraz böyle sever; önce aklı, sonra kalbiyle... Mütareke yıllarının Dârülfünûnunda şairin talebesi olan Tanpınar, onun sınıfta coğrafya ile tarihi birleştiren bir milliyet anlayışı telkin ettiğini söyler ki, bu anlayışın mikro örneği de İstanbul’dur. Şair, İstanbul’u Roma’nın üstüne kurmuş olmamızın tarihte “muzâaf bir kıymet”i olduğunu düşünür. Aksaray, Çarşamba, Karaman (şimdiki Fatih) gibi ayrıştırdığı semtlerin her biri, Osmanlı coğrafyasının dört bucağından getirilerek iskân edilen Türklerden oluşturulduğundan, İstanbul’u “bütün vatanın muhassalası” yahut Banarlı’nın deyişiyle “Türkiye özeti bir belde” olarak görmek için iyi sebepleri vardır. Dolayısıyla, İstanbul’u sevmek, onda vatanı sevmeye eş bir mânâ kazanır; her semt milliyetimizin birer timsali olur. Öyle sinmiş ki vatan semtine milliyyetimiz Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz. Yahya Kemâl’in tümevarımcı metodu, İstanbul’u semtlerine göre parçalara ayırır. Şair “Türk İstanbul”da, “Bir semtten diğerine geçerken, bir yıldızdan diğer yıldıza geçmiş kadar başkalık duyulurdu.” diyor. Ona göre “Koca Mustâpaşa” tâ fetihten beri “mü’min, mütevekkil, yoksul”, ama “hüznü zevk edinenler”in yaşadığı semt olduğu için sevilmelidir. Eyüp, her adımda ahireti hatırlamamızı sağlayan bir “ölüm şehri”dir. Mimar Sinan’ın “kemâl merhalesinde binâ ettiği” Süleymaniye Câmii “milliyetimizin en büyük âbidesi”dir ve adını verdiği semti de kendine benzetip âbideleştirir. Anadolu ve Rumeli hisarları Türk’ün gücünü, Topkapı surları ataklığını, Küçüksu ve Göksu neşesini, Kâğıthane Deresi zevkı ve şevkı ifade eder. Üsküdar ise, İstanbul’un fethinin şahidi olduğu için, gıpta edilmeğe lâyıktır. Gerçi şair, köhne Üsküdar’ın dost ışıklarına hep karşı yakadan bakmıştır; ama yine de kendini Üsküdarlılara pek yakın hisseder.
15
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Gönlüm, dilim, kanım ve mizâcımla sizdenim, Dünyâ ve âhirette vatandaşlarım benim. “Yeni Bir Ufuk” yazısında, İstanbul toprağının her köşesinde Türk ruhunun bir başka safhasını bulduğunu söylerken gayet samimidir. Bir seferinde Kanlıca için “Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa” derken, bir başka seferinde de bütün İstanbul için “Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer” demekte... Tarihten, dinden, sosyal hayattan, mimariden hareketle semt semt yaptığı yorumların tümevarımcı terkibinden çıkardığı nihaî hüküm budur işte... Yahya Kemal’in şiirlerindeki şehir imgesi ile divan şiirinin şehir imgelerini mukayese edecek olursak ne tür benzerlikler ve farklılıklar görebiliriz? Bu soruya okurlarınızı sıkmayacak ve derginizin hacmini aşmayacak bir cevap vermem hayli zor. Aklımdan geçenleri iyice budayarak söylersem, klasik şiirde şehir değil de, şehrin kartpostalı vardır; hani bir tepeden çekilmiş ve üzerinde “şehrin manzara-i umûmiyyesi” yazan kartlar vardır ya, işte onlar gibi... Şehrin kuşbakışı coğrafyasını, nirengi noktası olacak aslî binalarını tespit edebilirsiniz; ama hepsi o kadar... Bu bir şablondur; her şiirde Boğaz’ı, koyları, dereleri, semtleri, sarayları, camileri bulabilirsiniz; lâkin eksik kalan, şairin bu manzarayı gözleriyle tararken şehrin ruhunu da yakalaması ve kendi ruhuyla kaynaştırmasıdır. Denizden her şair bahseder; önemli olan o denizde İstanbul’un karakterini, karakteristiklerini fark etmektir ve klasik şiirde XVIII. asra kadar eksik olan da budur. Bir şiirden İstanbul’un adını çıkarıp Trabzon’u veya Antalya’yı yazdığınızda da okurun garipsemediğini görüyorsanız, o şiir İstanbul’un denize akseden ruhunu yakalayamamış ve geleneğin mazmunlarında boğulmuş demektir. Her şehirde bir “Ulucâmi” veya bir “Câmi-i Kebir” bulunur; aslolan, şiirde onu şehrin ve sakinlerinin ruhuyla beraber vererek temyiz edebilmektir. Bunu Bursa’da bir şadırvan, Sivas’ta “emmilerim sadaka” diyen çocuklar gerçekleştirebilir. Demin de söylediğim gibi, şehrengizler ve şehir medhiyeleri birer medeniyet beratı oldukları için, şair de şehirdeki um-
ran zenginliğini göstermekle yetinir; beldenin karnesini çıkarır gibi... XVIII. asırda İstanbul’un sadece umumi manzarası verilmeyip, insan unsuru fark edilmeğe, şehrin nefes alışı, kalp gibi atan ritmi de hissedilmeğe başlanır; lâkin, şairin kendini şehirle birlikte düşünmesi ve şehre dair özel hissiyatını, gözlemlerini aktarması için hâlâ çok erkendir. Doğrusu istenirse, şehirle böyle unanimist bir ilişki kurabilecek şairin “şehir-adam” olması gerekir ve bunun için Yahya Kemâl’e kadar beklenmesi gerektiğini söylemek mübalağa olmayacaktır. Harp edebiyatı hariç, gelenekli Osmanlı şiirinde tarih yoktur; öyleyse, şehre tarihin penceresinden bakan şair de yoktur. XIX. asra kadar fert yoktur; demek ki, şehrine şairin şahsî bakışı vardır ama, ferdî bakışı yoktur. İnsanlar arasında hemşehrilik varsa da şairle İstanbul’un hemşehriliği yoktur. Bütün bu yoklar, Yahya Kemâl’le var’a dönüşür. Osmanlı’da mevcut olan emperyal milliyet fikri, şehri de kozmopolit dokusu ile önemser ve tebaayı oluşturan unsurların oluşturduğu renk skalasını şiirde de görmekten memnun olurdu. Yahudi tüccar, Arnavut ciğerci, Rum meyhaneci, Lâz kayıkçı, Ermeni sazende, Çerkes seyis, Arap münadi, Gürcü çoban şiirlerde yerini bulurken, şehrin naturasını tamamladıkları düşünülürdü. Yahya Kemâl ise, böyle bir terkip peşinde değildir; İstanbul’da sadece Türk’ün medeniyet yaratma gücünü görür ve gösterir. “Farz-ı muhâl olarak, Türklüğün, yeryüzünde, güzellik nâmına, başka bir eseri olmasaydı, yalnız bu şehir onun nasıl yaratıcı bir kudrette olduğunu isbât etmeye kifâyet ederdi.” deyişi, şiirinde de yansımalarını kolayca bulacağımız millî bir duyuşu ve duruşu işaret eder. Son dönem Türk şiirinde, “şehir” kavramının şair lügatindeki karşılığını, çağrışımlarını nasıl izah edebilirsiniz? Yahya Kemal’in “şehir” imgeleriyle yakınlık kuranlar var mı? İnsan değiştikçe, şehri de değiştiriyor, şehir algısını da... Üsküp’ten çıkıp da İstanbul âşıkı, tarihçisi, seyyahı, şairi olabilen bir delikanlıyı artık yetiştiremeyiz. İstanbul’a taşradan çok daha fazla insan geliyor; fakat, medeniyete
16
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
koştuğunu farketmeden... Bin yılların şehrine, Türk’ün mukaddes toprağına ayak bastığını hatırlayan yok. Şehre râm olmaya gelmeyince, filmlerde gördüğümüz o sahne tekrarlanıyor. Başında kasketi, elinde tahta bavulu, sırtında yorganı bağlı genç, bir tepeden İstanbul’a yumruğunu sallayarak “Seni yeneceğim İstanbul!” diye nârayı patlatıyor. Nasıl yendiği malum... Türk’ün yarattığı en büyük şehir kültürüne dâhil olacağına, onu kendine benzetmeye çalışarak... İstanbul’un yerlisi ise, artık yerlilik şuurunu kaybetti. Her adımında İstanbul’un bir değerini yıkarak, toprağını kirleterek yaşıyor. Kendi şehrine bir turist kadar yabancı ve bir turistten daha ilgisiz... Son araştırmalardan biri, sakinlerinin %80’den fazlasının İstanbul’da yaşamak istemediğini; buna rağmen, tasını tarağını toplayıp İstanbul’a göçenlerin sayısının da katlanarak arttığını ortaya koydu. Bu perhiz-lâhana turşusu ilişkisi, İstanbul’un şiirini de derinden etkiliyor. Sevmediğiniz birine güzelleme değil, sadece hicviye yazarsınız. İçgüveyisi girdiği bu şehri tanıdıkça seveceğini düşünenler ise, onun millî ve tarihî ruhunu keşfetmek için çabalamaktansa, kaşına gözüne şiir düzmeyi yeğliyorlar. Evet, yeni şiirin İstanbul’la kurduğu ilişkinin böyle patolojik bir yanı olduğunu düşünüyorum. Ya kupkuru bir İstanbul coğrafyası ya soğuk bir mekân düşkünlüğü ya da sulandırılmış insan manzaraları... Bir tarihte, Adam Yayınları’nın Beyoğlu’ndaki binasının altıncı kat penceresinden bakan Memet Fuat, Metin Eloğlu’nun “Le Grand Parmak la Porte”si ile Küçük Parmakkapı Sokağı’nın arasında geçit olarak kullanılan hanın adını çıkaramaz. Turgay Fişekçi, Afrika Pasajı olduğunu hemencecik söyleyiverir; çünkü İlhan Berk’in Pera’sından okumuştur. Bir şiir kitabı şehir rehberine dönüşmüşse, ört ki ölem! Entelektüel endişelerle İstiklâl Caddesi’ne hapsedilmiş bir İstanbul şiirini reddediyorum. Bir bayram sabahında, Süleymaniye’de namaz kılarken koca bir tarihi hissedecek, ceddiyle buluşacak, imanı tazelenecek başka şairler beklemek için artık çok mu geç kaldık dersiniz?
Kalbini İstanbul’un kalbine yaslamış, ruhunu onun ruhuna mezceden üç beş şairimiz hâlâ çırpınıp durmakta... Ne çare ki, onların da toz duman arasında sesleri boğulup gidiyor. Bu şartlarda, şiir-şehir ilişkisinin ancak taşranın kadim şehirlerinde doğabileceğine ve yaşatılabileceğine olan inancım tazeleniyor. Ruhunu kaybetmemiş şehirlerin, ruhunu kaybetmemiş şairlerini ümitle, heyecanla takip etmeye çalışıyorum. İşte onlarda Yahya Kemâl’den izler bulmayı umduğum oluyor. Taşra şehirlerinin mümtaz şairlerinden, Yahya Kemâl’in şiirlerine benzer bir İstanbul meclubiyeti değil, bir şehre nasıl yaklaşılacağının metodolojisini öğrenmelerini bekliyorum. Tanpınar’a Beş Şehir adlı abide kitabı yazdıranın, biraz da şair hocasından kaptığı o metod bilgisi olduğunu sanıyorum ve günümüz şairlerinin de kendi şehirlerine yönelirken aynı tekniği kullanabileceklerini, benzer bir laboratuvar çalışması yapabileceklerini düşünüyorum. Meselâ, zamanın mimariye giydirdiği kisve için “millî peyzaj” tabirini kullanan Yahya Kemâl’in bu dikkati, kadim taşra şehirlerine yönelik olarak niçin tekrarlanamasın? Dadaş, efe, gakkoş, ede gibi şehriyle ruhu kaynaşmış insanlar var olmayı sürdürdükçe, millî peyzajın poetik zemine taşınarak estetize edilmesi her daim mümkündür. Yahya Kemâl’in Hiçbir zaman kader bizi senden ayırmasın mısraını kendi şehri için söyleyebilecek daha çok şair, Anadolu’nun dört bir yanından niçin çıkmasın? Yahya Kemâl’in bir şiirinden iki mısraı birleştirerek söylersem, Bir gün dönüş olsa âhiretten İstanbul’a dönmek isterim ben deyişi, her şairin inanarak kendi şehrine uyarlayabileceği bir dilek olmayı niçin başaramasın? Şiirimizde İstanbul’u yitirmeye başlamamız, köklü şehirlerimizin yükselişine niçin dönüşemesin? Ha o diyar, ha bu diyar!... Ha bu di, ha bu di, ha bu diyar! Hocam, Bizim Külliye dergisi adına teşekkür ederiz.■
17
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Şehir kültürü ve şiir VEFA TAŞDELEN
Giriş
Şehir, kültürün ve medeniyetin oluştuğu yerdir; göçebelikten kurtulmanın, toprağa bağlanmanın ileri aşamasıdır. Şehri oluşturan unsurlar, kültürü ve medeniyeti de oluşturan unsurlardır. Şehir, tarihiyle, eğitimiyle, kütüphaneleriyle, güvenliğiyle, adalet sistemiyle, bir düzeni ifade eder. Ve tabii ki, incelmiş davranış birimlerini, geleneği göreneği. Şiir ve şehir ilişkisini incelemek, temelde şiir ve mekân, şiir ve kültür ilişkisini incelemektir; şiirin oluşumunda şehrin, şehrin oluşumunda şiirin etkisini incelemektir. Bu tür bir araştırma içine girmek, şiirli şehirlere ve şehirli şiirlere doğru bir yolculuğa çıkmaktır. Ama bütün bunlar, şiirin taşrada, köyde, kırsal kesimde olmayacağı anlamına gelmez. Şiir, şair neredeyse oradadır. Şiirin vatanı, şairin gönlüdür, benliğidir. O, bir hapishanede de olsa, ölümsüz eserler üretebilir. Bir kültür ortamı olarak şehir, pek çok yönden şiir için uygun bir ortamıdır. Şair şiiri, şehir de şairi doğurur, besler, büyütür, olgunlaştırır. Bunu şiirin kökenine de indirebiliriz. Şiir, dünyayı, insanı ve evreni anlamada, bilim ve felsefe yokken de vardı. Dolayısıyla o, insanın deneyim, birikim ve bilgisini ifade etme araçlarından biri olarak, Vico’nun dediği gibi, hikmetin, bilgeliğin ilk ifade biçimini de oluş-
turur. Şiirin bu çok eski tarihi, şehri kuran, yasaları koyan ve geliştiren bilincin içinde vardır. Hatta bu bilinci oluşturan yapıdadır. 1. Bağlanma Biçimi
Şehir, yerleşmenin, bir yere ait olmanın, kendini bir yere ait kılmanın ifadesidir. Ona ulaşabilmek için, evden, mahalleden, köyden, kasabadan evrilerek geçmek; şehrin kültürünü, geleneğini, görgüsünü ve varoluş biçimini almak gerekir. Bu nedenle şehir sadece fiziksel bir mekân değil, yaşayan bir ruhtur da. Geçmiş zamanların birikimini kendinde barındıran, kültürün, asaletin, görkemin, zarafetin, nezaketin, ötekine ulaşma isteğinin ruhudur. Bu anlamıyla kültürü ve medeniyeti yaşayan, üreten, çoğaltan bir yapıdadır. Şehirler varoluşun ileri formudur; çünkü orada, İbn Haldun’un da işaret ettiği gibi, bir hukuk ve düzen vardır. Herkes her şeyi değil, belli bir işi yapar. Kişiler kendi güvenliklerini ve kendi adaletlerini kendileri sağlamazlar; onu daha üst bir kuruma devretmişlerdir. Bu da örgütlenmenin oluşmasına neden olmuştur. Yine kendi eğitimlerini kendileri sağlamazlar. Bir üst organizasyon içinde mektep, medrese, okul, üniversite gibi kavramlar da oluşmuştur. Şehir demek, çeşitli kültürlerin, bilgilerin birbirine karıştığı, fikirlerin düşün-
18
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
celerin harmanlandığı mekân demektir. Şehir, eğitim ve kültür kurumlarıyla sanatsal ve entelektüel birikimin de merkezi konumundadır. Büyük şehirler büyük kültür merkezleridir. Bu nedenle şehirler şiirin yurdudur. Şehir, duygu ve düşüncelerin inceldiği, sözün zarafete büründüğü, estetik bir nitelik kazandığı, sadece anlatmanın değil aynı zamanda güzel anlatmanın da önem kazandığı, sadece söylemenin değil güzel söylemenin de değer arz ettiği, sadece yaşamanın değil güzel yaşamanın da anlam kazandığı, yemenin içmenin bile sanata ve estetiğe büründüğü bir yerdir. İnsani ilişkilerin formal, ancak rahatsız edici olmayan bir tutuma dönüştüğü bir yerdir. Şehir kültürü sözün ve duyguların işlendiği bir ortamdır. Sözcüklerin duyguların işlendiği bir ortamdır. Bağdat, Şam, Kudüs, Mekke, Semerkant, Tebriz, İsfahan, Buhara, Konya, İstanbul, Kahire, Şam… Atina, Roma, Venedik, Paris, Londra, Berlin… ve diğerleri… Şehirlerin bir tarihi olmalı, bir geleneği olmalı, bir havası ve yaşama biçimi olmalı. Hayat, günübirlik esen rüzgârlar gibi esip geçmemeli sokaklarından. Anıtsal yapıları, mabetleri, eğitim kurumları, sanat merkezleri olmalı. Şehir, bu kurum ve merkezleriyle şehirdir; düzeniyle, ahengiyle, sosyal ilişkileriyle şehirdir. 2. Şiir ve şehir
İnsan şiir söyler. Çünkü insan insana, insan doğaya, insan kendisine ve nihayet Tanrı’ya özlem duyar, güzel ve içtenlikli bir sözle yaklaşmak ister. İnsan şiir söyler, çünkü güzel söze eğilim duyar. İnsan şiir söyler, çünkü kendisi de bir sözdür. İnsan şiir söyler, çünkü varlığın anlamını sözde bulur. Şiir, içten bir yakarıştır, içten bir sesleniştir. Şiir, bir değer olduğu kadar değer de vermektir. Bir güzellik olduğu kadar, güzelliğin kıymetini de bilmektir. Hem seslendiği kişiye, hem söylediği söze, hem yaşanan güzelliğe, hem hissedilen anlama övgüdür. İnsan, şiirle, neyi anlatırsa anlatsın, kendisinden, kendi dünyasından haber verir. Kendisini, kendi halini beyan eder. Şiirde dile gelen, insanın dünyasıdır. İnsanın acıları, sevinçleri ve varoluş durumlarıdır. Şiir, insanın yalın halidir, sözün
yalın halidir, varoluşun yalın halidir. Şiir, en son söz, en son durumdur; sözün ve varoluşun indirgenemeyen halidir. Adeta herkesin, “ben de böyle derdim!”, “bu, ancak böyle söylenebilir” diyebileceği bir şeydir. Şiir ve şehir ilişkisine gelince: Bir şehirli şiirler vardır, bir de şiirli şehirler. Şiirli şehir, şiirin yaşandığı, paylaşıldığı, önemsendiği, üretildiği yerdir. Şiirli şehir, şairin evidir; orada itibar görür, orada rahat eder, orya yerleşir, kalbini oraya adar. Bu şehirlerde şiire özel bir önem verilir, insanlar konuşmalarını mısralarla, beyitlerle süslerler. Duygularını, düşüncelerini, yaşantılarını şiirlerle ifade ederler. Birbirlerine şiirlerle bakarlar, birbirlerine şiirlerle ulaşırlar. Tebriz, İsfahan, İstanbul, Bağdat, Şam, Kahire, bu şehirler arasındadır; Roma, Floransa, Paris, Londra, Viyana da. Dünyanın büyük şairleri, bu şehirlerden çıkmıştır. Şiir sanatıyla uğraşmak, gelenek haline gelmiştir adeta. Bu şehirlerde şiir, bir estetik, bir bilgelik, bir eğitim ve iletişim biçimine dönüşmüştür. İnsanlar acılarını, sevinçlerini şiirlerle ifade etmişlerdir. Nüktelerini şiirlerle, düşüncelerini, deneyimlerini şiirlerle ifade etmişlerdir. Bayramlarını, yaslarını, yenilgi ve zaferlerini şiirlerle ifade etmişlerdir. Şiir, bir faydadır, ancak doğrudan bir fayda değildir. Bir eğitimdir, ancak doğrudan bir eğitim değildir; duyguların estetik terbiyesidir, benliğin güzellikle yoğrulmasıdır. İçin güzelleşmesidir, hislerin arınmasıdır. Güzelliğe duyarlı olmak, güzelliği hissetmek, yaşamak, üretmek ve onu sürekli kılmaktır. Böylece içsel yaşantı, bedenin ham ve doğal yapısından kurtularak estetik bir derinlik kazanır. Güzellik sadece bedende değil, içte de, benlikte de, zihinde de yaşamaya başlar. Şehir kültüründe şiirin, şiirde de şehir kültürünün zarafeti vardır. Bazı tür şiirler vardır ki, toprağı şehirdir onların; ancak şehirde ortaya çıkabilirler, ancak bir şehir ortamı içinde varlık kazanabilirler. Doğa ve kültür arasındaki orantı, şiirin karakterini de belirler. Her kültür, doğadan kopmadır. Şehirleştikçe doğadan daha da çok, daha çok uzaklaşır insan. Şehirleşmenin derecesi, doğaya olan yakınlığımızı da belirler. İleri bir şehir kültüründe yaşıyorsak doğaya daha uzak bir
19
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
mesafede bulunuruz. Bu yalnız fiziksel açıdan böyle değildir, bilinç açısında da böyledir. Peki, doğadan daha çok uzaklaşan, doğa ile kendi arasına daha çok mesafe koyan insan, şiire daha yakın bir mesafede mi bulunur; bu söylenebilir mi? Tabii ki, konuyu farklı şiir türleri açısından değerlendirmek gerekir. Şöyle ki: “Türkçede Şiirin Yüklemi Sorunu” başlıklı makalede, Türkçenin ifade imkânları arasında, iki tür şiir biçiminin ortaya çıktığını, bunlardan ilkini, yüklemi “söylemek” olan, “bir söylem(e) biçimi olarak şiir”, ikincisini ise yüklemi yapma, yazma, düzme ve kurma olan “bir inşa biçimi olarak şiir” olduğunu söylemiştik. Temelini şiir tekniğinde bulan, “bir inşa biçimi olarak şiir”, şehirli, eğitimli ve kültürlü bir şiirdir. Bu şiir türünde, şiir bir sanat olarak ortaya çıkar. Belli bir kültür, eğitim, bilgi ve gelenek üzerine inşa edilir. İlhamı dışlamamakla birlikte, sözü, bir bilgi, deneyim, ustalık ve teknikle kullanmayı, şiiri kurmayı ve yapmayı ifade eder. Okumanın yazmanın ürünüdür. Bu şiir biçiminin en yetkin örneği olan divan şiiri, duruma göre birden fazla yabancı dil bilmeyi, farklı dillerde şiir inşa edebilmeyi gerektirir. Bu nedenle “inşa şiir”, yapılan, kurulan estetik bir nesne olarak bir şehir kültürünün şiiridir. Onda eğitim, bilgi, kültür, estetik ve sanat olma bilinci en üst seviyededir. Bu özelliği ile divan şiiri, şehirli şiirdir. Onun şiiri farklı dillerde kurma çabası, sadece bir eğitim olayı olarak görülemez; aynı zamanda şehrin kozmopolit yapısının da bir gereğidir. Zira şair, şiirini farklı dillerde kurarken, şehirli olma bilinci içinde aynı şehri, hatta aynı dünyayı paylaştığı diğer insanlara ulaşma amacı da güder. Bu onun evrensel bir duyarlık içinde olduğu anlamına gelir. Şiirin doğaya yakın kısmında ise, şiiri doğrudan bir sanat biçimi olarak değil, gündelik hayatta eğitici, öğretici ve yol gösterici bir işlevle düşünen “bir söylem(e) biçimi olarak şiir” yer alır. Bir söyleme biçimi olarak şiirde, şiir işlevsel değerdedir. Şair de yerine göre bir öğretmen, ahlakçı, din adamı, filozof, rehber ve terapist görevi görür. Bu şiir biçimi, gündelik hayattaki karşılığı ile ele alınır. Sanat olma bilinci geri plandadır. İlham ve içten söyleyiş öne çıkar.
Halk şiirindeki yalınlık, sadelik, doğallık, işlevsellik, eğiticilik, etkileyicilik, bu “doğal unsur”la açıklanabilir. “Söylem(e) biçimi olarak şiir”, halk içindeki hikmetin, ortak bilinçte yoğrulan bilgeliğin taşıyıcılığını da yapar. Bu nedenle aşina bir sestir; eğitici, öğretici ve yol gösterici bir niteliktedir. Sanat olmaktan ziyade zanaat olmaya yakındır. Bu şiir biçimi daha çok taşrada, ana şehrin dışında, oradaki otantik köy-kasaba kültüründen de beslenerek, belli bir hikmet ve bilgelik geleneği üzerinde, sözün işlevselliğine yönelik bir ifade tarzı benimser. Şiiri ilham üzerine, içe doğuş üzerine kurar. Sözgelimi, şiir öyle bir şey olmalı ki, sürüp giden bir kavgayı, bir savaşı sonlandırabilmeli, dinleyen kişi bir hayat dersi alabilmelidir. Bu şiir biçiminde, söz etkilidir. Zira şair onu kendiliğinden söylemez, söylettirildiğini düşünür; kendisini yüce ilhamın aracısı olarak görür. Şiiri bir sanat olarak değil, içinde belli bir anlamın, içeriğin, ötelerden gelen kutsal esinin bulunduğu ifade biçimi olarak görür. Onun içeriğini, okunarak, düşünerek, kurgulanmış ifadeler oluşturmaz. Kalbe doğuşla gelen ilham oluşturur. Bu özelliği ile gönülden gönle akmayı hedefler. Doğal ortam duyguların da doğal yaşandığı bir ortamdır. Bu nedenle daha sıcak, daha içten ve daha yakıcı söyleyişleri vardır. Büyük ve antik şehirler, Braudel’in de dediği gibi genellikle su kenarlarına kurulmuştur. Ya bir nehir, ya bir ırmak geçer içlerinden, ya da bir yanlarını denize dayamışlardır. Nil, Fırat, Dicle, Ren, Sen, Thames, Tuna, Volga nehirleri etrafında kurulan şehirler, bu tür şehirlerdir. Büyük ve antik şehirler, ipe dizilen tespih taneleri gibi akarsuların kenarlarına dizilmişlerdir. Almanya’ya, Rusya’ya, Mısır’a, Türkiye’ye, Irak’a, Suriye’ye, İngiltere’ye, Fransa’ya ve dünyanın diğer yerlerine baktığımızda bu gerçeği görürüz. Sen nehrinin içinde aktığı Paris’i düşünelim, Nil’in hayat verdiği Kahire’yi, Ren nehrinin geçtiği Düsseldorf ’u, Heidelberg’i, Diclen’in içinden aktığı Diyarbakır’ı, Bağdat’ı… İstanbul’un içinden nehir değil, deniz geçer; üç deniz birbirine kavuşur. Trabzon, ruhunu Karadeniz’den alır. Bütün denizlerin kıyıları, birer liman ve ticaret kenti olarak, bir
20
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
oya gibi büyük şehirlerle süslüdür. Neresinden bakarsak bakalım, şehirlerin kaderi, su ile yazılır. Şehrin su ile ilişkisi, sadece insanların yaşam standartlarına değil, onların kültür ve göreneklerine, giderek şiirin oluşum sürecine de yansır. Nehirler, şairlerin şiirlerinde yer alır. Denizler, şairlerin şiirlerinde yer alır. Şiir, deniz, ırmak, nehir, doğa; bütün bunlar akraba kelimelerdir. Yahya Kemal’in şiirlerini düşünelim: Boğaz’ın güzellikleri sıkça dile gelir onlarda. İstanbul’un güzellikleri, yeniden hayat bulur. Kahire’den söz eden şiirler, Nil’den de söz eder. Elazığ’dan Diyarbakır’dan, Bağdat’tan bahseden şiirler, Fırat ve Dicle’den de bahseder; tıpkı “Ayın çekimine uğradım Dicle’nin kurmuş dudağında” diyen şair gibi. Şunu söylemek mümkün: Her büyük ve antik şehrin, suyla bir aşkı ve izdivacı vardır. Suyu olmayan şehirlerin imkânları da kısıtlı, ufukları da kapalıdır. Bunun şiir kültürüne yansıması kaçınılmazdır. Nehirler, denizler, akarsular yalnız coğrafyaya hayat vermez, şairlerin şiirlerine de hayat verir. Şehrin silueti yalnız denize, ırmağa, nehre düşmez, bütün bunlarla birlikte şiire de düşer. Suya düşen yakamozlar, şairlerin duygularına da düşer. Denizde parlayan mehtap, şairlerin iç dünyalarında da karşılık bulur. Irmaklar, nehirler yalnız şehirlerden değil, şairlerin bilinçlerinden de geçer, orayı da yeşertir. Denizin enginliği yalnız şehre genişlik ve ufuk kazandırmaz, şairi de derin hülyalara sevk eder. Şehir, insanların, kültürlerin, duyguların, dünyaların karıştığı ve kaynaştığı bir yer olarak “öteki” duygusunun güçlü olduğu bir yerdir. Yasa ve görenek, en çok bunu ifade eder. Yasalar, gerek etik gerekse hukuk anlamında, bizi diğer insanlarla bir araya getirirler, onlarla olan ilişkilerimizi düzenlerler. Dolayısıyla, şehir hayatı, öteki duygusunun geliştiği bir mekândır. Bu noktada şu söylenebilir: Şiir de bir bakıma öteki duygusundan kaynaklanır. Öteki için yazılır, ötekinden dolayı yazılır, ötekine ulaşmak için, ötekiyi sevmek için yazılır. Şehir hayatı, bizi ötekiyle karşılaştırdığı her bir anda, bir şiir fırsatı da sunar. Her karşılaşmamız bir fırsattır; şiir okumak, şiir söylemek, şiir yaşamak, şiir almak ve şiir vermek için.
Mekân, yalnız fiziksel olarak tutmaz insanı, zihin yapısı ve ruh hali olarak da sarıp sarmalar. Zihnin şekillenmesinde, dünya algısının oluşumunda önemli bir unsurdur. Çocukluğumuz nerede geçmişse, dili nerede öğrenmişsek, ömrümüzün geri kalanı da farkında olmadan oranın algıları içinde geçer. Dağ derken oranın dağını, ırmak derken oranın ırmağını, çayır derken oranın çayırını, göl derken oranın gölünü hatırlarız. Dünyayı algılama ve anlamlandırma kategorilerimiz bu dönemde oluşur. Mekân, çocukluğumuzda işler içimize. Bu nedenle şiirin şehri genellikle içinde çocukluğumuzun geçtiği şehirdir. Sokak onun sokağı, yol onun yolu, cadde onun caddesi, dükkân onun dükkânı, bakkal onun bakkalı, fırın onun fırınıdır. Kim kendi şehri dışında bir şehre vurulursa, onu kendi şehrini sevdiği gibi sever, kendi şehriyle sever. Sokaklarını kendi şehrini sevdiği gibi, caddelerini kendi şehrini sevdiği gibi, insanlarını kendi şehrinin insanlarını sevdiği gibi sever. Dolayısıyla, şiir ve şehir ilişkisi bağlamında atılabilecek düğümlerden birisi de, şairlerin şehir tecrübesi ile ilgilidir. İçinde yaşadıkları şehir, onların dünya ve evren algısına siner. Hayatı bu şehirde gördükleri varoluş değerlerine göre algılarlar. Varoluşu bu şehirlerden edindikleri ifade biçimleri ile dile getirirler. İçinde yetiştiği şehirler, kişiyi, davranış biçimi, yaşama ve düşünme tutumları açısından etkiler; şehir, farkında bile olmadan onların bilincine ve kimliğine siner. Şiir, şehri kuran ve üreten şuurdur. Şiir, şehrin etiği ve estetiğidir. Şiir, şehirde doğar, şehir de şiirde. Şiir, şehri çoğaltır, şehir de şiiri. Şiir, kültürü, nezaketi ve zarafeti çoğaltır, zarafet ve nezaket de şiiri. Her şair bir şehirden bakar, bir şehirden seslenir. Her şairin bir şehri vardır. Şiir ve şehir ilişkisi, günümüzde daha işleri boyuta taşınmıştır. Modern şiir, doğadan kopuk bir şiirdir, kültürün ve şehrin şiiridir. Hem tema, figür açısından, hem de söyleyişteki eda ve içtenlik açısından, modern şiir, tümüyle kurma ve yapma bir şiirdir. Şair, bir dosta, kendisini dinleyen tanıdık birine değil de yabancı birine seslenir gibi seslenir. Bu da şiirindeki içtenlik unsurunu azaltır, buna karşın “gösteri” yönünü artırır. Bu yüzden şiirinde, yer yer kendini
21
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
açmak yerine kapatmayı, göstermek yerine gizlemeyi, haykırmak yerine sumayı tercih edebilir. Modern şiirde, şairin, sanki kendi şiirinde yaşayamama, kendi şiirinde kendini ifade edememe sorunu var gibidir. Öte yandan şehirlerin ethos’u bozuldukça şairlerin ethos’u, şairlerin ethos’u bozuldukça da şehirlerin ethos’u bozulur. Bir zamanlar, İstanbul’un bir taşı için acem mülkünü feda eden şair bilinci, zaman gelir ona “aziz İstanbul” diye seslenir. Bunun ardından gelen “Ula İstanbul”u anlamak zordur tabii. O da ancak şairdeki ve şehirdeki zihniyet değişimi ile açıklanabilir. Zihniyet değişir, şehirler de değişir; şehirler değişir, zihniyet de dönüşüme uğrar. Görünen o ki, modern zamanlarla birlikte ortaya çıkan zihniyet değişikliğinden, şehir ve şiir ilişkisi de fazlasıyla payını almıştır. Sonuç
Şehir kültürü, poetikayı, şiir geleneğini, şiir tekniğini, şiir felsefesini üreten ortamıyla, “bir söylem(e) biçimi olarak şiir” için olmasa da, “bir inşa biçimi olarak şiir” için asli bir unsur olarak görülebilir. Şiirin bir sanat olarak ortaya çıkması, bir eğitiminin ve kültürünün, bir düşüncesinin ve geleneğinin olması, onu şehir kültürüne ait bir üretim haline getirir. Şiir, şehir kültürüne ait olmakla kalmaz, şehir de şiir kültürüne ait bir yapılanma olarak ortaya çıkar; zira şiir de şehir kültürünü oluşturan bir unsurdur. Eğer bir şehrin kültüründe şiir yer almazsa, henüz orası şehir olma sürecini tamamlamamış, bilinci ve hafızası olgunlaşmamış demektir. Şehir, şiir kültürü için ne kadar gerekliyse, şiir de şehir kültürünün tamamlanması açısından o kadar gereklidir. Zira şiir, sanat biçimini de aşan bir içeriğe sahiptir. O, sadece bir sanat değil, yerine göre bir bilgelik, yerine göre bir güzellik, yerine göre bir muhabbet, yerine göre bir hikmet, yerine göre bir iletişim kültürüdür. Şiir, insanların “kendisine katıldığı” bir şeydir. Yûnus’tan bir mısra okuyup kendimizi ifade ederken, Fuzûli’den bir beyit okuyup duygularımızı anlatırken, Yahya Kemal’den bir dörtlük okuyup kendi beğenimizi ortaya koyarken, bir türkünün redifini tekrarlayıp kendi halimizi beyan ederken, şiirdeki ruh haline de katılırız.
Bu katılımla, şair bilinci, bireysel bir duyarlık olmaktan çıkarak toplumsal bir algılayış biçimine dönüşür. Buna göre, şiir, şehri kuran bilinçte de vardır. Şehrin bir yarısı şiirdir; güzelliktir, aşktır, estetiktir. Gönülden gönle doğru yürümektir; sıçramak ve uçmaktır Şiir, yüreğin sıçrama tramplenidir. Çünkü insan yalnız aklıyla değil, gönlüyle kurar şehri. Sadece simetri, geometri, matematik, orantı, teknoloji ve fabrika değildir şehir; gönül de şehrin bir yerinde yaşar, aşk da. Ve o, şehrin maneviyatını ve vicdanını oluşturur, insanlığı besleyen değerler pınarını oluşturur. Sular orada durulur, insan orada kendi içine akar, göz orada kendi içine bakar, bilinç orada kendi farkına varır. Şiir, orada vicdanın dilini kullanır. Bu dil, evrensel bir dildir. İnsan şiiri ararken, insanlığın bu ortak dilini de arar, iyiliği ve güzelliği de, sevgiyi ve merhameti de. İnsan, şiirin dilini işitince, çoktan beri karşılaşmadığı bir dostun sesini işitmiş gibi olur; “işte böyle olmalı” der. Şiirin hakikati daha yumuşak ve sert dokunuşlarla çarpar yüreğe; uyarır, uyandırır. Bu nedenle daha hızlı ve daha derinden bir dönüşüm sağlar. Bu nedenle şiir, şehrin kendi kendini iyileştirme, dinginleştirme, kendi kendini sorgulama, kendi kendini anlama yollarından biridir. Bir şehirde şairler yaşıyorsa, orada iyilik var demektir; bir şehir şiirli şehirse oranın vicdanı hala duyarlığını yitirmemiş demektir. Şehri, sermaye değil, gönlün ve şiirin değerleri kurtaracaktır. Şehri görkemli yapıları, alışveriş merkezleri, festival alanları, yer altı tünelleri değil, şiirleri kurtaracaktır. Bir şehir için şiir duyarlığı, parklar, bahçeler ve yeşil alanlar gibidir. Kuşların nasıl ki konabilecekleri dallara ihtiyaçları varsa, aynı şekilde insanların da vicdanlarını duyarlı hale getirebilecekleri, hislerini tazeleyebilecekleri, gönüllerini arındırabilecekleri, güzellik ve iyilik duygularını ateşleyebilecekleri şiir-parklara, şiir-hanelere ihtiyaçları vardır. Ne de olsa şehri, savaşçı ve sermayeci ruhlar değil, şair bilinçler kurtaracaktır. Şehir, şiiri kaybetmemelidir, şiirin değerlerinden uzaklaşmamalıdır. Aksi halde, şiirin ölümü, şehrin de ölümü olacaktır. ■
22
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
İki kıymet iki göz : şiir ve şehir KÖKSAL ALVER
Şiir mekânla donatır kendisini, mekânın dili olur âdeta. Evler, yollar, hanlar, camiler, kahvehaneler, kütüphaneler, meyhaneler, apartmanlar, kaleler, çarşılar şiirde kanlı canlı organizmalar gibi dolaşırlar. Şiir mekânla insan hâlleri arasında derin köprüler kurar. Mekânın hâllerinde insanı anlatır.
Ş
ehir, şiirin ana meselelerinden biridir. Genel manada hayatın her yanıyla ilgili olan şiir, mekânları, yerleri, coğrafyaları, iklimleri, mevsimleri en az insan hâlleri kadar kendine ana uğrak olarak kabul eder. Bu hususlara ilişkin ince sözler söyler, derin bakışlar atar. Hangi şaire bakılsa, hangi dünyanın şiirine göz atılsa mutlaka şehre ve şehrin insana ettiklerine dair pek çok mısra bulunabilir. Bu durum biraz şiirin tabiatıyla ilgilidir. Şiir dünya sözüdür ve bu dünyanın her anını, her sahasını gözlemleyen sıkı bir gözlemcidir. Şiir ve edebiyat bir kayıt tutma eylemidir. Hangi dünya işi bu keskin gözlerden uzak kalabilir? Şiir, özgür bir şekilde bütün dünyayı dolaşan sözdür. İnsana yapışan, insanda karşılık bulan ne varsa, o şey şiirin gözünde, şiirin dilindedir. Şehir de böyledir ve kendini şairden, şairin bakışından alıkoyamaz. Şehir şiire yakalanır, şehir şaire kendisini açar. Şiir şehrin kalbine girer, gözünden çıkar, yüreğine iner, aklını başından alır. Yani her hâline, her özelliğine, her ferdine, her çizgisine, her anına ilişkin nağmeler yakar. Şehir
şiirde bir kez daha var olur, bir kez daha kendisini yeniler. Şehir şiirin dilinde yeniden vücut bulur, dillere destan olur. Şehrin gerçekliği şiirde yeniden ele alınır, yeni bir gerçeklikle şehrin portresi çizilir. Gerçek şehir ile muhayyel şehir arasında şair, kendince yeni bir şehir tahayyülü geliştirir. Kendi şehrine, yaşadığı şehre, düşlediği şehre, ideal şehre bir bakış atar. İnsanın izini şehirde süren şiir, insan duygusu ile şehrin görünümleri arasında bağlar kurar. Şehirli insanın ruh hâli, davranışları, düşünceleri, çatışmaları, hayat mücadelesi, yoksulluğu varsıllığı tümüyle şiirle perçinlenir. Kişisel dünyaların bin bir ayrıntısından toplumsal dünyaların engin ufuklarına varıncaya kadar nice hayat kırığı nice hikâye sızısı şiirin alnında parlar. “Bu şehirde akşama doğru/ İçime korku/ Ayaklarıma karasu iner” diyen Necatigil, yalın insan duygusunun şehre nasıl bulandığını, şehirle insan arasındaki ince bağların nasıl kurulduğunu hatırlatır. N. Fazıl’ın Kaldırımlar şiirinde çizilen şehir atmosferi de insanı kendisine içine çeken, kendisiyle yoğuran, şehirle hemhâl kılan bir ruh iklimini
23
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
anlatır: “Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi/ Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır/ Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi/ Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.” Şehrin uzuvları olan mekânları şiir kendine mecra bilir. Şiir mekânla donatır kendisini, mekânın dili olur âdeta. Evler, yollar, hanlar, camiler, kahvehaneler, kütüphaneler, meyhaneler, apartmanlar, kaleler, çarşılar şiirde kanlı canlı organizmalar gibi dolaşırlar. Şiir mekânla insan hâlleri arasında derin köprüler kurar. Mekânın hâllerinde insanı anlatır. Mekânı insanı anlatmak için bir sembol olarak kurar. Şehir bu yönüyle de şiire inanılmaz bir şekilde katkı yapar, onun anlaşılması, kavranması, açıklık kazanması için üstüne düşen ödevi yerine getirir. Mekânı konuşturan şiir, kendi meramının da böylece somutlaştırmış olur. “Ey garip çizgilerle dolu han duvarları/ Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!...” diyen Faruk Nafiz, hanı, hanların duvarlarını konuşturur ve duvarlara düşen satırlardaki garipliği ve çaresizliği, anlatır. B. Necatigil, ‘Evler’ şiirinde evlerin hâllerini, insana bağlar ve evlerin içinin devir devir değişmesi gibi insanın da dönem dönem değiştiğini söyler. Sezai Karakoç, ‘Balkon’ şiirinde balkon metaforuyla insanı, onun çağdaş tutum ve davranışlarını yorumlar. Şiir, mekânı insana bağlar, mekânda insanlık durumunun izdüşümlerini dillendirir. İnsanın şehir tecrübesi farklı bir tecrübedir. Şehirle birlikte insan yeni hayat tarzları, yeni bakışlar, yeni tasavvurlar edinir. İnsan yerleştiği mahal ile doğrudan bağlar kurar; mekân ile insan karşılıklı bir şekilde birbirlerini etkilerler. İnsanın şehre kattıkları ile şehrin insana kattıkları hayat sahnesinde buluşur, karışır ve yeni bir yapı meydana getirirler. Şiir, şehrin insan üzerindeki etkilerini, insanın da şehre verdiklerini anlatıp durur. Hacı Bayram Veli, “Çalabım bir şar yaratmış iki cihan aresinde/ Bakıcak didar görinür ol şarın kenaresinde/ Nagehan bir şara vardum ol şarı yapılur gördüm/ Ben dahi bile yapıldum taş u toprak aresinde” derken, insan ile şehrin birbirine nasıl karıştığını, birbirleriyle nasıl karıldıklarını bir güzel anlatmaktadır. İnsanın da tıpkı şehir gibi yapılıyor olması, onun toprağında karılıyor olması karşılıklı etkilenmeyi ve kültürlenmeyi açık bir şekil-
de ifade etmektedir. Şehrin bin bir yüzü vardır, şehrin aşikâr yönleri ve saklı köşeleri vardır. Şiir, sinsi ve kurnazdır, akıllıdır, kimi yerde romantiktir; şehri sarıp sarmalar, onu hissettirmeden onun dünyasında dolaşır durur. Bir bakarsın şiir bulvarlarda, caddelerde, köprülerde ve meydanlardadır. Bir bakarsın arka sokaklarda, kuytu köşelerde, izbe yerlerdedir. Şehrin vitrinindedir, bir şairin dilinde, bir başka şairde ise şehrin kuş uçmaz kervan geçmez yerlerindedir. Hangi yüzünü gizleyebilir şehir şiirden, hangi benini, hangi çizgisini, hangi edasını? Şiirin şehrin çizgilerini, yüzlerini, hâllerini bu denli takip etmesi, onun kaydını tutması, ona dair duygu ve düşüncelerin tercümanı olması gerçekten manidardır. Bu yönüyle şiir genel edebiyatın içinde bir şehir kaynağı olarak öne çıkmaktadır. Şehrin anlaşılması, okunması, tanınması, bilinmesi bakımından şiir önemli bir kaynak olarak belirmektedir. Bir şehir kaynağı olarak şiir, şehrin tarihsel, toplumsal, insani yönleri ile irtibatlı olduğu gibi şehrin kendi serüveni, değişimi, başkalaşımı üzerine sözler söyleyerek kaynak olma yönünü biraz daha ayrıntılandırır. Yunus’un “Bu dünyanın meseli bir ulu şara benzer” sözünün izinde söylenecek olursa, şehirle dünya hayatının ayrıntıları arasında nice benzerlik kurmak kabil olur. Şehir, dünya hayatının bir izi ve yansıması değil midir? “Bu şarın hayalleri türlü türlü hâlleri” bir şehir gözcüsü olan şiirin dikkatinden kaçmaz. Dünya, insan, şehir arasında mekik dokuyan şiir, en yalın ve ne çetrefil meselelere dair kendi sözünü söyler. Sözünün arasında insanın şehirle irtibatı, onun şehre akışı, şehirle harman olması izlenir, görülür. İnsanın şehirle imtihanının yakın tanığı olarak şiir gözünü o gerçekliğe diker, oradan ince sözler devşirir. Bir kaynak böylece çağlar durur, söyler durur. Şiirin şerh düştüğü bir şehir hayatı, bir şehir insanı dikkatle izlenmeye değer. Kıymet hem şiirin hem şehrindir. İki kıymet bir aradadır. İki göz karşı karşıyadır. İki gözün baktığı insan ve onun dünyası, hayali, dili hayret uyandırır. Şiirin ve şehrin ortasında insan yüzleri, insan hikâyeleri; şiirin ve şehrin dilinde insanın bir başka biçimde dile gelişi verimli çıkarımlara yol açabilir. ■
24
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Sezai Karakoç'un şiirlerinde şehir ALÂATTİN KARACA
"...coğrafyadaki şehirlerin, hatta şehirlerdeki mekânların, şahsiyetlerin ve olayların seçimi de dünya görüşüne bağlı olarak coğrafya içinde faklı anlamlar kazanırlar. O nedenle coğrafya seçimi, coğrafyadaki şehir, mekân seçimi ve bu mekânlara yüklenen anlamlar, aynı zamanda bir dünya görüşünün de yansımasıdır. "
Coğrafya-Şehir- İdeoloji
Öncelikle şunu belirteyim: Bir sanatçı, eserlerinde az ya da çok, bir coğrafyaya, bir mekâna yer verir. Varoluşun kaçınılmaz sonucudur bu. Çünkü varlıklar mekândan münezzeh değildir. Ve dahası insan, yaşadığı coğrafyayı şekillendirir, bunun tersi coğrafya da içinde var olan insanı şekillendirir. Bu bakımdan coğrafyayla, mekânla insan birbirine bağlıdır. Hacı Bayram-ı Veli’nin dediği gibi “ol şârı yapan insan, taş u toprak arasında kendi dahi inşa olur». Uzatmadan söylemeli ki, coğrafyanın, mekânın siyasal/ideolojik bir anlamı da vardır. Coğrafyayı vatan kılmak, o mekâna hem maddeten hem de manen sahip ve egemen olmak arzusu, coğrafyayı ideoloji ya da dünya görüşü ile ilişkilendirir. Bu bağlamda Ziya Gökalp›ın şi-
irlerinde sözünü ettiği «Turan ili» ideolojik/ütopik bir coğrafyadır. Mehmet Âkif, «Turan ili nâmıyla bir efsane edindik.» diyerek bu ideolojik/ütopik coğrafyaya karşı çıkar. Ama Âkif›in de kendisine göre ideolojik/ütopik bir coğrafyası vardır. Filistin, Kudüs, bugün de gündemde olan ideolojik anlamlar içeren coğrafya-
lardır. Örneğin Sezai Karakoç›ta ve Nuri Pakdil›de bu anlamda ele alınırlar. Arz-ı Mev›ud ise, İsrail›in ideolojik/ütopik coğrafyasıdır. Kısaca, coğrafya ve bu çerçevede ülkeler ve şehirler, dinî/tarihî değerlerinden ötürü, ideolojik/ütopik birer coğrafi simgeye dönüşürler. Dolayısıyla Türk edebiyatında kimi şairler de, şiir ve yazılarında coğrafyayı bu bağlamda ele alıp anlamlandırırlar. Sadece coğrafya mı? Elbet 25
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
değil. Bu coğrafyadaki şehirlerin, hatta şehirlerdeki mekânların, şahsiyetlerin ve olayların seçimi de dünya görüşüne bağlı olarak coğrafya içinde faklı anlamlar kazanırlar. O nedenle coğrafya seçimi, coğrafyadaki şehir, mekân seçimi ve bu mekânlara yüklenen anlamlar, aynı zamanda bir dünya görüşünün de yansımasıdır. Örneğin Nazım Hikmet’in şu dizeleri şehirdeki bir mekâna -Ayasofya’ya- bağlı olarak bir ideolojik seçimi yansıtır. Şöyle diyor Nazım “Bir Şehir Rehberi” adlı şiirinde Ayasofya hakkında: “Ben ne tarih hocasıyım ne de coğrafya. Beni ancak dört köşe taş bir ambar kadar alâkadar eder Ayasofya» Nazım Hikmet’in şehirdeki bu mekâna bakışı, elbette ideolojik bir anlam içerir. Bir başka şair Osman Yüksel Serdengeçti›de ise Ayasofya, fethin sembolüdür, İslamın küfre galebesinin nişanesidir ve hatta müzeye çevrilmesi nedeniyle mahzun ve mahkûmdur. Bu iki örnek bile mekânla ideolojinin arasındaki ilişkiyi göstermeye herhâlde yeter. Birkaç örnek daha vererek konuyu açmaya çalışalım. Yahya Kemal›in coğrafyası üzerinde duralım. Beyatlı’nın coğrafyası, bilindiği üzere, esas itibariyle Osmanlı coğrafyası ile sınırlıdır. Bu coğrafyanın merkezinde Osmanlının başkenti, saltanat şehri İstanbul vardır. Ve bu coğrafya, yine Osmanlılar nedeniyle Balkanlara ve Mağrib›e değin uzanır. Buna karşılık İlhan Berk›in İstanbul Kitabı›nda bu şehir bir Osmanlı şehri olmaktan çıkar, kozmopolit bir kente dönüşmüştür ve dahası İstanbul onda, yıkılması gereken bir «dükalık» olarak karşımıza çıkar. Kentin yoksulluğudur, yoksulların, işçilerin yaşamıdır yansıtılmak istenen. İlhan Berk bu nedenle İstanbul›a bir ‹sosyalist flaneur› gibi bakar. Bu konuda verebileceğimiz bir başka dikkat çekici örnek Yavuz Bülent Bakiler olabilir. Bakiler›in şiirlerinde ise, bu kez karşımıza Türklerin yaşadığı Azerbaycan, Tiyanşan Dağları, Altay Dağları, Kerkük, Kırım, Üsküp gibi bir coğrafya çıkmaktadır. Şu dizeler, coğrafya-şehir-
ideoloji ilişkisini yansıtan çarpıcı bir örnektir: «Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar Tıyan-Şan, Kadır-Gan Dağları›na dek uzar. Kim demiş Kim demiş ki, vatanımız; Edirne’den Kars’a kadar.” Aynı yolu İzleyerek, Mehmet Akif ’in de, Nuri Pakdil’in de ve konumuz olan Sezai Karakoç’un da ideolojik/ütopik bir coğrafyası olduğunu, bu çerçevede Karakoç›un ideolojik coğrafyasının belirleyeninin ise, esas itibariyle din/medeniyet olduğunu söylememiz gerek. Yani kısaca, Sezai Karakoç›un şiirlerinde şehir coğrafyası da, esas itibariyle ideolojik temele dayanır. Bu temel ölçüte dayanmadan, Karakoç›un şiirlerinde coğrafyaya, şehre, şehirlere nasıl baktığı doğru biçimde saptanamaz. Şimdi şu soruyu sormak gerek: Peki, Sezai Karakoç›un şehir coğrafyasının sınırlarında hangi şehirler var? Bu coğrafyanın seçimindeki temel ölçüt ne? Bu coğrafya, ne gibi bir anlam içeriyor? İşte bu sorulara cevap verebilmek İçin evvelâ, şunun altının çizilmesi gerekiyor: Karakoç’a göre şehir, medeniyettir. Demek ki, bu noktada ilkin şehir-medeniyet ilişkisi üzerinde durulmalıdır. Şehir- din/medeniyet ilişkisi
Şehir- din/medeniyet ilişkisi üzerinde durmadan önce şunun altını çizmek gerek: Sezai Karakoç, bir medeniyet şiiri yazar. Eserlerinde bir medeniyetin tarihi, bir medeniyetin şahsiyetleri, bir medeniyetin yıkılışı, bir medeniyetin direnişi ve bir medeniyetin diriliş düşüncesi vardır. Eserlerinin tümü bu ana tema etrafında örülmüştür. Çünkü o, “Ben, memleketin durumunu, İslam âleminin durumunu, tarihî-sosyolojik perspektiften, yani medeniyet açısından, medeniyet perspektifinden görüyorum.” dediği üzere, tüm sorunlarımıza bir medeniyet perspektifinden bakılması gerektiğine inanmaktadır. Şehre de bir medeniyet dairesi içinden bakar. İşte bunun için, başta bunun altını çizmek gerek. Şehir-medeniyet ilişkisine gelince, Karakoç’a göre, şehir medeniyetin göstergesidir. Nitekim bir yazısında; “Her medeniyet bir şehir getirmiştir. Medeniyetlerin kendilerine mahsus
26
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
şehirleri vardır.” der. Dolayısıyla şehirler, bir medeniyete özgü hayat tarzının, bir kültürün, bir kimliğin; Karakoç’un deyişiyle ruhlarımızın aynasıdırlar. Nitekim bir şiirinde şair bunu; “Yok olduysa da bu şehir ruhu ruhuma sindi.» dizesiyle ifade eder. Edip Cansever de bir şiirinde «İnsan yaşadığı yere benzer.» derken aslında aynı şeyi tersten söylemektedir. O hâlde şu cümleyle bu paragrafı bitirelim: Sezai Karakoç›ta şehir, medeniyet demektir; o, şehre bir medeniyet perspektifinden bakar, bir medeniyet göstergesi olarak ele alır. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz şimdi; Karakoç, esas itibariyle medeniyeti, ikiye ayırır. Bunlardan ilki, kuşkusuz İslam medeniyetidir, ikincisi ise bunun karşısında yer alan Batı medeniyeti. Şair, bu medeniyet ayırımı doğrultusunda, şehirleri de ikiye ayırır. Ona göre bir «İslâm medeniyetinin şekillendirdiği şehirler» vardır, bir de «Batı medeniyetinin şekillendirdiği şehirler» Şair, bir şirinde İslam medeniyetince kurulan şehirlere «İlâhi site» der, diğerlerine ise, «İnkâr kentleri» adını verir. Ve şiirlerinde sıklıkla «İslâm şehri» ifadesini kullanır. Ona göre Batı medeniyetine özgü kentlerin kökeni eski Yunan›a ve Roma›ya dek uzanır. Ve, «Yunan sitesinde estetik, Roma sitesinde ise, egemenlik somutlaşmıştır.» İlahi sitelerin temel özelliği ise, erdemdir. Şair bunu şöyle ifade ediyor: “Farabi’nin Medinetü’l-Fazıla’sında dediği gibi, İslâm sitesi, fazilet esasına dayanan sitedir. İslâm şehri ki, toplumun temelidir, evet o şehir, ancak ve ancak fazilet esasına dayanırsa yaşar inancı vardır.” Karakoç bu ayırımda, tüm eserlerinde görüleceği üzere, İslam medeniyetinin, kendi deyişiyle İlahi sitenin veya İslam şehirlerinin yanında yer alır. Çöküşüne ağıt yaktığı, dirileceğine inandığı bu şehirlerdir; dolayısıyla İslam medeniyetidir. Karakoç’un şehir coğrafyası: İslam şehirleri
Şairin, yukarıda değindiğim medeniyet perspektifi doğrultusunda, şehir coğrafyası, İslam medeniyetinin yayıldığı sınırlarını kapsar. O, bu bağlamda «Ne tükenmezdir İslâm›ın şehirleri/ En büyüğünden en küçüğüne/ Hangisini
ansam eksik kalır/ Sayılmaz güzellikleri, iyilikleri.» diyerek, şiirlerinde Mekke, Medine, Kudüs, Bağdat, Şam, İskenderiye, Buhara, Semerkand, Taşkent, Şiraz, İsfahan, Beyrut gibi İslam şehirlerini sayar. Anadolu›da ise, başta elbette İstanbul olmak üzere, Diyarıbekr, Urfa, Konya, Bursa gibi İslam kültürünün önemli şehirleri vardır. Karakoç›un ülke ölçeğinde, coğrafyasında ise, tespit edebildiğimiz kadarıyla Mısır, Cezayir, Tunus, Filistin, Irak, İran, Afganistan, Pakistan, Habeşistan, Eritre, Azerbaycan, Türkistan gibi ülkeler yer alır. Kuşkusuz bu, İslam medeniyeti merkezli bir coğrafya seçimidir ve Karakoç, -bu coğrafya seçimiyle- şiirinin coğrafyasını «Şark-ı Aksâ›dan Mağrib-i Aksâ›ya kadar» uzatan İslamcı bir coğrafya idealine bağlı Mehmet Âkif ’le örtüşür. Şair, söz konusu İslam coğrafyasına karşılık, şiirlerinde Batı medeniyetinin kentlerine örnek olarak ise, Paris, Moskova, Pekin ve Newyork›u sayar. Bu kentlerden Paris, ona göre «Avrupa›nın ülkü mezarlığıdır.», Moskova, Pekin ve Newyork ise, «türedi bir uygarlığın kentleri»dir. Bunlar, Karakoç’a göre, bizim model almamamız gereken - ne yazık ki model aldığımız- Batı medeniyetinin kentleridir. “Son durak İstanbul/ İlk durak Ankara»
Bir şiirinde böyle diyor Karakoç. Yahya Kemal’in meşhur sözünü başka bir türlü söylemiş âdeta. Ankara’nın İstanbul’a dönüşünü seviyorum demenin şiircesi. Şairin şiirlerinde, bu dizeler doğrultusunda, şehir coğrafyasının merkezinde İstanbul yer alır, en çok İstanbul. Bu seçimde de asıl belirleyici ölçüt, medeniyet perspektifidir. Yani İslam medeniyetinin önemli şehirlerinden biri olduğu için Karakoç, şehir coğrafyasında İstanbul›a baş sırayı verir. İstanbul onun için, «Dünyadan daha dünya, ahiretten daha ahiret»tir, «Divan şairlerinin kasideleri»ne benzer. Bu şehir, «Yeryüzünden ve gökyüzünden ötede» bir şehirdir, «Doğudan Batıya uzanıp / Çin ipeğinden örülmüş şeytan kozasını bölen” bir kılıçtır, “Tanrı’nın kılıç hâlindeki hilâli»dir, «İslâm ruhunun kristalleşmiş heykeli»dir. Bağdat›ın dervişlik ortağı / Şam’ın kılıç kardeşi»dir. Böyle diyor çeşitli dizelerinde İstanbul için Karakoç. «İstanbul›dur
27
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
bu otuz yıl kana kana yaşadığım / Resmim âdeta taşlarına geçti / Ben İstanbul›da dağıldım zerre zerre/ İstanbul damla damla içimde birikti.” dediği, özdeşleştiği şehre, sevgiyle ve saygıyla, kimi kez de acıyla bakar Karakoç. Ama bu şehirde hep Müslüman kimliğini görür, ağlarsa, bu şehrin Müslüman kimliğinin yok olmasına, yıkılmasına, unutulmasına ağlar. İşte bu nedenle İstanbul’a -aslında tüm şehirlere- İslam medeniyetinin sicil muhafızı olarak bakar Karakoç. Ve şehirlerin daima Müslüman değerlerini kayda geçer, ister kaybolsun, ister yaşasın... İstanbul›un Müslüman kimliğine işaret etmesi nedeniyle Karakoç, Yahya Kemal›le çoğu bakımdan örtüşür. Ama Karakoç, Beyatlı›da olmayan bir boyut daha ekler İstanbul›a. Buna sonra geleceğiz. Peki, İstanbul›da ne görür, neleri seçer şair? Bu şehir bağlamında, onun bakış açısına giren, özellikle vurguladığı şeyler nelerdir? Kısaca buna da değinmek gerek. Çünkü bu sorulara verilecek cevaplar, Karakoç›un şehir bağlamında ideolojisini de yansıtacaktır. Bize mahsus görüntüler
Bir şehri bir medeniyete ait kılan çeşitli eserler vardır. Kuşkusuz, başta ibadethaneler olmak üzere, çeşitli dinî mekânlar, bunların başında yer alır. Mehmet Âkif ve Yahya Kemal gibi, Sezai Karakoç›un da şehirde seçtiği merkezî mekân camilerdir. Çünkü camiler, bir şehri İslam medeniyetine ait ve özgü kılan asıl mekânlardır. Bu bakımdan İslam şehirlerinin merkezinde, genellikle bir Camii- kebir (Ulu Cami) bulunur. İşte o nedenle, şehrin Müslüman kimliğini vurgulamak isteyen şairin şiirlerinde, çoğu kez camiler boy gösterir. Örneğin bir şiirinde, “Sedeflerinden yapılmış İstanbul camilerinin taşları / Beyaz Güvercin kanadı köpüklerinde kubbelerini gördüm / camilerin.” der. Bir başka şiirinde şehrin ufuklarında ilk göze çarpan mekânın camiler olduğunu şöyle dile getirir: “Uzaktan, yakından camiler geldi Gecemize ışık tuttular mum ve fener gibi.” Bu çerçevede Süleymaniye, Sultanahmet, Fatih, Eyüp Sultan, Merkezefendi, Şehzadebaşı, Karacaahmet vb. camileri sayar. Çünkü bunlar
şehirlerimizin bize mahsus unsurlarıdır, erdemin anıtlarıdır. Nitekim bir şiirinde, şehrin bize mahsus görüntülerini şöyle tasvir eder: “Bize mahsus görüntüler Bursa, İstanbul, Konya, Edirne, Bize mahsus görüntüler Diyarbekir Ulu Cami, Peygamber Cami, Süleyman Cami, İç Kale, Aslanlı Çeşme Dar sokaklar, kapı içinde kapı, uygarlık bu Kendi uygarlığımız.» Evet, kendi medeniyetimize ait şehirlerin bize mahsus görüntüleri bunlardır. Şair de özellikle, bir şehri bize ait kılan bu görüntülere vurgu yapar zaten. Âkif, Y. Kemal ve Sezai Karakoç, şehirde, o şehri bize mahsus kılan camilerde buluşurlar. Âkif, şehirde bir vaizdir, halkla iç içe olmak, onlara İslam medeniyetinin ahvâlini anlatmak ve onları uyarmak için camiyi seçer daha çok. Yahya Kemal’de cami İslam medeniyetinin hem tarihî hem estetik değeri olarak yükselir. Karakoç bu yönüyle Yahya Kemal›e daha yakın durur. Ancak o, modernizm rüzgârlarının yıktığı, tahrip ettiği maddi ve manevi sarsıntılardan korunmak için de camileri seçer. Bu itibarla Karakoç’ta cami modern kentte bunalan ve ruhen sarsılan bireyi koruyan bir barınak, bir tutamak, bir sığınaktır. Nitekim bazı dizelerinde bu duyguyu “Ara sıra sığındığım cami kıyıları”, “Ben her taşı beş yüz yıl önce konmuş / Bir camiye tutunarak buluyorum kendimi / Bir yağmadan böyle kurtarıyordum kendimi.» diyerek dile getirmiştir. Bize mahsus görüntüler: Çeşmeler
Karakoç’ta İstanbul’da camiler yanında, bir medeniyeti göstergesi olarak çeşmeler de önemli bir yer tutar. Bu bağlamda Sultanahmet Çeşmesi, Fındıklılı Mehmet Ağa Çeşmesi, Kadıköy’de Osman Ağa Camii’nin yanındaki Ulu Çeşme, Kanuni Sultan Süleyman’ın adını taşıyan dört yüz yıllık çeşme, bunlar arasında sayılabilir. Bilindiği üzere, çeşmeler İslam medeniyetine ait, bize mahsus eserlerdir. Şair, o nedenle çeşmeler üzerinden de şehirlerin Müslüman kimliğine vurgu yapmaktadır. Nitekim bir dizesinde “Çeşme bir pencere uygarlığa” der. Bir başka şiirinde çeşmeler; “Ölümsüz bir uygarlığın/ .../ Ölüm-
28
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
süz kitabeleri/ Sonsuzluğun mezar taşları”dır. Karakoç çeşmeler aracılığıyla şiirlerinde bir şeye daha işaret eder. Çeşmeler, İslam medeniyetinin, estetiğinin, tarihinin modern kentlerdeki yıkılışını, unutuluşunu, tahrip edilişini de gösterirler. Örneğin bu şiirlerde kurumuş, unutulmuş, kitabeleri kırılmış, çer çöp atılmış çeşmelere sıkça rastlanır. Bir şiirinde bu medeniyet yıkımı çeşmeler üzerinden şöyle anlatılıyor: “Kadıköy’de Osmanağa Camii’nin yanındaki Buruşturulmuş bir kâğıt gibi Çürümüş sebzelerle yemişlerle Ödüllendirilmiş Ruhumun öz penceresi Üstüne kokmuş isyan afişlerinin asıldığı Yavru kedilerle köpeklerin annesi» «Ve sen Kanuni Sultan Süleyman’ın adını taşıyan Onun kadar alçakgönüllü dört yüz yıllık çeşme Taşıyorsun her yerinde Tamir yapılır› levhalarını Plastik veya naylondan paslı teneke ve ıvırzıvırdan Birtakım yeni zaman kolyelerini Esir olana zincirini taşımak yaraşır bilirsin sen Hiç bilmediğin bir hayatı öğreniyorsun Kölelik ve uşaklık bodrumunun gizli dersi Yapıştırılıyor çile balmumuyla o kutsal alnına İdam fermanın gibi”
hirlere her zaman bir tarihsel boyut ekler; hatta tarihsel boyutlarıyla yükselir onda şehirler. Şair, İslam şehirlerini tasvir ederken, o şehrin tarihine, tarihsel olaylara, tarihsel şahsiyetlere, Kuran, Tevrat ve İncil aracılığıyla sık sık atıfta bulunur. Şehri tarihsel boyutuyla ele almada Karakoç, Yahya Kemal›le örtüşür, ancak Yahya Kemal›de şehrin tarihi boyutu, Osmanlı tarihi ile sınırlıdır, Karakoç›ta ise İslam tarihi ile, Peygamberler tarihi ile… Dolayısıyla onda şehir tarihinin boyut ve sınırları din eksenlidir. Bir başka ayrıldıkları nokta, Karakoç şehirde tarihle şimdiki zamanı birleştirir, İslam şehirlerinin hem tarihini hem de aktüel durumunu tasvir eder; ancak Yahya Kemal, şehrin hayalindeki gibi kalmasından yanadır, Tanpınar›ın işaret ettiği üzere, onda şehir bağlamında da zaman sürekli geriye, geçmişe doğru akar. Kısaca, Karakoç›ta şehirler üç zaman boyutuyla ele alınırlar. Şair ilkin şehrin tarihine yönelir, bu bir medeniyeti tarihidir ve esas itibariyle dinî bir tarihtir, ikinci boyut İslam şehirlerinin şimdiki hâlidir. Bu yıkılışı imler, böylece şair, şehirlerimizin yıkılışını, tahrip edilişini, dolayısıyla bir medeniyetin yıkılışını gözler önüne serer, son boyut ise, geleceğe ilişkindir ve diriliş umudu taşır. Çünkü o, diriliş düşüncesine bağlı bir şairdir. Karakoç, bu aşamada, şehirlerimiz bağlamında İslam medeniyetinin dirileceğine olan umudu dile getirir. Üç boyutlu şehirler
Çeşmeler yanında, serviler, şadırvanlar, mezarlıklar, sahaflar, kapalı çarşılar da bir medeniyetin göstergesi olarak Sezai Karakoç’un şehir tablosunda yer alırlar. Görüleceği üzere Karakoç, şehirde, şehri İslam medeniyetine ait kılan yapıları öne çıkarmakta, böylece şehrin kültürel kimliğine vurgu yapmaktadır. Bu yönüyle Yahya Kemal›le örtüşür, o da saydığımız yapılar aracılığıyla şehrin dinî, tarihî ve estetik değerlerine işaret eder. Ayrıca belirtmek gerekir ki, Karakoç›ta şehirler, medeniyetin tarihî boyutuyla da karşımıza çıkarlar. Ama buna karşılık örneğin Nuri Pakdil›de şehrin daha çok aktüel/ siyasal cephesi öne çıkarılır. Örneğin onda da Filistin ve Kudüs vardır; ancak Pakdil›de Filistin ve Kudüs, İsrail işgali ve Müslümanların direnişi açısından ele alınır. Oysa Karakoç, ele aldığı şe-
1. Tarihsel boyut Demin belirttiğim gibi şair, şehirlerden bahsederken mutlaka onun dinî tarihine atıfta bulunur. Örneğin Kudüs, “Gökte yapılıp yere indirilen şehir. / Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri.» olan Kudüs söz konusu edildiğinde hemen miraç olayına, Zekeriya ve İsa Peygamberlere atıfta bulunulur. Şöyle: «Kudüs›te / Hazırlandı kaya / Yerden yükselmeye bir parça / Ata binen süvariye», «Burak aldı ve gitti Peygamberi». Bir başka örnekte ise, «Senin şehrin benim şehrim ve hepimizin şehri.” dediği Bağdat anıldığında, Kerbelâ vakasına ve Hallac-ı Mansur›un idamına, Harun Reşit adaletine, Fuzuli’ye, Leyla ve Mecnun’a, Cüneyd-i Bağdadi’ye gönderme yapılır:
29
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
«Bağdat ki Kerbelâ şehitlerinin kanıdır harcı İslâm uygarlığının başkenti Harun Reşit barışı İmam-ı Azam adaleti Cüneyd›in gözleri … Fuzuli›nin günü Leyla vü Mecnun›un nefesi Ve Hallac-ı Mansur›un kanıyla besli.»
Belki bir toz bulutu İstanbul’a küflenmiş Bir Avrupa akşamı dadanmıştır Eski şehirlerin kimi göğe çekilmiş Kimi yedi kat yerin dibine batmıştır” Evet, şehirlerimize “küflenmiş bir Avrupa akşamı” dadanmıştır artık. Bir başka şiirinde de evlerin köksüzlüğünü, yabancılığını, yeni kurulan semtlerin yabancı seslerini, doğadan kopuk modern kentleri şöyle tasvir ediyor:
«Bağdat›tayız Dönüp duruyoruz yırtıcı kuşlar gibi Çevresinde bir darağacının.” der.
“Kurudu birden doğu kaynakları, … “Ev yerleşmedi yeni yerine Alışamadı kulak kuşkulu semt seslerine Göz toprağı arıyordu, toprak yoktu.” … Bir ağıt var çamaşır ipinde bile.”
Şam’da hemen Mevlâna, Şems, Muhyiddin Arabi ve Yasin suresi hatırlatılır. Şöyle diyor bir şiirinde şair Şam›ı anlatırken: «Şam›dayız Mevlâna ve Mesnevi Muhyiddin ve Yasin Şems ve Füsus Şems nasıl değiştirdi Bengisu sarnıçlarından geçirerek Mevlâna Celaleddin›i Ve Yasin bir delikanlı biçiminde Ağır ölüm hastalığında Nasıl iyileştirdi İbn-i Arabi›yi»
İslam şehirlerinin yıkılışını, Karakoç doğadan kopuş bağlamında da ele alır. Çünkü İslam medeniyetinin şehirleri, evleri, modern kentlerin ve evlerin aksine doğayla iç içedir. Bu nedenle modern kent anlayışının doğayı yok ettiği düşüncesine onun şiirlerinde sık sık rastlanır. İşte birkaç örnek: “Beton atıyorlar, taş biriktiriyorlar Duvarlar çetin, pencereler yüksek Gittikçe kapanıyoruz içimize Duvarlar duvarlar duvarlar Duvarlarla çevrilerek.”
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Şair şehirlerin dinî tarihine atıfta bulunarak, hem onların kutsallığına hem de köklü tarihine, zengin kültürüne işaret etmektedir. 2. İkinci boyut, şimdiki zaman/yıkılış Karakoç, şiirlerinde İslam şehirlerinin aktüel boyutuna da geniş yer verir. Ancak bu boyutta, şanlı geçmişe karşılık, bir yıkım, bir tahrip, bir bozulma gözler önüne serilir. Şimdi de bunlardan birkaç örnek vermek istiyorum. Bir şiirinde İslam şehirlerinin Batılılaşma fırtınası sonucu yıkıldığını şöyle anlatıyor şair: “Şam ve Bağdat kırıklara karışmıştır Elde kala kala bir Mekke bir Medine kalmıştır O da yarım kalmıştır Urfa ufala ufala Bir pul olacak çarpık balıklar üstünde
Modern kentte betonlarla, duvarlarla kuşatılmıştır insan. Aynı düşünceyi; sun
“Çiçek, arkeolojik bir malzemedir artık diyorBiliyorum, O… Arkaik bir kalıntı, arasında tunç ve taşın İnşaat planlarında yer alan. Mezarlara bir anı, son anı gibi bırakılan Bir haftalık kitabedir.”
dizelerinde de ifade eder. Modern yaşamda insan topraktan, doğadan hızla kopmaktadır. Bir başka şiirde ise bu durum;
30
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
“Toprağı fazla terk ediyoruz artık Trenlerle, otobüslerle, otomobillerle Yerden ayağını kesmiş uçaklar ve helikopterlerle.”
İslam şehirleri, dolayısıyla İslam medeniyeti dirilecektir. Şiirlerinde diriliş umudunu da sık sık dile getirir. Örneğin;
dizelerinde ifade edilir. Onun deyişiyle bu modern metropollerde gözlerimiz eşyaya bakmaktan kör olmuştur artık. Karakoç’un yanında Turgut Uyar da şiirlerinde modern kentin doğadan kopuşunu, betonlaşmasını, insanın eşyaya, nesneye köleliğini sık sık işlemiştir. Karakoç’un asıl meselesi ise bu şiirlerde bir medeniyetin göstergesi olan İslam şehirlerinin yıkılışıdır. Şair âdeta bu yıkılışa; Şam’ın, Bağdat’ın yıkılışına şu dizlerinde ağıt yakar;
“Bir şey olacak biliyor ama ilerde Aşağıda çarşıda ve şehirde … Bağdat’ta, Şam’da, Kudüs’te…” der. Bir başka şiirinde; “Gül tarhları gelecek Küçük parklara büyük kentlere yeniden.” diyerek ifade eder diriliş umudunu. Şu dizelerde İslam uygarlığının bu kentlerde yeniden dirileceğini şöyle ifade eder:
“Kentler benim kırılmış Kollarım ve kanatlarım Ak kuşlardan çağrılmış Yaslar şölenine atlarım.”
“Gül uygarlığı Gül şarabının uygarlığı Gül kokusundan mest olup Ölüyken dirilenler gibi Ağacağız kente şimdi.”
Bir başka şiirinde örneğin, Bağdat’ın yıkılışını şöyle anlatır:
Şu dizeler ise, şairin hem diriliş umudunu, hem de İslamcı anlayışını şehir-medeniyet bağlamında yansıtan dikkat çekici bir örnektir:
“Ve haberci diyor ki: n’oldu Bağdat? Nerde onu koruyan sûr ve perde … Devrilen her taş benim Yıkılan her ev benim Benden yıkılıyor hepsi, ben yıkılıyorum Yıkılan benim.”
“Şehrimin alnına özgür Tanrı aşkını yazmak İstanbul’u yeniden Tanrı şehri yapmak Bunun için savaşırım ben.”
Evet, şehirler bağlamında, kurulan modern kentlerle, aslında yıkılan İslam medeniyetidir. Örnekleri uzatmaya gerek yok; Karakoç’ta İslam şehirlerinin yıkılışına pek çok örnek buluyoruz. Aslında aşağıdaki dizeler, bu yıkılışı hüzünlü bir
Yazıyı âdeta bir dua olan şu dizeleriyle noktalıyorum. Bu dua aynı zamanda Karakoç’un İslamcı ve dünya görüşüne bağlı diriliş düşüncesinin de ifadesidir:
biçimde dile getiren en dikkat çekici örneklerdir: “Bırak beni ağlayayım Altmış bin ölü verdi Daha dün Kardeş kardeşe Ve Irak’ın ve İran’ın Canım şehirlerine ağlayayım.” 3. Boyut- Gelecek – İslamın Dirilişi Karakoç bütün bu yıkıma karşı umutludur. 31
“Mekke’ye, Medine’ye, Şam’a Kudüs’e, Bağdat’a, İstanbul’a Semerkant’a, Taşkent’e, Diyarbekr’e Yetiş peygamber imdadı yetiş. (…) Kentlere şafaklar gibi ağan Küçük askerlerini Gül diksinler diye topraklarına İnsanın ta gönlüne Yetiştir erenlerini Allahım Amin.”■
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Yahya Kemal Beyatlı'nın daüssılası: Üsküp İSMAİL ÇETİŞLİ*
T
anzimat sonrası Türk edebiyatının ana konularından biri “vatan”dır. Kavramın bugünkü coğrafî, siyasî, ekonomik, kültürel ve sosyolojik anlamını kazanması, tıpkı “hürriyet, medeniyet, milliyet, kanun, eşitlik” gibi, Tanzimat sonrasındadır. Kavram özellikle, “Vücudun kim hamîr-i mâyesi hâk-ı vatandandır/ Ne gam râh-ı vatanda hâk olursa cevr ü mihnetten” mısralarını kendisine hayat felsefesi edinen Namık Kemal’le kamuoyuna mal olmuştur. Çünkü vatan kavramı, Tanzimat öncesinin Divan ve Halk şairleri ile mutasavvıf şairlerin dillerinde çok daha farklı anlam/anlamlarda kullanılmıştır. (Çetişli, 2000, 3-10) Modern dönemlerin bakışını esas aldığımızda; “bir insanın veya toplumun üzerinde doğup büyüdüğü, havasını teneffüs edip yaşadığı coğrafya, ülke, memleket; bir devletin hâkimiyeti altındaki topraklar” olarak tanımlayabileceğimiz vatan, öncelikle sınırları belli bir coğrafyanın adıdır. Buna; insanı veya toplumu kuşatan kozmik âlemin daha sınırlı, daha yakından tanınan alanı demek de mümkündür. Birey ve toplumun üzerinde doğup büyüdüğü, yaşadığı, çeşitli imkân ve nimetleriyle yetiştiği bu mekân; aynı zamanda onun kimliğini şekillendirdiği, birçok maddî ve manevî bağla bağlı olduğu bir yerdir de. Bu sebeple “vatan”, * Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi
bazı sosyologlara göre bir toplumu millet kılan değerlerin başında gelir. Buna bağlı olarak da millet; belli bir coğrafyada, ortak bir tarih ve değerler/ kültür etrafında birleşip bütünleşmiş, kaynaşmış ve teşkilatlanmış toplum veya topluluğun adıdır. Onun için Namık Kemal (1840-1888) der ki: “İnsan vatanını sever; çünkü vatan öyle bir gâlibin şemşiri veya bir kâtibin kalemiyle çizilen mevhûm hatlardan ibaret değil, millet, hürriyet, menfaat, uhuvvet, tasarruf, hâkimiyet, ecdada hürmet, aileye muhabbet, yâd-ı şebâbet gibi birçok hissiyât-ı ulviyenin içtima’ından hâsıl olmuş bir fikr-i mukaddestir.” (Kaplan, 1978, 223) Kısacası toprak veya coğrafya, tarihi boyunca toplumunun ona; onun da topluma verdikleriyle “vatan”laşır. Konu ve kavramın birdenbire bu kadar öne çıkması ve topluma mal olmasında, Fransız İhtilâli sonrası Batı’da doğup gelişen sosyo-kültürel ve sosyo-politik anlamlı millet/milliyetçilik, hürriyet/hürriyetçilik, vatan/vatanseverlik duygu ve düşüncelerinin Osmanlı İmparatorluğuna sıçramasının büyük rolü mevcuttur. Bir başka önemli faktör ise, İmparatorluğun XIX. yüzyılın ortalarından XX. yüzyılın ilk çeyreği arası dönemde yaşadığı çözülme sürecidir. Daha yakından bakıldığında konunun kendinden önceki dönemlere göre çok daha önem kazanmasının Kırım Harbiyle (1853-1856) başladığı, Osmanlı-Rus Harbiyle (1877-1878) geliştiği, Trablusgarp (1911), Balkan
32
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
(1912-1913), Birinci Dünya (1914-1918) harpleri ve Millî Mücadele (1919-1922) dönemlerinde en üst seviyeye ulaştığı görülür. Zira daha önceki dönemlerde Türk milleti için vatan, -diğer anlamları bir yana- fethedilen veya fethedilmesi; imar ve iskân edilmesi gereken yer/yerlerdir. Hâlbuki XIX. yüzyılda vatanın anlamı değişir. Zira vatan düşman saldırısına uğrayan ve işgal edilmek istenen yerdir artık. Sonu gelmeyen savaşlar, bu savaşlarda kaybedilen onca vatan toprakları, milyonlarca “evlâd-ı fâtihân”ın[1] asırlardır üzerinde yaşadıkları toprakları terk edip İstanbul veya Anadolu’ya hicret etmek mecburiyetinde kalmaları, dönemin nesillerinde derin bir “gurbet” ve “daüssıla” duygusuna sebep olmuştur. Zira geride bırakılan vatan toprakları, hem ölenlerin hem de yaşayanların göz kapaklarında asılı kalmıştır. Aşağıdaki mısralar, 1918’lerin söz konusu ruh hâlini bütün çıplaklığıyla ortaya koyar. Ölenler öldü, kalanlarla muztarip kaldık. Vatanda hor görülen bir cemâatiz artık. Ölenler en sonunda kurtuldular bu dağdağadan Ve göz kapaklarının arkasında eski vatan Bizim diyâr olarak kaldı tâ kıyâmete dek. (Beyatlı, 1974, 79) Yahya Kemal Beyatlı (1884-1957), bu nesillerin talihsiz çocuklarından ve hayatı müddetince gurbet ve daüssıla duygusunu bütün derinliği ile yaşayanlardan birisidir. Onun bu duygularının arkasında, genelde Osmanlı İmparatorluğunun çözülüp dağılışı, özelde ise doğup büyüdüğü Rumeli ve özellikle Üsküp’ün kaybı vardır. Ayrıca Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tespitiyle Yahya Kemal’de yaşanan zaman, “daima arkada kalana doğru” hareket eder. Bir başka ifadeyle büyük şiirin ana temaları (aşk, ölüm, gurbet, ihtiyarlık gibi) karşısında onun zihni, “zihnî mekanizmanın en şairâne tarafı olan hatırlama” ile çalışır. Bu sebeple Yahya Kemal’in “ilhamının her kımıldanışında bir mazi parçası canlanır.” (Tanpınar 1977: 355) Tanpınar’ın tespiti bağlamında Yahya Kemal’in şiirlerine topluca baktığımızda şöyle bir 1. Yahya Kemal’e göre Rumeli’de “evlâd-ı fâtihân” sözünden, “ilk Rumeli Fâtihlerinin çocukları” kasdedilir. (Banarlı, 1997, 16)
tablo ile karşılaşırız: Beyatlı Açık Deniz’de Rakofça kırlarının hür havasını teneffüs ederek geçirdiği Balkan şehirlerindeki çocukluk yılları ve bu dönemde “her lahza bir alev gibi” duyduğu sonsuzluk özlemini; Kaybolan Şehir’de henüz “hayatı şafaklandıran çağa” girmeden annesini gömdükleri Üsküp’ü; Ufuklar’da annesinin teneşir tahtası üzerinde sabit ve donuk gözlerle kendisine bakarken duyduğu büyük acıyı; Gurbet’te gurbet yıllarının kaygıları, hüzünleri ve yalnızlıklarını; Hüzün ve Hâtıra’da yine gurbetteki “hicranlı günler”i ve orada duyduğu “sonu gelmez hüzünleri”; Eski Paris’te uzun bir dönem kaldığı Paris’in büyülü güzelliklerini; Madrid’de Kahvehâne’de Madrid kahvehânelerinin gürültüleri arasında Emirgan’ın Çınaraltı kahvehânesini; Kar Mûsıkîleri’nde Varşova’da duyduğu, ama zevk almadığı Batı musikisini dinlerken Tanbûri Cemil Bey ve İstanbul’u; Viranbağ’da, adı geçen mekânda sevgililerle birlikte geçirdiği mutlu yaz mevsimini; Geçmiş Yaz’da yine sevgilinin “her anını, her rengini, her şi’rini” hazdan yarattığı “rüya gibi” yaz mevsimini; İstanbul’un O Yerleri’nde bir zaman cananla birlikte oldukları, ama nice zamandır görmediği Çamlıca Tepesi’ni; Siste Söyleyiş’te ise “sade bir semtini” sevmenin bile bir ömre değdiği İstanbul’un aniden derin bir sisle kapanması üzerine Tevfik Fikret’in “Sis” şiirini hatırlar. Böyle bir hatırlamanın yaktığı kıvılcımla başlayan adı geçen şiirler, söz konusu hâtıra ve hatırlama ekseninde genişler ve metne dönüşürler. Hemen belirtelim ki bu hâtıra ve hatırlamalar arasında Üsküp’ün önemli bir yeri vardır. (Çetişli, 2008, 549-558) Bilindiği gibi Yahya Kemal, İmparatorluğun çöküşü ve milletin yeniden inşası sürecinde büyük ölçüde coğrafyanın şekillendirdiği bir millet ve tarih anlayışını benimser. Bu bağlamda “Kendi Gök Kubbemiz” şairi, millî kimlik ile coğrafya/vatan arasında sıkı bir ilişki görür. O inanır ki her coğrafya veya toprağın, üzerinde yaşayan milletten aldığı kendine has bir rengi ve “milliyet”i vardır. Bu sebeple vatan “bir mevhum değil, doğrudan doğruya cedlerimizin doğduğu, bizim doğduğumuz, evlatlarımızın doğacağı topraktır. Toprağın bir rengi, bir milliyeti vardır. Milletler büyük muhaceretlerden sonra yerleştikleri toprakları kendi öz şahsiyetleri ile temsil etmişlerdir; İtalya toprağı İtalyan, Fransa toprağı Fransız, Almanya toprağı Alman olduğu gibi Türkiye toprağı da Türktür.” (Özbalcı,
33
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
1996, 30-31) “Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında hâlis ve tam bir ahenk varsa, orada, gözlere bir vatan tablosu görünür.” (Beyatlı, 1988, 5) Yahya Kemal’in bu düşüncelerin temelinde, kimliğini aradığı bir sırada karşısına çıkan Camille Julian’ın; “Fransız milletini, bin yılda Fransa toprağı yarattı” cümlesinin kendi milletine uyarlanışı vardır. “Bir gün, bir mecmuada, Fustel de Coulange’ın esaslı tilmizi olan ve müverrih Camille Julian’ın bir cümlesini okudum. Bu cümle, benim, millîyetimizin ve vatanımızın teşekkülüne dâir dağınık düşüncelerimi birdenbire, yeni bir istikamete sevk etti. (...) Düşünmeğe başladım. Acaba bizi de Malazgirt’ten, 1071’den sonraki sekiz yüz senede Türkiye’nin toprağı yaratmamış mıydı? (...) bu cümle kafamda birdenbire yepyeni bir ufuk açmıştı. Artık millîyetimize dâir fikirlerim bu cümlenin ilham ettiği noktada birleşiyordu. Bu noktadan hareket ettim.” (Banarlı, 1997, 46-47) “Cihan vatandan ibârettir, îtikadımca...” diyen Yahya Kemal’in -merkezinde Aziz İstanbul olmak üzere- geniş bir vatan coğrafyası mevcuttur. “Yeri fethetmek için gelmiş o fâtih neslin” kılıçlarıyla çizdiği bu coğrafyanın içinde Anadolu, Rumeli, Tunus, Cezayir, Mısır, Irak, Suriye gibi ülkeler; Bursa, Konya, İzmir, Tekirdağ, Van; Kosova, Niğbolu, Mohaç, Varna, Belgrad, Budin, Eğri, Uyvar, Filibe, Sofya, Selanik, Şam gibi şehirler; Sakarya, Tuna, Tunca, Vardar, Fırat ve Nil gibi ırmaklar vardır. Ancak bu geniş Osmanlı coğrafyası, XIX. yüzyılın ikinci yarısından XX. yüzyılın ilk çeyreğine uzanan yarım asırlık dönemde büyük savaşlara sahne olmuş; sonunda da yağmalanıp paylaşılmış-
tır.
Bunun için Yahya Kemal’in millî daüssılasının alanı, doğal olarak bütün Osmanlı coğrafyasıdır. Fas ziyareti sebebiyle söylediği “Ben, kendi milletimizin hatıraları nerelere kadar giderse oralara kadar mütehassirim.” (Banarlı, 1997, 123) cümlesi bunun açık delilidir. Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde de bunu görürüz. Süleymaniye’de idrak edilen bayram sabahında önce Üsküdar’dan Bursa’ya, Konya’dan İzmir’e, Beyazıd’dan ta Van’a kadarki yüzlerce şehir birbirine seslenir. Böylesi “duygulu, engin ve mübârek” seherde gönlü dolan kadın, erkek ve çocuk, bir süre sonra bu defa “büyük hatıralar rüzgârı” eşliğinde Muhaç’tan Kosava’ya, Niğbolu’dan Varna’ya, Budin’den Eğri’ye, Tunus’tan Cezayir’e kadar uzanan geniş Osmanlı coğrafyasından gelen top seslerini dinlerler. Gökte top sesleri var, belli, derinden derine; Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine. Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı? Üsküdar’dan mı? Hisardan mı? Kavaklardan mı? Bursa›dan, Konya›dan, İzmir’den, uzaktan uzağa, Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa; Şimdi her merhaleden, tâ Beyazıd›dan, Van›dan, Aynı top sesleri bir bir geliyor her yandan. Ne kadar duygulu, engin ve mübârek bu seher! Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer, Dinliyor hepsi büyük hâtıralar rüzgârını, Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.
34
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor? Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor: Kosava’dan, Niğbolu›dan, Varna›dan, İstanbul’dan.. Anıyor her biri bir vak›ayı heybetle bu an; Belgrad›dan mı? Budin, Egri ve Uyvar›dan mı? Son hudutlarda yücelmiş sıra dağlardan mı? Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor? Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!.. Adalar›dan mı? Tunus’dan mı, Cezayir’den mi? Hür ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor; O mübârek gemiler hangi seherden geliyor? (Beyatlı, 1974, 12-13) Bu geniş coğrafya ile birlikte onun daüssıla duygularının merkezinde hep Rumeli ve özellikle Üsküp[2]* mevcuttur. Bilindiği gibi Yahya Kemal’in 2. * Bugün genç Makedonya Cumhuriyeti’nin başkenti olan ve Balkan yarımadasının ortasında bulunan Üsküp (Skopje), coğrafî durumu sebebiyle, tarih boyunca önemli bir siyasî, kültürel ve ekonomik merkez olma durumunu korumuştur. Şehrin tarihi M.Ö. 4000 yılına kadar uzanmaktadır. Üsküp, Doğu Roma İmparatorluğunun (Bizans) egemenliği altında Hıristiyanlaştırılmış; M.S.X. yüzyıl ile XIV. yüzyıllar arasındaki dönemde Bulgar ve Sırplar arasında sık sık el değiştirir. Kosova muharebesinden sonra Yıldırım Bayezid döneminde 1392’de Türkler tarafından fethedilmiş ve Kosova vilayetinin başkenti olmuştur. Balkan Harbi sonunda Osmanlı’nın elinden çıkan Üsküp, yine Sırp-Bulgar çekişmesinin arenası hâline gelmiş; 1944’te Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti sınırları içinde özerk Makedonya Cumhuriyeti’nin başkenti olmuştur.
soyu, hem baba hem anne tarafından III. Mustafa devri Rumeli sancak beylerinden Şehsüvar Paşa’ya dayanır. Beyatlı, birkaç nesil önce Üsküp’e göç etmiş ve aslen Nişli İbrahim Naci Bey ile Vranyalı Nakiye Hanım ailesinin ilk çocuğudur. 1884’te Üsküp’ün İshakiye Mahallesi’nde büyük validesi Âdile Hanım’ın konağında dünyaya gelmiştir. Şair, “her taşında milliyetimizin ruhu”nun sindiğini belirttiği bu Türk şehrinde doğmakla iftihar eder. “Ben, ailece Üsküp’lü değilim, Nişliyim. Fakat Üsküp’te doğduğum için iftihar ederim. Çünkü Üsküp, Rumeli’de Türklüğün tekâsüf ettiği yerdir. O kadar Türktür ki her taşında milliyetimizin ruhu şekillenir.” (Banarlı, 1997, 27-28) “Üsküp’te doğmasaydım yanardım. Bursa’yı da pek severim. Bana Üsküp’te mi veya Bursa’da mı doğmak isterdin deseler, Bursa’yı isterdim. Fakat Üsküp’ü de arzu ederdim. Üsküp’ü severim. Zira orada doğdum. Çünkü çok Türk. Benim zihniyetime büyük tesiri oldu.” (Ünver, 1980, 121) Yahya Kemal, büyük validesinin konağında “Nanam” dediği ve “sevgiden, vefadan, merhametten, iyilikten yaratılmış ilâhî bir mahlûk” olarak nitelediği dadısı Fatma Hanım ve çok sevdiği Arnavud asıllı dadısı genç Zeynep’in ellerinde büyür; Nanasının kocası kâhya Ali Zâim Efendi ve külhanbeyliğe eğilimli Niş muhacirlerinden uşakları Hüseyin’den Battal Gazi destanı dinler; “Tuna ve Morava boylarından muhaceretin hızı ile Vardar boylarına dökülmüş fütühâtın bakıyyesi” Türklerden arabacı Deli Ahmet Ağa ile Vardar nehrine yıkanmaya gider. Daha beş yaşında iken kendinden büyük Redife Hanım’a âşık olur ve bu aşkın ver-
35
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Ancak kendi evleri kirada olduğu için şehrin biraz dışında kira bir evde oturma zarureti Yahya Kemal’in kalbini yakar. “1898’de Karşıyaka cihetinde, kiralık bir eve yerleştiğimiz vakit, Üsküp sevgisini daha iyi idrak ettim. İki kilometre bile tutmayan bir uzaklıktan Üsküp’ün hasreti kalbimi yakıyordu. Bazı günler, büyük validemi ve büyük teyzemi, Karaağaçlar’daki konakta ziyarete gittiğim vakit hasretimi gerçi teskin ediyordum. Lakin çok da mahzun oluyordum.” (Beyatlı, 1976, 54) Üsküp-Selanik arasındaki gidiş-gelişler bir kenara bırakılırsa, Yahya Kemal’in asıl gurbet ve daüssıla duygusu, annesi Nakiye Hanım’ın genç yaşta vefatı (1897), babasının yeniden evlenmesi üzerine son bulan aile birliği ve saadetinin yok olmasıyla söz konusu olur. Çünkü genç şair, tahsilini doğru dürüst devam ettirebilmesi düşüncesiyle 1902’de İstanbul’a gönderilir. Kısacası Yahya Kemal, doğumundan 1902’deki İstanbul’a gelişine kadarki çocukluk ve ilk gençlik yıllarını bir Osmanlı-Türk şehri olan Üsküp’te yaşamış; kimlik, kişilik ve şairliğinin temellerini bu şehrin Türk-Müslüman iklimi ile Rakofça kırlarının hür havasında oluşturmuştur. diği duygularla bir türkü güftesinden mülhem ve Üsküp türkülerinin vezniyle ilk şiirini yazar. Rakofça’daki Kırçı eğlencelerine katılır; Tahta Ilıca, Şeyh Suyu ve Çayır gibi mesire yerlerine gezmeye gider. Yahya Kemal’in on altı yaşına kadarki tahsil hayatı da Üsküp’tedir. Önce âmin alaylarıyla Sultan Murad Camii’nin yanındaki beş yüz senelik vakıf malı olan Yeni Mektep’e gider; üç yıl boyunca muallim-i evvel Sabri ve muallim-i sâni Gani efendilerden ders alır. “Eğer oraya gönderilmemiş olsaydım, tahsilim doğrudan doğruya bir yeni maarif mektebinde başlasaydı milliyetimin en hoş hatırasından mahrum kalmış olurdum. Çocukluğumda olsun birkaç sene güzel mazimiz içinde yaşamış oldum.” (Beyatlı, 1976, 21) Ardından Mekteb-i Edeb ve Üsküp İdadisi’ndeki tahsil yılları gelir. Yahya Kemal’de daüssıla, babasının memuriyeti sebebiyle Selanik’e gidişleriyle başlar. Daha Avrupaî bir şehir olmasına rağmen Selanik’ten pek hoşlanmayan şair, Üsküp hasretiyle şiirler yazar. Neyse ki bu ayrılış bir süre sonra tekrar Üsküp’e dönüşle son bulur.
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum; Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum. Kalbimde vardı «Byron»u bedbaht eden melâl Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl... Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını, Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını, Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu... Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu... Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan, Rü›yâma girdi her gece bir fâtihâne zan. Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular... Mahzun hudutların ötesinden akan sular, Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı, Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı! (Beyatlı, 1974, 14-15) “Çocukluğum (Rakofça kırlarında) geçmişti. Rumeli’yi ve Macaristan’ı fethettiğimiz devirlerin müphem hatıraları, henüz oralardaki halkın hayalinden büsbütün silinmemiştiler. Sırp ve Bulgar hudutlarıdır ki o zaman, o yerlerin halkında birer yara gibiydiler. Mahzun hudutların ötesinde akan sular Bulgaristan’dan ve Sırbistan’dan bize
36
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
kalan topraklara akan nehirlerdi ve bilhassa Morava nehriydi. Çünkü çocukluğumda bu nehrin etrafında ava çıkar, yeşil dallardan yapılmış bir avcı kulübesinde saatlerce üveyik beklerdim ve o sükun içinde -nasılsa bize kadar gelmiş olan Belgrad ve Budin türkülerinin tesiriyle olacak- bir gün tekrar membâları düşman elinde kalan bu suların ötesine kadar gidebileceğimizi düşünürdüm” (Banarlı, 1982, 27-28) Yahya Kemal’in hayatındaki bir başka gurbet, 1903-1912 yılları arasındaki Paris yıllarıdır. Dokuz yıllık Paris gurbetinden 1912’de İstanbul’a döndüğünde Trablusgarp Harbi’nin son günleridir. Çok geçmeden patlak veren Balkan Harbi, Yahya Kemal gibi ailesini de Üsküp’ten büsbütün koparmıştır. Felâketler üzerine Rumeli coğrafyasının pek çok bölgesinde olduğu gibi, Üsküp’te yaşayan Türkler ve Müslümanlar da hicret etmek mecburiyetinde kalırlar. Büyük annesi ve konaktakiler de onlar arasındadır. Aile önce İstanbul’a daha sonra da Balıkesir’e hicret eder. Osmanlı İmparatorluğunun sonu olan Birinci Dünya Harbi, son ümitlerin de alıp götürür. Bu sebeple şair on altı yaşından kırk iki yaşına kadarki yirmi altı yıl, ne Üsküp’ü ne de Rakofça”yı görebilecektir. “On altı yaşımdan kırk iki yaşıma kadar Rakofça’yı görmedim ve dâima tahattür ettim. 1912 melun harbi başladığı gün ilk hamlede kaybettiğimiz topraklardan biri orası oldu.” (Beyatlı, 1976, 31) Bütün bu gelişmeler Osmanlı-Türk toplumunun büyük bir çoğunluğu gibi Yahya Kemal’in ruhunda da “hicretlerin bakiyesi” derin hicranlı gurbet ve daüssıla duygularına zemin hazırlar. İleriki yıllarda üstleneceği hariciye görevleri, bu duygunun giderek derinleşip koyulaşmasına sebep olur. Zira Yahya Kemal, hayatının önemli bir kısmını (1926-1933/1947-1949), yurt dışında (Varşova, Madrit, Lizbon, Pakistan) Türkiye’nin temsili görevine hasretmiştir. Bunun içindir ki onun şiirlerinin ana temalarından biri, bir türlü teskin edilemeyen gurbet ve daüssıla duygularıdır. Gurbet nedir bilir mi o menfâya gitmeyen? Ey gurbet, ey gurûbu ufuklarda bitmeyen Ömrün derinliğinde süren kaygı günleri! Yıllarca, fakr içinde, hayâtın hüzünleri; Bir çöl çoraklığında hayâlin susuzluğu; (Beyatlı, 1974, 115)
Bu duygu o kadar güçlüdür ki, şair hayatı müddetince ölümden değil, “vatandan ayrılışın ıztırâbı”ndan ürkecek; vatanın eski hâliyle muhayyilesinde kalmasını, ölüm sonrasının tek dileği olarak belirtecektir. Eğer mezarda, şafak sökmeyen o zindanda, Ceset çürür ve tahayyül kalırsa insanda, -Cihan vatandan ibârettir îtikadımcaBudur ölümde benim çerçevem, murâdımca: Vatan şehirleri karşımda, her saat, bir bir, Fetihler ufku Tekirdağ ve sevdiğim İzmir, Şerefli kubbeler iklîmi, Marmara’yla Boğaz, Üzerinde bulutsuz ve bitmeyen yaz, Bütün eserlerimiz, halkımız ve askerlerimiz, Birer birer görünen anlı şanlı cedlerimiz, İçimde dalgalı Tekbîr’i en güzel dînin, Zaman zaman da Nevâ-Kâr’ı, doğsun, Itrî’nin. Ölüm yabancı bir âlemde bir geceyse bile, Tahayyülümde vatan kalsın eski hâliyle. (Beyatlı, 1974, 84) Şimdi daüssıla duygusunun merkezini teşkil eden Üsküp’ü Yahya Kemal’in gözü ve dilinden biraz daha yakından tanıyalım. Yahya Kemal’e göre Üsküp; Sarı Saltık’la Asya’dan Diyâr-ı Rûm’a gelen evlâd-ı fâtihânın; Murad Hüdavendigâr ve Yıldırım Beyazıt Han’ın fethedip kurduğu nice şehirlerden birisidir. Bölge 1392 yılında fethedildiğinde Üsküp küçük bir köydür. Şehir, şimale karşı bir Türk müdafaa kalesi olsun düşüncesiyle kurulmuştur. “Rumeli’yi o zaman ne kadar yerleşmişiz Yarabbi! Ve bu hakikati bugün ne kadar unuttuk. (…) Meselâ şu bahsi geçen Üsküp’te, biz Türkler, en maddî, riyâzî ve doğru bir tarih hesabıyle, Miladın 1392 senesinden 1914 senesine kadar tam beşyüz on sene oturmuştuk. Hâlbuki o şehri ezelden İslav addaden Sırplar, meselâ onu fethettiğimiz 1392 senesinden evvel tam beşyüz on sene işgal etmiş değillerdi. Zaten Üsküp o zaman yoktu, yalnız adı olan küçük bir köydü. Yıldırım Beyazıd tarafından, şimale karşı bir Türk müdafaa kalesi diye kurulmuştu.” (Beyatlı, 1976, 54-55) Yahya Kemal “Mohaç Türküsü” isimli şiirinde Üsküp’ün kapılarını aralayan Mohaç Meydan Muharebesi’ndeki erlerin yaşadıklarını kendi dilleriyle mısralara döker. O yiğitler, atlarıyla dolu-
37
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
dizgin ileri atılırken Allah’a giden yolda son defa birbirleriyle yarışmış; doğdukları topraklara nal seslerinden “şimşek gibi bir hâtıra” bırakıp cennet kapısından dörtnala geçerek cedlerine kavuşmuşlardır. Bizdik o hücûmun bütün aşkıyle kanatlı; Bizdik o sabâh ilk atılan safta yüz atlı. Uçtuk, Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle, Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle! Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü; Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü. Gül yüzlü bir âfetti ki her bûsesi lâle; Girdik zaferin koynuna, kandık o visâle! (Beyatlı, 1974, 24-25) Üsküp, 1392’den 1912’e kadar devam eden 510 yıl müddetince hakiki manada bir Müslüman Türk şehridir. Şehrin Müslüman-Türk kimliğinin en somut göstergelerinden biri öncelikle minarelerden yükselen ve hem dinî hem de millî musikimiz olan ezan sesleridir. “O yaşlarımda ben, Üsküp minarelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak yetişiyordum. Minarelerde ezan başladığı zaman evimizde ruhanî bir sessizlik olurdu. Galiba Üsküp’ün sokaklarında da böyle bir rüzgâr dolaşır, bütün şehri bir mabet sükûnu kaplardı. Yalnız ezan sesleri duyulurdu. Annemin dudakları ism-i celâlle kımıldardı. 1300 sene evvel Hazret-i Muhammed’in Bilâl-i Habeşî’den dinlediği ezan, asırlarca sonra, bizim semamızda hem dinî hem millî bir musiki olmuştu. O
anda semamızın mağfiret âleminden gelen ledünnî bir sesle dolduğumu hissederdim. Lâkin bu sesler, beni bütün ömrümde bırakmış değildir. (…) Ben Paris’te iken bile, hiç münasebeti olmadığı halde, kulaklarıma Üsküp’teki ezan seslerinin bir hatıra gibi aksedip beni bir nostalji içinde bıraktığını hissettiğim anlar olmuştur.” (Banarlı, 1997, s.27-28) Şehirdeki İshakiye Camii, Sultan Murad Camii (Alaca Cami); Yeşil Baba, Beyan Baba, Gavri Baba, Bukağılı Baba, Cafer Baba, Gazi Baba, Haydar Baba… türbeleri; Rifâî Tekkesi gibi mekânlar, Üsküp’ün dinî ve ruhanî havasını çok daha derinleştirir. “Lâkin Müslüman toprağının en hararetli bir çerçevesinde ikâmet ediyordum. Evlerimiz İshakiye Camii’ne hemen hemen bitişik gibiydi. Fatih devrinin metîn Müslümanlığı bu camiin mimarisine geçmiş gibiydi. Evlerimizin önünde geniş mezarlıklar vardı. Kapımızın önünde yüksek bir mezar taşı dikili dururdu. (…) Karşımızda Gavri Baba ve Yeşil Baba yatarlardı.” (Beyatlı, 1976, 34) Bu şehir Fâtih devrinin ruhanî bir mezarlığıydı. Her köşesinde bir evliya yatardı. Halkı rivayet ederdi ki ya Bağdat’da bir evliya fazla imiş yahud da Üsküp’de.” (Beyatlı, 1976, 45-46) Üsküp, insana tıpkı “Nâima Tarihi’nin sahifelerinden fırlamış” intibaı veren halkının konuşması, kılık-kıyafeti ve hayat tarzıyla söz konusu Müslüman-Türk kimliğini yakın döneme kadar korumuştur. “Üsküp son zamanlara kadar ilk asırlardaki çeşnisini tamamiyle muhafaza etmiş bir Türk şehriydi. Murad-ı Sânî devrinin canlı bir resmi gibiydi. Halk hâlâ o lehçeyle konuşur, o türlü esvâblar giyer, o devirdeki gibi yaşardı. İhtiyarlarının kıllı göğüsleri kışın bile açık, çorap görmeyen ayaklarında uzun kırmızı yemeniler, ellerinde kol kalınlığında kısa kiraz çubuklar, omuzlarında cepkenler, bellerinde geniş kuşaklar, bacaklarında çakşırlar, kaşları gözleri ve bıyıkları ağızlarını örtecek kadar gürdü. Seciyeleri ve sıhhatleri demir gibi olan bu ihtiyarları gören bir İstanbullu, Nâima Tarihi’nin sahifelerinden fırlamış zannederdi. Bu şehrin gençleri de çakşırlı, fermeneli; gençliğin atılganlığıyle bıçak ve tüfek oyunu oynar, tanbura çalar ve türkü söylerler; adeta bir Yeniçeri Ortası’nı andırırdı; kadınları kırmızı canfesten şalvar ve bürümcük gömlek giyerler, boyunlarına sıra sıra Mahmudiyeler takarlar, elleri-
38
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
nin ve ayaklarının parmaklarını kınasız bırakmazlardı.” (Beyatlı, 1976, 45-46) İstanbul’un fethine iştirak eden; hatta Haliç kenarında Üsküplü Mahallesi’ni oluşturan; pek çok âlim, şair, münşi yetiştiren Üsküp, Selatin Camileri’ne benzer camileri, medreseleri, tekkeleri, bedestenleri, çarşıları; kazazları, bezzazları, haffafları, hallacları, bakırcıları, kuyumcuları, silahçılarıyla, medeniyet merkezi bir Türk şehridir. O kadar ki Selanik’ten gelen yeni kelimeleri, yeni eşyayı, hatta yeni şarkıları alafranga telâkki eder. “İstanbul’un fethinde kanını döktükten sonra Haliç kenarında Üsküplü Mahallesi’ni kurmakla İstanbul’a ilk Türk mayasını veren bu şehir, o zamanlar bir medeniyet merkeziymiş; âlimler, şairler, münşiler yetiştirmiş, Selatin Camileri’ne benzer camilerle, medreselerle, tekkelerle, bedestenlerle, çarşılarla bezenmiş. Mamafih medeniyeti yıkılmaktan ziyade bir göl gibi durmuştu. Çarşısı, kazazları, bezzazları, haffafları, hallacları, bakırcıları, kuyumcuları, silahcılarıyle olduğu gibi duruyor, çalışıyor ve işliyordu.” (Beyatlı, 1976, 47) “Üsküp o kadar eski, o kadar Türktü ki İstanbul’dan ve Selanik’ten gelen yeni kelimeleri, yeni eşyayı, hatta yeni şarkıları alafranga telakki ederdi. Balık suyu idrak etmediği gibi, Üsküp de Türklüğünü idrak etmiyordu, bütün Türk şehirleri gibi kendine sadece Müslüman diyordu.” (Beyatlı, 1976, 47) Bütün bunlara Vardar nehrinin gerdanlığı Fâtih Sultan Mehmet Köprüsü’nü (Taş Köprü), Üsküp Kalesi’ni, hapishane olarak kullanılan ve içeride söylenilen türküler demir parmaklıklı pencerelerinden dala dalga bütün Üsküp’e yayılan
Kurşunlu Han’ı da ilâve etmek gerekir. “Kurşunlu Han, şadırvanıyle, turnasıyle, demir parmaklıklı pencereleriyle, menkıbeleriyle, türküleriyle, tanburalarıyle, karadüzenleriyle, Üsküplülerin gözünde tüterdi; hakikaten de romantik bir Avrupa şairini hayran edecek bir yerdi. Bazı sakit gecelerde, Kurşunlu Han’ın türkülerini bizim konağın pencerelerinden, derin bir hassasiyetle dinlerdik.” (Beyatlı, 1976, 53) İşte Yahya Kemal, kimlik ve kişilik hamurunun yoğrulduğu böyle bir şehrin daüssılasını yaşar. 1922 yılında Tevhid-i Efkâr’da yayımlanan “Saatler ve Manzaralar” başlıklı yazısında, Saraçhânebaşı’nda davul zurna eşliğindeki yapılan güreşleri seyrederken “gözünde tüten” ve “pehlivanlığın öz vatanı” olan Rumeli ve Rumeli’deki ilk gençlik günlerini hatırlar: “Pehlivanlığın öz vatanı, eski Rumeli gözümde tütüyordu. Ah Rumeli’nin o sonbahar düğünleri! O Trablus fesler, o Trablus kuşaklar, o sırma cepkenler, o sırma câmedanlar, o gümüş köstekler, o Türk debdebesi, o atlar, o düğün alayları!... Yirmi çift davul zurnanın gür sesleri şehri ve şehrin etrafındaki kırları doldurur. Şehrin bütün bir semtindeki konaklarına ve evlerine uzaktan ve yakından gelen misafirler konar, meş’aleler yanar, sokaklarda davul zurnayla kabadayılar, evlerde al dudaklı, al şalvarlı, bürümcük gömlekli, elleri ve ayakları kınalı genç köçekler, zil ve defin hudutsuz çılgınlığıyle sabahlara kadar raksederlerdi. Zurna sesine barut kokusunun karıştığı bu düğünler, kırda, muazzam bir güreşiyle nihayete ererdi. Yirmi çift davul, zurna ve seksen çift pehlivanın güreşiyle tecelli eden bu millî şâşaanın zevki anlatılamaz.” (MM, s.144) Yahya Kemal’in söz konusu duygularını anlattığı en etkili ve en güzel şiiri de “Kaybolan Şehir”dir. Evlâd-ı Fâtihâna Yıldırım Bayezid Han’ın yadigârı olan Şardağı’nın eteğindeki Üsküp, şehit kanlarıyla lâle bahçesine dönmüş toprağı, firuze kubbeleri, çehre ve ruhuyla bizim; yalnız bizim şehrimizdir.
39
Üsküp ki Yıldırım Beyazid Han diyârıdır, Evlâd-ı Fâtihân’a onun yâdigârıdır. Fîrûze kubbelerle bizim şehrimizdi o; Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle biz’di o. Üsküp ki Şar-dağı’nda devamıydı Bursa’nın,
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş kanın. Üç şanlı harbin arşa asılmış silahları Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları. Üsküp’ü Yahya Kemal için kutsal kılan bir başka önemli husus; annesinin, Nakiye Hanım’ın naşını bağrında saklamasıdır. Şair, daha ilk gençlik yıllarına adım attığı bir sonbahar günü annesini kaybedince, fetihte İsa Bey’in açtığı Üsküp toprağına defnedilir. Yahya Kemal, şahsiyetinin teşekkülünde önemli rolü olan annesinin bir fotoğrafına bile sahip olamamaktan ve zamanla simasının hafızasından büsbütün silinip gitmesinden derin üzüntü duyar. “Annemin resminden mahrumum. Onun bir resmi hayatımın en büyük yadigârı olurdu. Annemin simasını şimdi iyi hatırlamıyorum.” (Beyatlı, 1976, 3) Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa, Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.
“Bir Türk gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ varsa Balkan’dır. Vakıa Tuna’nın kıyılarından ve Balkan’ın eteklerinden ayrılalı kırk üç sene oluyor. Lâkin bilmem uzun asırlar bile o sularla o karlı tepeleri gönlümüzden silebilecek mi? Zanneder misiniz ki bu hasret yalnız Rumeli’nin çocuklarının yüreğindedir? Rumeli toprağına ömründe ayak basmamış bir Diyarbekirli Türk de aynı hasretle bu türküyü söylemiyor mu?” (Beyatlı, 1976, 146) Kendi Gök Kubbemiz şairinin bir ömür boyu içini yakan hasreti dindiremeden gözlerini yumduğu Üsküp’ü, 2009 ve 2013 yıllarında iki defa ziyaret etme imkânı buldum. Şehri, Yahya Kemal’in özlemini duyarak dolaştım. Gördüm ve duydum ki Üsküp, şehit kanlarıyla lâle bahçesine dönmüş toprağı, firuze kubbeleri, çehre ve ruhuyla hâlâ bir Osmanlı/Türk şehridir. “Türklük Avrupa’ya doğru cezr ü meddi biten bir deniz gibi o dağlardan çekilmiş, lâkin tuzunu bırakmış. Bütün o topraklar Türklük kokuyor.” (Beyatlı, 1976, 147)■
İsâ Bey’in fetihte açılmış mezarlığı Hülyâma âhiret gibi nakşetti varlığı. Ancak böylesi kutsal, Şardağı’nda Bursa’nın devamı olan Üsküp, bir gün “öz vatan”dan koparılır. Bu kopuş veya koparılışın hicranı, derin bir yara olarak Yahya Kemal’in kalbinde ilânihaye kanamaya devam edecektir. Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için. Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir! Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir! Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene, Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene. (Beyatlı, 1974, 77-78) Son beyit, Yahya Kemal’in Üsküp’e olan bağlılığını bütün açıklığı ile ortaya koyar. Yani Üsküp’ün daüssılası yıllarca sürse ve biz Üsküp’te olmasak bile Üsküp yine bizdedir. Şiirdeki “biz” vurgusu, Yahya Kemal’in daüssılasının bireysel olmadığının delilidir. Daha açık bir ifadeyle, “kollektif ruh”un şairi olan Yahya Kemal’de ferdî daüssıla ile millî daüssıla iç içe geçmiş halkalar gibidir.
Kaynakça Banarlı, Nihat Sami (1982), Şiir ve Edebiyat Sohbetleri II, İstanbul, Kubbealtı Neşriyat. Banarlı, Nihat Sami (1997), Yahya Kemal’in Hatıraları, İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları Beyatlı, Yahya Kemal (1974), Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları. Beyatlı, Yahya Kemal (1976), Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hâtıralarım, İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları. Beyatlı, Yahya Kemal (1977), Mektuplar ve Makaleler, İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları. Beyatlı, Yahya Kemal (1988), Aziz İstanbul, İstanbul, MEB Yayınları. Çetişli, İsmail, (2008), “Yahya Kemal’in Şiirlerinde Hâtıra ve Hatırlama”, Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası, İstanbul, S.5, s.549-558. Çetişli, İsmail, (2000), “Türk Şiirinde Gurbet”, Ay Işığı, S.16-17, s.3-10. Özbalcı, Mustafa, (1996), Yahya Kemal’in Duygu ve Düşünce Dünyası, Ankara, Akçağ Yayınları. Tanpınar, Ahmet Hamdi (1977), Edebiyat Üzerine Makaleler, İstanbul, Dergâh Yayınları. Ünver, Süheyl, (1980), Yahya Kemal’in Dünyası, İstanbul, Tercüman Yayınları. Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi, (1978), (Hzl. M. Kaplan- İ. Enginün, B. Emil), İstanbul, İstanbul Ü. Edebiyat Fak. Yayınları.
40
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Yahya Kemal: Şehir ve şiir D. MEHMET DOĞAN
Ş
ehir insanlığın ortak yaşama mekânı. Medeniyetin ve kültürün oluşum yeri. Tarihin yazıldığı, yazıya geçirildiği mahal… “İnsanın en büyük fazileti şehir kurmasıdır.” diyor eski Yunan’ın meşhur feylezofu Eflatun. Büyük medeniyetlerin büyük şehirleri var... Babil, Atina, Roma, Bizans, Bağdat, Merv, Konya, Semerkand, İstanbul, Paris vb. Medeniyet gibi edebiyat da, şiir de şehrin çocuğu. Kırlarda rüzgârlara karışan çoban şarkıları, şehirlerde bin bir çeşit, dal, yaprak verir; renk renk çiçek açar. Tabiatın gerçeği, şehirde gerçeküstü ifade biçimlerine kavuşur. Şehir bir inşa bir oluşum süreci, bu süreçte insan da oluşuyor; yapılıyor. Ankaralı Hacı Bayram Veli, Nâgehan bir şâra vardım, ol şârı yapılır gördüm Ben dahi bile yapıldım, taş ü toprak arasında diyor. Bu şâr, yani şehir, tasavvufi anlamda insanın nefsi, manevi varlığı da olabilir. Hacı Bayram’dan bir yüzyıl önce Anadolu’da Türkçeyi ilk defa parlatan ve böylece Farsça yöneten
Selçukludan, sonra Türkçe konuşan Osmanlıyı müjdeleyen Yunus Emre, Bu vücudum şârına bir dem giresim gelir diyerek, ta o zamandan beri şehir kelimesinin maddi anlamından farklı bir anlam yüklendiğini gösterir. Ama dervişler “ya tahammül ya sefer” deyip yola düşerler. Yunus gibi: Yunus sen var şârdan şâra... dolaşırlar. Büyük medeniyetlerin büyük şehirleri var, büyük şehirlerin büyük şairleri var… Üç büyük şairimizin adı İstanbul’la anılır: Baki, Nedim ve Yahya Kemal. Şairler şehirlere nispet edilir: Ruh-i Bağdadî, Fuzuli-i Bağdadi, Urfalı Nabi, Erzurumlu Nef’i, Diyarbekirli Süleyman Nazif vb. Bir şehirde doğmak, bazen o şehrin şairi olmak için yetmez. Yahya Kemal bu sebepten değil ama Üsküp şairi olmaktan çok İstanbul şairidir… Yahya Kemal için İstanbul, Üsküp’ü de içine alan genişlikte ve büyüklükte bir şehirdir; bir dünyadır. Bazı şairler var ki, bazı şehirler onlarsız anlatılamaz. Bursa deyince, “Bursa’da Zaman” şiiri-
41
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
ni ve A. H. Tanpınar’ı hatırlamamak mümkün mü? Bursa’ da bir eski cami avlusu Mermer şadırvanda şakırdayan su Orhan zamanından kalma bir dıvar Onunla bir yaşta ihtiyar çınar... Bizde şehri ilk mesele edinen büyük şair Yahya Kemal’dir. Ahmet Hamdi Tanpınar onun izinden gider. Yahya Kemal’in Kendi Gök Kubbemiz isimli şiir kitabında 82 şiir var. Bunların neredeyse yarısı doğrudan doğruya İstanbul’la ilgili. Diğer yarısı da İstanbul’suz değil… Yahya Kemal İstanbul’u Osmanlı tarih ve medeniyetinin hülasası olarak görür. Onun kubbelerinde, kemerlerinde, sokaklarında, semtlerinde, taşında, toprağında, havasında, suyunda… Osmanlı tarih ve medeniyetini okur. Şiirlerinin çoğu nesirmişçesine bu görüşlerin sergilendiği ve savunulduğu metin parçalarıdır. Yahya Kemal, yazılarında da medeniyet ve şehir meselelerine geniş yer veren bir şairdir. İşte Yahya Kemal’in şiirleri ve İstanbul ve birer ikişer mısralık hatırlatmalar: Süleymaniye’de Bayram Sabahı, Rüya gibi bir akşamı seyretmeğe geldin...
“Kar Mûsıkileri” Yahya Kemal’in Polonya elçiliği sırasında Varşova’da yazılmış (1927). Burada musiki üzerinden bir medeniyet mukayesesi dikkati çekiyor. Yahya Kemal, İstanbul’dan uzaktadır ama onun en özlü sesi kulaklarında çınlamaktadır. İstanbul artık şair için musikidir. Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu Bin yıl sürecek sanılan kar sesidir bu ..... Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta Birden mes’udum işitmek hevesiyle Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle Sandım uzaklaştı yağan kar ve karanlık Uykumda bütün bir gece Körfezdeyim artık Yahya Kemal, Kocamustapaşa’da şehrin yoksul kesimlerinde neşvü nema bulan kader-azla yetinme, tevekkül kavramları etrafında bir hayat felsefesi çıkarır. “Gece” şiirinde Boğaz’ın bir köyünden, Kandilli’den seslenir: Kandilli yüzerken uykularda Mehtabı sürekledik sularda “Akşam Musıkisi” şiirinde yine aynı köyü terennüm eder: Kandilli’ de eski bahçelerde
Bir Başka Tepeden; Sana dün bir tepeden baktım Azîz İstanbul… Siste Söyleniş: Birden kapandı birbiri ardınca perdeler Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler? İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar, Hayâl Şehir ve Ziyaret:
Onun şiirlerinde diğer Boğaz semtleri de, İstinye, Çubuklu, Bebek gibi arzı endam eder… Ölümü bile, “Eylül Sonu”nda Boğaz köylerinde düşünür: Günler kısaldı. Kanlıcanın ihtiyarları Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları ...... Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor Lâkin vatandan ayrılışın ızdırabı zor!
Yine birlikte, bu mevsim Atik-Valdedeyiz… Atik Valdeden İnen Sokakta: Tenha sokakta kaldım, oruçsuz ve neşesiz… Üsküdarın Dost Işıkları, Hayal Beste ve Kar Musikileri…
Yalnız Boğaz köyleri, semtler ile ilgili değil, Fenerbahçe, Maltepe, Moda gibi Marmara’ya
42
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
bakan semtlerle ilgili de şiirler yazmıştır Yahya Kemal. İkinci bir hayat mümkün mü? Eğer bu mümkünse Yahya Kemal’in tek tercihi İstanbul’a dönmektir: Gelmek’çün ikinci bir hayata Bir gün dönüş olsa ahiretten .... İstanbul’a dönmek isterim ben .... Artık çekilince söz ve sazdan Ömrüm İç-Erenköy’ de geçsin (Bedriye mısralar). Bir başka İstanbul şiiri: İstanbul Ufuktaydı. İsminde İstanbul geçmeyen, fakat muhtevası İstanbul olan bir şiir, “Mihriyar”’da sevgili-şehir ilişkisi kendisini hissettirir: Siması zaman zaman parıldar Bir sahilin en güzel yerinde Hâlâ görünür geçen asırlar Bir bir koyu mavi gözlerinde ...... Endamını zanneder görenler Bir bestesi eski bestekârın Hayran olarak bakarsınız da Hulyanızı fetheder bu hâli, Beşyüz sene sonra karşınızda İstanbul fethinin hayâli....
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene. Şehir ve medeniyet ilişkisini çok güçlü şekilde kuran ve Osmanlı medeniyetinin şehri olan İstanbul’u yücelten şair, dünyanın başka ülkelerine, şehirlerine de şiirler yazmaktan geri kalmaz. Endülüs’te Raks, Altor Şehrinde, Eski Paris, Sicilya Kızları ve Madrid’de Kahvehane bunlar arasındadır. İspanya elçiliği sırasında yazılan Madrid’de Kahvehane, şairi ister istemez kıyaslamaya götürür: “Madrid’ de kahvehaneyi gördüm ki havradır Bir yerdeyiz ki söz denilen şey palavradır. Şairin zihni hemen Emirgân’ın Çınaraltı kahvesine gider. Bir taraftan tabiat diğer taraftan estetik işin içine karışır: Gönül dalar suların mûsıkîsine Bazan Yesarî hatlarının en nefisine. Rindlerin Ölümü ise, İran’ın büyük gazel şairi Hafız üzerinden Şiraz’ı hatırlatır bize:
Yahya Kemal’in şiirlerinde İstanbul, bir kitap konusu olabilecek zenginlikte. Biz bu yüzden bazı şiirlerin sadece isimlerini vermekle yetinmek zorunda kalıyoruz: İstanbul’un o yerleri, Gezinti, Moda’da Mayıs, Hüzün ve Hatıra, Ses, Erenköy’ünde Bahar, Geçmiş Yaz, Eski Mektup, Viranbağ. İstanbul dışında Erzurum’a gazel yazan şair, doğduğu şehir Üsküp’ü de unutmamıştır. O artık “Kaybolan Şehir”dir.
Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış Eski Şirazı hayal ettiren ahengiyle Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter Yahya Kemal, gerçek bir “şehir şairi”… Yani “medeniyet şairi”. Bunu bütün, şiirlerinde ve diğer eserlerinde görmek mümkün. ■
43
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Modern şehri sorgulayan şair A. VAHAP AKBAŞ
A
hmet Hamdi Tanpınar, bir yazısında “Biz şehir mefhumunu kaybettik. İçimizde fukaralığın nizamı kuruldu.” diye yakınır. “Şehir, bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek bir hayattır.” der. Eski İstanbul harap, fakir ve bîçare de olsa kendine göre bir hayat ve üsluba sahipti. Kaybedilen bu “hayat ve üslup” şüphesiz bir sanat ve cemiyet adamı olan Necip Fazıl’ı da mustarip etmektedir. Belki bundan dolayı, şehir onun şiirinde daha çok menfi yönleriyle ele alınır. Hayatını ve üslubunu kaybetmiş bir şehirde şair korkuyu, ürpertiyi, vehmi, yalnızlığı derinden yaşamaktadır. “Kaldırımlar”, “Bacalar”, “Otel Odaları”, bu duyguların yoğun bir şekilde yaşandığı şiirlerdir. Mehmet Kaplan, “Kaldırımlar” için, “Türk edebiyatında büyük şehrin ortasında ferdin yaşadığı yalnızlığı bu kadar kesif ve kuvvetli olarak anlatan pek az şiir vardır.” diyecektir (Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, 1973). Bu üç şiirde de, mekân belirtilmemekle beraber, şairin Paris hayatının izleri de hissedilmektedir. Esasında şairin kendisi de anılarında, Paris sokaklarında “Kaldırımlar şiirini içinde biriktire biriktire” nasıl yürüdüğünü anlatmaktadır. “Bâbıâli”den alıntıladığımız şu satırlarda, bahsettiğimiz üç şiirin kaynağına ve teşekkülüne dair ipuçları var: “Pırıl pırıl cadde… Paris kaynıyor… O, Genç Şair, şehrin kapkara çatıları, esrarlı bacaları ve her an göz kırpan ışıkları ortasında, kaybolmuş bir çocuk gibi kimsesiz ve on parasız… Ve ‘ışık beldesi’ diye anılan Paris’te, hiçbir yerden hiçbir ümit kıvılcımı göstermez bir karanlıkta… Gözleri kaldırımlarda, ‘Kaldırımlar’ şiirini içinde biriktire biriktire, saatlerce yayan, oteline gitti. Odasına çıktı…” (Bâbıâli, 1975)
Paris’te çok fazla kalmamasına rağmen, Necip Fazıl’ın oradan çok zengin gözlemler ve derin intibalarla döndüğü; Paris yaşantısının onun şiirinde uzun yıllar belirleyici bir unsur olduğu çokça kişi tarafından ifade edilmiştir. Necip Fazıl’ın şehir temalı şiirlerine, beri yandan, şehrin kimliksizleşmesiyle birlikte şairin mizacının da bir tezahürü olarak usanç içinde, esneyen yorgun insanlar yansımaktadır. “İstasyon”, “İskele”, “Sokak”, “Apartman” şiirlerinde bunu görmek mümkündür. “Apartman” şiiri, hayatı ve üslubunu kaybetmiş şehri, böyle bir şehirde yaşanan “götürü hayat”ı anlatması bakımından önemlidir: Sır vermeye alışkan Pencereler aydınlık. Duvara şüphe çakan Gölgelerde şaşkınlık. Üst üste insan türü; Bu ne hayat, götürü! Yakınlıktan ötürü Kaçıp gitmiş yakınlık… Şehir kültürüyle yetişen, kâh bir bohem kâh bir sanat ve fikir adamı olarak şehri soluyan Necip Fazıl, “Canım İstanbul” dışındaki şiirlerinde, yukarıda değindiğimiz nedenlerle bir şehir muhalifi görünümündedir. Onda şehrin mefhum-ı muhalifi tabiattır. Arınmak, huzura ermek için tabiata kaçar, âdeta ona sığınır. “Şehirlerin Dışından” şiirinde bizi, dünyayı şehirlerin dışından seyretmeye çağırır. Çünkü “kat kat çıkmış evler, o cam gözlü devler” görülmesi gereken âlemi gizlemektedir. Şehirler insanı köleleştirmekte, Allah’ı unutturmaktadır. Şehirden kaçış, doğaya sığınarak kurtuluş
44
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
fikri başka şiirlerinde de tekrarlanır. “Ses” şiirinde şehir kıvılcım ve dumandan ibarettir; ahtır, oftur, amandır. Şair bunlardan kaçarak ormandan gelen sesin çağrısına uymaktadır. “Dağlarda Şarkı Söyle” şiiri de benzer duyguları ifade eder: Al eline bir değnek, Tırman dağlara, şöyle! Şehir farksız olsun tek, Mukavvadan bir köyle! Uzasan, göğe ersen, Cücesin şehirde sen; Bir dev olmak istersen, Dağlarda şarkı söyle! Necip Fazıl’ın “Canım İstanbul”u, şehri konu alan diğer şiirlerine nazaran bazı farklılıklar göstermektedir. Diğer şiirlerindeki olumsuz bakış burada yoktur. Şiir, bir şehir güzellemesidir. Şair, şiirin adından başlayarak bir şehri mısra mısra sevgi ipliğiyle dokur. İstanbul, tarihiyle, tabiat güzellikleriyle, semtleriyle, şairin hayatındaki ayrıntılarıyla dondurularak bir kalıba dökülmüş gibidir. Mustafa Miyasoğlu, bu şiiri tahlil ettiği yazısında (Necip Fazıl’ın Canım İstanbul’u, Necip fazıl Kısakürek, 1985), şiirin1960 ihtilalinden sonraki şartların oluşturduğu psikoloji içinde yazılmış olmasına dikkat çeker. “Canım İstanbul şiiri kırık ve hassas bir insanın öte inancını kaybetmeden dünya görüşünü, tarih anlayışını bir şehre bağlı kalarak anlattığı şiirdir.” der. Benzer bir ruh hâleti içinde İstanbul’a bakan Tevfik Fikret’in “Sis”indeki lanetli bakıştan çok farklı bir bakıştır bu şüphesiz. Bu farkı, iki şairin bağlı olduğu değerlerin belirlediği muhakkaktır. Canım İstanbul’un bir özelliği de şehrin ete kemiğe büründürülerek, somut bir şekilde anlatılmasıdır. Necip Fazıl’ın hemen bütün şiirlerinde görülen genelleme ve soyutlama bu şiirde yoktur. İstanbul semtleriyle, tarihî ve coğrafi ayrıntılarıyla, hatıralardan yansıyan özel taraflarıyla son derece somuttur. Öyle ki sanatının ana damarı mücerretlik olan Necip Fazıl, şiirin daha başında ruh gibi soyut bir kavramı bile kalıba döküp İstanbul’a indirgeyerek onu somutlaştırır. Yahya Kemal, göze çarpmayan tarih hatıralarıyla dolu bir muhayyilenin, derunî bir İstanbul içinde yaşamakla çok daha geniş bir âlemi duyabileceğini söyler. Necip Fazıl, “Canım İstanbul”da bu geniş âlemi duyuyor ve çok canlı bir şekilde duyuruyor. Bunun dışında, genel olarak, mücerretlik ve
idealizmin Necip Fazıl’ın bütün fikrini kuşattığı ve ferdi, içtimaî her meseleye bu zaviyelerden baktığı söylenebilir. Bunun içindir ki bir meseleyi en genel ve en ideal şekliyle mütalaa eder; meselenin detayına inmeyi çoğu zaman gereksiz görür. Belki de ihmal eder. Şehre bir problem olarak yaklaştığı şiirlerinde, hatta “İdeolojya Örgüsü”nde, İslam İnkılabı çerçevesinde tasavvur ettiği şehrin özelliklerini sayarken de durum farklı değildir. Mabetlerin sade, evlerin süslü olması gibi bazı hususlar dışta tutulursa, geriye ideal ama son derece soyut bir şehir tasavvuru kalır. Şu satırlar, bu konuda bize bir fikir verebilir: “İslâm inkılabında şehir, dünyaya ait her şeyi terk ettikten sonra ‘terk’i de terk edip ‘terk-üt-terk’ makamına yükselmiş ve bu inceler incesi düsturuyla yine dünyaya dönmüş ruhun (metropolis)idir. Bu (metropolis)lerde sokak, meydan ve bütün umumi sahalar, teker teker Müslüman evlerinin müşterek ve maşeri geçit çerçeveleridir ve bunlar, selim zevk ve temizlik ölçüsüyle, bir Müslüman kadının başörtüsü kadar güzel ve pâktır.” (İdeolojya Örgüsü, 5. basım, 1986). O hâlde Necip Fazıl’ın şehre genel olarak bakması ve çoğu zaman soyutlamaya gitmesinin biraz da onun dünya ve ahiret telakkisiyle, fikrî bakış açısıyla ilgili olduğu düşünülebilir. Mesela şehrin “mukavvadan bir köy” gibi algılanması, dünyanın geçiciliği ile alakalandırılabilir. Bu dünyadaki her şey gibi şehirler de fânidir. Esas yaşanacak yer, ötesidir. “Karacaahmet” şiiri, somut bir yerin (bir semtin, o semtle özdeşleşmiş mezarlığın) adını taşımasına rağmen, şiirde ölüm gibi soyut bir kavram merkeze alınır. Şiire dünyevi değil, uhrevi bir hava hâkim kılınır. Karacaahmet şaire göre, yalancı şehrin göbeğinde sahici bir beldedir: Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde; Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde Başka mısralarında da manevi şehir imajı dikkati çeker. Dünya şehri şairin yüreğini yarmaktadır. Onun arzuladığı “nur şehri”dir: Şehirlerde tabanım değil, yüreğim yarık; Nur şehrine gidelim, yürü, çilekeş çarık! “Şehrin kalbi” başlıklı şu mısralar da benzer bir arzuyu dile getiriyor:
45
Nur yolunu tıkıyor yüzbir katlı gökdelen. Bir küçük iğne yok mu, şehrin kalbini delen?■
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
EŞİK AĞRISI Bir yol bir yola sığınır sen içindeki dağdan İnersin ellerinden bir ülke çiçeklenir Bir yol bir yoldan ayrılır; renklerinle gülümse Söylendi mi, ayrılık insanın adresidir. Bir yol bir yola karışır, bir ırmak bir ırmağa Bir yol bir yola bağlanır, kişi eşittir zincir Bağ budama mevsiminde annemiz, ellerinde Bir asma çubuğuna saklıyor rüyasını O rüyadan kardeşlerim, başka yeşil yorumlar Başka bağlar çoğaltıyor yeryüzü mayhoş tatlı Çardağımızda serinlik şarabımızda kekre Gidebilsek, nereye, bir bağ tutkusu Bir kabuk yarası ilk, gidebilsek nereye… Yürümek güzel Allah’ım verdiğin büyük nimet Hamdolsun en eskiye, hamdolsun en yeniye…
MEHMET AYCI
46
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Klasik şair ve şehir NÂMIK AÇIKGÖZ*
Lale ile gül, nazik ile nazenin ve arif ile bahadır arasındaki sosyal tabaka temsiliyetinin farklı bir tezahürü, kilim ve halıda ortaya çıkmaktadır. Kilim motifleri, doğala yakın ve üst mental seviyeyi gerektirmeksizin düz ve kırık çizgilerden oluşurken, halı motifleri, üst mental seviyeyi gerektiren eğri çizgilerden oluşur.
K
lasik Türk şiiri, bir şehir şiiri olduğundan bu geleneğe ait şiirde, mazmun veya imge kurgulaması yapılırken, muhtelif kelime havzaları’na dayanan şiirsel kurgulamalar, daha çok şehir merkezlidir. Klasik şiiri besleyen mekânlar, duygular, metaforik ve sembolik kullanımlar, tasvir edilen sosyal zemin ve sosyal yapı, zevk işlenmişliği ve inceliğinin tezahür zemini olarak şehirlere aittir; kırsala değil... Şehir-Taşra
15. yüzyıl şairlerinden Necati Bey (Ö. 1509), aşağıdaki beytinde, laleyi kır çiçeği, gülü ise şehir çiçeği olarak tasavvur etmiştir: Taşradan geldi çemen mülkine bîgâne deyü Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler. Necati Bey, bir şehir-kır mukayesesi manifestosu mahiyetinde olan bu beytinde, şehri gül ile temsil ederken, kırsalı lale ile temsil
etmekle, aslında bir sosyal yapı mukayesesi de yapmaktadır. Taşra, yani kırsal kesime ait olan lalenin, gül sohbetine katılamamasının sebebi, Necati Bey’e göre, gülün incelmiş zevkleri, lalenin de işlenmemiş zevkleri sembolize etmesi ve bu ikisinin bir arada bulunmasının zorluğudur. Benzer bir taşra-şehir mukayesesini Nabi (1641-1712) de yapar. Taşra’yı, kenâr ile ifade eden Nabi’nin kurgulamasında, davranış inceliği merkezli bir zihniyet karşılaştırması yapılır: Bilen hâk-i Sitanbuldur rüsûm-ı şîve vü nâzı Kenârın dilberi nâzik de olsa nâzenîn olmaz Nabi, insan davranışlarını mukayese ettiği bu beytinde, Osmanlı şehrinin kristalize sembolü olan İstanbul ile taşrayı nazik olmak ve nazenin olmak etrafında karşılaştırırken, şehirdeki işlenmiş ve rafine edilmiş üst mental seviyeye dikkat çeker.
47
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Klasik şair, imge kurgulaması yaparken, beslendiği habitatın kelime havzalarına başvurur. Mesela, klasik şair, mekân itibariyle bağ ve bağçeyi; yani bugünkü tabirle parkı kullanır, geniş kırları değil. Hele bağçe, adı üzerinde, küçük alandır; yani bir tabiat minyatürüdür. Bu bağ, bağçe, sahn-ı çemende gül, servi, sümbül, nergis, çınar gibi park bitkileri çoğunluktadır. Nabi, bilgi (irfan) ve kol gücü etrafında kurguladığı şehir-köy mukayesesini yaptığı şu beytinde de, iki sosyal yapının farklılığına işaret eder: Hünerün var ise bir şehrde bir ârif bul Yohsa her karyede bir nice bahâdır bulunur Lale ile gül, nazik ile nazenin ve arif ile bahadır arasındaki sosyal tabaka temsiliyetinin farklı bir tezahürü, kilim ve halıda ortaya çıkmaktadır. Kilim motifleri, doğala yakın ve üst mental seviyeyi gerektirmeksizin düz ve kırık çizgilerden oluşurken, halı motifleri, üst mental seviyeyi gerektiren eğri çizgilerden oluşur. Benzer çizgi farklılığını, mimaride de görmek mümkündür. Mesela kırsal kesim camilerinin çizgileri düz ve kırık iken, özellikle 15. yüzyıldan itibaren inşa edilen şehir camilerinde kıvrım ve daire hâkimdir. Müzikte de halı-kilim ve mimarideki farklılığa benzer bir oluşum vardır. Kırsal kesim müziği, daha çok ana seslerden oluşurken, şehir müziği ara sesleri, yani sesteki nüansı ortaya çıkaran ayrıntıyı kullanmasıyla dikkati çeker. Klasik şiir, sevgilinin güzelliğini ifade ederken, rafine bir zevki yansıtır. Mesela, klasik şiirde sevgilinin yanağı güle benzetilirken, halk şiirinde, yanak elmaya benzetilir. Aynı şekilde, klasik şiirde sevgilinin dudağı la’l (yakut)’e, gözü sad harfine benzetilirken, halk şiirinde dudak kiraza, göz zeytin veya üzüme benzetilir. Dikkat edilirse, kırsal kesim şiirinde, edebî estetik kurgulamasının kelime
havzası yiyeceklerdir; yani tabiata daha yakın olan “damak zevki” ne dayanır; klasik şiirde ise daha üst seviyede bir estetik algı ve yorumlama söz konusudur. Klasik Şairin Habitatı: Şehir
Edebiyat, diğer kültürel unsurlardan yalıtılmış bir şekilde, tek başına mütalaa edilecek bir olgu değildir. Bir dönemin edebiyatı neyse, mimarisi, musikisi, resmi de benzer yapı ve nitelikleri taşır. Mimari, tezhip, hüsn-i hat ve musikideki ritimle edebiyattaki ritim aynıdır ve hepsinin temel yapısını oluşturan ritim, simetrik tekrara dayanır. Simetrik tekrar, ana motifin geometrik bir şekilde çoğullaşmasıdır. Mimari, tezhip ve halı-kilim, bunu çizgilerle yapar; musiki usulle, şiir vezinle... Edebiyat dâhil, bütün sanat eserleri, aynı habitatın eseridir. Edebiyattaki zihniyet ve nitelik ile diğer güzel sanat şubelerindeki zihniyet ve özellik birbirinin zıddı ve birbirinden farklı olamaz. Mesela şair Baki ile Süleymaniye ve Itri’yi aynı habitatta düşünmek mümkündür de, gökdelenlerle ve Sibel Can ile aynı habitatta düşünmek mümkün değildir. Çünkü Baki’yi besleyen ve ona yetişme ortamı sağlayan habitat, mimaride Süleymaniye’yi, musikide Itri’yi de besler; gökdeleni ve Sibel Can’ı değil. Klasik şair, imge kurgulaması yaparken, beslendiği habitatın kelime havzalarına başvurur. Mesela, klasik şair, mekân itibariyle bağ ve bağçeyi; yani bugünkü tabirle parkı kullanır, geniş kırları değil. Hele bağçe, adı üzerinde, küçük alandır; yani bir tabiat minya-
48
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
türüdür. Bu bağ, bağçe, sahn-ı çemende gül, servi, sümbül, nergis, çınar gibi park bitkileri çoğunluktadır.
Âşıklara kûyunda “be-rev” didi adûlar Şehre giricek Türk iti Fürsî ulur ey dost Zati bu beytinde, Farsça bilmeyi o dönemin entelektüel düzeyinin bir göstergesi olarak zikrederken, köpeğe benzettiği rakiplerin Türkçe Def ol!.. demeyip Farsça be-rev (Günümüz Farsçasında boro) demelerinin şehir ortamında olacağını söyler. Fuzuli (1483-1556), şair şöhretinin ancak şehirlerde gerçekleşebileceğini belirttiği aşağıdaki beytiyle, şair habitatının söyleyen ve dinleyen-okuyan açısından şehir olduğunu ifade eder:
16. yüzyıl şairi Enverî, Nideyin sahn-ı çemen seyrini cânânım yok Bir yanımca salınır serv-i hırâmânım yok beytini söylerken, mekân, duygu ve zihniyet olarak şehirli bir tavır sergiler. Gene aynı şekilde Neşati (1623-1674)’nin, Bâğa sensiz bakamam çeşmime âteş görünür Gül-i handânı değil, serv-i hırâmânı bile beytinde yansıtılan duygu inceliği ve mekân, şehre aittir. Klasik şiirde, sevgilinin bulunduğu yer köy (karye, rüsta) değil, şehre ait olan semt (kûy) veya mahalledir. Âşık sevgilisini görmek için onun mahallesi veya semtinin sokaklarında dolaşır. Şehir, Medeniyet, Şair
Şehir, yani medine medeniyetin eseridir ve medeniyetler de şehirlerin; yani medine’lerin eseri. Medeniyetin bir alt grubu da kültür ve folklordur. Kültür ve folklor kapalı toplumların eserleri olup durağanlaşmış sürekliliği ve doğal olanın muhafazasını; toplumsal etkileşim ve iletişime açık olan şehirler ise değişim, dinamizm ve rafine işlenmişliği ifade eder. Şehirlerdeki etkileşim açısından, klasik şiirde, o zamanın etkin edebî kültürü olan Arap ve Fars edebiyatı ile girilen etkileşim, şehir ortamında oluşan bir etkileşimdir. 15. yüzyıl şairlerinden Priştineli Mesihi, bu etkileşimi, şu beytinde ifade etmektedir: Mesîhî gökden insen sana yer yok Yüri var gel ya Arap’dan ya Acemden Zati (1471-1546), benzer bir etkileşimin ancak şehirlerde olabileceğini, ironik bir dille şöyle ifade eder:
Tabî’at şöhre-i şehr olmağa meyl-i tamâm itdi Ne pinhân eyleyem sevdâ beni rüsvâ-yı ‘âm itdi Yaradılışının şöhreti ancak şehir gibi kalabalık yerleşim birimlerinde sağlamakla mümkün olacağını belirten Fuzuli, bu tavrının onu halka rezil ettiğini söyleyerek şiir, şair ve şehir arasındaki habitatik ilişkiye dikkat çeker. Klasik şairlerin bariz özelliklerinin belirtilmesinde, şehrî olmaları; yani İstanbul’da doğup büyümelerine vurgu yapılır. Tezkirelerde biyografileri verilen bazı şairler için, Osmanlı şehirciliğinin sembolü olan İstanbul’da doğup yetişmek habitatik bir üstünlük olarak zikredilir. Sonuç
Klasik şairler, gelişme ve beslenme ortamı olarak kırsallı değil, şehirli olmalarıyla dikkati çekerler. Şehrin rafine zevki ve imge kurgulamasıyla söyledikleri şiirlerin muhatabı da yine rafine duygularıyla şehirlilerdir. Çeşitli kelime hazzalarından aldıkları kelimeleri, sentetize ve rafine bir zevk ile işleyen şairler, kelime hazinesi, imge kurgulaması, mekân, beşerî his ve haslet itibariyle, tamamen şehirli insanların zihniyet ve duygularını anlatırlar. Bu yüzden, başta da ifade edildiği üzere, klasik Türk şairi, bir şehir şairi; şiiri de şehir şiiridir.■
49
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Şairin kelimelerinde izhar olan şehir TANER TATAR
Ş
air akıl kalemini batırır kalp hokkasına allar kelimeleri. Gönülde demler sözü, muhabbetle süzer, kâğıdın teline serer. Şeyh Galib, kimliğini kalemiyle yazar; “Şair demek ehl-i dil demektir” ve “Şairliğe suz-i derd lâzım”dır. Bir manada insanı şair yapan derdidir. “Dertli ne ağlayıp gezersin burada, ağlatırsa Mevla’m yine güldürür” diyen Yunus’un iniltisi aşktan doğar: Dolap niçin inilersin Derdim vardır inilerim Ben Mevla’ya aşık oldum Anın için inilerim Muallim Cûdi Efendi kelimelerini inciler arasından seçer ve “Şair hazinedârıdır esrâr-ı hilkatin” der. Zira şair kalbine yaslanan, ellerini göğe açandır. Kul elini göğe açar, Allah onun gönlünü açar. Gönül, hazinelere maliktir. Hazinedar, ancak kıymeti bilen kişidir. O da evvela kendini bilendir. Ya hazinelere malik viraneler! Aziz Bey’in kalemi ise ketumdur, söylenebileceklerle söylenemeyecekleri ayırt eder: Ehl-i irfan söylemez her hâlini/ Hal olur izharı var ihfâsı var. Elbette her hali veya her derdi, herkes anlasın diye söylemek de mümkün değildir. Şair bir kelimede birkaç imada bulunandır. Herkes arifliği nispe-
tinde manaya erer. Kaldı ki, Nefi gibi “Derdim nice bir sînede pinhân ederim ben/ Bir âh ile bu âlemi vîrân ederim ben”, derken gönlünde yanan volkanın ateşi bir ah ile püskürüverir, dokunanı yakar, küle çevirir. Yenişehirli Avni Bey için şair iki âleme de gizli olan mukaddes bir boşlukta, gözlere görünmeksizin uçan bir hüma kuşudur: Şâir o hümâdır ki iki âleme pinhân/ Bir cevv-i mukaddeste hafiyyü’ttayerândır. Şair, gizli olanı söz ile aşikâr kılmak ister. Lakin ona erişebilmek biraz kısmet meselesidir. Meğerki kuş, başa kona! Şair, her zaman doğruyu söyleyen kişi olmayabilir. Zira bazen abartır, bazen gördüğüne gönlünden ikramda bulunur ve latif ilaveler yapar: Ger derse Fuzuli ki güzellerde vefa var/ Aldanma ki şair sözü elbette yalandur. Yalanı doğru söylemek de yine şairde bulunur. Akif de şairliğe “işsizlerin en maskarası” derken, iki yakasından tutup, oldukça hırpalar şiiri. Şuara denilince keskin bir bıçak oluverir dili:
50
Hangi san’atte rüsûhun göze çarpar?Anlat! Ulemâdan mı sayıldın? Fukahâdan mı? -Hayır. -Ya siyâsî mi nesin? Kendine bir meslek ayır. -Şâirim. -Olmaz olaydın: O ne yüzler karası!
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Bence dünyâdaki işsizlerin en maskarası. Af edersin onu! -İmkânı yok etmem, ne demek! Şi’re meslek diye, oğlum, verilir miydi emek? Ah, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse›ne, Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene. Ama pek hırpaladın şi’ri... -Evet, hırpaladım: Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep yaladım, Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim. «Ş’uarâ» dendi mi, birdenbire oynar sinirim. İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh, O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh. Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri... Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri Bu sıkılmazlara «medh et!» diye, mangır sunarak, Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak! ... Sâde pek sövme ki, Peygamberimiz şi’ri sever. -Vâkıâ «inne mine›ş-şi›ri... « büyük bir ni›met; Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lâkin, hikmet. Ben ki Attâr ile Sa›dî›yi okur, hem severim; Başka vâdîleri tutmuşlara ancak söverim. Hem senin şi’re müdâfi› çıkışın ma›nâsız: Sana şâir diyen, oğlum, seni gördüm yalnız.› Kimi mevlidci diyor... Âh olabilsem, nerde! Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde. -Kimi bid›atçi diyor... Duyduğum en çok bunlar. Üstad da şairliği cüce varlıkların işi olarak görüp, gölgeler âleminden birliğe yükselmeyi hedef edinirken, yine de şiirin kanatlarını takar kelimelerine ve gönlümüze uçuruverir: Kaçır beni âhenk, al beni birlik; Artık barınamam gölge varlıkta. Ver cüceye, onun olsun şairlik, Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta. Şairlik iddiasında olan cüceler de var: Ben şairim, Sen benim güzelim.
Kalem benim elimde, Seni istediğim gibi resmederim. Geçmiş neslin âbide şahsiyetleri, akılda üretip, gönülde demlediler harfleri tek tek. Muhabbet süzgecinden geçirip, nota nota sıraya dizdiler. Musikiyle izdivaç eyleyip, gök kubbeye hediye eylediler. Birbiri ardınca güzel söz söylediler. Edebi atmadan, edebiyata daldılar. Gönüllerinde pişirdiklerinin sadece dışarıya taşanını saldılar. Gönül berraklığı, nahoş olanları ifade ederken bile, süzgecinden geçirip aklaştırmış: Kelâm-ı kibar. Zaten güzel olanlar ise nura garkolmuş. Şimdi, “sinede yük olan paslı yürekler”den geçen, güzelliğe dair olanlar bile, dışarıya paslı olarak dökülmektedir. Bir yanda davul gümbürtüsü ile konuşanlar, diğer yanda ney gibi, hayâ perdesini yırtmadan, sırları inletenler. Kelimeden balonlar mı uçurduk Gök kubbeye; Şişkin Lakin içi boş, Rengarenk Ama sunî. Bir küçük dikenle patlayıveren, Güneşin gülümsemesinde sönüveren, Diğer tarafta yediveren. Rengarenk, Kadife tenli, Güneşe gülen, Dikeni kendinden. Şairin sesi ruhunun derinliklerinden gelir. Goethe’nin kalemi şöyle yazar: “Ziyafet sofrasının artıkları ile geçinen adam hiçbir zaman efendi olamaz. Edebiyat bir kabiliyet işidir sonradan kazanılamaz. Eğer, ağzınızdan çıkan sözler ruhunuzun derinliklerinden fışkırmıyor ise; dinleyicilerin kalplerine tesir edemezsiniz. Başkalarından duyduklarını veya kitaplardan okuduklarını tekrarlayan adam, maymuna benzer ve ancak çocukları güldürebilir.” Kaldı ki tekrar şairin işi değildir. Fuzûlî’nin dediği gibi “Eylesen tûtiye ta’lîm-i edâ-yı kelimât/ Sözü insan olur ammâ özü insan olmaz.” Yazar, toplum denilen toprağı kalemiyle çapalar. Tohumu, semaya boy versin diye serper. Eseri boy boylar, soy soylar. Tohum toprakta can
51
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
bulur. Toprak onu kendi canıyla besler. Tohum kök saldıkça sema ona yaklaşır. Derinlere daldıkça, özüne öz katar ab-ı hayat. Yazar, gönül güneşi ile aydınlatır. Gönülde hararet, başta bulut olur, bulutta kelime doludur. Kelimeler yağmur olur, sağanak olur, kar olur. Söylenmedik sözün kalmadığı gök kubbede, söylenmişleri bulmak oldukça güç. Şimdi gök kubbe küskün. Hasretle baki kalacak hoş sadâları bekliyor. Gök kubbeye içimden şöyle seslenmek geliyor: Ey dünya başının tâcı Gök kubbe Yuttun bütün hoş sadâları Yuttun. Geri vermemek için Nefesini tuttun. Sadâların hoşları kaçtı Birer birer Kara yeryüzünden Havalandı aniden Duyulmadı kanat sesleri. Sakladın gök kubbe Sakladın Yıldırımlarla sûretini Gürültünle sesini Çıkardın kuşağını Saldın üzerimize bir duman Efendim aman. Şairin dediği gibi “gül nerde bülbül nerde, gülün yaprağı yerde”. Cemiyet, yaprağı yerden kaldıracak nesli bekliyor. *** Toprak aşkın teri ile yoğrulur, taş taş üstüne konulur, içinde hayat bulunur. Sular gönül gibi akar, iki yaka arasına köprü kurulur. Allah’ın huzuruna vardıkta şehadet parmağı kalkar, minare göğe doğrulur. Geri gelmeyen dualar okunur, cihannümalara tekbirlerle doldurulan kubbeler kondurulur. Demir, yürekte yakılır, örste dövülür, Mevlana ile sema dönülür. Çoklukta birlik olunur, herkes gelir şehir kurulur. Taş u toprak gönülde can bulur, dil candan konuşur şair olunur.
Şair, şehirde yaşayan değil, şehri gönlüne alandır. Yaşadığı diyar, onun için ete kemiğe bürünmüş bir yardır; eşi benzeri yoktur, aşk derdine devadan gayri her şey vardır. Nedim’in göz bebeğine yerleşen İstanbul, paha biçilemeyen bir mekândır: Bu şehr-istanbûl ki bî-misl ü bahâdır Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır. Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır. Mekân, mazi ile istikbalin halde yaşandığı yerdir. Şehir, tarihin görünen yüzüdür, bazen asık suratlı bazen de güler yüzlüdür. Aslını ve manayı unutanlara kendisini hatırlatır. Bir zamanlar hendeseden abide zannedilen mimari yapılar, mananın göğe yükselişinin mekânı olduklarını göstererek, ferdi kendi iç âlemlerine seyahat etmeye davet ederler. Şair bir bayram namazı, hendeseden abide zannettiği gökkube altındaki cumhura bakarken, cetlerin mağfiret iklimine girerek huzura erer. Zaman her şehirde bir başka akar. Şair için Bursa’da zaman billur bir âvize olur. “Orhan zamanından kalma bir duvar/ Onunla bir yaşta ihtiyar çınar”. İhtiyar çınara sırtını dayayan genç şair şehrin köklerine indikçe, mekânda dal budak salan kelimeleri semaya boy verir. Bir garip Orhan Veli’dir şair, kâh Urumeli Hisarına oturup bir türkü tutturur, kâh gözlerini kapatır ve yaşadığı şehri dinler. Hafiften esen rüzgâr eşliğinde, yükseklerden gelen sürü sürü kuşların çığlıklarını, sucuların hiç durmayan çıngırak seslerini, çekiç seslerini, türküleri, küfürleri velhasıl şehir hayatının fısıltılarını ve feryatlarını mısralarında bize duyurur. Yahya Kemâl, “bir hayali asra dalan ab uyanmasın” diye aheste çeker kürekleri, kamaşsa da gözleri, bir tepeden şehre bakar, bestekâr efsunlu güzellikleri Türkü diye yakar:
52
Sana dün bir tepeden baktım Azîz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul! Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Perdelerin arasından mavi ışık sızmakta Bütün diller suskun Hayatın tamamı durmakta Beyaz cam arkasında hayaletler konuşmakta.
Yavuz Bülent Bakiler ise İstanbul’a “can evinden bakan”lardandır. Kelimeleri candan cana ram olur: Can evimden baktım sana İstanbul! Rüzgârların anamın duâsı kadar serin. Beyaz şamdanlar gibi yükseliyordu İnce, kalem kalem minârelerin. Şehrin serseri kaldırımlarında, yeryüzünde yalnız ben derbederim diyen, kaldırımların emzirdiği şair yürür. Kaldırımların kara sevdalı eşi, esrarlı bir uykuya dalıp, şehrin sokaklarında ölmek ister. Dirildiği mekân ise ay ile güneşin ezelden beri orada yaşadıkları İstanbul’dur:
Dönmüş bütün bakışlar bir yöne Dolmuş bu mavi ışık tek gönüllere Gerçek dünyada tabiat elemlerle Sokaktaki köpekler susmuş bile! Her yanda aynı görüntü nafile. Ölmedim hayattayım şu an Gerçek bir ışık arıyor gözlerim her an Zihinler doğuştan boş bir ekran.
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. İçimde tüten bir şey; hava, renk, edâ, iklim; O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim. Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. Denizle toprak, yalnız onda ermiş visâle, Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misâle.
Perdeli odanın dışında Gecenin ölümcül karanlığında Unutulmuşluğun karşılığında İnsana sırt çeviren dünya Bütün bu insanlar mı yalnız Sadece yalnız olan ben miyim yoksa! Tabiatta yapraklar yine sararır Akşamlar kızıllıktan sonra Eskisi gibi yine kararır Güneş yine ümitlerle doğar Yine kederlerle batar Ekran göstermemişse neye yarar!
Şehir insanın sürekli “ol”duğu mekândır. Nagehan ol şara varan, ol şarı yapılır görürken sadece seyirci değildir. Kendisi dahi bile yapılır taş u toprak arasında. Ariflerin sözünden cahiller anlamasa da söz, şehrin pazarında para eder, taşa bile biçim verilirken, âşıkların kanı sebil olur:
Güneş son bir defa batarken Son kızıllık son hüzün olmuş Denize düşen alevi ekran yutarken Mazideki görkemli aşk unutulmuş Şimdi güller de solmuş Yalnız ses ve ışıklar kafese dolmakta Beyaz cam arkasında hayaletler konuşmakta.
Çalabım bir şâr yaratmış iki cihan âresinde Bakıcak dîdar görünür ol şârın kenâresinde Nâgehan ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm Ben dahı bile yapıldım taş u toprak âresinde Bina yapmaktan, yapılmaya fırsat bulamayan bir nesil! Bir yanda taşı gönül ocağında pişirip, aşk ile birbirine bağlayan şehre sevdalılar; öte yanda aşkı olmayan taş gönüllerle inşa edilmiş binalarda taşlaşanlar! Bulutlara yaklaşmayı, göğe yükselmek zannedenler. Olmak yolunu kaybettiklerinden, sahip olmaya meyledenler ve kaybettiklerini beyaz cam arkasında arayanlar:
Şairin gönlünün görünür mekânıdır şehir. Yitirilmiş ilhamların cennet mekânını vesveseler mi işgal etti? Zahir! “Ah ne yer ne yar kaldı, gönlüm dolu ahu zar kaldı”. Yer sarsıldı, olmamış yapılar titredi toprağa döndü, hüznün yüreği çarparken düşte daüssıla kaldı. Ümide gelince: “Şu mihrap sinanüddin, şu minare Sinandır Haydi artık uyuyan destanını uyandır.!”■
Dolaşıyorum gecenin karanlığında Loş, nemli o sessiz sokaklarında 53
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Şehrin ruhu MUSTAFA ÖZÇELİK
1.
Üniversite yıllarım Bursa’da geçti. Eskişehir gibi Batılı algı ve anlayışlarla inşa edilmiş bir şehirden Bursa’ya gelmek benim için büyük bir şanstı. Zira şehir nedir, ne anlama gelir, şehirli kimdir, nasıl bir özellik taşır, şehirle insan arasındaki ilişkinin mahiyeti nedir gibi sorulara burada cevap buldum. Böylece bende bir şehir bilinci oluştu. Tabii bunda bir Bursa âşığı olan Tanpınar okumalarımın da çok önemli bir payı olduğu muhakkaktır. Diyebilirim ki, Bursa’yı Tanpınar’ın bana açtığı kapılardan girerek tanıdım. Tanımak, Tanpınar’ın da dediği gibi sevmek, sevmek ise anlamaktı. İşte Bursa’yı tanıma, peşinden onu sevmeyi ve anlamayı getirdi. Bursa’ya yakınlığı dolayısıyla ikinci tanış olduğum şehir ise İstanbul oldu. Hafta sonlarında fırsat ve imkân buldukça oraya da gidiyor, Yine Tanpınar’ın izini takip ederek İstanbul’u da tanımaya, sevmeye ve anlamaya çalışıyordum. Tanpınar, Beşşehir’de İstanbul’u ayrıca Erzurum’u, Konya’yı ve Ankara’yı da anlatıyordu. Eskişehir’in bir köyünde doğup şehir olarak önce Eskişehir’i daha sonra Bursa ve İstanbul’u gören biri elbette bu şehirler arasında mukayeseler yapar. Ben de öyle yaptım. Sonuç, şu idi: Bursa ve İstanbul, maddi yapısının dışında tarihî
ve manevi bir yapısı dolayısıyla özel bir havası olan kadim şehirlerdi. Eskişehir ise adı eski olmasına rağmen Cumhuriyet döneminde il olmuş yeni bir şehirdi. Odunpazarı semti dışta tutulacak olur ise orada ne tarihe ne geleneğe açılan bir kapı, dolayısıyla soluyacağınız, hissedeceğiniz bir manevi atmosfer yoktu. Tamamen modern ve seküler bir anlayışa göre inşa ve dizayn edilmişti. Kadim şehirlerle modern şehirleri ayıran en önemli özellik, işte bu noktada belirginleşiyordu. İlki bir ruha sahipti, diğeri ise bundan yoksundu. Ruh, nasıl insanın canlı bir varlık olmasının temel şart ise şehirler için de durum aynıdır. Şehrin ruhu yoksa o şehir, sizin için sadece maddi yapısıyla bir gerçeklik ifade eder. Ama ruhu olmadığı için bir geçmişi, bir hafızası da yoktur. Sadece fiziki bir dünyada yaşar, metafizikten yoksun kalırsınız. Böyle bir şehrin insanı da kendisini ona göre şekillendirir ve tanımlar. Beslendiği bir kökü yani geçmişi olmadığı için bugününü de tam manasıyla yaşayamaz, dolayısıyla bir gelecek tasavvuru da olmaz, olamaz. Oysa ruhu olan bir şehirde yaşamak, öyle değildir. Adım başı karşılaştığınız bir tarihî yapı, bir çeşme, bir ermiş türbesi sizi geçmişe bağlar, bir tarih ve kültür bilinci kazandırır. O bilinçle geleneğe yaslanıp hayatın dünden bugüne akan, bugünden de geleceğe
54
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Bursa, işte bu üç zaman dilimini aynı anda yaşadığım bir şehir oldu. O şehirde Emir Sultan’la, Geyikli Baba ile, Osman ve Orhan Gazi ile, Yıldırım Beyazıt’la, Karagöz ve Hacivat’la birlikte yaşadım. Her tarihî yapı, bir hatırayı fısıldadı bana. Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” şiirinde söylediği gibi “Çinilere sinmiş Kur’an sesleri”ni burada duydum. Ulu Camii’nin şadırvanlarından abdest alırken bu camide imamlık yapan Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inin mısralarının Bursa semasında nasıl yankılandığını gördüm. Gölgesinde dinlediğim ihtiyar çınarlar ne sırlar fısıldadı bana. Çeşmelerinden su içerken “Velhasıl Bursa sudan ibarettir” diyen Evliya Çelebi’yi tebessümle hatırladım. Mezarlıkları bile farklıydı. Bir şiirimde söylediğim gibi “Ölüm burada sessiz ve vakur”du. Mezar taşlarındaki zarafet, ölümü bile güzelleştiriyordu. Türkülerinde, şarkılarında aşkın en saf sesi yankılanıyordu. Bütün bunlar, şehrin insanını da etkileyen, şekillendiren unsurlardı. Bursalı olmak, belli niteliklere sahip olmak demekti. Bu, beyefendilik, hanımefendilik, çelebilik, çalışkanlık, hoşgörü, sevgi, nezaket ve incelik demekti. Biliyoruz ki, insan sadece şehri inşa etmez, şehir de insanı inşa eder. Böylece şehir, insanla; insan şehirle bütünleşir. Bu bütünleşmeden medeniyet doğar, sanat doğar. Zira medeniyet, kültür, sanat dediğimiz şey, bir şehrin tarihiyle, coğrafyasıyla, insanıyla birlikte oluşturduğu bir birikimdir.
metafiziğe hatta insani olana dair hiçbir şey fısıldamazdı. Siz de zorunlu olarak ona göre biçimlenirdiniz. Günübirlik yaşama, geçmiş ve gelecek algısından yoksunluk sizi bekleyen sonuçlardı. Boğulacak gibi oldum. Bursa’ya dönme imkânı da yoktu. O günlerde Kütahya’dan aldığım bir iş teklifi üzerine buraya geldim. Daha önce hiç görmediğim bu şehir, daha kendisine yaklaşırken beni Acem Dağı’nın ihtişamıyla karşıladı. Bursa’da Uludağ’ın da esrarına nüfuz etmeye çalışan biri olarak bu durum beni bir hayli etkiledi ve Kütahya ile ilgili ilk izlenimim gayet müspet oldu. Bursa gibi sırtını bir dağa yaslayan bu şehir, benim güvenli bir kale’m olabilirdi. Burada yaşamaya başlayınca bu hissimde yanılmadığımı anladım. Kütahya da Bursa gibi tarihi, hafızası, maneviyatı dolayısıyla ruhu olan bir şehirdi. Şüphesiz bütün özellikleriyle bir Bursa değildi ama onu hatırlatan pek çok özelliği vardı. Bursa nasıl bir Osmanlı şehriyse burası da Germiyan şehriydi. Bursa gibi başşehirlik yapmış, devlet adamı, şair, bestekâr görmüş, yetiştirmiş, bir medeniyetin, kültürün estetik normlarına göre inşa edilmiş bir şehirdi. Burada da tarih içinde yolculuk yapabilir, Musalla mezarlığında coşkulu Sufi Sunulllah Gaybi’nin mısralarının metafizik dünyasıyla etten kemikten sıyrılıp başka bir âleme nüfuz edebilir, Şair Şeyhi ile Osmanlı medeniyetinin ihtişamını görebilir, Ulu Camii’nde nice bin ruh ile bir sabah namazı kılabilirdiniz. Bursa Ulu Cami’ninki gibi Kevser ırmağı coşkusunda zikrederken yankısını duvardaki çiniler nakşeden şadırvanın sularını işitebilirdiniz.
3.
4.
akacak olan ırmağında daha dingin, anlamlı bir hayatı yaşarsınız. 2.
Böyle bir şehirde ne yazık ki üç yıl kalabildim. Bir gün, buraya temelli olarak yerleşme hayaliyle yine Eskişehir’e döndüm. Sudan çıkmış balık gibiydim. Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği bu şehir, Bursa tecrübesinden sonra beni çöle düşmüş biri hâline getirdi. Biraz önce de belirttiğim gibi burası Odunpazarı dışta tutulacak olursa yeni bir şehirdi. Adı şehir olsa bile gerçekte kentti. Kentin ise tarihi ve hafızası dolayısıyla ruhu olmazdı. İnsanlarını ya stadyumlarda görürdünüz ya da alışveriş merkezlerinde ya da fıskiyeli parklarda… Onlar ise insana geçmişe,
Bu şehre üç yıl için gelmiştim ama tam yirmi üç yıl kaldım. Bursa, hâlâ yaşamayı hayal ettiğim bir şehir olmaya devam etse bile susuzluğumu büyük ölçüde burada dindirebildim. İnanç ve düşünce dünyam, sanat anlayışım, geçmişe, bugüne ve geleceğe bakışım, hayat algım büyük ölçüde bu şehre göre şekillendi. Yani şehir beni biçimlendirdi ve inşa etti. İşte bu durumdan dolayıdır ki Kütahya, kadim kimliğiyle fiziki gerçekliğinin dışında bir dünya sundu bana. Onu tanımak, tanıdıkça sevmek, sevdikçe anlamak mümkün hâle geldi. Malum, anlamak ise anlaş-
55
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
mayı getirir peşinde… Anlaşmak ise, zıtlıklarımız olsa bile uyumlu olmaktır, barış içinde yaşamaktır, değerler, eserler üretmektir. Zamanı üç boyutlu yaşamaktır. Dolayısıyla bugüne kadar ne yazdımsa onların ilhamını bana Bursa’dan sonra Kütahya verdi. Zorunluluklar olmasaydı hayatımın sonuna kadar orada Kütahya’da yaşamak isterdim. Ama kısmet bu kadarmış. Yirmi üç yılın sonunda doğup büyüdüğüm, öğrenim gördüğüm ama bu ruh meselesinden dolayı çok da benimseyemediğim şehrime, pek çok insan için modern şehirler anlamında yaşamak için tercih edilen Eskişehir’e döndüm. Böylece hayatımın yeni bir imtihan dönemine girdim. Eskişehir, bir kent olarak kuruluşu sırasında nasıl seküler bir inşa faaliyetine konu olmuşsa şimdi bu noktada bir hayli yol almış gözüküyor. Modern insanın tapınakları olarak nitelendirilen büyük alışveriş merkezleri, Porsuk kıyısına sıralanan kafeleri, çok katlı apartmanları, parkları ile ismiyle müsemma olmayan daha yeni bir şehir olmuş. Yeni, modern, seküler olana ait ne ararsanız bulmak mümkün. Adım başı bir heykel… Diyeceksiniz ki neyin nesi bunlar? Hemen söyleyelim, hiçbirinin ne Eskişehir’in ne de Anadolu’nun tarihiyle, sembol şahsiyetleriyle bir ilgisi var. Hepsi, Prag, Viyana, Venedik gibi Avrupa şehirlerine öykünerek inşa edilmiş heykeller. Dolayısıyla özellikle de şehrin merkezinde bir Avrupa kenti havası alır gibi olsanız da ona böyle bir kimlik kazandıran unsurlar, yerli bir havadan tamamen uzak. Zaten bir süre sonra farkında bile olmuyor, kendinizi bir şehirde değil, kurgulanmış, doğal olmayan bir mekânda hissediyorsunuz. Şehrin neredeyse dörtte üçlük kısmını geziyorsunuz, ne karşılaştığımız tarihî bir yapı, ne bir çeşme, ne bir ermiş kabri var. Dolayısıyla sizi geçmişe götürecek ne Selçukluyu ne Osmanlıyı yani geçmişi hatırlatacak bir yapı bulabiliyorsunuz. Gölgesinde serinleyebileceğiniz bir çınar ağacı da yok. Zira burası hem bozkırdır hem de malum Çınar Osmanlıdır; burası olsa olsa akasyayı sever. Kısacası eğer modern telakkiler sahip bir kimlik içinde ve bu tarz bir hayatın insanı iseniz sizin için ideal bir kenttir ama benim gibi Tanpınar’dan şehir bilinci kazanmış biri iseniz böyle bir yere şehir demeniz ve burada şehirli
olarak kendinizi idrak etmeniz asla mümkün değildir. 5.
Çok karamsar gibi görünen bir tablo çizdiğimin farkındayım. Ama gerçek böyle. Fakat bir teselli noktam da yok değil. Yazının başından beri bu tespitlerin dışında tuttuğum Odunpazarı semti bu şehir için bir umut kaynağı... Şehrin hakiki, tarihî ve metafizik çehresi oradadır. Bu yüzden Odunpazarı’nda Selçukludan, Osmanlıdan, Mimar Sinan’dan, Çoban Mustafa Paşa’dan izler, hatıralar bulabilirsiniz. Daha umutlu bir şey söyleyeyim. İnsan, sonuçta kulaklarını metafizik olanın sesine ne kadar tıkasa da ruhu olan bir varlıktır. Modern hayatın gürültüsü onu insani ve manevi olana özlemimin bastırmaya çalışsa da insan, ruhunun çığlığına daha fazla tıkayamıyor kulağını… Mesele Eskişehir’de ise Espark’ta pizza yiyip alışveriş çılgınlığı ile kapitalist canavara et süt olduktan sonra pestili çıkmış vaziyette evine dönerken Alaeddin Camii’nden yükselen ezan sesleriyle silkinip bu tarihî camiye girme ihtiyacı duyabilir, oradan da daha büyük bir zenginlik için Odunpazarı’na gidebilirsiniz. Odunpazarı’na gitmek ise insanın ruhunun sesine kulak vermesidir. Son asra ait olsalar da bizi tarihe çeken ve son dönemde hayata yeniden döndürülen evler, ardından Kurşunlu Camii, onun avlusundaki Mevlevihane, orada gördüğümüz bir minyatür, bir ebru, işittiğimiz bir ney sesi daha sonra Şeyh Şahabettin Türbesi’ne doğru giden kadınların teslimiyet hâlleri, köşedeki kalaycı dükkânı başka bir dünyaya götürebilir bizi. İşte Eskişehir’de şehir, bu yüzden Odunpazarı’dır. Burada kanaatkârlık vardır, çayı daha ucuza içer, taş fırından ekmek alır, tanısa da tanımasa da kendisine selam veren biriyle mutlaka karşılaşırsınız. Diyeceğim odur ki Bursa’dan Kütahya’dan sonra şimdi Odunpazarı’nda nefes alabiliyorum. Değilse boğulup kalacağım bu şehirde. Nostalji de bu kadar mı olur diyenleri de duyar gibiyim emin olun bu nostalji değil. Ruh sahibi bir varlık olarak ruhu olan bir şehrin insan için ne manaya geldiğini söyleme çabası benimki. Şehirle bütünleşmek, şehirle barışmak, orada yaşamanın güvenini huzurunu hissedebilmek… Ötesi yok… ■
56
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Şehir, edebiyat ve dergi MEHMET NURİ YARDIM
Dergi heveskârlarına, çıkmakta olan dergileri soruyorum, birçoğundan haberleri yok. “Önce çıkan dergileri takip edin, eksiklikleri varsa tamamlayın, onlara yazı gönderin, röportaj yapıp yollayın. Onları yazılarınızla, şiirlerinizle besleyin. Sahip çıkın. Edebiyatla uğraşan herkesin dergi çıkarması gerekmez ki? Ekmek yiyen her insan fırın mı açıyor?”
Y
azımın başlığı bu. Şehir, edebiyat ve dergi arasında nasıl bir münasebet vardır diye sorulabilir. Bizim gibi dünyaya kültür sanat gözüyle bakanlar, edebiyat dürbünüyle çevreyi gözleyenler için çok ilgisi vardır şüphesiz. Bir şehre gidiyorsanız, orada elbette tarihî eserleri gezer görürsünüz. Mimarların yıllar, asırlar önce inşa ettiği külliyeleri, camileri, çeşmeleri, medreseleri, müzeleri, türbeleri temâşâ edersiniz. Bu zaten her zaman olması gereken bir keyfiyet… Çünkü bunlar şehrin remizleridir, işaretleridir, alâmetleridir. Ama bir de şehirlerin kültürel dinamikleri vardır. Bunlar da o şehrin kütüphaneleridir, kitapçı çarşılarıdır, dergi yazıhaneleridir, edebiyat mahfilleridir. Bunları gidip görmemişseniz o şehri tanımamışsınız demektir. Geziniz yarım, tenezzühünüz kısır kalmıştır.
Bu yüzden ben bir şehre gittiğimde orada ikamet eden şair ve yazarları mutlaka sorarım. Onlarla bir an önce tanışmak, görüşmek ve hasbihal etmek için âdeta can atarım. Kahramanmaraş’a gidip de Bahaeddin Karakoç’u ziyaret etmemişseniz, Kayseri’de bulunup da Muhsin İlyas Subaşı’nı görmemişseniz, Elazığ’a uğrayıp Nâzım Payam’a selâm vermemişseniz bu geziler bence yarım kalmış seyahatlerdir. O yolculukları yenilemeniz, o eksiklikleri telâfi etmeniz gerekiyor. Elazığ’da Bizim Külliye
Anadolu’da isimler ne kadar güzeldir, ikindi serinliğinde bir çarşı camiinde bulunmak insanı ne kadar huzurlu kılıyorsa, edebiyat heyecanının soluklandığı bir dergide dostlarla sohbet de o denli anlamlı, o ölçüde zevklidir. Elazığ deyince benim aklıma edebiyat gelir. Şiir,
57
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
mani, hoyrat gelir. Harput’un türküleri çınlar dört bir yanda. Elbette bu zengin folklor, gür bir edebiyat ortamında besleniyor. Bu edebiyatı bereketlendirenler de dergiler… E l a z ı ğ’ d a artık şehirle özdeşmiş bir dergimiz var: Bizim Külliye… Bu derginin tak ipçileri, okuyucuları ve yazarları var. Türkiye genelinde dergiler yayımlanıyor. Ama Anadolu dergiciliği bir başka. Dergiler her ay çıkıyor. Kim bunun farkında, kimin umurunda? Ben dergilerin ne kadar büyük zahmetlerle, çilelerle, fedakârlıklarla çıktığını yakından bilirim. Yazılar sipariş edilir önce, sonra toplanır. Dizgileri yapılır, mizanpajı tamamlanır, resimler eklenir. Eksiği fazlası var mı ona bakılır. Son kontroller de yapıldıktan sonra matbaaya gönderilir. Matbaadan geldikten sonra bu sefer bir başka heyecan, özge bir telâş kaplar içinizi. Acaba gözden kaçmış bir şey var mı, eksik bir yazı kalmış mı, imzalar tamam mı, dipnotlar eklenmiş mi, kapakta bir ihmal yoktur inşallah… Derken o fasıl biter, bu sefer de asıl dert başlar… Derginin dağıtımı, abonelere ulaşması, basına gönderilmesi, tanıtılması, okuyucuya ulaşması, insanları yayından haberdar etmek… Bütün bunlar kolay gibi görünen ama zor işler… Bu yüzden dergi çıkarmayı düşünenler, gelip bana sorduklarında, fakire danıştıklarında hep şunu demişimdir: “Lütfen bir daha, bir daha düşünün… Çıkaracağınız dergi bir boşluğu dolduracak mı, başkalarına bir faydası olacak mı, dergiyi bekleyen okuyucu var mı, derginin tanıtımını, dağıtımını yapabilecek misiniz? Paranız var mı, paranız? Dergi yazarlarına telif ödeyebilecek misiniz? İlân meselesini hallettiniz mi?” Ve daha bir sürü soru… Sonra da seh-
pamda serili duran onlarca dergiyi gösteririm. Amacım onları dergi düşüncesinden vazgeçirmek değil, vallahi değil. Asla ve kat’a. Bu hiç mümkün müdür, olabilir mi? Dergilerin fikir v e sanat hayatımızdaki yerini kim inkâr edebilir? Ne kadar ehemmiyetli olduklarına başından beri candan inananlardanım. Bu konuda üstatlarımızın sözleri mıh gibi zihnimde çakılmıştır. Cemil Meriç’in “dergiler hür tefekkürün kaleleri”dir sözü bir pelesenk gibi yapışmıştır dilime. İyi güzel de “kale” olabilecek dergi kurabilecek miyiz? Yoksa kartondan yapılmış köhne bir kalenin harap bir burcunu mu temsil edecek dergi… Siz ‘kale’ kuramazsanız sizi de kimse ‘kaale’ almaz. Dergi çıkarmak zor. Hem de çok zor. Her ay yüzlerce sanat edebiyat dergisi çıkıyor Türkiye’de. Kaçı okuyucuya ulaşıyor bunların acaba? 1000 tirajını aşan kaç dergimiz var, en önemlisi tesir sahaları nedir? Gündem oluşturabiliyorlar mı, bir sanat dalgası uyandırabiliyorlar mı? Gençleri yönlendirebiliyorlar mı, okul olabiliyorlar mı, okul? Dergi heveskârlarına, çıkmakta olan dergileri soruyorum, birçoğundan haberleri yok. “Önce çıkan dergileri takip edin, eksiklikleri varsa tamamlayın, onlara yazı gönderin, röportaj yapıp yollayın. Onları yazılarınızla, şiirlerinizle besleyin. Sahip çıkın. Edebiyatla uğraşan herkesin dergi çıkarması gerekmez ki? Ekmek yiyen her insan fırın mı açıyor?” Bazıları bu sözlerimden memnun kalıyor, kimisi de hayallerini yıktığım için darılıyor. Ne gam, ben doğru bildiğimi, inandığımı söylemeliyim. Memnun kalsa da, darılsa da canı sağ olsun dostların. Ama gencecik enerjileri boşa akmasın istiyorum. Çünkü geçmişte çok tanık oldum böyle boş, beyhûde çabalara. “İlle
58
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
de dergi çıkaracağım.” diyen o genç kardeşlerimizin, daha sonra edebiyattan nasıl soğuduklarına ve kültür dünyasından uzaklaştıklarına şahidim. Şehirlerin hâtıra defteri
Elazığ’ın bende sır gibi sakladığım unutulmaz güzel hâtıraları vardır. Askerlik yaptığım ilçeye yakındı bu ilimiz ve hafta sonları arada bir şehre gelir, İstanbul’a duyduğumuz hasreti bir nebze Elazığ’ın o büyük ve renkli caddesini arşınlayarak, kalabalıklara karışarak giderirdik. Bir gün yaşadığım o askerlik hâtıralarını yazabilecek miyim bilmiyorum. Birkaç erle kaldığımız, dağın yamacına kurulmuş o askerlik şubesini anlatabilecek miyim acaba? Oradaki çalışmalarımı, okumalarımı, hayallerimi ve yaşadıklarımı okuyucularımla paylaşabilecek miyim? Belki bir gün denerim, kim bilir? Maksadım kendi anılarıma dalmak değil şüphesiz. Bu şehrimizin değerli bir yazarından biraz bahsetmek, onun hizmetlerini anmak ve yayın yönetmeni olduğu Bizim Külliye’ye verdiği emeğe dikkat çekmek. Bir edebiyatçı olarak eserleri üzerinde durmuştum, yeni kitapları hakkında yine yazacağım. Sanırım tahmin ettiniz... Evet Nâzım Payam’dan söz ediyorum. Bir iki yardımcısıyla birlikte hazırladığı ve okuyucularına ulaştırdığı Bizim Külliye’den bahsedeceğim elbette. Anadolu’da dergi çıkarmanın zorluklarını zaman zaman yazıyorum. Ama bu güçlüklere rağmen, Bizim Külliye hakikaten Anadolu’nun sesi soluğu oldu. Elazığ’dan Türkiye’ye yayılan bu edebiyat güldestesi, vardığı kurak toprakları bile gülistana çeviriyor. Çünkü Bizim Külliye’nin her sayısı birbirinden güzel yazılarla, araştırmalar, hikâyeler, denemeler, şiirlerle doludur. Şimdi aklıma geldi, aslında ‘külliye’ kelimesi ne kadar güzel ve kuşatıcıdır değil mi? Kül, tam, yani bütün demektir. Dergi için eskilerin kullandığı ‘mecmua’yı ne kadar da andırıyor değil mi? Neyse külliye,
mecmua veya dergi... Sonuçta edebî ürünlerin buluştuğu ve okuyucuya ulaştığı bir kâğıt bohçasıdır, bir hevenktir kastettiğimiz. Dergiler edebiyatın yansıması, edebiyat şehrin aynasıdır. Birini diğerinden ayırt edemezsiniz. Keşke her şehrin, her ilçenin, hatta her köyün bir dergisi olsa… Keşke insanlarımız yaşadıkları toprakların türkülerini bu sayfalarda seslendirse… Keşke içindeki şiir ateşini bazı şairler bu dergilerde harlasa… Keşke denemeler bu soluk kâğıtlarda kaleme dökülse, keşke edebiyatı ciddiye alanlar her şehrin, her ilçenin, her mahallenin ve köyün gözbebekleri kabul edilse… Yazıya başlarken ne demiştik? Şehir, edebiyat ve dergi… İnanın birbirine o kadar aşina, yekdiğerine o kadar yakın akraba ki bu kavramlar, tarif etmesi zor. Bu üç kelime, üç kavram aslında birbirini hatırlatır. Edebiyatı şehirden çıkarsanız geriye çok bir şey kalmaz. Dergiler soluk alıp vermezse bir kentte orada edebiyattan, edebî hayattan ve edebiyat ortamından söz edemezsiniz. Ben Anadolu’yu çok seviyorum, Anadolu’daki bütün şehirlere de hayranım. Elbette iflah olmaz bir İstanbul âşığıyım, ama bu benim Bursa’ya, Erzurum’a, Kayseri’ye, Samsun’a, Elazığ’a yönelmeme engel değil ki? Sonuçta bütün şehirlerimiz büyük medeniyetlere beşiklik etmiştir. Ve bu şehirlerimizde yaşayanlar iyi, anlayışlı, ahlâklı ve iyiliksever, merhametli vatandaşlarımızdır. Bu bakımdan şehirlerimizi çok seviyorum, ama hemen ardından edebiyat muhitlerini merak ediyorum. Oraya doğru giderken çarşılardaki kitapçılarda ve bayilerde yayımlanmış ve okuyucuya sunulmuş dergileri sorar, ara bulur ve okurum. Dergisiz şehirlerin bir kanadı kolu kırıktır. İklim hüzünlüdür. Dergiler o şehrin edebiyatını zinde ve diri tutar hâlbuki. Edebiyat ise hayatla iç içe ve insanlarla aynîleşmiştir. Öyleyse başlığı boşuna atmadım. Evet, şehir, edebiyat ve dergi… Olmazsa olmaz üç önemli unsur… Zaman zaman yazılarımı kısa nükteler ve sloganlarla bitiriyorum. Öyleyse buyurun: “Yaşasın şehir”, “Yaşasın edebiyat”, “Yaşasın dergiler.”■
59
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Farabi'de şehir kavramı: "El Medinetü'l Fâzıla" MUHSİN İLYAS SUBAŞI
F
arabi, 9. asırda Türkistan’ın Farab şehrinde doğmuş, 10. asrın ortalarında Şam’da vefat etmiş (870-950) bir Türk bilginidir. Yaşadığı asırlar Türklerin toplu olarak İslamı henüz kabul etmedikleri bir döneme rastlamaktadır. Bu gösteriyor ki, İslam daha o asırlarda bile Türkistan bölgesine ulaşmış ve birçok aile onunla şereflenebilmiştir. Hatta onunla yetinmeyerek, o bölgede gelecek asırlarda bile önemini koruyan Farabi gibi büyük İslam mütefekkirlerini yetiştirmiştir. Farabi’nin önemi, elbette ki sadece bu özelliğiyle sınırlı değildir. Onun Aristo ve Eflatun’u Arapçaya tercüme faaliyetleri, onların görüşlerinden ziyade, muhakeme ve felsefi disiplinleri oluşturma metotlarından hareket ederek İslam düşünce sistemini kendi zeminine yerleştirmede öncülük etmesi büyük önem taşımaktadır. Burada, Farabi’nin İslam felsefesindeki yerinin anlaşılması bakımından Ord. Prof. Dr. Ernst von Aster’in “Felsefe Tarihi”de ‘İslam Felsefesi’ni işlediği bölümüne ilk isim olarak Farabi’yle başlaması önemlidir bir hususiyettir. Farabi’nin devamında İbni Sina ile gelişen geniş bir listeye dikkatimizi çeker. Aster, Farabi’den söz ederken; “İslam felsefesinde önce, başlı başına bir kişilik
olarak ‘Farabi’ ile karşılaşıyoruz. Aslen Türk olan Farabi için her bilgide Allah’a katılmak, Allah tarafından aydınlatılmış olmak esastır. Bu nedenle onda her mistikte olduğu gibi, gözlem aksiyondan üstündür.” (1) tespitinde bulunur. İslam kültürüne, felsefi disiplini kazandıran bu büyük Türk bilgininin çok sayıda eseri vardır. Biz burada, o yıllarda, yani bundan bin küsur yıl önce şehirleşme olgusuna bakışını anlattığı “El Medinet’ül Fazıla (faziletli, üstün şehir)” isimli kitabından hareket ederek, şehir felsefesine bakışı üzerinde duracağız. Farabi’nin neden din eksenli düşündüğünün kavranabilmesi için önce bu “Medine” kavramının üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum. “Arapça’da ‘medeniyet’ kelimesi, şehir anlamına gelen ‘medine’den, ‘medine’ kelimesi ise ‘din’den türemiştir. Din Arapçada (deyn) şeklinde yazılır. Bu kelimenin ayrıca bir manası daha vardır; (borç) demektir. Bunun izahı yapılırken de, “Bir vakte aktarılıp tehir edilmeyen borç” anlamına geldiği belirtilir ki dinin hikmeti de burada ortaya çıkar. Yani kul, Allah’a karşı kendisini borçlu hissedecektir. Bu borç, herhangi bir vakit ile sınırlı değildir. “Ölene kadar kulun Allah’a kulluk borcu” ifadesi de buradan kaynaklanmaktadır.
60
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Böyle olunca medeniyet, şehir ve insan ilişkisi bakımından Farabi’nin meseleye eğilmesi biraz da dinî zaruretten doğmaktadır. Bunun için de kitabının önemli bir kısmını insan inanç ve imanıyla ilgili bölüme ayırır. “İnsanın Topluluk ve Yardımlaşmaya İhtiyacı Hakkında” ki bölümünde ise, sosyolojik bir tanım yapar: “Muhtelif insanların bir araya gelmelerinden topluluk peyda olur (ortaya çıkar). Bunlar da ya kâmildirler veya eksiktirler. Kâmil olanlar üç kısma ayılır: Küçük, orta ve büyük. Büyük topluluk, yeryüzündeki bütün insanlardan ibarettir. Ortancası, yeryüzünün (ayrı ayrı) milletlerinden teşekkül eder. Küçüğü ise bir milletin topraklarında oturan şehir halkından ibarettir. Eksik topluluk ise, köy, mahalle, sokak ve ev halkından teşekkül eder.” Bu genel sınıflandırmadan sonra, şehir faktörü üzerinde durur. Onun, şehri merkeze alması, diğerlerinin önemini dikkate almadığı anlamında değildir elbette. Yaşadığı dönemin sosyo kültürel ve sosyo politik ve hatta sosyo ekonomik özelliklerini dikkate alırsak, bir felsefeci için şehrin irdelenmesinde zaruret vardır. Özel ilgi alanı olarak şehir üzerinde düşüncelerini vereceği için önce böyle bir tasnif yapmış ve sonra bütün içindeki bu parçanın meselelerine eğilmiştir. Bunu belirttikten sonra, onun bu konuya bakışına yönelebiliriz: Arapça bir terim vardır: “Şeref ’ül mekân bil mekîn” Bir mekânın şerefini yücelten orada yaşayanlardır. Farabi, bu mantıkla şehri ele alır ve orasının “Fazıl Şehir” olma ön şartını, bu şehri yöneten insanların kalitesine bağlar. Aslında o “Şehir nedir?” sorusuna cevap ararken şehrin tanımını şöyle yapar: “Fâzıl Şehir, tam sıhhatli bir vücuda benzer. Bu vücudun uzuvları nasıl çeşitli iseler, yaratılış ve kuvvetleri bakımından nasıl birbirlerinden üstün iseler ve hepsinin başında başrolü oynayan kalp – adında bir uzuv- varsa bu hâkim uzva mertebece yakın olan uzuvlar ve bunların birbirleriyle sıkı münasebetleri bulunan diğer uzuvlar varsa bu tabii uzuvlara bağlı başka uzuvlar ve nihayet işleri güçleri yalnız başkalarına hizmet olan daha aşağı uzuvlar varsa, şehir de böyledir. Yani şehri teşkil eden unsurlar, yaratılışta çeşitli ve birbirlerinden üstün yapıdadırlar. Bunların arasında riyaset vazifesini gören bir insanla, mertebece ona yakın
başka kimseler bulunur. Bunların her biri kendi kabiliyet ve mertebelerini reisin gayelerine uygun bir surette kullanır. Bu yüksek rütbe sahiplerinin emrinde başka kimseler bulunduğu gibi, bunların da emrinde başkaları bulunur. Mertebeler silsilesiyle (sıralamayla) böyle alçala alçala nihayet en aşağı tabakalara varılır ki bu sonuncular, artık başkalarına emretmeyip yalnız aldıkları emirleri yerine getirirler.” Farabi, bundan sonra doğrudan “şehrin niteliği”ni etkileyecek temel faktörler üzerinde durur ve şehri tek başına yöneticisiyle özdeşleştirir ve şehri yönetecek insanın böyle bir görevi üstlenmesindeki temel disiplini de açıklar: “Fazıl şehrin reisi de gelişigüzel herhangi bir adam olamaz. Riyaset iki şeyle olur: Birisi reisin, siyasete tabiat ve yaratılışı ile müstaid (istidatlıkabiliyetli) bulunmasıyla; diğeri reisin heyetçe ve iradi melekesi ile riyasete yetenekli olmasıyladır.” Bundan sonra bu yeteneklerin detayına girer ve böyle bir şehir yöneticisinde bulunması gereken önemli vasıfları sayar: “Üzerinde hiçbir kimse bulunmayan reis: O, fazıl şehrin önderi ve birinci reisidir; o hem fazıl milletin reisi hem meskûn olan yeryüzünün reisidir. Bu hâl ancak, doğduğu an iki meziyeti kendisine toplayan kimseye nasip olur: Evvela vücudunun tam ve her uzvunun kıvamında olması lazımdır ki vazifesini kolayca yapsın. Sonra kendisine söylenen her şeyi tabiatıyla iyi kavrayıp anlaması lazımdır ki hem söyleyenin maksadını hem de söz konusu olan şeyi olduğu gibi anlasın. Sonra hafızası kuvvetli olmalı ki anladığı, gördüğü, işittiği ve sezdiği her şeyi iyi bellesin ve unutmasın. Sonra uyanık ve zeki olması lazımdır ki gördüğü en ufak delili anında fark edip yerinde kullanmasını bilsin. Sonra güzel konuşmasını bilmeli ki zamirindeki her şeyi açıkça izah etsin. Sonra öğretmeyi ve öğrenmeyi sevmesi, buna kendini kaptırmış olması ve her şeyi kolayca öğrenmesi lazımdır ki öğrenme ve öğretme yorgunlukları ona ne ıstırap versin ne de onun vücudunu hırpalasın. Sonra yemeye, içmeye, kadınlara düşkün
61
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
olmaması ve tabiatıyla oyundan sakınması lazımdır. Sonra doğruluğu ve doğruları sevmesi, yalandan ve yalancılardan nefret etmesi lazımdır. Sonra ulu olması, ululuğu sevmesi lazımdır ki utandırıcı şeylere düşmesin ve tabiatıyla hep yüksek şeyleri arasın ve gümüşle altın gibi şeylere ve diğer dünyalıklara göz koymasın. Sonra adaleti ve adalet ehlini sevmesi, istibdattan, zulümden ve zalimlerden nefret etmesi lazımdır ki hem kendi akrabasından, hem başkalarından hak arasın, onları hakka davet etsin, istibdat kurbanlarının imdadına yetişsin, iyi ve güzel bildiği her şeyi desteklesin. Sonra mutedil mizaçta olmalı ki kendisinden adalet istendiği zaman şiddet göstermesin, titizlik ve aksilik etmesin; fakat istibdada ve kötülüğe davet edildiği zaman şiddet ve aksilik göstersin. Sonra büyük bir azim ve irade sahibi olmalı ki zaruri bulduğu şeyleri gerçekleştirmek hususunda cesaret göstersin, korkak yahut yumuşak olmasın.” Farabi, bu şartların doğal olarak bir kimsede toplanmasının güç olduğunu da hatırlatır ve hiç olmazsa bu şartlardan beş altısını kendisinde bulundurana bu görevin verilmesi gerektiğini söyler: “Bu da olmaz ise, halk uygun bulduğunu kendi yönetiminin başına getirmelidir.” der. Bunun da beş ayrı maddede zikrettiği özelliklerini sıralarken kendisinden önceki adil şehir yöneticisinin uygulama geleneğini devam ettirmesinin önemine vurgu yapar, bu da olmaz ise, bu şartları ayrı ayrı kendisinde bulunduran bir koalisyonun şehri yönetmesi gerektiğini söyler. Bir şehrin yıkılmasına zemin hazırlayan tek şartın ise, “Hikmet”i kendisinde bulunduracak bir yöneticinin olmamasıdır. Bunu şöyle izah eder: “Hikmet, riyasetin şartı olmaktan çıktığı gün -diğer şartlar bulunsa bile- fazıl şehir yöneticisiz kalır. Şehri idare eden reis olmayınca şehir tehlikeye maruz olur. Kendisine teslim olacak bir hâkim bulamayan şehir, gecikmez yıkılır!” Filozofumuz burada ‘Hikmet’ten ne kastettiğini açıklamıyor ancak verdiği tanım, “Vahye dayanan tebliğin tatbikçisi ve adil olması” gerektiği şeklindedir. Şehir yöneticisinden ibaret değildir elbette. İyi bir yöneticinin olması, bir şehrin iyi olmasına yetmez. Halkının da yöneticisinin niteliklerini
kavrayacak ve uygulayacak vasıfta olması gerekir. Farabi bu hususa da dikkatimizi çeker ve şehirlerin niteliklerini şöyle anlatır: “Fazıl şehre aykırı olan şehirler şunlardır: Cahil şehir, fasık şehir, değişmiş şehir, şaşkın şehir. Fazıl şehre aykırı olan fertlerden de şehir belalarını (belalı kimseleri) saymak lazım. Cahil Şehir: Öyle bir şehirdir ki, halkı, saadeti ne tanırlar ne düşünürler. Kendilerine öğretilse bile ne onu kabul ederler ne de ona inanırlar. Onlar ancak sıhhat, servet, şehvet, serazat (başıboş) olmak, saygı ve itibar kazanmak gibi şeylere hayatın gayesi nazarıyla bakarlar. Bu şehir başka bir sürü şehirlere ayrılır: Zaruri Şehir: Bunun halkı yaşamak için yiyecek içecekten, giyecekten, evden ve kadından ancak zaruri olan miktarla yetinirler ve bu şeyleri elde etmek için birbirlerine yardım ederler. Değiştirici Sarraf Şehir: Bunun halkı ancak servetlerini artırmağa çalışırlar. Topladıkları serveti başka uğurda kullanmayıp onu hayatın gayesi addederler. Bayağılık Bedbahtlık Şehri: Bunun halkı hayatın maddi zevkine düşkündürler. Yemek içmek, şehvet peşinde koşmak, tahayyüle dalmak gibi şeyleri, hele eğlence ve şakayı her şeyden üstün tutarlar. Haysiyet Şehri: Bunun halkı başka milletler arasında ün ve itibar kazanmak, övülmek, saygı görmek şan ve şöhretlerini artırmak için el ele verirler. Tagallüb (Zafer) Şehri: Bunun halkı başkalarını ezmeye fakat başkaları tarafından ezilmemeye çalışırlar. Bütün zevkleri zaferden ibarettir. Cimai Şehir: Bu şehir halkı başıboş yaşamayı, dilediklerini yapmayı severler. Bu şehirlerin halkları, kralları tarafından istedikleri gibi idare edilirler. Fasık Şehir: Düşünce itibariyle fazıl şehirlerden fark edilmezler. Ulu ve aziz Allah’a fazıl şehir halkı gibi inanırlar Fakat işleri cahil şehir halkının ileridir. Değişmiş Şehir: Eskiden fazıl şehir halkı gibi düşünüp yaşarken başka fikirlerin tesiriyle değişmiş ve başka türlü çalışıp yaşamaya başlamışlardır. Şaşkın Şehir: Dünya hayatından sonra saadete kavuşacaklarını zannetmekle beraber, Allah-u Teâla hakkında fasık fikir güderler.
62
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Bu şehirlerin yöneticileri fazıl şehir yöneticilerinin zıddı sayılırlar, halkı da öyledir.” Farabi’nin idealindeki şehir, “Fazıl Şehir”dir. Ona göre, bu şehrin halkının da önemli nitelikleri olmalıdır. Böyle bir şehirde yaşayan halk niye yaşar, nasıl yaşar, bunların da disipline edilmiş olarak anlatılması gerektiğinin üzerinde durur. Ona göre insanların ‘aidiyet duygusu’ ile ‘kolektif sorumluluğu’ toplumu huzura götüren iki önemli dikkat alanıdır: “Fazıl şehir halkının bildikleri ve yaptıkları müşterek şeyler bulunduğu gibi, bilimde ve işte saadet merhalesine bu iki şeyle varırlar: Biri, ferdi başkasına bağlayan beraberlikle. Diğeri, ferdi mensup olduğu zümreye bağlayan beraberlikle. Her fert bu iki saadete ulaşmak için çalıştığı takdirde üstün bir ruh seviyesine ulaşır.” Farabi, şehirleri, kültür ve medeniyetin tek belirleyicisi, yücelticisi ve yayıcısı olarak görür. Şehirlerin bu niteliklerine evvela iyi bir yönetici ile, sonra eğitilmiş bir halk ile varılacağını söyler. Ona göre, bir yapı yığınından çıkıp şehrin insanileşmesi, için yöneten ile yönetilenin vasıfları çok önemlidir. Eğitilmemiş bir toplumun adaletinin zulme dönüşeceğinin altını çizer ve “Fasık şehir halkının adaletini zorbalığın hâkimiyeti” olarak açıklar. Hatta bunların inançlarındaki takva hâllerinin bile samimiyetten uzak istismara yönelik bir yaşama biçimi olduğunun altını çizer. Yaşadığı dönemin özelliklerini dikkate alırsak Farabi, Aristo ve Eflatun’dan etkilenmiş olsa bile, İslami disiplin içinde bir şehir hayatından yanadır. Eflatun’un devlet anlayışında özel mülkiyeti reddedilir, kadın dahi ortak sayılır, çok tanrılı bir inanç sistemi vardır.(3) Farabi’nin dikkatli bir Müslüman felsefeci olarak bunları benimsemesi mümkün değildi. Şehirler, onun tanımıyla ‘fazıl’ ve ‘fasık’ olarak ikiye ayrılsa da, burada yaşayan insanların tamamını bu iki belirleyici ortak nitelik etrafında toplamak pek mümkün değildir. Fazıl şehirde pek ala kötü insanlar da bulunabilir. Zaten kendisi de yöneticilerinin istenilen bütün vasıfları taşımasının güçlüğünde söz eder ve hiç olmazsa bunlardan birkaçını kendisinde bulunduranın şehrin reisi olması gerektiğini söyler. Fasık şehirde de kuşkusuz iyi insanlar bulunacaktır. Ancak çoğunluğun hâkimiyetiyle böyle bir sınıflandırma
dikkate alınmış olmaktadır. Kendi ömrünü Bağdat ve Halep’te sultan saraylarında geçirmiş olmasını düşünürsek bir anlamda himayelerinde bulunduğu devlet erkânına taşımaları gerektiği tavrı tavsiye etmiş olmalıdır. Burada dikkate alınması gereken bir önemli husus, felsefeci kabul edilen Farabi’nin şehrin tanımını yaparken daha çok sosyolojik hususları dikkate almış olmasıdır. Şehirlerin fiziki dokusu kadar beşerî dokusunun önemi elbette göz ardı edilemez. Şehir her şeyden evvel bir sosyal muhit oluşturur ve onun içinde varlığını sürdürür. Bundan dolayı da siyasi ve sosyal özelliği yanında bir de yerleşim hususları, varlığını koruyup sürdürme stratejisi vardır. En önemlisi de şehrin iç ve dış güvenliğidir. İyi bir yönetici şehri iyi idare eder, ama güvenlik konusunda zaaf varsa, bu yöneticinin gücünü de aşabilir. Bakınız bizim o yıllardaki tarihimizde bu yönde çok önemli bir uyarı yapılmıştır. “Börteçine’nin vefatından sonra evlatları birbirinden ayrılırlar. Bunlar Çinlilerle savaşırlardı. Bunlardan biri Çin şehirlerini görmüş ve aynı şekilde şehir kurmak istemiş, ancak kumandanlarından biri: ‘Efendim, biz Çinlilerin onda biri kadarız. Bizim kuvvetimiz ancak serbest kalıp hareket etmemizdedir. Hâlbuki şehir halkı kafeste yaşar gibi surlarda yaşarlar’(2), diyerek buna karşı çıkmıştır. O yıllarda da bu güvenlik kaygısının aşıldığını sanmıyoruz. Ayrıca, geçinme yollarının, iş, meslek ve sanat sahibinin, zanaatkârlığın, ulaşımın, altyapı hizmetlerinin hem yönetenler için, hem de halk için ciddi bir sorun olduğu aşikârdır. Şehircilikte yöneticinin en büyük sorunu bunlarla başlar. Bu, günümüzde de geçerliliğini koruyan bir ana problem alanıdır. Elimizdeki çalışmada, bu dikkat noktalarına karşı herhangi bir uyarıcı bilgi pek yoktur. Anlaşılan kendi şehir anlayışında işin maddi tarafını değil, sadece beşerî tarafını düşündüğünü göstermektedir. Buna rağmen, Farabi gibi bir mütefekkirin, on asır öncesinde şehircilik meselesine ilgi duyması, kabul etmek gerekir ki olağanüstü bir öngörüşlülüktür. Türk-İslam toplumuna musikide, şiirde, felsefede yeni anlayışlar getiren bir insanın, şehri bu gayretin dışında tutması düşünülemezdi. Galiba onu üstün insan konumuna taşıyan da bu yanı olsa gerektir.■
63
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
İnsan, değer ve eğitim LEVENT BAYRAKTAR*
"...insanoğlunun değerler vasıtasıyla ve onlarla bütünleşerek, onları yaşayarak, temsil ederek kendisini inşa etmesine paralel olarak; kültür ve medeniyetler de tıpkı insanoğlu gibi yüce değerlerle sağlıklı ilişkiler kurarak var olur, varlığını idame ettirir ve geliştirirler."
İ
nsan hakkında bir hüküm veya tanım vermek gerektiğinde ilk akla gelen onun düşünen ve konuşan varlık olarak betimlenmesidir. Şüphesiz bu tanım yanlış olmamakla beraber eksiktir. Çünkü insanoğlu, düşünme ve konuşma yetilerinin yanı sıra en az onlar kadar önemli bir diğer ayırıcı özelliğe daha sahiptir ki bu da bir değer varlığı olmasıdır. İnsan ve değer ilişkisi bir madalyonun iki yüzü gibidir. İnsan olmak, değerler evreni içerisine doğmak ve orada yetişmek demekse, değer de ancak bir insan tarafından yaşanmak ve temsil edilmek yoluyla belirginlik kazanır. Bu yüzden “insan ve değer” biri olmadan diğerinin düşünülemeyeceği bir kavram çifti oluş-
*Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü
turur. İnsanın değer veya değerlerle tanışması eğitim yoluyla mümkündür. Zira tabiatta değer değil olgular vardır. Olgular, sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde meydana gelmektedir. Tabiat, determinizm ve nedensellik yasaları düzeninde işlemekte ve araştırılmaktadır. Fakat konu insan olduğunda onun bilimsel açıdan incelenmesi ve açıklanması yetersiz kalmaktadır. Çünkü insanoğlu, karmaşık bir varlık olarak sadece bilimin, sırlarını çözebileceği bir varlık değildir. İşte bu yüzden insanın anlaşılabilmesi için onun meydana getirdiği kültür ve medeniyetin de irdelenmesi zorunludur. Bu meseleye bir de insanın ihtiyaçları penceresinden bakmak gerekirse; insanoğlunun sadece maddi ve fizyolojik ihtiyaçları karşılanarak mutlu olabilen bir varlık olmadığı görülür. Dolayısıyla insan söz konusu olduğunda, zorunlu olarak karşımıza, maddi ve fizik ger-
64
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Değerler, insan kalabalıklarını anlamlı birliklere ve sosyal varlıklara dönüştürür. İnsanoğlu, ortak değerler, normlar, inançlar ve ülküler olmaksızın birbiri için sadece bir tehdit ve düşman iken değerler sayesinde anlam ve birlik kazanarak, anlaşma, dayanışma, yardımlaşma ve belki de en önemlisi birlikte varolma aşamalarını gerçekleştirebilmektedir. çeklik içerisinde betimlenemeyecek ve tüketilemeyecek bir alan çıkıyor ki bu da “değer” alanıdır. İnsanoğlu, değerle/değerlerle ilişkiye geçmeden ve bilinç sahibi olmadan önce sadece bir biyolojik varlık konumundadır. Değerler o biyolojik varlığı “insan” mertebesine çıkarırlar. Ancak bu bir süreç işidir. İnsan olmak, bir oluş ve tekâmül içerisinde gerçekleşir. Böylece değerlerin insanoğlunu manevi bir tekâmül sürecine soktuğunu ve bu oluşun bir kerede bütün zamanlar için tamamlanmış bir doğasının olmadığını fakat kemale doğru bir seyir olarak betimlenebileceğini fark ediyoruz. Değerleri düşünmeye başlayınca mutlaka fark edilmesi gereken bir diğer husus da insanoğlunun değerler vasıtasıyla ve onlarla bütünleşerek, onları yaşayarak, temsil ederek kendisini inşa etmesine paralel olarak; kültür ve medeniyetler de tıpkı insanoğlu gibi yüce değerlerle sağlıklı ilişkiler kurarak var olur, varlığını idame ettirir ve geliştirirler. Sosyolojik açıdan bakıldığında ise değerlerin dinî, millî ve insani hayatın temelini oluşturduğu görülür. Değerler, insan kalabalıklarını anlamlı birliklere ve sosyal varlıklara dönüştürür. İnsanoğlu, ortak değerler, normlar, inançlar ve ülküler olmaksızın birbiri için sadece bir tehdit ve düşman iken değerler sayesinde anlam ve birlik kazanarak, anlaşma, dayanışma, yardımlaşma ve belki de en önemlisi birlikte varolma aşamalarını gerçekleştirebilmektedir.
Böylece değerlerle ilişki/irtibat kurmak ve onları yaşamak, temsil etmek, geliştirmek insanoğlu için en temel ve hayati imtihan konumundadır. Zira değerlerle irtibatı öncesinde sadece biyolojik ve fizyolojik bir varlık olan insan, değerler sayesinde ve vasıtasıyla metafizik ve manevi bir varlığa dönüşmekte, İslamî bir dille söylemek gerekirse “eşref-i mahlûkat” mertebesine yükselmektedir. Gelinen bu noktada değerler eğitiminin önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Çünkü yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi insan olmanın ve insan soyunu devam ettirebilmenin biricik yolu insanoğluna bir değer varlığı olduğu bilincini kazandırabilmekten geçmektedir. Zira “değer endişesi”nden uzaklaşılan bir dünyada insanoğlu kendisini sadece bir beden varlığı olarak görmekte ve yeryüzünde bulunuş gayesini de bedensel zevklerinin tatmini derekesine indirgemektedir. Oysa insanoğlu, başlangıçta da söylendiği gibi bir tekâmül varlığıdır. Ve bu tekâmül sadece biyolojik sahada değil, asıl kültür, medeniyet ve manevi sahada cereyan etmektedir. Böylece değerler eğitiminin dayanması gereken temel prensip; insanoğlunun madde ve mana bütünlüğü olarak, manevi tekâmülü ile gerçek manada insan olabileceğinin şuurunu kazandırmak olmalıdır. Ancak böylelikle “insan, insanın kurdudur” algısına dayalı bir dünyadan; “insanların en hayırlısı, insanlara hayrı olandır” prensibinin hâkim olduğu bir dünyaya ulaşılabilir.■
65
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Güzellik ile hakikat arasında MİLAY KÖKTÜRK
Ö
nce edebiyat filizlendi, sonra felsefe neşvünema buldu; önce güzellik algılanıp kurgulandı, sonra hakikat peşine düşüldü. İnsanın güzellik ile hakikat arasında bitmeyen yolculuğu başladı. İlk başta duygusal çağlar yaşandı, sonra akıl çağları başladı. Hayal dünyasında kurgulanan evren tasarımı mitosu ve mitik söyleyiş biçimlerini oluşturdu; sonra varolanın duyusal/akılcı açıklama denemeleri kendisini gösterdi ve bu sürece logos dendi. Bu öncelik ve sonralık, birbirini izleyen iki insanlık durumundan olduğu kadar insan varlığının ikili doğasından da kaynaklandı. Duygu varlığı olmak birincil varoluş kategorisini teşkil ettiğinden, ilk başta duygusal yoğunluk dışa vurulmalıydı. Edebî etkinlik buradan beslendi. İkincil varoluş kategorisini teşkil eden ise akıl varlığı olmaktır. Aklın hükmünü icra
Felsefede edebiyat hep var oldu. Felsefî üslup edebî üslubu bir gölge gibi takip etti. Edebiyatta da felsefe varlığını hissettirmekten geri kalmadı. Felsefe bir kez doğduktan sonra, edebiyat felsefesiz yapamadı. Felsefe de edebiyatı rahat bırakmadı. Aslında edebiyat ile ilişki kurma zorunluluğu hep felsefeden geldi. Teorik olarak, edebiyat felsefeye kayıtsız kalabilir, ama felsefe edebiyata kayıtsız kalamazdı! 66
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
edişi daha geç gerçekleşir. Yaşama pratiği bu minvalde tezahür eder. Zaten çocukluk çağları duyguların, yetişkinlik çağları aklın hükümranlık çağları değil mi! Sözün özü şu ki, varoluşsal bakımdan ve tarihsel süreçte tablo böyledir. Buna paralel olarak, pür akılcı bir etkinlik olarak felsefe, insani doğadaki bu sıralamaya uygun şekilde, edebiyattan sonra kendisini göstermeliydi, öyle de oldu! Bir eser
Bir ve aynı varlığın ürünü olarak edebiyat ve felsefe, doğaları gereği, iki yol güzergâhını yansıtır. Edebiyat duygulanım yaşayan insanı, felsefe her şeyi akıl terazisinde tartan zihinsel varoluş sahibi bireyi temsil eder. Nasıl aynı bireydeki iki yapısal nitelik birbiriyle ilişkilenmeksizin varlığını sürdüremiyorsa, edebiyat ve felsefe de birbirine kayıtsız ve birbiriyle ilgisiz ve ilişkisizce var olamazdı, olamadı da! Ama bu ikisinin ilişkisi çoğunlukla gerilimli oldu. Onların ilişkisinin soruşturulması da bir o kadar güçlük içermekteydi. Çoğu sanat veya düşünce insanı bu çetrefil soruna şöyle bir değinip uzaklaşmayı tercih etti. Ancak kısa zaman önce seçkin bir düşünce insanı, Vefa Taşdelen, Felsefeden Edebiyata (Hece Yayınları, Ankara 2013) adlı eseriyle bu gerilimli ilişki üzerine kapsamlı bir inceleme ve derinlemesine bir çözümleme yaptı. “Edebiyat ve Varoluş” başlıklı ilk bölümde çeşitli insani etkinlik biçimleri ile edebiyat ilişkisinin tartışıldığı görülmektedir. İkinci bölümde ise edebiyat ile felsefe karşılaştırılmakta, “edebiyattaki felsefe-felsefedeki edebiyat” başlığıyla ve bu başlık altındaki çözümlemelerle, bu ikisinin ayrılamayacağı dile getirilmektedir. İfade biçimlerinin, edebî türlerin ele alındığı bir sonraki bölümde ise şiir, masal, mektup ve biyografi incelenmiştir. Edebiyat eğitimi ve çocuk edebiyatına ilişkin incelemelerle devam eden eser, edebî ve felsefî metinlerin karşılaştırılmasıyla sona ermektedir. Bu kitap, gerek konularının kapsamı gerekse akışı göz önüne alınınca, bir felsefecinin kalemin-
den çıkan ve edebiyat ile felsefeyi karşılaştıran seçkin bir eser olarak kendisini göstermektedir. Felsefe ve edebiyat
Edebiyat, felsefeciler tarafından felsefi bakışın merceği altına yatırıldı. Edebiyatçılar kendi pencerelerinden felsefenin nasıl göründüğüne dair çok fazla bir şey söylemediler. Onlar arasında ‘felsefe önemlidir, felsefesiz olmaz’ şeklinde genel yargılara hep rastlandı. Bazı felsefe hareketlerinin edebiyattaki etkisi buna kanıt olarak gösterildi. Fakat edebî perspektiften felsefe analiz edilip soruşturmaya tabi tutulmadı; çünkü edebiyatın görevi analiz ve soruşturma değildi. Felsefe edebiyatın doğasını, edebî etkinliği ve edebî eseri kendine konu edindi. Örneğin, felsefenin bakış açısından, “kalem yalnızca yazan bir nesne değildir; gören göz, hisseden yürek, kaygılanan vicdandır da.” (s.20) Dolayısıyla bu kalemden dökülen yazı nesnel varolanlar arasında bir nesne türü mevcudiyet değildir. “Yazı duygusal, zihinsel, toplumsal ve ruhsal deneyimlerin en yoğun biçimde yansıdığı bir alandır. Bu galeride olası insanlık durumları, ruh hâlleri, davranış biçimleri sergilenir. İnsan yazarken, varoluş bir kez daha varoluşsallaşır.” (s.22) Varoluş bir eylem ve bir bilinç biçimi içinde varoluştur. Bu bilinç biçimi varolana basitçe iliştirilmiş bir eklenti değil, dünyaya katılım tarzıdır. Dünyaya etkin olarak katılabileceğimiz gibi edilgin olarak da orada yer alabiliriz. “Yazma bilinciyle baktığımızda, dünyanın edilgen bir nesnesi olmaktan çıktığımızı hissederiz. Bu bize, sanki dünyayı evirip çevirme, onu yeniden kurma, yeniden kurgulama ve bu şekilde insanlık için bir dilekte bulunma fırsatı verir.” (s.20) Bu imkân varoluş biçimini dünyaya edilgin katılım olmaktan çıkarır ve özneye kendi bireysel mevcudiyetini aşabilme yolu açılır. Yazma eylemi ve bu eylemle vücut kazanan yazı, içerdiği ruhsallık bakımından, nesnel
67
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Edebiyattan felsefeye, felsefeden edebiyata giden yolda hem kendi dünyamız hem de insanlık dünyası yok edilemeyecek bir zenginlik, dibi doldurulamayacak bir derinlik kazanır. Derinliğin huzur ve sükûneti sığ olanın gürültülü çağıltısından daha değerlidir. “Felsefeden Edebiyata”nın satır aralarında bunu da okuyabiliyoruz. varolanlar arasında bir varolan değil, varoluşun nabız atışını her bilince sunan bir nefestir. O, varolan ve varoluşu keşfe çıkan bilinç içindir. Bu yönüyle “…yazı varoluştan çıkar ve yine varoluşa döner. Diğer varoluşsal edimler ise varoluştan çıkarlar, ama bir bilinç ve bakış olarak varoluşa geri dönmezler. Bu nedenle bir romanı, bir öyküyü bir şiiri okuduğumuz zaman, duygularımızın, insanlık kavrayışımızın zenginleştiğini hissederiz.” (s.25) Felsefe sanatsal etkinliklere her ne kadar güzel ve güzelliği konu edinen ‘estetik’ çerçevesinde baksa da, bu bakış biçimi, edebiyat söz konusu olduğunda yetersiz kalır. Çünkü diğer sanatlarda ‘biçim’e sinmiş duygusal yoğunluk vardır; edebiyatta ise duygu ‘akıcı biçim’e, söz düzenine kaynaklık teşkil eder. Ritm ve ahenk duygusunu bedensel figürlere dönüştüren insan bununla yetinmedi ve duygusal yoğunluğunu ötekine bizzat bildirmek istedi. Bundan söz sanatları doğdu. Böylece duygular sözcüklerde ve sözcüklerle raks etmeye başladı. Söz söylemek ise akılcılıkla ve akıl düzenine uygunlukla karakterize olur. Dolayısıyla dile gelen sözde sırf duygusallık barınmaz. Orada aklın ayak izi de olmak zorundadır. Hepsi birden, varoluşsal zemini anlatır. Bu bakımdan, “yazının varoluşsallığı hem varoluşsal bir edim, hem de varoluşu anlamak, yorumlamak ve yeniden kurmak isteyen “varoluş üzerine” bir edimdir. O, hayatın ve insan olmanın anlamını irdeler, bir varoluş bilinci oluşturur.” (s.22) Her ikisi de insandan hareket eder. Biri
pratik yaşamı, diğeri kuramsal dünyayı; biri bilgileri diğeri yaşantıları dile getirir. (s.319) Bu bakımdan da, edebiyat ile felsefenin ilişkisinde hep bir problem barınır. Çünkü temelde biri duygunun diğeri aklın sesi/dışa vurumudur. Yaşama pratiğinde akıl ile duygu hep gerilimli ilişki içinde değil mi? Bazen biri diğerini derinden etkiler bazen diğeri birini! Bazen biri diğerini kendisi olmaktan çıkarır, bazen diğeri birini. Ama hiçbiri diğerinden kopamaz. Aynı kaynaktan akan bu iki yönelimin ilişkisi sorunlu olduğu gibi, onların ete kemiğe bürünmesi anlamına gelen ürün ve üretimlerin ilişkisi de sorunlu olur. Felsefede edebiyat hep var oldu. Felsefî üslup edebî üslubu bir gölge gibi takip etti. Edebiyatta da felsefe varlığını hissettirmekten geri kalmadı. Felsefe bir kez doğduktan sonra, edebiyat felsefesiz yapamadı. Felsefe de edebiyatı rahat bırakmadı. Aslında edebiyat ile ilişki kurma zorunluluğu hep felsefeden geldi. Teorik olarak, edebiyat felsefeye kayıtsız kalabilir, ama felsefe edebiyata kayıtsız kalamazdı! Felsefe iyi ve kötü yönetimden, insanların erdemli ve erdemsiz davranışlarından, sevginin ve güzelliğin ne olduğundan, mutluluğa nasıl ulaşılacağından söz eder; sanat bunları somut örneklerle betimler. Her felsefe biraz sanat kokmalı, her sanat eserinden biraz felsefe bulunmalı.” (s.319) Her ikisi birbirini dışladığında, kuru, ruhsuz ve derinliksiz bir etkinlik olacaktır. Felsefe gibi kurgusal bir temele dayanan, baştan aşağı kurgusal bir anlatı olan edebi-
68
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
yatın anlamı, yaşanmış gerçeklikle bağlantılı kurgular dile getirmesi değil, anlattıklarını anlatım biçimi ve anlatım gücüdür. Edebiyat neyi niçin söylediğini gerekçelendirmekle yükümlü değildir. Lakin felsefe ise yargılarını temellendirmek zorundadır. (s.316) Her ikisi de dil kullanır, ama aynı dilin iki farklı kullanımıdır bu! “Sanatın dili özü itibarıyla gündelik dildir. Felsefenin dili, işlenmiş, kavramsal yapısı oluşmuş bir dildir. Özleri anlamaya, gelip geçici olmayanı ortaya çıkarmaya yönelik bir dildir. Sanatın dili aksine gelip geçici varoluş alanını betimleyen bir dildir… tanımlamaya değil ifadedeki güzelliğe yönelir.” (s.317) Diğer yandan felsefe her şeyi kuşatma iddiası taşımaktayken, edebiyat sadece kendi olgu ve ilgi alanıyla sınırlı bir varoluş kazandı. Felsefe, bu evrenselci iddiası gereği, edebiyatı da kuşatmalıydı. Bu temasın sonucu ise, edebiyatın felsefeyi âdeta eritip yeni kalıba dökmesi oldu; edebiyat felsefenin katı/kuru akılcı söylemini sıcacık hâle getirdi. Yani ikisinin teması her birinin diğerini zenginleştirmesiyle sonuçlandı. Bu açıdan bakınca, bu iki etkinlik biçiminin ilişkisinin her zaman problemli olduğu söylenemez. Zaten felsefe ile edebiyatın birbiri içinde kendi varoluşunu kaybetmesi veya her ikisinin aynı etkinlik biçimi içine sürüklenmesi her ikisinin de yok oluşu anlamına gelir. Zaten onlardan biri diğerini kendisi olmaktan çıkardığı zaman, onu geliştirmiş olmaz, yıkmış olur. Edebiyat ile felsefenin ayrı güzergâhlarda yollarına devam etmesi, doğaları gereği olması gereken bir şeydir. Çünkü ikisinin çıkış kaynakları ve yönelimleri farklıdır; “edebiyat güzelliğe, felsefe hakikate yönelir. Birisinin hakikati duyusal diğerininki zihinseldir. Biri duyulardan diğeri akıldan beslenir. Biri gerçeği kavramsallaştırır, diğeri betimler.” (s. 318) Buna paralel olarak da “… edebî metin tekil olayları, olguları, hâdiseleri anlatır, tekil varoluş durumlarından söz eder. Felsefi metin tekil hâdiseler olgular peşinde koşmaz; her zaman bütüncül açıklamalar peşinden gider.” (s.315)
Farklı kaynaklardan beslenen iki etkinlik biçimi ve bu süreçte doğan iki tür ürün, insanın önüne elbette farklı ufuklar serecektir. “Edebî metinde yazarın penceresinden seyrederiz dünyayı, felsefi metinde ise filozofun penceresinden. Ancak edebî metin daha duygusal, daha özneldir. Felsefi metin kavramsal yapısıyla, edebî metne göre daha nesnel ve evrensel bir nitelik arz eder.” (s.317) İnsan dünyasının ise her iki etkinlik ve üretim biçimine ihtiyacı vardır. Edebiyat da felsefe de varoluşun yansımasıdır. Varolmak ‘arada olmak’tır. Varolmakla doğum ile ölüm arasında yerimizi alırız. Bu seyahatte bir bugünden diğer bugüne geçip gideriz; her bugün dün ile yarın arasındadır. Bu süreçte etkin iç güçlerimizden biri akıl, diğeri duygudur; yaşamak akıl ile duygu arasında kalarak nefes atmaktır. Kutupların adına ister theoria ve praxis diyelim, isterse gerçek ve hayal yahut tasarım; hep ‘arada oluş’a batmış hâldeyiz. Arada olmaklık bir insanlık durumu, bir vakıadır. O, çok farklı görünümleri ve biçimleriyle kendini gösterir. İşte iki etkinlik biçimi olarak felsefe ve edebiyat iki ayrı olgu arasında kalmayı anlatır. Edebiyat güzellik felsefe hakikat peşinde olduğuna göre, arada kalmış insan ikisinden de vaz geçemediği için, arada kalmışlığını iki ayrı etkinlik ile aşmaya çalışır. Yani bu etkinliklerin her ikisi de arada kalmışlıktan kurtulma hamlesi demektir. Lakin iki ayrı nokta olması bakımından bu ikisinin bireyi sürüklediği mecra da farklı olur: “Edebiyat bizi varoluş biçimleri ile karşılaştırır; sadece kendi varoluşumuz ile değil, başkalarının varoluşu ile de. Başkalarının yaşam öykülerine duyduğumuz merakın temelinde, başkalarının varoluşu ile zenginleşme, o varoluş deneyimlerini kendi varoluşumuza katma isteği vardır.” (s.315) Edebiyattan felsefeye, felsefeden edebiyata giden yolda hem kendi dünyamız hem de insanlık dünyası yok edilemeyecek bir zenginlik, dibi doldurulamayacak bir derinlik kazanır. Derinliğin huzur ve sükûneti sığ olanın gürültülü çağıltısından daha değerlidir. “Felsefeden Edebiyata”nın satır aralarında bunu da okuyabiliyoruz.■
69
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
ÜLKEM İ n s a n Kastan ve kandan mufassal bir rüyaysa Kusurlu bir yeryüzü çalgısıdır yaşamak. Bir halk ki diliyle düdük yapmasını bilmez. O dilde soru yok, ünlem yoksa neye yarar? Güzel ülkem, yitiktir yüzündeki asma gülü. Bodur şenliğinde bile kederin kızıl atları, Bozulmuş patikalarda mavzer sesini seviyorsa Beyaz bir gülü doğurmaz vakitsiz cemreler. Kusurdur, gergefin sinesine girmeyen iğne ucu. Kusurdur, gül yerine can düşüyorsa bir bahçeye.
TARIK ÖZCAN
70
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Şehir ve şair MEHMET KURTOĞLU
İ
Diyorsun ki, “bir başka ülkeye, bir başka denize gitmek istiyorum; bundan daha güzel bir başka kent vardır kuşkusuz. Ama kötü yazgım peşimi bırakmaz ne yapsam, ve kalbim şimdi burada gömülü bir ceset sanki. Ruhum daha ne kadar katlanacak bu çoraklığa? Hangi yana çevirsem yüzümü, ne yana baksam Hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma Bunca yıllarımı heder ettiğim şu ülkede.” Yeni bir ülke bulamazsın, arama sakın, Bir başka deniz de bulamayacaksın. Nereye gitsen bu kent senin ardından gelecek, Aynı sokaklarda dolaşıp duracaksın yine, ve yaşlanacaksın aynı, hep aynı mahallede, hep aynı evlerde ağaracak saçların. Ve dünyayı bir uçtan bir uca dolansan da Dönüp bu kente geleceksin sonunda. Yanılma sakın, bir başka gelecek umma, ne seni bekleyen bir gemi var limanda ne de beklediğin bir başka çıkar yol. Nasıl tükettiysen ömrünü şurada, şu köşecikte, Öyle kıydın demektir ona, tüm yeryüzünde.” Konstantinos Kavafis
nsanın kişiliğinin ve kimliğinin oluşumunda en önemli olgulardan biri hiç kuşkusuz yaşadığı şehirdir. Bu yüzden şehrin insan kaderini belirleyici bir özelliği vardır. Meşhur bir tanımla söyleyecek olursak, insan şehri imar eder, şehir de insanı inşa eder. Bu yüzden toplumbilim ve hemşerilik olgusu çıkmış, bu yüzden belli coğrafyada yaşayanların belli renk ve davranışları oluşmuştur. Napolyon’un ‘coğrafya kaderi belirler’ sözünü yalnızca stratejik bir bağlamda değil, aynı zamanda insan ve toplum bağlamında da ele almak gerekir. Şehir şair ilişkisini de bu çerçevede değerlendirdiğimizde genel manada şehir ile insan, özel anlamda şehir ile şair arasında derin ve güçlü bir bağ olduğunu görürüz. Bunu belki de en güzel Firuzan dile getirmiş ve “benim iki öğretmenim var, birincisi annem, ikincisi şehrim” diyerek özetlemiştir. Türk ve dünya edebiyatında hiçbir şair yoktur ki, doğup yaşadığı şehirle özdeşleşmemiş olsun. Balzac, Baudleare’ı, Hugo’yu Paris’ten, Dickens’i Londra’dan, Dostoyevski’yi Saint Petersburg’tan, Yahya Kemal’i Necip Fazıl ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ı İstanbul’dan, Attila İlhan’ı İzmir, İstanbul, Paris’ten, Ahmet Arif ’i Urfa ve Diyarbakır’dan ayrı düşünemezsiniz. Bu şairler doğup yaşadıkları şehirleri öylesine özümsemişlerdir ki, o şehirler olmadan bu şairleri, bu şairler olmadan o şehirleri tanımlamak mümkün değildir. Mehmet Akif Ersoy ve Sezai Karakoç gibi medeniyet şairlerimizin şiirlerinde ise bütün bir ümmet coğrafyasını bulmak mümkündür. Şiirlerinde İslam coğrafyası, İslam’ın kutsal ve kadim şehirleri vardır. Öyle ki, bu şairlerin şiirlerinde şehirler ete kemiğe bürünür, adeta dile gelir, 71
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Üstat’ın deyişiyle mermerlerin nabzında tekbirler çarpar. Şehir ile şair arasındaki ilişki nefrete dönüşse dahi, o nefrette gizli bir mensubiyet, aidiyet saklıdır. Örneğin şehir vandaliziminden kaçan şair ve yazarlar, doğup yaşadıkları şehirlere nefretlerini kusarken dahi, gerçekte o şehirle olan ilişkilerini ve bağlarını dışa vurmuş olurlar. Çünkü şairin şehirle yaşadığı ilişkinin sonucudur oluşan duygu. Şehre duyulan öfke, şehre duyulan sevgiden kaynaklanır. Mesela Cemil Meriç’in düşünce dünyasında kitap ve şehir önemli bir yer tutar. Meriç’in zihinsel dünyasında ve kişiliğinde yaşadığı Antakya’yı, okuduğu roman, hikâye ve şiirlerde ise hayal ettiği Paris’i göz ardı ederek onu tanımlayamazsınız. Bohem yaşadığı Antakya’da Paris rüyası görmüş biridir. Şehri zihninde hep bir kadın olarak tasavvur etmiştir. Çünkü gençliğinin geçtiği Antakya’nın bohem dünyasının bir üst noktası Paris’tir. Zira onun doğup büyüdüğü Antakya, o dönemlerde Fransız kültürü etkisinde, çok dilli çok kimliklidir. Bırakıp giderken bu şehri, gerçekte yine ona benzeyen bir başka şehir aramıştır. Çünkü o bu şehirdeki aşklarını, romanlardan tanıdığı Paris’te bulabileceğine inanmıştır. Bu yüzden her yazar ve şairin bir ilk şehri bir de varmak istediği bir şehri vardır. Şairlerin şehirleri olduğu gibi, şehirlerin de şairleri vardır. Şehirler ve şairler birbirine öylesine anlam katarlar ki, kimin kimden etkilendiğini ayırt etmek zorlaşır. İstanbul Yahya Kemal ile anlam bulur, Süleymaniye dile gelir, camiler, çeşmeler, sebiller, tepeler ve deniz estetik bir fotoğraf oluşturur, şehir gözümüzde azizleşir. İstanbul’u herkes görmüştür ama hiç kimsenin onu azizleştirmek gibi bir derdi olmamıştır. Onun azizleşmesi için Yahya Kemal’i beklemesi gerekmiştir. Şair ve şehir arasındaki bu ilişki öylesine güçlüdür ki, şairler, Yahya Kemal’de olduğu gibi şehirleri dönüştürür, şehirler ise şairleri. Şehirler, şairlerle anlam ve ruh bulurlar. Şehirlerin ruh mimarları azizler olduğu söylenir, ben buna şairleri de katıyorum. Tıpkı Cahiliye Araplarının şairleri yükledikleri insanüstü güç ve gizem gibi şairlerin de şehirlere tıpkı azizler gibi gizem güç kattığına inanıyorum. Divan şairi Nâbî, uzun süre Halep’te kaldıktan sonra İstanbul’a döner ve yazdığı bir gazelinde şöyle bir ifade kullanır: “Sûdâgeran-ı şehr-i Stanbul’a arz eder Nâbî bu nev-kumaş Haleb yadigârıdır”
Günümüz Türkçesiyle söyleyecek olursak, “Tüccarlar şehri İstanbul’a arz eder Nâbî, bu yeni kumaş Halep hediyesidir” Şair burada tüccardan maksat şairleri kastetmiş, kumaştan maksat da şiiri. Şair, bir yandan yaşadığı Halep’in kumaşıyla kendi şiirini örtüştürürken diğer yandan kaliteli Halep kumaşıyla şiirinin büyüklüğünü ima etmiştir. İstanbul şairlerine de işte şiir görün bağlamında meydan okumuştur. Nâbî’nin bu gazeliyle Halep ile olan bağını ortaya koymuş, merkez-taşra ayrımında Halep’in başkent İstanbul’dan geri kalmadığını vurgulamak istemiştir.[1] Onun bu şiirde yaptığı şey, gerçekte İstanbul’u karalamak değil, on beş yılının geçtiği Halep’e olan aidiyetini göstermektir. Bilindiği gibi onun üç şehri vardır, doğup yaşadığı Urfa, hayali ve güzelliğiyle büyülendiği İstanbul ve uzlete çekildiği şehir Halep’tir. Nâbî’nin kişiliğini ve sanatını şekillendiren bu üç şehri bilmeden onu tanımlayamayız. Şairlerin, şiirlerinde anlattıkları şehirler gerçekten var olan şehirler midir? Pek sanmıyorum. Şairlerin anlattıkları şehirler ile hakikatte var olan şehirler arasında büyük bir uçurum vardır. Şair, tıpkı âşık olduğu güzeli bambaşka bir şekilde algıladığı gibi şehirleri de bambaşka algılar ve öyle anlatırlar. Gördüğünüz, yaşadığınız şehir ile şairini anlattığı şehir hiçbir zaman örtüşmez. Çünkü şairler, şehirlere bambaşka anlam ve ruh verirler. Zira şair, şehirden aldığı ilhamla görünen şehri değil, o şehre kattığı ruhla yeni bir şehir inşa eder. Bu Necip Fazıl’ın; “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar” diye ifade ettiği hakikattir. Yine şehirlere şairlerin kattığı anlam ve ruh bağlamında usta şair Sezai Karakoç’un medeniyet perspektifinden bakarak ve ruhunu katarak yazdığı şehirlere bakmak yeterli olacaktır. Örneğin Köpük şiirinde: “Ve gül Nemrudun yaktığı ateşte açan 1. Nâbî’nin başka gazellerinde İstanbul’u sanat ve edebiyatta ayrı bir yere koyduğu, taşranın merkez karşısında sönük kaldığını anlattığı gazellerini unutmamak gerekir. Zira Nâbî, İstanbul sevgisini her zaman farklı tutmuştur.
72
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Koncalanan açılan gelişen İbrahim’in elinde Tatlı bir su içe gerçekler saçan bir mağara Urfa’da yıldızların yıldızdan ayın aydan Günün günden fazla bir şey olduğu orada Uzanan bir yarı ölü eli kirazdan kiraza Kirazsa hep aynı ıraklığı bozmamakta korumakta İçilemeyen bir su bardakta Aklı düzeltmenin mümkünü kutsal balıklarda”[2] Mısralarıyla anlattığı Urfa, Nemrut, İbrahim, mağara, kutsal balık gibi somut isim ve mekânlarla tasvir edilmesine rağmen, soyut olarak ateşin gül bahçesine dönüşmesi, balıkların kutsallığının aklı aşan boyutunun anlatılması, İbrahim ve Nemrut mücadelesine gönderme yapılması ve bütün bunların şairin zihninde ve gönlünde uyandırdığı duygularla yeni bir Urfa fotoğrafı oluştuğunu görürüz. Ve bu oluşan Urfa, hakikatteki Urfa değildir, şairin yeniden anlam ve duygu katarak inşa ettiği soyut bir Urfa’dır. Daha açık ifadesiyle şairin Urfa’sıdır. Şairlerin içinde şehirleri görmeden ama gören birinden daha güzel ve daha iyi anlatan bir şair varsa eğer, sanırım o yalnızca Sezai Karakoç’tur. Özellikle Sezai Karakoç’un İslam medeniyetinin şehirlerini anlatması böylesine bir duygu ve tasavvurun sonucudur. Onun şiirlerinde Mekke, Medine, Kudüs, Şam şehirleri önemli yer tutar, bazen İslam şehirleriyle Batı şehirlerini medeniyet bağlamında karşılaştırır. Bozulan ve Batı uygarlığının şehirlerini ‘Batık Şehirler’ diye tanımlar ve İslam şehirlerini ise tanrısal ve insani olarak anlatır. İslam medeniyetinin gelecekte ‘Diriliş Sitesi’den doğacağını muştular. Tanrı şehri olarak tanımladığı Kudüs’ü ise şöyle tasvir eder: “Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri Yeşile dönmüş türbelerin demiri Zamanın rüzgâr gibi esen zehriyle Ve yatırlar patır patır kaçıyor geceleri Boşaltıyorlar işgal edilmiş bir şehri boşaltır gibi Kaçıyorlar Lût şehrinden kaçar gibi Tuz heykele dönüşmemek için Tanrı gazabıyla Susmuş minarelerin azabıyla Yıkılmış cami kubbelerinin ıstırabıyla Ve şehit kemiklerinin bakışı bir başka bakış 2. Sezai Karakoç, Gündoğmadan, sh.135, Diriliş yay. 2006, İstanbul
Artık burada taş bile durmak istemez Ve ayı görmek istemez zeytin ağaçları Eğilerek selamlamazlar hilali hurmalar Artık ne Zekeriya ne İsası var Sararmış bir tomar mı mucizeler Ölülerin dirilişi şifa veren kelimeler Ve ne de Miraçtan bir iz Yerden yükselen kaya Ve Kudüs şehri. Artık yer şehri, toprak şehri Bakır yaprakların, çelik gövdelerin, acımasız yüreklerin”[3] Şehir yaşanmışlıkların, şair duygu ve hissedişlerin sözcüsü. Şehir zamanla kadimleşir, şiirin gücü zamana direnciyle ölçülür. Binlerce yıl dillerden düşmeyen şiirler vardır. Binlerce yıl her şeye rağmen zamana direnen şehirler vardır. Şehir ve şair veya şiir ve şehir bazen öylesine özdeşleşirler ki, kimin kimi var ettiği, kimin kime anlam kattığını bilemezseniz. Örneğin İstanbul, Bursa, Konya, Ankara, Erzurum Tanpınarlaşmış şehirlerdir. Zira bu “Beş Şehir’i Tanpınarsız anlamak, Tanpınarsız gezip görmek mümkün değildir. Onun gözüyle bakarsanız Bursa’da zamanın farkına varır, Konya’da Selçukluyu duyumsar, Erzurum’da türkülerin şehrin muhayyilesindeki yerini anlar, Ankara’da milli mücadeleyi görür ve İstanbul’da ihtişamlı Osmanlı medeniyetinin izlerini sürersiniz. Şehirler Tanpınar ile adeta yeniden anlam kazanır. Büyülü şehirler vardır her şaire ilham, her sanatçıya malzeme verir. Bu tür şehirleri görüp duygulanmamak, etkilenmek mümkün değildir. Doğu’da Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul, Bursa, Konya, Urfa, Mardin, Batı’da Roma, Venedik, Paris, Prag… Örneğin İstanbul ve Paris’e anlam katan birçok şair ve sanatçı vardır. Yine Mekke, Medine, Kudüs üzerine binlerce kitap yazılmış, binlerce şiir söylenmiştir. Mekke’yi Kudüs’ü, İstanbul ve Urfa’yı görüp de şiir yazmamış şair hemen hemen yok gibidir. Adı geçen bu kadim şehirler, bazen şairleri öylesine etkimişlerdir ki, hiç beklemediğiniz şiirler yazmalarına vesile olmuştur. Egzotik ve mistik bir yanları vardır bu şehirlerin. Her göreni adeta sarsar. Örneğin Urfa, modern zamanlarda mimari ve sosyal yaşam olarak ortaçağda kalmış bir şehir görüntüsü verir. Şehrin dini kimliği ise gelen giden herkesi etkiler, 3. Sezai Karakoç, Gündoğmadan, sh.628, Diriliş yay. 2006, İstanbul
73
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
metafizik bir dünyaya, mistik bir havaya sokar. Örneğin ateist/seküler olduğu söylenen Ahmet Kutsi Tecer gibi bir şair, Urfa’da öylesine mistik bir şiir yazar ki, şairini tanımakta zorlanırsınız. “Bir gece Urfa’da Halilürrahman’da Su ay doğduğu garip zamanda İçimde hicranlı bir bülbül sesi Aklımda seccade bir gül bahçesi Üstümde yıldızlar önümde havuz” diye başlayan uzunca şiiri gerçekten hem Türk edebiyatında metafizik derinliği, mistik yönü oldukça ağır basan bir şiirdir. Bu şiir aynı zamanda Urfa için yazılmış en güzel şiirlerden biridir. Şehrin şaire ilham vermesi ve şair-şehir ilişkisi bağlamında üzerinde düşünülmesi gereken bir şiirdir. Urfa’nın bir de feodal ilişkilerini, Güneye mahsus duyarlılığını folklorik bir duyarlılıkla anlatan Ahmet Arif ise, A.Kutsi Tecer’in tersine şehri dindar ve mistik olmanın ötesinde öfkeli, kavgacı ve mücadeleci olarak tasvir eder ve şöyle seslenir: “Vurun ulan Vurun Ben kolay ölmem Ocakta küllenmiş közüm Karnımda sözüm var Haldan bilene Babam gözlerini verdi Urfa önünde Üç de kardaşını Üç nazlı selvi Ömrüne doymamış üç dağ parçası Burçlardan, tepelerden, minarelerden Kirve, hasım, dağların çocukları Fransız kuşatmasına karşı koyanda” Ahmet Arif, Urfa’da gençliğinin geçmesine ve yaşamasına rağmen şehrin dini kimliğinden daha çok geleneksel ve folklorik kimliği üzerinde yoğunlaşmıştır. Şehir ona başka bir ilham vermiştir. Onun şiirlerinde Urfa yiğitliği sembolize eder. “Mavzer değil kürek tutar Urfalı Nezif ” diyerek hem Urfa’da üzerine ağıt yakılmış bir kabadayıyı anlatır hem de Otuzüç Kurşun şiirinde anlattığı tarihi bir olaydan Urfa Kurtuluş Savaşı’na geçer ve “Babam gözlerini verdi Urfa önünde (…) Fransız kuşatmasına karşı koyanda” diye yazar. Urfa’yı başka bir sevdiğini söyleyen Halide Nusret ise,
Durup şen yüzüne bakasım gelir Gönlümden kaygıyı atar bu Urfa” diyerek şehrin kendisinde oluşturduğu sevgiyi dile getirir. Urfalı doğumlu şairlerde ise şehir daha başka bir hal alır. Onların şehre bakışı, dışarıdan bakanlar gibi değildir. Kimisi M.Akif İnan gibi ‘Ağlayan Şehir’ adıyla yazdığı şiirde: “İhmalin vefasız alçak hükmüne Sabırla elini bağlayan şehir Haşmetli devrinde gördüğü güne Bakıpta anarak ağlayan şehir” diyerek derdiyle hem hal olmuş, kimisi de Halil Gülüm gibi Meczup muhibbesin bir sende bulsa Cem’in meclisleri sende kurulsa İçin cennet dışın cehennem olsa Sanma ki, içine dönerim Urfa” diyerek şehre küskünlüğünü dile getirmiştir. Şehir aynı şehirdir fakat şairlere verdiği ilham farklı farklıdır. Urfa örneğinde olduğu gibi bir şehrin, birkaç şairin bakışıyla birbiriyle çatışan anlamlar ürettiğini görürsünüz. Örneğin İstanbul, Attila İlhan’ın şiirlerinde bohem ve seküler bir şehir olarak tasvir edilirken, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’ta ikilem yaşadığını ve “Karacaahmet ağlarken, Beyoğlu’nun tepindiğini” görürsünüz. Bir başka şairin şiirinde, örneğin Yahya Kemal’de İstanbul estetikleşip kristalleşir daha doğrusu aziz bir şehir olur. Tabi şehir şair bağlamında, şairin düşünce ve duygu dünyasını şekillendirin en önemli hakikat, hiç kuşkusuz doğup yaşadığı şehirdir. Şair doğup yaşadığı şehirden neyi almışsa onu şiir, roman, hikâye veya bir başka şekilde mutlaka şehre fazlasıyla iade eder. Böylece şehir şaire, şair de şehre anlam ve zenginlik katmış olur. Şehirleri tanımak ve tanımlamak istiyorsanız şairlerin şiirlerine, şairleri tanımak istiyorsanız doğup yaşadıkları şehre bakınız. Sahi ne demişti Edip Cansever bir şiirinde:
“Taşları cevherdir takasım gelir Otunu gül gibi kokasım gelir 74
“insan doğduğu yere benzer O yerin suyuna, o yerin toprağına Suyunda yüzen balığına Toprağını iten çiçeğe Dağlarının tepelerinin dumanlı eğilimine”■
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Tabelalar, şair ve şehir SÜLEYMAN DAŞDAĞ
Diyarbakır’da yaşarken, bu şehrin kültürüyle beslenip dünyaya açılan ve dünya edebiyatında adeta sanatı ile sökülmesi mümkün olmayan bir mıh gibi duran bir başka şairimiz de “Cahit Sıtkı Tarancı”dır. İlginç bir tesadüfle, bu isimle de bir tabela aracılığıyla tanışacaktım.
N
e zaman bir tabela görsem, 1970 yılının başlarında, doğuda il ilçe demeden memur olarak çalışan babamın tayininin çıktığı Diyarbakır’ı hatırlarım. Gideceğimiz yerin o günün ölçeğinde büyük bir şehir olduğunu söyleyen annem, “Orası büyük şehirdir. Dikkatli olmazsanız kaybolursunuz” deyince merak ve endişem daha da artmış ve kaybolmamak için kendimce yöntemler düşünmeye başlamıştım. Üst üste gibi duran taş evleriyle aklımda kalan Bitlis’teki iki katlı taş evden eşyaların kamyona nasıl yerleştirildiğini hiç hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, komşularımızla sarmaş dolaş ağlaştığımız sırada komşularımızdan birinin söylediği; “Camiler Medreseler/ Komşum geldi deseler/ Bir kuş kadar canım var/ Veririm isterseler” manisiydi. Eşyalarımızın yüklendiği kamyonun şoför mahallinde annem, babam ve kardeşlerimle “Büyük olarak aklıma işlediğim şehre” doğru yol alırken, ailesinden ilk kez ayrılmış birer evlat gibiydik. Eşyalarımızın o dar sokaklardan na-
sıl olup da kısa sürede, Sobacı Yaşar’ın kiracısı olduğumuz eve taşındığını da hatırlamıyorum. Bizleri ailelerinden birer fertmişiz gibi bağrına basan ev sahiplerimizin de geldiğimiz şehirden göç eden bir aile olduğunu bilmek, o zamanlar bana farklı ve güçlü bir güven duygusu da vermiyor değildi hani. Hafta başında, daha önce tasarladığım gibi, duvarların kenarından adımlarımı sayarak ilk köşeyi döndükten sonra on metre ötede olan ve evimize toplam yirmi metre uzaklıkta olan İsmet Paşa İlkokulu’na gidip eve dönünce, okul yolunu öğrenmiş ve ilk sınavı geçmiştim. Akşamüstü evin o kocaman avlusundan çıkıp bitişikte sağda bulunan fırınından ekmek almaya giderken, yaklaşık yirmi metre ötede sallanıp duran bir tabela gözüme ilişti. Üzerinde “Ziya Gökalp Müzesi” yazıyordu. O daracık sokakta, birkaç insan boyu yükseklikteki duvarlarla örülü bu yapıdan içeri girince, ortasında iki katlı siyah bazalt taşlardan yapılmış taş evlerle çevrili bir avlu olduğunu görmekte gecikmedim. Daha sonraları, yükseklikte birinci,
75
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
uzunlukta ise ikinci olduğunu sonradan öğrendiğim ve şehri bir kalkan balığı gibi çevreleyen surlarını gördüğümde ise, bazalt taşların belleğine kazınmış gizemli ve bir o kadar da sıcak kimliğiyle Diyarbakır’ın herkesi kucakladığını hissettim. Bir tabelanın çekim gücüyle tanıdığım Ziya Gökalp’in, Türkçülük akımının en önemli isimlerinden biri olduğunu ve Dünyadaki Türkleri birleştiren güçlü bir Türk devleti kurulması idealine sahip olduğunu babamdan öğrenecektim. Ziya Gökalp’in surlarla veya sınırlarla çevrelenemeyecek kadar büyük bir şair, yazar ve düşünür olduğunu zihnime o gün kaydettim. Zihnime kaydettiğim böylesine donanımlı bir şairin bir şehri, bir ülkeyi etkileyebileceği, hatta sınırlar ötesini kolaylıkla etkisi altına alabileceğini düşünmem o günlerin eseridir. Yani şair isterse şehirden daha etkin olabilir. Diyarbakır’ın uzun yıllar Ziya Gökalp’in ideallerine uygun bir şehir olarak kalmış olması ve duvarların onu zapt edememesi bu düşünceyi doğrular niteliktedir. O halde, “Yaşadığı şehirden etkilenip zihinsel anlamda oraya hapsolan şairler yerel, diğerleri ise ulusal hatta ötesi ruhları okşayabilir” şeklinde düşünmek mümkündür. Bir başka deyişle, “Şehir var şairi hapseden, hükmeden ve şehir var şairi dizginleyemeyen” de denebilir. Şairi hapseden ve hükmeden şehir denince akla ilk gelen elbette İstanbul’dur. İstanbul’da nefes alıp veren, can kulağıyla bu şehri dinleyip etkilenmeyen şair var mıdır? Bilinmez. Ancak İstanbul’un bile hapsedemediği şairler olduğunu görünce, ne kadar etkileyici de olsa şehrin, zihinlerine pranga vurmamış bir şair ve düşünürü sınırlayamadığı söylenebilir. Bu nedenledir ki, Ziya Gökalp Diyarbakır’ın hapsedemediği, ünü ülke sınırlarını aşan evrensel bir kalemşor olmuştur. Benzer şekilde, “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine” diyen Nazım Hikmet de bu tezi doğrulayan bir başka değerimizdir. “Her ne kadar Ziya Gökalp ve Nazım Hikmet farklı dünyaların kalemleri gibi düşünülse de, ikisinin de “Aynı ülkenin gü-
zel günlere yelken açması” ideali olduğu unutulmamalıdır. Nazım Hikmet’in “Türk dilinin gücünü dünyaya ispatlamış olduğu gerçeği” de bu fikri doğrulamaktadır. Dolayısıyla, zamana çakılmış birer mıh olan bu iki değerimizi, kardeş bir ormanın özgür birer ulu ağacına benzetmek, belki de en doğru olandır. Diyarbakır’da yaşarken, bu şehrin kültürüyle beslenip dünyaya açılan ve dünya edebiyatında adeta sanatı ile sökülmesi mümkün olmayan bir mıh gibi duran bir başka şairimiz de “Cahit Sıtkı Tarancı”dır. İlginç bir tesadüfle, bu isimle de bir tabela aracılığıyla tanışacaktım. Dolayısıyla, tabelaların benim hayatımda başka bir yeri vardır. Yılın son aylarıydı. Diyarbakır’ın en eski ve tarihi yerleşim yerlerinden biri olan Cami Kebir Mahallesinden ayrılıp Yenişehir Semtinde bulunan Viktorya Apartmanındaki evimize taşınmıştık. Çok sevdiğim ve hala saygıyla andığım öğretmenim Fatma Tekin, “Bu çocuğu ben mezun edeceğim” şeklinde ısrar edince, bu mahalleyle bağımın sürmeye devam etti. Okula gidip gelirken, her gün geçtiğim o daracık sokaklardan birinde gözüme çarpan bir başka tabela sallanıyordu; “Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi”. Günün birinde merakımı yenip müzenin içine girdiğimde, bazalt taşlarla örülmüş bir başka muhteşem evle karşılaşmıştım. İnsan bu evde gerçekten dünya ölçeğinde bir şair olabilirdi. Bu tabelaların sahiplerinin etkisiyle olsa gerek, ilerde seçeceğim meslekle hiç ilgisi olmayan edebiyata ve özellikle şiire ilgi duymaya başlamış ve arkadaşlarımın çaktırmadan sevdiği kızlara aşk mektupları yazmaya başlamıştım. O günlerde bir kızla birlikte dolaşmak o kadar da kolay olmadığı için, yazılan mektup bir fırsatı bulunup kızın eline tutuşturulur ve yanıt beklenirdi. Eğer yanıt olumlu ise benim işim ikiye katlanırdı. Çünkü işin ikinci aşamasında kıza şiir yazmak kalıyordu. Bu da genellikle bir kızın kalbine giden engelleri ortadan kaldıran son darbe olurdu. Aşkın, hayatın şairi olan ve “Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini” diyerek son noktayı koyan bu dahi ile gerçek anlamda tanış-
76
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
mam da, bu günlerde satın aldığım şiir kitabıyla başlar. Hangi şiirini okusam çarpılıyor, belki bir hafta şiirin vurucu etkisiyle, duygular denizinde kulaçlar atıyordum. Bir insan nasıl oluyor da bu kadar güçlü ifadeleri kağıtlara değil, ruhlara işliyor, zihinlere mıhlıyordu anlayamıyordum. Kendisi farkında mıydı? Bilemiyorum. Ama ben hala bu inanılmaz kalemi oynatan ilahi bir desteğin olduğunu düşünmekteyim. Onun ülke sınırlarının ötesini de bilen, donanımlı bir dahi olduğunu öğrenmem uzun sürmedi. Böyle bir deneyime duygu kasırgaları ve İstanbul’da eklenince ortaya “Cahit Sıtkı Tarancı” çıkmıştı. Dolayısıyla, ne zaman daracık bir sokakta bir tabela görsem Ziya Gökalp ve Cahit Sıtkı’yı anar ve güçlü ruhların daracık sokaklara hapsolamayacağını düşünürüm. Ziya Gökalp ve Cahit Sıtkı’nın ülkeye mal olmuş sanatçılar olduğunu daha ortaokuldayken öğrenmem de yine tesadüfidir. Babam Cuma akşamları camiye giderken bazen beni de yanında götürürdü. Her gittiğimde yaşlı, tonton bir amca ile oğlunu görürdüm. Babam “Bak bu doktor her Cuma akşamı babasını alıp buraya gelir” der ve bu manzaraya gıptayla bakardı. Galiba ilerde bizim de böyle olmamızı isterdi ama ömrü yetmedi. Günün birinde, yaşlı amcanın İstanbullu ve çalıştığı yıllarda Laleli’nin tek Müslüman diş hekimi olduğunu, oğlunun görevi nedeniyle buraya geldiklerini, adının Ziya ve oğlununkinin de Gökalp olduğunu öğrendiğimde hayret etmiştim. Baba ve oğulun isimlerini birleştirince ortaya o deha çıkıyordu. Bu yaşlı beyefendinin bir Ziya Gökalp hayranı olduğu açıkça görülüyordu. Ahbaplığımız biraz daha ilerleyince, gelininin de bir Cahit Sıtkı hayranı olduğunu öğrenmekte gecikmedik. Günün birinde gelin hanımla tanıştığımızda, Cahit Sıtkı’ya olan hayranlığından söz etmiş ve neredeyse onunla ilgili mini bir konferans bile vermişti. Bu ailenin Diyarbakır’ı görmeden Ziya Gökalp ve Cahit Sıtkı’ya olan bu içtenliği, surların bu şairleri zapt edemediklerinin önemli bir göstergesiydi benim için. Bu kadar sevilen bu
iki şairimizin bana göre en ilginç noktaları ise şiirlerinde doğup büyüdükleri şehre yeterince, belki de hiç yer vermemiş olmalarıdır. Bu şairlerin bu yönlerini değerlendirmek ise, başlı başına uzmanlarca ele alınması gereken bir konudur. Buna karşın, “Hasretinden prangalar eskittim” diyerek “Demirin hasret karşısındaki aczini” dizeleriyle yüreklere işleyen “Ahmet Arif ” i bu iki şairden ayıran önemli noktalardan biri ise “Kah şehri solumuş, kah aşmış olması”dır. “Kanadı kırık kuş merhamet ister/ Aaahhh! Senin yüzünden kana batacak!/ Mona Roza siyah güller, ak güller” diyen ve dünyada alacağı yolu henüz tamamlamamış olan Sezai Karakoç ta, Diyarbakır’ın yetiştirdiği sıra dışı bir şairdir. Gizemi taşlarının karalığında saklı olan bu şehrin bağrından kopan şairlerin ortak paydası ise, “Yerelleşmeyi kabul etmeyip, bazalt taşların gizemli dünyasında yüzmeyi öğrenmeleri ve ufukların ötesindeki ruhlara doğru kulaç atmış olmalarıdır.” Dolayısıyla, “Yerelleşmenin yerel tatlarının evrensel mutfağı keşfetmenin önünde önemli bir engel” olduğunu görmüş olmaları, bu şairleri insani duyguların birer temsilcisi haline getirmiştir. Bir başka deyişle bu kalemlerin şehre hapsolmamış olmaları, ülkemiz ve ötesi için birer şans olmuştur. İnsani duyguların bir bedene, bir şehre, bir ülkeye hapsolamayacak kadar mukaddes olduğu fikrine rağmen, yaşadığı şehre hapsolmak isteyen şairlerin olduğu da unutulmamalıdır. Şiirlerinde ağız veya yerel motifler kullanan bu kalemler genellikle yerel tatlara hitap eder ve beğeni toplarlar. Genel olarak düşünüldüğünde, tüm şairler için “yazılan şiirlerin hedef kitlesi, şehir ve şair etkileşiminde galip tarafı belirleyen önemli bir öğedir” denebilir. Şairin şehre hapsolması veya şehri aşması tamamen şairin tercihidir. Hangisinin doğru olduğu kararı ise okuyuculara kalmaktadır. Sonuç olarak, tabelaların yaşamda beklenmedik etkilerinin örneklendiği bu yazı, şiirsel bir püskürmeyle “Her insanın kafasında var bir dünya/ Gezer dünya üzerinde bir sürü dünya” şeklinde noktalanabilir.■
77
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
İstanbul'da bir garip Orhan Veli ESRA AKPINAR*
İstanbul'da Boğaziçi'nde Bir garip Orhan Veli'yim…
G
üzelin ve güzelliğin mısralara döküldüğü bir edebi tür olan şiir, şüphesiz kendisine İstanbul’dan daha iyi bir konu bulamazdı. Divan Edebiyatında adına nice şehrengizler yazılan bu şehirler güzeli, modern edebiyatta da unutulmamış, hakkında antolojileri dolduracak kadar şiirler yazılmıştır. Tarih boyunca üç büyük medeniyete ev sahipliği yapan İstanbul’un, Türk Edebiyatına en çok tesiri olan şehir olması şaşırtıcı değildir. Mehmet Kaplan Türk Edebiyatında İstanbul başlıklı makalesinde İstanbul’un, sanatkârları derinden etkileyip onların fikir dünyasını şekillendirdiğini şöyle dile getirmiştir: “Fetih’ten sonra beş yüz yıla yakın Osmanlı Devleti’nin başkenti olan ve nesiller boyunca Türk zevk ve yaratıcılığının her sahada en mükemmel örnekleriyle dolarak büyük bir medeniyet merkezi haline gelen İstanbul, Türk edebiyatı üzerinde derin tesirler yapmıştır. Güzel ve çeşitli tabiat manzaraları, muhteşem sarayları, konakları, yalıları, mabetleri, medreseleri, imalathaneleri, çarşıları,
eğlence yerleri ve mesireleriyle bu büyük şehir denilebilir ki, Türklerin yaşayış tarzlarıyla beraber, hayat görüşlerini ve karakterlerini de değiştirmiş onlara bir başka hüviyet vermiştir.”[1] Zengin ve köklü bir geçmişe sahip olan İstanbul’da bulunup da ondan etkilenmeyen, eserlerine konu etmeyen sanatkâr yok denecek kadar azdır. Türk Edebiyatı tarihinde üzerine en çok şiir yazılan, bir dekor, bir zemin olarak gerek şiirlerde gerekse diğer edebî türlerde çok geniş bir şekilde yer bulan bir şehir olmuştur. Coğrafi yönden ayrıcalıklı konumu, nesilden nesile aktarılan kültür mirası ve sanatçılara ilham verecek kadar muhteşem doğal güzellikleriyle Türk Edebiyatının değişmez temalarından biri olmaya hak kazanmıştır. Bu nadide şehir; günün her saatinde, her vaktinde orada yaşayanlar için eşsiz manzaralar çizerken; iki kıtayı birleştiren Boğazı’yla, * Yaşar Ü., Türk Dili Okutmanı. 1. Mehmet Kaplan, “Türk Edebiyatında İstanbul”,
Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 2, Dergâh Yay., İstanbul, 2012, s.37
78
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
köprüleri ve emsalsiz Haliç’iyle, adaları, seyre doyulmaz tabiatıyla, zengin tarihi dokusuyla uzaktakilerin de hayallerini süslemektedir. Orhan Veli'nin şiirlerinde İstanbul
Türk Edebiyatında şiir ve İstanbul, İstanbul şairi denince şüphesiz akla ilk gelen isimler Nedim ve Yahya Kemal’dir. Ömer Faruk Akün’ün ifadesiyle Türk Edebiyatına İstanbul’u tanıtan Yahya Kemal’dir. Bu iki isimden bir adım sonra da Orhan Veli gelir. Orhan Veli İstanbul’a Yahya Kemal’den farklı bir gözle bakar. Bu fark, insandan ve insanın yaşam algısı ve beklentisinden kaynaklanır. Orhan Veli’de, Yahya Kemal’in her bir noktasında tarihi ve kültürel geçmişini beraberinde taşıyan İstanbul yerine küçük, şehirli insanın yaşamsal alanı olan bir İstanbul karşımıza çıkar. Yahya Kemal Kocamustafapaşa’yı kültürün devamı içinde anlatırken; Orhan Veli Kasımpaşa’yı, Galata Köprüsü’nü bir başka anlatır. Burada tarihi perspektif terk edilmiş olur. Bir tepeden İstanbul’u dinleyen, İstanbul’a türküler yazan Orhan Veli’nin şiirlerinde İstanbul, pek çok semtiyle kâh ana tema olarak yer alır, kâh pitoresk bir zemin olarak karşımıza çıkar. Orhan Veli’nin “Bütün Şiirleri” adlı eserinde tüm yaşamı boyunca yazdığı şiirleri yer alır. 176 şiirin bulunduğu bu kitap üzerine yaptığımız incelemede üç şiirde doğrudan İstanbul’u konu alan şair, on yedi şiirinde de İstanbul’un çeşitli semtlerini, günlük yaşamını söz konusu eder. Bu sayı toplam şiir sayısına oranla az görülse de, şairin en bilinen, sevilen, Orhan Veli deyince akla gelen şiirleri bunlardır. Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le birlikte Garip topluluğunun bir üyesi olan Orhan Veli, Türk şiirinde o zamana dek süregelen pek çok kaideyi yıkmış, edebiyata yeni bir soluk getirmiştir. Bu tavır onun konuları seçişi ve işleyişinde de görülür. Garip şiirinin son evrelerinde ayrı bir tema olarak karşımıza çıkan İstanbul’un ele alınışı, o zamana kadar yazılmış şiirlerdeki İstanbul’dan farklıdır. “1920’den 1950’lere kadar yazılan şiirlerde, İstanbul’a duyulan sevgi ve bağlılık; şehir yoluyla ulaşılan düşünce duyarlık ve inanç; şehrin farklı mekânlarının gönderdiği tarihsel ve kültürel ha-
fıza; günlük yaşamalar içinde şehrin mekânlarına yüklenen anlam ve işlevler birbirinden oldukça farklıdır. Otuz yıllık kısa bir zaman dilimi göz önüne alınırsa, poetik, tematik ve ideolojik açılardan Türk şiirinin en çeşitli dönemi Cumhuriyet dönemidir. Doğal olarak bu çeşitlilik, mekân algısında sözü edilen farklılıkları beslemiştir. Örneğin, kimi şairler, İstanbul’u, medeniyetin eşyaya sinmiş hali olarak görürken; kimi şairler, aynı şehri, doğal ve sıradan yaşamakların mekânı olarak görürler. Şehri, insanda güzellik ve uyum düşüncesi uyandıran manzaralar olarak gösteren şairler olduğu gibi; yoksulların ve varlıklıların uyumsuzluk içinde yaşadıkları bir çatışma alanı olarak gören şairler de vardır.”[2] Bu noktada Orhan Veli’nin şiirlerinde İstanbul, doğal ve tarihi yönlerinden ziyade sosyal yapısı ile ele alınmış; İstanbul’da yaşanan günlük hayat içerisinde ‘küçük insan’ın geçim sıkıntısı anlatılmıştır. Artık İstanbul, mekân olarak metropol şehrin karmaşası içinde yalnız, küskün, melankolik adama ev sahipliği yapmaktadır. 1914’ün İstanbul’unda, Beykoz’da doğan Orhan Veli’nin çocukluğu, Beykoz ve Beşiktaş’ta geçmiştir. Bir süre Ankara’da yaşayan, işi gereği Anadolu’nun bazı şehirlerinde dolaşan şair, hayatının son günlerini yine çok sevdiği İstanbul’da geçirmiş, son nefesini de burada vermiştir. Kardeşi Adnan Veli, onun İstanbul tutkusu hakkında şunları söyler: “Boğaziçi’ne hele Göksu deresine bayılırdı. Bu derenin denize karıştığı noktadaki kırmızı eve oldum olası hayrandı. Balık tutmak, kürek çekmek, yüzmek en hoşlandığı şeylerdi… Yürümekten hiç bıkmazdı. Bazen Beyoğlu’ndan Sarıyer’e kadar yürüyerek ıslık çalarak gittiği olurdu.”[3] Buradan da anlaşılacağı üzere Orhan Veli’nin hayatında ve şiirlerinde deniz ve su önemli bir yer tutar. Bu deniz manzarasının içinde martı da vardır. Hicret şiirinde pencereden bakan şair denizi ve limanı görür. Bu muhteşem manzara karşısında büyülenen şair için böyle bir şehri bı2. Mehmet Narlı, “Üç İstanbul: Yahya Kemal, Orhan Veli ve İlhan Berk’in Şiirlerinde İstanbul”, Balıkesir Ü., SBE Der., C.11, S.20, Aralık 2008, s.158 3. Adnan Veli Kanık, Orhan Veli İçin, İstanbul, 1957, s.14-15
79
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
rakıp başka şehre gitmek ahmaklıktır. Ayrıca deniz manzarasını tamamlayan liman da önemli bir unsurdur. Limanla birlikte direkler aklına gelir. Orhan Veli’nin en bilinen şiirlerinden biri olan ve şarkı olarak bestelenen Dedikodu adlı şiirinde kimi İstanbul semtlerinden bahseder: Kim görmüş ama kim Eleniyi öptüğümü Yüksekkaldırımda güpegündüz? Melahati almışım da sonra Alemdar›a gitmişim öyle mi? ..... Güya bir de galataya dayanmıştık Kafaları çekip çekip Orada alıyormuşuz soluğu... (s.44)[4]
Kirli bir gün ışığı dökülecektir .... Limanda sıra bekleyen gemilerin arasında İnsanlar hayat mücadelesinde Adamlar kadınlar çocuklar... (s.86) Yol boyunca İstanbul hasretiyle yanan şair sürekli gezip dolaştığı, sevdiği yerlerin hayalini kurar: Hele şu haliç vapuru İskeleye yanaşsın Yolcular çıksın hele En güzel saati şimdi Eyüp›ün (s.88)
Bayram şiirinde Harbiye, Gemiler şiirinde Kız Kulesi, Efkârlanırım şiirinde Üsküdar ve Beyoğlu gibi semtler, kahveleri, vapurları, iskeleleri ve insanlarıyla söz konusu edilir. Garip şiirine kadar söz konusu edilmeyen her türlü eğlence ve safahat âleminin merkezi Beyoğlu semti, ilk kez Orhan Veli’nin şiirlerinde karşımıza çıkar. Vesikalı bir yâri olan, her türlü cinsel arzularını rahatlıkla şiirlerinde dile getirebilen bir şair için, bu durum şaşırtıcı olmasa gerektir. İstanbul’un önemli simgesel alanlarından biri olan Galata Köprüsü müstakil olarak bir şiire konu olmuştur. Galata Köprüsü adlı şiirde köprünün üstünde durup keyifle gelip geçeni seyreden şair, görüş alanına giren kürek çeken, olta atıp balık avlayan geçim derdindeki insanlara seslenir. (s.118) Yaşamak adlı şiirinde fırsat bulup yarım gün dahi olsa Çamlıca tepesine çıkıp boğazın güzelliği içinde kaotik hayattan soyutlanıp, o mavilik içinde kaybolup her şeyi unutabilmek ister. Yol Türküleri adlı şiirde Hereke’den yola çıkan şair İzmir, Düzce istikametinde yol alırken Düzce’de bir otel odasında kederli bir halet-i ruhiye içerisinde İstanbul’u düşler: Galata köprüsü açılmak üzeredir Kül rengi sulara 4. İncelemedeki şiir alıntıları şu eserden yapılmıştır: Orhan Veli Kanık, Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012.
İstanbul Türküsü şiirinde İstanbul ana tema olarak yer alır. Bu koca şehir içinde Boğaziçi’nde fakir bir Orhan Veli tarifi na-mümkün kederlere gark olmuştur. Urumelihisarı’na oturmuşum; Oturmuş da bir türkü tutturmuşum: “Istanbul’un mermer taşları Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları; …. “İstanbul’un orta yeri sinema Garipliğim, mahzunluğum, duyurmayın anama; El konuşur sevişirmiş bana ne?.... (s.74) Rumelihisarı’nda denize karşı oturup “aman aman”larla türküler söyleyen şair, mustarip halini dile getirdikten sonra şiirin ilk bendinde söylediği İstanbul’da Boğaziçi’nde Veli’nin oğlu fakir bir Orhan Veli olduğunu dile getirdiği dizeleri ile bitirir. Bu bize Rumelihisarı’ndan söylenen sözlerin adeta bir yankı gibi Anadoluhisarı’ndan geri döndüğü izlenimi uyandırır. Şair kendi çaresizliğini mekânla türkü arasında bir ayniyet kurmaya çalışarak verir. İstanbulu Dinliyorum şiiri Orhan Veli deyince belki de ilk akla gelen, onu İstanbul şairi yapan eseridir. Hafif rüzgâr esintisi altında İstanbul’u dinleyen, gözleyen, hisseden şair bu sinestetik yapıyla bize İstanbul’un günlük bir panoramasını sunar. “Şair, İstanbul’un değişik yönlerini birlikte
80
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
ele aldığı bu şiirinde, sucularıyla, Kapalı Çarsısıyla, Mahmut Paşasıyla, kaldırımda yürüyen yosmaları ve onlara laf atan bıçkınlarıyla İstanbul’u geniş bir perspektif ve dinamik bir figüratif yapı içinde sunar”[5] Orhan Veli’nin sürrealist anlayışla kaleme aldığı adeta küçük bir çocuğun ağzıyla yazdığı Kapalı Çarşı şiirinde; Kapalı Çarşı’nın panoramik olarak yer alırken esasında bir simge olarak kullanılmıştır. Mehmet Narlı’ya göre “Kapalı Çarşı geçmişten güne uzanan ruhun; eski ile yeni arasında adı konulamayan özlemlerin; fizik ve metafizik çağrışımların; ritimli ve karmaşık iç dünyaların simgesel mekânı olarak, birçok şair tarafından dile dökülmüştür”.[6] Şair burada, İstanbul’un kültürel ve sosyal zenginliğini vurgulamak maksadıyla Kapalı Çarşı’yı simgeleştirmiştir. Onun nezdinde Kapalı Çarşı, eski sandık odalarında saklanan eski eşyalar gibi eski hatıraların da yer aldığı kapalı bir kutudur. Beyaz Maşlahlı Hanım şiirinde bir eski İstanbul güzelinden bahseder. Bu hanımefendi bir cuma günü Kalender’den sandala binmiş, bir elinde şemsiyesi ötekinde yelpazesi ile Göksu’ya mesireye gider. (s.231) İstanbul İçin şiiri isim olarak İstanbul adını taşımakla beraber mekânsal olarak hiçbir ibare bulunmamaktadır. Türk şiirinde devrinde sokaktaki adamın dili ve yaşamını şiire taşıyarak yeniliğini ortaya koyan Orhan Veli Kanık, doğduğu ve hayran olduğu İstanbul’u şiirlerinde sıkça kullanmıştır. Zaman zaman şiirin ana konusu olan İstanbul ve semtleri, zaman zaman -doğrudan doğruya söz konusu edilmese bile- küçük adamın yaşadığı mekân olarak arka planda varlığını hissettirmiştir. Orhan Veli’ye kadar yazılan İstanbul şiirleri işleyiş bakımından onda bir kırılma yaşar. Orhan Veli’nin İstanbul’u her türlü sevinci de kederi de içinde barındıran günlük hayat telaşının mekânıdır. Bununla birlikte onun müthiş bir ritmi ve güzelliği vardır. Nitekim “Bir Şehri Bırakmak” şiirinde Hakan Sazyek, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde Garip Hareketi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1999,s. 161
5.
yaşadığı ve gördüğü kendi İstanbul’unu anlatır. Onun sevdiği kadın, doğduğu köy, geçmişi, ölmüşleri hep bu şehirdedir. Sanat görüşü gereği toplumsal içerikli şiirlerden yana olan Orhan Veli, şiirleri aracılığıyla toplumun sorunlarına neşter vurup hiç çekinmeden eleştirilerini dile getirir. Cumhuriyet döneminde aldığı göçle toplumsal bir yapılanmanın ve dönüşümün sancısını çeken İstanbul´un sokaktaki yaşantısını şiirine taşır. Bu hayat içerisinde aşktan, eğlenceye, kederden hüzne kadar her şeyi bulmak mümkündür. Kısacası Orhan Veli İstanbul’u, Yahya Kemal’in aksine tarih, sanat ve kültür kenti olarak değil, cıvıl cıvıl insanlarıyla kalabalık, meyhaneleri, aşkları ve tüm yaşanmışlığıyla kutsallığını kaybetmiş bir şehir olarak anar. ■
Kaynakça Ercilasun, Bilge, Orhan Veli Kanık (Hayatı, Sanatı ve Eserlerinden Seçmeler), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1998 Gümüş, Semih, Orhan Veli Kanık, KTB Yayınları, Ankara, 2011 Kaplan Mehmet, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 1, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2012 Kaplan, Mehmet, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 2, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2012 Kaplan, Mehmet, Şiir Tahlilleri-2, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2012 Kanık, Adnan Veli, Orhan Veli İçin, İstanbul, 1957 Kanık, Orhan Veli, Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012 Narlı, Mehmet, “Üç İstanbul: Yahya Kemal, Orhan Veli ve İlhan Berk’in Şiirlerinde İstanbul”, Balıkesir Ü., SBE Der., C.11, S.20, Aralık 2008, s.157-171. Sazyek, Hakan, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde Garip Hareketi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1999 Tuncer, Hüseyin, Garipçiler I. Yeniciler, Akademi Kitabevi, İzmir, 1997 Yetiş, Kâzım, Türk Edebiyatında İstanbul’un Fethi ve Fatih, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2005
6. Mehmet Narlı, a.g.e., s.167
81
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
BEN ÖYLE GÜZELİM azm ü cezm ü kasd ile.. kırk harami kırıklığında üzerime toz konduruldu belirmiş sızılı sazlı sözlü hâin recm imiş rejme rujunu unutturan kırktan eksilen otuzdokuzunda pat. pat. pat. kuş vuruşu. ağaçtan silkelenen politikmişim güya sevmelerimde tutar varsa tutumlu olsan ne yazar yazgı sorunumu
İSMAİL KEMAL DURHAN
82
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
İMDAT AVŞAR ile hikâyeciliği üzerine
Benim ilk hikâye kitabımı eleştiren değerli ilim adamları ve sanatçılar bir tip hikâyecisi olarak gördü. Bir tip hikâyecisi olarak ortaya çıktığımı ve Anadolu insanını tipler şeklinde anlattığımı ve bu tipler etrafında gerçekleşen olayları canlı yaşayarak anlattığımı söylediler.
ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU
İmdat Avşar 1967 yılında Kırşehir-Kaman’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Kaman’da tamamladı. 1989 yılında Kırşehir Eğitim Yüksekokulunu bitirdikten sonra, öğretmenliğe başladı. 1993-1997 yılları arasında İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Yöneticiliği ve Denetçiliği Anabilim Dalından mezun oldu. 2007 yılından bu yana yazdığı şiir ve hikâyeler ile tanındı. Avrasya Yazarlar Birliği ve Dünya Genç Türk Yazarlar Birliği üyesi olan Avşar, Türk dünyasının ortak edebiyat dergisi Kardeş Kalemler’in yazı kurulundadır. 2009 yılında, Kültür Bakanlığı ve Yozgat Valiliğince düzenlenen Abbas Sayar Hikâye Yarışmasında, Şehnaz Hanım Koleji adlı hikâyesi ile birincilik ödülünü alan İmdat Avşar, 2012 yılında ise Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği tarafından Soğuk Rüya eseriyle yılın hikâyecisi seçildi.
Edebiyatımızda Anadolu’nun, bozkırın yazarı olarak tanınıyorsunuz. Biraz yetiştiğiniz muhiti anlatır mısınız? Tasvirlerinizde Anadolu insanının bakış açısı var. Tasvirlerinizi, hayal dünyasını şekillendiren maziniz hakkında neler söyleyebilirsiniz? Ben bozkırda doğdum, bozkırda büyüdüm. Bozkırın yaşantısı çok zengin çok renklidir aslında. Bozkır adı hiç kimseyi yanıltmasın. Bozkır kuru çorak yer gibi algılanıyor; ama bitki örtüsü açısından en zengin iklim türü bozkırdır. Küçük yaşlardan itibaren olaylara ve çevreye karşı aşırı bir dikkatim vardı. Belki de bu yaratılıştan gelen bir özellikti; bilemiyorum. Fakat yaptığım her işte gözlediğim her olayda farklı bir yan bulurdum. Öte yandan sözlü kültürle beslenme açısından da son derece şanslıydım. Ebem, annem, babam, daha doğrusu yaşadığım köyde, bulunduğum muhitte son derece zengin bir sözlü kültürü de yaşanmaktaydı. Babamdan Köroğlu destanını, Dede Korkut hikâyelerini dinledim. Bunun yanında masallar anlatırdı. Orijinal masallar da anlatırdı. Bu masalların bir kısmını ben derledim, bir kısmı hafızamda duruyor; ilk fırsatta bunları da mutlaka yazacağım. Sonradan kaynaklara baktım, varyantlarını veya aynılarını bula83
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
madım. Şimdi bütün bunlar birleşince zengin bir çocukluk yaşantısı oldu benim hayatımda. Tabiatla iç içe, sözlü kültürü büyüklerimden dinleyerek yoğruldum. Zengin bir çocukluk atmosferi yaşadım. Mesela Aytmatov’da da çok zengin bir çocukluk yaşantısı var; kaldı ki eserlerinin büyük bir bölümü ya bir çocuğun gözünden anlatılıyor ya da kahraman bir çocuk. Sultanmurat’ta, Cemile’de o çocukluk yaşantısının izlerini bulmak mümkün. Dolayısıyla çocukluğun zengin bir yaşantıyla geçmesi daha sonraki hikâyelere de kaynaklık eden unsurlardan biridir. Bir yazar mı olacaktım, bunları yazacak mıydım, bunlar sadece hafızamda yaşayacak mıydı, bütün bunları çocuk yaşta bilmiyordum. Bir şeyleri daha güzel anlatma, daha farklı anlatma daha farklı ifade etme gibi özellikler vardı, çocukluğumdan hatırlıyorum. Ve şunu da eklemek gerekir: Ben aklımın ilk yettiğinde ağlarken tanıdım annemi. Annem çok güzel bir ezgiyle ağıtlar söylerdi. Annemin görüntüsü hafızamda 37-38 yıl önce; şimdi 43 yaşındayım. Yani aklımın ilk yetmeye başladığında annemin siması geliyor aklıma, kilim dokurken günlük işleri yaparken sızlanıp ağıtlar söylerdi. Kafiyeli, vezinli sözler söylerdi. Dolayısıyla oradan da bir kulak dolgunluğu var. Babamın babaannesine Âşık Karı derler, bir kadınmış. Ben onu tanımadım. Çok güçlü şiirler söylemiş bir kadın. Günümüzde de var onun şiirleri. Ailede, gelenekte böyle şeyler vardı. İlkokul üçüncü sınıfta okuyordum. İlginç bir anım var, onu anlatmak istiyorum. Bizim ev köy evlerinden biraz farklıydı; çünkü bizim evde radyo vardı. 1973 yılından bahsediyorum; pilli bir radyomuz vardı. Elektrik henüz yoktu köyde. Pilli radyo köyde birkaç evde vardı. 1974’te Kıbrıs çıkarmasında bütün kadınlar, ihtiyarlar bizim evin önüne toplanılır, radyo son ses açılırdı; haberleri dinleyip kadınlar ağlaşırdı. Kitaplarımız vardı. Babam ilkokul üçüncü sınıftan terk olmasına rağmen çok okuyan bir insandı. O yıllarda çok zor olmasına rağmen birçok gazete ve dergiyi toplamış, küçük bir köy kütüphanesi oluşturmuş, evinde bir odayı tashih etmişti. Biz de bu kitapların içerisinde büyüdük. İmdat Bey ilk hikâyenizi nasıl yazdınız?
Kalemi elinize almanızı anlatır mısınız? İlk edebî müsveddeleriniz, ilk heyecan sizde nasıl başladı? Öğretmen ilkokul üçüncü sınıfta bir ödev verdi, “Bir türkü yazıp gelin.” dedi. Bir türkünün sözlerini yazıp geleceğiz, ödevimiz bu. Eve geldim. Annemizden babamızdan derleyip geleceğiz. Annemin okuma yazması yok. Ağıtlar bilmesine rağmen ‘bir türkü söyle anne bunu yazayım’ dediğinizde bunu söyleyemez. Benim aklıma radyoda dinlediğim bir türküyü yazma fikri geldi. Radyoyu açtım. Bir müddet sonra bir türkü başladı. Hacı Taşan söylüyordu, Keskinli bir Abdal. Onun “Açtım perdeyi de turnayı gördüm.” diye bir uzun havası başladı. Ben hemen kalem defteri alıp bu türküyü yazmaya başladım. Türkünün hızına yetişemedim. İki dörtlük yazabildim ancak son dörtlüğü yazamadım. İçimde bir eksiklik duygusu başladı. Bunu nasıl yazacağım, nasıl yapacağım; hatırlayamıyorum da türküyü. Bu türkünün sözlerini kendim tamamlamaya başladım. Belki radyodan duyduğum sözlerin aralarını doldurarak bir dörtlük de ben ekledim. Ödevimi götürdüğümde öğretmen çok güldü. İlginçtir, ben hem hece ölçüsünü tutturmuşum hem de iyi bir kafiye düzeni vardı. Benim ilk şiirim odur. Ne yazdığımı da tam hatırlayamıyorum. Öğretmenin şu sözlerinden hatırlıyorum, sen burayı kendin yazmışın kerata dedi. Benim bu ilk şiir denememdi. Daha sonra ilkokul birinci sınıfta bir Türkçe öğretmenimiz vardı. Türkçe öğretmenimiz bir hikâye yazma ödevi verdi. Ben hikâyeyi yazdım. Köyde dinlediğim gözlemlediğim bir hikâyeydi bu. Şimdi ben o hikâyeyi yeniden yazmak istiyorum; ama şu anda o hikâyenin şartları oluşmuş değil. Benim babamın bir dayısı vardı. Ömrünün son yıllarından hatırlıyorum. Lakabı Kel Feyiz’di. Babam Kel Feyiz’le ilgili bir olay anlatmıştı. Kel Feyiz annesinin karnındayken ağlamış. O zamanlar doktor falan yok tabii. Korkuya kapılıyorlar. Dehşet bir şey, annesinin karnında ağlayan bir çocuk. Hemen hocaya götürüyorlar. Hoca kara kitabı açıp “Bu çocuk kız olursa kötü ahlaka sahip olur. Eğer erkek olursa hırsız, uğursuz, yolsuz, eşkıya biri olur.” der. Tabii Kel Feyiz doğuyor. O yıllarda Türkiye’nin sayılı hırsızlarından biri oluyor. Hatta 4-5 yaşlarındayken komşunun kümesine girip yumurta çalmış, ilk
84
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
hırsızlığa öyle başlamış. Ben bu olayı anlattım. İlginç bir olaydan kesitti. Fakat nasıl anlatmışsam, olayların akışı, tasvirler, kulakları çınlasın Türkçe öğretmenimiz Sema Süsal hanımefendiyi bir daha hiç görmedim. O, hikâyemi değerlendirdi. Beni öğretmenler odasına götürdü. Diğer öğretmen arkadaşlarına anlattı. “İşte köyden gelen bir çocuk, müthiş bir hikâye yazmış.” diye diğer öğretmenlere okuttu. Bu da benim ilk hikâye denememdi. İlk hikâyeniz “Evin Yıkılsın Haci”. İlk olmasına rağmen usta bir yazarın kaleminden çıkmış gibi. Profesyonel olarak yazarlık hayatınıza başlamanızın serüveni hakkında neler söylemek istersiniz? 2006 yılının Mayıs ayında Iğdır’da görev yaparken “Birinci Ağrı Dağı Şiir Etkinlikleri”ni düzenledik. Millî Eğitim Müdürü beni çağırdı. “Bu işlerden sen anlarsın, ben bir şairi ısrarla istiyorum. Onu mutlaka buraya getirin.” dedi. O şair Ali Akbaş’tı. Ben Ali Akbaş’ı “Masal Çağı” kitabından tanırdım. Elazığ’da Hazar Şiir Akşamları düzenlenirdi her yıl. Ve bu şölen her sene kitaplaştırılırdı. Elazığ Güldestesi, Harput Şiir Akşamları Güldestesi adıyla kitaplaştırılırdı. Ali Akbaş’ın şiirlerini oradan da takip ederdim. Çok sevdiğim bir şairdi. Kardaş Edebiyatlar dergisinde de birkaç şiirini okudum. Masal Çağı ezberlediğim bir kitaptı. Daha sonra Kültür
Bakanlığı yayınlarından çıkan “Kuş Sofrası”nı okudum. Ali Akbaş’ın telefonuna ulaştık, aradık. Geleceğini, memnun olduğunu, Iğdır’da İbrahim Bozyel adında biriyle tanıştığını ve İbrahim Bozyel’in memleketine gelmeyi çok istediğini söyledi. Nurullah Genç’le birlikte ikisi gelmişlerdi. Nurullah Genç’in meşguliyetleri çok olduğundan gece geldi, ertesi gün şiir şölenine katıldı ve Erzurum’a döndü. Ali Akbaş için beş günlük bir program yapmıştım. Nahçıvan’a, Kars’a, Doğu Beyazıt’a gideriz diye düşündüm. Tanışmamız şiir akşamları vasıtasıyla oldu. Tabii 4-5 gün birlikte vakit geçirince Ali Hocayla yakından tanışma imkânı buldum. Önce şiir üzerine konuştuk. Ona şiirlerimi gösterdim. Şiirlerimi beğendi, çok güzel olduğunu söyledi. “Biz 2007 Ocak ayında Kardeş Kalemler adıyla bir dergi çıkaracağız, şiirlerini gönder, yayımlayalım.” dedi. Ben Ali Akbaş’a hikâye yazma düşüncemin olduğunu da söyledim. Bana, “Sende çok zengin bir birikim, halk kültürü var. Olayları çok seri ve çok güzel anlatıyorsun. Eğer bunları hikâye yaparsan çok güzel olur.” dedi. Hatta ilk hikâyem olan “Evin Yıkılsın Haci”yi kısaca anlattım. Çok beğenmişti ve mutlaka yazmam gerektiğini söylemişti. Kardeş Kalemler’in ilk sayısında bir şiirim yayımlandı. Ardından diğer takip eden sayılarda başka şiirlerim yayımlandı. Ardından hikâye yazmayı denedim. Ali Akbaş’a nasıl yazacağımı sordum. “Anlattığın gibi yazarsan gayet güzel olur.” dedi. Ali Akbaş vasıtasıyla Kayseri’de yaşayan Emir Kalkan adlı bir hikâyeci var onunla tanıştım. Onun 4-5 tane hikâye kitabı vardı. Ben Emir Kalkan’a “Böyle böyle konular var, hikâyeyi nasıl yazıyorsunuz?” diye sordum. O da benzeri şeyler söyledi. Bu hikâyeler anlatıldığı gibi yazılıyormuş diye düşündüm. 2007 yılının Eylül ayında ilk hikâyem olan “Evin Yıkılsın Haci”yi bilgisayarın başına oturup yazmaya başladım. Oradaki öz olayı o kadar çok anlatmıştım ki hikâye içimde hazırdı. Ve bilgisayara bir gece de
85
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Bazen küçük bir seste boyunlarını kaldırıp öyle bir süzüşleri vardı ki, o kuşlar sanki o yemyeşil ekinlerin içerisinde birer cennet kuşuydu benim için. Epey izledikten sonra onların havalanmalarını, uçmalarını seyretmek istedim. döktüm. Ertesi gün maille Ali Akbaş’a ve Emir Kalkan’a gönderdim. İkisi de çok olumlu şeyler söylediler. Ağabeyime gönderdim daha sonra. Bir ay sonra da Ekim sayısında benim “Evin Yıkılsın Haci” adlı ilk hikâyem Kardeş Kalemler’de yayımlandı. Hikâye yayımlandıktan sonra Ali Akbaş ve diğer okuyucular benim asıl tarzımın nesir olduğunu söylediler. Hikâye yazmam gerektiğinden bahsettiler ve bunun peşini bırakmamamı istediler. Ondan sonra “Hamdi Kirve” adlı ikinci hikâyemi yazdım. Ardından hikâyeler serisi devam etti. Zaman zaman şiire ara verdik. Eksik kalan bir yanımdı hikâye yazmak. Çok seri bir şekilde hikâyeler yazmaya başladım. Bu zamana kadar 45 tane hikâyeyi tamamladım. 15 tane hikâyem Ötüken yayınlarından “Çiğdemleri Solan Bozkır” olarak çıktı. Bir kısmı Kardeş Kalemler dergisinde yayımlanıyor. Kısmet olursa ikinci üçüncü kitaplar gelecektir. İsterseniz biraz da hikâyelerinizdeki kahramanlardan bahsedelim. Bu kahramanlar son derece canlı ve hayatın içerisinden. Hamdi Kirve, Muhterem, Rahman Dayı, Türbenin Delisi bu kahramanlardan biraz bahseder misiniz? Ve ayrıca tabii Abdal kahramanlara değinebilir misiniz? Benim ilk hikâye kitabımı eleştiren değerli ilim adamları ve sanatçılar bir tip hikâyecisi olarak gördü. Bir tip hikâyecisi olarak ortaya çıktığımı ve Anadolu insanını tipler şeklinde anlattığımı ve bu tipler etrafında gerçekleşen olayları canlı yaşayarak anlattığımı söylediler. Kahramanlarım benim bizzat gördüğüm, şahit olduğum kahramanlardı. Bu kahramanlarla ya bir şeyler yaşamışım ya karşılaşmışımdır. Dolayısıyla onları bütün özellikleriyle hikâyelerimde yansıtmaya çalıştım. Bir de öğretmenlik yaşantımdan gördüğüm bizzat yaşadığım tipler var. Rahman Dayı, Hamdi Kirve, Şeyhin Çavuşu
gibi tipler Anadolu’nun değişik yerlerinde öğretmenken karşılaştığım tipler. Bunun yanında çocukluğumdan kalan birtakım tipler var. Mesela “Bizim Evin Kıblesi”nde anlattığım Vahide Nine, ilginç bir kadın tipidir. Eşyayı, dünyayı tek bir referansa göre algılayan çilekeş Anadolu kadınıdır. Yine benim hikâyemde çocuklar vardır, ki bunlar öğretmenlik yaptığım yıllarda benim öğrencilerim olmuş çocuklardır. Bu tipleri anlattım hikâyelerimde. Ağırlıklı olarak benim ilk kitabımda Abdal tipleri ortaya çıktı. Bu zamana kadar Abdallar hakkında tarihî, sosyolojik birtakım araştırmalar yapılmasına rağmen sanırım edebiyata bu kadar canlı ve belirgin girmeleri benim kitabımla oldu. İlk kitabımda altı tane abdal hikâyesi var. Bu Abdal hikâyelerinde onların yaşayışlarını, kültürlerini, hayata tutunuşlarını anlatmaya çalıştım. Dolayısıyla o hikâyelerde Abdalların günlük yaşantısından değişen ve gelişen teknolojik şartlar ve toplumsal yapılara nasıl uyum sağladıklarını veya sağlayabileceklerini göstermeye çalıştım. Tabii Abdalları konu edinişimin temel nedenlerinden biri de onların hem gariban, rint, alçak gönüllü olmaları; hem de Abdallarla birlikte yüzyıllarca birikip gelen ve teknolojik şartlarla yok olmaya yüz tutan o müzik geleneğini; millî çalgılarımızı, sazı, kemanı; bizi her dinlediğimizde hüzünlere götüren türküleri, bozlakları; davulu zurnayı, düğünü halayı kaybolmaya yüz tutan değerleri işlemleri idi. “Abdal Kocası” adlı hikâyemde büyük bir saz ustasının, büyük bir türkü ustasının nasıl türküleriyle birlikte yok olduğunu; yine “Evin Yıkılsın Haci”de popüler kültürel değerlerin onların yaşayışına nasıl etkilediğini, kültürel değer olan futbolun Abdalların yaşantısında nasıl bir değişmeye neden olduğunu göstermeye çalıştım. Abdal Âdem orada bütün ümidini Galatasaraylı Haci’nin gol atmasına bağlıyor; çünkü ekmeğini oradan kazanmaya başlamış; dü-
86
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
ğünler yok. Dolayısıyla Galatasaraylı Haci’nin direkten dönen topunun Abdal Âdem’in ekmeğine nasıl mani olduğunu özetledim. Yani direkten dönen bir top sosyolojik olarak toplumda bir ferdin ekmeğine bağlı olabiliyor. Yine “Bahri Usta” hikâyesinde baba- oğul iki saz ustasının yaşantısı… Orada da değişen kültürel değerler; yeni kuşağın arabesk müziğe takılması; Abdalların tamamen yabancı olduğu Arabesk şarkıcılardan türküler istemesi; bu istekleri karşılayamayan Abdalların yaşadıkları güçlükler anlatılmaya çalışılmıştır. Özetlemek gerekirse Abdallar, ihtiyarlar, kadınlar benim tiplerim bunlar. Hikâyelerinizdeki kahramanlar sadece insanlar değil; aynı zamanda hayvanlar da var. Şimdi doğadan bahsettiniz. Bir kartal hikâyeniz var, “Şah Kartal”. Yayımlanmamış bize gönderdiğiniz “Analık Hindi” hikâyeniz var. Hayvan kahramanları da eserlerinizde işliyorsunuz, biraz bunlardan bahseder misiniz? Turnalara ilişkin hatıraları duyuyorduk çocukken. Turnanın nasıl bir kuş olduğunu merak ediyordum. Zaman zamanda kitaplardan görüyordum. Iğdır’a gidince “Türkiye’nin Kuşları” adlı bir kitap aldım. Türkiye’nin kuşlarını tanımaya çalışıyordum. Iğdır’da hâlâ bozulmamış bir tabiat bölgesi vardı. Iğdır ile Aralık ilçesi arasında yarı bataklık, kamışlı; Kayseri’deki Sultan Sazlığı’na benzer; doğal bir alan. Ağrı Dağı’nın hemen dibinde. O köylere teftişe gittiğimde çok farklı, çok renkli kuşlar görüyordum. O kuşların ne olduğunu öğrenmek için de artık elimde “Türkiye’nin Kuşları” kitabıyla geziyordum. Bir kuş görsem hemen açıp kitaptan o kuşun hangi kuş olduğunu bulmaya çalışıyordum. O kitap içerisinde farklı tür turnalara çok baktım. Bir gün dört arkadaş arabayla teftişe gidiyorduk. Yemyeşil ekinlerin içerisinde yaklaşık 70-80 tane turna gördüm. Hafiften bir yağmur yağmıştı. Arkadaşa hemen durmasını söyledim. Üzerimde takım elbise, kravat, iskarpin var. Arkadaşlara, “Siz beni burada bırakın, köye gidip gelin. Dönüşte beni buradan alırsınız.” dedim. Arkadaşlar anlayışla karşıladılar. Hatta “Ne yapacaksın falan?” gibilerinden kelamlar ettiler. İlerideki kuşların yanına yaklaşmaya, onlara bakmaya ça-
lışacağım söyledim. Güldüler. Sazlığın içerisine girdim. Kuşları ürkütmemek için sağa sola eğilerek yavaş yavaş ilerledim. Çamur oldu üstüm başım; ama aldırmadan devam ettim. Turnalara 15-20 metre kadar yaklaştım. O anı görmek lazım; sözle anlatılmaz. Turna o kadar asil, o kadar güzel bir kuş ki yani nasıl anlatmalı? Çok harika bir boynu var, boynunun altında turna telleri... Gözlerinde kızıl sürmeler. Yeşil ekinler içinde parlayan pırıl pırıl bir gümüş gibiydi turnalar. Bazen küçük bir seste boyunlarını kaldırıp öyle bir süzüşleri vardı ki, o kuşlar sanki o yemyeşil ekinlerin içerisinde birer cennet kuşuydu benim için. Epey izledikten sonra onların havalanmalarını, uçmalarını seyretmek istedim. Sindiğim, pustuğum yerden ortaya çıktım. Ben ortaya çıkınca kuşlar birdenbire uçmaya çalıştılar. Turna iri bir kuş olduğu için uçması, yerden birden bire havalanması zor oluyor; o yüzden dönerek havalanıyorlar, hava akımını sağlayabilmek için birbirlerine yardım ediyorlar. Hepsi birbirinin ardına düşüyor ve helezon gibi yukarıya doğru çıkıyor. O anda koşsam turnalardan bir ikisini yakalayabilirdim. Döne döne yayları çizmeye havalanmaya başladılar; ama o anda turnaların bir tanesinin ayağının hafiften sallandığını gördüm. Ya bir avcı kurşunu değmişti ya da başka bir şekilde sakatlanmıştı. Ve o uçmaya çalışıyor fakat daha çok zorlanıyordu. Diğerleri epeyce yükselmişti. O, en arkada kalmıştı. Sürü birdenbire yaralı turnayı havalandırmak için aşağıya doğru bir hareket çizdi, o yaralı turnanın etrafında dönmeye başladı ve yaralı turna yukarıya doğru çıktı. Uçup gittiler. Tabiat olaylarının da üstüne gidiyorum. Şunu da söyleyeyim, ben genç yaşlarımdan itibaren 1990’lı yıllarda avcıydım. İlginç de bir avcılığım vardır benim. Bazen kuşlar önümden geçer ateş etmeye kıyamam. Daha çok onları gözlemeye, onları izlemeye çalışan bir avcıydım. Bu nedenle de tabiatı çok yakın gözlemleme imkânım oldu. Mesela “Şah Kartal” hikâyesinde bunu anlatmıştım. Şah Kartal’la bir avcının karşılaşmasıydı bu. Çok güzel, yeni hikâyelerinizi merakla bekliyor, Bizim Külliye ve okuyucularımız adına teşekkür ediyorum.■
87
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Küheylan at BERİK ŞAHANOV(Kazakistan) çev. İMDAT AVŞAR
T
alih bir insanın yüzüne bir kez güldü mü; bir ömür boyunca da güler, bu tecrübeyle sabittir ve her zaman da böyle olmuştur. Tаurbаy da talihi yüzüne gülen, şanslı insanlardan biriydi. O, fırsat bulup çocukluğunu yaşamadan, daha at sırtına sağlamca oturmadan, herkesin saygı duyduğu ve herkesin “Tаukе”[1] diye çağırdığı bir adam olmuştu. Nedense, böylelerini Allah esirgiyor, özel bir merhamet gösteriyor. Evet, bazen yüce Allah birine o kadar merhamet ediyor ki, o merhameti bölebilsek, on tane bedbaht adama fazlasıyla yeter. Allah Taurbay’a aklı da yeteneği de bolca vermişti. Öyle güzel konuşurdu ki, belagatli konuşmakta üstüne yoktu. Taurbay aynı zamanda, sağlam yapılı, sert karakterli biriydi. Bu özelliklerinden dolayı da daha gençlik çağlarında, vali Bekbolıs’ın dikkatini çekmiş, Bekbolıs onu yanına almıştı. Ünü Kazakistan sınırlarını aşan ve idrak sahibi, mert, güvenilir biri olarak tanınan Bekbolıs’ın himayesinde olması, Taurbay’ı günlük geçim kaygılarından da azat etmişti. Taurbay’ın yeteneklerine ve iş bitirmekteki becerisine güvenen Bekbolıs, onu oba beyi ilan ederek, oba yönetimini ona emanet etmişti. Daha çok genç iken bahtı yüzüne gülen ve oba beyi olan Taurbay, o zamana kadar hiçbir başarısızlığa uğramamış, hiçbir engel görmemişti. Daha olgunlaşmadan ona verilen görevler ve tanınan yetkiler başını döndürmüş ya da damarlarında taşıdığı kana gizlenmiş gurur ve kibir sonradan uyanmıştı. Taurbay, neredeyse bu dünyanın gerçek sahibinin kendisi olduğunu sanmaya başlamıştı… Böylece Taurbay, hiç kimseye hesap vermemeyi, kendisini herkesten yüksek görmeyi alışkanlık haline getirdi. Artık insanlara zorbalık ediyor, haksızlık yapıyor, gizli kapaklı işler de çeviriyor ama vicdan azabı çekmiyordu. Gün geçtikçe daha çok zulmediyor, daha çok gaddarlaşıyordu. Bütün bunlara rağmen onun sürüleri de günbegün çoğalıyor, hayvanları hızla artıyordu… Elbette bazıları bu işin içinde bir iş olduğundan şüpheleniyorlardı ama Taurbay’ın çevirdiği gizli dolapların hepsini bilmelerine imkân yoktu. Taurbay, kendisinin dürüstlüğünden şüphe edenlerle konuşmuyor, selamı sabahı kesiyordu. 1. Tauke: Taurbay Eke sözünün Kazak dilinde kısaltılmış halidir. Taurbay ağa anlamındadır.
88
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Böylece insanlar, onun yaptıklarını sineye çeker oldular: “Ne yapalım, bütün olan bitene rağmen Bekbolıs onun ardında duruyorsa, biz de sabırla dayanmalıyız,” diye düşünüyorlardı. Bekbolıs, yıllar geçtikçe yaşlanıyor, işlerden elini ayağını çekiyor ve yavaş yavaş bütün güç, Taurbay’ın eline geçiyordu. Bekbolıs, elbette Taurbay’ın gizli kapaklı işlerinden ve ardından nice dolaplar çevirdiğinden habersizdi. Taurbay ise yaptıklarından dolayı kimsenin hesap sormamasından ve yaptıklarının cezasız kalmasından cesaret alıyor; bu yüzden biraz daha azıyor, kuduruyor ve adeta insanlıktan çıkıyordu… Bu oba halkı, çok eskilerden beri uçsuz bucaksız bozkırda göçebe olarak yaşıyordu ve bu uçsuz bucaksız bozkırdaki geniş otlakların sahibiydi. Oba beylerinin ise birbirleriyle çekişmekten ve sahip oldukları zenginlikleri birbirlerinin gözüne sokmaktan başka bir marifetleri yoktu. Hiçbir iş yapmadan yiyip içiyorlar ve meclislerde, şenliklerde günü gün edip eğleniyorlardı. Taurbay bu kargaşadan büyük bir maharetle istifade ediyordu. Nerde gözünün tuttuğu bir küheylan at görse, eninde sonunda ona sahip oluyor, onun göz koyduğu at, er ya da geç, onun yılkısına katılıyordu. Sadece at mı? Nerede bir güzel kız görse, hangi kıza gönlü düşse, eninde sonunda ona da sahip oluyordu. Elbette dünyada insan nefsine hükmeden şeyler pek çoktur. Nefsi öldürmek ve gözü gönlü tok tutmak her insanın karı değil. Gözler nekes, yürek açgözlüdür. Günahkâr insan doymak bilmiyor, dünyada ne kadar malı olsa da yine istiyor. Ancak en sonunda, açgözlüleri mahveden de tamah oluyor. O eyaletin uzak, ıssız, bir obasında Tаmаş, Cаgаş ve Аlmаs adında üç yetim kardeş yaşıyordu. Bunlar çok fakir değillerdi, kendi başlarının çaresine bakıyorlar, kimseye muhtaç olmadan, kimseye boyun eğmeden geçinip gidiyorlardı. Kendi sahip olduklarını gözbebekleri gibi koruyorlardı. Babalarından onlara, bir miktar hayvan miras olarak kalmıştı ve üç kardeş bu hayvanları idare ediyordu. Babalarından kalma küheylan atın üstüne titriyorlar, ona çok iyi bakıyorlardı. Bu küheylan atın şöhreti bütün vilayete yayılmıştı. At gerçekten de çok güzeldi ve bu atı görenler hemen: “Tamaş’ın küheylanı,” diyorlardı. En yaşlı aksakallar bile, bu civarda böyle güzel bir atı görmediklerini söylüyorlardı. Tabi ki bu şöhretli atın nerde olduğunu Tаurbаy da duymuştu. O atı görür görmez de gözü düşmüştü. Önceleri Tаurbаy, bu atı zahmetsizce elde edeceğinden hiç şüphe duymuyordu. Yetimlerden
büyük olanın yanına gidip, ona arkadaşlığını teklif edecek, dostluğun hatırına da atı alıp gidecekti. Nasılsa Taurbay’ın kimseye borçlu kalmayacağını herkes biliyordu… Taurbay, üç kardeşten en büyük olanın yanına varıp da bu ricasının bildirdiğinde, beklemediği bir tepki ve itiraz ile karşılaştı: -Olmaz! Tаurbаy, Eğer siz bu atı buradan götürürseniz, benim yüreğimin ortasına bir bıçak saplamış olursunuz. Bu at benim canımdan daha kıymetlidir. Üstelik de bu atın sahibi sadece ben değilim, kardeşlerim de var. Ama bu at sadece benim olsaydı bile, asla size veremezdim, sizin bu ricanızı yerine getirmezdim. Tаurbаy bu tip itirazlara alışkın değildi. O, her zaman istediklerinin elde eden biriydi. Buna rağmen, sakin davrandı, işi tatlı dille halletme yoluna gitti, Tаmаş’ı güzel sözlerle ikna etmeye çalıştı. Ama tatlı dilin de işe yaramadığını, bu yiğidi yola getirmenin zor iş olduğunu fark etti. Geri çekilmesine ve bu attan vazgeçmesine ise gururu mani oluyordu. Taurbay ne kadar ısrar ediyorsa, Tamaş da o kadar direniyordu. Sonunda üç kardeşi de yanına çağıran Tаurbаy, onlara: Her biriniz, benim yılkımdan, istediğiniz atı seçin, alın. Ama seçip aldığınız üç atın yerine, Tаmаş’ın küheylanını bana verin, dedi. Lâkin üç kardeş de bu işe razı olmadılar. Tаurbаy sözün bittiğini anladı, öfkesini ve kinini içine atıp oradan uzaklaştı. Ama bu küheylan at, eşi bulunmaz cinstendi, onu unutmak, ondan vazgeçmek mümkün değildi. Küheylan at, görünüşü, boyu posu, yürüyüşü ve koşuşu ile emsalsiz bir dünya güzeliydi. Bozkırda yaşayanlar, Tаmаş’ın küheylanının zahiri görünüşüne, nadir güzelliğine göre değer veriyorlardı. Sahipleri, bu atı henüz büyük yarışlara sokmamışlar; meydana çıkarmamışlardı. Ama oba içinde düzenlenen yarışlarda, menzile her zaman birinci varıyordu. Bu atı görenin ruhu yerinden oynuyor, ona sahip olma arzusu ile yanıp tutuşuyordu. Tаurbay da öfkeden deliye dönmüştü, geceleri gözlerine uyku girmiyordu. Ben de bunun intikamını Tamaş’tan almazsam, bana da Taurbay demesinler, diye dişlerini sıkıyordu. Tаurbay, intikam almak için acele etmeye gerek yok, diye düşünmüştü. Ama fırsatını buldukça, Tamaş ve kardeşlerine zarar vermekten geri durmuyordu. Ortanca kardeş Cagaş nişanlı idi, nişan töreni daha yeni yapılmış, kızın başlığı verilmiş ve artık düğün günü de belli olmuştu. Altı ay sonra, Cagaş’ın düğünü olacaktı. Tаurbay sık sık Cаgаş’ın nişanlısının bulundu-
89
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
ğu obaya gidip gelirdi. Önceleri o kız ile ilgilenmek, aklının ucundan bile geçmemişti. Ama bu kez, o obaya, sırf bu kızı görmek için gitti. Kızın adı Arkul idi. Arkul’un da obadaki diğer kızlardan pek bir farkı yoktu. Sade, güzel, temiz bir kızdı. Evde de onu çok seviyorlardı. Hatta kızı biraz el bebek gül bebek büyüttüklerinden, bir çocuk gibi nazlı, biraz da şımarıktı. Tаurbay misafir olduğu eve kötü niyetle; bir başkasının nişanlısını yoldan çıkarmak amacıyla gitmişti. Kızın güzel olduğunu görünce de biraz şaşırdı. Kızın siyah gözleri, mahmur bakışları, al yanağı ve her adımda servi gibi ırgalanan bedeni, Tаurbay’ın çok hoşuna gitti. Bir an, gerçek niyetini unutup bu kıza başka duygularla âşık olduğunu düşündü. Kıza baktıkça, sabır kâsesi dolup taşıyordu. Tаurbay uzun uğraşlardan sonra obada yaşayan kadınlardan birini ikna edip yoldan çıkardı. Kadın, kız ile gizlice konuşup onu Tаurbay ile görüştüreceğine dair söz verdi. Arkul tuzağa düştüğünü anlayınca, önce çok korktu. Ama sonra, maharetli bir yılanın bakışıyla efsunlanan ve donup kalan kuşlar gibi kanat çırpamaz hale geldi. Arkul, Tаurbay’ın tatlı dilinden etkilenmişti, Tаurbay ise kızın etkilendiğini hissedip baskı ve tazyikini artırmaya başladı. Tаurbay, kıza: Seni görür görmez, aklım başımdan uçtu. Mevkiimi, makamımı unuttum. İnsanların beni kınamasından da; akrabalarımın acı sözlerinden de korkmuyorum, dedi. Tаurbay, Arkul’un saf kalpli olduğuna ve kızın da onun duygularına karşılık vereceğinden emindi. Çünkü onun istediği anda başka bir güzel bulacağını herkes biliyordu. Ama ona sadece Arkul lazımdı, bu anda başka hiç kimseyi gözü görmüyordu. Arkul, Tаurbay’a cevap verdi: -Ama ben nişanlıyım. Sоnrа dedikodudan, olacak rezaletlerden başımı kurtaramam. Kendi emellerine kavuşmak için hiçbir şeyden çekinmeyen bir hırsı vardı Tаurbay’ın. Bu nedenle, kızın biraz yola geldiğini hissedince, seninle evleneceğim, diye yeminler etti ve: -Ben yarın sabah seni istemeye, elçiler gönderirim. Hiçbir şeyi esirgemem senden, malım mülküm, param pulum neyim varsa senin içindir. Baban ne isterse veririm. Ben, bu bozkırın ortasına, senin için bembeyaz bir çadır kurarım… Tаurbay, o gece, herkes yattıktan sоnrа Arkul’un çadırına yaklaşıp gizlice içeri geçti ve Arkul’a sahip oldu… İlk ihtirasın alevi çok çabuk söndü. Tаurbay
ise ortalıktan kayboldu, bir daha Arkul’un obasında görünmedi. Tаurbay’ın Arkul ile arasının iyi olduğu dedikoduları ayyuka çıktı ve bu şayia hemen Cаgаş’ın kulağına da çalındı. Üç kardeş aralarında konuştular, Cagaş, Arkul’u istemediğini söyledi ve nişanı bozdular. Arkul babasının evinde kaldı. Tаurbay’ın sevincine diyecek yoktu. Ama Cаgаş’ın nişanlısının ırzına geçmek bile, onun içindeki intikam ateşini tam olarak söndüremedi. Tаurbay, yeni bir takım planlar kurmaya başladı. *** Tаurbay’ın davranışlarında garip değişiklikler görülmeye bаşlаdı. Önceleri mallarını, koyunlarını sаtmаk için Аk Mоlu’yа veya Kаrа Otkеl’e sadece güz mevsiminde; hayvаnlаrın en besili çağında götürürdü. Sonbahar, hayvan satmak için en uygun zamandı. Ama Tаurbay, son zamanlarda sık sık pazara gidiyordu. Güvendiği adamlarından ibaret küçük kervanlar diziyor; civardaki yakın ve uzak köylerin pаzаrlаrınа seferler düzenliyordu. Oba sakinleri, Tаurbay’ın ne yapmak istediğine bir türlü akıl erdiremiyorlardı. Bazıları, Tаurbay’ın hayvancılığın taşını atıp ticaretle meşgul olmak istediğini söylüyordu. Ama bütün bunlar, bir tahminden öteye geçmiyordu. Tаurbay’ın yapmak istediği şeylerden hiç kimsenin haberi yoktu. Taurbay ise kendi dizdiği kervanlar ile bozkırı baştanbaşa dolaşıyor; en uzak köylere hatta uzak kasaba ve şehirlere kadar gidiyordu. Son zamanlarda, Avul Ata’ya kadar gittiğini söylüyorlardı. Bunca uzak diyarları gezip dolaşan Taurbay, sonunda istediğini bulmuştu. Taşkent Pazarında gördüğü iri yarı bir Türkmen, anında onun dikkatini celp etti. Bu Türkmen’in karayağız teni, geniş omuzları, adaleli ve güçlü kolları Taurbay’ın çok hoşuna gitmişti. Ancak Taurbay’ı ilgilendiren, sadece Türkmen’in dış görünüşü değildi elbette… Taurbay, iri yarı Türkmen’e dönüp sordu: Hey, yiğit, ne satıyorsun? Pazara ne getirdin? Taurbay’ın gözlerindeki vahşi parıltılar, Türkmen’in hiç hoşuna gitmedi, aniden sertçe cevap verdi: - Ne getirdiğim seni ilgilendirmez, dedi, Ne bakıyorsun? Sana borcum mu var? Taurbay, Türkmen’in bu kaba davranışını pek umursamadı; Çünkü onun bütün dikkati, Türkmen’in satmak için pazara getirdiği atta idi. Taurbay, gözlerine inanamıyordu, sanki bir mucize gerçekleşmişti. Türkmen’in satmak için getirdiği küheylan at, öyle bil Tamaş’ın küheylanı atı ile ikiz kardeşti. Bu atın donu, duruşu, yürüyüşü,
90
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
görünüşü, yelesi, Tamaş’ın küheylan atı ile tıpa tıp aynıydı… Taurbay: -Bu at kaç yaşında, diye sordu. Türkmen, gönülsüzce, diliyle dişinin arasında birkaç kelam edip atın yaşını söyledi. Tamaş, gülümsedi. Bu at ile Tamaş’ın küheylanı, demek ki aynı yaşta, diye geçirdi içinden. Taurbay, uzun zamandır, dolaştığı bütün pazarlarda işte böyle bir at arayıp durmuştu. İşte, aradığı at karşısındaydı, onu bulmuştu ve sahibi ne kadar isterse istesin, ödemeye hazırdı. Fakat Taurbay, böylesine güzel bir atı, bu iri yarı Türkmen’in niçin satmak istediğine de bir türlü akıl erdiremiyordu. Sahibinin bu atı niçin satmak istediğini öğrenmek için sordu: - Çok güzel bir atın var, bunu niçin satıyorsun? Türkmen, onunla konuşmayı istemiyordu, biraz kızgın bir halde cevap verdi: -Yiğit! Buraya bak! Bu atı almak istiyorsan al! Almayacaksan, boş boş konuşup da başımı ağrıtma! Anlaşılan, Türkmen atı satmak istemiyordu, ya da gönülsüz satıcıydı. Taurbay’ın sorusuna etraflıca cevap vermedi. Taurbay; Ya bu at ile ilgili uğursuz bir hadise oldu ya da bu adama da çok acele para lazım, ya da atı çalmıştır, bu nedenle elinde tutmaya korkuyor, satıp kurtulmak istiyor, diye düşündü. Sonra yeniden Türkmen’e döndü ve sordu: -Evet, yiğit, bu atı kaça satıyorsun? -… Sıkı bir pazarlık başladı ama Türkmen, dediği fiyattan bir kuruş aşağı inmedi. Taurbay onun istediği parayı ödeyip atı satın aldı. Taurbay bu ata binip kendi hayvanlarının yanına vardığında, arkadaşlarının ağzı açık kaldı; hayretle sordular: -Bunu nerden aldın? Sanki Tamaş’ın küheylan atının ikiz kardeşi, tıpkı Tamaş’ın atı, ne çok benziyor! Tаurbаy’ın çok güzel bir at aldığı haberi, bütün obaya yayıldı. Herkes, bu atın Tamaş’ın küheylanına benzediğinden bahsediyordu. Tаurbаy ise аtının üstüne titriyor; onu özenle besliyor; sadece düğünlerde ve bayramlarda biniyordu… Bozkıra kış gelmişti, şubat ayının ortalarıydı. Tаurbаy erkenden yаtаğа girse de, sağa sola dönüp durdu, uyuyamadı. İçinde bir huzursuzluk vardı, gözünü uyku tutmadığından, nihayet karısını uyandırdı: -Kalk, kalk! Acıktım, akşamki yemeği ısıt, biraz
yiyeyim… Kadın yataktan kalkıp şalını omuzlarına örttü. -Bir yere mi gideceksin? -Evet, çabuk ol, yemeği ısıt. -Taurbay, böyle birdenbire aklına ne düştü? Gеcenin kаrаnlığındа nereye gideceksin? -Çok konuşma! Nereye gideceğim seni ilgilendirmez, dedi Taurbay ve karısını azarladı: Sen her şeye burnunu sоkmа, git yemeği ısıt! Kadın, bir süre yemeği ısıtmakla meşgul oldu ama merakını da yenemedi, nihayet kendini tutamayıp sordu: - Uzağa mı gideceksin? Taurbay sakince cevap verdi: -Hayır, hiçbir yere gitmiyorum, buradayım, obada biriyle görüşüp geri geleceğim. Taurbay, yemeğini yedikten sonra atına atlayıp obadan çıktı ve atını komşu obaya doğru hızla sürdü. Taurbay, Tamaş’ın kendi atı için obanın biraz ilerisine bir tavla yaptığını biliyordu. Tavlanın yerini de öğrendiği için obanın içine girmedi, kenardan dolaşıp küheylanın olduğu tavlaya yanaştı. Tavlanın yakınlarındaki köpekler, Taurbay’ı fark edince hep bir ağızdan havlamaya başladılar. Ama Taurbay temkinliydi, yanında getirdiği et parçalarını köpeklere doğru fırlattı, köpekler seslerini keserek gece vakti ayaklarına gelen kısmetlerini yemeye koyuldular… Tаurbay atından inip tavlaya yaklaştı, tavlanın kapısı ipi ile bağlanmıştı. İpi çözüp içeri geçti, küheylanın olduğu yere yaklaştı. Atın ayaklarında demir bukağı vardı. Tаurbay yanında getirdiği aletleri işe koşup atın аyаklаrını bukağıdan kurtardı. Bukağının zinciri şakırdayarak yere düştü. Aceleyle Tamaş’ın atını tavladan dışarı çıkaran Tаurbay, kendi atını da tavlaya sürüp ayaklarını bukağıya geçirerek bağladı ve Tаmаş’ın küheylanına atladı. Atın üzerindeyken tavlanın damına yaklaştı ve kibriti çalıp kamışları tutuşturdu. Kuru kamışlar o anda alevlendi, Tаurbay ise küheylanı mahmuzlayıp tepelerin arkasına doğru, dörtnala uzaklaştı… Taurbay, tepeliklerden hayli uzaklaşmıştı ki, аrkаsından gelen tüyler ürpertici bir kişneme sesi duydu. Bu kişneme, Taurbay’ın bir Türkmen’den aldığı аtının ölüm öncesinde son kişnemesi, son haykırışıydı. Tаurbаy ürperdi bir an, bütün bedeninden bir titreme geçti ama bunu pek de önemsemedi, küheylanı var gücüyle kırbaçlayıp kendi obasına doğru dörtnala sürdü. Tаmаş’ın küheylanının ölüm haberi dört bir yana yayıldı. Elbette civar obalardaki insanlar, bu
91
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
yıkıldı sanki… Her şey birdenbire tersine döndü, dört bir yan, zifiri karanlığa gömüldü. Tаurbay’ın аtının ön аyаkları bir kurt inine rastlamış ve ayağı kırılan hayvan yere yuvarlanınca, Tаurbay da tepesi aşağı yere çakılmıştı… Arkadan gelen yiğitler, çok eziyet çekmesin diye, önce yаrаlı atı öldürdüler sоnrа da komşu obaya bir аdаm yоllаdılаr. Komşu obadan bir deve getirdiler ve yаrаlı Tаurbay’ı deveye yükleyerek obaya getirdiler. Tаurbay uzun süre yatalak kaldı, ayağa kalkamadı. Ama asla moralini bozmuyor, halinden şikâyetçi olmuyordu. Yakınları onun üstüne titredikleri için, yavaş yavaş kendine geliyordu. Birkaç ay sonra ayağa kalkabildi ama bu olaydan sonra, sancı nöbetleri geçirmeye başladı. Birdenbire dehşet acılarla yatağa düşüyor; bedeni ateşler içinde kalıyor ve bilinçsizce sayıklamaya başlıyordu. Bu amansız hastalık, Tаurbаy’ın en yakın arkadaşı oldu. O ağrı nöbetine tutulunca, akrabaları onun öleceğinden endişe ediyorlardı ama birkaç günlük şiddetli ağrılardan sonra, Tаurbаy yeniden аyаğа kalkıyordu. Taurbay, uzun yıllar yaşadı ama gerçeği hiç kimseye anlatmadı. Kimse onun çektiği ıstırapların sebebini öğrenemedi. Öğrenmeleri de mümkün değildi çünkü Taurbay, işlediği cinayeti itiraf edecek bir adam değildi. Hem itiraf etse, ne değişecekti ki? Geçmişi gеriye getirmek mümkün değildi. Bu uğursuz sır, ömrü boyunca Taurbay’ın vicdanında ağır bir yük gibi kaldı. Tаurbаy’ın yaşı yetmişi geçmişti, bir ağrı nöbetine daha tutuldu ve dehşetli acılarla yatağa düştü. Üç ay boyunca, ölümle hayat arasında debelendi durdu. Çocukları, hısım akrabaları, ha öldü, ha ölecek diye nöbet tutuyorlardı. Ölüm öncesinde Taurbay’ın ıstıraplarını görmek, hiç hoşlarına gitmese de Taurbay’ı ölüm döşeğinde yalnız bırakmıyorlardı. Taurbay’ın yakınları: - Allah, acaba hangi günahlarından dolayı ona böyle bir azap veriyor? Diye birbirlerine soruyorlar, cevabı da kendileri veriyordu: -Demek ki, аlnınа böyle yazılmış! … Tаurbаy’ın silinip sönmekte оlаn şuurundа, hemen her saniye, Türkmen atının feci ölümü canlanıyordu. Dört bir yanı alevler sarıyor, Türkmen atının acı acı kişnemesi, Taurbay’ın kulaklarında çınlıyordu. Taurbay, bu ıstıraplı gecelerden birinde, sonsuz bir karanlığa gömüldü…■
yangının tesadüfen çıkmadığını biliyorlardı ama hiçbir delil olmadığı için düşüncelerini dile getiremiyorlardı. Obada hep bu hadise konuşuluyor, insanlar bu olayı unutamıyorlardı. Tаurbay ise hiçbir şey olmamış gibi küheylan ata binip sağa sola seğirtiyordu ama bu atı oba sakinlerinin gözünden uzak tutmaya gayret gösteriyordu. Fakat alev alev yanacak olan tavlanın içine, bukağı ile ayaklarından bağlanmış halde bıraktığı Türkmen аtının, ölüm öncesi acı acı kişnemesi, Taurbay’ın kulaklarından gitmiyor; onu asla rаhаt bırakmıyordu. O at sık sık rüyalarına giriyor ve dünyayı kaplayan bir sesle acı acı kişniyordu. Her gece, adeta kulağının dibinde kişneyen o atın sesiyle yataktan fırlayan Taurbay, korkuyla, bağırarak ve kan ter içinde uyanıyordu… Mal, mülk, şan, şöhret insana her bir şeyi unutturur. Tаurbаy da yаvаş yаvаş о hadiseyi unuttu ve hayatını kendi akışına bıraktı. O hadisenin üstünden bir yıl geçmişti. Tаurbаy’ın göçebe obası her zamanki gibi hayvаnlаrı önlerine katıp yaylalara çıktı. Yaylada cirit müsabakaları ve at yarışları düzenlenmeye bаşlаdı. Tаurbаy da, artık küheylanı imtihan etmenin zamanı geldi, diye düşünüyordu. Bir gün, bütün civar obaların yiğitleri toplanıp gelsinler, dağlardan sürülerle kurtlar inmiş, onları sürülere yaklaştırmamak lazım; yоksа hayvаnlаrı telef edecekler, diye civar obalara haber saldı. Civar obaların yiğitlerinin toplanması çok sürmedi. Onlarca atlı, bir iki saat içinde geldi. Tаurbаy da bu yiğitlerin önüne düştü ve dağlara doğru at sürdüler. Civar obalardan gelen yiğitler: -Taurbay, sen bu küheylanla, galiba ilk kez ava çıkıyorsun, eğer elimiz bоş dönmezsek, süründeki en yağlı tokluyu kurban edecek ve bize kavurma pişireceksin, dediler. Tаurbay gülümseyerek bu teklifi kabul etti… Onlar, birbirlerine takılarak, şakalaşarak ilerlerken, aniden iki tepenin аrаsındа, bir kurt göründü. Tаurbаy onu görür görmez yiğitlere emir verdi. -Çabuk olun, köpekleri bırakın, yoksa kaçıp gidecek! Köpekler ve atlılar kurdun peşine düştüler. Deminden beri sessizce uzanan bozkır, köpek sesleri, nal sesleri ve atlıların naralarıyla inlemeye başladı. Tаurbаy’ın atı, diğer atları geride bırakıp köpeklerin hemen arkasına kadar yaklaştı. Tаurbаy’ın da kurda yaklaşmasından cesaret alan köpekler, süratlerini biraz daha artırıp kurdun neredeyse ensesinde solumaya başladılar ancak o anda, dünya 92
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Bu oyunda sen yoksun
ŞEMSETTİN ÜNLÜ
1 Altı ay önce, karlı, fırtınalı bir gecede, cam silecekleri çalışmadığı için, ıssız bir dağ geçidinde, arabasının içinde, on saatten daha uzun bir süre, donmama savaşımı verdiğinin soğuk, sancılı anılarını yeniden yaşıyor gibiydi Cemil. Kar yoktu, fırtına da yoktu bu yolculukta. O yana bu yana; cam sileceklerinin açıp araladığı görüntüler, puslu, bulanık görüntülerdi. Cemil›in görme, gördüğünü algılama süresi; sileceklerin silme hızı; bir de olanca yoğunluğu ile yağan yağmur... Bu kez, donmama savaşımının sancılı saatlerinde değil, yol üstü, oyunculardan birinin kendisi olduğu üçlü bir oyunun içinde olduğunu düşünüyordu. Yol üstü üçlü bir oyundu bu: Görüntüyü açma, açılan görüntüyü örtme, yolu görebilme oyunu. Sağa, sonra sola... Silecekler sağlamdı, hızlıydı; oyunu nasıl oynayacaklarını biliyorlardı. Bir süre yavaşlıyor, görüntüyü açıyor; sonra birden hızını artırıyordu yağmur. Oyunun, ne yapacağı, nasıl oynayacağı bilinmeyen oyuncusuydu yağmur. Üçüncü oyuncu; yolu görecek, gördüğünü doğru algılayacak olan kişi, Cemil’in kendisiydi... Koltuğunda oturuyor, önü sıra, silinip kapanan yağmur yüklü görüntüye bakıyordu. İnsanın, arabanın, doğanın devinimlerinin uyumunu, dengesini, bütünlüğünü sağlamayı amaçlayan edimler, donmama savaşımını verdiği o ıssız dağ geçidinde ne denli olağansa, şimdi de o denli olağandı. Olağanı, olması gerekeni buydu: Bir yanı ile arabanın içinde, direksiyonun başında, öbür yanı ile alışkın, içe dönük, başkaca bir dünyada olduğunun ayrımındaydı Cemil; “Fırtına var / deniz var / batık gemiler, ölü denizciler var / sen yoksun bu oyunda. “ Gözünü yoldan, su birikintilerinden, kaçınılması gereken çukurlardan ayırmıyordu... “Sen yoksun bu oyunda.”
93
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Böyle diyor şiirdeki karakaşlı, iri gözlü bilici kadın... Kimdir o oyunda olmayan? Şairin kendisi, bir başkası ya da okurlardan biri mi ? Fırtınanın, batık gemilerin, ölü denizcilerin olduğu bir oyun, nasıl bir oyundur? Sürücü yoksa yol da, silecekler de yoktur oyunda. Ama yağmur, yağmurun yağma olasılığı, her yolculukta, tasarlanabilen her oyununda vardır yaşamın. Sileceklerin çalışması, her hızda, her yoğunluktaki yağmura karşın sürücünün önünü görmesi, gördüğünü algılayabilmesi, sade, sıradan şeylerdir. Ama donmak, ıssız bir dağ yolunda, arabanın içinde donup kalmak da öyle midir? Sıradan mıdır? Doğumla gelen ölümle gider mi her zaman ? Özünde değişen bir şey olmaz mı yaşamın? Yağmur, ışık, aşk, hava, su, asal oyunculardır da; Cemil, Celal, Sibel, yaşamı yaşanılır kılan daha nice insan, kalabalıklar, sıradan oyuncular mıdır? Hırlı hırsız... korkak, cesur... bilge, aymaz... çirkin, güzel... bunlar, güçlü oyuncularıdır bütün oyunların! Onlar olmadı mı, yaşam oyunu da olmaz... Paydos. Oyun biter, perde iner! Sibel, tiyatro oyuncusu, Celal tıp doktoruydu. İkisi de akrabası, yakın dostlarıydı Cemil’in. Dört yıl süren delidolu bir beraberlikten sonra evlenmişler, yılı dolmadan da, araya başka aşklar, tutkular girmiş, ayrılmışlardı. “ Olur... Yaparım.” Gideceği yer, doğup büyüdüğü yerdi Cemil›in. Celal›in, ayrıldığı karısı Sibel adına icraya yatırılacak olan para yanında, evrak çantasının içindeydi. Yetmiş iki bin lira bu Celal... Yatır bankaya, havale etsinler. “ diyecek olmuş; ”Ancak toplayabildim... Geç kalır!” yanıtını almıştı Celal›den. Araba yolda, yol yağmur altında, para çantaydı dört saattir... Aşk, aşktır; asal oyuncularından biridir de
yaşamın... Ölmez mi, ölümsüz müdür aşklar? İhanetler, kavgalar, bunalımlar gelir geçer de, aşklar kalır mı? Şiirlerinden birinde; “Coşkuluydu, ışıltısı kendi içinde bir küçük göl / esintilerle dolu uzun bir bahardı...” diye tanımlamıştı aşkı Celal. Bu aşk, fakültedeki arkadaşlığın, nişanlılık, evlilik, sonra da ayrılıkların gelip çattığı yılların aşkı mıdır? Yağmur hızlandı, sağanağa döndü. Diklendi, toparlandı Cemil. Kapı camları, arka cam, geri görme aynaları, gün ışığının uzanabildiği her yer, damla damla su sızıntılarıyla örtülmüştü. Sağanağın patırtısı motorun sesini boğuyordu. “Duralım mı, gidelim mi? Bu oyunda var mıyım ben gerçekten?” Yavaşladı; solundaki kapının camını araladı, dışarıya baktı Cemil. Islak, boğuntulu, ucu görünmeyen bir tünelin içinde gibiydi araba. “Dursam mı? Durmasam mı? “ Gülümsedi. “ ‹Olmak ya da olmamak!” Hadi, durmayalım bakalım! İşin içinde durmak, durmamak vardır da, donmak yoktur... Korkulacak bir şey de yoktur! Yağmurun eli tutulmaz, önü kesilmez. Şurada bir yerlerde bir kapı vardır; oyun bitince o kapıdan çıkar gider yağmur... ‹Dur... aman... oyun bitti mi? ‹ Oyundakilerden biri yağmursa, yelse, kimse sormaz, soramaz... Nasıl yaşayacağımızın yasalarını koyanlar bizler değiliz... Bizim kendi benzetmemizdir yaşamın oyuna, oyunun yaşama benzemesi. Yavaş ya da hızlı, sileceklerin buyruğumuza uyması, küçük, çok küçük bir ayrıntıdır. Oyunlardaki bütün aşklar, esintiler, ayrılıklar, acılar, alaysamalar da öyle. Günlerden bir gün, yıldızlara, öte dünyalara gidilir. Ne iyi, gidilsin güle güle! Ama bu, gücü, sağlığı yerinde birinin yaya yürüyüşle bir saatte tırmandığı şu bayırı, berikinin koşarak; daha hızlı, daha hızlı koşarak tırmanıvereceği, akıp giden sabah yelini arkasında bırakabileceği anlamına gelmez hiç. Gün boyu değil, yaşam boyu acıkacak, doyacak, soluklanacak olanlarız biz... 94
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Âşık olunur da olunmaz da. Arkamızda yoksa önümüzdedir ayrılıklar... En küçüğünde bir top ateş!... İncelikleri, derinlikleri, aşınmaz kuralları ile, ucu bucağı bilinmeyen bir evrende bir top ateş olmaktır var olmak... Acılı, güldürülü, ezgili oyunlar alır ateşi. “ 2 Kapı camını araladı, dışarıya uzandı Cemil. Çakıl döşeli toprak yolun sağından, ayağı fren pedalının üstünde, yolun iki yanını görebilecek gibi ağır, özenli bir ustalıkla indi yokuşu. Sarı, boğuntulu bir ışık... Karaltılar... Tenteli bir araba yolun ucunda... Yavaşladı Cemil; tenteli arabanın iki boy yakınına vardı, durdu. Karaltılardan biri yaklaştı, eğildi; ”Köprü suyun altında Bey... Biz geçemedik!...” dedi. İki ayrık, çipil göz, sarkık, uzunca bir burun... Sesi ikircikli, soluğu kesik kesikti adamın; yağmurluğunun içinde, kamburunu çıkarmış, öne eğilmişti. Gün ağardığında yola çıkmıştı Cemil; dört, dört buçuk saattir yoldaydı. Yağmur geciktirse de, kalan yolu bir saatte alabileceğini düşünüyordu. Kasaba girişine kadar, ağaçlı, az eğimli, düz bir yoldu yolun bu bölümü. Irmak yok... dere falan da
95
yok... “ Adam uyduruyor... düpedüz uyduruyor!” diye geçirdi aklından. “Köprü mü?.. Ne köprüsü?..” Tabancayı ancak gördü Cemil. Patlama sesi, yağmurun boğuntusuna, kırılıp saçılan yan camın gürültüsüne karıştı... “Buyur, in... İn aşağı!” “ Olmadı...” “ İn... İn arabadan!” “ Olmadı! Olmuyor dedim...” Sesini yükseltti, toparlandı Cemil; “Hesapta bu yoktu... Bu karaltılar yoktu.” diye geçirdi içinden. Uzandı, yüzünü yüzüne yaklaştırdı ayrık gözlünün; “Oyunda bu yoktu. Sen de yoksun oyunda!... “ diye bağırdı var gücüyle; “ Duydun mu ki?” Vitesi itti, gaza bastı; direksiyonu sola çevirdi ; “Duydun mu?” diye yineledi yüksek sesle. Sıçradı, kendisini kurtarmaya çalıştı ayrık gözlü... yağmurluğu kaydı, dizi üstüne yere yuvarlandı. Arkada dikilip duran iki karaltının üstüne üstüne sürdü arabayı Cemil; sıyırır gibi, tenteli kamyoneti solladı, öne geçti; hızlandı; “Sen yoksun oyunda... Arkadaşların da yok !...” diye söylendi dişlerinin arasından. Yağmur yağıyordu... O yana bu yana, görüntüyü açma çabasındaydı silecekler.■
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
ŞEHİR Dişleri kenetli sarhoş geceler; Geceler geceler, beyni sulanmış! Fikirde, zehirle zifir heceler; Geceler zavallı, kana bulanmış!
Gürültü gürültü, şehir bu mudur? Biraz sis ve zillet, zan pençe pençe! Bir dehşetli azâb, bir korku mudur, İrisleri oyan zâlim şirpençe?
Saatte zemberek altın oymalı; Bu sokak başında, dilenen de kim? Sevgiler hep masal, çehre riyâlı; Niçin bu caddede yalnızım, tekim?
Şehir: Kâbus dolu, kayadan mahzen! Şehir: Camdan fânûs, kurak akvaryum. Bâzen neş›e dolu, ıztırap bâzen; Bu akan gürûhda bir ben mi yokum?
Gelip geçenlere durup soran yok; Nedir bu izdiham, bu telâşınız? Asırlar karamsar, saniyeler şok; Niçin ağrı çeker hâlâ başınız?
Afişler afişler, renk renk tezatlar… Adını koymalı, koymalı bunun! Kadın mı bu mahlûk: Haraç-mezatlar!... Ya sincap yâhût da kafeste maymun!
Yaldızlı, kokartlı, sırmalı, simli Gözlükler aynalı, som çerçeveler! Bir hayâlet gezer moda isimli; Şarkılar beyinde neler geveler?
Keneler asılı kafatasında; Bir mâdenî levha gönül, apacı! Çıngırak sesleri haz tavasında, Şifâ niyetine çekiyor sancı!
Kıvrılan caddeler, düz olun artık! Siz ey apartmanlar bize yaklaşın! Gözlerimiz mahmûr, dilimiz sarkık... Yeter ey ufuklar siz berraklaşın!
M.HÂLİSTİN KUKUL
96
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Kentleşen şehrin şiiri olacak mı? AHMET ULUDAĞ
İnsanımız elli yıldır şehirlere akıyor, tıpkı dünyanın garp dışında kalan diğer milletleri gibi. Akmaya devam edecek de. Almanya’nın 1950’deki şehirleşme oranına biz ancak 2010 yılında ulaştık. Londra’nın nüfusu 130 yılda 1 milyondan 8 milyona çıkarken, İstanbul’da bu 50 yıldan daha az bir sürede gerçekleşmiştir.
Ü
zerine şiir yazılmamış bir şehir var mıdır? Ben, yoktur diyorum. Bazıları bilinir çünkü bir bilinen şairin gönlüne düşmüştür, güçlü bir şairin mısralarına dizilmiştir, o şehir, kendisi başlı başına bir Leyla’dır, uğruna çöllere düşülecek… Bazılarının şiiri kâğıt olup harmanlanmamıştır, sözde kalmıştır ya da şöyle bir garip yolcunun gönlünü yakıp geçmiştir. Kor olup yaksa da, zehir içip şerbet içtik diyenler, bir ateş yalımıydı rüzgârla geldi, ince bir yağmurda söndü gitti demişlerdir; diyememişlerdir… Başka coğrafyaları bilmem ama benim bildiğim şehirler içinde üzerine en çok şiir yazılan şehir “bir taşına bütün Acem mülkü feda edilebilen” şehirdir. O şehrin şairi de Yahya Kemal… Bütün hayranlığıma rağmen merakımı mucip olan husus, şehrin gerçek hayatının dışında kalmış Yahya Kemal’in nasıl olup da şehrin manevi iklimi ile şiirlerinde böylesine hemhâl olmuş olmasıdır. Çocukluğunun geçtiği, maddeten ve
manen bereketli iklimlerdeki hayatının, hislerinin ve acılarının İstanbul’da tezahürü müdür? Bir meşenin kökünü söker gibi acıtarak, kanatarak, bir daha hayat bulmamacasına sökülüşün acısının, hayaller âleminde kalmış, yaşamadığı ama destan destan dinlediği günlerin özlemle birleşmesinin sonucu mudur? Rakamlar gönül adamlarına pek bir şey söylemez. O hislerinin peşinden gitmeyi tercih eder. Kemiyet değil keyfiyet mühimdir, onun için. Ben de rakamlara fazla önem atfetmeden, kentleşen şehirlere değinmek istiyorum biraz da… Kentleşen şehir tabiri garip görünebilir ama şu anda şehirleşen her yer köyleşmektedir yani kentleşmektedir. Kent Türkçede esasen köy manasına gelen bir kelimedir. Dilimizi bozarak harsımızla, milletimizle, ait olduğumuz medeniyet dairesiyle alâkamızı kesmek isteyenler bu kelimeyi, başka kelimeler gibi, getirdiler ki, hem diğer Türk topluluklarıyla hem de Müslüman toplumlarla birbirimizi daha az anlayalım. So-
97
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
nuçta bütün halklar birleşip bir komün olacaktık; demir perde çöktü, topluca global olduk. Böyle olunca da dünyayı hep cüzdan zaviyesinden görmeye başladık. Kaybolan güzelliklere, kaybolan değerlere ağıt yakmamızı da timsahın gözyaşları mesabesinde düşünmek daha doğru olacaktır. İnsanımız elli yıldır şehirlere akıyor, tıpkı dünyanın garp dışında kalan diğer milletleri gibi. Akmaya devam edecek de. Almanya’nın 1950’deki şehirleşme oranına biz ancak 2010 yılında ulaştık. Londra’nın nüfusu 130 yılda 1 milyondan 8 milyona çıkarken, İstanbul’da bu 50 yıldan daha az bir sürede gerçekleşmiştir. Yani garp sindire sindire şehirleşmiş, bizler ise hızla kentleşmişiz… Yollar, binalar yapacağız derken tarihi, sanatı, mimariyi, çevreyi hepten unutmuşuz. Kafesteki kuşlar ve saksıdaki çiçeklerin dışında tabiat bilmeyen, kapının önünde, toza toprağa bulanarak oyun oynamamış bir çocuk büyüyecek ve şehrin şiirini yazacak. Hangi şehri yazacak? Ne yazacak? Aslında garbın günahını hep birlikte çekiyoruz. Makineleşen garp, dünyayı sömürdü ve sömürmeye devam ediyor. Garbın dışındakiler de garptaki hayatın rahatlığına özendi. Rahat hayat, tabii ki güzel şey, eğer israf batağına batmazsanız. Bugün garp ve özentileri israf çukurunda debelenmektedir. Sadece kendi hayatlarının değil, hepimizin hayatını, milyon yıllara meydan okumuş şu ihtiyar dünyanın düzenini tehdit ediyorlar. Kutuplarda buzullar dünyamızın hâline gözyaşları döküyor. Maazallah bir gün gözyaşları kuruyacak. İşte o zaman, bize kim ağlayacak kim destanımızı yazacak? Şiir aşktır, aşkı anlatır, aşkla anlatır… Şehir
olmazsa şiir eksik olur. Köyde hayat tabiatı yaşamaya yöneliktir. O tabiatın içinde her gün yaşayan insan şiirini yazamaz. Şehirde tabiat kısmen mevcuttur. Müsaittir havası şiire, edebiyata… Aşk ise mebzul miktarda bulunur. Hatta öylesine fazladır ki, ayaklar altına düşmüştür. Bu da kentleşmenin ürünüdür. Televizyon karşısında uzanacaksın, orada gösterilen tabiata, aşka ve biraz da arabesk katkılı şiire bakacaksın. “Of be!” diyeceksin, sadece. Çünkü kelime haznen, hazne olmaktan çıkmış, büzüşmüş bir torbaya dönüşmüş. Kitaba küseceksin, şiire küseceksin, edepten uzaklaşacak, edebî olanı fark etmeyeceksin. Şiir şimdiki kadar bile para etmeyecek. Hangi şair şiirle yaşayıp, şiirini paylaşacak? Geliri artan Çin ve Hindistan /ve diğerleri) herkesi korkutuyor. Garplı ya onlar da bizim gibi yaşamaya başlarsa diyor… Tam bugünkünün beş katı israf… Sular çoktan paralı, hava da bedava olmayacak belli ki… Bizler bu değişimin yaşandığı dönemde geçiriyoruz günlerimizi. Hâlâ kuş sesi, su sesi, tabiatın neşesi ile neşvünema buluyoruz. Şiirlerimizde tabiat da var şehrin kenarlarındaki insanlarda… Kentleşmenin karşısında cılız da olsa ses verebiliyoruz. Şehrin kayboluşunu gören ama kasabayı, şehri yaşamış bizlerin mısralarında şehir olacaktır, şehrayin olacaktır ama towerler, residenceler ve sitelerle çevrilmiş dünyası olanların şiirinde şehir nerede olacak? Biz yıkımı yazdık, gecekonduyu yazdık, kaybolan değerleri yazdık, ucundan kenarından şehre bulaştık. Televizyon ekranından veya kulenin camından seyrettiği gerçek şehri nasıl şiirlerine işleyecek? Bu noktada Yahya Kemal’i düşünüyorum, tekrar... ■
98
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Medine'nin şairleri NİYAZİ KARABULUT
Ş
ehirler vardır, ruhumuzun o en mahfuz köşesinde hatırasını sakladığımız. Zaman zaman kıyıya vuran dalgalar gibi gelir vurur bilincimizin kıyılarına. Ütopyalar vardır, ulaşmak ümidiyle içimizde sakladığımız. Kavuşmak ümidini bir sevda gibi taşıdığımız. Kimse görmese, nerede olduğunu bilmese de, adları anıldığında içimizi sırf var olduklarını bilmekten ötürü ılık bir rüya denizine döndüren şehirler, coğrafyalar: Mekke, Buhara, Şam, Tebriz, Urfa, Hicaz… Medine, Medinetü’l-Münevvere, Medinetü’n-Nebi. Medeniyetin kalbi. Bu şehir yalnız yeryüzünün en değerli incisini içinde saklamıyor, o inciyi görmeye gelenleri de birer inci tanesine dönüştürüyor. Bu şehir hiçbir mensubiyetin veremeyeceği bir aidiyet duygusu üflüyor kalplere. Binlerce kilometre öteden gelip bir anda yerlisi oluyorsunuz beldenin. Bunun için seferi olamıyorsunuz bu şehirde. Bu şehrin misafiri yoktur, yerlisi vardır. Şehir insan ilişkisini herkes yaşar ama şairler ve gönül insanları bu ilişkinin bir bakıma felsefesini dile getirir, anlam katmanları arasında dolaşarak yeni sanat ürünlerinin hareket noktası yaparlar. Güzeller kendilerine şiirler yazdırırlar, güzel şehirler de öyledir. Çoğu zaman bir şehir, bir sevgili ile özdeşleşir. Medine şehrinin Medinetü’n-Nebi olması böyle bir şey. Şairler bir şehri seviyorlarsa, orada sevdikleri
olduğu içindir. Medine şehrinde Habibullah varken hangi şair bu sevgiliye bigâne kalabilir. Allah’ın sevdiğini sevmeyen şair olabilir mi? Onu sevmekle kendileri yücelmiş üç şair var. Peygamber iltifatına mazhar olmuş üç güzel insan. Allah’ın dinine dilleriyle, şiirleriyle yardım eden üç şair: Hassan b. Sabit
Kâfirlere karşı İslam ve Müslümanları şiirleriyle destekleyen, “Resulullah’ın şairi” diye bilinen sahabe. Şair-i Resulullah... Hassan b. Sabit(r.a) Müslüman olduktan sonra peygamberimizin yanından ayrılmamış, ihtiyarlığına rağmen yazdığı ve söylediği şiirleri ile müşrikler üzerinde büyük tesir yaparak Müslümanları cihada teşvik etmiştir. Resulullah, Hassan b. Sabit’in müşriklere karşı söylediği şiirler hakkında “Hassan’ın beyitleri düşmana ok darbesinden daha etkilidir.” buyurmuştur[1]. Hassan b. Sabit(r.a) şiirleriyle; Resulullahı, İslamiyeti ve Müslümanları över, İslamın yücelmesini ve cihadı teşvik edici beyitler söylerdi. Ayrıca Kureyş kâfirleri ve diğer müşriklerin İslama saldırılarına karşı onların yüz karalarını ortaya koyucu şiirlerle ağızlarını sustururdu. Hassan bütün şairlerin en üstünlerinden biri kabul edilmiştir.[2]
1. İbnü›l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, III, s. 26. 2. Tehzibu’t-Teshib, II, 247, Asr-ı Saadet, III, 372.
99
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Medine’de Peygamberimiz Mecsid-i Nebevide Hassan b. Sabit’e ait bir minber yaptırmış, İslami tebliğin sadece kılıçla değil aynı derecede söz ve sanatla da gerçekleştirilmesinin önemine dikkat çekmiştir. Ona şöyle söylemiştir: “Ey Hassan, müşriklerin, kâfirlerin yüz karalarını ortaya koy! Cebrail seninledir. Ashabım silahla harp ettikleri gibi sen de dilinle savaş” [3]. Hassan b. Sabit (r.a), hayatı boyunca şiir sahasının önde gelen simalarından biri olmuştur. Bedir Savaşı’ndan sonra Yahudi şair Ka’b b. Eşref savaşta ölen Mekkeli müşrikler için şiirler söylemişti. Çevrede tesir uyandıran bu şiirlere karşı Peygamberimiz (sav) de Hassan b. Sabit’e şiirler yazmasını söylemiş Hassan b. Sabit de Yahudi şaire karşı şiirler yazarak onun Mekkeli müşrikler arasında itibarının sarsılmasına neden olmuştur. Hicretin dokuzuncu yılında Temimoğulları kabilesinden bir heyet, esirlerini almak üzere Medine›ye gelmişti. Yanlarında en meşhur hatiplerini de getirerek İslam aleyhinde propaganda yapmayı düşünmüşlerdi. Ancak Peygamberimiz Hassan b. Sabit’e, Utarid adlı şairin söylediği şiire karşılık «Kalk bunun konuşmasına karşılık ver.» emriyle, Hassan b. Sabit oradaki müşriklere etkili bir şiir okumuş ve onların meclisten çıkıp gitmelerini sağlamıştır. Daha sonra Temim heyetinden Akra b. Habis, kendinden geçerek «Allah›a yemin olsun ki bu zata (Resulullaha), bizim bilmediğimiz bir yardım gelmektedir. O muhakkak muvaffak olur, onun hatibi ve şairi bizim şairimizden üstündür.» diyerek hayranlık ve İslamın gücünü itiraf etmiştir. [4] Hassan b. Sabit (r.a), Peygamberimizin vefatıyla ruhi bir çöküntü içerisine girmiş ve üzüntüsünden gözleri görmez olmuştur. Uzun mersiyeler söyleyerek Peygamberimizin arkasından yas tutmuştur. Şiirlerinin birinde «Resulullah›ın pak alnı karanlık içinde göründüğü zaman ortalığa nur saçan, karanlığı aydınlatan çerağ gibi görünür.» demişti. Peygamberimizin «Muhakkak ki Allahu Teala, Resulünü övmek ve müdafaa etmek hususunda Hassan›ı Cebrâil (a.s)›la takviye etmektedir.» hadisi
3. İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü›l Meâd, çev. Vecdi Akyüz, Ali Vasfikurt, Salim Ögüt, İstanbul 1990, IV, 68-69. 4. Buhâri, Bedu’l-Halk 6; Meğâzî, 30; Müslim, Fadailü’s-Sahabe,153-157.
onun tek tesellisi olmuştur[5]. Kab b. Züheyr
Züheyr, sadece şair değil, aynı zamanda bilgeydi de. Züheyr, Hristiyan ve Yahudi âlimlerinin yanlarına gider, onları dinler, onlardan ahir zamanda bir Peygamber gönderileceğini işitirdi. Züheyr, dede, baba, oğul ve torunuyla, kudretli şairler yetiştiren bir kabileden gelmekteydi. Ka’b Bin Züheyr de ölüm hükmü giyenlerdendi. Mekke fethedilince, Taif’e kaçmış, Taif halkı da Müslüman olunca, sığınacak yer bulamamıştı. Kâ’b bin Züheyr, kardeşi Büceyr’in Müslüman olduğunu öğrenince, ona çok kızmış, bunun üzerine bir şiir yazmıştı. Şiirinde, Peygamberimize ve İslamiyete karşı hoş olmayan sözler sarf etmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: - Kâ’b’a kim rastlarsa, onu öldürsün! Kardeşi Büceyr, “Başının çaresine bak!” diye yazarak durumu kendisine bildirdi. Büceyr, kardeşi Kâ’b’a yazdığı mektubun bir kısmında şöyle diyordu: “Resulullahı şiir yazarak hicvedip üzen Mekkelilerden bazıları öldürüldü. Eğer sağ kalmak istiyorsan, acele Resulullahın yanına gel! O, yaptığına pişman olup, tövbe ederek yanına gelen kimseyi affeder. Bu mektubumu alır almaz Müslüman ol ve hemen buraya gel! Eğer bu dediğimi yapmayacak olursan, yeryüzünde nereye gideceksen git!” Kâ’b bin Züheyr, kardeşi Büceyr’in mektubunu alınca, sanki yeryüzü ona dar gelmişti. Zaten kabilesi arasında bulunan düşmanları, onun için, “O, artık öldürülmüş demektir!” diyerek dedikodu yayıyorlardı. Kâ’b bin Züheyr, bu durum karşısında derin derin düşünmeye başladı. Bulutsuz gökyüzüne, uçsuz bucaksız çöle, kum tepeciklerine, daha ötelere; ufuklara baktı bir süre... Gökyüzünün geceleri laciverdi bir atlas ve yıldızların birer kandil olarak çok şeyler anlattığını düşündü. Pişmanlıkla karışık bir hayal kırıklığı ile yazdıklarından çok yazamadıklarının derdine düşmüştü sanki koca şair. Yavaş yavaş gönlü aydınlanıyordu. Bir süre sonra gerçeği şair sezgisiyle yakalayan soylu şairler kervanına katıldı. Artık bundan sonra, başka bir gerçek, başka bir ışık aramayacağına dair içinde beliren kuvvetli inancın hayret ve dehşeti içindeydi. Nihayet Müslüman olmaya karar verdi. Peygamber efendimizi metheden ve kendisinin de tövbe edip Müslüman olduğunu bildiren uzun bir
5. İbn Hişam, C.4, s.146.
100
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
şiir yazdı. Medine yollarına düştü. Alev alev yüzüne vuran kum fırtınası bile engelleyemiyordu onu. Medine’ye varınca, gizlice Cüheyni kabilesinden olan bir arkadaşının evine gidip misafir oldu. Ertesi gün sabah, evine misafir olduğu kişi, onu, Peygamberimizin yanına götürdü. Kâ’b bin Züheyr, devesini mescidin önüne çöktürüp içeri girdi. Peygamberimizin yanına yaklaşıp kendini tanıtmadan dedi ki: Ya Resulallah! Kâ’b bin Züheyr yaptıklarına pişman ve Müslüman olarak aman dilemeye gelmiş bulunuyor. Ben onu sana getirsem, aman verip Müslüman olmasını kabul eder misiniz? Gözleri önündeydi, Resulullahın duygularını okumaya çalışırken korkunun esintisini ve ölümün nefesini yüreğinde duyumsadı. Düşte bile görmemişti heyecanın böylesini. Göğsü üzerine düşen başını ağır ağır kaldırdı Kâ’b, bir kez bakabildi rahmet peygamberine, şimdi artık gidebilecek bir başka yön, bir başka yol, bir başka mekân olamayacağını biliyordu. Peygamberimizin cevabı “evet” oldu. Bir şeyler koptu sanki içinden. Utanıyordu. Ya Resulullah, ben şehadet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur. Sen de Onun Resulüsün! “Sen kimsin?” sorusuna, “Ben, Kâ’b bin Züheyr’im.” cevabını verdi. Ashab-ı Kiram onun Kâ’b bin Züheyr olduğunu anlayınca, Ensar’dan biri ayağa kalkıp: Ya Resulallah, müsaade et, boynunu vurayım!” dedi. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Vazgeç ondan! O, içinde bulunduğu hâlden pişman ve Hakka dönmüş olarak gelmiştir.”[6] Bu cümleler onu rahatlatmıştı. Sonsuza dek yitirdiğini sandığı kelimeler bir anda hatırına gelmeye başladı, kendini toparladı. Ve “Suad uzaklaştı” mısraı ile başlayan kasidesini okurken nefesler tutulmuş, ashab onu dinliyordu. Resulullah takdirini göstermek için sırtından bürdesini çıkarıp K’ab’a giydirdi. Bu hem onu hem de şiirini korumaya alan bir bürümeydi. “Haber aldım ki; Allah’ın elçisi beni ölümle tehdit etti. Aftan başkası umulmaz Allah’ın elçisinden hâlbuki. Mühlet ver! Seni hidayete ulaştıran ki; Sana içinde açıklamalar ve kıssalar olan Kur’an’ı hibe etti. 6. MorTaka, 2008-Bahar, S.10, s.105.
İspiyoncuların sözleriyle yargılama beni Sözümde aşırı gittiysem de değilim günahkâr biri. Öyle bir makamda bulunuyorum ki; Böyle bir makamda korkmaz mı fil ve işitse benim görüp, işittiğimi. Yaklaştıkça titrerdi, eğer olmasaydı onun için Allah’ın izniyle, Resulün teminatı.” [7] Abdullah b. Revaha
Hicretin yedinci senesi idi. Umretül kaza yapılıyor. Mekke’ye yaklaşırken Resulullah efendimiz Kusva adlı devesinin üzerinde ve devenin yuları da Abdullah bin Revaha’nın elinde bulunuyordu. Abdullah bin Revaha, hem şiirler söylüyor hem ilerliyordu: “Çekilin kâfirler nebinin yolundan bugün, Vururuz yoksa boynunuzu inkâr etmiştiniz dün, Öyle bir vuruş ki ayırır gövdeden başı, Hatırlatmaz insana ne dost ne arkadaşı.» Bunun üzerine Hz. Ömer ona: “Ya Abdullah, Harem’de Allah’ın Resulünün huzurunda mı böyle karşıdakileri çatışmaya tahrik eden şiiri söylüyorsun?” demiş, Resulullah da: “Bırak ya Ömer söylesin. Vallahi Abdullah’ın sözleri bu kâfirlere ok yarasından daha fazla tesir eder.” buyurmuştur.[8] Resulullah, İbn Revaha için “Kardeşiniz şüphesiz bâtıl söz söylemez.» buyurmuş, “ bâtıl sözler dışındaki şiirlerde hikmet ve yarar vardır.” demiştir. Peygamber efendimiz biraz sonra Abdullah bin Revaha’ya; “Allahuteala’dan başka ilah yoktur! Bir olan odur! Vaadini gerçekleştiren odur! Bu kuluna yardım eden odur! Askerlerini güçlendiren odur! Toplanmış olan kabileleri, bozguna uğratan da yalnız odur, de!” buyurdu. Ve hayır duada bulundu. Abdullah bin Revaha da söylemeye devam etti. Diğer Ashâb-ı kiram da onun söylediklerini tekrar ediyordu.
7. Sünen-i Tirmizi, C.V,s.139, H.no:2847. 8. İbnu Hişam, C.IV,s.15-16.
101
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Mute seferine çıkılırken herkes birbiriyle kucaklaşıyor, helâlleşiyordu. Bu sırada arkadaşları, Hz. Abdullah›ın ağladığını fark ettiler. Ağlama sebebi sorulduğunda şöyle demişti: “Benim dünyaya karşı sevgim, sizlere karşı ziyade arzum yoktur. Ancak ben Resul-i Ekrem›den (s.a.v) Meryem suresi yetmiş birinci «İçinizden hiçbiriniz hariç olmamak üzere mutlaka hepiniz cehenneme varacaksınız.» ayetini işitmiştim. Ayette bahsolunan cehenneme uğradığımda hâlim nice olur diye düşündüğümden ağlıyorum.» Uğurlayanlardan bazıları onu teselli ederek, «Cenab-ı Hak sizleri korusun, düşman şerrini sizden uzaklaştırarak sağ salim dönmenizi nasip etsin.» demişler, bunun üzerine Abdullah su şiiri söylemiştir: “Günahkârım fakat ben Af isterim Rabbimden Ya da kanımı dökecek bir vuruş isterim. Kılıç ya da mızrakla deşilip çıkmış ciğerim. Ta ki beni gören samimice desin Su savaşçıya Allah rahmet eylesin.” Yine Mûte’de ordu komutasını eline alırken şu şiiri söylemiştir: “Nefsim bir isteksizlik var sende Savaşacaksın dilesen de dilemesen de Hani çoktandır yoktu sende ölüm korkusu Ca’fer, ne güzel geliyor cennet kokusu .”[9] Zeyd b. Erkam der ki: “Ben Abdullah bin Revaha’nın terbiyesi altında yetişmiş bir yetimdim. Mûte seferine çıktığımızda beni de terkisine bindirmişti. Geceleyin biraz gidince dudaklarından şehitliği özlediğini ve buna kavuşmak için yandığını ifade eden şiirler söylüyordu. Bu beyitleri işitince ağladım. Bunu fark eden Abdullah bin Revaha, bana dedi ki: -Sana ne oluyor! Şehit olmamın sana ne zararı var? Hak Teala bana şehitliği nasip ederse, sen de hayvanıma biner, geri döner, yerine ulaşırsın. Ben ise dünyanın dert, tasa, üzüntü ve hâdiselerinden kurtularak özlediğim şehitlik makamına kavuşurum. Abdullah bin Revaha, iki rekât namaz kılıp
uzun bir süre dua etti. Sonra Zeyd’e dönerek dedi ki: “Ey çocuk! İnşallah bu sefer şehitlik nasip olacaktır.” İslam ordusu, Şam topraklarında bulunan, Ma›an şehrine kadar hiç durmadı. Bizans İmparatorunun büyük bir ordu yolladığını haber aldılar. Derhal istişare toplantısı yapıldı. Herkes fikrini söyledi. Abdullah b. Revaha ayağa kalktı: “Ey Mücahitler! Bu sefere niçin çıktığımızı, hatırlamıyor gibisiniz! Çünkü hepiniz biliyorsunuz ki, ya kahramanca savaşıp zafer kazanacağız veya Allah rızası için ölüp şehit olacağız... Bu mertebelerin ikisi de, her Müslüman için, en büyük şereftir.” “Kardeşlerim, unutmayın ki biz düşmana karşı, sayı ve silâh çokluğuyla savaşmıyoruz. Cenab-ı Hakkın lütfettiği, İslam dini ve iman gücümüzle, er meydanına atıldık. Hepimiz yüce Allah’tan, iki şey diliyoruz: Ya gazilik, ya şehitlik.” diyerek sözlerini tamamladı. Oradakiler: “Vallahi, Revaha›nın oğlu doğru söylüyor.” dediler. Sonra da hep birlikte, ilerlemeye başladılar. Abdullah bin Revaha çarpışırken bir ara parmağı ağır yaralandı. Kopmak üzere idi. Bunun üzerine atından indi. Yaralı parmağını ayağının altına koyup: «Sen sadece yaralı parmak değil misin? Zaten bu kazaya da Allahuteala’nın yolunda uğramış bulunuyorsun.» diyerek parmağı çekip kopardı. Sonra tekrar atına binip olanca gücüyle çarpışmaya devam etti. Çarpışmanın bir anında Abdullah bin Revaha atından inmişti. Amcasının oğlu kendisine biraz pişmiş et getirdi ve: “Al, bunu ye de biraz güçlen.” dedi. Abdullah bin Revaha üç günden beri bir şey yememişti. Etten ağzına bir lokma aldığı sırada, Müslümanların bulunduğu yerde bir karışıklık gördü. Bunun üzerine: «Arkadaşların bu hâlde iken sen hâlâ bu dünyadasın ve yiyip içmekle meşgulsün.» diyerek nefsini kınadı ve elindeki eti bırakarak tekrar savaşa başladı. Çok geçmeden Abdullah da şehit oldu. Abdullah bin Revaha, Peygamber efendimizin vahiy kâtipleri arasındadır. Onun hakkında buyurdular ki: “Cenab-ı Hak, Abdullah bin Revaha›ya rahmet eylesin. Melekler onun meclisiyle öğünürlerdi...” Peygamberimiz onun şiiriyle ilgili olarak, «Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha etkilidir.» buyurmuştur.■
9. İbnu Hişam, C.IV,s.20-21.
102
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
"Şair, şehir ve tezkire: Diyarbakır örneği" NURULLAH ALKAÇ
A
nadolu’da, Gazi Hünkâr devrinde atılan şiir tohumları, Yıldırım Bayezit zamanında yeşermeye başlamış, Kanuni Sultan Süleyman döneminde olgunlaşmış, 19. yüzyılda Batı’nın etkisiyle de farklı bir yol izlemiş ve Cumhuriyet’le beraber, sadece ‘Gelenek’ olarak var olabilmiştir. Osmanlı coğrafyasında, bu tarihî seyir içinde, 28 kaynağın ışığında, İstanbul’dan Selanik’e, Diyarbakır’dan Bağdat’a, 211 yerleşim merkezinden[1] ‘tezkireci’den ‘aşçı’ya, şeyhülislam’dan ‘terzi’ye birbirinden farklı 108 mesleğe[2] ait 3182 şair[3] ortaya çıkmıştır. Osmanlıdaki şair bolluğunu ve şiir eğilimini Âşık Çelebi’nin şu fıkra tadındaki alıntılamasında bulmak mümkün: ‘‘Rivâyet olınur ki, Prizen’de doğan oğlan addan mukaddem mahlas korlar; Yenice (Vardar)’da doğan oğlan ‘Baba’ diyecek vakt Fârisî söyler; Priştine’de oğlan toğsa dividi belinde doğar.’’ Latîfî, Osmanlı ülkesindeki bu şair bolluğunun nedenleri olarak, ülkenin havasının ve suyunun güzelliğini gösterir[4]. Ayrıca tezkirecilerin, her şiir yazanı değil de, bu işi meslek edinmiş ve kaliteli şairleri aldıkları düşünüldüğünde, bu bolluğa farklı rakamlarda şairler de eklenmiş olacaktır. Şehir ve kültür, birbiriyle yan yana en çok düşünülecek iki kelimedir. Çünkü kültürün üretildiği merkezler hemen daima şehirler olmuştur. En önemli şehirlerin aynı zamanda yönetim merkezi olarak seçildikleri ve edebî faaliyetlerin en yoğun yerler olarak yaşandığı bilinmektedir. IX. asra kadar Ötüken, Hoça ve Turfan şehirlerinin merkezinde gelişen siyasi ve edebî gelişmenin, X-XI. asırlarda Kaşgar ve Balasagun’a devredildiği zamanlar olmuştur. XIII. asra kadar Doğu Türkçesi çerçevesinde oluşan bu merkezler, Batı Türklüğü için de bir esas olmuştur. XIII. yüzyılda Harezm, XV. yüzyılda Herat, Semerkand ve Buhara 1. Mustafa İsen, ‘‘Tezkirelerin Işığında Divan Edebiyatına Bakışlar Osmanlı Kültür Coğrafyasına
Bakış’’, V. Milletlerarası Türkoloji Kongresi, İstanbul 23-28 Eylül 1985, Tebliğler, S.145-152; Mustafa İsen, ‘‘Ötelerden Bir Ses: Divan Edebiyatı ve Balkanlar’da Türk Edebiyatı Üzerine Makaleler, Akçağ, Ankara-1997, s.64-75;* Prof. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Tezkireden Biyografiye’’, Kapı Yayınları, 1. Basım: Nisan 2010, s.169-182,.Aynı makale biraz farklı olarak, Eski Türk Edebiyatı El Kitabı, 6. Baskı, Editör: Mustafa İsen, Ankara-2011, s.377-383; * Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler. Hzl. Mehmet Kalpaklı. YKY. 1. Baskı: İstanbul, Aralık 1999, s.302-305. 2. Mustafa İsen, ‘‘Tezkirelerin Işığında Divan Edebiyatına Bakışlar: Divan Şairlerinin Meslekî Konumları’’, Millî Eğitim, S.83/ Mart-1989, s.35. 3. Muhsin Macit, ‘Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü’ Üzerine’’, Millî Eğitim dergisi, S.86, Haziran-1989, Şair sayısı 3134 olarak verilmiş s.77;* Dr. Ali Duymaz, ‘‘Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü’’, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.31, S.1, . Burada birer mahlası sayılmayan 47 şair dışında toplam şair sayısı 3139 olarak verilmiştir, s.499. 4. Prof. Dr. Mustafa İsen, ‘‘XVI. Yüzyıl Sonuna Kadar Osmanlılarda Biyografi Geleneği’’, Tezkireden Biyografiye, s.21.
103
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29
İstanbul Bursa Edirne Konya Diyarbakır Kastamonu Bağdat Gelibolu Kütahya Bosna Antep Buhara Serez Manisa V. Yenicesi Bolu Isparta Üsküp Amasya Aydın Manastır Rumeli Erzurum Filibe Selanik Sofya Ankara Trabzon Tokat
609 156 150 69 40 36 35 24 24 26 26 26 21 20 20 19 19 18 17 17 17 17 16 16 16 16 15 15 14
Doğu coğrafyasının merkezi iken, Batı Türklüğü için de Bağdat, Diyarbakır, Gence, Tebriz, Konya, Bursa, Edirne ve İstanbul gibi ilâve merkezler ortaya çıkmıştır. Bu merkezlerin özellikle kültürel bakımdan ortaya çıkışını sağlayan birtakım alt yapı, yani eğitim kurumları vardı. Bu kurumların başlıcasını medreseler, tekkeler ve askerî merkezler olarak tanımlamak mümkün[5]. Tezkire: Bilindiği gibi, Arapça zikr ( ﺮﻛﺬ,z-k-r/fi’l) kökünden gelen tezkire ()ﻩﺮﻛﺫﺗ, tef’ile vezninde mastar olup isim olarak da kullanılabilmektedir. Sözlüklerde ‘‘anmaya, hatırlamaya vesile olan kâğıt, varaka, risale ’’[6] gibi anlamlarda kullanılır. Edebiyatta ise ‘‘Divan Edebiyatında şairlerin yaşam öykülerini derleyen, onlarla ilgili değerlendirmelerde bulunan, şiirlerinden örnekler veren yapıtlara’’[7] denilmiştir. Tezkirelerde bahsi geçen kişinin hayat hikâyesi, nereli olduğu, hangi dönemde yaşadığı, hangi eğitim ve görev süreçlerinden geçtiği, başından geçen önemli olaylar, önemli eserleri ve ölüm tarihi gibi öne çıkan noktalar belirtilerek, varsa şiirlerinden örnekler verilir[8]. Kısacası tezkireler, öznel veya nesnel, şu üç özellikleri kendilerinde barındırmışlardır: Edebiyat tarihi, eleştiri ve antoloji. Bugün, ‘‘Nüfusunun çoğu ticaret, sanayi, hizmet veya yönetimle ilgili işlerle uğraşan, genellikle tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı, 5. Prof. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Klasik Şiirin Merkezi Olarak
İstanbul’’, bilig-13/ Bahar-2000, s.1-6 6. Raif Necdet Keteli, ‘‘Resimli Türkçe Kamus’’ Haz: Prof. Dr. Recep Toparlı, Belgin Tezcan Aksu, Canan Selvi Kanoğlu, Seyfullah Türkmen. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu Yayınları:842. Ankara-2004, s.502 7. ‘Tezkire’ kavramı için bk. Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi. Milliyet gazetesi. C.22, s.11483; *Ana Britannica, C. 20, s. 573-4; *Sabah Meydan Larousse, Cilt:19, s.247-8.; *Abdülkadir Karahan, ‘Tezkire’ ,İA, XII/1, s. 226230; * Harun Tolasa, ‘‘Tezkire’’, Türk Ansiklopedisi, C.31, Millî Eğitim Basımevi, Ankara-1982, s. 161-163; *Yusuf Öz (Fars Edebiyatı), Mustafa Uzun (Türk Edebiyatı) ‘‘Tezkire’’, TDVİA. C. 41, İstanbul-2012, s. 68-73; *İskender Pala, ‘Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü’, Kapı yayınları, 18. Basım: Kasım 2009, s.456; *Abdülbaki Gölpınarlı, ‘‘Şuara Tezkireleri ve Tezkireciler’’, Aylık Ansiklopedi, Seri:2, I(İstanbul, Temmuz-1949), s.28-31;* Necati Elgin, ‘‘Şuara Tezkireleri’’,Konya Halkevi Kültür Dergisi, s.129-130 (Temmuz- Ağustos 1949); *Zeki Pakalın, ‹‘Tezâkir-i Şuara’’, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.III, s.486-490;* Mehmet Halit, ‘‘Teskereler ve Teskireciler’’, Hayat, C.V, S.107, Ankara, 13 Kânunevvel 1928, s.44-45;* Doç. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Divan Edebiyatında Bir Tür: Tezkireler’’, Millî Eğitim, S.90/Ekim-1989, s.22-26. 8. Arş. Gör. Seda Uysal Bozaslan, ‘‘Enderunlu Mehmet Âkif’in Mir’ât-i Şi’r Adlı Tezkiresinin Muhtasar Bir Nüshası’’, Turkish Studies, Volume 8/3 Summer-2012, Ankara, s.2532.
kent, site’’[9] olarak ifade edilen şehir, tezkirelerde çoğunlukla şairlerin doğum-ölüm yerleri ve meslekleri olarak geçmektedir. Şehir, genel olarak şairlerin nerede doğduklarını ortaya koymaya yönelikken, bazen de tezkireciler tarafından coğrafî ve beşerî yönleriyle okuyucuya tanıtılır[10]. Şehirlere yönelik bilgilerin verilmesi, insanı etkileyen doğal ve beşerî faktörlerin tespitine imkân tanımaktadır. İklimin insan üzerindeki etkisi belirgindir. Coğrafî çevrenin, şairin hayatı ve yetişmesiyle ilgili olan bazı yönlerine de bazen değinildiği görülür. Şairin mizacının, şairliğinin, kültürel birikiminin coğrafî ve kültürel çevre şartlarıyla açıklanması, hatta değerlendirilmesi gibi bir anlayış ve tutuma ara sıra olsa rastlamak mümkündür. Divan şiiri, şehrin şairidir ve bütün kültürel birikimi, sosyal davranışı şehrin içinde biçimlenir. Osmanlı sınırları içinde, eğitim görmüş, sanat ve bilim alanlarında yetenekleri olan herkes gibi şair de, İmparatorluğun merkezine doğru akar[11]; çünkü tanınmanın, değer görmenin ve rahat yaşamanın en elverişli olduğu yerdir şehir. Ve bu çoğunlukla başkent olur. Osmanlının başkenti hüviyetinde olan İstanbul, bu açıdan, en çok ilgiyi çeken merkez konumundadır. Âdeta ‘Klasik Türk Edebiyatı’nın bel kemiği durumundadır. Ayrıca doğum yeri baz alındığında, tezkirelerde en çok şair çıkartan il özelliğine sahiptir. Şarkın ve İslam âleminin en önemli kültür ve eğitim mües9. Güncel Türkçe Sözlük, http://tdkterim.gov.tr/bts/ ET:07-042013.
10. Kitap-Tez: Prof. Dr. Harun Tolasa, ‘‘ Sehî, Lâtîfi ve Âşık
Çelebi Tezkirelerine Göre 16. Yüzyılda Edebiyat Araştırma ve Eleştirisi’’, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yay., Bornovaİzmir 1983; Pervin Çapan, ‘‘18.yy. Tezkirelerinde Edebiyat Araştırma ve Tenkidi’’, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Elazığ 1993, 547s.(Basılmamış Doktora Tezi); Yrd. Doç. Dr. Filiz Kılıç, ‘‘XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair ve Eser Üzerine Değerlendirmeler’’, Akçağ Yayınları, Ankara 1998,; Yrd. Doç. Dr. Süleyman Solmaz, ‘‘Onaltıncı Yüzyıl Tezkirelerinde (Ahdî, Gelibolulu Âlî, Kınalızâde, Beyânî) Şairin Dünyası, Ankara, 2012. Makale: Doç. Dr. Pervin Çapan, ‘‘Tezkirelerde İstanbul’un Ele Alınışı’’, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C.31, 2004; Yrd. Doç. Dr. Ömer Bayram, ‘‘Nevvab Tezkiresinde Şair ve Eser Üzerine Değerlendirmeler’’, Turkish Studies, Volume 7/1, Winter 2012, Turkey; Yrd. Doç. Dr. Süleyman Solmaz, ‘‘Hasan Çelebi Tezkiresi’nde Mekân Tasvir ve Tavsifleri’’, Turkish Stadies, Volume 7/1, Winter 2012, Turkey; Dr. Aysun Ayduran, ‘‘Biyografik Kaynaklarında Şehir, Kültür İlişkisi ve Bunun Hasan Çelebi Tezkiresi’nde Görünüşü’’, bilig-12/ Kış-2000; Filiz Kılıç, ‘‘Tezkireler Işığında İstanbul’’, Tarihi, Kültürü ve Sanatıyla VII Eyüp Sultan Sempozyumu Tebliğler (10-12 Mayıs 2003) Eyüp Belediyesi; Arş. Gör. Resul Kaya, ‘‘Tuhfe-i Nâilî’de Şair Kimlikleri’’, Turkish Studies, Volume 4/2 Winter 2009. 11. Mehmet Narlı, ‘‘Şiir ve Şehir (Divan Şiirinden Cumhuriyet Şiirine)’’, Hece (Aylık Edebiyat Dergisi), Yıl:13, S.150/151/152, Haziran-Temmuz-Ağustos 2009, s.30
104
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
seseleriyle donatılan, İslamın merkezi ve taht şehri olan İstanbul, Osmanlı devletinin her döneminde sanat ve kültür merkezi olma özelliğini korumuştur. Hemen her asırda Şark dünyasının çeşitli bölgelerinden, hatta yabancı diyarlardan ilim ve sanat erbabı Osmanlıdaki iltifata muhatap olmak için İstanbul’a gelerek saraya şiir sunmanın çabası içinde olmuştur. İstanbul’da bu zengin kültür hayatı, sadece İstanbul’la kalmayıp taşraya da uzanmıştır. Mesela Manisa, Kütahya ve Amasya gibi şehzadelerin bulundukları sancaklar, stratejik ve yönetim açısından önemli birer merkez olmalarının yanı sıra, şiir ve edebiyatında yaşandığı birer kültür muhitleridir. İstanbul’da ilim ve sanat adına yapılan çalışmalar, kısa zamanda buralarda yankısını buluyor, şehzadelerin çevresinde ilmî ve edebî bir mahfil, aydın bir kadro teşekkül ediyordu[12]. Tezkirelerde İstanbul için kullanılan kelime veya kelime grupları çeşitlidir: ‘İstanbul, Stanbul, mahrûse-i İstanbul, şehr-i İstanbul, Kostantiniyye, mahmiyye-i Kostantiniyye, mahrûse-i Kostantiniyye, Dârü’s-saltanat, Dârü’s-saltanatü’l-aliyye, Dârü’ssaltanat-ı Kostantiniyye, İslâmbol, şehr-i İslâmbol, dârü’s-saltane İslâmbolu’l-mahmiyye, Dârü’l-mülk, dârü’t-devlet, sevâd-ı a’zam, ümmüd’dünyâ’ gibi. İstanbul XVI (Sehî, Latifî, Hasan Çelebi, Ahdî, Beyanî), XVII (Riyazî, Faizî, Rıza, Yümnî, Asım, Güfti, Mucib) ve XVIII. (Safayî, Salim, Beliğ, Safvet, Ramiz, Silahdarzade, Esrar Dede, Âkif) yüzyılda yazılmış tezkirelerde: 1. Hilafet merkezidir. 2. Saltanat makamıdır. 3. Faziletli, bilgili kişilerin/ sanatkârların yetiştiği, toplandığı, ilim, irfan yeri/ madeni/ beşiğidir. Her alanda söz sahipleri burada toplanırlar. Şehir, bir cazibe merkezidir. 4. Talep, istek makamıdır. 5. Şeref kazanılan ya da şerefi artıran yerdir. 6. Hüma’ya yani devlet kuşuna veya mutluluğa yuva/mekân olan şehirdir. 7. Tabiatın güzelliği/ havası misk gibi, suyu şerbet gibi tatlı/ iklimi yani âb u hevâsı latif’tir. 8. Mahalleleri bereketlidir. 9. Kaleleri sağlamdır. 10. Kısacası bütün bu özellikleriyle İstanbul benzeri olmayan bir şehirdir. nasıl bir sosyo-kültürel zenginliğe, coğrafî güzelliğe, imkânlara ve siyasî konuma sahip olduğu tezkire12. Yrd. Doç. Dr. Cevdet Dadaş, ‘‘Osmanlı Arşiv Belgelerinde Şairlere Verilen Câize ve İhsanlar’’, Türkler Ansiklopedisi. Yeni Türkiye yayınları. Editörler Hasan Celâl Güzel, Prof. Dr. Kemal Çiçek, Prof. Dr. Salim Koca. C.11 Ankara-2002, s.748-757.
105
cilerce ifade edilmiştir. DİYARBAKIR: A)Tarih: Şehrin adı ilk olarak Asur hükümdarı Adad-Nirari I (M.Ö. 1310-1281)’den kalma bir kılıç kabzasında Amidi veya Amedi olarak yazılmıştır. XIII. yüzyıldan bu yana yazılmış bazı eserlerde Kara-Amid, bazılarında Kara-Hamid denildiği görülür. Dede Korkut Kitabı’nda ‘Hamid’ adı geçmiştir. ‘Kara’ sıfatı, şehri baştan başa kuşatan surların ve yapıların esmer bazalt taştan yapılmış olmasında takıldığı kabul edilmektedir. Kara- Amid adı bazı Arap tarihçilerinin eserlerinde, bu adın tercümesi olan ‘Âmid-i Sevdâ’ olarak yazılmıştır. İlkin Yukarı-Dicle bölgesine verilen Diyar-i Bekr adı, daha sonra ilin adı olmuş, yine Amid veya Kara Amid denilmeye devam edilmiştir. Daha sonra şehrin bu adı yavaş yavaş unutularak yerini XX. yüzyıl başlarından itibaren ‘Diyarbekir’e bırakmıştır[13]. ‘Belde-i nur’, ‘belde-i ilm ü irfan’ olarak yorumlanan Diyarbakır’ın eski adı Amida olup, çeşitli rivayetlerle birlikte, kelimenin nereden geldiği kesin olarak bilinmemektedir. İslami dönemde bu isim Âmid şeklini almış ve XVII. Yüzyıla kadar hem şehir hem de onun merkez olduğu sancağın adı olarak kullanılmıştır. Osmanlılar döneminde bazen Kara Âmid adıyla anılan şehrin daha sonraki adı olan Diyarbekir ise Müslüman Araplar bölgeyi fethettikten sonra, Tabîa Arapları’nın iki büyük kabilesinden biri olup Dicle kenarlarında yaşayan Bekir b. Vâil kabilesinin yayıldığı topraklara verilen Diyâr Bekr veya Diyâr-ı Bekr adına dayanır. Bu bölge için ne zamandan beri kullanıldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte VIII. yüzyıldan itibaren kaynaklarda geçtiği tespit edilen Diyâr-ı Bekr Osmanlı hâkimiyeti döneminde Diyarbekir şeklini alarak Âmid şehri ve sancağı merkez olmak üzere teşkil edilen beylerbeyliğin adı olmuş, XVII. Yüzyıldan sonra ise şehir merkezi için kullanılmaya başlanmış, 1937’de Diyarbakır şekline çevrilmiştir[14]. Diyarbakır, bir taraftan çeşitli geçim kaynakları bulunan bir bölgenin merkezi, bir taraftan da ehemmiyetli yolların kavşağında olmasıyla, tarih boyunca gelişme imkânı bulmuştur. Aslında ilk çağlarda bile ana yollar üzerinde bulunan ticaret merkezi özelliğine sahipti[15]. 13. Şevket Beysanoğlu, ‘‘Anıtlar ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi’’, C.1 (Başlangıçtan Akkoyunlular’a Kadar), Nehir Matbaası, Ankara-1987, s.3-5 14. ‘‘Diyarbakır (Nejat Köyünç)’’, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul- 1994, C. 9, s. 464-5. 15. ‘‘Diyarbakır’’ maddesi, İslam Ansiklopedisi, C.3, M.E.B.
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
B)Kültürel Faaliyetler: Diyarbakır, Anadolu’da Müslümanlar tarafından ilk önemli merkezlerden biridir. Şehir, kültür merkezi vasfını koruyarak XII. yüzyıl başlarına kadar İslam dünyasının dördüncü önemli ilim ve edebiyat merkezi olmayı sürdürmüştür. Etnik ve dinî açıdan farklılığı, barışçıl bir zeminde bünyesinde toplamış ve sürdürmüştür. XI. yüzyıl sonlarından itibaren Türk yönetimine geçmiş, gelişimini sürdürmüş ve Anadolu’nun İslamlaşması sürecinde önemli bir geçiş noktası özelliğini kazanmış, kendisine has bir ağız oluşturmuş. Osmanlı yönetimi sırasında Diyarbakır, uzun bir süre iç ve dış tehlikelerden uzak kalması, devletin en büyük ve en önemli eyaletlerden birinin merkezi yapılması ve İran’a karşı yapılan savaşlarda üs ve kışlak olması dolayısıyla çok kısa süre içinde toparlanıp eski ihtişamını elde etti[16]. Coğrafi, ticaret ve siyasi özellikler kadar bölgenin bilim ve sanat ehlini yetiştirmesinin nedenleri arasında sanat hamiliğinin etkisi de göz ardı edilmemelidir. Diyarbakır’ın Osmanlı zamanında Beylerbeyliği merkezi olması, siyasi işleyişinin yanında bölgenin bilim ve sanat merkezi olarak öne çıkmasında da etkili olmuştur. Osmanlının başka bölgelerinde olduğu gibi Diyarbakır Beylerbeylerinin ve buralarda çeşitli zamanlarda valilik yapmış Paşaların da hami olarak çevrelerindeki ilim ve sanat ehlini desteklemeleri ve korumaları bu bölgedeki kültürel canlanmanın en önemli nedeni olarak düşünebilir[17]. ‘Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sölzüğü’[18]nde 40 şairle 5. sırada yerini almıştır. İstanbul Millî Eğitim Basımevi- 1988. Besim Darkot ve Mükrim H. Yınanç, s.601-625 16. Prof. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları Üzerine’’, Yedi İklim, S. 35 / Şubat-1993. 17. Tûba Işınsu İsen-Durmuş, ‘‘Diyarbakır’ın Bir Kültür Merkezi Olmasında Sanat Korumacılığının Rolü’’, ‘Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır’ Sempozyumu, Editörler Bahaeddin Yediyıldız, Kertsin Tomenendal, Diyarbakır Valiliği Türk Kültürü’nü Araştırma Enstitüsü, C.3, Ankara-2008. 18. Kültür Ve Turizm Bakanlığı yayınları:942, Hzl. Doç. Dr. Haluk İpekten, Doç. Dr. Mustafa İsen, Doç. Dr. Recep Toparlı, Doç. Dr. Naci Okçu, Yrd. Doç. Dr. Turgut Karabay. Ankara-1988. Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü’ndeki şair sayıları, şu kaynak eserlerden hareketle tespit edilmiştir: Mecâlisü’nNefâis, Mecmaü’l-Havâs, Heşt Behişt, Latîfî Tezkiresi, Ahdî: Gül-şen-i Şuarâ, Âşık Çelebi: Meşâirü’ş-Şuarâ, Kınalızâde Hasan Çelebi’nin Tezkiretü’ş-Şuarâ’sı, Beyânî Tezkiresi, Riyâzü’ş-Şuarâ, Yümnî Tezkiresi, Rızâ Tezkiresi, Zeyl-i Zübdetü’l-Eş’âr, Güftî: Teşrîfâtü’ş-Şuarâ, Mucîb Tezkiresi, Sâlim Tezkiresi, Safâyî Tezkiresi, Gül-deste-i Riyâz-ı İrfân, Nuhbetü’l-Âsâr li-zeyl-i Zübdetü’l-Eş’âr, Adâb-ı Zurefâ, Şefkat Tezkiresi, Ârif Hikmet Tezkiresi, Fatin: Hâtimetü’l-Eşâr, Esrâr Dede’nin Tezkire-i Şuarâ-yı Mevleviyye’si; Gelibolulu Âlî’nin Kunhü’l-Ahbâr, Abdurrahman-ı Hibrî’nin Edirne’de yetişen şairlerle ilgili olarak yazmış olduğu Enîsü’l-
Diyarbakırlı şairlerin tespit için tekrar ‘Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü’ne başvurulduğunda, ‘Diyarbakır’da doğdu.’ ifadesi çerçevesinde[19] 36; bugün Diyarbakır’ın ilçesi konumunda olan ‘Çermik’te doğdu.’[20] ifadesiyle 1; ‘Diyarbakırlı’dır.’[21] ifadesiyle 1; ‘Diyarbakır’a yerleşti.’[22] ifadesiyle 3, ‘Diyarbakır…oğludur.’[23] ifadesiyle 2; Salim ve Safaî tezkirelerinde ‘Erzurum’da doğdu’ ğu kabul edilen Edib’in Ramiz tezkiresinde ‘Diyarbakırlı’[24] olduğu; Sehî ve Latifî tezkirelerinde ‘Türkistanlı’ olarak gösterilen ‘Cemilî’[25]nin de Fâzi dikkate alınarak Diyarbakırlı olduğu kabul edildiğinde bu sayı toplamda 45 olmaktadır. Şevket Beysanoğlu’nun üç ciltlik ‘Diyarbakır’lı Fikir ve Sanat Adamları’ adlı çalışmasında 4. yüzyıldan günümüze kadar Diyarbakır’da yetişen bilim ve sanat adamlarının sayısının 421 olduğu tespit edilmiştir. Bunların 174’ü bilim adamı, 288’i şair ve yazar, 5’i hattat, 8’i bestekâr ve 6’sı ressamdır[26]. ‘Diyar-bakır’ ve ‘Âmid’ isimleri esas alınarak kimi tezkirelerdeki Diyarbakırlı şairlerin sayısı tespit edilmeye çalışıldığında şu tablo karşımıza çıkmaktadır: Müsâmirîn’i, Âkif Mehmed’in Enderun’da yetişmiş olan şairleri anlattığı Mir’âtü’ş-Şi’r’i ile bu eserlerin yazma nüshalarından yararlanılmıştır. 19. Âkif (S.25; Kay:AH.), Çâkerî (97; Kay:Ram.), Emîrî (112-3;Kay:SAL.,BEL.,RAM).,Emnî (113; Kay:SA., SAL.), Emrî (114; Kay: SA., BEL.), Fâmî (127; Kay: SA., SAL., BEL.), Halîlî (175; Kay: S., L., AÇ, HÇ., B., K.), Hamdî (179; Kay: SA., SAL.), Hâmî (181; Kay:AS., RAM.,Ş.), Hâsim (189; Kay:SA., SAL.,RAM.), Humârî (215; Kay:A.), İsmet (231; Kay:FAT.), İzzetî (235; Kay:SA.), Kâmî (242; Kay:FAT.), Lebib (263; Kay:FAT.), Lebib (163; Kay:RAM.), Lebib (163; Kay:Ş.), Lebib (264; Kay:SAL.), Meâlî (277; Kay:SA., BEL.), Mesîhî (285; Kay:AÇ.,BEL.), Nigâhî (339; Kay:RI.,M.,BEL.), Nisbetî (345; Kay:SA.), Ömrî (355; Kay:AS.,G.,SA.,BEL.), Refî (376; Kay:AH.,FAT.), Sâfî (411; Kay:FAT.), Safvet (412; Kay: FAT.), Saîd (417; Kay:FAT.), Sîret (450; Kay:AH.), Şehdî (471; Kay:Y., SA.,BEL.), Şöhretî (489-490; Kay:R.,F.,RI.), Şuhûdî (490; Kay:A.), Şûrî (491; Kay:SA.,SAL.,BEL.), Tufeylî (507; Kay:A.), Ülfetî (511; Kay:A.), Vahyî (518; Kay:RI.,M.,AH.), Vücûdî (532; Kay:SA.,BEL.). 20. Fuzûlî (S.153; Kay:Y.) 21. Yüsrî (S.540; Kay:SA.) 22. Sünnî (Rumeli’ne bağlı Semendire’de doğdu, s.45960, Kay:A.,HÇ.), Nazîf Süleyman (Diyarbakır’da mahkeme başkâtipliği ve bazı vezirlere divan kâtipliği görevlerinde bulundu, s.325; Kay:FAT.), Hakkî (Erzurum Hasankale’de doğdu. Diyarbakır Tillo’ya gitti. Şeyh İsmail Fakirullah’a bağlandı. Tillo’da öldü, s.172; Kay:FAT.) 23. Lütfî (Diyarbakır müftüsü Ali Efendi’nin oğludur, s.268; Kay:FAT.), Ahmed (Diyarbakır Paşası olan İskender Paşa’nın oğludur, s.18; Kay:A.) 24. Edib (s.106, Kay:SA.,SAL.,RAM.) 25. Cemilî (s.87; Kay:S.,L.,HÇ.,K.,F.) 26. Şevket Beysanoğlu, ‘‘Anıtlar ve Kitâbeleri İle Diyarbakır Tarihi’’, C.2 (Akkoyunlular’dan Cumhuriyete Kadar), Nehir Matbaası, Ankara-1990, s.674.
106
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Tezkire Yazarı
Tezkirenin Adı
Ölüm
K. Dönem
T. Ş. S
Diyarbakır
XVI. YY. Sehî Bey
Heşt-Behişt1 (Bihişt, Sekiz Cennet)
1548
1400-1538
240
Yok
Latifî
Tezkire-i Şu’arâ2
1582
140-1546
334
1
Hasan Çelebi
Tezkiretü’ş-şu’arâ3
1586
1400-1585
640
1
Ahdî
Gülşen-i Şu’arâ4 (Şairlerin Gül Bahçesi)
1593-4
1520-1563
381
1
Gelibolulu Âlî
Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı5
1600
1299-1599
305
1
XVII. YY. Rıza
Tezkire-i Şu’arâ6
1672
1591-1640
269
3
Yümnî
Tezkire-i Şu’arâ7
1675
1600-1662
29
4
Diyarbakırlı Mûcib
Tezkire-i Şu’arâ8
1726
1609-1710
107
1
Safayî
Tezkire-i Şu’arâ9
1725
1640-1719
484
12
Mirzazâde Sâlim
Tezkire-i Şu’arâ10
1743
1688-1722
423
7
Bursalı İsmail Beliğ
Nuhbetü’l-âsâr li Zeyli Zübdeti’l-Eş’âr11
1729
1620-1726
414
8
Hüseyin Râmiz
Âdâb-ı Zurefâ12 (Zariflerin Âdabı)
1788
1720-1784
375
7
Enderunlu Âkif
Mir’ât-i Şi’r13 (Şiir Aynası)
1779
17. yüzyıl
23
Yok
1290-1873
281
4
76
4
XVIII. YY.
XIX. YY. (Çaylak) Tevfik
Kâfile-i Şu’arâ14 (Şairler Bölüğü)
1893
XX. YY. Mehmed Sirâceddin
Mecma’-ı Şu’arâ ve Tezkire-i Üdebâ15
1924
1834-1907
Ali Emirî’nin şu iki eseri de sadece Diyarbakırlı şairlere yer verilmiştir. ‘Ali Emirî ‘Alî Emîrî
Esâmî-i Şu’arâ-yı Amîd16 Tezkire-i Şu‘arâ’-i Âmid17
1924 1924
Evliya Çelebi 1655’te Diyarbakır’a gelmiştir[27]. Onun verdiği bilgilere göre Diyarbakır’da Fis Kayası’nın aşağısında bulunan nehrin iki yanı, güllük gülistanlık, bağ, bostan ve reyhan olduğu için yeryüzünde tanınmış bir dinlenme yeri olup her 5-6 ay Diyarbakır halkının Şattü’l-Arab faslını ettikleri bir gezinti ve eğlence yeridir. Seyyah’ın yaklaşımında Diyarbakır’ın iklimi hoş olduğu için insanları güzel, şen şakrak, laubali kişilerdir. ‘Suyunun ve havasının tatlılığından dolayı halkı gayet zeki, çocukları gayet 27. Ejder Okumuş, ‘‘Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde Diyarbakır’’, ‘Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır’ Sempozyumu, Editörler Bahaeddin Yediyıldız, Kertsin Tomenendal, Diyarbakır Valiliği Türk Kültürü’nü Araştırma Enstitüsü, Ankara-2008. C. 1, s.173-186
107
212 79
akıllı ve soyludur.’ demektedir. Gençlerin güzelliklerini de Diyarbakır’ın havasına bağlar. Diyarbakır’da düzgün ve sanatlı bir şekilde rahatlıkla konuşan kimseler vardır. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde: ‘‘Bu Diyarbakır’da nice yüz fasih ü beliğ şuarâ-yı kâmiller vardır ki, her biri Fuzulî ve Ruhî misaldir. Birçoğu ile hem enis ü celis olduk. Hakkâ ki emsalleri nâ mevcut birer zât-i fezâil-nümâdır // Bu Diyarbakır şehrinde yüzlerce şair ve üstün yetenekli insanlar yetişmiştir ki her biri, dilleri doğru ve kurallara uygun biçimde kullanmakta ve şiir yazmakta Fuzulî ve Bağdatlı Ruhî gibidirler. Birçoğu ile oturup konuşma mutluluğuna eriştik. Doğrusunu söylemek gerekirse, benzerleri az bulunur erdemli kişilerdir.’’
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
XV.-1911
1890-94 yılları arasında Diyarbekir’de valilik yapan Giritli Sırrı Paşa’nın Diyarbakır için söylediği; ‘‘Diyarbekirlilerden müctemi bir cemaatte gözlerimi bağlayıp otursam ve elimi atsam, tuttuğum ya şair, ya münşidir.’’[28] sözü burada hatırlanması gerekiyor. Diyarbakır’dan hareketle tezkirelerde şehirlere yönelik kullanılan ifadeler ve şairlerin sahip olduğu şair sayısını tespit edilmeye çalışılmıştır. Diyarbakır, Râmiz’in ‘Âdâb-ı Zurafâ’sında, Emîrî; ‘‘…medîne-i (şehir) Diyâr-ı Bekrden nümâyende-i (gösterici, görünücü) zuhûr (ortaya çıkma, görünme)…’’, Edîb; ‘‘…Âmidiyyyü’lasl…’’, Âgâh; ‘‘… Diyâr-ı Bekr dinmekle zebân-zed (söylenen, alışılmış) medîne-i Âmidde bir müddet kûşe-gîr-i ( köşeye çekilen) ikâmet (oturma) oldukda ol kazâ-yı şeref-fezânıŋ (şeref artırıcı) âb (su) ü hevâ-yı (hava) letâfet-efzâsına rağbet ve ahâlisinin sadâkatlerine meyl ü rağbet buyurmalarıyla …’’, Pîrî Efendi; ‘‘… Galatadan Sipâhî Mehmed Efendi yerine Diyâr-ı Bekr kâzîsı olup…’’, Çâkerî ‘‘Medîne-i 28. M.Şefik Korkusuz: Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat. Kent yay.İst.2007. ‘‘Diyarbekirlilerden müteşekkil büyük bir mecliste gözlerim kapalı olarak el yordamı ile o zevattan herhangi birini yakalasam! O muhterem zat: Ya âlimdir, ya şair, ya edipdir, ya hattatdır, ya musikişinasdır, ya büyük bir sanatkârdır ve tam manası ile begefendidir…’’. Prof. Dr. Mükremin Halil Yınanç da Diyarbekr için ; ‘‘Dünyada şehir mesahasına nisbetle en çok âlim, fazıl, edip, şair, musikişinas, hattat, sanatkâr, büyük insan yetiştiren şehir Amid’dir, Diyarbekir’dir…’’. Zübeyde Kırmızı, ‘‘Amid-i Nur’’, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Yayınları, s.211.
Diyâr-ı Bekrden zuhûr…’’, Hâmî; ‘‘Fi’l-asl Diyâr-ı Bekr ahâlîsinden olup…’’, Rızâ Efendi; ‘‘… medîne-i Diyâr-ı Bekr mevleviyyetiyle makzıyyü’lmerâm olmuşlar idi.’’, Çeteci ‘Abdu’llâh Pâşâ; ‘‘Şehr-i mübârizân (kuvvetli münakaşaya kalkışanlar) ve makarr-ı (oturulan yer, karar edilen yer) dilâverân (yiğitler, yürekliler) olan şehr-i bî-misl (benzersiz, eşsiz) ü bî-akrân (benzersiz, eşi görülmeyen) olan medîne-i Diyâr-ı Bekre izâfe ile şöhret-karîn Çermik nâm kasabadan zuhûr…’’, ‘İzzî-i Dîger Re’îs-zâde; ‘‘Mevâlî-i ‘ızâmdan Diyâr-ı Bekr mevleviyyetiyle mümtâz…’’, Lebîb; ‘‘Diyâr-ı Âmidden zuhûr…’’ örneklerinde olduğu gibi, ‘Diyâr-ı Bekr’ veya ‘Âmid’ şeklinde şairlerin doğum veya yerleşme yerleri olarak geçmiştir. * Tezkire-i Mucibi’te sadece Vahyî’nin Diyarbakırlı olduğu şu şekilde yer almıştır: ‘‘Diyarbekrî ‘Ömer Çelebî’dir.’’ * Mehmed Sirâceddin ‘‘Mecma’-ı Şuarâ Tezkire-i Üdebâ’’sında şairlerden Hamdî; ‘‘Şehr-i Diyârbekr (Âmid)’dendir.’’, Nihânî; ‘‘Diyârbekr şehrinden zuhûr etmişdir.’’, Ahmed, ‘‘Diyâr-bekr şehrinden zuhûr etmişdir.’’, Güzârî, ‘‘Şehr-i Diyârbekr’dendir.’’, Râmiş, ‘‘Diyâr-bekr (Âmid) şehrinden zuhûr etmişdir.’’ şeklinde, sadece nerde doğduklarına yönelik bilgi olarak yer almıştır. Kınalızade Hasan Çelebi, Tezkiresinde doğum yerlerini veya yetiştikleri yeri takdim ederken: İstan-
108
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
bul, Bursa, Edirne, Vardar Yenicesi, Üsküp, Serez, Gelibolu, Prizen, Manastır, Konya, Trabzon, Tire, Bağdat, Sinop, İznik, Akşehir, Rodos, Malakara, Şiraz … gibi kültür merkezlerini genellikle tanıtma yoluna gitmiştir. Tezkirelerde çoğunlukla Amid adıyla geçen bir bölge veya vilâyet adı olan Diyarbakır, Hasan Çelebî Tezkire’sinde Dicle ve Fırat nehrinin arasında kalan şehrin ikliminin güzel olduğu sadece bir şairin biyografisinde belirtilmiştir. Halili: Letafet-i ab u heva ile şöhre-i dehr ve makbul u memduh-ı Zeyd ü ‘Amr olan Diyarbekrdendür[29]. Kaynakça 1. Mustafa İsen, ‘‘Sehi Bey Tezkiresi, Heşt Bihişt’’. Akçağ Yayınları, 2. Basım: Ankara-1998. 2. Doç. Dr. Mustafa İsen, ‘‘Latîfî Tezkiresi’’. Akçağ Yayınları, 1.Baskı, Ankara-1999. Halîlî (s.203-4) 3. *Hasan Çelebi, ‘‘Tezkiretü’ş-şu’arâ’’. Hzl. Aysun Sungurhan-Eyduran. Ankara-2009. T.C. Kültür Ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü (www. kulturturizm. gov. tr adresinden) 3215 Kültür Eserleri; Halîlî (C.1, s.283-284). 4. Süleyman Solmaz, ‘‘Ahdî ve Gülşen-i Şu’arâ’sı’’. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı yayınları, Ankara-2005 ve Ayrıca T. C Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü (www. kulturturizm. gov. tr adresinden) 3219 Kültür Eserleri. C.2, Tufeylî (S.208-209) 5. Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi yayını: S.:93. Tezkireler Dizisi-S.2 Hzl. Dr. Mustafa İsen. Ankara-1994. Halîlî (135) 6. Gencay Zavotçu; ‘‘Rıza Rezkiresi (İnceleme-Metin), Sahhaflar Kitap Sarayı, İstanbul, Mayıs-2009. Nigâhi (223), Şöhreti (271), Vahyî (283) 7. Sadık Erdem, ‘‘Mehmed Sâlih Yümnî, Tezkire-i Şu’arâ-i Yümnî’’. Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, İstanbul-1988, s. 85-112. Şânî (97-8), Şehdî (99), ‘İzzetî (102), Fuzûlî (103), 8. Kudret Altun, ‘‘Tezkire-i Mucîb (İnceleme-Tenkitli Metin-Dizin-Sözlük’’. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı yayınları (Tezkireler Dizisi:3). 1. Baskı. Ankara-1997. Vahyî (62) 9. Doç. Dr. Pervin Çapan, ‘‘Mustafa Safâyî Efendi, Tezkire-i Safâyî (Nuhbetü’l-Âsâr Min Fevâ’idi’l-Eş’âr)’’ ,İnceleme-Metin-İndeks; Atatürk Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayını: 322, Tezkire Dizisi Sayı: 9; Ankara-2005. Mehmed (Emnî), Mehmed (Emîrî), Ahmed (Hamdî), İbrahim (Hâsim),Yahya (Şehdî), Hasan (Şûrî), Ömer (Amrî), İsmail (Fâmî), Mehmed (Me’âlî), Ali 29. Dr. Aysun Ayduran, ‘‘Biyografik Kaynaklarında Şehir, Kültür İlişkisi ve Bunun Hasan Çelebi Tezkiresi’nde Görünüşü’’, bilig-12/Kış-2000, s.40-1.
(Nisbetî), Ahmed (Vücûdî),Yüsrî. Kitabın 25-35 sayfaları arasındaki tablodan yararlanılarak şairlerin adlarına yer verilmiştir. 10. Prof. Dr. Adnan İnce, ‘Tezkireü’ş-Şu’arâ/Sâlim Efendi’, Atatürk Kültür ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayını: 335; Birinci baskı Ankara-2005. Tokadî Mehmed Emin (Emîn-i Burusî-Eski Mahlası Sâdık), Mehmed (Emîrî), İbrahim (Hâsim-i Diger), Ahmed Çelebi (Hamdî-i Diger), Hasan Ağa (Şûrî), İsmail (Fâmî), Lebîb-i Diger. Kitabın 33-56 sayfaları arasındaki tablodan yararlanılarak şairlerin adlarına yer verilmiştir. 11. İsmail Belîğ, ‘‘ Nuhbetü’l-âsâr li Zeyli Zübdeti’lEş’âr’’. Hzl. Prof. Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu. Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı yayınları. Ankara-1999. Tezkireler Dizisi:4 2. Baskı, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara-1999. Âgâh, Emîrî, Abdülkerim (Şânî), Hasan Ağa (Şûrî), Yusuf Efendi (Şehdî), İsmail Efendi (Fâmî), Mehmed Çelebi (Me‘âlî), Ahmed Efendi (Vücûdî). Kitabın XV-XXXIV sayfaları arasındaki tablodan yararlanılarak şairlerin adlarına yer verilmiştir 12. Sadık Erdem, ‘‘Râmiz ve Âdâb-ı Zurefâ’sı’’. (İnceleme-Tenkitli Metin-İndeks-Sözlük), Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, S.79, Tezkireler dizisi-S.1, Ankara-1994; Emîrî (S.11-2), Edîb (12), Çâkerî (59), Hâsim-i Dîger (65-6), Hâmî (72), Çeteci ‘Abdu’llâh Pâşâ (Çermîk;215-6), Lebîb (260-1). 13. *Arş. Gör. Seda Uysal Bozaslan, ‘‘Enderunlu Mehmet Âkif ’in Mir’ât-i Şi’r Adlı Tezkiresinin Muhtasar Bir Nüshası’’, Turkish Studies, Volume 8/3 Summer-2012, Ankara. 14. Mehmet Tevfik, ‘‘Kâfile-i Şu’arâ’’, Hzl. Fatma Sabiha Kutlar Oğuz, Müjgân Çakır, Hanife Koncu, Doğu Kütüphanesi, 1. Baskı: İstanbul-2012. Mehmed, Emnî (Burnaz Mehmed Ağa), İbrâhîm (Hâsim), Ahmed (Hicâzî),Halîl. 15. Mehmed Sirâceddin, ‘‘Mehmed Sirâceddin Mecma’-ı Şu’arâ ve Tezkire-i Üdebâ’’. Hzl. Dr. Mehmet Arslan, Sivas-1994. Hamdî (43-4), Nihânî (65-6), Ahmed (70), Râmiş (97-9). 16. *Ali Emirî , ‘‘Esâmî-i Şu’arâ-yı Âmîd’’. Hzl. Galip Güner-Nurhan Güner. (Neşreden Abdulkerim Abdulkadiroğlu), Anıl Matbba ve Ciltevi, Ankara-2003. Kaynak Eserler Dizisi: 2; *Hasan Yılmaztürk, ‘‘Esamî-i Şuara-yı Amid’’, Fatih Üniversitesi Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Ali Fuat Bilkan, İstanbul-1999; *Kasım Hayber, ‘‘Tezkire-i Şu’arâ-yı Âmid’’, Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Ümit Tokatlı, (Neşreden Abdulkerim Abdulkadiroğlu) Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul-1989; *Mehmet Arslan, ‘‘Ali Emîrî ve Tezkire-i Şu‘arâ-i Âmid’’, Yedi İklim IV/35 (İstanbul, Şubat-1993); 17. ‘Alî Emîrî , ‘‘Tezkire-’i şu‘arâ-’i Âmid’’, C.1, Dersa‘adet, Matba‘-ı Âmidî, 1328 (١٤٢٨), Üç ciltten mürekkep olan kitabın ilk cildi olup ‘z’ harfine kadar ele alınmıştır. ■
109
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
KEMAL BATMAZ
AYDEMİR, Şerif, Çiçekten Harman Olmaz, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2013. Çiçekten harman olmaz ama okuyucunun gönlünü efil efil harmanlayan hikâyelerden oluşan bir kitap Çiçekten Harman Olmaz. Şerif Aydemir’in kalemi ömrün “aşk” ve “sevgi” tırnağında yer alan kısmını gönülleri eleyen bir dil yalınlığı ve akışkanlığı ile anlatmış. Dili öylesine rahat ki her cümlesinde her yargısında bir ata beyanı, atasözü inceliği var. İsteme Adresi: İstiklal Cad. Ankara Han 65/3. 34433 Beyoğlu/ İSTANBUL Tlf. (0212) 251 03 50
PAYAM, Nazım, Ses Ve Yaz, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2013. “Şehrin oluşturduğu anafor; bazen değer düğümlerini öylesine gevşetiyor ki her şey kendiliğinden müflis ironiye dönüşüyor. “Ben”den başka hiçbir şeyi ciddiye almıyor insan. Balkona mahkûm çocuklar, geçkin bekârlar, bir başına bırakılmış ihtiyarlar, rezil yoksulluk ve yersiz yurtsuz hain ihtiras, sinsice zevklendiriyor onu. Küçük hesaplardan dolayı huzur vericilerini, huzur verecekleri ha-
yatın kör kuyusuna itmekten çekinmiyor. Zaman zaman sorarım kendime: Acaba, derim, bencilliği insandan başka yeşertecek saksı var mı?” Ses Ve Yaz, yazarın ikinci deneme kitabı. İsteme Adresi: İstiklal Cad. Ankara Han 65/3 34433 Beyoğlu / İSTANBUL Tlf. (0212) 251 03 50 ÇETİŞLİ, İsmail, Şairin Diliyle Hz. Peygamber, Denizli Belediyesi Kültür Yayınları, Denizli, 2013. Değerli Hocam Prof. Dr. İsmail Çetişli’nin hazırladığı Şairin Diliyle Hz. Peygamber antolojisinin çıktığı haberini vermekten mutluluk duyduğumu belirtmek isterim. Antolojiyi yine kendisinin diliyle tanıtmak istiyorum: “…okuyucuya Tanzimat sonrası Türk şiirinde Hz. Peygamber konusunu kronolojik bir bütünlük içinde sunabilmek ve şairin O’na olan aşkını duyurabilmek amacıyla hazırlanmıştır.” ÇETİŞLİ, İsmail, Şiirimizde Peygamber ve Gül, Denizli Belediyesi Kültür Yayınları, Denizli, 2013. Ömürlerin ve âlemin yegâne
110
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
Gül’ü Hz. Peygamber şiirimizin en temel esin kaynaklarından biri. Prof. Dr. İsmail Çetişli Tanzimat’tan günümüze kadarki 150 yıllık dönemde Hz. Peygamber üzerinde odaklanan ve 500 şairin kaleme aldığı 1600 manzumede gül metaforu veya sembolünün yeri; kullanılış sebebi ve tarzlarını tespit, tasvir ve tahlil etmeye çalıştığını ifade ediyor. Dileriz ki sevgisi kalbimizden, kokusu zihnimizden, rengi hayalimizde eksik olmasın. Rabbimiz, O Gül hürmetine çaresizliğimizi hoş görsün.
DURSUN, Yusuf, Cennet Kapısı Çanakkale, Nar yayınları, İstanbul, 2013. “Atalar mirası aziz vatanda, Modern çağın çocukları yaşıyor. İş başa düşerse kullanmak için Süngüsünü koynunda taşıyor!” diyor yazar. Edebiyatımızda çocuklara yönelik eserler eskiye nazaran daha çok üretilmekte. İşin tarihî ve çocuklarımızı bilinçlendirici yönü de Yusuf Dursun gibi yazarlarımızın kalemiyle tamamlanmaya çalışılmakta. Cennet Kapısı Çanakkale, çocuklarımız için bulunmaz bir aidiyet bilinci oluşturacaktır diye düşünüyorum. İsteme Adresi: İstiklal Cad. Ankara Han 65/3. 34433 Beyoğlu/ İSTANBUL Tlf. (0212) 251 03 50
kafa yoran bir isim… Dergilerde yer alan şiirlerinin yanı sıra, Ümraniye Belediyesi’nin düzenlediği şiir yarışmasında birincilik ödülü de aldı. Uzun yılların ürünü olan kitabına Kuklacı ismini uygun görmüş. Kalender Yıldız şiiri için şu tespitte bulunabiliriz: Günlük güneşlik şiirler yazmıyor! Aslında, günümüz insanı gibi hızı seven, değerleri olduğu kadar yazılı-görsel her türlü ürünü oburca tüketen ve tabii ki unutan, okurlar için hazmı zor, kafa yorulması, durup düşünülmesi gereken şiirler yazıyor. Geniş zamana yayılan bu şiirler şairin değişen yahut gelişen şiir anlayışını da okura gösteriyor.
Manas Yayıncılık’tan okuruna 11 yeni eser. 2006 yılında kurulan Manas Yayıncılık son yayınlarıyla kültür hayatımıza 60’a yakın kitap kazandırarak Elazığ’da Türkiye’ye örnek teşkil edecek bir çalışmaya imzasını attı. Kültür ve sanat faaliyetleriyle sesini duyuran Manas Yayıncılık Ali Emîrî Efendi’ye Saygı programı çerçevesinde yine Ali Emîrî Efendi’nin aziz hatırasına yeni yayınlarını okuyuculara tanıttı. Ejderha Taşı, Harputlu Divan Şairleri, Harput Ağzı, Kurbağa Avcıları, Bin Beyaz Karanfil, Diyarbakır Müziği Ve Folkloru, Kördüğüm, Azebaycan Fuzuli Araştırmacılığı, Elazığ İli Yer Adları Üzerine Bir İnceleme, Elazığ ve Yöresinde Ziyaret Yerleri, Bizim Şehrin Divaneleri. Bu sayımızda beş kitabı sizinle paylaşacağız.
YILDIZ, Kalender, Kuklacı, Sütun Yay. 2013. martılar içinde göçmen kuşum ben kalsam yabancıyım gitsem sürgünüm Kalender Yıldız, uzun zamandır şiir yazan, şiir üzerine
ONUR, M. Naci, Harputlu Divan Şairleri, Manas Yayıncılık, Elazığ, 2013. 1988 yılında aynı adla birinci basımı yapılan eserin ikinci baskısı. Eserde16. yüzyıldan 21. yüzyıla kadar Harput’ta yetişmiş 47
111
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3
divan şairini ihtiva etmekte. Araştırmacılara büyük faydası olacağı inancıyla titiz bir çalışma ile ortaya konulmuş.
KANTER, Necati, Bizim Şehrin Divaneleri, Manas Yayıncılık, Elazığ, 2013. Yarı belgesel olan hikâyeler bir şehri şehir yapan ayrıntıları saklıyor satırlarında. Eskimiş fotoğraflarıyla eskimeyen hatıralarımıza götürmeyi vaat ediyor yazar. Hikâyeler bazı eksiklikleri mi yoksa fazlalıkları mı anlatıyor, karar sizin.
ÖZCAN, Tarık, Kördüğüm, Manas Yayıncılık, Elazığ, 2013. “Kördüğüm'le kendi tekliğimi ortaya koydum." diyor şair Tarık Özcan. unvanlardan arınmış saf bir aşk, sevgi ve acının dili ile seslenmiş okura. Biricik olmanın dil ve şekil endişesiyle açılan her sayfada hissettiğimiz bir modern ve geleneksel kompleks meydana getirmiş ‘Kördüğüm’le. ÜNLÜ, Şemsettin, Kurbağa Avcıları, Manas Yayıncılık, Elazığ, 2013. Hayatımızın derinlerinde kalmış kesitleri, en ince ayrıntısına kadar hatırlayıp masalsı bir dil ile anlatmış Kurbağa Avcıları’nda yazar. Dikkat etmeyene fazla bir şey söylemez belki ama yazarın dikkatinden kaçmayan kesitler var eserde acılara ve yokluklara dair.
ÜNLÜ, Şemsettin, Bin Beyaz Karanfil, Manas Yayıncılık, Elazığ, 2013.
Yazar, yazının tarih kadar eski ama şiirin daha eski olduğunu söylüyor. İnsanlık ile şiirin hep var olacağını ekliyor. Zaten sanatçının temel gayesi de bir şekilde “var” ile “yok”u işletmek değil mi? Sözün bittiği yerde dile gelmez mi şiir! Yazar en eski sanat şiir ile konuşmuş Bin Beyaz Karanfil’de. Okurken dinlemek de okuyucudan… Manas Yayıncılık Kitap İsteme Adresi: Nailbey Mah. Vali Fahribey Cad. Huzur İş Merkezi No:1 Kat:5/14 ELAZIĞ Tlf/Fax. (0424) 2371315 e-posta: manasyayincilik@hotmail.com ÜLGER Nevzat, Osmanlı’nın İktisat Mantığı. Dünyanın sayılı devletlerinden birini inşa ederek değişmelerin zirve yaptığı sanayi devrine rağmen uzun süre ayakta kalmayı başarmış bir Osmanlı Devleti’nin ve onun elitinin benzeri az bulunur bir meritokrasi (zeka ve kabiliyeti ölçüsünde yükselme) içinde zekayı her türlü beşeri değerin doruğunda tutmakla ünlü vasıfları ile günümüze sıradan tarihçinin dahi rahatlıkla fark edebileceği çelişkileri idrak etmemiş olmasına ihtimal verilemez. Öyle ise Osmanlı olaylara bizim anladığımız çözümlerle yaklaşmıyor. Aksine olayı normal karşılıyordu. Osmanlıların ekonomiyi bilmedikleri değil, aslında en iyi bildikleri şeyin ekonomi olduğu anlaşılmıştır. Ticareti küçümsedikleri, ona önem vermedikleri iddiası tamamen asılsız çıkmıştır. Aslında ticareti teşvik edilen ve korunan bir sektör olduğu, ticaret sektörünün vergilendirme sistemindeki ayrıcalıklı kalem konumu ortaya çıkmıştır. İsteme adresi: Nevzat Ülger Sürsürü Mah. Mimberli Sk: No: 13 A/4 Elazığ 112
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 3