ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ
Sayı: 57 Yıl : 14/2013
İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ NİHAT ERİŞ Genel Yayın Yönetmeni NAZIM PAYAM İdari Sorumluluk ÖMER KAZAZOĞLU Yazı İşleri KEMAL BATMAZ Tashih MAHMUT BAHAR Röportaj TANER NAMLI Dizgi-Tasarım-Kapak-Web AYDIN KARABULUT Hukuk Danışmanı Av. Şuay ALPAY Danışma Kurulu Prof. Dr. Sadık K. TURAL Yavuz Bülent BAKİLER Prof. Dr. Ahmet BURAN Doç.Dr. Mustafa YAĞBASAN Dr. M. Naci ONUR Uzm.Necati KANTER A. Faruk GÜLER Abone ve Reklam Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ Posta Çeki Hesap No:1285029 Yönetim Yeri İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114) Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65 Baskı TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi Tel. 0312 354 91 31 Yenimahalle / ANKARA Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 25 TL Yurt Dışı: 40 Avro Yıllık Kurum Abone: 70 TL Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez. Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı anılmaksızın alıntı yapılamaz. e-posta (e-mail) bizimkulliye@gmail.com www.bizimkulliye.com ISSN:1302-3500
57 2 Bizim Külliye’den Payam 3 Nazım Beş Şehir'in sırrı Durman 6 Nurettin Mevsimin ışıltıları Fazlıoğlu 7 İhsan röp. Vefa Taşdelen Akbaş 14 A.röp.Vahap Kemal Batmaz Kayahan Özgül 19 M.Kitabın alın yazısı Alver 25 Köksal İsim-şehir Kazazoğlu Sabah sözleri 27 Ömer Yıldız 28 Kalender Keşif Vefa Taşdelen 29 Kitap ve hikmet üzerine Aydoğdu 37 Cengiz Gökler bile dışımızda değil Nâmık Açıkgöz kütüphaneler ve 40 Şehirler, müzeler Kurtoğlu 42 Mehmet Şehir kütüphaneleri Nurullah Alkaç 46 Kütüphane Taner Tatar 48 Şehirde tükenen kelimeler Seval Koçoğlu 53 Şairin/şiirin gayriresmi tarihi Bayraktar 54 Levent Felsefe ile bakmak
Doğan 56 D.Şehir,Mehmet medeniyet ve kitap Kanter 58 Beyhan Fethedilmeyen İstanbul: Pera Pervin (Azerbaycan) İmdat Avşar 61 çev. Turbo Tima Ahmet Eker 64 Uygun Baksı'da müze ve Nekre 65 Leyla İki ayrı Rıdvan Canım aşkı 66 Mevlânâ'nın Şems'in yurdu: Tebriz Dursun 77 Yusuf Zamanı geldi Oğuz Başaran 78 Bekir Mustafa Miyasoğlu'nun ardından Ünlü 80 Şemsettin röp. A. Faruk Güler Naci Onur 83 M.Şehrimizde yeni kitaplar Koloğlu 84 Orhan Harput Adıbeş 85 Mahir Bizim şehir Uludağ 88 Ahmet Eylül ve yaz Dağ 91 Gıyasettin Harput'a adanmış bir ömür... Özdamar 93 Naim 21. Hazar şiir akşamlarının ardından Öztürk 95 Yeliz Kitap-vitrin
Muhterem Okurlar, Okuru da yazarı da bulunduğu atmosferin dışında bambaşka şeylerle meşgul olmayı tercih ettiklerinden yaz dönemine tesadüf eden dosya konuları dergi mutfağındakileri hep sıkıntıya sokmuştur. Mutfağındakiler yine de durumu muhataplara sezdirmeden yetersiz güçle kulaç atmayı sürdürürler. Fakat dosya konumuzu “Şehir ve Kitap” seçmemizden midir, yazarlarımızın, şairlerimizin dirayetinden midir, bu kez öyle olmadı. İstenilenden âlâ bir sayı ile sizlere ulaştık. Şehir, bir kitabın yazılışına nasıl tesir eder, kütüphanenin bir şehre katkısı nedir, kitapların niceliği mi, niteliği mi önemlidir, yazı medeniyeti, mevcut medeniyetleri nasıl yönlendirmiştir? İhsan Fazlıoğlu “Kitap, hâfızadır; bu nedenle iddiası olan kültürler, medeniyetler, bu hâfızayı, elden geldiğince çoğaltmaya çalışmışlardır. Hacimce büyük ve çeşitçe zengin kütüphaneler, tarihte üretilmiş bilginin elde tutulması anlamına geliyor” dedikten sonra neden “Kitabı bırak, okumaya bak!” deme gereği duymuştur? Bütün bu soruların cevaplarını “Şehir ve Kitap” dosyamızda bulabileceğinize inanıyoruz. Gelecek sayımızın dosya konusu : “Edebiyat ve Değişim” Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet olunuz. Bizim Külliye
Beş Şehir'in sırrı NAZIM PAYAM
A
nadolu’nun kadim şehirleri, Beş Şehir arasında olmayışın ıstırabını niçin duyarlar? Kimlikli şehirlerimizin yazıyla müşerref evladı, yazdığını neden onun bir devamı olarak gösterir hemşerilerine? İmrenilen tarih mi, kültür mü, mazisi yazılan şehirler mi? Ya insan hâllerini görmezden gelen eserlerin bıraktığı bıkkınlık? Sahi, Beş Şehir’le şerefyap olmuş Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul’un ortak yanları nelerdir? Yazıya geçirilmeleri bir tesadüf mü yoksa? Her neyse; Beş Şehir’in dünden bugüne taşımaya durduğu asalet uyumunu da yadsıyamayız. Belki de başat olan; yazarın metinlerinde hüznü bir örtü gibi kullanması; dili, üslubu... Düzyazının notası ancak böyle olur dedirten zarifliğin o muntazam iç disiplini. Bilemiyorum şimdi? Sorular cevapları da
Şehirde ağlayana elbet bir taş duvar bulunur. Oysa şehir, insanına yakışan tecrübeden doğmuş bir sanat mucizesine, bir kitaba gömülerek ağlamaktır. Yaraya göre değişmek ve yüreği beş duyusuyla sızıya yönlendirmek ancak böyle olur; milletin güzeli, kişiye güzel kader ancak böyle doğar. 3
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
içerse, hâlâ sırrını çözmüş değilim. Beş Şehir’i ‘70’li yıllarda okumuştum. Bildiğim; hangi ruh püskürmesiyle yazılmış ise, okurunu da o renk ve tona çarçabuk sahiplendirmesiydi. Şehrin yansıttığı şey, insandır. Şehirde büyük yapılar, sanat eserleri, doğal hayat, olaylar, olgular insanla yenilenir. Zaman, yeni nesillere ihtiyaç duyan şehre ne yaparsa bir benzerini de şehirliye yapar. Şehir ve insan ilişkisi anne-çocuk ilişkisidir. Bazı edipler bunu umursamıyor, yerlinin şehir muhabbetini, mazi muhabbetini bugünün mücadelesinde anmak istemiyorlar. Hurdacı dükkânı gibi algılıyorlar maziyi. Kendileri nasıl besleniyorsa herkesin öyle, ayaküstü beslendiğini zannediyorlar. Modernliği, yeri yurdu belirsiz gezginde umuyor, her tarafa yayvan kıvraklığı döşüyorlar. Kalıcı huzurun izini sürmek, Huzur’un romanını yazmak nedense akıllarına gelmiyor. Bazı edipler ise hayata, bir ölünün mesafesinden bakıyor, telaşın, koşuşturmanın bütün yollarını kapatıp şehirliyi sürü olarak dondurmaya çalışıyorlar. Bunlarda insan, korkulanla var. Yazdıkları, okuru kendilerine bağımlı kılma iksiridir. Okur, bunlar tarafından histeri nöbetiyle takip edilir. Yanılgının, yanlışın çığlığını kim duyurursa onu, ‘günah çocuğu’ olarak tanımlamakta sakınmıyorlar. Toplumun ihtiyaçla hayalinden; taleple reddinden salgın bir hastalıkmış gibi kaçınıyor, acıyı, yokluğu, ezikliği insan gerçeğiyle çözmeye yanaşmıyorlar. Sinelerine çekip sevgi bahşettikleri ise yalnızca kendilerine teslim olanlar. Şehirde ağlayana elbet bir taş duvar bulunur. Oysa şehir, insanına yakışan tecrübeden doğmuş
bir sanat mucizesine, bir kitaba gömülerek ağlamaktır. Yaraya göre değişmek ve yüreği beş duyusuyla sızıya yönlendirmek ancak böyle olur; milletin güzeli, kişiye güzel kader ancak böyle doğar. Doğan, ölecekten doğar
Bizde edebî birikim vardı. Klasik şiirimiz kalıbını bulmuş ve medeniyetini ifade etme kemalindeydi. Hele mesnevilerimiz: Âlemi sığdırırdı içine. Mesela XVI. asırda İstanbul’un görünüşünden vecde gelen şair Nüvîsî, koca şehri şeker-şerbet içecek sanırsınız:“Bi-hamdi’ llâh şükür minnet Hudâya / Bu nazmoldı müyesser ben gedâya…” Fakat ne yazık ki ıstırabımızı derinleştiren, zevklerimizi değiştiren yeni oluşumlar eski edebi türlerimizle uyuşmazlık içindeydiler. Tedavülden kalkması gerekenlerse yerine, “bizim” diyebileceğimiz pek bir şey koydurmadı. Dışarıdan devşirdiğimiz tiyatroymuş, eleştiriymiş, anıymış, romanmış, denemeymiş; nice emek, kılığına girdiği yeni edebî tür yüzünden saman alevine karıştı. Samimiyetimizi, coşkumuzu, öfkemizi kıvamında yansıtamadık. Tanzimat sonrası şu kadar yıl, aşk ve nefret aşısını aynı enjektörden aldık. Yatağını bulamayan düşüncemiz, havanda su dövdü. Sayıları az da olsa yeni ile uzlaşmayı başaran nadir edebiyat adamlarıydı tesellimiz. Evet! Yazarımız, şiirden düzyazı çıkaran nadirlerden biriydi: Sanatına temkinliydi. Dağarcığını yivleyen kelimeyi kökboyasıyla sınardı. Geceler, alevle tütsülediği cümleye sarılır, sabah, tütsülediğinin nakşına bürünürdü. Yazacağının yolunu kalıcı terci-
4
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Kanallar değişiyordu. Su kesilmişti. Mutfağa, kilere, sandığa siyah perde çekilmişti. Açtık; bilmeye, bilinmeye muhtaçtık! Yeniden doğuşun ‘kültür devrimi’ kargaşasıydı yaşanan. Koparılan, yasaklanan, saklanılan değerlerimizi hatırlatan ‘üzüntü’ye şükreder olmuştuk. hler, nasırlaşmış sorunlar belirlerdi. İçinde konaklayacağı yeni mülke talepleri olan bir canlı mesafesinden bakardı. Kaderin iyisine de kötüsüne de kendisini dahil ederdi. Ömrünün eseriyle nikâhlanacağına emindi. İbadetini gelinlik kızların dokuduğu seccade üzerinde yapar, sırrını seccade üzerinde açardı. Bu merasimdendir ki o, çınarın yamasız gövdesinden yontulmuş masasına eğildiğinde, kaleme aldığı her paragraf ya bitmiş bir hayatın özeti ya da bir şehre giriş olurdu. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, kendisine bir mazi, bir şehir ve bir kalem arayan sakinine fotoğrafını fevkalade başarıyla göstermesi bundandır. Ve yine bundandır ki günümüz okuru, şehrengizlerin konusuna, temasına, diline hâlâ yazarımızın becerisinden, yazarımızın kültür mihenginden bakıyor, Beş Şehir’in damakta bıraktığı tadı arıyor. Tabii, yazar için bu, bir niyet ve nasip işi. Tanpınar’a nasip bir başka güzellik de ‘oluş çağlarında Yahya Kemal’in balı ile beslenenler arasında’ bulunmasıydı. ‘Mesut bir tesadüf ’ ona yeteneğinin ustası ve zevkinin kılavuzunu göstermişti. Artık Tanpınar’a düşen hocasıyla yetinmeyip rastladığı yüzlerde hocasının hatlarını, hocasının bakışını yakalamak, hocasının maksadı üzere kendisiyle yüzleşmek, sancılı mizacını yazarak sakinleştirmekti. Öyle de yaptı. Beş Şehir yazılmasaydı ne feci ihmal olurdu! Şu an onun yokluğunu akla getirmek yahut varlığını hafife almak bile ürpertiyle dolduruyor içimizi! Eğer Beş Şehir yazılmasaydı cetlerimizin “Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve iman”dan habersiz kalacaktık. Akabinde mazi ve manzara yaralı ruhlardan sızan irinle sıvanacak, taş ve toprak arasında insanı çıldırtan
berbat kokuyla yoğrulmuş rotasız bir yığın olmaktan kurtulamayacaktık. Daha da kötüsü; “Ruhumuzun en sanatkâr tarafı muhakkak ki sizin hülyanızla” beslenmemiş olacaktı. Kanallar değişiyordu. Su kesilmişti. Mutfağa, kilere, sandığa siyah perde çekilmişti. Açtık; bilmeye, bilinmeye muhtaçtık! Yeniden doğuşun ‘kültür devrimi’ kargaşasıydı yaşanan. Koparılan, yasaklanan, saklanılan değerlerimizi hatırlatan ‘üzüntü’ye şükreder olmuştuk. Tam o saatlerde idi; Yahya Kemal konferanslarına, gazete ve dergi sayfalarına serdiği “Aziz İstanbul”uyla çağımız şehrengizler yolunu açtı. Ardında, Tanpınar ve Beş Şehir… Yahya Kemal, ‘beş yüz seneden beri İstanbul’u ve Boğaziçi’ni beşeriyetin hayaline nakşeden’ Türklüğü kazımak isteyenlere bunu başaramayacaklarının işareti olarak nasıl tarihi ve sanat eserlerimizi gösteriyorsa Tanpınar da Beş Şehir’i ile, nice kalemşorun yana yakıla kabullenmeye durduğu “fukaralık nizamı”nı bozmak, “sükût suikastı”nı jurnallemek, şehrinin imarı, inancı ve tarihi olmuş insanımıza özlenen “şehir mefhumunu” yeniden kalıba döktürmekte direniyordu. Beş Şehir bu terkibe göre düzenlendi. Hayat tecrübemize kimlik veren Bizans’ı, Selçuklu’yu, Osmanlı’yı, çiçeği burnunda devleti bir kilim deseni gibi yekpare ördü. Şehrini arayana, şehriyle bütünleşemeyen mahrumlara içinde bulunduğu, içinde sarsılacağı musikiyi sundu. Hafıza mızrabı, mazide bırakılanların teline dokundukça gün, ay, yıl arasında sahipsizlikten göçene, unutulana, adsıza hayıflandı. Sarayda, konakta, han odalarında kaybolanın türküsünü söyledi. Bahçesinde hâlâ güller parıldayan harabelerin talihine yandı. Fakat zihinlerde yeni arzular uyandırmayı asla ihmal etmedi.■
5
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
MEVSİMİN IŞILTILARI Kalbim biraz gayret etsen Ses verecek karşı yamacın Mahzun bakışlı menekşeleri Kederin dolaştığı yerlerde Mahcup tebessümlerle Karşılasınlar seni hiç olmazsa Böyle bir yüzle dolaştığında Bilemezler mi diyorsun sırrının Derininde yuvalanmış yüzünü. Kalbim biraz kendine dokun Kederim ol kaderime dokun Bilemedim mesela ne gibi Güzelleşecek belki sonunda Merhabayla geçtim yanından Kendine kalabalık olurken bir Dedim bu kıyılarda telaşsız Bu kaldırımlarda bir heves Güzelleşsin diye herkes. Geçtim geldim içime bir hayli Havasını sevdiğim gecenin de Başka yüzü varmış biliyor musun?
NURETTİN DURMAN
6
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
İHSAN FAZLIOĞLU ile şehir ve kitap üzerine
Kitap, pazarlar ile dolaşıma girdi; saraylarda ağırlandı; başta, bilginlerin evleri olmak üzere, camiler, medreseler ve rasathanelerde dinlenildi. Bu ve öteki nedenlerle, medeniyetlerin olmaz ise olmazları arasına girdi. Kılıç, medeniyetleri kurdu; kalem, yaşattı; kitap sürdürdü... denilebilir.
VEFA TAŞDELEN
Kitabı bırak, okumaya bak! (İ.F)
Uzun süredir, doğu ve batı kültürünün klasik eserleri ile meşgulsünüz. Bu okuma serüveniniz esnasında, kitapların ve kütüphanelerin oluşumu ile kültür ve medeniyetlerin oluşumu arasında nasıl bir ilişkiyle karşılaştınız? Medeniyetin oluşumunda kitabın ve kütüphanenin nasıl bir yeri var? Kitap, kitâbe(t) sözcüğünün de işaret ettiği üzere, köken itibariyle yazıt ile ilgilidir. Bu nedenle, soru, yazının icadına değin geri gider. Başta Sümerler olmak üzere, 17 farklı kavmin gelip geçtiği Mezopotamya’da, çivi yazısıyla yazılmış tabletler için ‘kütüphaneler’ kurulmuştu. Benzer durum, Mısır papirüs kütüphaneleri için de geçerlidir. Buralarda, tablet ya da papirüs örnektir; her türlü malzemeye yazılan ‘kitaplar’ için depolar bulunmaktaydı. Elbette, ‘kütüphane’ sözcüğünün mefhumu farklıydı; ancak, bir çekirdek misali ileride olacağı şeyi kuvve hâlinde içeriyordu. İnsanî eylemler, amaçları dikkate alınarak belirlenir. Yazının ve yazılı malzemelerin amacı
İhsan Fazlıoğlu, Prof. Dr., İMÜ, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü 1966 yılında Ankara’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi (1989). Ürdün Üniversitesi’nde (Amman) ve Arap Bilim Tarihi Enstitüsü’nde (Halep) bilim ve matematik tarihi üzerinde araştırmalar yaptı (1990-1992). Yüksek lisans çalışmasını İ.Ü. Bilim Tarihi Bölümü’nde (1993); doktorasını, İ.Ü. Felsefe Bölümü’nde tamamladı (1998). Oklahoma Üniversitesi’nde (ABD) sahasıyla ilgili araştırmalar yaptı (2001-2002). 2005 yılında doçent oldu. Mc Gill Üniversitesi, İslam Araştırmaları Enstitüsü’nde misafir öğretim üyesi olarak bulundu, proje danışmanlığı yaptı ve kıdemli araştırmacı olarak çalıştı (2008-2011). Halen İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü’nde öğretim üyesidir. Fazlıoğlu, felsefe-bilim tarihi ile matematik tarihi ve felsefesi üzerine yoğunlaşmakta, özellikle bu yapıların İslam-Anadolu Selçuklu-Osmanlı-Türk medeniyet tarihi içerisindeki gelişmelerini yazma kaynaklara dayanarak incelemekte ve yayınlar yapmaktadır.
7
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
“Kitaplı şehir” hak-hukukun olduğu şehirdir; olmadığı da “Kitapsız şehir”. Kitap, Müslüman zihni için o kadar önemlidir ki, vahiy gelmiş dinleri, ötekilerden ayırmak için “Ehl-i kitap” denilir; yani “Bir kitaba mensup olanlar”. Bir anlam-değer dünyasına mensubiyeti, kitap üzerinden dillendirmek son derece dikkat çekicidir. neydi? Mevcut bilgi üretimini kayda geçirmek, istiflemek, korumak ve aktarmak. Öyleyse yazılı malzeme, kültürler için bireysel belleği (hâfıza) aşan ve bireyin ölümüne bağlı olmayan bir dışbellek oluşturdu; ve sürekli başvuruldu. Koruma, öncelikle dinî konularda ortaya çıktı ama en etkili kâtip ve hâsib sınıfının gereksinimiydi. En genel anlamıyla, devletlerin gereksinimleri için üretilen bilgi, muhafaza edildi ve aktarıldı. Başka bir etmen öğretimdir; muhafaza edilen bilginin, nesiller arası aktarımı için oldukça fazla yazılı metin üretildi. Bunun dışındaki yüksek bilginin üretimi, kayda geçirilmesi ve aktarımı, ehliyet ve niyet konularında her zaman tartışma yarattı. Platon’un diyaloglarında işaret edilen bu durum, Eski Mısır’a kadar geri gider... Astrolog, simyacı vb. öbekler bu nedenle şifreli metinler kaleme aldılar. Tartışma, İslâm temeddününde de farklı gerekçelerle sürdü; sonuç itibariyle, belirli alanlardaki bilgiler farklı üst-sırlı dillerle kayda geçirildiler. Şimdiye değin söylenilenler, hakikî anlamıyla kütüphaneye işaret etmezler; çünkü mefhum olarak ortada henüz kitâb yoktur. Kaynaklarda, “İskenderiye Kütüphanesi’nde 400 bin cilt kitap mevcuttu” denilişi, bir şehir efsanesidir; burada kast edilen, papirüs, rulo, tablet ve diğer yazı malzemeleridir ve demek istenilen, 400 bin parça malzemedir. Daha sonra, bu deyiş, bir vecize hâlinde gelmiş, bir kütüphanede fazla kitap bulunduğuna işaret etmek için “400 bin cilt kitabı var” denilmiştir; deyiş, büyük oranda İslâm Medeniyeti’nde yaygınlaşmıştır ve esas itibariyle, İskenderiye örneğinde, kendinden önceki kültürlere bir meydan okumadır. Kitap, yazma biçimiyle, İslâm temeddününün bir icadıdır; ve medeniyet ile felsefe-bilim
tarihinde bir kırılma noktasıdır. Çin’in ipeğe dayalı kâğıt üretimini ucuz malzemelerle yapan Uygur ustalarının, Abbasî yöneticileri tarafından istihdamı ile yeterli kâğıt (ki, Çince’dir) üretimi gerçekleşmiş; bu alt yapı sayesinde, Bağdâd’daki Beytu’l-Hikme’de, bildiğimiz çeviri hareketi gerçekleştirilebilmiştir. Bu nedenle, kitâb, tarihte, bilgisayar ile mukayese edilebilir. Artık bilgi daha güvenilir ve taşınabilir bir dış-belleğe kavuşmuştur; böylece, tarihteki yatay ve dikey yolculuğu daha sağlıklı bir biçimde gerçekleştirilmiştir. Sorunuzun yanıtı şu olabilir: Kitap, hâfızadır; bu nedenle iddiası olan kültürler, medeniyetler, bu hâfızayı, elden geldiğince çoğaltmaya çalışmışlardır. Hacimce büyük ve çeşitçe zengin kütüphaneler, tarihte üretilmiş bilginin elde tutulması anlamına geliyordu. Kitap, bir tür fetihti; bilginin fethi... Dolayısıyla, bizatihi kitabın kendisi değil, muhafaza ettiği bilgi, medeniyetlerin oluşması, gelişmesi ve katkıda bulunması için olmaz ise olmaz bir koşuldu. İki kapak arasında saklı olanın çözümlenmesi ve anlaşılır kılınması, özellikle zihinlere aktarımı, bir kültürün mesafe kat etmesi demekti. Elbette, kitap, kendi evrenini, uzayını yarattı. Kâğıt, mürekkep, yazı malzemeleri, cilt, hat, süsleme sanatları ve öteki çok çeşitli unsurlar. Kitap, pazarlar ile dolaşıma girdi; saraylarda ağırlandı; başta, bilginlerin evleri olmak üzere, camiler, medreseler ve rasathanelerde dinlenildi. Bu ve öteki nedenlerle, medeniyetlerin olmaz ise olmazları arasına girdi. Kılıç, medeniyetleri kurdu; kalem, yaşattı; kitap sürdürdü... denilebilir. Kadim şehirler, felsefenin, düşüncenin, kültür ve medeniyetin filizlenme noktaları... Atina, İskenderiye, Bağdat, Kâhire, Kurtuba, Semerkant, Buhara, İstanbul gibi merkezler,
8
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
yazı kültürünün geliştiği, okunduğu, okunmakla kalmayıp çoğaldığı merkezler. Bu açıdan bakıldığında, kitap ve şehir arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Her şeyden önce, bilgi, kültür, üst bir üretimdir ve maddî ile manevî güvenliğin olduğu, boş vaktin bulunduğu şehirde ortaya çıkar. Öyleyse, doğal olarak, bilginin hâfızasının da şehirde mütedavil olması oldukça olağan bir durum. Medine-i Münevvere, “Aydınlanmış Şehir” demektir; aydınlatan da, bilgidir; sıfatının ilâhî olması, bilginin değerini yükseltir; mahiyetini değiştirmez. Bu nedenle, yazı ve ona ilişkin her şey, son derece önem kazanmıştır İslâm şehrinde. Nübüvvet’ten sonraki makam ilim’dir; ilmin bu kadar değerli olduğu yerde, onun hâfızasının da, kıyâsla, aynı şekilde olması kaçınılmazdı. Dikkatinizi çekerim, önemli olan kitabın bizatihi sureti değil, vazifesi, dolayısıyla amacı... Unutmayalım ki, bizzat Peygamber, kendini “İlim Şehri”ne benzetmiş; kapısı olarak da, Hz. Alî’yi işaret etmiştir. Bu nedenle, köyde, dağda, bayırda tespit etseniz de, bilgiyi sunacağınız yer şehirdi; hâlen de böyledir; orada kayda geçer, orada çoğaltılır; orada müfredata girerdi. İslâm tarihi boyunca, bir şehrin kayda değer olması, yüksek İslâm kültürünü temsil etme oranına bağlıydı. Mehmed Fenârî, Bursa’da, XIV. yüzyılın sonunda, Osmanlı ilmiye teşkilâtını kurmaya başladığında yaptığı ilk iş, kitap sayısını çoğaltmaktı. Bu gerekçeyle, Cuma gününün yanısıra, öğrencilerin sırf kitap istinsah etmesi, çoğaltması için de Salı gününü tatil etti. Daha sonra bu bir gelenek halini aldı; medrese tatil, ama kitap çoğaltmak için; amaç, Sultan Yıldırım Bâyezid’in siyasî idealine uygun olarak, Bursa’nın yüksek İslâm kültürünü en yüksek derecede temsil edecek bir seviyeye gelmesi... Kitap, klasik dönemde, iddianızın göstergesiydi; özellikle siyasi teklifinizin ciddiyeti, ülkenizde bulunan âlim, kütüphane ve kitap sayısıyla ölçülürdü... Sizde yoksa başkasına ne verebilirdiniz ki? Fas elçisi, 1589’da ziyaret ettiği İstanbul’u tasvir ederken, en çok, kitaptan bahseder: “Çok yeri dolaştım; bu kadar çok kitabı bir arada yalnızca bu Şehir’de, İstanbul’da gördüm”. Çarşı-pazarın kitap kaynaması, bir ülkenin siyasi gücüne işaretti. Kısaca, halk dilinde, hak-hukuk
bilmeyen insan için “Kitapsız adam denir” ya; aynı durum, şehir için de geçerlidir; “Kitaplı şehir” hak-hukukun olduğu şehirdir; olmadığı da “Kitapsız şehir”. Kitap, Müslüman zihni için o kadar önemlidir ki, vahiy gelmiş dinleri, ötekilerden ayırmak için “Ehl-i kitap” denilir; yani “Bir kitaba mensup olanlar”. Bir anlam-değer dünyasına mensubiyeti, kitap üzerinden dillendirmek son derece dikkat çekicidir. İnsanlık tarihindeki trajik olaylardan biri de, kütüphanelerin yakılmasıdır. Kütüphanelerin yakılması, nasıl bir ruh halinin eseri olabilir? Öncelikle, bir ayrım yapalım. Bir eylemin bilgisine sahip olmayan bir insanın, o eylemde belirli bir kastı olmaz; Moğollar gibi... Camiyi, saray; minberi, taht sanan bir kişiden, kitabın ve kütüphanenin ne olduğunu bilmesini bekleyemeyiz. Kısaca, kuralı şöyle koyabiliriz: Kişi, doğru ve yanlışı, idraki oranında tahkik edebilir; bu nedenle, tenkitte, kast dışında, kişinin idrak oranı göz önünde bulundurulmalıdır. Burayı geçelim... İkinci tür kitap yakma nedir? Herhalde, ısınmak için değil! İnsanlar, kitap yakmazlar, o kitapların içerdiği ve temsil ettiği anlam-değer dünyasını yakarlar. Bu nedenle, yakılan, bizatihi kitap değil koruduğu bellektir; sahip olduğu iddialardır. Bu, gayet doğaldır. Çatışan iki farklı anlam-değer dünyası, birbirine ait olan her şeyi, tüm simgeleri yok eder. Unutmayalım ki, klasik dönemde bilgi, mahallî yapılarla, anlamdeğer dünyasıyla çok iç içedir. Bu meyanda, ilk kültür emperyalizmi denilebilecek eylemi, Büyük İskender yapmıştır. Pers devletini ele geçirince, etrafında bulunan bilginler -ki, biri, hocası Aristoteles’in yeğeniydi-, önemli buldukları bilgileri Yunanca’ya çevirmiş; asıllarını yok etmişlerdir. Bu, pek çok kaynakta vardır; özellikle Kutbuddin Şirâzî, Şerh hikmet el-işrâk adlı eserinde, bu vakıayı, felsefe tarihi açısından inceler. Şimdiye değin verdiğimiz bilgiler birer tespittir. Ve bu, bugün de böyledir; yarın da öyle olacaktır! ABD’nin soğuk savaş döneminde, Sovyet kaynaklı; Sovyetler’in de ABD kaynaklı kitaplara yaptıkları ortadır. Irak Savaşı’nda, kü-
9
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
tüphanelere yapılanlar bilinmektedir. Türkiye’de de farklı açılardan benzer olaylar yaşanmıştır. Elbette, insanlık tarihinin şu merhalesinde her şey inceldiği gibi, bu konudaki yok etme teknikleri de incelmiştir. Tarihte, insanın doğasından kaynaklanan olgu ve olaylara bakılmalıdır; ahvâle değil. İnsan, kendi dünyasını korumak için başka dünyaları yakar, yıkar; bu, başka dünyanın tecessüm ettiği şey kitap, bilgisayar, bina ya da devlet olabilir; fark etmez. Hâsılı, insan kendini trajik bir varlık kabul ettiği sürece, bu tür trajik eylemler de yapacaktır... Bağdat Kütüphanesi (“kütüphane”yi aynı zamanda birikim anlamında da kullanıyorum), İslâm kültürü açısından büyük bir oluşumdu. Yok olmasının, İslâm kültüründeki bu oluşum sürecine ciddi boyutlarda zarar verdiği söylenilebilir mi? Gerileyişin başlangıcı olarak görülebilir mi? Bu kütüphâne, ne kadar özgün bir kütüphanedir? Yoksa Ernest Renan’ın dediği gibi, İslâm kültürü içindeki İslâm dışı unsurların oluşturduğu bir kütüphâne midir? Öncelikle bir tashih... Kendimize ait konuları, Batılıların dediklerini dikkate alarak tartışmamalıyız. Hele hele, XIX. yüzyıl oryantalistlerinin ‘kültürel terörüne’ azamî dikkat etmeliyiz. Ağzı olan konuşmuş... Bir deli, kuyuya taş atıyor; biz de çıkarmaya çalışıyoruz. Bir tabip, kocakarı teşhisini tahlil etmeye uğraşmaz; kendi muayenesini yapar. Dolayısıyla, Renan gibilere ayrılacak vaktimiz olmamalı. İkinci olarak, gerileme-ilerleme gibi kavram çiftleriyle tarihi okuyamayız. Tarihî olayların pek çok değişkeni bulunmaktadır; indirgemeci olmamalıyız. İslâm Ülkesi’nde, Moğollar, yalnızca Bağdâd’ı yıkmadılar. Ayrıca, Moğollar geldiğinde, Bağdâd’da Beytu’l-Hikme de yoktu ve Bağdâd rakipsiz bir şehir değildi; başka bir deyişle, Bağdâd, İslâm temeddününün sıklet merkezi değildi. Bu nedenle, “Bağdâd gitti, her şey bitti” düşünüşü bırakılmalıdır. Hemen Bağdâd’ın düşüşünden sonra kurulan Merağa matematik-astronomi okulunun kütüphanesine bakıldığında -ki, yukarıda işaret ettiğimiz vecizeyi kullanarak 400 bin ciltlik bir kütüphanesinden bahsedilir, ancak doğru
değildir-, ciddi bir yekûnla karşılaşılır. Sonuç itibariyle, yalnızca Bağdat’ın düşüşü değil, tüm Moğol istilâsı, İslâm Dünyasının Doğu’sunu – ki, İslâm dünyasının Batı’sı da var-, sarsmış ve sendeletmiştir; ama kısa sürede toparlanılmıştır. Öte yandan, Moğol istilâsı, İslâm dünyasında, farklı ilmî-fikrî terkiplerin de ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Şerden, bazen rahmet hâsıl olur..., olmuştur da... Biraz da, Endülüs kütüphanelerinden bahsedelim isterseniz. Oradaki birikimin, külliyatın, Batı’ya aktarımı konusu da dikkate alındığında, neler söylenilebilir? Bağdat kütüphanesi ile Batı medeniyetinden alınan katkı, Endülüs kütüphanesi ile yeniden Batı’ya mı aktarılmıştır? Öncelikle, İslâm medeniyeti, Batı’dan bir şey almamıştır; Mezopotamya, Eski Mısır gibi kadim kültür havzaları yanısıra, Hint ve İran ile Eski Yunan ve Helenistik kültürünü tevarüs ve temellük etmiştir. Temellük önemlidir, çünkü İslâm Medeniyeti’nde, hâlâ her şeyi tercüme hareketiyle başlatanlar var. Tercüme hareketi, bir şey başlatmamıştır; tersine tercümelere, zaten başlamış bir harekete destek için kalkışılmıştır. İkinci olarak, o dönemde, Batı diye bir şey yoktur; tersine Birûnî gibi İslâm bilginleri, mantık biliminin ilkelerini göz önünde bulundurarak, Çin ve Hint ile İslâm-öncesi Asya’yı, Doğu; İslâm ve Akdeniz kültür havzasını, Batı diye kabul ederler. Modern ve Çağdaş kavramlarla, tarihî olgu ve olayları incelememeliyiz. Bu tür alma ve verme olguları, modern ulus devlet kavramlarıyla okunuyor. İslâm bilginleri için nazarî ilim, insanlığın ortak malıdır. Taşköprülüzâde ne diyor: Nazarî ilimlerin kavmi, dini, olmaz... Evet! Kadim miras tevarüs ve temellük edildi; çevrildi ve her şeyden önce kadim birikim, ‘kitap’ haline getirildi. Bu nokta, son derece önemlidir; Müslümanlar tespit ettikleri tüm kadim mirası kitaplaştırmışlardır; kitaba dökmüşlerdir. “İslâm Medeniyeti, bir yazma/yazı medeniyetidir” derken, kast edilen budur. Zamanımıza gelen İslâm öncesi, örnek olarak, astronomi eserleri kaç tanedir; hepsini bir masaya sığdırabilirsiniz. Ama İslâm Ülkesi’nde kaleme alınmış irili ufaklı astronomi kitapları için birkaç oda gerek. Niçin?
10
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Çünkü kâğıt, dolayısıyla İslâm Medeniyeti’nde icat edilen kitap, bilgiyi çoğalttı, özellikle Büyük Selçuklu ve Osmanlı döneminde öğretim kurumlarıyla, toplumsallaştırdı. Süreç içinde ve pek çok değişik nedenlerle, Avrupa, İslâm birikimini uzun bir zaman diliminde, kendi ölçütleri içinde, çevirdi. Hemen söyleyelim, Avrupa’da da çeviri etkinliğine belirli bir bilinç eşlik eder; bu bilinç çevirilerle başlamadı; tersine bu çevirileri olanaklı kıldı. Aktarım da, yalnızca Endülüs’ten yapılmadı; bunun yanısıra, Sicilya, Trabzon ve İstanbul da birer merkezdiler. Seyyahların ve Avrupalı bilginlerin özel girişimlerini hiç saymıyorum. Diyeceğim şu ki, derdi olan, bilgiye kayıtsız kalmaz; çünkü bilgi, kendine kayıtsız kalana acımaz. Kadim dönemde, bilginin büyük bir bölümü de, ‘haricî hâfıza’da yani kitaptadır. İslâm’ın da, Avrupa’nın da yaptığı, iddialarına paralel olarak, bu birikimi temellük etmektir. Bugün, İslâm kültür geleneği içinde, özgün bir kütüphane oluşumundan, özgün bir külliyât oluşumundan söz edebilir miyiz? Bu tür sorulara, benzetmeyle verdiğim bir yanıt var: Dil, önce konuşulur, sonra dilbilgisi (gramer) yazılır. Bizim zihin yapımızı, daha çok, ‘medeniyet’ kavramı belirlediğinden dolayı, tarihî olanda kalıyor, hareket içre olanı anlayamıyoruz; bu nedenle, medeniyet yerine, usul-i dîn ve usûl-i fıkh’ın, ‘temeddün’ kavramını tercih ediyorum. Ne demek bu? İslâm Hayat Görüşü’nü, hareket, dolayısıyla değişim içre modellemek ve idrak etmek... Bu çerçevede, İslâm temeddünü ölü değildir; hareket halindedir ve her konuda üretimi devam etmektedir. Üretimin özgünlüğü zamansaldır ve gereksinimlere bağlıdır; önemli olan, pek çok farklı, hatta birbirleriyle çelişik fikrin geliştirilmiş olmasıdır. Kişisel kanım, İslâm Hayat Görüşü, tarihî yürüyüşünü devam ettirdiğinden, üretimi de sürmektedir. Bu bir ırmağa benzer; kaynağı sürekli olduğu sürece, bazı mevsimler, suyun azalması olasıdır; ama kurumadığı sürece çoğalma olanağı her zaman vardır. Aynı soruyu Batı kültürü açısından sorayım: Orada durum nedir?
Entelektüel/zihnî faaliyetlerde, siyasî tabanlı Doğu – Batı ayrımı, pek de açıklayıcı görünmüyor. Nereden başlar, nerede biterler; ne zaman başladılar; ne kadar sürecekler? Hem, Hak ile Bâtıl’ın sabit coğrafyası olmaz; Doğu’da da olabilir, Batı’da da... Zihnimizi, bu tür kavramlarla kayıtlamamalıyız. Sorunuzdaki külliyatı ve kütüphaneyi, bilgi birikimi olarak anlarsak eğer, elbette, Dünya’nın her yerinde, ülkeler, sahip oldukları iddia ve olanaklara paralel olarak üretimlerini sürdürmektedirler. Tersi durumda, tarihten düşerler. “Sözlü kültür” ve “yazılı kültür” diye bir ayrım yapabilir miyiz? Eğer böyle bir ayrım yapılabileceksek, doğu kültürünü “sözlü kültür” sınıflandırmasında değerlendirebilir miyiz? Bunun, Batı’lı anlamda bir felsefe geleneğinin oluşmamasına, ama daha farklı bir tefekkür biçiminin ortaya çıkmasına neden olduğu söylenilebilir mi? Bu sorunuzdaki Doğu ve Batı kavramları için de, yukarıda söylediklerim geçerlidir. Eğer Doğu’dan, İslâm’ı anlıyorsak, “İslâm kültürü, sözlü kültürdür” yargısı, tamamen bir şehir efsanesidir. Yukarıda da işaret ettiğim üzere, “İslâm Medeniyeti, bir yazma, bir yazı medeniyetidir” ve kendinden önceki ulaşabildiği tüm ilmî mirası temellük ederek kitaba dökmüştür, kitaplaştırmıştır. Biraz önce de işaret etmiştim: İslâm Medeniyeti’nde üretilen eserlerin miktarı, kendinden öncekilerle mukayese bile edilmez. Elbette bu durumun pek çok nedeni vardır; kâğıt, öğretim vs... Yazı’nın, bizim için ne anlama geldiğini idrak için gereğinden fazla konuşmamıza gerek yoktur. Çünkü yazı, bizde, Varlık’ın tecellilerinden biri olarak kabul görmüştür: el-vucûd elhattî/kitâbî... Daha ne diyebiliriz ki? Kitâbet’i/ Yazı’yı, Varlık’ın bir tecellisi olarak gören bir medeniyeti anlamak için yalnızca sözlü kültür içinde boşa konuşmak yetmez; biraz kitap okunmalı! Kalkaşendî’nin Subh el-aşâ’sı, İbn Haldûn’un el-Mukaddime’si... belki de Taşköprülüzâde’nin Miftâl el-saâde ve misbâh el-siyâde’nin birinci cildi... Özellikle yazınsal varlık’a ait bilim dalları, içerikleri ve kaleme alınan eserler kısmını okumak konu için iyi bir başlangıç olabilir.
11
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
İkinci olarak, sözlü ve yazılı kültür, birbiri yerine ikame edilecek iki ayrı sözcük değildir; birlikte varolan sözcüklerdir. Miktarı artabilir ya da eksilebilir ama her yerde birlikte vardırlar. Olmaları da gerekir... Çünkü her yazılı kültür, belirli oranlarda sözlü kültüre dökülür; tersi de doğrudur; sözlü kültür de yazıyla kayıt altına alınır; böylece birbirini besleyerek birbirlerini varkılarlar ve zenginleştirirler. Sorunuzun ikinci bölümündeki, “Batı’lı anlamda felsefe geleneği” teriminden ne anlamalıyız? Ve ayrıca, bizdeki “farklı bir tefekkür biçimi” nedir? Bunlar, benim bildiğim konular değil açıkçası... Felsefe-Bilim’in tarihi ve problematiği ile ilgilenen biri olarak, Mezopotamya - Mısır - Anadolu - Eski Yunan - Helenistik Dönem - İslâm - Ortaçağ Avrupa - Modern Avrupa ve Çağdaş Dünya... sürekliliği içinde olup bitenler, üç aşağı, beş yukarı aynı kümede tanımlanabilirler. Kasıt eğer, XVII. yüzyıldan itibaren, Batı Avrupa’da gelişen, özellikle de Immanuel Kant’tan sonraki bilişsel (kognitif ) yapının tahlili anlamındaki felsefe ise, bu felsefenin/tefekkürün bizatihi kendi değil belirli bir zaman ve zemindeki tecellisi ile ilgilidir. Bizde, her zaman bir felsefe/tefekkür/düşünce geleneği olmuştur; hiç bir zaman kesintiye uğramadı ve halen de devam etmektedir. Ancak, bunun görünümleri farklı olabilir. Çoğunlukla söylediğim bir şey vardır: Bilgi, esas itibariyle, iç-mahsusun (tecrübiyât) ya da dış mahsusun (vicdâniyat), makul hâle getirilmesidir. Bu nedenle, modern dönemde, Batı Avrupa’da ortaya çıkan, özellikle önce dış, sonra iç-mahsusa ilişkin çeşitli âlet ve teorilerle, elimizdeki verilerin farklılaşması ve başkalaşmasıdır; bu da doğal olarak makulleştirme sürecini dönüştürmüştür. Başka bir deyişle, malumat değişince, marifet ve dahi bunun da üzerine yükselen ilim/bilgi de başkalaşmıştır. Kitap ve zihin arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Nietzsche, “beslenme biçimleri”nden, “beslenme kaynakları”ndan söz eder bir kitabında. Kitap, bir beslenme kültürü müdür gerçekten, bir mutfak mıdır? Bizim için uygun olan, bünyemiz için iyi olan mutfak ve beslenme biçimi nasıl olmalı? Kendimize özgü bir zihin mutfağından söz edebi-
lir miyiz? Daha önce de dile getirildiği gibi, insan eylemlerinde, niyet ve amaç önemlidir. Taşköprülüzâde’nin ifade ettiği üzere, “bilgi aklın kulluğu” ise, amaç bilgi edinmektir, bilgilenmektir. Bu nedenle, insan aklı bilgiyle beslenir... Kitap, bilginin muhafaza edildiği bir araçtır; ondan önce tabletti, papirüstü, parşömendi vb. Bu nedenle, bir kitap romantizmine gerek yok diye düşünüyorum. Ancak, Nietzsche’nin kastı “okumak” ise evet, aklın en önemli beslenme eylemlerinden biri, okumaktır. Kişisel olarak, aklın beslenmesini, beş türlü eyleme ilişkin görüyorum: Birincisi Doğa, –ki, o da bir okuma türüdür; ikincisi, Tekhne yani insanın yapıp ettikleri; üçüncüsü, yazılı metin; dördüncüsü ise anlatım ki, eğitimden başlar, sohbete kadar sürer... Ve belki, son olarak, insanın nefis muhasebesi... Hepsi de, aklın beslenme kaynaklarıdır kanaatime göre... Son olarak, genel anlamda İslâm ülkelerindeki, özel anlamda, Türkiye’deki kitap okuma ve kitap üretme tutumunu nasıl buluyorsunuz? Entelektüel bir olgunluktan/yeterlilikten söz edebilir miyiz? Her şeyden önce, tekrar anımsatalım: Âletler –ki, kitap da bir âlettir- insanın bir niyeti ve amacını gerçekleştirmek üzere icat edilirler. Yazılı malzeme, bilginin muhafazası ve aktarımı içindir. Elbette, her âlet kendi çevresini, uzayını da yaratır ve kendine ilişkin binlerce insanî değer ortaya çıkarır; bu değerler, kültürden, ilmî, siyasî ve iktisâdi, hatta şahsî yapılara kadar sirayet eder. Tarih boyunca, bu, böyle olmuştur... Matbaanın kullanımı sonucunda ortaya çıkan basılı kitap, ticari kapitalizmin arzularıyla birleşince, ortaya müthiş bir ticarî meta çıkmıştır; yazma eser de, daha önceleri böyle idi; ancak, büyük oranda gereksinimlere bağlıydı. Örnek olarak, kendi kitabını istinsah edebilirdin; ancak, kendi kitabını basamazdın, çünkü tek bir kitap basılmazdı. Bu durum, üniversitelerin yükselmesi, akademik kariyerlerin netleşmesi, dergilerin yayımlanması, muhtelif kurumların basılı metnin gücünden yararlanmaya çalışması gibi etkenlerle dev bir iktisadi sektör halini aldı. Dolayısıyla, kitap, bilginin korunması ve aktarı-
12
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
mını üstlenen bir araç olmaktan çıktı, ticari bir meta oldu... Hatta XX. yüzyılda, psikolojik bir meta haline geldi bile denilebilir. İbn Haldûn, Mukaddime’sinde “Bir alanda, fazla kitap bulunmasının zararları” diye bir başlık açar ki, o dönemde kitap ne kadardır?... Ancak, dediği şudur İbn Haldûn’un, belirli bir konudaki kitaplar, büyük oranda kendilerini tekrar ederler; bu nedenle, hepsini okumaya kalkmak vakit alıcıdır. Bu nedenle, söz konusu olumsuz durumdan kurtulmak için, İslâm dünyasında, özellikle öğretim hayatı için her açıdan sıkı ders metinleri yazılmıştır. Ancak matbaa ile bu kaygı ortadan kalkmıştır. Artık, diyelim ki, bir kişi Felsefe Tarihi sahasında, ya da ‘bir’ alanda ‘bin’ eseri okumak gibi bir sıkıntı yaşıyor; klasik gelenek şöyle düşünüyor, en azından başlangıç aşamasında, felsefe tarihine ilişkin temel bilgileri almak için ‘bir’ eseri ‘bin’ kere okumak daha doğrudur. Günümüzde, artık basılı kitap, yazma kitabın kaderiyle karşı karşıyadır. Bilgisayara bağlı kitap, dijital ve internet yayıncılığı, hızla, basılı kitabı ortadan kaldıracaktır. Bugün, nasıl yazma kütüphaneleri varsa, yakın bir gelecekte de, basma kütüphaneleri olacak; ama kullanılmak üzere değil, bazı âlimlerin eskiyi araştırmak üzere kullandığı kütüphaneler şeklinde... Elbette direnilecek, basılı kitabın erdemlerinden bahsedilecek, iktisadi çıkarları zedelenenler itiraz edecek vs. ama sonuç itibariyle durum değişmeyecek... Örnek olarak, Felsefe-Bilim tarihi alanında, neredeyse tüm ilmî dergiler, internet üzerinden yayınlanıyorlar; basılmıyorlar. Belki bilgisayarda okumak benim için zor; ama çocuklarım için kolay; torunlarım için –belki de- “bir zamanlar kitap diye bir şey vardı”ya dönüşecek... Bunları dikkate alarak şöyle ifade edelim: Mehmet Genç üstadımız, şöyle der: “Mütevazı bir ilmî çalışma, en az üç milyonluk bir kütüphane ile başlar.” Türkiye’de böyle bir kütüphane var mı? Ben bilmiyorum... İslâm Ülkeleri’nde? Belki!.. Artık öteki ülkelerle karşılaştırmayı siz yapabilirsiniz. Kafanızı malumat vererek şişirmek istemem. Mesele, basit bir malzeme sorunu değildir öyleyse... Bilgi sorunudur. Nübüvvet’ten sonra ilmin geldiği bir dine mensubuz ama pek fazla kimse bu makama talip olmak istemiyor; siyaset
ya da basit bir gazete yazarı olabilecek kadar malumat -füruş olmak daha cazibeli. Bilgi’ye değer verirsek, önemsersek, hakkını teslim edersek, gerekli cehd ü gayreti gösterirsek, bilgiyi muhafaza eden malzemeyi de üretir ve sahipleniriz. Şuna inanmıyorum: İstanbul’da öyle bir kütüphane kuralım ki, içinde yirmi beş milyon kitap bulunsun. Okumadıktan, araştırmadıktan sonra o kütüphane sadece bir Kitap Müzesi olarak kalır; başka hiç bir şey olmaz. Üniversite yıllarımdan anımsıyorum: Okuduğum Üniversite’nin genel kütüphanesine gitmiş, fiş doldurarak bir kitap istemiştim; memur yanlış kitabı getirince kendisini uyardım. Ne oldu? Fırça ve tahkir... Hemen oradan çıktım ve profesör oluncaya değin hizmet verdiğim o üniversitenin genel kütüphanesine bir daha hiç uğramadım; hâlâ da uğramam. Ne yaptım? “Öyle şahsî bir kütüphane kuracağım ki, alanım çerçevesinde bir daha bu tür kütüphanelere gereksinim duymayacağım” diye karar aldım. Öyle de yaptım. Ama bu, çözüm değil! Kütüphanelerimiz az; içlerindeki kitaplar da az; üstelik okuyucuyu onlara ulaştırmamak için tüm “tedbirler” de alınmış durumda. Raf sistemi yok. 1990’da, Ammân’daki Ürdün Üniversitesi’ne gittiğimde, ilk raf sistemli kütüphaneyle karşılaşmıştım da bir hafta, alanımla ilgili kitapları incelemiştim. İSAM’ın kütüphanesi bu açıdan büyük bir boşluğu doldurmuştu; ancak yeni kitaplarla sürekli takviye edilmediğinden, tarihî bir hâle gelmeye başladı. Gerçi artık pek çok üniversite, internet üzerinden kitaplara erişimi sağlıyor; ama ne kadar işlevsel o tartışılır. Sonuç itibariyle, bin yıl daha bekleriz bu kafayla gidersek. Çünkü sorun, yalnızca malzemeye sahip olmak değil; bir amaca sahip olmak; bu amacın gerektirdiği malzeme, gereksinim doğrultusunda edinilirse, hem süreklilik ortaya çıkar, hem de ona ulaşım yolları, elden geldiğince verimli inşa edilebilir; gerisi boş bir hikâye. Tüm dediklerimizin özeti nedir? Kanımca şudur: Sorun, daha derin, bilgiye talip olma sorunu... Şu deyişi unutmamalıyız: Malumat olmadan marifet, marifet olmadan ilim, ilim olmadan irfan sahibi olunmaz. Kısaca: Derdimiz ne bizim? Kişi olarak, millet olarak?■
13
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
A. VAHAP AKBAŞ ile şehir ve kitap üzerine
"...günümüz edebiyatının baskın mekânı şehir, baskın konusu şehir hayatıdır. Bu da kanımca en çok romanda görülüyor. Dolayısıyla şehirlinin kendisini en çok romanda bulduğunu, ona meyyal olduğunu düşünüyorum."
KEMAL BATMAZ
A. VAHAP AKBAŞ 1954’te Batman’da doğdu. Batman Lisesi’ni (1971) ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü (1977) bitirdi. Çorlu’da 19771985 yılları arasında öğretmen, 1985-1993 yılları arasında da Milli Eğitim Şube Müdürü olarak görev yaptı. Çorlu Mehmet Akif Ersoy Anadolu Lisesi’nde öğretmenlik yaparken 2001 yılında emekli oldu. Özel öğretim kurumlarında çalıştı. İlk yazısı Hisar dergisinde (1978) yayımlandı. Şiir ve yazıları başta Mavera, Hisar, Düş Çınarı, Bizim Külliye, Ay vakti olmak üzere çeşitli dergilerle Yeni Devir, Zaman ve Türkiye gazetelerinde yer aldı. 1984-1985 yıllarında Yeni Devir gazetesinin Kültür-Sanat sayfasını yönetti, belirtilen yıllarda aynı gazetede günlük yazılar yazdı. Çorlu’da Nisan Bulutu dergisini çıkarıp yönetti (1993-1994). 1982’de “Efgan” adlı kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği’nce “yılın şairi” seçildi. “Alevler ve Güller” ile Sedat Yenigün Roman Armağanını (1984) aldı.
Şiirlerinizde daha çok “dağ” unsurunu kullanmışsınız. Oysa biz sizi “şehir ve şiir” üzerine konuşturmak istiyoruz. ‘Dağ’dan mı yola çıkalım şehre… Neden bu kadar “dağ” kullanıyorsunuz şiirlerinizde? Bu soru daha önce de sorulduğu için, bütün şiirlerimde kaç defa “dağ” kelimesini kullandığımı merak etmiş, üşenmemiş saymıştım. Doksan-yüz arasında bir sayı çıkmıştı yanılmıyorsam. Bu kullanımların hepsinde dağ, şiirin temel unsuru olmasa, hatta çoğunlukla benzetme, büyüklük, çokluk ifade etmek gibi amaçlarla kullanılmış olsa bile dağın şiirimde önemli bir yer tuttuğu kesin. Ve sorulmasa belki bunu fark etmeyecektim. Yine sorularda, yazı ve yorumlarda şiirlerimdeki baskın temanın hüzün olduğu ifade edilmişti. Bunlar, şairin dönüp eserine bu dikkatler ışığında yeniden bakmasına sebep oluyor. Dağı sevdiğim bir gerçek. Bunun en önemli sebebi de sanırım dağda doğmuş olmamdır. Raman Dağı’nda, Türkiye’deki ilk petrol kuyusunun yakınlarında dünyaya gelmişim. Dedelerimin yaşadığı, babamın çocukluk gençlik yıllarının geçtiği köy de yüksek dağların arasında bir yerdi. Hemen her yaz, tatilimin büyük bir kısmını bu köyde ya da bir yanı Raman Dağı’nın di-
14
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Geçmişte şehrin kültürü, tabiat güzellikleri; mimarî, musiki, tarih gibi medeniyet unsurları şairleri beslerdi. Şehirlere çokça güzelleme yazılır, şehrin tarihi mekânları, tabiî güzellikleri resmedilirdi. Bugün ise sanatçıya daha çok şehrin değişen sosyolojik ve mimarî yapısı, bunların yarattığı karmaşa, sakat ilişkiler, bunalımlar, yabancılaşma, yozlaşma; yine bunlara bağlı olarak kaybedilmiş değerlere özlem vs. ilham veriyor. ğer yanı yine dağların, dik kayalıkların sardığı Hasankeyf ’te geçirdim. Çocukluk, ilk gençlik anılarımda dağ, onun için önemli bir yer tutar. Çocukluğun, şair ve yazarların tükenmez hazinesi olduğunu hatırlarsak sanırım bu husus daha iyi anlaşılır. Büyük şehirde dağı özlemem, bir şiirimde hülyamı kanatan üç şeyden birinin dağ olduğunu söylemem; başka bir şiirde “açmışım gözlerimi dağ, yürümüşüm dağ” dememin de altında zannederim bu duygu ve tecrübelerin etkisi vardır. Dağ sevgisi, dağ özlemi metropollerde bana kendini daha fazla hissettiriyor. Metropol, dağları da yutan bir dev. Dağ heybettir oysa, yüceliktir, güzelliktir, bozulmamışlıktır/ doğallıktır, vahiy makamıdır, tecelligâhtır, korku ve esrardır yerine göre. Dağ daha pek çok şeydir! Bunun içindir ki yalnız bu fakirin değil, hemen bütün şairlerimizin en önemli ilham kaynaklarından biridir. Peki, “Bir şehir tarif ediniz.” dersek bize neler anlatırsınız? Kendinizi bir şehir içerisinde nereye konuşlandırabilirsiniz? Şehirde sanatınızı besleyen unsurlar nelerdir? Bilindiği gibi medine, şehir demektir. Medeniyet ve medine kelimeleri de birbiri ile alakalıdır. Dolayısıyla benim fikrimdeki ve gönlümdeki şehrin anahtar kavramları medeniyet ve medenîliktir. Hacı Bayram-ı Veli’den ilhamla söyleyeyim: sürekli oluş ve her yönüyle gelişim içinde olan; oluşup gelişirken yaşayanlarını da olgunlaştıran bir şehir… Sufiler gönlü bir şehre benzetirler. Yaratan’ın tecelli ettiği yer olan
gönül gibi şehrin paklığı, güzelliği esas alınmalı değil mi? İnsan ki eşrefü’l mahlûkattır, kurduğu, yaşadığı mekân da ona göre olmamalı mı? Çağdaş şehirlerimiz ne yazık ki medeniyetimizden neşet etmiş şehirler değil. Bin bir emekle ve özenle kurulmuş şehirlerimiz şimdi yaralı. Bu şehirlerin içinde bize dair unsurlar gittikçe eriyor, onarılıp korunsalar bile yayılan hantal yapının içinde görkemleri fark edilmez oluyor; tarih şuuru uyandırma, devam fikri oluşturma misyonları yok oluyor. Böyle bir şehirde, fikrinin mayasını Anadolu’da almış, İslâm medeniyetine gönül vermiş; güzelliğe, doğallığa, insaniliğe, medeniliğe inanmış biri olarak bir yere konuşlanmak çok zor. En baştan itibaren büyük şehirde beni en çok yoklayan şey yabancılık ve yalnızlık oldu. Bizim kuşağın büyük bir kısmının bu duyguları yoğun bir şekilde yaşadığını düşünüyorum. Büyük şehrin savurduğu, dağıttığı çok insan tanıdım. Yetmişli yılların başından itibaren kaleme alınmış roman ve hikâyelerde bu savrulmuşluğu, şehrin karmaşası içinde kaybolmuşluğu, yabancılık ve yalnızlığı görmek mümkündür. Esasında bugün, artık hemen hiçbir şehirlinin kolayca kendini bir yere konuşlandıramadığı düşüncesindeyim. Bu, yalnızca şehirlerin yapısıyla alakalı bir şey de değil. Evet, şehirler hızla ve hantal bir şekilde büyüyor. Bu, ulaşımdan insan ilişkilerine kadar birçok sorunu beraberinde getiriyor; ama zannımca asıl sorun bunlardan çok dayatılan ritimdedir. İnsana fıtrî olmayan bir hayat ritmi dayatılmaktadır. Şehrin kalabalık ve hantallığından kaynaklanan sorunlar bir yana, tüketme
15
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
ihtirası, çok ve çabuk kazanma arzusu, telefon, internet vs. bağımlılığı gibi hususlar insanı neredeyse bir otomobil yarışı hızında yaşamaya zorluyor. Bu şüphesiz tefekkürü ve idraki dumura uğratıyor. Ruhunu çok gerilerde bırakarak koşuşturan şehirli, şehrini ve oradaki konumunu nasıl idrak etsin? Bütün bunlarla beraber, büyük şehir bana öyle geliyor ki en çok sanatkârları uyarıyor, kışkırtıyor. Geçmişte şehrin kültürü, tabiat güzellikleri; mimarî, musiki, tarih gibi medeniyet unsurları şairleri beslerdi. Şehirlere çokça güzelleme yazılır, şehrin tarihi mekânları, tabiî güzellikleri resmedilirdi. Bugün ise sanatçıya daha çok şehrin değişen sosyolojik ve mimarî yapısı, bunların yarattığı karmaşa, sakat ilişkiler, bunalımlar, yabancılaşma, yozlaşma; yine bunlara bağlı olarak kaybedilmiş değerlere özlem vs. ilham veriyor. Son dönem şiirimize şehirlilik hâkim. Benim şiirim de genel yapısıyla şehirli bir şiirdir. Çocukluğa, diğer yaşanmışlıklara, tabiata da hep şehirden baktım. Bu bakış aslında bir kaçış, bir sığınmadır denebilir. Bu duygu aslında birçok şairde vardır. Necip Fazıl “Şehirlerin Dışından” şiirinde bizi, dünyayı “şehirlerin dışından” seyretmeye çağırır. Çünkü “kat kat çıkmış evler, o cam gözlü devler” görülmesi gereken âlemi gizlemektedir. Şehirler insanı köleleştirmekte, Allah’ı unutturmaktadır. Şiiri, bir hayat görüşünün, bir inancın paralelinde götürmeye çalışınca, şehir, yukarıda da değindiğim gibi, yabancılaşmanın, bozulmanın gerçekleştiği yer oluyor. İnsanın bir bütünden kopup, büyük kalabalıklar içinde insan tekine dönüştüğü, bunun doğurduğu yalnızlık ve sarsılmışlığın derin bir şekilde yaşandığı yer… Tanpınar, “Biz şehir mefhumunu kaybettik. İçimizde fukaralığın nizamı kuruldu” diye yakınır. “Şehir, bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek bir hayattır” der. Beni, kaybettiğimiz bu terbiye ve müşterek hayat her zaman çok ilgilendirdi. Bir şair, roman ve hikâye yazarı olarak “hayıtını ve üslubunu kaybetmiş” şehrin, yaşadığım ya da tanıklık ettiğim bu hallerine uzak durmam mümkün değildi. Ancak bunlarla kendimi sınırlamamak gerektiğini düşündüm
hep. Sanatçı, bir medeniyet mensubu olduğunun, o medeniyeti yaşatma geliştirme misyonu taşıdığının bilincinde olmalıdır. Bu bağlamda yaşadığım şehrin kültür ve medeniyet merkezi olmasının sağladığı imkânlar da şiir ve yazılarımı büyük ölçüde beslemiştir. Taşra ve anakent karşılaştırmasına girersek sizce hangisi bir sanatçı için daha elverişlidir? Günümüz anakentlerinde sanatçılar kendi atmosferini nasıl oluşturuyorlar? Anakentler, sanatçıların yoğun olarak yaşadığı; kurum, kuruluş ve mekânların fazla olduğu, sanat etkinliklerinin sıklıkla yapıldığı, entelektüel ilişkilerin daha kolay kurulabildiği; yayıncı, kitapçı, dağıtımcı ve ajansların toplandığı yerlerdir. Kültür-sanat endüstrisinin kalbi buralarda atar. Buralardan geniş kitlelere erişebilmek daha kolaydır. Bu çerçevede daha birçok imkândan söz edilebilir. Tabii ki bütün bunlar sanatçılar için elverişli bir ortam oluşturur. Büyük kültür merkezlerinde oluşmuş bir gelenekten, geçmişten gelip sinmiş bir ruhtan da söz edilebilir. Hayatının merkezine sanatı oturtanlar bunu hissederler. Pasajlara, sahaflara, başka bazı mahfillere sinmiş bir ruh diyeyim buna. Ancak bu her şeyin büyük şehirlerde başlayıp bittiği anlamına gelmez. Hemen her zaman, kabiliyeti, belli bir hedefi olan sanatkârlar kendilerini, bu işin adeta borsası durumunda olan büyük şehirlere atmaya çalışmakla beraber taşra denilen yerlerde de yetişmiş büyük sanatkârlar az değildir. Uzak ve küçük de olsa ilim ve irfana, sanata yataklık yapmış şehirlerimiz çoktur. Günümüzde durumun daha farklı olduğunu düşünüyorum. Kolaylaşan ulaşım, iletişim, her tarafa yayılan teknolojik imkânlar taşra kavramını coğrafî bir terim olmaktan çıkarıyor adeta. Artık taşralılığın zihinsel bir kavram olduğunu düşünüyorum. En uzaktaki bir Anadolu şehrinden hatta kasabasından, değil Türkiye’deki, dünyanın her yerindeki sanatçılarla kolaylıkla ilişki kurulabilir. Yazılar, fotoğraflar, hatta kitaplar en uzak yerlere bir tıklamayla birkaç saniyede ulaştırılabiliyor. Artık her yerde kitap, dergi basılabiliyor. Şehirlerin büyük bir kısmı kendilerini kültür sanat vasıtasıyla tanıt-
16
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
mayı hedeflediği için hemen her şehirde artık sanat ve edebiyata daha fazla imkân hazırlanıyor, daha çok etkinlik yapılıyor. Böyle olunca büyük şehirlerde yaşayan yazarlar “taşra” dergilerine; “taşra”da yaşayanlar büyük şehirlerde çıkan dergilere yazabiliyor. Nerede çıkarsa çıksın bir yayın her yere ulaştırılabiliyor. Bütün mesele zannımca zihni uyanık, ufku geniş olabilmektir. Yoksa bir kişi, büyük şehrin göbeğinde yıllarca yaşayıp üretmeye çalışsa da fazla bir şey değişmez. Atmosfer oluşturma, daha çok mizaçla, dünya ve sanat görüşüyle ve imkânlarla ilgilidir. Biraz önce büyük şehirlerin kültür ve sanat adına sunduğu imkânlardan bahsettik. Bu imkânlar şüphesiz iletişimi ve bir sanat atmosferi oluşturmayı da kolaylaştırıyor. Dernekler, vakıflar, sanatçı kuruluşları sanatçıları bir araya getirebiliyor. Belediyeler sürekli kültür sanat etkinlikleri gerçekleştiriyor. Bazı yayınevlerinde, kitapçılarda periyodik sohbetler yapılıyor. Bunlar da sanatçıların bir araya gelmesine vesile oluyor. Hayat ve sanat telakkilerinin uyumu, müştereklerin çokluğu, mizaç ve zevkler, ortak hedefler, beklentiler şüphesiz bu ortamların canlı, bereketli olmasında etkili oluyor. Türk edebiyatı dönemlerini ele alacak olursak hangi dönem daha çok şehirliye dönüktür? Edebiyatımızda anakent temalı pastoral şiir gerçekleşebilmiş midir? Doğrusu Türk edebiyatının dönemlere ayrılması mevzuu bana hep sorunlu gibi gözükmüştür. Yine de bu bölümlemelerden hareket edersek, “halk edebiyatı” diye adlandırılan alanın dışındaki hemen bütün verimlerin şehirliye dönük olduğunu söyleyebilirim. Şifahî eserler ya da âşıklar marifetiyle ortaya konmuş şiirler çoğunlukla büyük şehirlerin dışında, halkın duygu ve düşüncelerinin tezahürü olarak hayat bulmuştur. Bunların dışındakilerin oluştuğu yer ise şehirdir ve muhatabı büyük ekseriyetle okuryazar insandır. Yer yer ve dönem dönem sırf okuryazarlığın da yetersiz kaldığı, seçkin muhatapları hedefleyen bir edebiyatla karşı karşıya kalıyoruz. Tabiî ki bu muhatap şehirlidir. Klasik edebiyatımız, şüphesiz tam bir şehir
edebiyatıdır. Büyük medeniyet merkezlerinde genellikle yönetici zümrelerin etrafında ve himayesinde neşv ü nema bulmuştur. Mensupları iyi öğrenimli, donanımlı kişilerdir. Gelişmiş bir medeniyetin bütün zenginlik ve inceliklerine, haddeden geçmiş diline maliktirler. Oturmuş bir geleneğe yaslanırlar. Bu durumda edebiyatçı, bu donanım, bu zenginlik ve incelikle, tabiatıyla yine bu kültüre aşina, bu incelmiş söyleyişi kavrayabilme kabiliyetine sahip şehirliye seslenecektir. Tanzimat Dönemi edebiyatı ve Edebiyat-ı Cedide de bütünüyle şehirliye yöneliktir. Mensuplarının çoğu kalem dairelerinde yetişmiş, yabancı lisan öğrenmiş; bir kısmı paşa ya da paşazadedir. Tanzimat döneminin ilk temsilcileri siyasetle edebiyatı atbaşı sürdürdükleri ve edebiyatı daha çok bir dönüştürme aracı olarak kullandıkları için; sonrakiler ise sanat yapmış olmayı önceledikleri için hep şehri, şehir insanını konu edinmiş, şehirliye seslenmeyi yeğlemişlerdir. Bu dönemlerde şehir dışındaki hayat, bir iki zayıf deneme hariç, bütünüyle edebiyatın dışındadır. Hatta denebilir ki İstanbul dışındaki bütün hayat edebiyatçının ilgi alanı dışındadır. Edebiyatçıların İstanbul dışındaki şehirlere, kasaba ve köy hayatına yönelmeleri Meşrutiyet’ten sonra mümkün olur. Cumhuriyetle bu yöneliş ivme kazanır. Ancak büyük şehirlerde yoğunlaşan nüfus zamanla edebiyatçıyı da bu yoğunluğun içine çekti diye düşünüyorum. Anakent temalı bir pastoral şiirden bahsetmek çok zor. Şehir daha çok köy ve kır hayatının, bakir tabiatın muhalif mefhumu oldu denebilir şairler için. Şehir, insanı cüceleştiren bir yer olarak görülür. Başta da değindiğimiz gibi, dağ, köy, kır, şehrin kasvetinden kurtulmak, arınmak için kaçılan yerlerdir şair nazarında. Necip Fazıl’ın mısraları bunu en güzel şekilde ifade ediyor: Al eline bir değnek, Tırman dağlara, şöyle! Şehir farksız olsun tek, Mukavvadan bir köyle!
17
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Uzasan, göğe ersen, Cücesin şehirde sen; Bir dev olmak istersen, Dağlarda şarkı söyle! Şehri anlatan bir edebi tür var mı? Günümüz şehirlisi daha çok hangi türde kendini bulmaya çalışıyor, hangi edebî türe meyyal? Aklıma hemen şehrengizler geliyor. Klasik edebiyatımızdaki şehrengizler, bir şehrin genel durumu hakkında genel bilgilerin verildiği, güzelliklerinin övüldüğü ve güzellerinin vasfedildiği ilgi çekici bir türdür. 16. Yüzyılda Mesihî ve Zatî tarafından ilk örneklerinin verildiğini biliyoruz. Sevilen ve çokça örnek verilen bu tür, başka bazı türler gibi zamanla ömrünü tamamladı. O şimdi artık bir edebiyat tarihi malzemesi. Ama biraz şiirselliğinden, biraz da tema benzerliğinden, adı şehirlerle alakalı bazı çağdaş kitaplarda yaşatılıyor. Bu son cümleyi bana Mustafa Armağan’ın Bursa Şehrengizi’nin kurdurttuğunu söylemeliyim. Şehri anlatan bir edebî tür olarak, son yıllarda yaygınlaşma eğilimi gösteren “şehir kitapları”ndan da söz etmek gerekir her halde. Tanpınar’ın Beş Şehir’i ile başladığını söyleyebileceğimiz bu kitaplar gittikçe müstakil bir tür olarak anılmaya başlandı. Mitat Enç’in Gaziantep’i anlattığı Uzunçarşı’nın Uluları, Ahmet Turan Alkan’ın Sivas’ı anlattığı Altıncı Şehir ve benzer bazı çalışmaların gördüğü ilgi bu tarz kitapların çoğalmasına yol açtı. Artık yalnız şehir yazıları yazan yazarlar var. Belediyeler şehir kültürü dergileri çıkararak yazarları şehirler hakkında yazmaya yönlendiriyor. Bu konuda ilmî toplantılar yapılıyor. Dergiler şehir kitapları dosyaları hazırlıyor. Bazı kurumların şehir kitapları kütüphaneleri var. Şehir kitapları şüphesiz yeni bir edebiyat dalı sayılır. Şimdilik sayıları belki pek fazla değil ama Ahmet Turan Alkan’ın da ifade ettiği gibi gelecek vaad ediyor. Seyahat kitapları da şehirlerin hafızasını kayda geçirmekte önemlidir. Seyyahların gözlem ve tespitleri büyük ölçüde şehirlerle ilgilidir. Bugün şehirler hakkında yazanların vazgeçilmez kaynaklarından biri seyahatnamelerdir.
Bir şehir hakkında eser hazırlayan herkes Evliya Çelebi’ye, İbni Batuta’ya başvurmak zorunda hisseder kendini. Gelişen mekân algısı, dikkatleri şehirlere yoğunlaştırıyor. Daha önce ifade ettik: günümüz edebiyatının baskın mekânı şehir, baskın konusu şehir hayatıdır. Bu da kanımca en çok romanda görülüyor. Dolayısıyla şehirlinin kendisini en çok romanda bulduğunu, ona meyyal olduğunu düşünüyorum. Şimdilerde daha çok roman yazıldığını, çevrildiğini, baskı sayılarının yüksek olduğunu gözlemliyoruz. Bu da ona gösterilen alakaya işaret ediyor. Sizin de dergilerde şehir yazıları yazdığınıza tanık oluyoruz. Deneme kitaplarınızda şehre dair çok yazı var. Seyahat izlenimleriniz de “Seferî Yazılar” başlığıyla kitaplaştı. Bunu şehre ve gezmeye olan ilginizin bir göstergesi olarak mı anlamalı?Seferî Yazılar’da hangi şehirler var? Buralara nasıl bakıyorsunuz? Medeniyet ve medenîlik kavramlarıyla şehir arasındaki ilişkiye daha önce değindik. Bu ilişkiyi önemseyen, edebiyata ve sanata edebiyat bağlamında yaklaşan biri olarak elbette şehri önemsiyorum. Her şair, hikâyeci ya da romancı gibi şehirler hakkında düşünüyor, gözlemler yapıyorum. Şehri düşünmek, gözlemek, yazmak ... Bunlar hoşuma gidiyor. Bir hafızayı kayda geçirmenin keyfini yaşatıyor bana. Bir sorumluluğu yerine getirmenin huzurunu… Seyahati de seviyorum. Seyahat arzusu fıtrî bir şey gibi geliyor bana. İnsan tabiatında var olan bir duygu. Hoşuma giden bir söz var. Derler ki: “Dünya bir kitaptır, seyahat etmeyenler onun hep aynı sayfasını okurlar.” Gezmek, yeni sayfalar okumaktır. Özge diyarlara pervaz vurmak, özge güzellikler temaşa etmektir. Seferî Yazılar bu his ve düşüncelerle kaleme alındı. Ülke dışına yaptığım bazı seyahatlerdeki gözlem ve izlenimleri içeriyor. Şüphesiz bildiğimiz anlamda birer şehir yazısı değil bunlar. Yine de gezdiğim şehirlere bir ayna tutabildiğimi düşünüyorum. Bu şehirlerin bazıları şunlardır: Almatı, Aşkabad, Merv, Mekke ve Medine, Strasburg, Zürih, Köln, Üsküp, Salzburg…■
18
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Kitabın alın yazısı M. KAYAHAN ÖZGÜL
Büyük kısmı yarım ay biçiminde tasarlanan bu küçük pencerelere takılan rengârenk camlara gün ışığı vurdu mu, giriş bir renk cümbüşü ile dolar; gökkuşağının ortasında yüzmeye başladığınızı hissedersiniz. Cildinin ortası delinerek ilk yaprağına mini mini bir kapı açılan kitaplarda da aynı hissi yaşadığınız ve kapağı çevirince renk renk kelimelerin uçuştuğu bir mahfilde öylece kalakaldığınız olur.
Y
üce Mevlâm kitapları kapılara nasıl da benzer yaratmış. Kitabın çift kanatlı bir kapıdan ne şekilce ne de ruhça farkı var; açıp girdiğinizde her ikisi de sizi bir başka âleme taşıyıveriyor. Kapılar vardır; ince ince oyulmuş ahşabında, zerrin yaldızında tezhipli, şemseli bir kitabın müzeyyen nakışlarını bulursunuz. Kapılar vardır; zamanın hoyrat eli delik deşik etmesin diye yağlıboya ile kapatıldığında, okkalı bir kitabın lâke cildi gibi pırıl pırıl parladığını düşünürsünüz. Bazen, cümle kapısına ulaşmak için, daha mütevazı bir kapıdan geçmeniz gerekir. İster soğuktan korunmak için olsun isterse sahibinin mahviyetkâr tavrından, bu çifte kapıda şömiz kitapların korunaklı ve kendini gizleyen ruhunu hissedersiniz. Bazen kara demir kilidi sımsıkı kapalı veya halkalarına koca bir kilit geçirilmiş kapılara tesadüf edersiniz de aklınıza kilitli kitaplar gelir. Muhtemeldir ki, o battal kalın cildinin iki kanadı kilitle birbirine kenetlenmiş esrarengiz kitaplardan birini elime alma şansına hiç erişemediğim için, bana böyle kapılar kitaplardan çok, minik ve göstermelik bir kilidi olan hatıra defterlerini hatırlatır. Bazen bir kapı görürsünüz; kararmış, kağşamış, şişmiş, rezelerinden oynamıştır; güç hâl ile kapatılabildiği bellidir. Onda, şirazesi kaymış kitapları andıran bir şeyler yakalarsınız. Hat19
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
ta damı çökmüş, kapısı sökülmüş hazin viranelerde bile, kapağı kopuk bir kitaba duyduğunuz merhameti hissettiğiniz olur. Definelerin hep harabelerde yatıyor olması gibi, kapaksız kitaplarda da kim bilir ne gizli değerlerin saklandığını düşünerek kendinizi ve yaralı kitabı teselli edersiniz. Biliyorum, iyice garipseyeceksiniz; fakat yeri geldi de söylüyorum: İşaret parmağım da kitapları kapılara benzetiyor. Garipseyeceğinizi söylemiştim. Apartman kapılarında, alt alta dizilmiş zillerin yanı başındaki kutucuklarda aşina bir isim ararken, işaret parmağımın da kitaplardaki “içindekiler” yahut “indeks” bölümünden alıştığı hareketleri hatırlayarak gezindiğini fark ediyorum. Siz hiç yarım kalmış bir kapı gördünüz mü? Ben bir müzayedede gördüm. Çift kanatlı bir kapıydı. Bir kanadı mükemmel bir kündekârȋ ile ince ince işlenmiş; fakat ikinci kanadı ‒kim bilir hangi musibet mâni olmuş da‒ tamamlanamamıştı. Her acıyı tanır zannettiğim kalbimin o yarım kapı karşısında nasıl paramparça olduğunu dilim dönmez ki anlatayım. Müzayede kataloglarını saklamak gibi garip bir âdetim varsa da o günün kataloğunu yok ederek kapının fotoğrafıyla beraber, zihnimdeki görüntüsünü de kovmaya çalıştım; ama ne çare? İşte, üzerinden yıllar geçmesine rağmen, o malul kapının hayali olanca tazeliğiyle hâlâ karşımda duruyor. Tesadüf bu ya, aynı sene içinde düzenlenen bir başka müzayedede karşıma hattatı göçüp gittiği için yarıda kalmış bir Kur’an çıktı. Hayatı boyunca edindiği hiçbir Kur’ân’ı satın almadığı gibi, metaa dönüştürülerek alınıp satılmasına da bir türlü alışamayan ben, o yarım eseri ciddi bir meblâğ karşılığında aldım. Şimdi düşünüyorum da bir kere daha zihnim kapılarla kitapları eşlemiş ve
yarım kapının açtığı yarayı, yarıda kalmış bir Kur’ân ile sağaltmaya çalışmışım. Bu eşlemede yalnız olmadığımdan eminim. Kitaplara ve kapılara o nihayetsiz tünelleri açan kurtçuklar dahi birbirine benzer; damak lezzetleri bile müşterektir. Şimdi yazarken fark ettim ki, kitaplara benzediğini düşündüğüm, zihnimde öylece eşlediğim kapıların hiçbiri zamane işi değil... Ruhuma yakın bulduğum kitaplar gibi, aynı yakınlığı hissettiğim kapılar da devr-i kadîmden kalmış olanlar... Asri kapılara bir türlü ısınamadım; metalik soğukluğuna, ziline basmaya, otomatının sesine, diyafonunun varlığına, gözetleme deliğine, asansörüne, şifresine, kamerasına bir türlü kanım kaynamadı. Sizi içeri/ içine davet etmek istemeyen kitaplar misali... Sanki ha deyip de girerseniz, olağanüstü bir cevhere ortak çıkacakmışsınız gibi... Oysa bu meymenetsiz kapılar bin naz ile size açıldığında, göreceğiniz manzara hep aynı... Cümlesinde de eşiği geçtiniz mi kasvetli, hepsi bir örnek “antre”lere kadem basmak zorundasınız. Yakın zamanlara kadar, bir metnin ilk cümlesi onun başarısının anahtarı sayılırdı. Romancılar, o ilk cümlenin sıcak merhabasını, cazibesini, misafirperverliğini yakaladıklarında, okuru da ele geçireceklerini bildiklerinden, daktilo karşısında cazip bir başlangıç cümlesi bulmaya çalışarak ömür çürütürler; buruşturup çöpe attıkları kâğıtların çoğunu da o siftah cümlesine kurban ederlerdi. Nihayette, kitabın kapağını çeviren okur da çaldığı kapıda istiskal edilmeyeceğini bu ilk cümleden anlardı. Çelik kapıların ardında oturan zamane yazarlarının giriş cümleleri ise, antrelerine benziyor; soğukluk ve yavanlıkta çoğu birbirinin eşi... Bir de eski kapıları düşünün; onları niye sevdiğimi şıpınişi anlayacaksınız. İster tokmağını gümbür gümbür çalın, ister yumruk-tekme girişin, eski kapılar hep zarafetle açılır; sizi kucaklamağa, buyur etmeğe amadedir, bu bir... İkincisi, açılan her kapının ardında, aydınlık ve güleç bir avlu bulunur ki, hiçbiri diğerine benzemez; tırabzanları bile, taşlığı bile bambaşkadır. Eski zaman kitaplarını da işte bu farklı ve görklü girişleriyle sevmeye başlarsınız. Hanede olduğu gibi, kitapta da en gösterişli yer giriş kapısıdır;
20
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
önceleri hattatlar, sonraları matbaacılar bütün hünerlerini burada göstermeye çalışırlar. Her kitabın avlusuna bu dibace/ mukaddeme kapısından geçilir. Adı üstünde... Kitaba kademinizi oradan atacaksınızdır; çünkü o cümle kapısıdır. “Cümle” kapısı hem kelime’nin, cümle’nin kapısıdır hem cemile’nin... Söz ve güzellik orada başlar. Eşiği geçtiniz mi bambaşka bir âleme gireceğiniz peşinen haber verilmekte... Aslını ararsanız, böyle girift nakışlarla tezyin edilmiş ve açık bir kapıyı andıran başlıklara başka yerlerden de aşinayız. Ceddimiz, öte’ye yol olduğunu düşündüğü her geçidi aynı tarzda kapı nakışlarıyla donatır. Dikkatle ve ibretle baktığınızda, kapı suretindeki süslemelerin sadece kitaplarda değil, seccadelerde ve şâhidelerde de aynen stilize edildiğini fark edeceksiniz. Öteye geçit nerede ise, alâmeti de hep benzer bir tezyinatta olacaktır. Hayal etmeye çalışın. Bir kitabın kapağını besmeleyle çevirdiğinizde karşınıza iki kanatlı murassâ bir kapı çıkıyor. “Fettâhü’lebvâb”ın açtığı sağdaki kapıdan “Fâtiha”ya girip yedi ayet ilerlediğinizde yol sola kıvrılıyor ve böylece “Bakara”nın kapısına ulaşıyorsunuz (Garip bir biçimde, zihnim bu manzarayı Ayasofya’daki Sultan I. Mahmud Kütüphanesi’ne ısrarla birleştiriyor. Çift kanatlı kapısı ve “Yâ Fettah” yazılı kapı kulpları sebebiyle olabilir mi?) Seccadenin alınlığına kapanarak veya bir şâhidenin altından yol bularak ulaşmaya çalıştığımız da hep aynı geçit değil mi? Alınlık deyince söylemeden geçemeyeceğim; ben kapıların en çok alınlıklarını severim. Bir güzelin fesinden sarkıp alnını bezeyen penezler, oyalar, boncuklar gibi, kapıların üstünü süsleyen de alınlıklardır. Alınlıklardaki nakışlar, oymalar, küçük heykeller kapıyı bir bayram takına
çevirir ve altından geçenlere izzet kadar, şeref kadar güzellik de saçar. Nasıl ki, insanın kaderi alnında yazılı ise, binaların kaderinin de kapı alınlıklarında gizli olduğunu düşünürüm. Kapısının üstünde “Dolmabahçe Sarayı” mı “Adliye Sarayı” mı yoksa “Saray Düğün Evi” mi yazdığı, bir binanın kaderini temelinden değiştirir. Şimdilerde aynı değişikliği kapı plaketlerinden de takip edebilirsiniz. Bir kapı plaketinin sarı metal ışıltısında “Fatma-Mehmet Başeğmez” yazısını okuduysanız, Mehmet Bey’in evde eşine munisçe baş eğişini de fark edersiniz. Oysa “Fatoş&Memoş” levhası size evin içyüzüne dair bambaşka şeyler söyleyecektir. “Fatma Başeğmez” plaketi ise, bir kaybın ve eksiklenmenin hüznünü taşır. Dahası, sökülmüş bir kapı levhasının boş vida yuvaları bile, bir süre önce içeride yaşananlar hakkında üstünkörü bir fikir edinmenizi sağlar. İsimliğin, evlerinde yaşadıkları hayatın açıklamasını yaptığına inananları hemen fark edersiniz; zira onlar plakete adlarını yazdırırken başına “Yük. Müh.”, “Em. Alb.” gibi açıklamalar ekleyerek içerideki hayat hakkında olumlu bir fikir edinmeniz için uğraşırlar. Bana öyle geliyor ki, “Prof. Dr.” olduğunu kapısının üzerindeki levha ile gözünüze sokan biri, kitabının kapağında da unvanını mutlaka tekrarlayacaktır. Sebep? Evinin niteliği kadar kitabının değerini de “nâm ü şân-ı vâlâları”nın belirlediğini düşünüyor olması... Kapı alınlıklarının asri karşılığı bu sarı plaketler ise, zannımca kitaptaki karşılığı da kapak yazılarıdır. Mademki, plakette bir kapıdan geçince karşılaşacaklarımızın ilk emarelerini yakalayabiliyoruz, o hâlde içindekilere ve bir yazarlık serencamına dair işaretleri de kitabın daha isminden itibaren okumaya başlıyor olabilir miyiz? Bir başka deyişle, başlık da kitaba dâhil değil midir? Alınlığın kapıdan ziyade binaya, başlığın da kapaktan çok kitaba dâhil olduğunu düşünmek mümkün... Kapı ve kapak methalin eşiğini belirlerken, alınlık ve başlık içeriyi/ içeriği haber verir gibidir. Kader ya alındadır ya da alınlıkta... Yaşanacak olan ya baştadır ya da başlıkta... Belki de altından geçenleri ve içeride olanı belirleyişi sebebiyledir ki, alınlığın bir aydınlatma görevi vardır. Batı dillerinde “alınlık” muka-
21
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
bili olarak “illumination” kelimesini kullanışları da bu rolü pekiştiriyor. Kelime, Latincenin “illuminare” fiilinden doğar ve aydınlatmak manasına gelir. Daha derinlere dalınca, bu fiilin kökünde nûr’u karşılayan “lumen” ve “luminis” kelimelerine de tesadüf edilecektir. Batılı düşünce, Delphos’taki Apollon Mâbedi’nin kapı üstündeki “Gnothi sauton” (bil kendini) yazısından beri, alınlıkları bir manevi aydınlanma vesilesi olarak görür. Altından geçenlerin aklını ve ruhunu şekillendirmekteki etkileri tecrübe ile sabit görülmüş olmalı ki, sonraları Latinler de bu mottoyu tercüme edip korniş üstlerine “Nosce te ipsum” yazmaya devam ederler. Ne gariptir; ben ecdadımın hiçbir yapısının alınlığında “men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” (kendini bilen Rabbını bilir) hadisine tesadüf etmedim. Belki de bu hadis sahih midir gayr-ı sahih mi tartışmalarıyla vakit öldürürken, cümledeki hikmete zihin yormaya ve hayata geçirmeye vakit bulamamışlardır. Rivayet ederler ki, Molla Câmî Mevlânâ’yı ziyaret için altı kere Konya’ya gelmiş, ancak huzura girememiştir. Yedinci gelişinde ruhsat verilince, başındaki dolağı meydana doğru fırlatarak, Kâbetü’l-uşşâk bâşed în makam Her ki nâkıs âmed incâ şod tamam[1] deyiverdiği anlatılır. Asırlardır dergâha girenler, önce kapının alınlığındaki bu levhayı okurlar da sonra içeri sağ ayaklarını atarlar. Böyle bir aydınlanıştan sonra, girdiği gibi çıkmak artık mümkün değildir; içlerinin ışıdığını çıkanların yüzünden bile anlarsınız. Aynı hâli Nurıosmaniye Kütüphanesi’nde de hisse1. Süleyman Nazȋf’e atfedilen tercümesi: Ȃşıkanın Kâbesidir bu makam Kim ki nâkıs gelse bund’olur tamam
derim. Binanın hümayun kapısının alınlığında “Utlubü’l-ilme mine’l-mehdi ile’l-lâhdi” (beşikten mezara kadar ilim talep edin) hadisini okuyup da içeri bezgin, bıkkın girmek ne mümkün? Sırtım dikleşir, adımlarım sıklaşır, koltuğumun altındaki kitaplara daha bir yapışırım ve ilk aydınlanmayı kapıdan geçerken yaşarım. O anda benim için, bina ile kitabın olduğu kadar, kapı ile yazının da kaynaştığı bir bilgilenme gerçekleşmektedir artık. Evet, “illumination” kelimesi aydınlatma’yı karşılar; kendini bir “voyant” olmaya adayan Arthur Rimbaud’nun Les Illuminations’u yahut kabalacı meraklarıyla boğuşan Walter Benjamin’in Illuminations’u gibi majör eserlerde derinden derine hissedilen de bu mistik aydınlanmadır. Lâkin “illumination” ile kökdaş olan “limunaris”in de pencere demek olduğu göz ardı edilmemeli. Bir kapı alınlığındaki yazıyla aydınlandığımız doğru ise de bazen alınlığın bulunduğu yere bir pencere açılarak mahfelin aydınlatıldığı da olur. Burada artık manevi aydınlanmanın yerini, tamamen maddi bir ışıtma alıverir. Büyük kısmı yarım ay biçiminde tasarlanan bu küçük pencerelere takılan rengârenk camlara gün ışığı vurdu mu, giriş bir renk cümbüşü ile dolar; gökkuşağının ortasında yüzmeye başladığınızı hissedersiniz. Cildinin ortası delinerek ilk yaprağına mini mini bir kapı açılan kitaplarda da aynı hissi yaşadığınız ve kapağı çevirince renk renk kelimelerin uçuştuğu bir mahfilde öylece kalakaldığınız olur. Unutmayalım, “illumination”un bir manası da süsleme’dir. Hani bazı kapıların alınlığında gözleriniz bir kitabe arar da ağır bir tezyinattan başka şey bulamaz ya, işte orada süsün levha gibi okunması gerekir. Sözün gelişi, bir kapı üstünde gözünüze çalınan Osmanlı devlet armasında kudret, nizam, adalet, saltanat, şecaat, on iki burç, sultanın tuğrası, kara ve deniz kuvvetlerinin gücü gibi pek çok değer “okunabilir”. Böyle bir armayı bina kapıları dışında görebileceğiniz yerlerin handiyse tamamı yine çeşme gibi, nişantaşı gibi sabit-kadem mekânlar iken, bunun önemli bir istisnası cilt kapaklarıdır. Binayı okumaya alınlığındaki armadan başlamak gibi, kitabı okumaya da cildindeki armadan başlanır. Zamane okumalarının “ex libris”ten
22
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Nasıl ki, ziyarete gelen önce binanın alınlığı altından geçerse, bir kitabı ziyaret eden de önce dış ve iç kapaktan geçmek zorundadır. Kitap da ziyaret mi edilir, demeyin. Evet, kitaplar “ziyaret yerleri” gibi, aile büyüğümüz gibi, kapı komşumuz gibi ziyaret edilirler. başlaması gibi... Bazen, alınlık süslemeleri armalar kadar yüksek sesle konuşmazlar; fısıltılarını çözmek için gayret gerekir. O yüksek kapılara benzemez bir kapı görürsünüz; alnında hiçbir ziynet bulamayışınızda vakur bir sadelik yakalarsınız. Kimi zaman, alçacık bir alınlıkta sadece küçük bir motife gözünüzün iliştiği olur; ya bir hayat ağacı ya kırılmış bir nar ya da bir çark-ı felek... Zamanın soldurduğu taş zeminin üstünde o motifler yepyeni dururlar; çünkü içeri her giren eliyle şöyle bir sıvazlamadan altından geçmemektedir. Her dokunuş aslında bir okumadır. Aklınız bir kere daha kitaplara kayar. Hani bazı kitaplar vardır; size muhtevasından bahsederler de boş boş bakarsınız, okumadığınızdan eminsinizdir. Derken biri kitabı kucağınıza bırakır ve siz daha ona dokunur dokunmaz zihniniz aydınlanıverir; içinde ne olduğunu hatırlayıp bülbül gibi şakımağa başlarsınız ya... Alınlıktaki motiflere dokunmak da işte aynen öyle bir okumaktır. Kimi kapılar vardır, yüksek alınlığının altından at üstünde azametle, başınız göklerde geçersiniz; kimi kapılar vardır, alçacık oluşu sizi de eğilmeye zorlar. Niye bütün dergâhların, hücrelerin kapısı hep böyle alçaktır? Çünkü kibrinizi ve azametinizi kapının diğer yanında bırakmayı bilmeden öyle dimdik girmeye çalışırsanız, alnınızın ortasına öyle bir taştan yumruk yersiniz ki, “alınlık” kelimesinin alınla bir başka ilişkisi daha olduğunu acı acı öğrenirsiniz. Rica edenin boynu bükük gerektir. Müracaat kapısına dimdik gidildiğinde, alınlık bir “başvuru” mevkiine dönüşür. Necatigil’in deyişiyle, Eğildiğimdendi Alçak kapılardan demin benim geçişim Kitaplar karşısında yaşadığımız hâl de bundan pek farklı değildir. Kitap vardır, pek fiyakalıdır; kucağınızda bütün cazibesiyle oturur
ama söyleyeceği hiçbir şey yoktur. Okumaya başladığınızda yavaş yavaş oturuşunuz değişir, sırtınız düzelir, başınız yavaş yavaş doğrulmaya başlar ve sonunda o kadar dikleşirsiniz ki, artık kitap çok aşağılarda kalmıştır ve mağrur başınız satırları göremeyecek kadar yukarılardadır. Kitap vardır; fersude cildine, sararıp eprimiş sahifelerine bakıp da küçümseyerek elinize alırsınız. Yapraklarını çevirdikçe omuzlarınız düşer, boynunuz bükülür, satırlara burnunuzu dayayarak okumak ihtiyacını duyarsınız ve öyle bir an gelir ki, aczinizi, hiçliğinizi tâ derununuzda hissedersiniz. Artık yapacağınız tek şey kalmıştır; kitabı öpüp alnınıza koyarak hem onu tebcil etmek hem de fırsattan istifade alnınızı öptürmek... İşte “illumination” kelimesinin sonuncu anlamı olan “ilhâm”ın belirdiği yer de tam olarak burasıdır. Doğrudur, alınlık ilham verir. Kimi alınlıklar levhasıyla, tezyinatıyla; kimi alınlıklarsa altında koruduğu kapının sakinleriyle ilham vericidir. Aslında, ziyaret edip de ilham alınmak istenen genellikle alınlık değil, onun altından geçilerek girilen yerdekidir; lâkin içerinin ilhamından ilk ışıklar da alınlığa vurmuştur. Nasıl ki, ziyarete gelen önce binanın alınlığı altından geçerse, bir kitabı ziyaret eden de önce dış ve iç kapaktan geçmek zorundadır. Kitap da ziyaret mi edilir, demeyin. Evet, kitaplar “ziyaret yerleri” gibi, aile büyüğümüz gibi, kapı komşumuz gibi ziyaret edilirler. Sözün gelişi Nâbî, hac yolunda uğradığı Konya’da, Sadreddin-i Konevi’nin kütüphanesinde saklanan İbni Arabî hattı Fütûhât-ı Mekkiyye’yi ziyaret eder. Şair, otuz dört ciltlik kitabın saklandığı dolabın önünde hissettiklerini Tuhfetü’l-harameyn’de ifade ederken, “Bi-hamdillâhi teâlâ ol nüsah-ı şerîfe(...)nin abîr-i gîsû-yı hûrân-ı behişte râcih olan gubarla-
23
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
rı tûtiyâ-yı çeşm-i iftihar kılındı” diye yazar[2]. Gelibolu’da, Yazıcı-zâde Mehmed’in türbesinde saklanan müellif hattı Muhammediyye’yi ziyaret de âdettendir ve Müverrih Âlî’den Evliyâ Çelebi’ye kadar pek çok ziyaretçiye el öptürmüştür. Ankara’daki Millî Kütüphane’de, Niyazî-i Mısrî’ye ait bir mecmuanın sonuna isimsiz bir el tarafından konan notta, “Şu imzâyı şerif hazret-i Mısrî efendimizin mübarek hatt-ı şerifleri olmağla ziyaret oluna” yazıyor[3]. Uzun süren bir unutulmuşluğun ardından, metnin son ziyaretçisi aziz dostum Mustafa Tatcı oldu[4]. Ali Emîri Efendi de kütüphanesini süsleyen nadir ve değerli yazmaları meraklısına bin naz ile çıkardığında, “Tedkik edin”, “Gözden geçirin” gibi klasik cümleler yerine, “Ziyaret buyurun efendim” diye uzatırmış. Son zamanlarında, en çok ziyaret edilen kitabının Dîvânü Lûgati’tTürk olduğu şüphesiz... Yıllar önce, Beşir Ayvazoğlu’nun Nuri Arlasez’le röportajında okumuştum. Belki de cumhuriyetin son “şeyhü’s-sahhâfîn”i diye anılması gereken Raif Yelkenci, koca bir dünya sığdırdığı o küçücük dükkânında Nuri Bey’e yazma bir Kur’an uzatırken yine “Ziyaret buyurun” demiş. Bunca yılımın eski ve nadir kitap kovalamakla geçtiğine değil de bir satıcıdan bile bu hitabı duyamadığıma yanarım. Demek ki, o güzel insanlar varaktan kanatları olan o güzel kuşların sırtına binip gideli çok olmuş. Bunca yıldır gıpta sınırları dâhilinde tutayım diye gemlemeye uğraştığım hasedimin şahlandığı anlardan biri de işte bu... İtiraf zamanı gelmiştir; Ayvazoğlu’nun pek çok meziyeti yanında, doğru yerde bulunup doğru kişilerle tanışmasını da çekemiyorum. Ne demiştim; kitaplar, kapısını çalıp arada bir yoklamanızı bekleyen aile büyükleriniz gibidir. Okurların kitaba olan ihtiyacı gibi, kitapların da okur tarafından ziyaret edilmeğe ihtiyacı vardır. İhmal ettikleriniz için için söylenirlerken, gözden çıkarıp tamamen unuttuklarınızın sesi de yüksek çıkar; yalnız bırakıldıkları için duydukları öfkeyi de hatırlanışın verdiği mem-
nuniyeti de açıkça ifade ederler. Rahmetli Süheyl Ünver Hoca, kütüphaneciliğimizin büyük ismi Adnan Ötüken’den dinlediklerini, her zamanki titizliğiyle kaydetmiş[5]. Ötüken, Amerikan kütüphanelerinde incelemeler yapmak üzere Chicago’ya gider. Ziyaret ettiği kütüphanelerden birinde, önüne Türkçe bir yazma koyarlar. Ötüken, daha cildi açar açmaz, kitabın alınlığında şu beyitle karşılaşır: Merhabâ hoş geldiniz özlerdi bu can sizleri Kıldın ihyâ Hazret-i Îsâ gibi can bizleri Yazma, belki de asırlar sonra bir vatandaşını görmenin heyecanıyla konuşmakta; Ötüken ise, ebedî sürgününü çeken bir büyüğünü ziyaret etmenin keyfiyle utancı iç içe geçmiş, gözyaşları dökmektedir. Bazen kitabın, aile büyüklerinizden çok daha yakınınız olduğunu hissedersiniz. Evet, biraz garip, biraz hastalıklı bir muhabbetle de olsa, içten içe kitaba sevdalandığınızı itiraf zorunda kalırsınız. Kitabının alınlığına “Esirrü izâ nazartü ilâ kitabî keennî âşık ve hüve’l-habîb” (kitabıma her nazar edişimde, sanki ben âşık o da maşukummuş gibi sevinirim) yazan âşığı kendinize yakın bulduğunuzu söylemek o kadar da kolay değildir. Maşukasının kapısından uzak duramayan âşık gibi, siz de kitaplarınızla yaşamak istediğinizi söyleyiverseniz, bu çağda garip karşılanacağınızı pek rânâ bilirsiniz. Cüretkâr âşıkların, sevgilisinin kapısına aşkını kazıması gibi, siz de kitaplara olan sevdanızı yine kitap kap(ı)larına, alınlıklara yazmaya kalkışırsınız. Kastamonulu Lâtîfî’nin, göğsünü gere gere tezkiresinin başına yazdığı gazelde Ol kişi buldu cihân içinde yâr-i bî-halel Ey Lâtîfî her kimin yanında yâridir kitâb[6] deyişine imrenip de kitaplarınızın alnına bir şeyler karaladığınız hiç olmadı mı? Varsayın ki, Sivas işi çakınızın kemik sapını sıkı sıkıya kavrayarak yârin kapısına bir “Âh mine’l-aşk” kazımışsınız veya püskürtme boyayla grafiti yazmışsınız. Ha kapı ha kitap... Ha o alınlık ha bu alınlık... Ha o aşk ha bu aşk...■
2. Menderes Coşkun, Manzum Ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnameleri Ve Nâbî’nin Tuhfetü’l-harameyn’i, Ank., 2002, s. 173-174. 3. Mecmȗa, Yz. A. 853, v. 17. 4. Burc-ı Belâda Bir Merd-i Hudâ: Niyâzî-i Mısrî, İst., 2010, s. 134.
5. Kırkambar, Ank., 1972, s. 87. 6. Tezkire-i Lâtȋfȋ, İst., 1314, s. 15.
24
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
İsim-şehir KÖKSAL ALVER
Ş
ehirler isimlerle dolu. Şehrin her yanında kişiler. Siyasetçiler, sanatçılar, yazarlar, edebiyatçılar, ilim adamları, şehitler, komutanlar, ustalar, hacılar, hocalar, efendiler, beyler. Sokaklarda, mahallelerde, parklarda, kültür merkezlerinde, kütüphanelerde, okullarda, kampüslerde, amfilerde, salonlarda. Alt ve üst geçitlerde, cadde ve bulvarlarda, meydanlarda, yollarda, stadyumlarda, hava alanlarında, garlarda. Çeşmelerde, hanlarda, hamamlarda, camilerde, medreselerde, aş evlerinde, imaretlerde. Şehirler baştan ayağa isimlerle dolu, isimlerle kuşatılmış, isimlerle anlam bulmuş. Neden şehirler isimlere bu kadar ihtiram göstermekte? Neden şehir bunca ismi alnına yazdırmakta ve baş tacı etmekte? Şehir bir yönüyle insandır da ondan mı? İnsan bir açıdan şehre benzer diye mi? Şehir ve isim iç içe, yan yana, karşı karşıya! Şehirlerin bunca insanı baş tacı yapmasının değişik sebepleri olabilir. Ancak bunun basit ve sıradan değil anlamlı ve derinlikli bir eylem olduğunu düşünüyorum. Rastgele yahut bilinçli bir şekilde verilmiş olsalar bile! İsimler aynı zamanda birer sembol, imge ve gösterge oldukları için kimin isminin nereye verildiği önem arzeder. Bir isimden kıyametler kopabilir. Bunun değişik örneklerini bulmak mümkündür. Yakın zamanlarda İstanbul Fatih’te Abdülezel Paşa’nın adını
taşıyan caddeye Kadir Has ismini veren belediye, yazarlar ve ilim adamları tarafından eleştirilmişti. İlber Ortaylı bunu ‘vahim bir değişiklik’ şeklinde nitelendirmişti. Buna benzer örnekler hangi şehirde yoktur ki? İsimler taşıdıkları anlam ve sembolik değerlerle kimi dönemleri açıklamakta birer ipucu olabilmektedir. Galiba önce şu sorulmalı: şehir mekânlarına isim verme kimin yetkisinde? Bir okulun, caddenin, sokağın, meydanın, parkın adına kim karar veriyor? Bu kararı verirken kimlere soruyor yahut hangi hususlara dikkat ediyor? İsim verilirken o kişinin özellikleri, o mekânın konumu, yeri ve özellikleri dikkate alınıyor mu? O kişinin isminin oraya verilmesinin bir anlamı olabiliyor mu? Ve dahası neden isim verme geleneği ve siyaseti vardır? Hatta neden bu isim verme mühim bir siyasi refleks ve atak olarak görülmektedir? Bütün bunlar isimlerin boş ve anlamsız olmadığını aksine dolu, manalı ve sembolik kıymete haiz olduğunu belli etmektedir. İsim vermede etkili olan kurumlar arasında din, kültür, siyaset, sanat, hukuk, bölge özellikleri sayılabilir. İsimlerin anlamları, yan anlamları, ardılları araştırıldığında nasıl bir duygu ve düşünce dünyasının yansımaları oldukları rahatlıkla görülebilir. Siyasi yelpaze, ideoloji, kültürel kodlar, kültürel değişme, toplumsal
25
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
farklılaşma şehirlere verilen isimlerde müthiş bir dalgalanmaya ve çeşitlenmeye neden olmaktadır. Böylece şehirler bir ülkenin bütün renklerini, tonlarını, yüzlerini, tercihlerini sembolize eden isimlerle dolabilmektedir. Birbirinin tam zıddı olan isimler kimi zaman yan yana olabilmektedir. Uçlarda yer alanları, isimlendirme siyaseti, bir yerde toplayabilmektedir. Kuşku yok ki, isimler, şehirlerin hafızası. Bir hatırlama eylemi isimler. Hafıza ve hatırlamanın insan hayatındaki yeri belli. İnsan yaşadıklarını, düşlerini, ideallerini şehirlere kazıma derdinde. Kendi giderken dahi arkada bıraktıklarını merak etmekte. Yahut gidenleri şehirlerde yaşatma derdinde. İsimlerin birer hafıza ve hatırlama işlevi gördüğü muhakkak. İsimlerin aynı zamanda birileri için bir yer, zemin, konum, mevki ve muhit işareti olduğu da muhakkak. Dolayısıyla şehirlerin birer isim cennetine dönmesi manidardır. O isimlerde kişi kendini aramakta aslında. O isimlerin sembolik haritasında kendi çizgilerini görmekte insan. Bunun için isim verme siyaseti, çok katmanlı, anlamlı ve manidar bir eylem olarak öne çıkmaktadır. Siyaset, isim verme eylemi bir hayli önemsemektedir. İsimlerin şehirlerdeki baskın yeri kimi ilintiler kurmaya vesile olmaktadır. Sokaklara, caddelere, mahallelere, hatta semtlere verilen onca isim. Kiminde bir âlim yahut bir siyasetçi, kiminde bir yazar yahut asker. O sokaktan geçmiş ve bazen o semte uğramamış bir isim orada. O isim oraya rastgele mi verilmiştir? Yoksa orası ile o kişi arasında bir bağ mı vardır? Mesela siyasetçi, edebiyatçı, âlim o sokakta yaşadığı için mi ismi verilmiştir? Yoksa bir siyasi eğilimin göstergesi olsun diye mi? Ne ki, zihin, isimle mekân arasında uygunluk olup olmadığını düşünmeden edemiyor. Şehirler başka dünyaların insanlarına da yer vermekte. Başka dünyaların, inançların, kültürlerin, siyasetlerin figürleri şehirlerde görülmektedir. Şöyle hızlı bir tarama ile sayısız örnek bulmak mümkün olacaktır. Pakistanlı Cinnah, Ankara’da, Amerikalı Kennedy İstanbul’da, Mısırlı Hasan El-Benna ve Seyyid Kutup ile Pakistanlı Ziya ül-Hak Sultanbeyli’de bir caddenin adıdır. Olof Palme ise Kulu’da bir bulvarın adıdır. Kuluların İsveç’te çalışmakta oluşlarının bunda etkisi vardır mutlaka. Sokaklar, parklar, kültür
merkezleri, camiler de buna dâhil edilebilir. Arjantin Caddesi, Tunus caddesi, Cezayir caddesi, Kosova mahallesi, Bosna-Hersek mahallesi, Japon pazarı, Aliya İzzetbegoviç parkı gibi sayısı ismin şehrin nasıl bir hafızayı barındırdığını belgelemektedir. Gerek kişi isimlerini gerek ülke isimlerini bağrında taşıyan şehirlerimiz, bir yönüyle bütün bir dünya haritasının çizgilerini de taşıyabilmektedir. Şehrin hafızasında yer bulan isimler, şehirlinin düşünce dünyasına zenginlikler katabilmektedir. Şehirler, isimlerle bütün bir yeryüzünü alnında taşımakta. Şehir, isim isim bütün coğrafyaları, o coğrafyaların simalarını ölümsüz kılmakta. Bu yüzden bir şehir bazen bir yeryüzü olabilmektedir. Şehirler içinde taşıdıkları isimleri ölümsüzleştirmeyi dener. Genelde topluma mal olmuş, öncüler, edebiyatçılar, siyasetçiler, tüccarlar, sanatkârlar, siyasetçiler, askerler, eğitimciler, sporcular, gazeteciler ölümlerinden sonra mekânlarda yaşamayı sürdürür. Kendileri bu dünyadan göçmüştür, ancak isimleri kalmıştır. İsimleri şehrin duvarlarına ve taşlarına kazınmıştır. İsim-şehir üzerine düşünürken zihin ister istemez isimlerin uygunluğunu da sorgulamaktadır. İsim verme siyasetinin daha bilinçli, daha etkili olması gerektiğini düşünmektedir. İsim vermek etkili ve derinlikli bir siyaset olduğu için bunun üzerinde gerektiği gibi düşünmeli. Muhammed İkbal’in isminin verildiği bir park hatırlıyorum. Büyük bir düşünür ve estetikçi olan İkbal’in parkının düzeni ve hele kapısı içler acısıdır. Son derece biçimsiz demir kapı her gördüğümde beni düşündürür. İkbal’in adı ile o kapıyı bir türlü örtüştüremez zihnim. Aynı şey bir âlim olan Ali Ulvi Kurucu’nun adının bir caddeye verilmesinde de geçerlidir. Cadde kentsel dönüşümle rant kazanan bir bölge olmuştur. Geleneksel hayatı çökerten ve yerine yeni hayatları ikame eden caddenin isminin bir âlimin ismini taşıması bana açık çelişkileri hatırlatmaktadır. Şehir, bir yönüyle isimlerle mücehhezdir. Şehir insandır çünkü. Şehri donatan isimleri tespit etmek, not etmek, onların üzerine düşünmek şehir-insan-siyaset-kültür ilişkisine ilişkin insana farklı şeyler hatırlatabilmektedir. Şehirler bir de isimler üzerinden baksak neler görürüz acaba?■
26
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
SABAH SÖZLERİ
Gün sona erişmişse sabah hüzün çıkarır Kalabalıklar içinden Söz gölge oyunlarında değildir Gideni söylemez geleni sözden alır O an yağmur yağar güneş yerine Gece yalnız kalır bilirsin sorgulamaz Kimliğini sorar bencil aşkların İnce bir eski zaman güzelini yâdına yazar Geçtiği sokaklarda gündüzü çizer taş duvarlara Ve zaman onda tüy gibi kalır Şehir saat olmalı hikâyenin bu yerinde Günlüğünde nihavent bekleyişler bulunmalı Adının bir yerinde birkaç harf eksilmeli Şehnaz sesler vurmalı pencerene Yeniden güvercinler geçmeli kubbelerinden Aşina güvercinler yağmura gamzeler bırakmalı Gurbeti senden öğrenmeli yanık türküler Ayak seslerinle uyanmalı yol boyu seher kuşları Yağmur ve güneşi şehre sen anlatmalısın
ÖMER KAZAZOĞLU
27
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
KEŞİF
güzel bir dünya buldu kayıp kirli adamlar güzeldi yenidünya ama kızıldı tenleri keskin çelikleri çiçekli battaniyeleri yoktu ateşli silahları mülkiyet gibi dertleri yeterince medeni değildi göçebe çekik gözleri bakir topraklara haç değerli taşlara renk için kan gerekliydi biraz akıttı soluk adamlar sonra keşişler geldi yanağını dönmeyen elinde kutsal kitap uzat yanağını diyen kutsal medeni keşişler sonrası kısa hikâye köleler efendiler
KALENDER YILDIZ
28
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Kitap ve hikmet üzerine VEFA TAŞDELEN
“İnsan büyük bir şeydir ve içinde her şey yazılıdır; fakat karanlıklar ve perdeler bırakmaz ki içindeki ilmi okuyabilsin.” Mevlâna,*
Kendin, evren ve dünyan üzerinde düşünmen gerekir. Ancak bununla birlikte kitap sana açık hale gelmeye başlar. Buna göre hikmet kitabın anahtarıdır. Bu anahtar olamadan kitabın sayfaları açılmayacak, okunsa bile okunmuş, ezberlenmiş olsa bile anlaşılmış olmayacaktır. Dolayısıyla kitap, hikmet sahibi kişilere hitap eder öncelikle, onların idraki için açık hale gelir.
Giriş
İnsanlığın pek çok açıdan sorunla karşılaştığı günümüzde, “kitap” ve “hikmet” üzerine yeniden ve her zamankinden daha çok düşünmeye ihtiyacımız var. Kuşkusuz, tarih içinde bu konuda değerli çalışmalar yapılmıştır, önemli görüşler ortaya konulmuştur. “Gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur” sözünden hareketle söylersek, hikmet konusunda da söylenebilecek sözler söylenmiştir. Ancak biz, ilk defa söylemiş olmak için değil, hatırlamak için de söyleriz, yeniden söylemek için de söyleriz, öğrenmek ve öğretmek için de söyleriz, özümsemek için de söyleriz. Zira herkes varoluşu kendi varlığında yeniden keşfeder, yeniden tecrübe eder, daha öncekilerin söyledikleri sözleri ve davranışları, bu sefer kendisine ait söz ve davranışlar olarak keşfeder, tecrübe eder. Daha önce söylenen sözlerin, bizim de sözlerimiz olabilmesi için, hatırlanması, yaşanması, tecrübe edilmesi ve yeniden söylenmesi gerekir. Hikmet konusundaki durum da böyledir. Hikmet, kişide karşılığı olan bir şeydir. Daha öncekilerin hikmeti onlara aittir. Onlara ait hikmetin benim de hikmetim olabilmesi için, o noktaya benim de gelebilmem, onların geçtiği yolu benim de geçmem, onların yaşadığını benim de yaşamam, onların gör* Fîhi Mâfih, Çev. Meliha Ülker Tarıkahya, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1985, s. 79.
29
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
düğünü benim de görmem, ama bütün bunları kendi varoluş koşullarım içinden başarabilmem gerekir. Onların bilmiş olması, benim de bildiğim anlamına gelmez. Onların söylemiş olması benim de söylemiş olduğum anlamına gelmez, onların keşfetmiş olması benim de keşfetmiş olduğum anlamına gelmez. Şimdi ve burada yaşayan bir kişi olarak, hikmetle olan ilgim, daha öncelilerin hikmetle ilgili tutum ve görüşlerini bilsem de, hikmetin karşılığını kendimde inşa etmem, kendimi ona duyarlı hale getirmem şeklinde olabilir. Aslında bu felsefe için de böyledir. Başkasının felsefesini bilmem, başkasının felsefe anlayışını anlamam, onu benim felsefem, benim görüşüm haline getirmez. Ben hikmeti ve felsefeyi, ancak, onların bendeki karşılığını inşa ederek ve inşa ettiğim ölçüde, kendi felsefem ve hikmetim haline getirebilirim. Bunun için geçmişte söylenenleri hatırlayıp onları kendi bilincimizden süzerek, kendi varoluş koşullarımız içinde yeniden keşfederek, kendi varoluşumuzda yeniden tecrübe ederek, kendi anlama ve yorumlama biçimimizle yeniden söylememiz gerekir. Hikmetin pek çok boyutu, pek çok açısı, pek çok konturu vardır. Bunlardan en çok öne çıkanı, kavaramın dini ve felsefi boyutudur. Bu nitelik, “kitap ve hikmet” şeklinde dini kaynaklarda sıkça tekrarlanan ifade biçiminde ortaya çıkar. Aşağıdaki yazıda hikmet kavramının fesle ilgisi kurulduktan sonra “kitap ve hikmet” konusu ele alınacaktır. Bunu yaparken takip edeceğimiz sorular şunlardır: Hikmet nedir, felsefe ile ilişkisi nedir, dini literatürde nasıl bir anlamı vardır? “Kitap ve hikmet” ifadesinde geçen “hikmet”, kitaptan ayrı bir şey midir, kitapla ilgisi nedir? Kitap ve hikmet farklı şeyler midir? Hikmet, bir tür bilgi midir, bir tür anlama yöntemi midir? Kitabı anlayabilmek için gerekli olan bir tür “ön-bilgi”, bir tür “ön-anlama” mıdır? Hikmetteki bilginin niteliği nedir? Genel bir bilgi midir, özel bir bilgi midir, elde edilme yöntemi nedir? Deney ve gözlem bilgisi midir? Yaşantı bilgisi midir? Verilen bir bilgi midir? Sezgi bilgisi midir? Akıl bilgisi midir? İslam kültüründeki bilgi ve felsefe anlayışı açısından ne ifade eder? Hikmete, İslam düşüncesinin felsefe kültürüne özgün bir katkısı olarak bakılabilir mi? Bir bilme tarzı olarak özellikleri nelerdir? Modern epistemolojiye sunabileceği
özgün bir katkı var mıdır? Aşağıdaki yazı, bu ve benzeri soruların kılavuzladığı bir anlama denemesi olacaktır.[1] Felsefe ve hikmet
“Hikmet”, İslam düşüncesinin özgün kavramlarından biridir. Felsefi bir arka plana sahip olması; dini literatür yanında filozofların ve sûfîlerin de kelimeye farklı anlamlar yükleyerek kullanmaları, bu şekilde kendilerine özgü kılmaları, aynı zamanda gündelik dilde sıkça kullanılan bir sözcük olması, anlam alanının daha da genişlemesine, derinleşmesine ve zengin bir yapıda ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu zengin anlam yapısı içinde, hikmet, hem Allaha, hem peygamberlere, hem de insanlara ait bir nitelik olarak görülür. Pek çok ayette Allah’ın “hikmet sahibi” olduğu hususuna dikkat çekilir, peygamberlere de “kitap ve hikmet” verildiği hususu üzerinde durulur. Bunun yanında, hikmet, bir bağış olarak insanların da sahip olduğu bir şeydir. Ancak bu farklı hikmet biçimlerinin yine de aynı şey olduğunu, Allah’ın hikmet sahibi olmasıyla peygamberlerin hikmet sahibi olmasının, peygamberlerin hikmet sahibi olması ile insanların hikmet sahibi olmasının ayını şey olduğunu düşünmemek gerekir. Hatta hikmetin, her bir insanda farklı bir şekilde tecelli ettiğini, her bir insanda o insanın kendi öznelliği içinde ortaya çıktığını söylemek doğru olur. İlk çağ felsefesinde de hikmet (sophia) kavramı vardır. Ancak buradaki hikmet, aşkın bir özellik sunmaz. Kişinin çeşitli şekillerde elde ettiği teorik bilgiyi ifade eder daha çok. Theoria, aklın bilgisidir. Aristoteles ve diğerlerinde tekil, rastlantısal ve empirik değil, tümel bilgidir, tümelin bilgisidir. Denilebilirse, varlığın özüne ilişkin kavrayıcı bir bilgidir. İlk nedenler ve varlığın nihai amaçları üzerine bir bilgidir. Varlığın ve varoluşun anlamı üzerine bir bilgidir. Bu yönüyle metafizik bilgidir. Daha sonra gerek Hıristiyan ve gerekse İslam düşüncesinde, hikmet kavramı aşkın bir içerim kazanmaya başlamıştır. Bu aşkınlıkla bir tür ilahi bir bilgiye, bir tür ilahi bir sevgiye, bir tür ilahi bir bağışa dönüşme-
1. Burada, “Hikmet ve Felsefe”, “Kitap ve Hikmet” alt başlıklarından oluşan bu makalenin “Hikmet ve Felsefe” bölümü yayınlanacaktır.
30
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
ye başlamıştır. Thomas Aquinas, bu durumu, “bütün hikmet Tanrı’da gelir” sözüyle açıklar ve onu insani bir kazanım değil ilahi bir bağış olarak görür.”[2] Bu şekilde, hikmeti ilahi bir bağış olarak gören İslami duyarlıkla birleşir.[3] Dolayısıyla, semavi dinlerle birlikte hikmet (wisdom) kavramına metafizik, aşkın, semavi bir anlam girmeye başlamıştır. Bununla birlikte, rasyonel bilginin övülmesiyle kavramın Grek felsefesindeki anlamının korunduğu, felsefi içeriğinin muhafaza edildiği görülür. Bu durumda, insan bilgisi, denilebilirse, semavi bilgi ile sentezlenmiştir. Hikmet bu aşılı bilginin ifadesidir. O, ilk çağdaki teorik bilgiden farklı olarak, semavi bilgi ve duyarlığı da tanımaya başlamış, aşkın, sonsuz ve öte bir evrenin varlığını da kabul etmiş olur. Dolayısıyla, semavi dinlerle birlikte ortaya çıkan hikmette, öte bilinci, dünyayla sınırlı kalmama bilinci vardır. Aşkın olana bağlılık da, merhamet ve şefkat ahlakı, sorumluluk ve koruyuculuk ahlakı olarak ortaya çıkmıştır. Olup bitenler karşısında aşkın bir sorumluluk hissetmesi, hikmetle olan bir şeydir. İman temelinde ortaya çıkan etik tutum, temelinde hikmet olan bir şeydir. İnsanın kendisiyle, toplumla, canlı ve cansız varlıklarla, evrenle ve nihayet Tanrı ile kurduğu ilişki, hikmetle olan bir ilişkidir. Hikmetin ilkçağdan felsefesinden, hatta mitolojiden beri beri katlanarak gelen bu anlamına daha sonra, insanın doğa ve tinsel dünya hakkındaki her türlü bilgisi de eklenmiştir. Sözgelimi, kavramın Almancadaki tanımlarından biri olan Wissenschaft, doğa ve insan bilimlerini kapsayan bilim anlamıyla, hikmetteki bu genişlemeye işaret eder. Hikmetin, “nedenini bilme” anlamı, bu bilimsel yapıyı da içerecek yapıdadır. Bu durumda “nedeni bilmek”, bir hikmettir. Kişi bunu, isterse yaratılış nedenini bilmek olarak da anlayabilir ve 2. Saint Thomas Aquinas, Summa Contra Gentiles, by anton C. Pegis, F. R. S. C., p. 209. Ayrıca bkz. Mehmet Önal, Wisdom (Hİkma) and Philosophy in Islamic Thought (As a Framework For Inquiry), Yayımlanmamış doktora Tezi, University of Wales, Lampeter, 1998., 4. 3. Bkz. “O, hikmeti dilediğine verir. Ve kendisine
hikmet verilmiş olana çok büyük bir hayır verilmiş demektir. Gönlünü ve aklını çalıştıranlardan başkası düşünüp anlayamaz.” Bakara, 269 - “Ey Rabbim! Bana bir hikmet bahşet ve beni salih kimseler arasına kat ” (Şuara 4).
bu şekilde pozitif bilgiye metafizik bir temel de kazandırılmış olur. Peki, bu durumda ne olur? Bir hikmet biçimi olarak anlaşılan pozitif bilgi, insan onuru, değeri ve yararı sınırlanmış olur. Hikmetle metafizik bir içerim kazanan pozitif bilgi hiç bir şekilde insana aykırı kullanılamaz. Muhammet İkbal’in, akılla gönlün, bilimle aşkın ittifakından söz etmesinin anlamlarından biri de bu olabilir.[4] Sekizinci Yüzyıldan itibaren Bağdat’ta Beytül Hikme ile büyük bir kültür hamlesi başlamıştır. Grekçeden Arapçaya çevirilerde, felsefe, kendi özgün kullanımının yanında “hikmet”le de karşılanmıştır. Beytül Hikme, belirli bir mekan olmaktan ziyade bilginin toplandığı, derlendiği, çevrildiği, yorumlandığı, kritiğinin yapıldığı bir kültür hareketinin adı olmuştur. Başta Yunanca, Farsça ve Sanskritçeden olmak üzere Arapçaya çeviriler yapılmış, bu tercümeler etrafında giderek telif bir kültür ortaya çıkmıştır. Beytül Hikme deneyimi, hikmete felsefe, felsefeye de hikmet boyutunu eklemiştir. Bu gelenek içinde, tıp, matematik, geometri, astronomi, kimya, müzik, hitabet, tarih, sosyoloji, şiir ve din bilimlerinde ortaya konulan başarı, “hikmet”e yönelik bir çaba olarak kendini göstermiştir. İslam zihninin hikmet kavramına olan aşinalığı ve pozitif bakışı, felsefeyi özümseyebilme bakımından bir zemin ve ön-anlama oluşturmuştur. Ancak bu ön anlama, temel bir anlamadır da. Zira İslam felsefesinin özgünlüğü, yalnız hikmeti anlama şeklinde değil, onu yaşama ve yeniden üretme şeklinde de kendini göstermiştir. Bu nedenle Kindi, Farabi, İbn Sina, Sühreverdi, İbn Rüşt, İbn Haldun, İbn Arabi gibi filozoflar sadece basit bir tekrar içinde olmamışlar, özgün bir tutum da sergileyebilmişlerdir. Peki, bir bilgelik sevgisi ve aklın bir etkinliği olarak ortaya çıkan felsefe ile, yine böyle bir sevgi ve yaşayışın ürünü olarak ortaya çıkan hikmet arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Öncelikle söylemek gerekir ki, her ikisinde de ilk nedenler ve nihai amaçlar üzerine bir bakış, insanın yeryüzündeki yeri ve anlamına yönelik bir ilgi 4. Bkz. Muhammed İkbal, Şarktan Haber, çev. Ali Nihat Tarlan, Ahmet Said Matbaası, İstanbul, 1963, s. 55, Esrar-ı Hodi, çev. Ali Nihat Tarlan, Sufi Yayınları, 2010, s. 69.
31
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
söz konusudur. Dil ve gerçeklik sorunu ile ilgili, bilgi ve hakikat sorunu ile ilgili bir sorgulayış söz konusudur. Felsefe, daha başlangıcından beri, bir şeye kendisi olma niteliğini kazandıran özler, ilk nedenler ve nihai amaçlar üzerinde bir etkinlik olarak ortaya çıkmıştır. Bu nitelik onu “basit bilme”den ayırmış, giderek varlığa ve varoluşa ilişkin kavrayıcı bir bakışa dönüştürmüştür. Hikmette de aynı bütüncül bakış söz konusudur. O da varlığı tek tek nesneler olarak kavramayı değil, “hikmeti dedir” sorusunun kılavuzluğunda bir ilke etrafından anlaşılır kılmaya çalışmıştır. Bu durumda felsefedeki “nedir” sorusu, hikmette “hikmeti nedir” şekline dönüşerek varlığın ve bilginin aşkın ve manevi tözle olan ontolojik bağını belirgin kılar. Bu bakış, “nereden geldik nere gidiyoruz, bu dünyadaki yerimiz ve anlamımız nedir?” sorusunu cevaplamak açısından da temel teşkil eder. Bu şekilde felsefe aklın bir eylemi olarak gözükürken, hikmette aklı da aşan bir yönelim, denilebilirse “metafizik bir bağlanış” söz konusu olur. Bu metafizik bağlanış, Garaudy’nin 20. Yüzyıl Biyografisi adlı felsefi vasiyetnamesinde naklettiği İbn Sarjur’un felsefe tanımında “Tanrı sevgisi” olarak dile gelir: “Felsefe, bilgelik aşkıdır. Fakat gerçek bilgelik Allah’a aittir. O halde Allah aşkı gerçek felsefedir.” Felsefede “bu nedir” diye sorduğumda, soruyu başkasına sormam; “bu benim ne işime yarar?” diye sormam, kendim için, bilmek ve kavramak için sorarım. Burada bilmek istediğim konu ile kendi varoluşum arasında bir bağ oluşur. Onu bilmek isteyen benim kendi varlığımdır. Bilme ve kavrama isteği benim varlığımın ürettiği bir şeydir. Merak, hayret, hayranlık, bütün bunlar beni karşı karşıya geldiğim “bu şeyi” tanımaya ve kavramaya yöneltir. Bu nedenle felsefenin kaynağı nesnede değil, merak eden ve soruyu soran bilinçtedir. Onun nereden baktığı, nasıl baktığı, niçin baktığı önemlidir. Kendi varlığındaki soruya cevap bulmak, kendi merakını gidermek için sormaktadır. Soru kimdeyse cevap da ondadır, onun açısından anlamlıdır. Bu nedenle onu bir başkası adına, bir başkasının yerine soramam, kendi adıma sorarım, verdiğim cevap öncelikle benim açımdan anlam taşır. Dolayısıyla felsefe başkası için, başkasına göstermek ve öğretmek için yapılan bir etkinlik değildir. Sorduğum her
soru, içimdeki merakın bir ürünüdür, verdiğim her cevap yalnız benim içimdeki soruyu cevaplar, her bir cevap beni tatmin eder. Hikmete de, her an kendini yineleyen eşsiz benzersiz yaratılış karşısında sürekli kendini yineleyen bir hayret, hayranlık, şaşıp kalma ve bütün bunların bir ifadesi olarak “nedir” sorusu ile yol alma durumu söz konusudur. Şöyle sorar: Bu varlık nedir, bu insan nedir, bu hayat nedir? Bütün bunları algılayan ve hisseden bir bilinç olarak benim anlamım ne, bu varoluşun hikmeti nedir? Nereden geldik nereye gidiyoruz? Neden biz ve neden şimdi ve buradayız? Varolan, varlıktan pay alan bütün bu şeylerin varoluş nedeni nedir? Bu oluş ve bozuluş nedir? Bu zaman ve fanilik nedir? Hikmet, boşlukta dönüp duran bir oluşa yönelik soru sormaz. O, hep belirli bir zihinselliğin ürünü olarak varlığa yaklaşır. “Hikmeti nedir?” diye sorarken aşkın bilinçteki varlık tasarımına yönelir. Ama felsefenin böyle açık bir koşulu yoktur. Felsefe, “nedir” diye sorarken, nedeni oluşturan zihinselliği koşul olarak görmez; ancak bu onu büsbütün göz ardı ettiği anlamına da gelmez. Aksine felsefe, “arke” sorunu, “ilk neden” anlayışı, “idea” kavramı gibi yaklaşımlarıyla daha ilk çağdan beri varlıktaki zihinselliğe yönelik bir çaba olarak kendini göstermiştir. Bu zihinsellik, Herakleitos’la belirgin hale gelen logos kavramında daha da açıktır. Varlıktaki zihinsellik, başlangıcından günümüze idealist felsefenin temel yönelimini oluşturur. Hikmetteki zihinsellik, daha açık, özel ve belirleyici bir konumdadır.“Hikmeti nedir?” sorusunda, aşkın tasarım ve zihinsellik amaçlanır. Aslında hikmete hikmet olma özelliğini kazanırdan da bu bağlılık durumudur. Varlıktaki zihinsellik, hikmette tanımlayıcı bir karakter olarak ortaya çıkar. Anlaşılmak istenen, olup bitenin anlamı, bir başka deyişle niçin o şekilde olup bittiği, aşkın istencin neden o şekilde tecelli ettiğidir. Dolayısıyla hikmet, belirsiz bir yerden değil, varlıktaki zihinsellikten gelir. Hikmette varlıktaki zihinselliği hissetme, onunla temasa geçme durumu söz konusudur. Bu nedenle hikmet dediğim her bir anda, varlığın özünü oluşturan aşkınlığı anlarım. Bu bilginin bana gelme kanalı, verilme biçimi önemlidir. Hikmet sevgisi, burada her an tazelenen eşsiz yaratılışı sevmektir; Varlığı ve
32
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Mutlak İstenci sevmektir. Dolayısıyla, hikmette, “Hkmetini anlamak istiyorum, Mutlak İstencin bana görünüşünü, benim için görünüşünü ve benim açımdan kendini sergilemesini anlamak istiyorum” diyen bir iradenin izharı söz konusudur. Bu yönüyle hikmet, aşkın bir bağlanıştır, böyle bir sıçramayı ifade eder. İdealist filozofların çoğu, eninde sonunda Varlıktaki benliği ve zihinselliği algılamak, oradaki anlamı anlamak ve ona katılmak isteyen bir tutum sergilerler. Hikmette rasyonel bir tutum sergilenebileceği gibi, temelinde sevgi ve hayranlık bulunan estetik bir tutum da sergilenebilir. Bu nedenle “hikmeti nedir” sorusuna, kimi durumda bir varlık duygusu ve varoluşa tanıklık neşesi de eşlik eder. Yunus’un, her an bir çiçek gibi açan ilahi iradenin izharı karşısında duyduğu varoluş sevincinde,[5] Mevlâna’nın varoluşta bulduğu yenilikte, tazelikte, aşkına olana tanıklıkta bu metafizik hayranlık yaşanır.[6] Andaki ilahi iradenin tecellisi, onda sadece bir varoluş bilinci ve aşkın bir bağlılık olarak ortaya çıkmaz, estetik bir bilinç olarak da ortaya çıkar. Bu noktada hikmet ile felsefenin ruh halleri de farklılaşmaya başlar. Felsefe, kendi yolu üzerinde ve kendi yöntemiyle, hiç bitmeyen irdeleme arzusunu sürdürürken, hikmet bir sevgi ve hayranlık içinde andaki tecellide dinginleşir. Bu dinginleşme kısmen de olsa felsefede de söz konusudur, ancak o varlığını arayış ve sorgulama isteğine borçludur. Önemli ve öncelikli olan belirli bir bakış açısından aklın kavrama etkinliğini sürdürmesi, bunu kavramsal düzeyde, bir dil ve literatür kullanarak yapmasıdır. Hikmet de bir kişiye görünür, kendisine yüzünü gösterdiği kişinin hikmeti olarak geçer. Onun hikmeti başkalarının hikmeti değildir. Onun başkalarının da hikmeti olabilmesi için, hikmete çıkan yollardan oların da geçmesi gerekir; oraya uzun ve basit bir sıçrama ile ulaşamaz. Bu felsefede de böyle5. “Bu dünya bir gelindür yeşil kırmızı donanmış /
Kişi yeni geline bakubanı toyamaz” (Yunus Emre, Divan, Haz. Faruk Timurtaş, Tercüman Yayınları, İstanbul, 1972, s. 81.)
6. “Her gün bir yerden göçmek ne iyi/ Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş./ Her gün bir yere konmak ne güzel,/ Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş./ Dün de beraber gitti cancağızım, Şimdi yeni şeyler söylemek lazım. / Ne kadar söz varsa düne ait, / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”
dir. Felsefe, belirli bir kişinin felsefesidir. Onun aklının ve bilincinin etkinliğidir. Bir filozofa ait felsefenin bizim de felsefemiz olabilmesi için onu adım adım izlememiz, adım adım kavramamız ve en önemlisi de ona adım adım katılmamız gerekir. Dolayısıyla biz hikmetten ve felsefeden, ancak onların bize kendilerinden uygun bir dille söz etmeleriyle haberdar olabiliriz. Hem hikmet, hem de felsefe bu açıdan bakıldığında bireysel bir temelde ortaya çıkar, bireysel bir özle kendini sergiler. Bir kişinin idrakine ve bakış açısına bağlı olarak görünür. Bu bireysel yönüyle felsefe her zaman bir seçkinliği gerektirmiştir. O, Antik Yunan’da soylu ve zengin kişilerin bir uğraşı alanıydı daha çok. “Ruhlardaki soyluluğu” öne çıkarıp bu dünyaya ait işlerden olan efendilik ve köleliği önemsemeyen Sokrates, her ne kadar soylu, seçin ve zengin biri sayılmasa da, Platon ve özellikle de Aristoteles için aynı şey söylenemez. Soylu ve paralı gençleri, peşlerinden koşturan sofistler, verdikleri dersler karşılığında ancak zengin kişilerin ödeyebilecekleri türden paralar alıyorlardı. Antik yunanda, sadece felsefe değil, edebiyat, sanat, tiyatro, siyaset, retorik gibi entelektüel uğraş gerektiren diğer bütün alanlar da seçkin ve soyluların elindeydi. Kuşkusuz bu seçkinliğin başında “özgür olmak” geliyordu. Platon, köle eğitimi almış olanların felsefe yapamayacaklarına işaret ederken, felsefenin ortaya çıkmasındaki bir koşula, bir ruh haline de işaret ediyordu. Roma’daki felsefe, edebiyat, hukuk, tiyatro ve hitabet de soyluların, zenginlerin ve yöneticilerin elindeydi; insanlığın ezeli ve ebedi sorunlarıyla ilgilenmek, onların kavrayış ve ilgi alanı içinde görülüyordu. Dolayısıyla, felsefede ve beraberinde diğer entelektüel uğraşlarda, sınıfsal bir ayrım söz konusuydu. Ancak burada, yine de kişide bizzat karşılığı olan bir etkinlik söz konusudur. Köle filozof Epiktetos’un, “Felsefe yapıyorum deme, kendimi kurtarıyorum de” uyarısında da gizli olduğu üzere, kişi felsefe ile uğraşırken, kendisi ile de uğraşır. Felsefedeki sorulara cevap ararken kendisinde bulunan sorulara da cevap arar. Evreni anlamaya çalışırken kendisini de anlamaya çalışır. Toplumsal düzen ve adaleti kurgulamaya çalışırken çalışırken, kendisini, içinde yer aldığı toplumsal düzen ve adaleti de düzenlemeye çalışır. Sanatı,
33
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
güzelliği ve düşünceyi anlamaya çalışırken, kendi varlığını oluşturan aklı, gönlü ve ruhu da anlamaya çalışır. Ahlakı ve erdemi anlamaya çalışırken, kendi insanlığını da anlamaya çalışır. Bu açıdan bakıldığında, felsefe hiç de pratik ilgilerden arınmış değildir. Kişi, felsefe ile, bizzat kendi içinde, kendi dünyasında olan bir şeyi anlamaya çalışır. Felsefenin seçkin sınıfa ait görülmesi, aslında gizli ve açık, hayatın onlara ait görülmesi gibi bir anlama da ifade eder. Sıradan insanlar, ancak onlara hizmet etmede bir anlama ve yere sahip olabilirler. Oyun onların oyunu değildir, hayat onların hayatı değildir, trajedi onların trajedisi değildir. Onlar, kendi hayatlarının bile başrol oyuncusu değillerdir. Efendi ve efendiye hizmet, onların tüm hayatını tanımlar. Her şey bir soyluluk, seçkinlik ve üstünlük anlayışı içinde ortaya çıkar. İslam literatürü, hikmeti bir bağış, lütuf ve ihsan olarak görür. Kuran’da, hikmetten “verilen” bir şey olarak söz edilir ve “kendisine hikmet verilen kişiye çok şey verilmiştir” denir. Bu verilme, içinde çeşitli yiyeceklerin olduğu bir sepetin birden verilmesi gibi bir şey değildir. Ona kavuşmak için bir çabanın, isteğin ve gayretin de olması gerekir. Dolayısıyla, kapasite ve potansiyel yanında bu kapasiteyi işler hale getirebilmek, onu beslemek, beklemek, onun için çabalamak da gerekir. Bu nedenle hikmet herkese aynı şekilde ve aynı ölçüde verilmez. Herkes, diğerlerinden farklı olarak kendi yolundan yürür ve kendi hikmetine kavuşur. Bu veriliş biçiminde kişinin gayreti, duyarlığı da etkindir. Öte yandan hikmetin tümüyle verilmesi diye bir şey söz konusu da değildir. Zira onun tamamı hakkında insan bilincinin bir kavrayışı ve öngörüsü olamaz. Allahın hikmet sahibi olması, peygamberlerin hikmet sahibi olması, nihayetinde insanların hikmet sahibi olması, aynı şey değildir. İnsan, ancak kendi kavrayış gücü oranında ve yine kendine açık olan yönleriyle onu bilebilir. Dilin ve algılama yetisinin sınırları içinde bilebilir. Bazı yönler açık ve anlaşılabilir bir niteliktedir. Bu açık alanda, insan nedenleri anlayabilir, sonuçları kavrayabilir. Bir hadiseyi açıklayabilir. Bilim, daha çok olgusal dünyanın, nedenlere bağlı bir şekilde nasıl oluştuğunu açıklarken, kavranılabilir alana yönelir. Ama niçin ve nedir gibi sorular ortaya çıkınca,
işin hikmeti de söz konusu olur. Bu bir bakıma metafiziğin temelinde olan “ilk nedenler” ve “nihai amaçlar” gibi, metafizik sınırlar içinde kalan, insanın nesnel bilmenin kurallarına bağlı olarak bilemeyeceği bir bilme çeşididir. Hikmetin felsefe ile buluştuğu nokta da burasıdır. Bu nokta tamamen felsefenin de alandır. Nedir ve niçin gibi sorularla, varoluşun anlamına sondaj vurma çabası, öteden beri felsefenin en sık çalışma alanlarından biridir. Bunu daha felsefenin kaynağında, “sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez” diyen Sokrates’te görürüz. Felsefenin bir yönüyle İslam kültüründe hikmet olarak ifade bulması, felsefe kültürünün İslam kültürüne, İslam kültürünün de felsefe kültürüne uygunluğunu gösterir. Hikmet, her ne kadar felsefenin karşılığı olarak kullanılmış olsa da, felsefe gibi seçkin ve entelektüel bir sınıfın değil, hemen her sınıftan, her milletten, her meslekten ve her yaştan kişinin kullandığı, kullanabileceği, kendisiyle kendisini ifade edebileceği bir kavramdır. Bu yönüyle sağduyunun sesi gibidir. Sağduyu, onun “verilen” bir nitelik olma özelliği ile bağdaşır. Bu durumda, hikmet bir bilgi ve düşünce olmaktan çok, bilgi ve düşünceyi üretme yetisidir, “fıtrat”tır. Kişi, bu yeti sayesinde duygu, düşünce ve deneyimlerini ifade edebilir. Bu anlamda felsefi bilgideki “uzmanlaşma” ve “filozofluk durumu”, hikmette yoktur. Ona sahip olmak için seçkin ve soylu bir kişi olmaya gerek yoktur, özgür bir kişi olmaya da gerek yoktur. Ancak belirli tür bir arılığa, saflaşmaya ve yaşantıya gerek vardır. O daha çok, belirli bir şekilde yaşarken, belli bir duyarlılık sonucu elde edilen, kişiye “saf yaşantı”nın bir karşılığı olarak gelen bir niteliktir. Öncelikli amaç bir varoluş biçimi, bir ahlak ve doğrultu ortaya koyabilmektir. Bu saf yaşantının ürünü olarak hikmet gelir, kalbe dolar. Başta İbn Arabi, Mevlana ve Yunus Emre gibi sûfîlerin “gönlü arındırma”, “bir ayna gibi parlatma” ve onu “hikmete duyarlı hale getirme” anlayışı, hikmeti öncelikle bir “duyarlılık” haline getirir. Bu nedenle de “verilen” bir şeydir. Kişi bu arınmanın ve duyarlılığın bir ürünü olarak hikmete kavuşur. Halis yaşantı, hikmetten gelir ve hikmeti oluşturur. Buradan hareketle söyleyecek olursak, hikmetin ortaya çıkışı, daha çok bir bağış ve bağlanışla
34
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
ilgili olduğu için, sosyal ve sınıfsal bir ayrıcalık gerektirmez. Özgür ve soylu bir kişi hikmet sahibi olabileceği gibi, özgür ve soylu olamayan bir kişi de hikmet sahibi olabilir. Burada bireyin sosyal sınıf ve statüsü değil, hikmete olan duyarlığı ve yatkınlığı dile gelir. Sözgelimi bir kişinin hikmet sahibi olabilmesi için soylu, zengin bir kişi olması gerekmez. Hikmet kişiyi seçer ve bulur. İnsanlar gündelik deneyimlerini, duygu ve düşüncelerini “hikmetini anladım”, “her şeyin bir hikmeti vardır” sözlerinde de olduğu gibi hikmet sözcüğü ile ifade ederler. Bu durumda, hikmet, bir yanıyla entelektüel yaşantı ve deneyimi ifade ederken, bir yanıyla da pratik yaşantıdaki zihinsel aydınlanmayı dile getirir; bu şekilde sadece özsel bilgiyi değil, erdemli yaşantıyı da ifade eder. Bu nedenle hikmet temelli toplumların tefekkür ve düşünce gelenekleri praxis ile kaynaşmış durumdadır. Pratik hayattan kopuk, salt bilmeye yönelik düşünce gelenekleri yoktur. Bu kültür içinde, kişi bilerek yaşar, yaşayarak bilir. Bilgi ve düşünce hayattan çıkar, hayatı besler, yine hayata döner. Varoluş sırrı üzerine tefekkür, hikmetin beslenme kaynaklarından biridir. Kişi varlığın yaratılış hikmeti üzerine düşünerek, kendisi, içinde yaşadığı evren ve bütün bunların tanrısal irade ile ilgili bağıntıları konusunda derin bir kavrayışa erişir. Evreni estetik olarak algılayan bir bilincin, onu bilgi ve düşünce olarak da kavraması beklenir. Bu anlamda hikmet bir yönüyle doğa bilimi, bir yönüyle toplum bilimi, bir yönüyle felsefe, bir yönüyle, sanat, bir yönüyle teknoloji, ama hepsinden önce ahlaktır. Bir duyarlık, bir sezgi, bir varlık ve varoluş bilincidir. Muhammed İkbal’in aklın ve gönlün, bilimin ve aklın birleştirilmesi görüşü, bu bilinçten gelen bir çağrıdır. Bu kavrayışın, yalnız insanın içinde kalması hikmeti oluşturmaz. Onun söze dökülmesi, yazıya geçirilmesi, başkalarına ulaştırılması da gerekir. Ancak bu yazılı ve sözlü ifade biçiminde düşünce berraklaşır, görünür hale gelir. Dolayısıyla, sözün ve düşüncenin gerçek anlamda hikmet haline gelebilmesi için ifade edilmiş, başkalarına ulaşmış, başkalarının idrakiyle karşılamış olması da gerekir. “Kalemle yazmak” da öğretilen bir şey olarak, hikmetin zaman içinde birikmesine, başkasına ulaşmasına ve süreklilik göstermesine aracılık eder. “Okuma” eyleminin
konturlarından biri de kişinin kendisine ulaşan hikmeti okuması, anlaması, kendi benliğinde tecrübe etmesidir. Bu durumda hikmet, bir kişinin anladığıdır. Ama aynı zamanda başkalarına ulaşarak oları dönüştüren ve onlarının idrakinde çoğalandır da. Bu nedenle, hikmet, esas olarak her bir kişiye kendisini açması ve her bir kişinin bizzat görmesi gereken bir şeydir. Toplu olarak gelmez, tümden verilmez. Aşama aşama, peyderpey gelir. Belili bir idrakte, belirli bir bilinçte ortaya çıkar, belli bir bilincin ürünüdür, belli bir bilince hitap eder, o bilinç üzerinden insanlığa ulaşır. Burada hiç kimse bir başkasının yerine görmez, bir başkasının yerine bilmez, bir başkasının yerine düşünmez. Aynı şekilde bu felsefede de böyledir. Felsefede de herkes kendi sorusunu sınar, kendi cevabını verir. Hiçbir filozof bir başkası adına cevap vermez, kendi adına cevap verir. Hiç kimsenin cevabı bir başkasının cevabının yerine geçmez. Soruyu bir kişinin cevaplamış olması, onu diğerleri adına da cevaplanmış kılmaz, soruyu ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla felsefe ve hikmet, her bir anda, her bir yaratılışta, her bir kişinin bakışında kendini tazeleyen, yineleyen bir şey olduğundan, tüketilip ortadan kaldırılamaz. O hep orada, insanı hayrete düşürmeye, sormaya ve soruşturmaya devam eder. İnsan o kadar sorar soruşturur, cevap verir, kitap yazar ama soruyu yine de bitiremez. Bu tüketilmeyen kaynak karşısında ancak şunu söyleyebilir: “Hikmetinden sual olunmaz.” Bu ifade sormanın soruşturmanın yolunu kesen değil, açan niteliktedir. O, bir yandan insan zihni açısından “bilinebilir” olanı sormayı ve soruşturmayı önerirken bir yandan da yaratılıştaki sır unsuruna, gaip olana saygıyı ifade eder; sorunun her bir açılışı, ifşası karşısında duyulan hayranlığı dile getirir. “Hikmetinden sual olunmaz” derken, insanın bilgi ve bilme yetisinin sınırlarına işaret edilir, yaratılışın insan idrakine kapalı “sır” öğesine işaret edilir. Buna göre yaratılış, bütün olarak insanın kavrayabileceği bir nitelik göstermez. Hikmetinden sual olunmaz sözü, bir yandan hikmetin tam ve kesin olarak nihai anlamda bilinemeyeceğini, onun her bir anda, her bir bakışta varlığın yeniden tazeleneceğini, farklı bir aşamaya geçeceğini, bu nedenle yeniden keşfedilmesi
35
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
gerektiğini anlatır, hem de hikmetin tam olarak insana kendisini açmayacağını, bitmez tükenmez bir öz olarak sürekli bir şekilde kendini kavramak isteyen gözlerin önünde bulunacağını ifade eder. Ama hiçbir zaman onun sorulmaması gerektiği anlamına gelmez. “Sual olunmaz” demek, sual etme, soru sorma, sorgulama anlamına gelmez. Aksine sual et, sor, sorgula, bilebileceğin kadar bilmeye çalış, gücün yettiği kadar kavramaya çalış, sorabileceğin kadar sormaya, gidebileceğin kadar gitmeye çalış, yürüyebileceğin kadar yürümeye çalış anlamlarına gelir. Ama şöyle bir uyarıda da bulunur: “Sonsuzca bilemezsin, sonsuzca yürüyemezsin, sonsuzca kavrayamazsın. Bilme ve kavrama gücünün bir sınırı vardır. Bir nokta gelip çatar, işte orada susmaktan başka çıkar yol bulamazsın. Varoluş hikmetinin yine de nihai bir cevabı olamaz, sonu gelmez. Bu sonu gelmemesinin nedeni, bir yandan yaratılışın her an kendini daha öncekinden farklı bir şekilde tazelemesi, dolayısıyla hikmetin ileri bir boyuta taşınması, hem de ona bakan gözlerin sürekli farklı bir varoluş konturuna geçmesidir. Hikmet varlığı donmuş, olup bitmiş bir şey olarak görmez; yaşayan, süren bir varoluş olarak görür. Bu nedenle, nihai bir biliş söz konusu olmayacaktır. Hikmet, yaratılışı hayret ve hayranlık veren bir açılım olarak görecek ve yaşayacaktır. Bu anlamda hikmet, donmuş, olup birmiş, sabit bir bilgi değil, her an kendini tazeleyen bir diyalog, bir canlılık, bir bakış ve ileri gidiştir. Hikmetin hazır bilgi olmaması gerekir. Hazır bilgiyi ifade eden sözcük, “kitap”tır. Bilgi, öğreti, mesaj, düstur, kitabın içindedir. Bu durumda hikmet, bir “yeti”, bir “kapasite”, bir “potansiyel” olarak ortaya çıkar. Bu haliyle daha çok insanın bilme, anlama, kavrama kapasitesine işaret eder. Kişi bu kapasite ile kitabı anlar, kitabın içindeki hikmeti anlar, ama aynı zamanda kitabın dışındaki kitapları da anlar. Kozmos, bir ünite, bir uyum ve armoni olarak bu kitaplardan biridir. Bir diğeri de insanın kendisidir. Buna göre kişi hikmetle, bir yandan evren kitabını okuyup anlarken diğer yandan da kendisini ve kendi dünyasının kapılarını aralamaya çalışır. Bunun en ileri şekli felsefe ve bilimdir. Zira insan, evren, dünya ve kendisi hakkındaki rasyonel, tutarlı ve derinlikli bilgisini, bu kapasite ile elde eder. Bu
açıdan bakıldığında hikmet yalnız felsefe değil, insanın kendisine ve evrene ilişkin elde ettiği bilgi ve bilimlerdir de. Hikmet yalnız bilme değil, bilgiden düşünceye, düşünceden eyleme, eylemden yeniden bilgi ve düşünceye geçebilme, teoriyi varoluşun canlı akışı ile bir seviyede tutabilme, onu kendi varoluşu ile ilişkilendirebilme, hayatı, mutluluğu ve sevinci yeniden üretebilme kapasitesidir. Bu açıdan bakıldığında en açık şekliyle anlama ve yaşama gücüdür. Kişi onunla kendini anlar, kendi dünyasını anlar, içinde yaşadığı evreni anlar. Bütün bunlar, bilimi, felsefeyi, sanatı ve gündelik hayatı oluşturur. Hikmetin en ileri aşaması ise, kitabı anlama gücüdür. Bu durumda şu anlama gelir: biz sana kitabı verdik ama kitabı anlama gücünü de verdik. Biz sana hayatı verdik, ama hayatı anlayabilme gücünü de verdik. Biz sana evreni verdik, ama evreni, anlayabilme gücünü de verdik. Biz sana irade gücü verdik, ama kendini anlayabilme gücünü de verdik. Biz sana yeryüzünü emanet ettik, ama emaneti koruyabilme gücünü de verdik. Eğer hikmetsiz kalırsan, anlama gücünü etkin hale getirmezsen kendini de anlayamazsın, kitabı da anlayamazsın, dünyayı da anlayamazsın, kendini de anlayamazsın, evreni de anlayamazsın. Hikmet, en ileri şekilde anlamanın yoludur. Hikmetin yolundan çıkarsan, hayatın yolundan da çıkarsın, kendinden de uzaklaşır. Varlığın yolu, hikmetle aydınlanır, hikmetle açılır. Varlıkla hikmet sayesinde bütünleşebilirsin, hikmet sayesinde sonsuzlaşabilirsin, hikmet sayesinde özgürleşebilirsin. Hikmetsiz kalırsan, insan olmanın yolundan da uzaklaşırsın, sonlu ve sınırlı bir varlık olarak özgürlüğünü de yitirirsin. Kendini eğitmen ve olgun bir kişilik haline gelebilmen için hikmet kapasiteni harekete geçirmen gerekir. Kendin, evren ve dünyan üzerinde düşünmen gerekir. Ancak bununla birlikte kitap sana açık hale gelmeye başlar. Buna göre hikmet kitabın anahtarıdır. Bu anahtar olamadan kitabın sayfaları açılmayacak, okunsa bile okunmuş, ezberlenmiş olsa bile anlaşılmış olmayacaktır. Dolayısıyla kitap, hikmet sahibi kişilere hitap eder öncelikle, onların idraki için açık hale gelir. Hikmet, kitabın anlaşılma programıdır. O, bu program olmadan aktif hale gelmez, özümsenmez, çözünmez.■
36
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Gökler bile dışımızda değil CENGİZ AYDOĞDU
Y
akup Kadri Karaosmanoğlu, Zoraki Diplomat adlı eserinde, o tadına doyulmaz Türkçesiyle, Arnavutluk’un başşehri Tiran’a dışişleri mensubu olarak tayin emrini ilk aldığında “düştüğü ruh hâli”ni şöyle anlatır: “... düştüğüm ruh hâli yalnız bir eksiklik kompleksinden ibaretti. Kendi gözümde kendimi birden bire o kadar küçülmüş o kadar şahsiyetsizleşmiş ve kendi mukadderatımı o kadar başkalarının emrine bağlanmış hissetmiştim ki, az kalsın, “Ben bu işten vazgeçtim” diye haykıracaktım. Öyle ya; ara sıra en yüksek erkânıyla hoş beş etmeğe gittiğim şu Hariciye Vekâlet’inde, adlarını sanlarını bile işitmediğim memurlar, bir araya gelip benim hakkımda bir takım kararlar almışlar, adımı, babamın adını, doğum tarihimi vesaire sicile geçirmişler ve bana bu kayıtlara göre bir derece bir numara vermişlerdi; yarın öbür gün de, Haydi yola çık diye emredeceklerdi.” Müthiş değil mi? “Memuriyet” hayatını bu kadar etkileyici ve sarsıcı bir şekilde başka türlü anlatmak herhâlde biraz zordur. Ruhun şad olsun Yakup Kadri... ....... Ben dahi, Yakup Kadri’nin bahsettiği çeşitten bir “emir”le yola çıkıp memleketin pek çok şehrini dolaşan “muhacir memurîn” taifesinden bir mülkiyeliyim. Yakup Kadri’nin söz ettiği o “memurlar”ın karar verdiği bir müddet için mecburi ikamete memur edilmemin başlangıcında o şehir, benim için şehirler içinde herhangi bir şehirdir. Lakin zamanla
bu “herhangi bir şehir” anlayışı değişir, belirli bir şehir hâline gelir. Şimdi size bu değişimin bendeki yankılarını anlatacağım; önce durduğum yeri, sonra gördüğüm şeyi... ... Hayatın esrarlı bir mantığı vardır; önce sadece yaşanır, sonra tasavvur edilir, daha sonra da hatıraların ve hayallerin o müthiş oyunu başlar; işte o zaman, biz o “tayin” edildiğimiz şehri sevip sevmediğimizi anlarız. Çünkü Dostoyevski’ni dediği gibi, “Bir şehri sevmek, hatıraların ne işe yaradığını bilmektir.” Atamayla gelen memurlar için herhangi bir şehri sevmek ne ifade eder ki? Ayrıca bu ifadeyi nasıl ve ne zaman anlarız? Belki yeni bir emirle başka bir şehirde ikamete memur edilince, belki de hiçbir zaman! ... Taşranın bir kuralı olduğu söylenir; kaynaşabilirsin ama asla onlardan biri olamazsın. Tayin emri ile dışardan gelen memurların çilesi, bu hüküm çevresinde döner durur. Zaman zaman bir yanılsamayı yaşarız; çevremizde gördüğümüz birkaç dost sayesinde taşradan biri olduğumuzu, oraya ait olduğumuzu düşünürüz. Lakin bir an gelir, anlarız ki oraya ait değiliz. Bir cenaze, şehre ait bir merasim veya geçmişin izi üzerinde yaşanan bir lahza, bir hatırlama, bir şenlik, bir sevinç... Yani hayata dair sıradan bir unsur, bizi şehre ait asıl dairenin dışına atıverir. Fark ederiz ki, biz, bir “başka yerli”yizdir ve bazı şeylerin dışındayızdır.
37
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Şehri, içinde yaşayanları beyan eden bir şey[1] diye tarif ederler. Eğer bu ifade doğruysa, bir şehrin neyi beyan ettiğini en iyi anlayanlar, en iyi “görenler” herhâlde bir başka şehirden gelen “başka yerli”ler olsa gerek... Yani bizler, şehirleri süsleyen, atamaya tâbi memurlar... İnsanın yaşarken oluşturduğu çevre, yani “habitus”, deruni bir bahçenin dışa vurulması ise, bu bahçenin “farklı” güzelliğini ancak farklı olanlar fark edebilirler diye düşünüyorum. Şehrin yerlileri beni bağışlasınlar ama “kanıksama” insana ait bir vasıftır. Yerlinin kanıksadığı şeyi dışardan gelen fark eder. ... ‘Şekil, ruhsuz bir şeydir, her şey fikir ile olur’ diyenlere iştirak edemiyorum; bence şeklin de bir ruhu vardır ve her ruh veya her fikir kendini bir şekil ile ifade eder. Dile getirilemeyen hassasiyetler bizim millî yükümüzdür; bir sır gibi taşırız. Bu sırlarımızı belki bir minare ile göklere doğru haykırır, belki bir kapı pervazı ile insanlara fısıldar, belki diktiğimiz bir ağaç ile toprağa emanet ederiz. Şehirlerimiz, ruhun muhtelif hareketleriyle icra olunan bir ayinin mimari malzemeyle şekillendirilmiş hâli gibidir aslında. Evlerimiz, caddelerimiz, sokaklarımız, meydanlarımız hakikatte ruhun bedestenleridir: Onlarda acılar, hüzünler ve hatıralar vardır. Bu manada ev sahipliği bir mülkiyet biçimi değil, bir hayat tarzı, bir kültür temellüküdür. Bu açıdan bakınca bir şehrin yerlileri, her zaman biz “muhacirlerden” bir adım önde bulunurlar. Şehrin manzarasını şehirlilerin irfanı yapar çünkü. Ne var ki içimizde olmayan şehri hiçbir yerde bulamayız. Çünkü biz Türkler, 20. yüzyılda başımıza gelen serencam yüzünden, hepimiz -kendi şehrimizde yaşayanlarımız dâhil- bir şehrin sürgünüyüz; eski şehirlerimizden yeni kentlerimize, mahallelerimizden semtlerimize, evlerimizden apartmanlarımıza sürgün edilmiş bahtsızlarız. Aslında hepimiz, “şimdiki zaman”ın sürgünüyüz; belki de şimdiki zamanın mahkûmu; bütün saçmalığıyla “şimdi”, bizleri kendi dairesinde mahpus tutuyor. Şehirler arasında gezen muhacir memurların “faik” farkları, -belki şansları- şehirlerin birbirine benzeyen ve benzemeyen çehrelerini görebilmelerinden ibarettir.
Bazen Bütün Mana Bakış Açısında Birikir “Sinema, çıplak göze demir elbise giydirmektir.” diyor Tanpınar, demir elbise giydirip demirden bir göz yapmak ve o gözün görebildiği, görüp gösterebildiği kadarıyla hayatı idrake çalışmak; seyirlik hayatlar hikâye etmek… Veya hayatı seyirlik hâle getirmek… İçimizden dışımızdan geçip giden her şeyi temaşa etmek ve ettirmek oldukça eğlenceli ve bir o kadar da çetin bir iş. Düşünüyorum da sinemacılar garip insanlar. Bir nevi sihirbaz olan garip insanlar. Bu demir gözü kullanarak ortaya son derece “soft”, demir katılığından uzak, hayatın şiiriyetine uygun hikâyeler çıkaran büyük Japon yönetmeni Akiro Kurosawa’ya göre kamera kullanmanın sırrı, durmasını bilmekte gizlidir. “Görmek, durduğumuz yer ile alakalı bir şeydir.” diyen Kurosawa, Shakespeare’in meşhur eseri “Kral Lear”i Japon tarihine uyarlayarak çektiği “Ran” ismindeki müthiş filmini “gökyüzünün bakış açısı” ile tasarladığını söylüyor. Gökyüzünün bakış açısına sahip olabilmek veya olunsa bile o açıdan eşyaya tasarruf edebilmek mümkün müdür sualine cevap vermenin, hatta bu soruya muhatap olabilmenin dahi müstesna bazı şartları – herhâlde- vardır. Bu şartları bir araya getirip o bakış açısını gözbebeğimize yerleştirseniz dahi, o noktada görmek ve gördüğünü anlatabilmek apayrı bir efsanedir ki her fani, o efsaneye mevzu teşkil edecek kıratta yaratılmamıştır. Nice mahiler vardır; derya içredirler, deryayı bilmezler. Ne zaman ki görmekten bahis açılsa, görme işinin asıl faili, insanın dışına açılan kapıya, yani “göz”e gözümüz takılıverir. Göz ki, söyleyemediklerimizi aşikâr eden, hissedemediklerimizi hisseden, anlayamadıklarımızı anlayandır. Semâya sığmayan esrâr-ı kibriyâ-yı garam Nasıl da sığmış senin o sevda-penâh gözlerine[2] diye methedilen göz, herhâlde, insanların yüzlerinde taşıdıkları, şu bir çift kafatası çukuru[3] olmasa gerekir. O göz, göz değil gözistan[4] diye tavsif edilen, çok başka âlemlere ve çok başka diyarlara açılan bir göz olsa gerek. Bu muhteşem gözlerin sahiplerinden biri olan Hz. Mevlana, “İnsan gözdür.” buyurmuş2. Muhittin Raif Bey 3. Atilla İlhan 4. Cemal Süreya
1. Tabir, Mustafa Armağan’a ait sanki.
38
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
tu. Burada bahsedilen göz, “ilahî hakikatlerin mahzeni” olan bir göz; her daim özge âlemler temaşa etmeye alışmış bir gözdür. Bu gözün sahipleri öyle boş boş bakmazlar; Bu Niyazi’den de Mevla görünür[5] derler ve Mevla’yı görecek gibi görür gibi bakarlar. Onlardan Mevla görünür; peki, ya bizden “ne” görünür? O muhteşem insanlar gökyüzünün bakış açısını, gökyüzüyle birlikte içlerinde taşıyabilir, onunla da kalmayıp Bende sığar iki cihan / Ben bu cihana sığmazam[6] diyebilirler. Eğer Kurosawa gökyüzünün bakış açısından bahsedebiliyorsa, şöyle veya böyle bu âlemin kıyısına, en azından kıyıların göründüğü kayalıklara gelebilmiş demektir; o kadarcık bir gönül –herhâldetaşıyordur. Gökyüzünün bakış açısı, zannımca yeryüzüne en munis gelen perspektiftir. Yeryüzünün hakkını yemeyelim; onun dahi bir bakış açısı vardır ve her halükârda gökyüzüne müteveccihtir; bu meyane gönderilen insanoğlu ise, Atılmışım iki la-yefhemin miyânesine Zemine anlatamam, asumâne anlatamam[7] mısralarında ifade edildiği üzere, yerin kabul edebileceği ve göğün içine sığabilecek bir bakış açısı bulabilmenin sancısı ile dertli ve ikirciklidir. Bu hâlinden ötürü kendisini yere ve göğe her zaman kabul ettiremeyen insanoğlu, çareyi kendisine uygun mekânlar icat etmekte bulmuş, çadırlar kurup evler yapmış, tatmin olmayıp göğe başkaldıran yapılar inşa eylemiş, yerden uzaklaştığı gibi göklerden de korkup muhkem çatılar altına gizlenmiş, gizlendiğini sanmış. Hülasa yerle gök arasına gizlenmenin adını “şehir” koymuş. Evet, göğe yükselen binalar inşa etmişiz ama, gökyüzüne bakmayı unutmuşuz. Behçet Necatigil’in o meşhur radyo oyununda (Yıldızlara 5. Niyazi Mısrî’den; “Ârife eşyâda esmâ görünür Cümle esmâda müsemmâ görünür Bu Niyâzî'den de Mevlâ görünür Âdem isen ‘semme vechullâh'u bul Kanda baksan ol güzel Allah'u bul” şeklinde devam eder... 6. Nesimî 7. Muallim Naci’den ... “Beyan-ı maksat için yâre tercümânım var Belâya bak ki onu tercümâna anlatamam...” diye devam eder...
Bakmak), “göğe bakma durakları” mevkiindeki post-modern şehirlerden bahsetmesi herhâlde böyle bir hasretin ifadesidir. Belli ki Necatigil de tıpkı Kurosawa gibi göğe bakmasını bilen insanların ruh soyundan... O ruh soyundan gelen insanların yaptıkları şehirler, yerin ve göğün içinde, içinde yer ve gök bulunan şehirler, ki o şehirlerde insan, yerin ve göğün farkına vararak ve yerle gök tarafından fark edilerek yaşar. Onların yaptıkları şehirlerin kalıntılarını, harabelerini bir sanat eserini seyreder gibi seyrediyor, şayet bize intikal eden bir şehir köşesi, sürpriz bir peyzaj varsa onu da korumaya alıp önünde mersiyeler yakıyoruz. Bizler bugün, bu manada şehir fikrini kaybettik. “Cedlerimiz, inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı.” diyor Tanpınar. Biz perişan torunların bir ruhu yok ki, onu maddeye “hakk” etmek gibi endişeleri olsun. Eskiler mabet inşa eder gibi şehir kuruyorlardı. Kendileri bile dahi yapılıyorlardı taş şu toprak arasında[8]. Oysa biz, kendimize bir “mabut” yapar gibi, bizi ezecek ve yönetecek bir “şey” arar gibi şehirler inşa ediyor ve tabii ki arada kaybolup gidiyoruz. Kaybolmamak için tabiata sığınan piknikçilerimiz de yok değil gerçi ama, onlar dahi açık havalara “hastane”ye gider gibi; kırlara ve bahçelere -eğer kaldıysa- bir açık hava müzesine gider gibi gidiyorlar. Ne yaparsak yapalım, bugünkü şehirlerimizde tabiatı ve tabiata bağlı olarak deveran eden zamanı kaçırıyoruz. Ne yazımız yaz ne kışımız kış, çoğu zaman “baharı görmeden yaz gelip geçiyor”. Gece ve gündüzü ise hiç saymıyorum, zira gece ve gündüz farkının kalmadığı zamanların sakinleriyiz. ■ 8. Hacı Bayram-ı Veli... Şiirini tamamı; “Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde Bakıcak dîdâr görünür ol şârın kenâresinde Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm Ben dahi bile yapıldım taş u toprak âresinde Şâgirtleri taş yonarlar yonup üstâda sunarlar Allâh’ın adın anarlar ol taşın her pâresinde Ol şârdan oklar atılır gelir canlara batılır Ârifler sözü satılır ol şârın bâzâresinde Bu sözü ârifler anlar câhiller bilmeyip tanlar Hacı Bayram kendi banlar ol şârın minâresinde”
39
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Şehirler, kütüphaneler ve müzeler NÂMIK AÇIKGÖZ
M
edeniyetin üç önemli temeli: şehir, kitap ve müze!... Medeniyet varsa, onun arkasında mutlaka bir şehir; mutlaka büyük kütüphaneler ve büyük müzeler vardır. Ve mutlaka bu şehirde dünyanın en büyük kütüphanelerinden ve müzelerinden biri veya bir kaçı yer alır. Her medeniyete merkezlik eden bir veya bir kaç şehir ve bu şehir hakkında yazılmış kitaplar da vardır. Medeniyetler, insanlık birikiminin sürekliliğine dayanırlar. Kendi coğrafyasına sıkışıp kalmış toplumlar, ancak “folklor” veya en iyimser tabirle “kültür” üretebilirler; medeniyet değil. Medeniyet geniş, derin ve sürekli nefes demektir. Medeniyetlerin hacim genişliğini, sürekliliğini ve derinliğini sağlayan şey ise kitaptır. Yazılı metni veya kitabı olmayan insanlık birikimi, medeniyet oluşturamaz; olsa olsa sadece folklor veya kültür oluşturur. Kitaplar ve kütüphaneler
Her ne kadar papirüse ilk yazı yazıldığında Mısır kralı “Bu yaprak kaybolduğunda, bilgilerimiz de kaybolacak.” diyerek sözlü ve insana mâl olmuş bilgiyi savunsa da, kitap toplumların geleceğe uzanan birikimlerinden en önemlisidir. Kitap yoksa toplumların hafızaları da yoktur. İlk kitap yazıldığında, kütüphaneci Aristark, kitabı okuyucudan gizlemiş; eleştirmen Zoil de kitabı eleştirmiştir ama kitap var olduğu müddetçe, insanlık yeryüzünü daha iyi kullanmayı başarabilmiştir. Kitap, tek başına unutulma veya kaybolmanın insafına terk edilmiştir. Her kitap yanında kütüphaneyi de getirir ki o kütüphaneler, medeniyetlerin
ana hâfızalarıdır. Kitabı yazılan şehirler
Şehir kitaplarını, bir şehri bütün yaşanmışlıklarıyla anlatan kitapları severim. Tabii ki, söz bu mecraya dökülünce, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’ini hatırlamamak olmaz. Tanpınar, Beş Şehir’de İstanbul, Bursa, Ankara, Erzurum ve Konya’yı anlatırken, kuru turistik bilgiler vermez. Anlatılan her şehirdeki birikim, tarihî yaşanmışlıklarıyla ve insan sıcaklığıyla verilir. Zaman zaman anlatılan ayrıntılarda, o şehirlerin büyüsü, duygusu, hüznü, sevinci gizlidir. Birer medeniyet merkezi olan bu beş şehir, yansıttığı medenî zenginlikleriyle ve müellifin duygularıyla mezc edilerek anlatılır. Bu yüzden, Beş Şehir, Türk edebiyatının en önemli şehir kitabıdır. Fakat ben hâlâ, bu kitapta Edirne’nin niye anlatılmadığına şaşarım. Edirne’nin yanında Manisa ve Kütahya da olsa daha iyi olmaz mıydı? Beş Şehir, Türk aydınının şehirlere bakışını değiştirmiş bir kitaptır. Şehirlerin, insanlar gibi nefes alıp verdiğini, duygulandığını, hüzünlendiğini, Türk aydınına Beş Şehir öğretmiştir. 1976’da üniversite tahsili için gittiğim Ankara’yı, hep Tanpınar’ın gözüyle görmeye çalışmışımdır. Samanpazarı, Kale, Hacı Bayram... Oraları gezerken yanımda hep Tanpınar vardı. (İstanbul’da rehberim sadece Tanpınar değildi elbet... Yahya Kemal, Samiha Ayverdi, Sait Faik, Haldun Taner, Salah Birsel’le gezdim İstanbul’u.) Türk edebiyatında, Beş Şehir kadar olmasa da, Mitat Enç’in kaleme aldığı Uzun Çarşının Uluları adlı kitap, Gaziantep’i anlatır ve dışarıdan bakıl-
40
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
dığında sakinliği insanı da sakinleştiren o şehrin, aslında içinde nasıl dinamik bir kimliğe sahip olduğunu; insanlarının ve hikâyelerinin demlenmiş kültürlerinin mülâyemetindeki etkisini dile getirir. Anlatılan insan tipleri, esnaflar, sokaklar, dükkânlar, bu şehrin nasıl nefes alıp verdiğini; o vakur çehrenin arkasında ne derin ve etkili bir birikimin olduğunu yansıtır. Ve Ahmet Turan Alkan’ın Altıncı Şehir’i... Yani Sivas... Ahmet Turan Alkan’ı 1978 yılı Kasım ayında çıkarmaya başladığımız Divan dergisinin ilk sayısındaki “Şehir” yazısı ile tanımıştım. Şehirlere dair umutsuzluklarımız da umutlarımız da benziyordu birbirine... Ben Altıncı Şehir başlığıyla Elazığ-Harput’u yazmak istiyordum; Alkan erken davrandı aynı adla Sivas’ı anlattı. Mimarisi, sokakları, mahalleleri, Çerkez’in kahvesi ve en önemlisi insanıyla anlattı Sivas’ı... O içine sığmayan, o hemen kanatlanıp uçuverecekmiş gibi olan ama bir türlü havalanamayan taşra şehriydi anlattığı. Biraz medeniyet birikimi olan taşra şehirlerinin hepsinin hikâyesiydi belki Sivas. Ahmet Turan Alkan’ı, Amasya’yı anlattığı Yedinci Şehir ile Özkan Yalçın takip etti. Şehzadeler şehri olan Amasya’nın tarihî birikimi, tabiatı ve özellikle, şehrin insan profilini en güzel yansıtan kahvehaneleriyle anlatılan şehir, kitaba kültürel canlılığıyla yansıtılmıştır. Bu halkaya en son, genç yazarlarımızdan Yücel Bayar’ın, Samsun’u anlattığı Amisus- Mavi Şehrin Öyküsü adlı kitabı eklendi. Yücel Bayar bu kitabında, şehrin tarihî dokusundan ziyade, insan dokusuna önem vermiştir. Anlatılan hikâyeler, Samsun insanının geleneksel yapısını vermesi açısından önemlidir. Tabii keşke sadece geçmişe ve folklora dayanılmasaymış ve günümüz insanının (elbette yazarın) olgu karşısındaki durumu ve düşünceleri de işlenseymiş metne. Türk şehirlerinin nitelikli anlatımlarının yanı sıra, dünya şehirlerini okuduğum kitaplardan biri, Cengiz Çandar’ın Benim Şehirlerim adlı kitabıdır. Selanik, Kudüs, Paris, Roma gibi kadim şehirleri de nevzuhur ama dünya konjonktüründe etkili şehirleri de Çandar’ın kitabından okudum. Üslubu çok rahat ve hatta zaman zaman savruktu ama bu savrukluğu bile kitaba ayrı bir güzellik katıyordu. (Ben o üsluba “hergele üslubu” demiştim. Çandar’ın da böyle dediğimden haberi var.) Benim Şehirlerim’i okuyuncaya kadar, “kozmopolit” kelimesini entelektüel bir hakaret olarak
kullanırdım. Fakat bu kitabı okuyunca anladım ki, dünyanın gidişine yön veren şehirler, kozmopolit şehirlerdir. Çünkü aynı şehirde bir arada yaşayan kültürler, birbirlerini doğurganlaştırıyorlar. Çandar, gezip gördüğü veya yaşadığı şehirlerdeki bu doğurganlığa da dikkat çekiyor kitabında. Eski şehirlerin eski kitapları
Şehir kitapları geleneği bizde yeni değil. Şu anda, Tanpınar’ın belirlediği format geçerliyse de, eski kültürümüzde de şehir kitapları vardır. Ahmed Fakih’in Kitabu Evsâf-ı Mesâcidi’ş-Şerife (13. yy.)’si; gene 15. yüzyılda başlayan Şehrengizler (Edirne, İstanbul ve Bursa şehrengizleri); 16. Yüzyılda Latifi’nin yazdığı Evsâf-ı İstanbul ve Feyzî’nin yazdığı Fezâ’il-i Kuds ve 17. yüzyılda Nâbî’nin yazdığı Tuhfetü’l-Haremeyn adlı eserler, şehir kitapları geleneğinin arka planını oluşturur. Şehrengizler, şehirlerdeki esnaf çıraklarını anlatırlar; şehirle ilgili ayrıntıya pek girmezler. Bunlardan ancak o şehrin esnaf yapısının ipuçları elde edilebilir. Ahmet Fakih, Nâbî ve Fevzî’nin eserleri, dinî mekânların anlatıldığı eserlerdir. Ve müzeler...
Kitaplar, düşüncenin kelimeye dökülmüş sonuçlarını korurlar; müzeler eşyaya dönüşmüşünü... Büyük medeniyetlerin büyük müzeleri vardır; çünkü koruyacakları çok şeyleri vardır. Bazen öyle ki, bütün şehir müzedir. Mesela Mardin... Mardin tam bir müze-şehir özelliği gösterir. Ortadoğu’nun bütün birikimleri, mahalle mahalle, sokak sokak, ev ev korunmuş; taşa işlenmiştir Mardin’de. Bu yüzden Mardin yaşayan bir müze-şehir olma özelliğini devam ettirirken, hafızaya sahip olmanın önemini de hissettirir bizlere. Medeniyet merkezlerindeki müzeler, o medeniyetin bütün maddî kültür unsurlarını barındırarak, bir tür hafıza görevi de üstlenirler. Etnografik, arkeolojik, sanayî, tarımsal, teknolojik müzeler, sadece bir toplumun değil, bütün insanlık birikiminin korunduğu kurumlardır. Ve sonuç
Kitaplar, kütüphaneler ve müzeler... İnsanlığın bütün birikimini barındıran eserler ve kurumlar... Bir şehrin kütüphanesi ve müzesi yoksa hafızası da yok demektir. Dünyanın şanslı şehirleri, medeniyetlere beşiklik etmiş şehirlerdir ve en şanslı şehirler de hakkında kitap yazılan şehirlerdir.■
41
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Şehir kütüphaneleri MEHMET KURTOĞLU
B
ir şehri bir mabet, bir mabedi bir inanç, bir inancı bir kitap doğurur. Çünkü bütün ilahî dinlerin kaynağı kitaptır. Her resul bir kitap sahibidir, her nebi bir kitabın peşinden gitmiştir. Şehirleri kuran irade aynı zamanda medeniyeti kuran iradedir. Bu irade ilhamını kitaplardan ve kütüphanelerden almıştır. Antik dönemlerden modern zamanlara kadar kurulan her şehir bir felsefeye, bir inanca dayanmıştır. Özellikle dünya medeniyetine ışık tutan şehirler; kitap, kütüphane, ilim, irfan ile içiçedir. En görkemli medeniyetler en görkemli fikirlerden, en görkemli fikirler kitap ve kütüphanelerden doğmuştur. Yolu kütüphanelerden geçmeyen tek bir ilim ve fikir adamı yoktur. Örneğin İskenderiye Kütüphanesi kurulurken yalnızca kitap toplanmamış, etrafa dağılmış, himayesiz âlimler de bu şehre toplanmıştır. Tarihe mal olmuş medeniyetlerin temeli kitap ve kütüphanelerde atılmıştır. Tarihin seyrini değiştiren kitaplar, aynı zamanda medeniyetin de seyrini değiştirmiştir. Her fikir bir diğerine kaynaklık eder, bu yüzden algıları değiştiren bir kitabın arkasında birçok kitap, daha doğrusu büyük bir kütüphane vardır. Kütüphanelerin doğması, medeniyet tarihi içinde belli bir sürecin geçmesini zorunlu kılmıştır. Bu süreç Antik çağlarda ağaç yaprakları, ağaç kabukları, ağaç levhalar, beyazlatılmış ağaç levhaları, balmumu kaplı ağaç lev-
halarından sonra kil tablet, ostrakon, taşlar, madenler, keten bezi, fildişi, kemik, hayvan kabukları ve organları, diğer bazı maddeler ve papirüs’e kadar değişik maddeler kullanılmıştır. Dünyanın ilk kütüphanesini Asurlular kurmuştur. Bugün Asurluları Ninova tabletlerinden/arşiv /kütüphanesinden tanıyoruz. Kâğıt, kitap ve kütüphane hiç kuşkusuz kadim Mısır’ın Papirüs’ünden doğmuştur.[1] Papirüs’ten kitaba, kitaptan kütüphaneye geçiş sürecinde şehirler ve kütüphaneler medeniyetin inşasında önemli rol oynamışlardır. Şehirlerin kuruluş felsefesi, bilgi ve birikime dayanır. Bu bilgi ve birikim medrese/okul/ekol/ kitap/kütüphanede saklıdır. Zira şehirler kütüphaneleri, kütüphaneler şehirleri kurarlar. Adları kütüphanelerle özdeşleşmiş, medeniyet tarihine mal olmuş öyle şehirler vardır ki, medeniyet tarihinde bir şehir olmanın ötesinde bir ekol/bir fikir olarak yer alırlar. Örneğin İskenderiye Kütüphanesi, yalnızca bir şehir kütüphanesi olarak değil, buradan doğan Yeni Eflatunculuk düşüncesiyle meşhurdur ve düşünce tarihine yine bir anlayış getirmiştir. İskenderiye Kütüphanesi önemli ve özel kılan yalnızca oradaki kitapların sayısı değil, aynı zamanda o kitapların ortaya çıkardığı bilgi ve birikimdir. Hilmi Ziya Ülken İskenderiye Kü1. Bakınız, Prof.Dr. Nuray Yıldız, Eskiçağda Yazı Malzemeleri ve Kitabın Oluşumu, Türk Tarih Kurumu Yay. Ankara, 2000
42
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
tüphanesi için: “Yeni Eflatunculuk diye tanınan büyük felsefe ve ilim hareketinin doğması tarihin en mühim hadiselerinden biridir. Büyük teşkilatçı ve hukukçu olan Romalılar ilim ve sanat sahasında Yunanlılara nazaran barbar sayılabilirdi. Yunan’ın hasbi ve mücerret fikir faaliyeti yerine Roma’da içtimai gaye için olan ameli ve müşahhas fikir işleri kaim olmuştur. Roma hukuk ve tarih yazmıştır. Fakat ilim ve felsefede Yunanlıların çırağı olmaktan hiçbir zaman kurtulamadı. Bundan dolayı, eğer Yeni eflatunculuk hareketi ve onu canlandıran İskenderiye Kütüphanesi olmamış olsaydı mücerret fikir faaliyeti, kuvvetini ve sürekli akışını kaybedecekti” [2] diye yazar. Bu anlamda Antik Roma ve Atina okullarına yalnızca bir üniversite/akademi olarak değil, bir felsefe bir düşünce olarak bakmak gerekir. Ki bu şehirler akademileriyle ön plana çıkarken, arka planda bu akademileri ayakta tutan bilgi yani kitap/kütüphane bulunmaktadır. Medeniyetler doğudan batıya, batıdan doğuya güneşin doğup batması gibi dönüp durur. Bu dönüşüm esnasında kültürlerin çatışmasından bir kıvılcım oluşur. Bir yerde batan medeniyet, böylece başka bir yerde doğar. Tarih boyunca medeniyetler hep bu minval üzere doğup batmıştır. Mezopotamya medeniyetinden Yunan-Roma, Yunan Roma‘dan İslam, Kurtuba-İslam medeniyetinden bugünkü Batı medeniyeti doğmuştur. Tarihi Atina, Roma, İskenderiye, Antakya, Urfa, Harran, Nusaybin, Cinduşapur, Bağdat, Kurtuba şehirleri, aynı zamanda medeniyetin dönüşüm ve doğuşuna kaynaklık etmiş ekol/okul şehirlerdir. Bu şehirler, medeniyet tarihine ilim, irfan ve kültürleriyle damga vurmuşlardır. Birbirine ilim ve kültürle bağlanmış, kitap yüklü kervanlarla ilim ve irfan taşınmıştır. Bu konuda Farabi; “İslamiyet’in zuhurundan sonra ilim, İskenderiye’den Antakya’ya intikal etti ve orada uzun müddet kaldı. Nihayet orada bakiye olarak yalnız bir muallim kalacak kadar faaliyet azalmıştı. Bu zattan iki adam ders gördü ve onların sayesinde bazı kitaplar vücuda geldi. Onlardan biri Harran’da yerleşti, diğeri Merv’e gitti. Merv’e giden muallim, iki kişi yetiştirdi. Biri
İbrahim el Mervezi, diğeri Yuhanna bin Haylan idi. Harran’a yerleşenden de rahip İsrail ve Kuveyri (Kuweiri) yetiştiler. Bunlardan her ikisi de Bağdat’a gittiler, İsrail ihtida etti ve orada kaldı. Fakat İbrahim el Mervezi, Bağdat’a gelerek bu şehirde yerleşti. Mervezi’den Matta bin Yunan ders gördü. Evvelce Aristo mantığından yalnız Eşkâlül Hamliye’nin sonuna kadar öğretiliyordu. Ben bu Yuhanna vasıtasıyla mantığın diğer kısmını da okudum. Ve ‘Bürhan Kitabı’nın sonuna kadar olan bahisleri öğrendim”[3] diye yazmaktadır. Farabi’nin hocası olan Yuhanna bin Haylan aynı zamanda Harran okulunda da hocalık yapmıştır. Daha sonra Bağdat’a göç etmiştir.[4] Görüldüğü gibi eskiden şehirler yalnızca ticaret kervanlarıyla değil, ilim ve kültür kervanlarıyla da birbirine bağlanmıyor, ilim aşkıyla hocalar ve talebeler şehirden şehre göç ediyorlardı. Bu göçlerin yoğunluklu olduğu devirlerde kültürel etkilemiş doruğa çıkıyor ve kültür ve medeniyetin gelişimine katkı sağlıyordu. Mesela Bağdat’ta Halife Me’mun “Beytül Hikme” adını verdiği bir tercüme mektebi kurmuş, başka ülke ve şehirlerden toplattığı kitaplarla büyük bir kütüphane oluşturmuştur. Onun oluşturduğu kütüphane daha sonra İslam âleminde büyük Endülüs Medeniyeti’nin doğmasına neden olmuştur. Zira Urfa ve Harran okulları aracılığıyla Yunancadan Süryanice ve Arapçaya tercüme edilen eserler, buraya taşınmış, buradan da Endülüs’e geçmiştir. Bilindiği gibi İslam medeniyetinin en görkemli devirlerinden biri Kurtuba’da yaşanmıştır. Kurtuba, Bağdat ve Mısır’da tercüme edilenleri yeniden tashih ve yorumlayarak yeni bir uyanış yaratmış, İslam âlimini büyük filozof ve âlimlerinin çıkmasına vesile olmuştur. Bu okulun en büyüğü hiç kuşkusuz İbn Rüşd’tür. Farabî, “El Medinetü’l Fâzıla” ve “Es Siyâsetü’l Medeniye veya Mebâdi’ül Mevcûdât” adlı eserlerinde, Faziletli ve Cahil olmak üzere şehirleri ikiye ayırır. Farabi, faziletli/erdemli şehirde bulunması gereken vasıflar ile bir İnsanda/Müslüman’da bulunması gereken hasletlerin benzer olması gerektiğini savunur.[5] Bir insanda aranan erdem ve gü-
2. Hilmi Ziya Ülken, Uyanış Devirlerinde Tercümelerin Rolü, sh. 23, İş Bankası Kültür Yay. İstanbul, 2009, Bakınız, Roy Macleod, İskenderiye Kütüphanesi, Dost yay. Ankara, 2004
3. H. Z. Ülken, age.sh.51 4. Mehmet Kurtoğlu, Kültür Şehri Urfa, sh.268, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yay. Ankara, 2006 5. Farabî, El medinetü’l Fâzıla, Kültür bakanlığı Yay.
43
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
zellikler şehirde de olmalıdır. Farabi’nin öne sürdüğü faziletli/erdemli şehir, gerçekte İslam’ın ön gördüğü, Medine’de Efendimizin yeniden inşa ettiği, İslam medeniyetinin ilk örneğini teşkil eden şehir tipidir. Nasıl ki, bilgi/hikmet Müslüman’ın yetik malı ise, erdemli şehirlerin de bilgi/hikmet yitik malı olmalı ve onun peşine düşmelidir. Bu arayış ister insan ister şehir olsun sonuç olarak bilgi/kitap/kütüphane ile buluşmak zorundadır. Kaynaklar İslam dünyasında üç büyük kütüphanenin olduğunu belirtir ve bunların; Bağdat’taki Abbasi Kütüphanesi, Kahire’deki Fatımi Kütüphanesi ve Kurtuba’daki Endülüs Emevileri Kütüphanesi olduğunu söyler. Bağdat Kütüphanesi yalnızca el Me’mun’un desteklemesiyle sınırlı kalmamış, “ilim Çin’de bile olsa onu alınız” diyen Peygamberimizin hadisi şerifi uyarınca başkaları tarafından da desteklenmiştir. Me’mun’dan sonra Mu’tazıd’ın Bağdat’ta yeni bir saray yaptırırken, ilim ve edebiyatçıların çalışabileceği bir binayı saraya ilave ettiği, ayrıca bunların çalışmaları için ihtiyaç duyulan bir kütüphane yaptığı söylenmektedir.[6] İslam âleminde nerede bir medrese/okul varsa orada mutlaka bir kütüphane vardır. İslam medeniyetin en ihtişamlı sahifelerinde şehirlerle birlikte kütüphaneler de zikredilmektedir. Emevi devletinin kurcusu Muaviye, Şam’da bir kütüphane kurmuş, daha sonra torunu Halid bin Yezid bunu genişletmiştir. Yine Mansur’un sarayında zengin bir kütüphane meydana getirdiğini kaynaklardan okumaktayız.[7] Özellikle de 794 yılında Harun Reşit, kâğıt fabrikası kurmuş, telif, kitap ticareti ve kütüphanelerin gelişmesine vesile olmuştur. Onun döneminde şehirlerden şehirlere kitap taşıyan deve kervanlarından bahsedilmektedir. Yine en göz alıcı olduğu söylenen Kahire’deki Fatımi kütüphanesinde yalnızca kadim ilimler, yani Helenistik tabiat bilimi ve felsefesi üzerine on sekiz bin kitap olduğu belirtilmektedir. 756 yılında imparatorluğun en batısındaki topraklarda devletlerini kuran Endülüs Emevileri, en büyük gelişimini II. Hakem döneminde kaydeden bir küAnkara, 1990, Farabi, Es Siyâsetü’l Medeniye veya Mebâdi’ül Mevcûdât, Büyüyen Ay Yay, İstanbul, 2012 6. Johannes Pedersen, İslam Dünyasında Kitabın Tarihi, sh.126, Klasik Yay. İstanbul, 2012 7. Bakınız, Yrd. Doç.Dr. Mevlüt Koyuncu, Beyan Yay. İstanbul, 1997
tüphane inşa etmişlerdir. Halife âlimleri etrafında toplarken, Kurtuba’nın en büyük mescidi bir ilim merkezi haline gelmiştir.[8] İslam dünyasında yalnızca halife veya sultanlar kitap ve kütüphaneler kurmamıştır, ayrıca ilim ehli büyük âlimler, sultana yakın ve varlıklı kişiler de kitaplık ve kütüphaneler oluşturmuşlardır. Bu anlamda İslam âleminde vakıf kütüphaneleri oldukça dikkat çekmektedir. Özellikle Abbasiler döneminde iktidara yakın kişilerin, zengin kişilerin de kütüphane kurdukları, bazılarının kitaplarını vakfettiklerini bilinmektedir. Örneğin Büveyhi ailesinden Adudüddevle, Şiraz’da bir kütüphane kurmuştur. “985 yılında kütüphaneyi bizzat ziyaret eden Makdisî, orayı bahçeler, göller ve su yollarıyla çevrili bir binalar kompleksi şeklinde tasvir etmiştir. İki kattan oluşan tepesi kubbeli binalarda, yöneticisinin ifadesine göre, toplam üç yüz altmış oda bulunmaktadır. Yeni kitapların olduğu raflar, hemen bitişiklerinde depoların bulunduğu geniş kemerli odalarda tutuluyordu. Odaların hepsi, insan boyundaki dolaplar ve süslü kapılarla donatılmıştı. Dolapların içinde, o zamana kadar yazılmış hiçbir şeyin eksik olmadığı kitaplar vardı. Her bölümün katalogu ayrı ayrı bir rafın üzerine konmuştu.”[9] İslam âleminde kahramanlıklarıyla tanıdığımız komutanlar, hiçbir zaman ilmi ihmal etmemiş, bir yandan savaş meydanlarında çarpışırken, diğer yanda medrese, kitap ve kütüphanelerle iç içe olmuşlardır. Hatta İslam’ın kılıcı olarak anılan Selahaddin Eyyubi ve Zengi gibi komutanların medrese kurmaya azami gayret gösterdiklerini görüyoruz. Ayrıca İslam âlemindeki büyük camilerin mutlaka birer kütüphanesi olduğu bilinmektedir. “Moğol istilasından önce Merv’de üç yıl kalan ve yazacağı eserleri için malzeme toplayan yakut, bu şehirde kendi zamanında bazıları cami, medrese ve hankahlarda bazıları da müstakil binalarda olmak üzere on kütüphane bulunduğunu söyler. Yakut’a göre kütüphanelerden genellikle rehin vermeden ödünç kitap alınabiliyordu ve kendisi de 1219 yılında Moğol tehdidi yüzünden bu şehirden ayrılıncaya kadar bundan oldukça faydalanmıştır.”[10] Bugün dahi Kahire’de Ezher 8. J. Pedersen, age.sh.130 9. J. Pedersen, age.sh.133 10. İsmail E. Erünsal, Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri,
44
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Cami, Mekke, Medine, Tunus’taki Zeytune, Cezayir’deki Tilimsan ve Fas’taki Rabat camilerinde kütüphane ve çok sayıda el yazma eserler vardır. İslam dünyasında hemen hemen her şehirde kitap kütüphane yanında şahıslar tarafından kurulan ve vakfedilen kitaplıklar ve kütüphaneler olduğu bilinmektedir. İhtişamlı şehir kütüphanelerinin haricinde taşra şehirlerinde bu anlamda binlerce kitap vakfına rastlanmaktadır. Özel olarak üzerinde durulması gereken kitap vakıflarının, Hicri ilk asırda Mekke-i Mükerreme’de bir kütüphane kuran Abdülhakem el Cumehi ile başlamış olduğu söylenmektedir.[11] “Müslümanların ilim ve ilim adamlarına olan sevgileri ve İslam’ın eğitime teşvik etmesini; fıkıh âlimlerinin, kitap gibi gayrimenkul mal veya mülkün vakfedileceği esasına dayandırmış olduğu söylenmektedir. Bunun ilk şartı da vakfın gayrimenkul gibi ebedi olması değildir. Örfe dayanan ve istihsan’dan olduğu kabul edilen kitap vakfı, bu fıkıh âlimlerinin verdiği cevazla birlikte, insanlara yararlı olması ve hayırlı bir iş yapmanın verdiği sevinçle başlar. Müslümanlardan hayır ve ihsan sahibi kişilerin kitap vakfı geleneği böylelikle oluşmaya başlamıştır.”[12] Kültür ve medeniyete önem veren Osmanlı, fethettiği şehirlerin yalnızca mimarisini değil, kültür ve irfanına da önem vermiş, medreseler, kütüphaneler kurmuştur. Örneğin İstanbul’u fetheden Sultan II. Mehmed, imparatorluğunun başkenti olarak tasarladığı İstanbul’u aynı zamanda bir kültür merkezine dönüştürmüş, imar faaliyetini büyük cihad olarak adlandırmış ve fetihten sonra ilk olarak şehirdeki mabetleri cami ve medreseye dönüştürmüştür. Kaynakların yazdığına göre “fethi müteakip ilk yapılan binalardan biri Beyazıd’daki Eski Saray’dır. II. Mehmed’in Manisa’dan Edirne sarayına götürdüğü kitapların Eski Saray’ın tamamlanmasından sonra İstanbul’da ilk kurulan kütüphane olan bu saray kütüphanesi daha sonra Yeni Saray’a taşınmıştır. Osmanlı Padişahlarının ilme düşkünlüğü, İmparatorluğun birçok yerinde kütüphanelerin sh.61, Türk Tarih Kurumu Yay. Ankara 2008 11. Prof.Dr. Yahya Mahmut Cüneyd, İslam Âleminde Vakıf Kütüphaneciliği, sh. 33, Kent Işıkları yay. İstanbul, 2009 12. Yahya Mahmut Cüneyd, age. sh.33
açılmasına vesile olmuştur. Örneğin I. Selim’in Mısır seferi sırasında kitap toplamaya çalıştığı ve bu arada kendi kütüphanesine ait kitabı da yolda kaybettiğini kaynaklardan öğrenmekteyiz.”[13] Ayrıca büyük şair Fuzulî’nin kütüphane’de memur olarak çalıştığı sırada keşfedilerek İstanbul’a getirildiği bilinmektedir. Osmanlı döneminde Eyüp Külliyesi Kütüphanesi, Nuru Osmaniye kütüphanesi, Ayasofya Medresesi Kütüphanesi, Çandarlızâde İbrahim Paşa’nın Edirne’deki imaretinde kurulan kütüphane, Amasya Medresesi’nde kurulan kütüphane ve daha birçok şehirdeki kütüphaneler, hem Osmanlının kitap ve kütüphane sevgisini ortaya koymakta hem de şehir kütüphane ilişkisinde kütüphanelerin olmazsa olmaz olarak karşımıza çıktığını göstermektedir. Cumhuriyet döneminde ise yüz yirmi yedi kütüphaneden toplanan kitaplarla Süleymaniye Kütüphanesi meydana getirilmiştir. Şehir kütüphane ilişkisini salt kuru bilgiler ışığında değerlendirmek doğru değildir. Şehirlerin kuruluş felsefesini oluşturan derin ve köklü bir kültürel arka plan vardır ve bu arka planı kitap/ kütüphane ve ilim adamları beslemektedir. Şehir kütüphanelerini sahip oldukları kitap ve kütüphane sayısıyla değerlendirmek bize belki somut bilgiler vermesi bağlamasında bir ipucu verebilir; ama gerçekte bu kütüphanelerin şehrin oluşumunda ve ilim hayatında gördüğü işleve bakmak gerekir. Farabi’nin Faziletli/Erdemli ve Cahil Şehirler diye tasnif ettiği ayrım üzerinden gidersek, erdemli şehirlerin gerçekte bilgiyi içselleştirmiş, cahil şehirler gibi zorunluluğun ve zorbalığın bir araya getirdiği toplumlardan değil, ilmin ve irfanın bir araya getirdiği toplumun inkişaf ettiği şehirler olarak algılamalıyız. Zira erdemli şehir; ancak bu kitap/kütüphane/bilgi ve irfan ile buluştuğunda Faziletli/Erdemli olabilir. Ve bir şehrin buna ulaşabilmesi için mutlaka kitap ve kütüphaneye sahip olması, insanlarının yolu ise kütüphanelerden geçmesi gerekmektedir…■
13. İsmail E. Erünsal, age.sh. 92,
45
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Kütüphane NURULLAH ALKAÇ*
İ
lk örnekleri, Mezopotamya ve Mısır’da kil tabletlerden oluşan kütüphaneler, daha sonra uygarlığın diğer unsurlarıyla birlikte, Antik Çağ Yunan ve Roma dünyasına geçmiştir. Bu gelenek daha sonraki yüzyıllarda Batı dünyasında kütüphanelerin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Böylece en eski kütüphanelerdeki kil tabletlerden, Antik Çağ kütüphanelerindeki papirüs ve parşömen rulolarından, günümüzün bilgisayarlarla donatılmış kütüphanelerine kadar uzanan kütüphanelerin gelişme zincirinin halkaları tamamlanmış oluyordu. Eski Doğu’da hem kütüphane hem de arşiv özel veya saray ve tapınak gibi resmî bir kuruma bağlı olabiliyordu. Dicle, Fırat ve Nil nehirlerinin sağladığı uygun koşullar sonucu yerleşik hayata geçilmesi ve kentleşme, iletişim ihtiyacını doğurmuş ve piktografik yazıya doğru adım atılmıştır. M.Ö. 3000-2500 yıllarında Mezopotamya’da çivi ve Mısır’da hiyeroglif yazıları, piktografik yazının gelişmesi ile biçimlenmiş, gelişmiş ve yazılı belgelerin gittikçe artmasına imkân tanımıştır. Bu yazılı belgeler, artan ekonomik ve kültürel ilişkilerin sonucu olarak çoğalınca, onların korunup saklanmalarını gerektiren arşiv ve kütüphanelerin ortaya çıkması zorunlu olmuştur. Bu ilk belgeler devletler arasındaki antlaşmalar, kanun ve buyruklar, yönetmelikler, yabancılara ilişkin kayıtlar, rahipler ve hukukla ilgili listelerdir[1]. 1. Nuray Yıldız, ‘‘Kalıntılar ve Edebî Kaynaklar Işığında
Asurlarda taş ve sıradan kil tabletlerine kazıtılmış yazıtların yanında; kil silindirler, kil prizmalar, kil kaplar, değerli madenler ve taşlar üzerine yazılmış hükümdar yazıtları bulunuyordu. Kral Asurbanipal’ın toprak altından çıkartılan kütüphanesi de bunlardan oluşuyordu[2]. 30.000 kadar tabletten oluşan bu kütüphanede az sayıda resmî belgelerin yanında daha çok bilimsel ve diğer konular yer alıyordu. Hz. Peygamber’den (s.a.v.) önce Araplarda yazılı edebî gelenek hemen hemen hiç yoktu. Ancak İslam dininin etkisiyle yazılı kaynaklar gelişti ve Araplarda 300 yıl içerisinde İslam Kütüphaneleri, İspanya’dan Hindistan’a, bir zamanlar Roma, Bizans ve Pers İmparatorluklarının sınırları içinde yer alan topraklara yayıldı. İlk Arap kitapları papirüs, parşömen ya da kavak kabukları üzerine yazılmıştı. 751 yılında ise, kâğıt yapım sanatı Çin’den Semerkant’a ulaştığında, kısa zamanda tüm İslam dünyasına yayıldı. 794 yılına gelindiğinde de Bağdat’ta bir kâğıt fabrikası iş görüyordu. Aynı şekilde Semerkant, Şam, Suriye, Trablus, Filistin, Tiberya ve Endülüs’te Valansiya civarında Fativa’da da kâğıt fabrikaları yer alıyordu. Ama kâğıt endüstrisinin en fazla yayıldığı yer, Antikçağ Kütüphaneleri (Mimarileri, İç Düzenleri, Çalışma Sistemleri, Kitapların Yazımı ve Çoğaltılması’’, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, Mart-2003, s.8. 2. Eva Cancik-Kirschbaum, ‘‘Asurlular (Tarih-ToplumKültür)’’, çev. Aslı Yarbaş, İLYA Yayınları, 1. Baskı: İzmir-2004.
46
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
ham maddesi olan ketenin bulunduğu Mısır’dı. Sonuçta İslam dünyasında görülen kâğıt bolluğu, kitap fiyatlarının düşmesine imkân sağlamış ve hemen her Arap şehrinde kitap dükkânları ve pazarlarının ortaya çıkmasına imkân tanımıştır. Kitap ticareti sadece kitap satıcılarına değil, aynı zamanda kopyacıları, düzelticileri ve metin toplayıcılarını da etkileyen, kazançlı bir iş hâline gelmişti. Halkın her sınıfından insanlar kitapları seviyordu. Büyük devlet adamından kömürcüye varıncaya kadar her şahıs, kitapçının devamlı müşterisiydi. Bugünkü insanın iktisadi, sosyal ve fikri seviyesi nasıl, otomobil ve televizyonunla ölçülüyorsa, bir Arap’ın bu yönlerden seviyesi de 9. ve 13. asır arasında sahip bulunduğu kitapla ölçülüyordu. Hatta nadir ve değerli kitaplardan müteşekkil bir koleksiyona sahip bulunmayan bir kimseyi zengin saymak yakışık almazdı. Halife Harun-ür-Reşid’in vezirinin teşvikiyle Bağdat’ta kurduğu ‘‘Beyt-ül- Hikme (Hikmet Evi)’’ den sonra İslam dünyasında kütüphaneler, topraktan fışkıran mantarlar gibi birdenbire gelişir ve çoğalırlar. Bir seyyah, 891 yılında Dicle kenarındaki başşehirde yüzden fazla umumi kütüphane sayar. Irak’ın Necef gibi küçücük bir kasabası 40.000 ciltlik bir kütüphaneye sahipti. Rey şehir kütüphanesinin mevcudunu tespit etmek için on büyük kataloğa ihtiyaç duyuluyordu. Kahire’deki Halife El-Aziz’in ‘Fatimi Kütüphanesi’nde 1.600.000 cilt kitap yer alıyordu[3]. Sabur ibn Ardasir tarafından 996 senesine Bağdat’ta kurulan, mermer ve kireç taşından yapılmış bir binada, ağırlıklı olarak din kitapları olsa da, filoloji, tıp, felsefe, astronomi, jeoloji vb. alanlardan oluşan 10.400 cilt yer alıyordu. Emevilerin başkenti Cordoba, Müslüman fetihleriyle, Avrupa’nın en kültürlü ve Konstantinapol’den sonra kıtanın ikinci büyük şehri olmuştu. Burada kitap pazarı ve Endülüs’teki 70 kütüphane, İslam dünyasından gelen bilginlerin yanında, Hristiyan Avrupa ülkelerinden de gezginlerin ziyaret ettiği yerlerdi. Krallık Kütüphanesi, büyük ölçüde Halife II. Hâkim döneminde (961-976) genişleme imkânı bulmuş ve maaşlı yaklaşık 5 yüz çalışanıyla 400.000
cildi kendi bünyesinde barındırıyordu. Bunların yalnızca listelenebilmesi için 44 büyük kitap ve kütüphanenin yeni bir mekâna taşınabilmesi için de 6 ay gerekiyordu. Ancak 1031’de İspanya’da Emevi Hanedanı son bulduğunda ve Halifelik küçük krallıklar arasında paylaştırıldığında Saray Kütüphanesi de dağılmıştı. Kraliçe Isabella da, 1499 yılında Granada’daki Plaza de Bibarrambla’da 80.000 kitabın yakılmasına neden olmuştu. Bu yakımda ancak 2 binden az kitap kurtulmuş ve Escorial Sarayı’na konulmuştu. İslam dünyasındaki bu kitap/kütüphane yakım ve yıkım faaliyetleri, Haçlıların 12. yüzyılda Suriye ve Filistin’e yaptıkları saldırılarda da görüldü. Hristiyanların kitap yakma faaliyetlerinin yanında Müslümanların mezhep farklılıklarından dolayı kendi aralarında ortaya çıkardıkları çatışmalarda da örnekleri görüldü. Nitekim Mutezililer ve İsmaiililerin kurmuş oldukları kütüphaneler 12. yüzyıldan sonra Sünnilerin egemenliğine girmesiyle saldırıların hedefi olmuştu. Bunlara bir de 13. yüzyılda Moğolların, 1258’de Bağdat’ı işgal ettiklerinde, bir hafta içerisinde bu şehirdeki 36 halk kütüphanesini yerle bir edilmiş, resimli el yazmalar ve kaligrafinin mükemmel örnekleri yakacak olarak yakılmış, süslemeli deri ciltler de Moğol istilacılarının ayaklarına ayakkabı olarak kullanılmıştı. Ancak ilginç bir durum ise, Moğol Hakanı Hülagü’nün, Azerbaycan’daki Urumiye Gölü yakınlarındaki Maraga’da inşa ettirdiği gözlemevinin yanında kurduğu kütüphanede, Suriye, Mezopotamya ve İran fetihlerinde elde edilen 400,00 bin ciltlik bir koleksiyonun yer almasıydı. Bu kitap tahribatları, İslam dünyasının gelişimi üzerinde günümüze kadar gelen derin tahribatlara yol açtı[4]. Sonuç olarak şunu ifade etmek gerekir ki, şehir-kitap-kütüphane kavramları kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı olarak birbirleriyle bağlantılı olan kavramlardır. Şehirlerin kurulması, kültürün daha da kalıcı olmasına imkân sağlamıştır. Şüphesiz bu kalıcılığın en önemli unsurlarından biri de kitaplar, yani kütüphaneler olmuştur. Burada değinilmeyen Osmanlı döneminde yabancılara satılan kitapların hikâyesi de bir başka yazıda anlatılabilir. ■
3. Dr. Sigrid Hunke, ‘‘Kitaplara Karşı Büyük Alaka’’,
4. Fred Lerner, ‘‘Yazının İcadından Bilgisayar Çağına
Aktaran: Dursun Gürlek, ‘‘Çınaraltı Kitap Sohbetleri’’, Timaş Yayınları, 8. Baskı: İstanbul, Haziran-2013, s.237-244.
Kütüphanelerin Hikâyesi’’, çev. Dilek Çenkciler, Bileşim Yayınları, İstanbul, Ekim-2007, s.95-114.
47
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Şehirde tükenen kelimeler TANER TATAR
Ş
ehir kaç tepe? Yedi, üç, bir, her biri bedesten. Kapıda karşılayan doymak bilmez bezirgân. Pazarda satılan ise bizatihi insan… Çeşitli renklerle donanmış tenlerdir sergilenen. Nesneler tükendi, ürünler kalmadı; şimdi raflarda ümitler, tezgâhta hayaller, kasada sevgiler, bezirgânın dilinde kelimeler!
Öbür dünyaya ilişkin ebedilik hissiyatı da yok olunca ya da en azından azalınca bütün bağlardan kopuk “şimdi”nin dışında her şey anlamsızlaşıyor. “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” sözünde ifadesini bulan, ayrılığın tahammül mülkünü yıkıcı etkisi, ölümden kaçan insanın sanal âlemde ayrılığı tercih etmesiyle tersine dönüyor.
Yusuf ’u kaybettim Kenan ilinde Yusuf bulunur, Kenan bulunmaz Bu aklı fikr ile Leyla bulunmaz Bu ne yaredir ki çare bulunmaz Aşkın pazarında canlar satılır Satarım canımı alan bulunmaz Yunus öldü deyu sela verirler Ölen beden imiş, âşıklar ölmez Her şeyi tüketen insan, ömrünü bitiriyor, ömre bedel kelimeleri de tüketiyor. Hüsnü tabirler, artık küskün tabirler. Geçicilik, hayatın tamamına sirayet etmekte, her şey kullanılıp atılan bir nesne hâline dönüşmekte. Kullanılıp atılan ürünler, madde ile insan arasındaki duy48
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Şimdi radyodan bir ses geliyor kulağıma “at gitsin at gitsin, eskimişse at gitsin”. Bu atılan kim diye merak ediyorum ve anlıyorum ki atılan güya sevilen, âşık olunan kişi. Yine anlıyorum ki, esasında atılan kişi değil, bizatihi sevginin kendisi. gu dolu bağı koparıp insanı da maddeler dünyasında soğuk bir demir hâline getiriyor: Kullan-at pet şişeyi yaptı, Şişede karalar köpürtülerek aklandı, Hayatın tadı diye, baloncuklar yutturuldu, Çağ onu yuttu, hayattan hatıra kalmaz. Kınalı eller yoğurdu, Ocakta yanan ateş pişirdi, Yâr için açılan goncalar, Yârdan evvel onun dudaklarıyla buluştu. Lâkin kırıldı testi, Döküldü ab-ı hayat, Çatlayan toprakta kökler salmaz. İnsan, gönlü gibi suları da kirletti, Dargın ırmaklar dara çekildi, Kırıldı çağlayan yataklar, Denizi seraba çevirdi. Suyun olmadığı yerde testinin manası kalmaz. “Susuzam bir kez bu sahrâda menüm’çün ara su” sesi, Su bulunsa şimdi, Gönül suya kansa bil ki, Kendisi gibi topraktan olma testi, Fuzuli olmaz. Kültürün her sahasına yönelik olarak ortaya çıkan tüketicilik, kendisini sanatta da göstermektedir. Sanat hemen her dalı ile tüketime dayalı olarak ortaya çıkmaktadır. Ruhun gıdası olarak tarif edilen müzik, tüketicilikten payını almakta, yeni çıkan şarkılar, henüz bebeklik aşamasında iken öldürülmektedir. Bazıları doğuştan özürlü bulunan parçalar ise, özrü ile parlamakta, para kazandırmakta ama yok olmaktan kurtulamamaktadır. Geleneğin gücü ve birikimi ile oluşmuş
olan parçalar ise yıllara değil yüzyıllara damgasını vurmaktadır. Nitekim Karacaoğlan’ın zülfü perişanı, hâlâ melul melul kalmaktadır. Bunu dinleyenler ise asırlardır onu, kerem edip hatırından çıkarmamışlardır. Tüketime yönelik olarak bir şeyler yapma çabasında, aranan ya da oluşturulmaya çalışılan bir pazar söz konusudur. Bu pazarda yer kapma yarışı oldukça şiddetli cereyan ettiğinden, yer sahipleri kısa sürelerde mevkilerini başkalarına terk etmek mecburiyetinde kalmaktadırlar. Dolayısıyla hızlı bir dönüşüm gözlenir. Bu dönüşüme katılan her yeni, bir diğerinin yok olmasına sebep olur. Ya da bizatihi onu yok ederek koltuğuna oturur. Dolayısıyla, bu süreçte yapıcılıktan ziyade gözlenen yıkıcılıktır. Tüketime yönelik çabada pazar bulma kadar önemli olan husus “pazarlama”dır. Pazarlama faaliyeti de büyük bir nispette geçicilik içerisindedir. Yine çoğunlukla göz boyama ve kısa dönemde geçici dahi olsa vurgun yapma gayesi taşınmaktadır. Akabinde ise kovulmaya ramak kala, pürtelaş bir kaçış vardır. Ölümü müteakip cesedin solgun yüzü yeniden boyanacak, ölüm kokusunu giderici kokular sürülecek ve canlıların canını alacaktır. Eskiden beri dünya “üç günlük” ise de bu insanın sonu değildi. İnsan sonu gelmeyecek dördüncü güne hazırlık yapıyordu. Öbür dünyaya ilişkin ebedilik hissiyatı da yok olunca ya da en azından azalınca bütün bağlardan kopuk “şimdi”nin dışında her şey anlamsızlaşıyor. “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” sözünde ifadesini bulan, ayrılığın tahammül mülkünü yıkıcı etkisi, ölümden kaçan insanın sanal âlemde ayrılığı tercih etmesiyle tersine dönüyor. “Her bir dertten ala yaman ayrılığı”, “benzetmek azdır ölüme” ve “ayrılık ateşten bir ok”tur. Lakin birlikteliğin olmadığı yerde ayrılık da olmuyor. Selvi boylu yar-
49
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Âşık, kalpten seslenir sevgiliye; kalpteki ayrılık ateşi, kelimelerden müteşekkil nadide zarflarla ulaşır sevgiliye. En güzel kelimeler, en güzel için seçilir, en güzel sıralama ile sunulur, sevilen; sevgilidir. Onun olmadığı ülke sürgünler mekânıdır; dan ayrılan âşığın gönlü gamla, yasla dolarken, unutkanlıkla hayat sürenler için bir anlam ifade etmiyor: Ne üzülür ne sıkılır Sadece birazcık düşünür Hemen yeni bir âşık bulunur Yerin çok çabuk doldurulur Sevgilimi koluma takarım Bebekte üç beş tur atarım Olmadı bi(r) de sinema yaparım Gördüğün gibi çok unutkanım
Sagınma ki oldur menem men Bir cân ile zindedür iki ten … Mende olan âşikâr sensen Men hod yohem ol ki var sensen Dâim sana mendedür tecelli Men gayrden olmuşum teselli Ger men men isem nesen sen ey yâr V’er sen sen isen neyem men-i zâr.
Kalıcılığı dolayısıyla, içerisinde hatıraların gizli olduğu eşyalar kalıcılığını yitirdiğinden beri insan, hatırasını kaybediyor. Gelinliğin kiraya düşmesi, o mutlu günün tekrar yaşanmasını ortadan kaldırıyor. Büyük annelerimiz, hâlâ çeyiz sandıklarından çıkardıkları gelinlikle, o mutlu günü hüzünlü ya da buruk bir gülümseme ile anarken, yeni nesil bu duygudan mahrum kalmakta. Bir zamanlar oyalı mendillerin oynamış olduğu rol, kullanılıp atılan kâğıt mendiller dolayısıyla bugün sahipsiz kalmış. Madde bir zamanlar insanı maziye bağlarken, şimdi esiri hâline getirdiği insanın elini kolunu bağlıyor. Önceleri madde insanı takip ederken, şimdi insan maddeyi takip eder hâle gelmiş, sürükleniyor. Aşk, ten kafesinde seyirlik nesneye dönüşüyor. Bir yanda bedende aşkı yok edenler, öte yanda aşkta yok olanlar, hayâ perdesini yırtmadan, Fuzuli misali sırları inletenler: Ol zahm eseri görindi mende Biz bir ruhuz iki bedende Bizde ikilik nişanı yohdur Her bir tenin özge cânı yohdur
Davetin ancak birbirinden ayrı olanlar için mümkün, sevenlerin ise zaten bir olduğu anlayışıyla, kendisini yârinde yok edenlere karşı; daveti, ruha değil bedene yaparken, onuru yatakta ateşe verenler, çılgınca feryat ederler: Bak yüreğime bak Ateşimi gör, içimi hisset Hadi hazırım yeter ki Onursuz olmasın aşk Gel sokağıma gel Penceremi aç yatağıma gel Hadi hazırım yeter ki Onursuz olmasın aşk Her şeyin nesneleştiği ve maddi hâle geldiği bir dünyada, en derin hislerin anlatılmaz efsunu olan aşk yeniden tanımlanırken, gönülden gönle gizli olan yol, aşikâr kılınmak istenir. Artık gönül dağının yağmuru diner, ne kirpiğin oku ne sinedeki yara kalır; önemli olan dokunmak ve okşanmaktır: Aşk dokunmak ister gülüm Sevilmek, okşanmak ister Aşk sevdiğini yanında ister
50
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Kimi zaman dile gelip aşk Dudaktan kalbe akmak ister Madde âleminde yaşanan yok edicilik, manevi sahanın tamamında gözleniyor. İnsanın en kıymetli hazineleri, mirasyedi nesil tarafından pervasızca tüketilmekte, basitleştirilmekte ya da geçiciliğe mahkûm edilmektedir. Ölümüne sevdalar ve ülküler, gündelik ve bazen de anlık değişimlerin akıbetine uğramakta, kullanılıp atılan bir mendil gibi, bir kenara def edilmekte: Bu sene iyi geçmedi söylemem lazım Kader beni seçmedi ama görmemem lazım Belki birden bire yeniden başlamam gerek Eskiden taptığımı bugün taşlamam gerek Yeni bir aşk yeni bir iş Yine gülecek bir neden lazım Yeni bir haber yeni bir kader Bunlar için bana şans lazım Yeni bir duruş yeni dokunuş Tek tek keşfetmem lazım Yeni bir hayat gerisi bayat Kendime yeni bir ben lazım
rek
bir “yeni” eklenen ürünlere yöneliyor. Mümkün olsa sadece annenin margarini değil bizatihi annenin kendisi de değiştirilecek. Öyle ya siz hâlâ eski annenizi mi kucaklıyorsunuz! Ve çocukluk yıllarımda duyduğum o ses: “Eskimiş çoraplarınızı atın, Jil geliyor!”. Şimdi radyodan bir ses geliyor kulağıma “at gitsin at gitsin, eskimişse at gitsin”. Bu atılan kim diye merak ediyorum ve anlıyorum ki atılan güya sevilen, âşık olunan kişi. Yine anlıyorum ki, esasında atılan kişi değil, bizatihi sevginin kendisi. Sevgi âdeta eskicinin seyyar arabasına düşüyor. Yakında dışarıdan şöyle bir ses gelirse hayret etmemek gerekir: “Sevgiler alırım, sevgiler satarım, hayda eskici geldi, eskiciii!”. Önemli olan ne derdiyle yaşamak ne de ona derman aramaktır. “Lokman Hekim gelse yaram azdırır.” diyen sanatçı ona yabancıdır. Zira unutmayı yol edinmiş bireyin “Nazlı yârin hayali karşımda durur.” sözüyle yüklenebileceği hiçbir anlam yoktur. Onun için önemli olan boş vermek ve unutmaktır: Her gece her gece dağıtıyorum Aşkları acıları dertleri tasaları Boş verdim önüme bakıyorum Çıkarıp üzerimdeki sıkıntıları Bir bir kirliye atıyorum.
Günler güzel geçmedi unutmam lazım Asıp yüzümü kalmışım azcık kırıtmam lazım Hep içime atmışım anlatmam gerek Hepsini bir kazana atıp toptan kaynatmam ge-
Dostluk kavramı içerisinde baki olmayı barındırırken, yenilik peşinde koşan insan, eskinin her şeyinden sıkıldığı için dostluğu da eskimişliğe mahkûm ederek yeni arkadaşlıklar arama sevdasıyla büyük bir güvensizlik ortamında, anlık ilişkiler kuruyor. Küçük meselelerde, kullanıp atmaya alıştığı bütün diğer şeyler gibi, arkadaşını da atabiliyor. Zamanın icaplarına uyayım endişesiyle asırlık çınarları devirmekten bir lahza çekinmeyip yerine iklimi belli olmayan körpecik fidanlar dikiyor, lakin onun da gelişip serpilmesine sabredemeden kökünden söküp atıyor. Reklamlarda ifadesini bulan şekliyle hâlâ annesinin margarinini kullanmaktan utanıyor, her seferinde -aslında çok eski bir kelime olmasına rağmen- başına yeni
Özel bir ifadeyle: şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin bozuk paraların insanı, sivilcelerin. Bir de dedemin anlattığı hikâye geliyor aklıma ve derin bir ah çekiyorum. Yoksa güle âşık olan bülbülün figanı da mı eskidi? Artık güle nağme dizecek bülbüller de mi kalmayacak? İşte gül aşkının kanlı hikâyesi: Hocası talebesinden bir sarı gül ister. Talebe gül bahçesine gider, lakin bakar ki hiç sarı gül yok. Güllerin hepsi beyaz. Oracığa oturup, kara kara ne yapacağını düşünürken, bir bülbül gelir ve derdini sorar. Derdi dinleyen bülbül, çocuğa arkasını dönmesini söyler. “Ben susunca gülünü al git.” der ve ötmeye başlar. Bir müddet sonra bülbül susar. Çocuk döner bakar ki gül sararmıştır. Gülü alır götürür hocasına. Hocası memnun olur, lakin bir de pembe gül ister. Talebesi yine bahçeye gider, yine bülbül gelir ve
51
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
derdi dinleyen bülbül, yine arkanı dön der. Uzun uzun öter. Ak gül pembeleşir, talebe pembe gülü alır, hocasına götürür. Hocası, “Pembe gülü getiren kırmızıyı da getirir.” der. Çocuk yine bahçeye gider, bülbüle derdini söyler. Bülbül derin bir ah çeker. Çocuk yine arkasını döner. Bülbül öyle bir figana başlar ki, çocuğun gözleri yaşa boğulur. Bülbülün feryadı bitmez de bitmez. En nihayet ses kesilir. Çocuk döner, bakar ki gül kan gibidir. Ancak bülbül yerdedir. Görür ki bülbül tırnağını bağrına takmış, bağrını yarıp güle kanını akıtmıştır. Yoksa şimdi bu gök kubbede bu sedayı aramak bir hayal midir? Ağlayan biz miyiz, yoksa bülbüller mi? Matem gözyaşları, Âkif ’in kaleminden damlar tek tek! Feryat Âkif ’in mi bizim mi?
“Oraya gitme demedim mi sana, Seni yalnız ben tanırım demedim mi? Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben’im? Bir gün kızsan bana, Alsan başını, Yüz bin yıllık yere gitsen, Dönüp kavuşacağın yer ben’im demedim mi?
“-Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin; Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin? 0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun; Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun”
“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim Af dilemeye geldim affa layık olmasam da Uzatma dünya sürgünümü benim… Sevgili En sevgili Ey sevgili”
Ötme bülbül ötme şen değil bağım. Sevgili mi, en sevgili mi? Yoksa zaten sevgili en sevgili mi? Dile düşen sevgili, dildedir; göze düşen, gözde; gönle düşen, gönülde. Dile düşen dilden düşer: sözdedir; göze düşen gözden düşer: gözdedir; gönle düşen, gönül tahtının sahibidir, gönüldedir. Gönlü o yapar, gönül ondan gelir, gönül onun ateşi ve ışığıdır. Beşerî güzelliklerin abideleri elbette dile düşer, uslanmaz deli gönlün hakikati aramasının çığlığı olur, dinmek bilmez feryadı olur, ta ki gönül “ol”sun. “Ol” emrine mazhar olan gönül hakikatin dilsiz, hâl lisanıdır. Lisan-ı hâlden anlayanlar hemhâl olanlardır. Sevgiliyi diline dolayan onun hamalı, sevgilisini gönlüne saran onun hemhâli; hamallar sevgilinin mahkûmu, hemhâller ise yegâne sevgilinin meftunu.
Âşık, kalpten seslenir sevgiliye; kalpteki ayrılık ateşi, kelimelerden müteşekkil nadide zarflarla ulaşır sevgiliye. En güzel kelimeler, en güzel için seçilir, en güzel sıralama ile sunulur, sevilen; sevgilidir. Onun olmadığı ülke sürgünler mekânıdır; sürgünden kurtuluş için Sezai Karakoç’un kelimeleri sevgilinin ayaklarına kapanır:
Neredesin ey güzel, Güzele benzeyen değil, Kendisi güzel. O güzele, Âşık Sefil Selimî için bütün gidişler güzel: “Yâr senin yoluna mayın dizseler, Üstüne, aşkımla basar gelirim. Parçalayıp yüzüm yüzüm yüzseler, Derimi duvara asar gelirim.” Ey şehri bedestene çevirip, beden pullayan bezirgânbaşı,
Ol emrinin muhatabı Mevlana, bir meftun; nasihati, hemhâller için:
52
Her dem yeniden doğarız Bizden kim usanası Gülü gül ile tartıp, Gülümse ey medeniyet. Bülbülüm allar seni.■
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
ŞAİRİN/ ŞİİRİN GAYRİRESMİ TARİHİ Şiirin müritlerine (hepimize)…
Kafası karışık mitolojik tanrılar Gelip geçtiler onların da öyle bir devirdi işte. Kocaa dağlar, kan kırmızı nehirler, kapkara gök Korkudan öldük gittik… Sonra yazı çıkageldi: Unutmak sarhoşluğunu vaat ederken ne alımlıydı. Rasyonalizmin beşiğini tıngır mıngır sallarken bile Asmadı ya suratını mihnetimiz ondan. Herkes payına düşeni aldı: Kralsa kral, savaşsa savaş, kuraklıksa kuraklık Tarihin çuvalında hepsi Yüreğinin aklından zoru olanlarınsa Belledikleri harfler bir iç kanama artık: Şiir. Yankısız bir soruya evirilen şiir Şairini dürter, parmağının ucuyla “Sevgili sen nesin allaasen?” “Dünya çalışırken ne tüketir, insan mı?” “Şair kendine inanır mı?” diye Sorar. Sorar.
SEVAL KOÇOĞLU
53
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Felsefe ile bakmak LEVENT BAYRAKTAR*
F
elsefe özel bir insan başarısı ve etkinliğidir. Temelde felsefe de diğer bilgi dalları ve türleri gibi bir bilgi türü ve bir etkinliktir. Bu bakımdan felsefe de tıpkı bilim ve sanat gibi insanı varlıkla karşılaştırır ve onu tanımayı sağlar. Burada felsefi bakışı bilimden ayıran husus; felsefe etkinliğinde nesnel ve olgularla denetlenebilir bir bilginin olmayışıdır. Felsefe ile bakmak sadece felsefenin konusuna yönelişi esnasında, olan ve olması gereken bir şey değildir. Felsefe ile bakmak veya felsefi bakış, bir mesleğe veya branşa ait olarak mutlaka kazandırılması gereken bir bakıştır. Neden? Niçin? Nasıl? Bu soruların sorulması gerekmektedir. Felsefe ile bakmak her toplum kesimine ama özellikle de eğitimcilere ve siyasetçilere lazım olan bir bakıştır. Çünkü bu mesleklerin malzemesi insandır. Eğitim işi, doğrudan, insanın insana yönelimi, onu değiştirmesi, geliştirmesi ve
Siyasete felsefe ile bakıldığında bütün kurumlarımıza çekidüzen vermek ve olan durumla olması gereken durumu kıyaslamak mecburiyeti doğacaktır. Olması gerekenler çoğunlukla mevcut durumlar ile örtüşmeyecek ve hatta yer yer olan ile olması gereken arasında bir çelişki tespit edilecektir.
*Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Felsefe Bölümü.
54
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
dönüştürmesi hadisesidir. Hatta eğitim, iyi bir rehberlik süreci eşliğinde, kişinin kendi potansiyellerini fark etmesi, açığa çıkarması ve ürüne dönüştürmesi süreci olarak da tanımlanabilir. Burada felsefi bakıştan beklenen, insanlardaki farklı kabiliyet ve becerilerin fark edilmesi ve doğru yöne yönlendirilmeleriyle kendilerini gerçekleştirmelerinin sağlanmasıdır. Eğitim gibi siyaset de doğrudan doğruya etkisi hissedilen diğer bir kurumdur. Siyaset, doğru veya yanlış karar ve uygulamalarıyla bir toplumun veya bütün bir milletin mukadderatı üzerinde olumlu ya da olumsuz etkileri olan temel bir kurum durumundadır. Siyasette felsefi bakışın hakim kılınmasının bütün toplumsal katmanlara ve kurumlara etkisi kaçınılmazdır. Burada felsefi bakışın kazandıracağı birçok olumlu yön bulunmaktadır. Bu bağlamda, ilkin, milli varlığın, maddi ve manevi kaynakların bir envanterinin çıkarılması ve tarih içerisinde millet olarak nereden gelip nereye gidildiğinin ve kim olduğumuzun bilincinde olunması gerekmektedir. Biz kimiz sorusuna cevap verildikten sonra ister fert olarak ister toplum olarak, öyleyse şimdi neyi gerçekleştirmeliyiz sorusunu sorabiliriz. Siyasete felsefe ile bakıldığında bütün kurumlarımıza çekidüzen vermek ve olan durumla olması gereken durumu kıyaslamak mecburiyeti doğacaktır. Olması gerekenler çoğunlukla mevcut durumlar ile örtüşmeyecek ve hatta yer yer olan ile olması gereken arasında bir çelişki tespit edilecektir. Bundan yılmamak ve korkmamak gerekir. Zira bu çelişkinin farkında olmak, onu aşmak için ilk hareket noktası ve ilk itici güçtür. Böylece siyaset kurumuna felsefece bakmak; siyasetin güdümünde olan bütün kurumlara da bu pencereden bakmayı beraberinde getirecektir. Felsefe içerisine girildiğinde ve şifreleri çözülerek, dili anlaşılmaya başlandığında sihirli
bir dünya sunar. Bu dünyada kavramlar, önermeler, çıkarımlar, akıl yürütmeler ve düşünce sistemleri vardır. Felsefe ile bakmak, bu bağlamda sadece, olan ile olması gereken yani olgular ve idealler arasındaki ilişkiyi ve çelişkiyi okumayı ve bunu dönüştürmeyi öğretmez. Aynı zamanda birlikten çokluğa, çokluktan birliğe gitmeyi, birlikte çokluğu çoklukta birliği görmeyi; parçadan bütüne bütünden parçaya geçmeyi; görünüş ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi çözümlemeyi ve anlamlandırmayı da öğretmeye çalışır. Bu düşünme biçimleri ve alıştırmaları insanoğlunu pasif halden aktif hale geçirmek içindir. Çünkü felsefe bireysel olarak yürünebilecek bir yolda gerçekleşmektedir. Bu yolda bir rehber ya da yol arkadaşınız varsa, yol, daha da şendir. Bu bakımdan filozofla seyyah benzeşirler: Bir seyyahın yeni yerler keşfetmek, yeni insanlar tanımak ve yeni tecrübelere açık olmak gibi özellikleri filozof için de anlamlı ve değerlidir. Filozof Jaspers de bu durumu “felsefe yolda olmaktır” cümlesiyle ifade eder. Dolayısıyla felsefe ile bakmak, insana yolda olmaklık bilinci verir. Böylece insan hiçbir yolu ve menzili hor görmez. Çünkü her yol, bir yeri bir yere bağlamaktadır ve yolcu bu yol sayesinde bir yerden gelip bir yere varmaktadır. Bu bilinç içerisinde felsefe, insanı yürüdüğü, kat ettiği yolla birlikte ele alır, tanımak ister. İnsan ölümlü bir hayata doğmuştur. Önünde alternatif pek çok yollar bulunmaktadır. Bu sınırlı insan ömrü içerisinde bütün yolları yürümek ve seyahat etmek imkânı bulunmadığının bilinci içerisinde, hiç vakit kaybetmeden insanoğlunun kendi yolunu bulmak ve bir an evvel yola koyulmak gibi bir mecburiyeti bulunmaktadır. Felsefe ile bakmak, bu yolu bulmakta bir nebze olsun önümüzü aydınlatabilirse maksat hâsıl olmuş demektir. ■
55
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Şehir, medeniyet ve kitap D. MEHMET DOĞAN
Ş
ehirden konuşmak, bir anlamda tarihten konuşmaktır. İki kelime eş anlamlı gibidir âdeta. Tarihten konuşan şehirden konuşmak zorundadır. Şehirden söz eden de tarihten bahsetmeye mecburdur. Bu içiçelik burada kalmaz. Şehirden konuşan medeniyetten konuşur, kültürden konuşur. İnsandan konuşur, dünyadan konuşuyor, kâinattan konuşur. Bütün insanlık maceramızı bu tılsımlı kelime ile ifade edebiliriz. İnsanoğlu şehirler kurdu ve dünyayı böylece şekillendirdi… Şehir insan olarak varlığımızın, dünyada var oluşumuzun remzi, sembolü. “Şehir”le “medeniyet” kelimesi arasında bir yakınlık, bir müşabehet, bir içiçelik var. Farsça şehir yerine Arapça medineyi koyarsak bu yakınlık için şahit, delil, ispat aramaya gerek kalmaz. Medeniyet “medine”de yani şehirde teşekkül eder. Kent ne “şehir”in yerini tutar, ne “medine”nin. Sanıldığı gibi Türkçe de değildir. Sogdcadır; farsça üzerinden dilimize geçmiştir. Üstelik Azeri lehçesinde hâlâ “köy” karşılığı olarak kullanılır. Medeniyetler şehirlerde teşekkül etti. Medeniyetler şehirlerle anıldı. Tarih boyunca medeniyet merkezi olan şehirlerden her birinin adı anıldığında, tarihin, insanlık maceramızın muhtelif safhaları hatırlanmış olur. Bağdat, Şam, Kudüs… Atina, Roma, Kartaca…
Kütüphanemi yeniden tanzim ederken, uzun süredir kitap yığınları altında kalmış 6 ciltlik bir ansiklopedi ile karşılaşmıştım. “Türkiye Ansiklopedisi’nin ilk ciltleri 1956 yılında yayımlanmıştı. İçindeki bilgiler ise en fazla 1955 yılına kadar geliyordu. Fotoğrafları tek parti devrinin sonu ile Demokrat Parti iktidarının ilk dönemine aitti. 56
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Her bir kelime, her bir isim tarihin derinliklerinden bugüne nice remizler taşır. Nice efsaneler, nice hakikatler anlatır. Her medeniyet merkezi şehir, geçmişten geleceğe akan bir nehirdir, yani değişen sürekliliktir. Bu akış dünya var oldukça hiç bir şeyin durağan olamayacağını anlatır. İnsanoğlu bu akış içinde olup biteni anlamağa ve bu dünyada varoluşunu anlamlandırmağa çalışır. Bunun için onun en esaslı yardımcısı kitaplardır. Kütüphanemi yeniden tanzim ederken, uzun süredir kitap yığınları altında kalmış 6 ciltlik bir ansiklopedi ile karşılaşmıştım. “Türkiye Ansiklopedisi’nin ilk ciltleri 1956 yılında yayımlanmıştı. İçindeki bilgiler ise en fazla 1955 yılına kadar geliyordu. Fotoğrafları tek parti devrinin sonu ile Demokrat Parti iktidarının ilk dönemine aitti. Şehirlerimizin altmış yıl öncesine bakmak doğrusu hiç de iç açıcı değil! Bizler ilk mektep kitaplarında Cumhuriyet’in tek parti döneminin eşi menendi bulunmaz imar hamleleri ile anıldığını biliriz. Bu kitaplar, çok partili demokrasi döneminde okumaya başladığımız halde, hâlâ tek parti mantığı ile yazılıyorlardı. Bu mantık biraz keskinleştirilerek şöyle ifade edilebilir: Tek parti yönetimi Türkiye’yi yoktan var etmiştir! Dikkate değer ne varsa onundur! Durum şu anda çocuklarımıza okutulan kitaplar da pek farklı değil aslında. Bizim mektep kitaplarımızda yer alan bilgiler resimlerle de desteklenmişti. Cumhuriyet idaresi memlekete neler yapmamıştı ki! Buğday siloları, okul binaları, köprüler, yollar ve Çubuk barajı... Evet, Ankara’ya içme suyu sağlamak üzere yapılmış olan “Çubuk Barajı”nın o kitaplarda mutena bir yeri vardı! Kitaplarımızda resimleri bulunan ve övünülen silolardan daha büyüklerinin şimdilerde ve gerektiğinde küçük kasabalarda bile kolaylıkla yapılıverdiğini, okul binası yapımının artık övünülemeyecek nispette olağanlaştığını, o zamanın köprü ve yollarının şimdilerde şehirler arasından köyler arasına kaydığını ve resimlerinin hiçbir kitapta yer almasının düşünülmediğini, Çubuk barajından daha kapasiteli göletlerin (120.000 M3 hacme sahip) köy işleri teşkilatı tarafından bir çok yere kolaylıkla yapılıverdiğini bu kitaplar asla yazmayacaklardı. Yarım asırlık ansiklopedide şehir yazıları farklı kâğıtlara basılmış bir kısmı renkli fotoğraflarla
desteklenmişti. Bu resimler 1910'ların resimleri ile kıyaslandığında, şehirlerin fiziki çehrelerinin geçen zaman içinde ciddi bir değişikliğe uğramadığı görülüyordu. Elbette yüzlerce yıl içinde oluşmuş şehir çehreleri kolay kolay değişmez. Fakat çağdaşlık-modernlik-ilerleme vurgusu çok aşırı yapılan Türkiye'nin 1950'ye devreden çehresi ve yaşama şartları konusunda aynı şeyleri söylemek mümkün değildi. Bırakın köyleri, kasabaları, anlı şanlı vilayet merkezlerinin çoğunda elektrik sadece geceleri vardı. İçme suyu alt yapısı ciddi bir gelişme kaydetmemişti. Kanalizasyon vs. de aynı durumdaydı. Nüfusu yüz binin üzerinde olan (beşinci büyük şehir) Bursa şehir merkezindeki asfalt yol miktarı bugün küçük kasabalarındakinden çok daha azdır. Son elli yıl içinde nüfusu yerinde sayan şehir yok. Bir kısmı çok büyümüş, bir kısmı ise az. Mesela Bursa, iki milyonu geçmiş. Çankırı ise elli binlerde... Türkiye şehirlerinin gerçek değişim hamlelerinin en erken 1950’lerde başladığını, 1960’larda ivme kazandığını, 80 sonrasında ve bilhassa 1990'dan sonra önceki yapılanların katlandığını söyleyebiliriz. 1950'ye devreden şehirlerde tek parti yönetiminin yaptıklarını bir kaç cümle ile özetlemek istiyoruz: Tek parti yönetimi şehirlere mutlaka heykel yapmıştır. Halkevi yapmış veya başka bir binayı “halkevi”ne çevirmiştir. Bunların dışında yapılan şeyler şehirlere göre farklılık gösterir. Fakat bu yapım faaliyetleri şehirlerin çehresini görünür şekilde değiştirmemiştir. Aksine bazı yıkım faaliyetleri ile şehir çehreleri değiştirilmiştir. Yıkılanlar genellikle eski vakıf yapılarıdır. Önemli bir kısmı medrese ve camilerdir. Kayseri gibi, Mimar Sinan yapısı hamamların yıkıldığı şehirler de olmuştur. Yıkım kararlarını ise ne yazık ki, o şehirlerin aynı zamanda belediye başkanı konumunda olan valiler vermiştir! Bir seyahat dolayısıyla Erzurum valisini ziyaretimiz sırasında Vali Bey, değil Erzurum’un, Türkiye’nin ve hatta dünyanın sayılı mimarî eserlerinden Çifte Minareli Medrese’nin 1930’larda Şehir Meclisi tarafından, çökme tehlikesi olduğu gerekçesiyle, yıkılmasının kararlaştırıldığı bilgisini verdi. Neyse ki bu tarihe geçecek faciadan dönülmüş! 2011’de Erzurum’da yapılacak üniversiteler arası kış oyunları için sembol aranırken, ilk akla gelen onun silueti olmuş!■
57
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Fethedilmeyen İstanbul: Pera BEYHAN KANTER
B
eyoğlu, kozmopolit yapısı, insan kadrosu ve mekânsal özellikleriyle Osmanlı’dan beri Avrupai yaşam şekillerinin benimsediği modern bir semt olma özelliği gösterir. Bu yönüyle hem şiirlerde hem de diğer edebi türlerde, mekânsal ayrışmanın ve modern yaşam görüntülerinin merkezi olarak yer edinir. Zira geleneksel yapının ötelendiği bir “referans mekânı” olarak Pera, aynı zamanda Tanzimat’ın da modern belleğidir. İlhan Berk’in “fethedilmeyen İstanbul” şeklinde tanımladığı Pera’nın/Beyoğlu’nun kozmopolit yapısı, Pera’ya yüklenen anlamları ve buraya ilişkin algıları da farklılaştırır. İlhan Berk, Pera kitabında ‘gezgin şair’ kimliğiyle Pera’nın geçmişini ve kendi deneyimlediği zamanını, mekân-insan ilişkisi çerçevesinde ele alır. Tarık Özcan’a göre, İlhan Berk Pera’da İstanbul’un ve insanlarının mitolojisini kurmak ister. (Özcan 2009:135). Ahmet Oktay da Berk’in Pera’yı tarihsel değil mitik açıdan kavradığını ve anlattığını vurgulamaktadır. (Oktay 2002:213). İlhan Berk’in Pera’ya ilişkin bu tavrı, özellikle sokaklara ve insanlara ilişkin metaforik betimlemelerinde açıkça görülmektedir. İlhan Berk, Pera kitabında topografyasını çıkardığı Pera’yı hem fizyonomisi, hem kültürel kimliği hem de sosyal dokusuyla anlatırken geçmişi kendi yaşadığı an’la buluşturur. Berk’in Pera’yı anlatırken kendi zamanıyla geçmişi buluşturması da mekânlara yüklediği çoğul anlamlar ve “zamansal sürekliliği” deşifre etmesi sayesinde açığa çıkar. Pera’nın kültürel belleğini buraya iz bırakan/değen paşalar, büyük elçiler, şairler, ressamlar, sıradan küçük insanlar, esnaflar ve azınlıklar aracılığıyla deşifre eden İlhan Berk, ruh evrenine sirayet eden Pera’yı
fragmanlar halinde görüntülediği gibi özellikle Levantenlerin konumlandıkları bu semti Tanzimat’ın ve Cumhuriyet’in birincil tanıklarından birisi olarak resmeder. Pera’yı bütün sokakları, bu sokaklarda yaşayan sıradan insanları ve mekânlara ilişkin yaşam pratikleri ile adeta görselliğiyle ön plana çıkan bir belgesel niteliğinde kitabına taşır. Bununla birlikte Pera, sadece gözlemlenen sıradan bir mekân olmaktan çıkarılıp “varsıl ve yoksul” sokaklarıyla, tarih yükü ve şimdiki zamanının modern görüntüleriyle ruhsal özellikleri de bünyesinde barındıran “fetiş bir mekân”a dönüştürülür. Bu bağlamda “Pera günün birinde yıkılırsa benim kitabıma göre yeniden kurulabilsin” (Berk 2005:116) diyen İlhan Berk, metaforik anlamlar yüklediği Pera’yı geniş bir zaman dilimindeki görüntüleriyle en ince ayrıntılarına kadar kitabında adeta resmeder. Zira “Pera’nın farklı kültürel yapıları barındıran sosyolojik potansiyeli, kenarda/azınlıkta kalanlar, yoksullar, ezilenler, yersiz yurtsuzlar ve tüketim kültürünü benimseyenler, İlhan Berk’in Pera kitabında bütün teferruatıyla yansıtılmaktadır” (Kanter 2013:103). Bununla birlikte Pera kitabında iş ilanlarından tabelalara, duvar yazılarından, gazete kupürlerinden otellerin mönü listelerine kadar pek çok ayrıntı yer alır. Pera kitabına/yolculuğuna bir taşbaskısının uyandırdığı izlenimleri deşifre ederek başlayan Berk, “alt alta üst üste çizgiler, oyuklar, çıkmalar, taşmalar” (Pera s.9) arasından Pera’nın topografyasını çıkarır, geometrinin/çizgilerin dilini çözmeye uğraşır ve metaforik anlamlar yüklediği mekânların şifrelerini çözerek yolunu bulmaya çalışır. Bu yolculukta, “son yüzyılın kalıntıları olan
58
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
kent nesneleri de, unutulmuş geçmişe uzanmak için hiyeroglif ipuçları” (Morss 2010:57) sunarlar. Pera’nın “başına buyruk bütün küçük arka sokakları” sosyal dokularıyla birlikte görüntülenirken bir girdaba dönüşen sokakların yazgıları da insanların sokaklarla kurdukları aidiyet çerçevesinde betimlenir. Bir harita-resmin şifresini kitabının merkezine alan İlhan Berk, konakları, otelleri, kahveleri, meyhaneleri, pasajları da sokakların ruhunu/belleğini yansıtan ‘referans mekânlar’ olarak betimlerken bu mekânlardaki toplumsallığa ve insan manzaralarına sadece gözlemlerine yönelik vurgularla değil aynı zamanda tarihselliğe ilişkin ayrıntılar aracılığıyla da işaret eder. Nitekim Lambo’nun meyhanesini anlattığı satırlarda, buranın müdavimlerinden olan Sait Faik’i, Cahit Sıtkı’yı, Ahmet Muhip Dıranas’ı, Abidin Dino’yu, Orhan Veli’yi, Melih Cevdet’i ve Oktay Rıfat’ı hatırlatarak mekâna tarihsel bir anlam yüklerken kendi deyimiyle “mühürlenmiş zamanların” kapılarını aralar. Pera’nın fizyonomisini özellikle Taksim üzerinden deşifre eden İlhan Berk, bir atardamar, bir ileri karakol olarak nitelendirdiği Taksim’in Cumhuriyet atlaslarındaki görüntüsünü kültürel bellek ve tarihle bütünleştirirken adeta geçmişin izleri arasında düşsel bir yolculuğa çıkar, Pera’nın geçmişine ve “tarih yükü”ne dokunur. Taksim’i Cumhuriyet’le birlikte görüntüleyen Berk, Cumhuriyet büyüklerini de Taksim’le kurdukları aidiyet üzerinden hatırlatır. “Bir iffet düşkünü imparatoriçe” olarak tanımladığı Pera’nın lokantalarını da özellikle Tokatlıyan’ı Abdülhak Hamit ve Yahya Kemal’le; Park Pastanesi’ni, burada “bütün bir geçmiş zamanı yaşayan” Abdülhak Şinasi Hisar’ın deneyimledikleriyle/anılarıyla, Nisuaz’ı Çallı İbrahim, Abidin Dino, Fikret Adil’le bütünleştirir. Yahya Kemal’i “eprimiş, soluk” bir fotoğrafta gördüğü Park Otel’le aynileştiren Berk, mekânın Yahya Kemal’e ve Falih Rıfkı’ya ilişkin belleğini de böylelikle deşifre eder. Berk, sadece ünlü müşterileriyle değil aynı zamanda ruhuyla da resmetmeye çalıştığı Park Otel’in yemek listesini de fiyat listesiyle birlikte duyurarak bu oteli, bir bütün olarak kitabına aldığı gibi otel ve ev arasındaki farklılıkları da otelin sunduğu yaşam biçimleri aracılığıyla hatırlatır. Taksim’i sokaklarına sinen yaşanmışlıklarla görüntüleyen Berk, “Taksim’in yeni yetme halkını”
saydığı gibi kadim ailelerini isimleriyle birlikte sıralar. Özellikle “yedek parça cumhuriyetinin tabelalar caddesi” olarak vurguladığı Abdülhak Hamit Caddesi’nin ilk sakinlerini, “Bizans huysuzları, faytonlar, Yahudiler, Servet-i Fünun, şairler”; bugünkü sakinlerini ise trafik, tamirciler, kornalar, kamyonlar, yedek parçacılar, bay gürültü ve Cumhuriyet aracılığıyla tasnif eder. Bu tasnif, Taksim halkını bütünüyle ve mekâna iz bırakan yaşanmışlıklar aracılığıyla resmetme arzusunun bir yansımasıdır. Bu bağlamda Berk’in Taksim’e yüklediği değer, sadece fiziksel görüntüyle ilintili değildir. Taksim’in kültürel belleği, toplumsal yaşam görüntülerinden verilen örneklerle okura duyurulur. Pera sokaklarını, tabelalar, levhalar, ilanlar ve insan manzaralarıyla bütünleyen Berk, bir gözlem kulesine benzettiği Eftalikus Kahvesi’ni de tarih ve anılar merkezi olarak vurgular. Nitekim Berk’e göre, Abidin Dino, Sait Faik, Asaf Halet Çelebi buraya bunun için gelir. İlhan Berk’e göre Eftalikus Kahvesi, en çok da yalnızlığın tadını burada çıkaran Sait Faik’in yurdudur. Zira Pera’nın “tarihte, insanda eşyada bir suretini çıkarmak” (Berk 1994:125) isteyen Berk, özellikle bir devre damgasını vuran edebiyatçıları da mekânla kurdukları ilişkiler ve mekâna sinen anıları çerçevesinde hatırlatır. İlhan Berk, en ince ayrıntısına, en küçük sokağından en kenarda kalmış oteline kadar kitabına sığdırmaya çalıştığı, uzak ve yakın geçmişine odaklandığı Pera’nın sokaklarına insani vasıflar yükleyerek sokakların ruhunu sadece “geometri dili”yle değil aynı zamanda burada yaşayanların mekâna etkisi aracılığıyla da dillendirir. Nitekim şair, düşsel yolculuğunda sokakların sesini dinler, geçmişlerini çözmeye çalışır. Berk, Tarlabaşı sokaklarını da Pera’nın pek çok sokağı gibi tarihle yıkanmış olarak betimlediği gibi şifrelerini çözmeye çalıştığı sokakları kişileştirir. Sakızağacı Sokağı’nı “peçeli bir güzele” benzeten Berk, Sakızağacı Sokağı’nın insanlara kucak açtığına vurgu yapar. Pera’nın sokaklarını dinsel kodlara göre de sınıflandıran İlhan Berk, yoksul Keldanilerin sokağı olarak nitelendirdiği Sakızağacı’nı ayrıntılarıyla anlattığı Keldani ayiniyle bütünler, Süryani Kadim Meryemana Kilisesi’ni de aynı göndergeler aracılığıyla betimler. Bu betimleyiş sırasında sokakların dinlerle kurduğu aidiyet, sadece mabetler üzerinden değil aynı zamanda burada yaşayan insanların dinlerine ilişkin yaşamsal
59
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
pratikleri aracılığıyla da yansıtılır. Bununla birlikte İlhan Berk, Pera’nın ruhunu, dilini ve belleğini kitabında resmederken özellikle Bizans kokusunu, ‘Levanten ruhunu’ ve azınlıkların yaşamsal izlerini duyumsar. Nitekim özellikle kiliseleri betimleyen Berk, Hıristiyan Bizans dokusu sinen sokakları da silik birer anı şeklinde hatırlanan sakinleriyle birlikte kitabına alır. Pera’nın sokaklarını, caddelerini yaşayanlarıyla birlikte resmeden İlhan Berk, sokaklar ve insanlar arasındaki irtibatı da yaşanmışlıklar çerçevesinde dile getirirken şair refleksiyle bütünleştirdiği sinematografik üsluptan ve gözlem gücünden istifade eder. Nitekim Berk’in “büyük, küçük Ziba sokaklarından boşanan sarhoşlar, serseriler, çulsuzlar, yerdenbitmeler, çapulcular, uçkursuzlar, bücürler, şizofrenler, bobstiller, haytalar bu sokaklara uyku dirlik tanımazlar” (Pera s.50) şeklindeki betimlemesi, sokaklardaki yaşam pratiklerini ve Pera’nın insan tipolojilerini ve kültürel kodlarını kitabına alma arzusunun bir göstergesidir. Kitabında uzun uzadıya anlattığı Tarlabaşı sokaklarını bir labirente benzeten İlhan Berk’e göre, Tarlabaşı sokaklarının sakinlerinin gözüne uyku girmez. Zira Pera’yı bir kâşif edasıyla adımlayan Berk’e göre, sokaklar insanlarını, insanlar da sokaklarını düşünmeden edemez. Bu, sokak ve insan arasındaki değişmez yazgıdır. Sokaklara insani vasıflar yükleyen Berk, Tarlabaşı’ndaki “kurt, it, kopuk yatağı” olarak nitelendirdiği Kalyoncukulluğu Sokağı’nı bencillikle itham ederken Tarlabaşı’nı sadece yitilen bir yer olarak tanımlar. Pera’nın temsil ettiği hayatları, sokaklara kazandırılan kimliklerle birlikte duyuran İlhan Berk, bu sokakların öykülerini irdeler, yaşam manzaralarını görüntüler, “çizgi dışı topografyası”na odaklanır ve geçmişlerine karışır. Modern yaşamın simge mekânlarından olan pasajlar da İlhan Berk’in Pera atlasından nasiplerini alırlar. Nitekim Berk, renkleri, kokuları, sesleriyle vurguladığı pasajları da metaforik bir düzlemde betimlerken kitabının bir bölümünde “Pasajlar ya da Gizemli Dünyalar Onun Üzerinedir” başlığıyla “Levanten ruhun kapalı kutuları” (Pera s.90) olarak tanımladığı pasajların geçmiş atmosferine ve burada yaşamış olan Levantenlerin anılarına odaklanır. Özellikle Hristaki (Çiçek) Pasajı, Berk’in düş evreninde sadece fiziksel görünüşüyle değil aynı zamanda azınlık ruhuyla da betimlenir. Hristaki
Pasajı’nın belleğini ve bu pasajın geçmişte kalan sakinlerinin söylemlerini, şiirsel form içinde eriterek dile getiren Berk, adeta pasajın ve anılar belleğinde yer edinen pasaj sakinlerinin sözcülüğünü üstlenir. Bununla birlikte Berk’e göre, Levanten ruhun türlü kılıklara girip dolaştığı Aynalı Pasaj da bugünkü dünyadan kendini yalıtarak pasajların yapısına uygun olarak kapalı kutu olma özelliğini sürdürmüştür. “Bizans ruhunun son durağı olan” (Pera s.92) Krepen Pasajı’nı, “anıların dev belleği” (Pera s.93) olan Rumeli Pasajı’nı, “üç kollu üç ağızlı bir labirente” benzeyen Alyon Pasajı’nı Berk, Pera’nın ruhunu oluşturan mekânlar olarak resmeder. Bununla birlikte Berk, Hacopulo Pasajı’nın azınlıklardan oluşan sakinlerini de şiirsel bir formda kitabına alırken pasajların Levanten dünyasına odaklanır. İlhan Berk, Pera kitabında, Pera’nın fizyonomisini, sosyal dokusunu, belleğini geçmiş ve bugün arasında kurduğu bağ aracılığıyla dile getirirken mekân insan arasındaki ilişkiye de yaşanmışlıklar ve toplumun mekânın yazgısına sirayet eden etkileri bağlamında odaklanır. Pera’yı sokaklarından, insanlarına, evlerinden otellerine, kahvelerinden lokantalarına, meyhanelerinden pasajlarına, kiliselerinden havralarına kadar bütün teferruatıyla kitabına sığdıran Berk, düşsel bir yolculuğu fragmanlar halinde okura duyumsatır. Pera’nın yazgısını, buraya iz bırakanları hatırlatarak yansıtan Berk, geçmişin mekânlarını kitabı aracılığıyla adeta yeniden inşa eder ve geçmişin bugünle birlikteliğini “anılar belleği” aracılığıyla kurar. Bu inşa ediş arzusuyla geçmişe uzanma, geçmişin mekânları ve “anılar belleği” aracılığıyla kurgulanan zamansal bir birlikteliğe işaret eder.■
Kaynaklar Berk, İlhan (1990) Pera, Adam Yayınları, İstanbul Berk, İlhan (1994) İnferno, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Kanter, Beyhan (2013) Şiirsel Kimlikten Mekânsal Sınırlara İkinci Yeni Şairlerinin Mekan Algısı, Okurakademi Yayınları, İstanbul. Morss Susan Buck (2010) Görmenin Diyalektiği, (Çev. Ferit Burak Aydar) Metis Yayınları, İstanbul. Oktay, Ahmet (2002) Metropol ve İmgelem, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul. Özcan, Tarık (2009) Aykırı ve Şair İlhan Berk, Popüler Yayınları, İstanbul.
60
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Turbo Tima PERVİN (AZERBAYCAN) çev. İmdat AVŞAR
S
amir de bir araba sevdalısı... Eh, sadece Samir mi? Nerde çalışırlarsa çalışsınlar, ne iş yaparlarsa yapsınlar hiç önemli değil; nerdeyse bütün gençler, bu demir parçasına fanatizmle bağlı. Birbirine kaynakla iliştirilen bir yığın demir ve o demirler içine yerleştirilen elektronik sistemlerden ibaret olan bu metal yığınının etiketindeki sıfırları görünce insanın başı dönüyor. Buna rağmen Samir ile arkadaşlarına, bir araya geldiklerinde, arabadan başka bir mevzu konuşmadıkları için kızıyorum. Bilgisayar başında oturup ciddi ciddi ilmi araştırmalarla meşgul olduğumda, yan odadaki ateşli tartışmalar arasından sızarak, duvarları geçip kulağıma ulaşan “Opel”, “Nissan”, “dört çarpı dört”, “beygir gücü”, “silindir hacmi” ve buna benzer sözleri işitmekten, iyiden iyiye yoruluyorum… Bir gün dayanamayıp, Samir ve arkadaşlarının ateşli konuşmalarına müdahale ettim: – Bu anlamsız sohbetlerden sıkılmadınız mı? Bu araba meselesini daha ne kadar tartışacaksınız? – Ne yapalım? Araba almaya gücümüz yetmiyor, biz de arabalardan bahsediyoruz, yasak mı? – Arabanın yedek parçalarına kadar saymak yerine, araba almaya çalışmak daha iyi olmaz mı? – Eh! Senin romantizmin de bizi öldürecek! Sen bu ülkede alın teriyle helâl kazanç sağlayan ve para biriktirip de araba alan bir adam gördün mü? – Hımmm... – Ne hımmm? Elbette görmedin. Hiç kimse de görmemiştir. Ne yapalım yani, bu isteğimize kavuşmak için, biz de rüşvetçi mi olalım? Baş mı keselim? İnsanları mı aldatalım? – Tamam Samir... Yine başlama. Çalışmak istemiyorsunuz, suçu bütün ülkenin sırtına yüklüyorsunuz. En iyisi sen, bu “derin” mevzunuz hakkında bana da biraz bilgi ver... ...Samir arkadaşlarıyla birleşip araba motorlarının silindir hacminden, beygir gücünden, turbo hızlandırıcı özelliklerinden, hidrolik multi direksiyonlarından daha ne bileyim, benim kavramakta zorlandığım pek çok şeyden bahsetti ve o kadar çok konuştu ki, doğrusu bu “araba hastalığı” bana da sirayet etti. Acaba, insanlara da, bu noktainazardan yaklaşmak; yani insanları da içten yanmalı motorlar gibi hacmine, gücüne göre kategorilere ayırmak mümkün müdür, diye düşündüm. Bu sorular zihnimi meşgul etmeye başlayınca, çalıştığım kurumdaki insanları düşünmeye ve onları bu bakımdan tasnif ederek, gruplamaya başladım. Mesela, muhasebe bölümünde çalışan 61
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Ceylan... O, herhangi bir işi çok geç kavradığından, dizel motorları anımsatıyor. Kapıcı Elhan dayı da her zaman istiap haddi beş ton olan kamyon motoru gibi büyük bir gürültüyle çalışıyor. Hele Dilara? Ne kadar acele ettirirlerse ettirsinler umurunda değil, onun motoru da hatchback gibi sessiz çalışıyor. Ve nihayet O… Bizim kurumda, turbo jet sistemli yarış arabalarının motoruna sahip yegâne adam... Yeni Teymur. Onun adının Teymur olduğunu çok sonradan öğrendim. Çünkü herkes ona Tima diyordu. Bu konudaki düşüncelerimi arkadaşlarla paylaşınca, kızların biri: Bundan sonra ona “Turbo Tima” diyelim diye çok güzel bir öneride bulundu... Gerçekten de, bu lakap tam da onun boyuna biçilmiş kaftandı. Çünkü onu bir yerde, sakince dururken görmek müşkül meseleydi. Birkaç saniye önce ikinci kattaki plan ve maliye şubesinin önünde ateşli ateşli konuşan Tima’yı, iki dakika sonra yedinci kattaki istatistik şubesinde çalışan kızlarla çay içerken görenler, bu duruma hiç şaşırmıyorlardı. Yahut da büfede ucu bucağı görünmeyen kakao kuyruğunda sıra bekleyen Tima’yı, üç dakika sonra muhasebe bölümünün kaprisli hanımlarına naneli sormuk şekeri ikram ederken görmek mümkündü. Bizim kurumda çalışanlar için, Turbo Tima’nın bu hızda hareket etmesinde şaşılacak bir şey yoktu. Aksine, birisi onu sakince yerinde oturuyor görseydi, belki hastalanmış yahut motoru arıza vermiş, diye endişelenirdi. Bizim kurumun bahçesindeki bankomatın yanına konmuş olan bank ise, Turbo Tima için hem bir “durak” hem de yakıt ikmali yaptığı bir istasyondu. Her ayın on beşinde, yani çalışanların maaşlarını aldığı gün ise, onun “turbo motoru” biraz daha hızlı ve hatta rölantisi yüksek olarak çalışırdı... – Tamilla Hanım, maaşlar bankaya yatmış ha! Seriye Hala, sen yorulma, kartını ver, maaşını çekip getireyim... – Allah sana dert vermesin, ay Teymur. Ayaklarımın ağrısından inip çıkamıyorum. Bu lanet olası asansöre binince de kalbim sıkışıyor... – Ay kız, bu nedir böyle? İki yevmiyeni yazmamışlar mı? Git yevmiye defterini tutan kızın saçlarından asıl, bir bak, niye doğru yazmamış... – Doğru söylüyorsun. O benim arkamdan, çoktandır entrika çeviriyor. Allah canını almasın,
yazıktır! – Bereketli olsun, Dürdane Hanııım! Biliyoruuuum! Kulağıma çalındı, kızına çeyiz parası biriktiriyorsun... Allah mutlu, bahtiyar eylesin. – Sağ ol, oğlum. O günler gelsin, seni de evlendirelim, inşallah. Bu kadar güzel, gökçek kız var burada, birini seçip de hoş baht etmiyorsun, ben sana ne diyeyim şimdi... – Eeeehhh! Bana kim gelir... – Kızlar, öğle yemeğine gitmiyor musunuz? Vaktiniz varsa, Zernure Hanımın maaşına bir bakın. Doğru hesaplanmış mı? – Timurcuk, bu kadınların maaşındaki eksik kuruşları hesaplamaktan sen de yoruldun. Sonunda seni başmuhasip yapacaklar, belki o zaman sakinleşirsin... – Bekle! Yeşil ışık yansın, öyle geç. Ne kadar sabırsızsın! Niye acele ediyorsun, bankomatı tepiklemeyeceksin ki... Şimdi kartını tak. Bekle, paralar hazırlanıyor. Evet. Şimdi paranı al. Allah bereket versin... – Çok sağ olun. Buyurun bu da sizin! – Yoook! Vallahi, almam. 107 manat dediğin ne ki, o paradan bana da birkaç kuruş veresin! Ben size bunun için yardım etmedim ki. Sen daha yenisin burada, beni tanımıyorsun... – Aman Allah! Yoruldum. Ayaklarım beni taşımayı reddediyor... Araba olsam, kesin motorum hararet yapardı ama ben, canımı dişime takıp dayanıyorum... Ha ha ha! *** Turbo Tima’yı her gördüğümde, “İnsan ve Cemiyet” adlı kitabı hatırlıyordum. Daha doğrusu o kitaptan aklımda kalan tek cümleyi: “İnsanı emek şekillendirir.” Çünkü ona dikkatle baktığımda, onun zahiri görünüşünün de sırf bu gerilimli faaliyeti neticesinde şekillendiğini sanıyorum. Parmakları uzamış, incelmiş, merdivenleri inip çıkmaktan bacak kasları şişmiş. Elinden çok para gelip geçtiği için avucunun derisi aşınmış. Paralara çok bakmaktansa gözleri fırıl fırıl dönüyor. Birçokları, Turbo Tima’nın sağa sola koşuştururken de bankomattan çalışanların maaşlarını çekerken de kendi kendine konuştuğunu söylüyorlardı. Bir gün, tesadüfen asansöre birlikte bindik. Bankomata para yüklemek için gelen zırhlı araba, bizim kurumun bahçesine gel-
62
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
diği için Turbo Tima çok heyecanlı görünüyordu. Galiba benim de asansörde olduğumun farkında değildi. Külüstür asansör yavaş yavaş dokuzuncu kata çıkana kadar Turbo Tima’nın diliyle dişi arasındaki konuşmalarını dinlemek zorunda kaldım: – Mesai bitimine az kaldı... Vagıf Beye de söz... Acaba yerinde mi? Eeehh... Çok geciktim... Parayı da getirip bankomata yüklemediler ki... Ufff... Sıkıldım... Geç kalıyorum... Aşağıda çok oyalandım... Dokuzuncu katta, asansörden indiğimde, sanki kulaklıkları kulağımdan çıkardılar, rahatladım. *** Geçen hafta garip bir hâdise meydana geldi. Bütün gün gergin ve ara vermeden çalıştığım için çok yorulmuştum. Akşam işten çıktığımda, hesabımdaki bakiyeyi yoklamak ve bir miktar para çekmek istedim ama birdenbire olduğum yerde donup kaldım. Hiçbir şey anlayamıyordum. Çünkü ne zaman kartımı bankomata soksam, parmaklarım nerdeyse beynimden evvel düşünüp dört rakamlı şifreyi giriyordu. Ya şimdi? Ne olmuştu? Evet, şaşılacak bir şey yoktu. Garip de olsa, şifremi unutmuştum. Kafamdaki düşünceleri eleyip bu kargaşanın içinden bana gerekli olan dört rakamı ayırmaya çalışsam da, olmuyordu. Zihnimi var gücümle yoklasam da, hafızamın derinliklerinden, o dört rakamlı şifreyi bulup çıkaramıyordum… Birden, elimi nezaketle kenara çeken biri şifremi yazıp kenara çekildi. Hayretten donup kalmış bakışlarım arasında, şifre kabul olundu. Bana lazım olan parayı çekip yanımda duran Turbo Tima’ya doğru döndüğümde hayretim bir kat daha arttı. Turbo Tima, âdeta jet motorunu çalıştırmış, bahçenin hayli uzağındaki yaşlı bir kadının koluna girmiş, onu bankomata doğru getiriyordu. Bir kenara çekilip hiç acele etmeden bankomata doğru gelen Turbo Tima ve yaşlı kadını seyrettim. Hafızamın derinliklerinden, onunla ilgili görüntüler bir bir gözlerimin önünden geçti: Bankomat etrafındaki kalabalık, herkese yardım eden jet motorlu Turbo Tima, insanların ona güveni, sevgisi… O anda, Turbo Tima’nın, sadece benim değil, bu bankomattan para çeken herkesin şifresini ezbere bildiğini düşündüm... Neden olmasın ki? Herkes, ona güveniyor, banka kartını
da, şifresini de veriyordu. O gece Turbo Tima’yı rüyamda gördüm: Ağır bankomatı sırtlamış, yukarı çıkarıyordu. Sırtında bankomat ile tüm bölümleri geziyor, kartları bir bir alıp bankomata takıyor ve çalışanların maaşlarını, oturdukları odada ellerine sayıyordu. Eski Türk filmlerinde, sırtlarında güğümlerle su satan adamlara benziyordu. Hatta bankomat asansöre sığmadığından, yukarı katlara da sırtında çıkarıyor, hiç yorulmuyor, usanmıyor, bıkmıyordu... Birden, birisi onun cılız bedenine yüklediği bu ağır yükü almak istiyor, Turbo Tima ise ona bağırıyordu ki, ben uyandım. Rüya ile gerçeklik arasında kalmıştım. Yatağımın içinde, yastığımı kucaklayıp bir hayli düşündüm. Ama bu uykulu düşüncelerimin çoğunu unuttum. Bu rüyayı ise sabahleyin hayra yorarım diye, yeniden daldım… Ertesi gün, muhasebe bölümündeki kızlarla çay içerken onlardan biri acı haberi verdi: – Bizim kurum ile maaşlarımızı aldığımız banka arasında, bir anlaşmazlık olmuş. Sözleşme iptal edilmiş, maaşlarımız için yeni bir banka ile anlaşılıncaya kadar, maaşlarımız kurum veznesinden, nakit olarak ödenecekmiş... Ertesi gün akşamüzeri, bizim kurumun bahçesindeki bankomatı söküp götürdüler. Eve döndüğümde, düşüncelerim karmakarışıktı. Turbo Tima’yı düşünüyordum. Sabah işe geldiğinde bankomatı yerinde görmeyince, acaba ne yapacaktı? Şüphesiz deliye dönecek, sinirlenecek, hemen muhasebe bölümüne çıkacak ve bundan sonra maaşları, veznedar Koca Latife Hanımın ödeyeceğini öğrenecekti… Rüyamdaki sahneler, yani onun bankomatı sırtına atıp çingene kadınların çocuğunu taşıdığı gibi taşıması; ama çingene kadınlardan farklı olarak, onun çalışanlara para dağıtma sahnesi gözlerimin önüne geliyordu... Lanet sana, kör şeytan! Turbo Tima bundan sonra ne yapacaktı? Bankomat bizim bahçeden kaldırıldığına göre o, doksan kiloluk Latife Hanımı sırtına alarak bölümleri tek tek gezdirip çalışanların maaşlarını mı dağıtacaktı? Ne olursa olsun, bu yeni senaryoya göre, onun işi evvelkinden daha rahat olacaktı. Çünkü Latife Hanım ne kadar kilolu olsa da bankomattan daha hafifti… Tam bu sırada, beni deli bir gülme tuttu. Ama sabahleyin, en sevdiği varlığı kaybetmiş Turbo Tima’yı görünce kederleneceğimi çok
63
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
iyi biliyordum... Sabahleyin işe geldiğimde, bankomatın boş kalan yerinde, iki tane gül gördüm. Bu gülleri ya Turbo Tima kendisi koymuştu ya da bizim kurumun veledizinaları, ona sataşmak için böyle bir şey yapmışlardı. O anda, Turbo Tima’yı bulup ona baş sağlığı dilemek ve zavallıyı teskin etmek istedim. Fakat ne kadar arasam da, bulamadım. İlginç olan şuydu ki, çalışanların hepsi onu tanısa da hiç kimse onun hangi bölümde çalıştığını bilmiyordu. İki gün sonra kapıcı Elhan dayı, akşam işten çıktığında, Turbo Tima’yı postanenin önündeki bankomatın çevresinde dolaşırken gördüğünü ve polisin onu kaba bir dille oradan kovduğunu söyledi... *** Bir gün, bazı belgeleri bakanlığa göndermek için haberleşme ve iletişim şubesine gittim. Boş bilgisayarlardan birinin başına geçip iletişim adresimi açtığımda, arka tarafımdan, sanki tanıdık bir ses eşittim: “Ufff... Sıkıldım... Çok sıcak... Geriye dönüp baktığımda gözlerime inanamadım. Evet, Turbo Tima’ydı... Odanın yukarı tarafında, sırtı bana dönük şekilde, bir bilgisayarın
başında idi. Dalgın olduğumdan, odaya ilk girdiğimde onu fark etmemiştim. Gayriihtiyari ayağa kalkıp ayaklarımın ucuna basarak sessizce ona yaklaştım. Bilgisayarda bir siteye girmiş, etkileşimli bir strateji oyunu oynuyordu. Ekrana dikkatle bakınca, hangi oyunu oynadığını anladım. “Otel” denen bu oyunu Samir ve arkadaşları da oynuyorlardı. Turbo Tima o an, bilgisayar ortamında, büyük bir otelin yöneticisiydi... Gözlerim onun bileklerine ilişti. Bilekleri kalınlaşmış, kolları adale bağlamıştı. Hiç kimseye aldırmadan kendi kendine konuşuyordu yine: “Hemen yukarı kata çıkmam lazım, 408 numaralı odanın suyu akmıyor... Gidip bir bakayım... Usta çağırmak gerekecek galiba... Vayyy... Şimdi turistler de gelecek... Boş yere oyalandım... Geç kalıyorum... Öfff! Bu sıcaklar da bir yandan... Eurovision Şarkı Yarışmasına kadar bu oteli yedi yıldızlı bir otele çevirmeliyim... Evet... Otele gelen turistler de memnun kalmalılar... Otel girişini yeniden düzenletmeliyim... Bankaya da telefon edeyim ki, otelin girişine acilen uluslararası işlem yapılabilen bir bankomat koysunlar... Evet, bankomat...■
BAKSI'DA MÜZE
Baksı'da bir anıt eser var şimdi Ve bir insan özü hasbilik kokan Görünse de eser taştan kurşuni Sanatkâr ruh katmış ona ruhundan Heyula şehirden bıkan insanlar Huzuru bazan da dağlarda arar Tefekkürle sırra kapı aralar Cana can katandır her zaman vatan Sürmeli, bu eller kadim yerleşik Sahip çıkılmayan yurt delik deşik Adı müze ama sevgiye eşik Çok asır anılır eser bırakan
UYGUN AHMET EKER
64
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
İKİ AYRI
Nasıl mı diyorsun? Yüreğini dağlara vura vura Belki her gün ölüyorsun Ve bilinmez hayallerin kuytusunda Bir tutam umut beklerken Fark edersin tükendiğini bu yolda Her şeye rağmen yüreğimin sesiysen Uzat ellerini sana muhtacım Nasılları, niçinleri düşünmeden Yitirilmiş yıllara aldırmadan Gözlerimde sevgi, dudaklarımda sevgi, ellerimde sevgi Süpürür mü yılların isini? Yener mi sevgi her şeyi? Senin dudaklarından sızar ancak Masum neşe kelebeklerim, Dün olmadı, bugün olmaz Desen ki yarın da olmayacak Açar kollarımı seni sonsuzda beklerim.
LEYLA ve NEKRE
65
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Mevlânâ'nın aşkı Şems'in yurdu: Tebriz RIDVAN CANIM
Derk edebilmirem feleğin işin Su kesmiş yolunu sönmez ateşin İkiye bölünmüş bir ürek düşün Gözleri yollarda galmışam Tebriz Yene bulut kimi dolmuşam Tebriz Afig Agdamî
T
ebriz’le ilk buluşmamız geceye rastlar. Tebriz’e gündüz girmeyi çok isterdim oysa. Her şeyde bir hayır mı aramalıyız! Öyle olsun. Bir dostun tavsiyesi üzerine şehrin merkezindeki “Sina Hotel”e zor zahmet atıyoruz kendimizi. Bu sıcak temmuz akşamında sıcak bir karşılama! Sabah ola hayrola. İran’ın dördüncü büyük kenti Tebriz. Ve Doğu Azerbaycan eyaletinin de başkenti. Bu başkentliğin pratik karşılığını Tebriz’de bulunduğum süre içinde pek anlayamadım ya neyse. Kuzeyde Eynalı Dağı ile güneyindeki volkanik Sehent Dağı arasında, Kömür veya Mehran Çayı ile Acı Çay’ın birleştiği dağlar arasındaki Tebriz ovasında kurulmuş Tebriz şehri. Nüfusu 1 milyon 600 bin civarında. Hazar’a yaklaşık 70 km. uzaklıkta ama aradaki dağlar Tebriz’de karasal iklimi hâkim kılmış hep. Tıpkı Bakü gibi, Erzurum gibi rüzgârlı bir şehir Tebriz. Deprem kuşağı üzerinde kurulmuş, tıpkı Erzurum gibi. Havasıydı, suyuydu, hatta insanıydı derken çevresindeki çok sayıda kaplıca ile biraz daha benziyor Erzurum’a. Aslında insanlar şe-
hirlerinde ılıca, kaplıca, her neyse, olduğuna niye sevinirler bilmem ki! Bir yerde bunlar varsa orada fay kırıkları var demek değil midir bu. Fay hatları da depremin izlediği yol değil midir? Demek ki o kadar da ince düşünmeye gerek yokmuş! Tebriz ismi ile ilgili bir sürü söylenti var. Hangisinin doğru olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini Tebrizliler bile pek bilmiyor. Farsça bir kelime olan ve “ateş” anlamına gelen “teb” kelimesi ile yine “akmak, akıtmak, dökmek” anlamlarına gelen “riz” sözcüklerinin yan yana gelişi ile Tebriz adı oluşmuş. Hâlâ ne alâkası var diyorsanız, bu biraz önce anlattığım “kaplıca” hikâyesini de iyi dinlemediğiniz anlamına gelebilir! Aher, Bostanabad, Benab, Serab, Şebuster, Keliber, Meraga, Merend, Miyane, Heris ve Heştrud, bölgenin en önemli şehirleri arasında sayılabilir. Eyaletin merkezi olan Tebriz, asırlardır Orta Asya’dan gelip Ön Asya’ya, güneyden gelip kuzeye giden yolların kavşağında kurulmuş bir tarih, ticaret ve kültür şehri. Birkaç yıl önce gittiğim Azerbaycan’ın başkenti Bakü ile ilgili izlenimlerimi yazarken; “Ey Bakü, ikiz kardeşin Tebriz’le buluşmamız ne za-
66
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
man olur bilemiyorum.” diyerek bitirmiştim sözlerimi. Şimdi burada önce onu hatırladım. Demek ki nasip bugüne imiş. Tebriz için bazıları; ‘Batı Azerbaycan’ın, bazıları “Şarkî” yani ‘Doğu Azerbaycan’ın başkenti diyor. Enteresandır ben de “Güney Azerbaycan” olarak biliyordum bugüne kadar! Henüz anlayabilmiş de değilim doğrusu. Ama gerçek olan bir şey var ki Tebriz katıksız bir Türk şehri. Azerî Türkçesinin en hasını konuşuyor Tebrizliler. Tebriz’in Tahran’a uzaklığı yaklaşık 620, Türkiye’ye uzaklığı ise 320 km. Arkeolojik kazılar, bu şehrin 5000 yıllık bir geçmişinin bulunduğunu söylüyor. Tebriz’in Müslümanlar tarafından fethi ise hicri 642 yılında gerçekleşmiş. Neredeyse bütün doğu dünyasının mamur şehirlerini yerle bir eden Moğol işgalinin yıkmadığı birkaç şehirden biri olarak da bilinir Tebriz. Tebriz’i kimler korudu, bir zamanların önüne geçilemez bu belâsından Tebriz canını nasıl kurtardı, bilemiyoruz. Moğol işgalinden sonra Safeviler devrinde Tebriz’in bir süre için İran’ın başkenti olduğunu da hatırlatalım. Burayı Safevilerin başkenti yapan da yabancı değil! Bizim Şah İsmail! Tabiri caizse çocuk denilecek yaşta Tebriz’den dünyayı sallamış bu çocuk şah. Ta Yavuz’la olan şu meşhur Çaldıran karşılaşmasına kadar! Biraz önce de söyledim. Tebriz tarih boyunca büyük depremler yaşamış bir felâketler şehri aslında. Dolayısıyla zaman içinde birçok tarihî eser, şehirde yaşanan sarsıntılar sonucunda yıkılmış ve de kaybolup gitmiş öylece. Safeviler döneminden sonra gelen Kaçarlar döneminde de yine başşehir olmuş Tebriz. Bu yüzden de söz
konusu yıllar içinde sık sık Osmanlı ve Rus ordularının akınlarına maruz kalmış bir acılar şehri diyebiliriz Tebriz’e. Siz ne düşünürsünüz bilmiyorum ama ben Tebriz’i diğer İran şehirlerine nispetle biraz “aykırı” buldum. Bunu, İran’ın diğer şehirlerini gezip dolaşıp yeniden Tebriz’e döndüğümde daha bariz olarak bir kez daha fark ettim. Açayım bu sözümü: Bir babanın birkaç oğlu olur da bunlardan bir tanesi öbür kardeşlerine hiç benzemez ya. Hırçın olur, huysuz olur, lâf dinlemez, söz anlamaz yani kısacası sürüp giden aile düzenine “uyumsuz” veya “aykırı” bir “tip” olur ya, işte Tebriz de bana öyle geldi biraz. Daha doğrusu ben bunu hissettim. Tebriz, öyle kolay kolay kendini ele verecek, kendini teslim edecek cinsten bir şehir değil anlayacağınız. Alttan alta “isyankâr” bir ruhu var. Onun için olsa gerek ki İran’da Tebriz’e “ilklerin şehri” adını vermişler. Bir kere sahip olduğu coğrafi konumu dolayısıyla, asırlardır İran’ın Batı’ya açılan kapısı olmuş Tebriz. Bu yüzden de birçok modern yapı bu şehirde inşa edilmiş, Batılı anlamda birçok etkinlik de yine önce Tebriz’de görülmüş. Çoğu Tebrizli, bu yüzden İran’ın modernleşmesinin öncüsü olarak görür şehirlerini. Tebriz neden “ilkler şehri”dir bir bakalım: İran’da ilk matbaa 1811 yılında Tebriz’de kurulmuş. İran’ın modern anlamda eğitim veren ilkokulu 1888 yılında Tebriz’de, kurucusu Hasan Roşdiye adıyla açılmış. Şu anda Millî Kütüphane olarak görev yapıyormuş. İran’ın ilk “İşitme Engelliler Okulu”, Cabbar Bahçıvan tarafından 1924 yılında Tebriz’de kurulmuş. Yine İran’ın ilk
67
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Hoy şehrinde yapılan Şems-i Tebrizî anma töreninden
“Özel Dâhi Çocuklar Okulu” 1926 yılında Almanlar tarafından Tebriz’de eğitim-öğretime başlamış. İran’da ilk “Ana Okulu” 1923 yılında bu şehirde, ilk belediye teşkilatı, şehir meclisi ve belediye sarayı da yine Tebriz’de kurulmuş. İran’ın yine modern anlamda ilk polis teşkilatı Tebriz’de kurulurken, İran’ın ilk “Ticaret odası”, ilk “Madeni Para Darphanesi”, ilk “Genel Kütüphane”si, ilk “Sinema Salonu (1900 yılında)” da Tebriz’de kurulmuş, ayrıca 1921 yılında Tahran’ın da ilk sinema salonunu bir Tebrizli açmış. İran’ın ilk “tiyatro”su ve “tiyatro grubu” da yine Tebriz’de sahne almış. İran’ın ilk modern fabrikası Tebriz’de açılırken, 1900'lü yıllardaki telefon sistemine kavuşan ilk İran şehri yine Tebriz olmuş. İran’da ilk “Öğrenci Yurdu” Tebriz’de açılmış ve de İran’ın ilk “Kadın Derneği” Tebriz’de kurulmuş. Sakın başka var mı demeyin, insaf derim. Hangimizin yaşadığı şehir, bulunduğu ülkenin bu kadar “ilk”ine sahip… İşte Tebriz bunu için “farklı” bir şehir olma hakkını elde etmiyor mu sizce de. Tebriz’in son yüz yıllık siyasi tarihi de İran’ın geleceği açısından önemli “çıkış”lara sahne olmuş. Büyük Tebriz Terminali yakınlarındaki “Meşrutiyet Parkı”na yolunuz düşerse veya yolunuzu Tebriz’in bu şehre en hâkim tepesine özellikle düşürürseniz, işte o tepede şahlanmış atının üzerinde Tebrizli bir kahramanın heykelini göreceksiniz. Anıtın üzerinde şu yazılar var: “Serdâr-ı Millî Settar Han”… Tebriz, 1906 yılındaki anayasal hareketlenmede siyasî hareketin merkezi durumunda olurken, 1950’li yıllarda İran petrollerinin millîleştirilmesi sırasında ve son olarak 1978 yılından itibaren yaşanan İslam Devrimi sürecinde de hep önemli hep ön planda bir şehir
olmuş. Yıllardır üniversitede Osmanlı Edebiyatı dersleri okutuyorum. Sayısız İranlı şair tanıdım. Şirazlı Hâfız’ı ve Sa’dî’yi, Nişaburlu Ömer Hayyam’ı, Feridüddin Attar’ı tanıdım. Meselâ bir Şems-i Tebrizî’yi tanıdım. Mevlânâ’nın aşk derecesinde bağlandığı yüce şahsiyet. Bundan büyük mutluluk olabilir mi? İşte şimdi onun yurdunda, asırlar önce onun dolaştığı Tebriz çarşılarındayım. Ondan biraz sonra bahsedeceğim tabii. Hemen şuracıkta, meşhur Hoy şehrinde doğmuş Şems. Şems... Şems... Tebrizli Şems…
“Beden bakımından ondan uzağız amma; cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz; İster O’nu gör, ister beni... Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben” Mevlânâ Celâleddin Rûmî Hicretin 642. senesinde bir cumartesi günü. Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin yüzündeki nur bakanların gözlerini kamaştırmakta. Etrafını saran talebeleri arasında atının üzerinde olduğu hâlde ilerlemektedir. Birdenbire önüne kalenderi kıyafetinde bir derviş çıkar. İleri atılarak Mevlânâ’nın atını durdurur. Dervişin gözleri alev alev parlamaktadır. Şunu sorar: “Ey madde ve mânâ altınlarının sarrafı! Muhammed Mustafa mı büyüktür, Bayezid-i Bistâmî mi?” Mevlânâ bu soruyla irkilir ve “Bu nasıl sualdir, elbette Muhammed Mustafa, bütün enbiya ve evliyanın serveridir.” der. Derviş; “Evet ama Hz. Muhammed; “Yâ Rabbi, seni tenzih ederim, biz seni lâyıkı ile bilemedik.” buyurdu. Bayezid ise; “Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim, cübbemin içinde Hak’tan gayrı varlık yok.” dedi. Mevlânâ şöyle cevap verdi: “Bayezid bir Hak tecellisine mazhar olunca kabının darlığından taştı. Hz. Muhammed hangi mertebeye varsa evvelki makamlardan istiğfar ediyor, “Ey bizim düşünce ve idrakimizden mukaddes olan Allah, biz seni layık ile bilemedik.” diyordu. Yabancı derviş bir çığlık attı, Mevlânâ atından aşağıya indi. Ortalığı bir telaş ve uğultu kapladı. Birbirlerine bir anda büyük bir cezbeyle bağlanan bu iki zat beraberce Gevhertaş Mahalle-
68
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
si’ndeki medreseye geldiler. Bir hücreye girdiler. Bir rivayete göre kırk gün, bir rivayete göre de üç ay boyunca kimseyi içeri almadılar. İşte o derviş, Tebrizli Şems’ten başkası değildi. Mevlânâ bir zaman önce Şems’i Şam çarşısında görmüş ama yüzü kapalı olduğu için bir görüp bir kaybetmişti. Mevlânâ ile Şems’in Konya’da buluştukları yere; “iki denizin kavuştuğu yer” anlamında “Merace’l-Bahreyn” derler. Bugün Konya’da, eski adıyla Güllük mevkiinde Şems Parkı olarak bilinen alanın içinde eski bir cami ve türbe vardır. Yılın her günü ziyaretçilerle dolup taşan Mevlânâ Türbesi’ne yaklaşık on dakikalık mesafedeki bu mekânı bilen ve ziyaret edenlerin sayısı ise parmakla gösterilecek kadar azdır. Sözünü ettiğimiz türbe, Mevlânâ’yı hakikatin sırlarına ulaştıran bir zatın adını taşır. Tahmin ettiğiniz gibi Şems-i Tebrizî’dir bu... Ariflerden olduğu bilinen Melikdad oğlu Ali adlı birinin oğlu olan Muhammed Şemseddin, 1164 senesinde, biraz önce de söyledim, Tebriz yakınlarındaki Hoy’da dünyaya gelmiş. Henüz çocukluk ve ilk gençlik yıllarında bile akranlarından çok farklı olduğunu göstermiş, anne babasını, yakınlarını, hocalarını hayrete düşüren davranışlar ortaya koymuştu. Zamanın ölçülerini aşan bu zat, çocukluk dönemine ait bir hatırasını şöyle anlatır: “Henüz ergenlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı otuz kırk gün hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim. Günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı: “Oğlum”, dedi “Ben senin bu halinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak?” Ben de ona şu cevabı verdim: “Baba, seninle benim babalık ve evlatlık ilişkimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyla bir de kaz yumurtası koyarlar. Vakti gelip de civcivler çıktığı zaman, bunlar hep birlikte analarının ardına düşerler, bir göl kenarına gelirler. Kaz yumurtasından çıkan civciv hemen kendisini suya atar, bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum boğulacak, der. Çırpınmaya başlar. Hâlbuki kaz yavrusu, neşe içinde suda yüzmektedir. İşte, seninle benim aramdaki fark da böyledir.” Asla sıradan bir derviş değildi Şems. Tıpkı Mevlânâ gibi zahir ve bâtın ilimlerinde yüksek derecelere ermiş, üstün vasıflarla bezenmiş, gün
olmuş müderrislik yapmış, gün gelmiş Mevlânâ gibi seçkin bir insanı aşk ateşiyle pişirip ona mana âleminin pencerelerini açmış. Tebriz’de kendisine manevi kemalinden dolayı “Kâmil-i Tebrizî”, durmadan gezdiği, yolları tayy ettiği için de, “Uçan Şemseddin” anlamına gelen “Şemseddin-i Perende” derlermiş. Şems, tasavvuf yolundaki arayışları sırasında bir rüya görür. Rüyasında kendisine bir velinin arkadaş edileceği bildirilir. Aynı rüya üst üste iki gece tekrarlanır ve o velinin Rum ülkesinde, yani Anadolu’da olduğu söylenir. Yüreğini bir ateş sarmıştır. Bir an evvel O’nu aramak üzere yollara düşmek ister, fakat daha zamanının gelmediği, “işlerin vakitlere bağlı olduğu bildirilir.” Şems ilahi tecellilerle mest olduğu, tam manasıyla istiğraka daldığı, müşahedenin güzelliğine beşer kuvvetiyle tahammül gösteremediği zamanlarda “gizli velilerinden birini bana göster” diyerek niyaz eder ve sabırsızlanır, üzerindeki o yoğun hâlleri dağıtmak için başka işlerle oyalanır, hatta parasız pulsuz inşaat işlerinde bile çalışırmış. Nihayet bir gün; “Mademki ısrar ve arzu ediyorsun, o hâlde şükrana olarak ne vereceksin?” diye bir ilham gelir. O da; “Başımı!” cevabını verir. Bu cevaba karşılık olarak; “Bütün kâinatta Mevlânâyı Rûmî Hazretlerinden başka, senin şerefli arkadaşın yoktur.” haberi gelir. Artık yolculuk zamanı gelip çatmıştır. Rum ülkesine gitmek, o sevgili ile görüşmek ve yolunda başını feda etmek üzere yola çıkar. Uzun bir yolculuğun ardından Şems, hicri 642, miladi 1244 yılının Ekim ayında Konya’ya gelir. Zamanın tüccarları gibi kaldığı han odasının anahtarını boynuna asıp çarşıda dolaşmaya başlar. Aşk ve ilmin tüccarı olduğunu ima edercesine! Şems’in Mevlânâ ile olan karşılaşmalarını yazımızın girişinde aktarmıştık. İşte o medrese hücresinde iki âşık, hiç dışarı çıkmadan, yanlarına kimsenin girmesine izin verilmeden aylarca sürecek sohbetlere dalacaktır. Mevlânâ, bunca zaman kitapların arasında aradığı ve aslında Şeyhi Seyyid Burhaneddin’in yıllarca önceden müjdelediği sevgilisine, gönül dostuna kavuşmuş, o andan itibaren de bütün hayatı değişmiştir. Geçen zaman içinde Mevlânâ ve Şemsi Tebrizî’ye gönül verenler onların sohbetlerinden
69
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
almaları gerekeni fazlasıyla alırken, bu sofradan mahrum kalanlar, aradıklarını Şems’te bulamadıklarını öne sürüp kıskançlık içinde fitne tohumları ekmeye başlarlar. Esasen Şems bunların farkındadır. Derin üzüntülerin içine düşmekten başka yapacak bir şeyi yoktur ne yazık ki. Derken bir gece aniden Konya’yı terk ederek kayıplara karışır. On altı ay boyunca Şems’den hiçbir haber alınamaz. Bu ayrılık süresince Mevlânâ, tekrar eski hâline gelmek, halka ve derslerine dönmek şöyle dursun, kimseyle görüşmez, konuşmaz, medresesini büsbütün bırakır, büyük bir hüzün içinde yalnızlığa çekilir ve nihayet hasta düşer. Ama bir gün Şam’dan gelen mektupla yeniden can bulur sanki. Şems ikinci kez Konya’ya gelmiştir. Birkaç ay süren sohbetler, görüşmeler neticesinde yine fitneler, yine düşmanlıklar baş gösterir. Bunun üzerine Şems, tekrar kayıplara karışır... Mevlânâ için yine ayrılık başlamıştır, coşkun bir aşk ve cezbe hâlinde aylarca gözyaşı döker, gazeller söyler, her gelenden onu sorar, yalan haber getirenlere bile üstünde ne varsa verir, doğru haberi verene canını teslim edeceğini söyleyerek... Bu arada fesat ve dedikodu çıkaranların çoğu, bu yolla Mevlânâ’yı kendilerine döndüremeyeceklerini anlamışlardır. Bazıları da Şems’in kıymetini anlayarak pişmanlık içinde özür dilerler. Birkaç ay sonra Şems-i Tebrizî’nin Şam’da olduğu haberi gelince Mevlânâ, hâlini anlatan mektuplar gönderir, yalvarır, dualar eder. Nihayet üçüncü mektuba aylar süren bekleyişten sonra karşılık gelir. Şems de aynı coşkunlukla ona cevap gönderir. Bunun üzerine Mevlânâ, oğlu Sultan Veled’i Şam’a gönderip Şems’in yeniden Konya’ya dönmesini sağlayacaktır. Şems ve Sultan Veled, uzun bir yolculuktan sonra, Konya’ya yakın Zincirli Hanı’na geldiklerinde babasına müjdelemek için şehre bir derviş gönderir. Mevlânâ bu müjdeyi duyunca üstünde ne varsa çıkarıp dervişe verir. Konya halkına haber salıp emirlerden, bilginlerden, her kim gelirse, onu karşılamak isteyenlerin toplanmasını ister. Kendisi de ata binerek bütün Konya ileri gelenleri ve ahalisiyle birlikte Şems’i şehre getirir. Bu defa da altı ay boyunca medresedeki bir hücrede baş başa kalırlar. Selahaddin Zerkub ve Sultan Veled’den başkası yanlarına giremez.
Mevlânâ’nın Şems’e bağlılığı bu son gelişte daha da artmıştır. Öylesine kaynaşmışlardır ki, artık ayrılık mümkün görünmez. Şems, himmet ve teveccühleriyle Mevlânâ’yı daha da olgunlaştırmış aşk ateşiyle pişirip Hakk’a vuslatı sağlamıştır. Önceleri Şems’e muhalefet edenler de gelip birer birer özür dilerler. Onun rahat edebilmesi ve hizmetinin görülmesi için evde evlatlık olarak yetiştirilmiş Kimya adındaki genç ve güzel bir kız Şems’e nikâh edilir. Ancak bu sefer de müritler arasında kıskançlık baş gösterir. Mevlânâ’nın diğer oğlu Alaeddin Çelebi bile edebi aşan birkaç davranışıyla kıskançlığını dile getirir. Bu arada Şems’i sevmeyenler de her fırsatta muhalefete, hakaret, iftira ve düşmanlık dolu hareketlere yönelirler. Şems ve Mevlânâ, sohbet ve irşadın son merhalelerini, en güzel dönemlerini yaşarken onlar da dışarıda kaynamaya, taşkınlık etmeye başlarlar. Artık Mevlânâ, istenen mertebeye gelmiş Şems’in irşat vazifesi tamamlanmış, daha önce kendisine bildirilen hüküm gereğince “başını feda etme” zamanı da gelmiştir. Bu arada Şems’in hanımı Kimya Hatun da rahatsızlanıp vefat etmiştir. Bu haberin şehre yayılmasından sonra onu ne pahasına olursa olsun Konya’dan uzaklaştırmak ve Mevlânâ’yı ondan ayırmak isteyenler bir plan kurup bu iş için yedi kişi seçerler. 1247 yılının Aralık ayında, aralarında Mevlânâ’nın oğlu Alaeddin Çelebi’nin de olduğu rivayet edilen bu yedi kişi medresenin avlusunda pusuya yatarlar. Bir derviş kapıdan seslenerek Şems Hazretlerini dışarı çağırır. Şems derhal yerinden kalkıp çıkarken Mevlânâ’ya: “Görüyor musun, beni dönüşü olmayan bir davetle dışarıya çağırıyorlar!” diyerek vedalaşır ve çıkar. Sonra, bir “Allah!” feryadı yankılanır gecede... Kapı açıldığında ise ortalıkta kimseler yoktur. Sadece birkaç damla kan lekesi görülür yerde... Başka da bir iz bulunamaz. Bu son ayrılıktır. Şu mısralar kalır geriye Mevlânâ’dan. Kulağını ver, dinle, bak asesbaşı ne diyor: bu mahallede bizden bir gönül eri kayboldu, diyor, derken ansızın biri yolda izini buldu, diyor. Belirtilerini görün işte, diyor.
70
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Ne zamandır onu aradık, yandık yakıldık. Ne zamandır onu arayanlar her yanda dövündüler. Ne üst kodular, ne baş.
Hocend’e dair şu malumatı hayli dikkat çekici. Diyor ki Babür, “Hatırat”ında, “Andican’dan garba doğru yirmi beş yıgaç mesafede bir kasabadır. Hocend ile Semerkand’in arası da yirmi beş yıgaçtır. Eski şehirlerdendir. Şeyh Muslihiddin ve Âşıkların kanı hiç eskimiyor, unutulmuyor. Hoca Kemal Hocendlidirler. Meyvası fevkalade Âşıkların kanı nasılsa hep öyle kalıyor. güzel olur. Narı meşhurdur.” Babür, uzunca anlaHep öyle taze, öyle sıcak. tır Hocend’i ama biz kısa keselim. İşte Hocendî burada doğmuş. Tam adı Kemaleddin Mesud Bu eski bir kan davasıdır deme sakın Hocendî. Rivayetlere bakılırsa genç yaşta Hac Atma kulağının arkasına sen şu lafı : yolculuğuna çıkmış, bu kutlu görevini yerine Kan bir kere eskidi mi kararır, kurur ama, getirip vatanına dönerken yolu Tebriz’e düşmüş. aşıkların kanı durmayacak, gönüllerinden bi- Böylece yolun son durağı olmuş Tebriz onun teviye akacak. için. Vefatı 1401 yılındadır. Sufi şairler arasında olduğu biliniyor, hatta şeyh olduğu söyleniyor, Bu bucağa sığınan senin bakışındır. ama hangi tarikatın bağlısı ya da halifesiydi, orası O büyük sağnağı sunan senin nergis gözlerin. meçhul. Sarhoşa gelen de onlar, gönüller çalan da onlar, Bugün yatmakta olduğu Tebriz’in Ferahbahş adamı canevinden vuran da onlar Mahallesi’ndeki kabrini ziyarete gittiğimizde çevrede hummalı bir restorasyon çalışmasına O’nun ardından aylarca süren bir bekleyişin şahit olduk. Gelecekte kazanacağı görünümün içine düşer Mevlânâ. Diyar diyar gezip Tebrizli çok çok iyi olacağı muhakkak, ama şu hâliyle KeŞems’i aramaya başlar. Ama O’nu maddi anlam- mal Hocendî ve çevresinin hâl-i pür melâli bizi da olmasa da manevi olarak kendisinde buldu- biraz rahatsız etmedi değil yani. İran’da bu tür ğunu; “Beden bakımından ondan uzağız amma; mekânların âdeta bir gülistana dönüştürülmüş cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz; İster O’nu gör, olmasına alıştığımız için bu dağınıklık bizi tedirister beni... Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben” gin etmiş olmalı. İyi olur inşallah. mısralarıyla dile getirecektir. Bu Leyla ile MecBurada Kemal Hocendi’nin hemen yanı banun aşkının hazin sonuna benzer!... şında yatmakta olan bir büyük şahsiyet daha var. Bir nakkaş. Doğunun o çağlarda yetiştirdiği en büyük minyatür sanatkârlarından birisi bu. Doğu şiirinin büyük ustalarından kemâl Hocendî’nin adaşı, Kemaleddin Bihzad Heratî. hocendî tebriz’de yatıyor. Evet, Kemal Hocendî’den yaklaşık bir asır sonra Tebriz benim canım gibidir. yaşamış olan meşhur Bihzad. Osmanlı şairlerinin Onun zikri her zaman benim dilimdedir. Cerendab ve Kecil’in suyunu içmedikçe şiirlerine kadar ulaşmış olan Bihzad. Ya da bizkanlı gözyaşları (Surhâb) benim gözümden akacaktır. deki imlasıyla Behzat. İşte size bir örnek, hem de Rubai / Kemal Hocendî Bahayi Muhammed Efendi’den. Hucend ya da Hocend nere, Tebriz nere demeyin efendim, hayat yolculuğunda hangi istasyonda ne kadar kalacağını kim bilebilir ki! Necip Fazıl da “Büyük Randevu” adlı şiirinde öyle demiyor muydu; “Büyük randevu bilsem nerede, saat kaçta / Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta”. İşte Kemal Hocendî için de bu böyle olmuş. Hocend, Maveraünnehir bölgesinde, bugün Kırgızistan sınırları içinde kalmış bir kasaba. Babür Şah’ın hatıraları arasında yer verdiği
“Güzel tasvir edersin hal ü hatt-ı dilberi amma Füsun u fitneye geldikde ey Bihzad neylersin ?” Evet, şimdi biri Heratlı, biri Hucendli bu iki büyük zat, iki Kemaleddin bu dergâhın haziresinde yan yana yatmaktalar. Mevlam kabirlerini nurlandırsın ikisinin de. Babür Şah’ın hatıraları arasında yer verdiği Hocendî’den Orta Asya şuara tezkiresi yazarlarından Devletşah da uzun uzadıya bahseder. Ve
71
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
der ki Babür: “Herkesin mercii, zamanın büyük adamlarının en ileri geleni, makbulü bir adamdır. Şiir söylediğinden ismi şairler arasında zikrolunur. Yoksa velilerden ve mürşitlerdendir. Şairlik onun en aşağı mertebesidir. Yahut şairlik mertebesi onunla yükselir. Şeyhin doğduğu ve yetiştiği yer Hocend’dir. Kendisi o diyarın büyüklerindendir. Suver-i Ekâlim adlı eserde Hocend’e “dünyanın gelini” demişlerdir. Gönül açıcı bir vilayettir. Bu memlekette yetişen meyveleri hediye olarak başka memleketlere götürürler. Şeyh, hacca gitmek üzere Hocend’den çıkmış, Beytullah’ı ziyaretten sonra Azerbaycan’a gelmiş, havası, suyu hoşuna gittiğinden burada kalmıştır. Celayir Sultanları zamanında şeyhin büyük bir şöhreti vardı. Bu memleketin büyüklerinin pek çoğu kendisine mürit olmuşlardı. Meclisi fazılların mercii idi. Toktamış Han Tebriz’i fethettikten sonra şeyhi, Han’ın zevcesinin emriyle Deşt-i Kıpçak’ta Saray şehrine götürdüler. Şeyh dört yıl kadar burada kaldı. Sonra çıkıp Tebriz’e gitti. Sultan Hüseyin bin Sultan Üveys-i Celâyir, Şeyh için çok güzel bir yurt temin etti ve onun için vakıflar yaptı. Şeyh, Hâce Hâfız hakkında büyük bir hürmet beslerdi ve yüzünü görmediği halde Hâce Hâfız’ın da Şeyh’e karşı samimi bir muhabbet ve itikadı vardı. Gazellerini okumaktan haz duyardı. Hikâye ederler ki Miranşah bin Emir Timur’un devleti zamanında tekkesini işletmesi ve dervişlere ziyafet çekmesi yüzünden borçlanmıştı. Bir gün Miranşah, Şeyh’i görmeye gitti. Oturdukları vakit padişahın köleleri şeyhin bahçesinde koşup oynamaya ve erik, şeftali ağaçlarını yağma etmeye başladılar. Şeyh gülerek çocuklara; “Ey Moğollar, bahçede yağmacılık yapmayın, biçare Kemal borç içindedir. Bu bağın meyvelerinin kıymetini borçlarına karşılık göstermiştir. Sakın bostanı yağma etmeyin, sonra biçare Kemal borçlularının elinden canını kurtaramaz.” dedi. Miranşah bunu işitince, “Şeyhin borcu mu var?” diye sordu. Şeyh de “Evet, on bin dinar…” cevabını verdi. Miranşah hemen emretti, on bin dinar getirip Şeyh’e verdiler. Şeyh de bununla borçlarını ödedi. Şeyh’in sultan ve hâkimlerin yanında çok itibarı vardı. Onun latifeleri pek çok ve meşhurdur. Şeyh yedi yüz doksan ikide Tebriz’de ölmüştür. Mezarı büyük ve küçüğün
ziyaretgâhıdır.” Evet, Devletşah da bunları söylüyor Tebriz’in bu Hocendli misafiri için. Klasik İran şiirinin zirve şahsiyetlerinden birisi Kemal Hocendî. Ve her şeyden önce bir gazel şairi. İran şiirinin unutulmazlarından olan Sa’di-i Şirazî ve Hümam Tebrizî’nin izinde olduğu söylenir. Ünlü şair Hâfız-ı Şirazî’nin de çağdaşıdır. Anadolu şairlerinin de model isimlerindendir ayrıca. Divan’ı yaklaşık sekiz bin beyit civarında. Nasip olur da bir daha gelebilirsek eğer, onu bu kez gül bahçeleri içinde bulabilmek hayaliyle vedalaşıyoruz Hocendî ile. Hoşça kalın Tebriz’in aziz misafirleri. Evet, Tebriz’in eteklerine kurulduğu Eynal ve Zeynal dağların zirvesinde, İlhanlı mimari üslubuyla yapılmış iki türbede rivayete göre Hz. Ali’nin iki oğlu yatarmış. Uzaktan selam ve dualarımızı göndermekle yetiniyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse o zirveye bu sıcakta ve hele de bu zaman kıtlığında çıkmayı gözümüze kestiremiyoruz. İnşallah bir başka zamana. Şehriyâr, makbere-i şu’arâ’da yatıyor
Heydar Baba ildırımlar çakanda Seller sular şakkıldayıp akanda Kızlar ona saf bağlayıp bakanda Selam olsun şevketüze ilüze Menim de bir adım gelsün dilüze Şehriyâr Tebriz bir şairler şehri. Tebriz şiirin ana vatanı. Dünyada Tebriz’den başka yetiştirdiği şairler için özel bir “Şairler Mezarlığı”na sahip başka bir şehir var mıdır acaba? Tebriz´i çevreleyen tepelerin en yükseğinde, şehrin her yanından görülebilen bir anıt dikkati çekiyor. Tebriz’in yetiştirdiği şairler adına yapılmış bu anıt. Tepeye de “Şuara Tepesi» denilmiş. Makbere-i Şu’arâ. Hemen hepsinin kabri de orada. Kimler yok ki. Hümam Tebrizî, Hakanî-i Şirvanî, Zülfikar Şirvanî, Mücidüddin Bilikânî, Katran-ı Tebrizî, Magribî Tebrizî, Ahmed Esedî Tûsî, Şapur-ı Nişaburî, Şemseddin Şecasî, Mevlânâ Lisanî Şirazî, Mevlânâ Şekibî-i Tebrizî, Mevlânâ Mânî Şirazî ve Zahireddin Faryabî. Buraya en son defnedilen şair ise Azeri Türkçesinin büyük ustası «Şehriyâr» olmuş. Denilir ki, Şehname’nin büyük şairi Firdevsî Farsçanın; Türkçenin büyük şairi Şehriyâr ise Azeri
72
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
dilinin gelişip zenginleşmesinin ve o zenginlikle yaşıyor olmasının güvencesi olmuşlar bu topraklarda. Şehriyâr’ı tanır mısınız, mutlaka tanırsınız da nasıl bilirsiniz Şehriyâr’ı, ne kadar tanırsınız? Şairin tam künyesi şöyle; Seyyid Ebulkâsım Muhammed Hüseyin Behzat Tebrizî. “Şehriyâr bir Tebriz evladıdır. O; «Gül açdıgca solan dünyaya; “Beli oğul! Bizler hamı hemderdik / Güller ekdik amma tikanlar derdik” mısralarını yazdıran hayata, şahlık rejimine; “Çengizlerin, fir'onların gesrine, söyle meğer az gonupsan, uçupsan / Göre göre zalımlığın âhırın, sen de onlar geden yolu tutupsan.» sözlerini söyleten hayata, yirmi iki yıl aynı elbiseyi giydiren, siyasî usulsüzlükler toprağında kendisini bîkes bırakan, hiç tükenmeyen umudunun yeniden filizlendiği demlerde ise «Gül ekmede goca bağban! Bükülse bel ne gemin? / Dalınca rehmet ohurlar bu gülleri ekene.” sesini yükselten hayata, Tebriz’de gözlerini açmıştır... Evet, İran’daki meşrutiyet hareketi devrine rastlayan çocukluk yılları, belki ülkedeki kargaşa atmosferinden ziyan görmemek için Tebriz’in meşhur vekillerinden olan babası Hacı Mir Ağa Hoşgenabi’nin arzusuyla ata toprağı Hoşgenab Köyü’nde ve Haydarbaba manzarasında geçmişse de orta öğrenimi yine Tebriz'de devam etmiştir. Tahran'da Tıp Fakültesinde okurken ve bitirmesine çok kısa bir zaman kalmışken yaşadığı talihsiz bir gönül hikâyesi, «küçük sineklerin takılıp kaldığı, büyük sineklerin delip geçtiği» hukuk sisteminin kördüğümcülerinden bir büyüğün -ki, polis teşkilatının yüksek memurlarından bir Pehlevî olan bu zat, daha sonra bu gönül hikâyesinin kahramanı Süreyya ile evlenmiştir- Şehriyâr'ı Nişabur'a sürgün etmesiyle son bulmuş, Şehriyâr'ın gönlünde ise Tahran acı hatıraların mekanı olmuştur. Babasını kaybetmesi Şehriyâr'ın hayatının dönüm noktalarından biri olur. Buhran ve bu-
nalım dolu günlerin başlangıcı anlamına gelir bu hâdise. Neredeyse bütün sevdiklerinden ve dostlarından uzaklaşır. Tasavvufa meyleder. Üstüne üstlük bu acılı yıllarda annesi Kövkeb Hanım’ı da toprağa verir. 1953 yılı ortalarında vatanı Tebriz’e döner. Şehriyâr Tebriz'e yerleştikten sonra akrabalarından, ilkokul öğretmeni ve kendisinden 35 yaş küçük Azize adlı bir hanımla evlenir. Şairin bu evliliğinden dört çocuğu olmuştur. Artık iyice Tebriz’e yerleşen ve sonraları Tahran’a gitme konusunda bir türlü ikna edilemeyen Şehriyâr, ancak 1970 yılında çok değer verdiği dostu Rüstem Aliyev'in Bakü'den Tahran'a gelip; «Şehriyâr'ı görüp öleyim” temennisini ilettiklerinde Tahran'a gitmeyi kabul edecektir. Tahran misafirliği Şehriyâr'ın hayatında yeni bir acının adıdır: Eşi Azize Hanım burada vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir.” Şehriyâr, ömrünün son yıllarında yaşlılığın verdiği zaafiyetle sık sık hastalanmış ve 18 Eylül 1988’de vefat ettiğinde, Tebriz’in ünlü şairler mezarlığında, Makberetü'ş-Şuara'da toprağa verilmiştir. “Heyder baba, yolum senden kec oldu, Ömrüm keçdi, gelemmedim, gec oldu, Heç bilmedim, gözellerin nec'oldu, Bilmez idim döngeler var, dönüm var, İtginlik var, ayrılıg var, ölüm var...» Öldüğü gün Şehriyâr'ın hatırasına hürmeten Tebriz'de hiçbir dükkân açılmaz. Bütün Tebriz halkı matem alâmeti olarak karalar giyer. İran edebiyatındaki yeri dolayısıyla devlet tarafından birinci dereceli “Maarif Nişanı” ile taltif edilir, Tebriz Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin en büyük amfisine ve Tebriz’deki okullardan birine onun adı verilir. Ayrıca daha sağlığında 16 Mart günü “Şehriyâr Günü” olarak kabul edilmiş, ölümünden sonra da evi müze hâline getirilmiştir. Şairin ölüm günü, O'nun anısına, İran'da “Millî 73
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Şiir Günü” olarak kutlanmaktadır. “Heyder Baba dünya yalan dünyadı Süleyman’dan, Nuh’dan kalan dünyadı Oğul doğup derde salan dünyadı Her kimseye her ne verip alıpdı Eflâtun’dan bir kuru ad kalıpdı” dizelerinin büyük şairi Şehriyâr, 1929 yılında ön sözünü dönemin ünlü şairlerinden Bahtiyar, Nafisî ve Muhammed Tagrî Bahar'ın yazdığı ilk şiir kitabını neşreder. Onu “Şehriyâr” olarak asıl şöhrete kavuşturan şiiri ise bildiğiniz gibi “Heyder Baba’ya Selâm” adını taşır. Bütün Türk dünyasının dilinden düşürmediği ve 76 dile çevrilen meşhur bir manzumedir bu. Merak edenler için yeri gelmişken söyleyelim ki “Heyder Baba”, Şehriyâr’ın köyünün üstünde kurulu olduğu dağın ismidir. Şehriyâr, anadili Türkçeden başka mükemmel derecede Farsça ve Arapça, iyi derecede Fransızca bilirdi. Gençliğinden beri musiki ile yakından il-
gilenmiştir. Çok güzel tar çalan Şehriyâr'a İran'ın meşhur musikişinaslarından Ebulhasan Seba, Dervişan’dan kalma kıymetli bir tar hediye etmişti. Şehriyâr, İran'ın ünlü hanende ve sazendelerinden Ebulhasan Han İkbal, Kamer, Kerimağa Safi ile dost olmuş, Ebulhasan Seba dâhil birçoğuna ölümleri vesilesiyle Farsça ve Türkçe mersiyeler yazmıştır. Şehriyâr'ın en büyük zevklerinden birisinin de güzel hattıyla yazdığı Kur’an ayetlerini dostlarına hediye etmek olduğu söylenir. Tebriz’de, merhum Şehriyâr’ın bugün edebiyat müzesi hâline getirilmiş evine de uğradık. Ömrünü geçirdiği evinin bütün odalarında ondan hatıralar var. Yazı takımlarından tutun da gündelik olarak bir evde kullanılacak ne varsa. Salonda camekânlar içinde geride kalan göz nuru eserleri, basılmış kitapları. Gazetelerde ve dergilerde yıllar boyu kendisiyle ilgili olarak yapılan haberler, fotoğraflar, hakkında yazılan yazılar. Duvarları süsleyen kişisel eşyaları, hatıraları. Hâliyle tarihe mal olmuş bir büyük edebî şahsiyetin bir ömür haşır neşir olduğu eşyalarıyla, kitaplarıyla sıcağı sıcağına karşılaşmak, birlikte olmak beni fazlasıyla duygulandırıyor. Tebriz’e gelenlerin görmeden geçemeyecekleri yerlerden
74
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
biri olmalı burası. Evet, “Şehriyâr bir Tebriz evladıdır. Tebriz kadar «güngörmüş», Tebriz kadar sebatkâr, Tebriz kadar Müslümandır...” Acılar içinde bir ömür geçiren bu aziz ruhun kabrinde rahat ve huzur içinde olması için dualarımızı bırakıp ayrılıyoruz hatıralarından. Hoşça kal Türkçenin bu topraklarda öldükten sonra bile yükselen sesi. Hoş kal Tebriz’in derviş yürekli şairi. O anda, bir başka Tebriz evlâdı, büyük şair, Hümam Tebrizî’nin Makbere-i Şu’arâ’daki kabri başına nakşedilmiş şu mısraları geliyor dilimin ucuna: Hâne-i imrûz behiştest ki Rıdvân încâst Vakt perverden-i cânest ki cânân încâst Nîst mârâ ser-be-sitân u reyâhîn imrûz Nergis mest ü gül ü serv-i hırâmân încâst çarşı -pazar tebriz
“İnsan bir yere varmak için değil, seyahat etmek için seyahat eder.” Goethe Erzurum’a yolu düşenler bilirler, şehrin en önemli yerlerinden biridir Tebriz Kapı. Şimdilerde sadece adı kalmış bu kapının karşılığını aradım Tebriz’de. Erzurum Kapı yok ama başka kapıları var Tebriz’in. İstanbul Kapı, Gecil Kapı, Bâgmîşe Kapısı… Surhâb Kapısı en tanınmış olanı. Bizim “Nargile” dediğimiz şeye Tebrizliler “Kalyan” diyor. Surhâb Kapı’da bir kalyan kahvesine giriyoruz. Kalyan çekemiyoruz ama büyük bardaklarla içtiğimiz çayın sayısını unutuyoruz. Bu kahvelerde sigara içmek yasak. Çok sıkı bir yasak olmasa da sigara içeni pek görmedik. Aslında dikkati çeken bir şey var burada: Sokaklarda sigara içen hemen hemen yok gibi. Bir zamanların Tebriz’ini daha yakından görmek ve hatta yaşamak isterseniz Makbere-i Şu’ara ziyaretinden sonra yolunuzu buraya, kadim Tebriz’in kalbine düşürmelisiniz. Eski Tebriz’in eski insanlarını da tanıma fırsatı bulmanız mümkün buralardaki köhne dükkânlarda. Kalyan çeken gençlere diyorum ki: “Gençler bize müsaade, gece olmadan görmemiz gereken çok şey var Tebriz’de. Onun için bize Tebriz’in gündüzleri lâzım. Birisi
hemen atılıyor, Ağa, bize de İstanbul’un geceleri lâzım!... Kahvede bir kahkaha tufanı kopuyor. Bu zekice ve de içinde muzırca manalar barındıran hazır cevap karşısında gülmeyip ne yaparsınız!? İmam Humeyni Caddesi, Tebriz’i doğudan batıya iki parçaya bölen bir ana cadde. Bu caddenin bir ucunda Tahran’a giden ana yol, diğer ucunda ise Tebriz’in meşhur demiryolu istasyonu bulunuyor. 1960’lardan itibaren Tebriz, İran’ın büyük endüstri merkezlerinden biri hâline gelmeye başlamış. Özellikle “Ak Devrim”le birlikte şehirde yeni imar faaliyetlerine girişilmiş, yeni ve geniş bulvarlar açılmış, yine yalnız İran’ın değil aynı zamanda Orta Doğu’nun en büyük ve en donanımlı istasyon binası Tebriz’de inşa edilmiş, böylece bir yandan yeni yapılan demir yollarıyla Türkiye üzerinden Avrupa’ya, diğer taraftan da Orta Doğu’nun diğer ülkelerine bağlantı sağlanmış. Son yıllarda giderek büyük binalar, gökdelenler, iş merkezleri yapılmış ve yapılmaya hızla devam ediliyor Tebriz’de. Hemen her binanın çatısında bir çanak anten göze çarpıyor. Hemen hemen her Tebrizli Türk televizyonlarını seyrediyor. Bazılarının söylediği gibi Türkiye’den yapılan televizyon yayınlarına getirilmiş bir yasaklamayı ben görmedim. Hatta gençlerin bu yayınlara olan ilgisi tahminlerin ötesinde denilebilir. Türkiye’de olduğu gibi İran’da da bilhassa gençler arasında cep telefonu salgını had safhada. Tebriz şehri “nahiye” adı verilen altı yönetim bölgesine ayrılmış. Meselâ bunlardan 1.bölge Tebriz Üniversitesi’ne ayrılmış olup bütün fakülteleriyle bir kampüs oluşturulmuş. Ayrıca askeri garnizon, sular idaresi, radyo ve televizyon tesisleri de bu bölge içinde. Tebriz’in kuzey ve güney taraflarını içine alan 2, 3 ve 5. bölgeler, daha ziyade orta ve düşük gelirli halkın oturduğu mahalleler. Uluslararası Tebriz hava alanını da içine alan 4.bölge, şehrin batısında istasyon binasına doğru oldukça geniş bir alana yayılmış.. 6.bölge merkez. Valilikle beraber çok sayıda devlet dairesini, ticaret merkezlerini ve bu arada büyük Tebriz kapalı çarşısını da içine alan bir bölge burası. Tebriz’e çok uzak olmayan meşhur Meraga ve Merend şehirleri, Tebriz’in sebze ve meyve ihtiyacını karşılayan önemli merkezler arasında. Tebriz’in, eskiden beri el sanatlarında ve bilhassa
75
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
halıcılıkta büyük şöhret kazanmış bir şehir olduğunu söylemiştim. Halıcılığın yanı sıra kilim, seccade, iğne işleri gibi küçük sanat dalları da gelişmiş burada. Tarih boyunca Tebriz’in bir kültür ve sanat şehri olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? İran’a gidersek ne yer ne içeriz diye meraklanmaya gerek yok. Yemekleriyle damak tadımız uyuşuyor aslında... En meşhur yemekleri cilo veya celo kebap. Tebriz köftesini de ihmal etmeyin bence. Yanında mutlaka yağsız pirinçle yapılmış tepeleme bir tabak dolusu pirinç pilavı ile beraber. Üzerinde safran ve tereyağı mutlaka bulunmalı. Fakat hepsini bitirmeniz mümkün değil!... Ama illâ ki Abguş!... Canınız çorba isterse eğer “sub” demeniz gerekir garsonlara. Sub, şu İngilizcedeki “Soup”un İran’daki kardeşi. Çorba, etin suyuna diyorlar. Tebriz’in kızıl alabalığı, balı ve kaymağı da meşhur. İran’da somun ekmek yok. Yemeklerde lavaş veya sengek -fırında çakıl taşları üzerinde pişirilmiş lavaşa benzer ekmek- veriliyor. İran’da en güzel yemeklerin de Tebriz’de pişirildiğini üzerine basa basa söylüyor Tebrizliler. Açıktan alkol satışı yok İran’da. Çayı da Erzurumlular gibi “kıtlama” içiyor Tebrizliler. Tabirimi hoş görün. Tebrizliler de bunu olumsuz manada anlamasınlar lütfen, Tebriz bir tarih mezarlığı aslında.. Tarih müzesi mi demek lazım, bilmiyorum. Şehir merkezinde, bugün bir toprak yığınından ibaret “Rub’-ı Reşîdî Kalesi” ve yine Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’ın yaptırdığı, ancak bugün ortada adından başka bir şey kalmayan Hasan Padişah Mescidi’ni ise üstad Evliya Çelebi anlata anlata bitiremiyor. Tebriz’deki tarihî yapıların en önemlilerinden biri de Sultan Celâyir tarafından yaptırılmış olan 20.000 odalı muhteşem saraymış, ne yazık ki bu muhteşem eserden de günümüze ancak “Devlethane” veya “Hane-i ikbal” diye bilinen bir kısmı ulaşabilmiş. Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde!... Kimler gelip kimler geçmemiş -ya da geçememiş- ki bu kadim şehirden. Meselâ meşhur hükümdar Gazan Han, Tebriz’de, eski ismiyle Şam şimdiki adıyla Kara Malik Mahallesinde yatıyor Tebrizî. Ama ondan da bir eser kalmamış ne yazık ki. Yine Tebriz’in o meşhur eski kapılarından
birinde efsanevî kumandan Efrasyab’ın kesik başının bulunduğu ve bu nedenle de bu kapının “Dervâze-i Sar” adını aldığı söyleniyor. Harzemşahların son hükümdarı, büyük kumandan Celaleddin Harzemşah da Tebriz’in fatihlerinden biri. Tebriz’in bir başka fatihi meşhur Safevî Hükümdarı Şah İsmail. Annesi Alemşah Begüm’ü, haksız cinayetlerine karşı çıktığı için bu şehirde cellatlarına boğdurmuş. Kabri Erdebil’de Şeyh Safî türbesinde… Şah İsmail’in oğlu Şah Tahmasp bu şehirde doğmuş. Yine meşhur Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, Tebriz’de oğlu Sultan Yakup ile birlikte kendi yaptırdığı Nasrıyye Medresesi haziresinde metfun. Karakoyunlu Hükümdarı, aslen Mardinli olan ve “Hakîkî” mahlasıyla şiirler yazan meşhur Cihanşah’ın da Tebriz’de metfun olduğunu bilir miydiniz? Yavuz Sultan Selim de Çaldıran zaferinden sonra Tebriz’e gelenler arasında bildiğiniz gibi. Efendim, Tebriz’de daha daha nereleri gezip görelim derseniz Antik Kırk Kız Köprüsü’ne, Üstad ve Şakird Mescidi’ne, Kızıl Kümbed’e, Şeyh Şehabeddin Türbesi’ne, Gülşen-i Râz adlı eserin meşhur yazarı, büyük sûfîlerden Şeyh Muhammed Şebüsterî’nin türbesine gidebilirsiniz. Eğer hâlâ; Tebriz’de gezecek başka yer kalmadı, ama zamanımız da var diyorsanız, şehre yaklaşık 4050 km. uzaklıkta, Sehend Dağı’nın eteklerinde kurulmuş bulunan Kendovan kasabasına gidebilirsiniz. Burası tabiri caizse İran’ın Kapadokya’sı. Mağara evleri ve balıyla meşhur, dünya kültür mirası listesi içinde yer alan Kendovan’ı -vaktiniz varsa- mutlaka görün, derim. Tebriz’e yeniden dönmek üzere ayrılıyoruz. Niyetimiz akşam uçağıyla Şiraz’a uçmak ama düşündüğümüz olmuyor. Çünkü fiyatlarının ucuz oluşu nedeniyle burada çok önceden bilet almak gerektiğini çok geç öğreniyoruz. Türkiye’den de seferlerin bulunduğu uluslararası bir havaalanı var Tebriz’in. Ülkenin bütün şehirlerine otobüs bulabilirsiniz buradan. Trenle başkent Tahran’a geçmek de mümkün. Otobüsler ve trenlerin de İran’da son derece temiz ve rahat olduğunu bilesiniz. Ve de Türkiye’ye nispetle çok çok ucuz olduğunu da belirtmiş olayım. İran’a gelir gelmez cep telefonlarınız için İran-Cell’den bir hazır kart telefon hattı alırsanız Türkiye ile haberleşme sıkıntınız da olmayacaktır.■
76
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
ZAMANI GELDİ
Gönlümde yeşeren gonca güllere, Elveda demenin zamanı geldi. Elimden kuş gibi uçan yıllara, Elveda demenin zamanı geldi. Dikenli bir yoldu önümde hayat, Ruhum incinse de etmedim feryat. Bir kerecik olsun demeden “heyhat”, Elveda demenin zamanı geldi. Daim çiçek açtı dilimde şükür, Hırsımı hor gördüm, nefsimi hakir. Canımla can olan dostlara bir bir, Elveda demenin zamanı geldi. Yaş döktü gözlerim hep için için, Hoş gördüm âlemi Yaradan için. Kalbinizde dostlar bana yer açın, Elveda demenin zamanı geldi. Ey kara kışlarım, ey ilkbaharım, Ey sıcak gülüşüm, ey âh ü zârım, Ey canımın içi hatıralarım, Elveda demenin zamanı geldi. Acıları bal eyledim dilime, Kemlik göstermedim nazlı gülüme, Son biletim verilince elime, Elveda demenin zamanı geldi.
YUSUF DURSUN
77
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Mustafa Miyasoğlu'nun ardından BEKİR OĞUZBAŞARAN
E
debiyatımızın renkli şahsiyetlerinden birini daha ebediyete uğurladık. Altı-yedi aydan beri asrın menhus hastalığına yakalandığı anlaşılan Mustafa Miyasoğlu, İstanbul Bağcılar’daki Metropol Hastanesi’nde bir Ağustos Perşembe günü öğle vakti, saat 13.00 sularında emaneti sahibine teslim etti. Son demlerinde oğullarından biri yanında idi. Çok rahat bir ölüm olduğunu söylüyorlar. Allah gani gani rahmet eylesin. Mekânı, makamı cennet olsun. Merhum Miyasoğlu, bendenizin elli beş yıllık dostu, arkadaşı, gönüldaşı idi. Kayseriliydi. Aynı memleketin evladı idik… Doğum tarihini önceleri 1947 diye yazardı, daha sonra 1946 diye yazmaya başlamıştı. Kendisine bunun sebebini sormamıştım. Yaşıttık, taydaştık, akrandık. Vefat ettiğinde 67 yaşında bulunuyordu. Belki uzun değil ama dolu dolu bir hayat yaşamıştı. Ardında otuzdan fazla eser,
Miyasoğlu ailesini Tanzimat Devrinin meşhur hâce-i evveli (İlk öğretmeni), yazı makinesi Ahmet Mithat Efendi ailesine benzetirim. Onlar da yazan, yayınlayan, dağıtan; ilme, irfana, İslâm ve medeniyete, insanlığa ömür boyu hizmet eden bir aileymiş. 78
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
hayrülhalef üç tane aslan gibi erkek evlat bıraktı. Mehmet, Emre ve Eren, babalarına son derece itaatkâr ve bağlıydılar. Tabiî annelerine de. Babalarının manevî vârisi olacaklarından da eminim. Üçü de ehl-i kalem ve ehl-i kelâm gençlerdir. Nilüfer Yenge de öyle. Hepsine cân ü gönülden baş sağlığı diliyorum. Allah kendilerine sabr-ı cemil, hayırlı ve uzun ömürler versin. Bendeniz, Miyasoğlu ailesini Tanzimat Devrinin meşhur hâce-i evveli (İlk öğretmeni), yazı makinesi Ahmet Mithat Efendi ailesine benzetirim. Onlar da yazan, yayınlayan, dağıtan; ilme, irfana, İslâm ve medeniyete, insanlığa ömür boyu hizmet eden bir aileymiş. Edebiyat tarihleri ve biyografi kitapları böyle yazıyor. Miyasoğlu ailesinin de -mâlum- Konak Yayınları var. Okuyucularımız mazur görsünler, acımız çok taze, o bakımdan söze nereden başlayacağımı, nasıl sürdüreceğimi, nasıl sona erdireceğimi ben de bilmiyorum. Bugün Ağustos’un on dördü. İki haftadır, hangi mekânda olursam olayım, kimlerle beraber bulunursam bulunayım, bir manevî sancı içinde kıvranıyor, elime kalemi bir türlü alamıyorum. Nihayet bugün kendimi toparlayarak şu naçiz satırları dökmeye başladım. Takdir edersiniz ki, hiç de kolay değil, bir insanın elli beş yıllık arkadaşını kaybetmesi. On iki yaşından beri tanışır, bilişir, konuşur, hâlleşirdik rahmetliyle. İkimiz de Kayseriliydik. İkimiz de fakir aile çocuğu idik. İkimiz de Kayseri Askerî Anatamir Fabrikası Çırak Okulu’nda okumuş, oradan mezun olmuştuk. Adı geçen okulu bitirenlerden biri de merhum tiyatrocu, şair, yazar, gençlik kitapları müellifi, eski sendikacı Hasan Nail Canat’tı. Ben, Çırak Okulu’na 1957’de on iki yaşında ikinci dönem öğrencisi olarak girmiştim. Miyasoğlu ve Canat benden bir sınıf arkadan geldiler. Bu okulların amacı, askerî fabrikalara kalifiye işçi, eleman yetiştirmekti. Bu okula ellişer kişiden beş dönem öğrenci alındı. Daha sonra Kara Kuvvetleri, Genel Kurmay, sanırım maksat hâsıl olduğu için kapattı. Kayseri’de
sanayinin gelişmesinde bu ve benzeri okul mezunlarının önemli bir rolü olmuştur. Kayseri’de Tayyare Fabrikası’nın ve Devlet Demir Yolları İşletmesi’nin de birer çırak okulu vardı. Mustafa ve ben motorcu idik. Hemen hemen aynı atölyelerde, aynı servislerde çalıştık. Üç yıllık okulun üç yıl da mecburi hizmeti vardı. Onların hepsini tamamladık. Okulda öğleye kadar ders görür, öğleden sonra tulum giyip fabrikada çalışırdık. İkimiz de uzun yıllar beden işçisi olarak çalıştıktan sonra fikir işçisi olarak yolumuza deva ettik. Bakanlık, okulumuzun denkliğini kabul etmediği için, orada sanki üç yıl ortaokul okumamış, endüstri meslek liselerinin orta kısmına denk hatta daha üstün bir eğitim ve öğretim görmemişiz gibi, Millî Eğitim’in, sonraları kısmen düzelteceği, yanlış bir kararı yüzünden dışarıdan ortaokulu bitirme sınavlarına girmek ve bütün derslerini vermek zorunda kaldık. Peşinden Kayseri Akşam Lisesi’ne kaydolmuştuk. Üç yıllık lise müfredatı akşam liselerinde dört yıla yayılmıştı. Dört yıl boyunca gündüz fabrikada işçi olarak çalışıp akşam okulda ders görerek orayı da bitirdik. Bendeniz 1965’te İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Bir yıl okuduktan sonra Edebiyat Fakültesi Türkoloji Gece Bölümü’ne geçtim. 1966’da orada Mustafa’yla beraber okumaya başladık. Mustafa 1973’te okulu bitirip Şehremini Lisesi Edebiyat Öğretmenliği’ne atandı. Ben biraz daha oyalanıp 1975’te mezun oldum. Develi İmam-Hatip Lisesi’ne tayinim çıktı. Miyasoğlu, İzmit İmam-Hatip Lisesi’nde de yıllarca Edebiyat öğretmenliği yaptı. Uzun yıllar Mimarsinan Üniversitesi’nde Türk Dili Okutmanlığı’nda bulundu. Beş yıl kadar Pakistan’da Türkçe ve Türk Edebiyatı okuttu. Zügüdar adlı özgün gezi kitabı o yılların mahsulü ve hatırasıdır. Miyasoğlu, anlatmakla bitirilecek bir adam değildir. Yukarıda özetin özeti olarak verdiğim resmî hayat ının dışında sözlerimi şöyle bitirmek istiyorum: “Altmış yedi yıllık bir romandır Mustafa Miyasoğlu.” Yattığı yer, “Cennet bahçelerinden bir bahçe” olsun. Hepimizin başı sağ olsun… ■
79
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
ŞEMSETTİN ÜNLÜ ile Yukarışehir üzerine
Tarih ile roman ilişkisi nasıl olmalıdır sorusuna cevabım roman yazarının tarihi değiştirme gibi bir hakkı söz konusu olamaz. Yani tarih ne diyorsa ben onu yazıya aktarmalıyım. Çünkü o yaşayanların kendilerini savunma hakkı söz konusu değil.
A. FARUK GÜLER
Bu toprakların yetiştirdiği önemli bir yazarsınız. Eserlerinizde Elazığ’ın izlerini görmekteyiz. Özellikle Yukarışehir romanında Harput’u dolayısıyla Elazığ’ı okumaktayız. Bu tür eserler hem edebiyatımız hem de şehrimiz için nadide eserler. Yukarışehir romanından bahsetmek benim de severek yaptığım bir şey. Bu kitapla ilgili sorular genellikle “Neden kitabın adı Yukarışehir.”şeklinde. Bizim zamanımızda kimse Harput demezdi, herkes Yukarışehir olarak adını ifade ederdi. Orası Yukarışehir’di, Bugünkü Elazığ’a Mezre derlerdi. Ben de romanı yazarken adı ne olsun diye hiç düşünmedim. Romana ad vermek önemlidir, düşünürsünüz günlerce fakat bu eserimde ben hiç düşünmedim hemen Yukarışehir adını koydum. Hem Doğu’da hem Batı’da Yukarışehir’de yaşananlar az yaşanmış bir olaydır. Başka şehirlerde bir örneği daha var mı bilemiyorum. Diğer şehirlerde daha çok depremler var, işgaller var. Yukarışehir romanını kaleme alma sebebiniz nedir? İlkokul birinci sınıfı ben Harput’ta okudum. Harput’un girişinde şu an restore edilmiş olan bina bizim konaktı. Harput’u o dönemde yaşadım. O zamanlar Harput’ta hayat henüz ölü değildi. Çarşıda dükkânlar vardı, iki fırın vardı, iki hamam vardı, hamamlardan birisi hiç yanmaz oldu, öteki arada bir yanmaya başladı. Sarahatun
Camii’nin arkasında büyük çarşının ara sokaklarında yemeniciler çarşısı, saraçlar çarşısı, bakırcılar çarşısı vardı. Bunların izlerini gördüm ve yaşadım. Daha sonra bunlar da indiler aşağı mezreye, aşağıda da bu çarşılar kuruldu, neticede bir iniş başlayınca gerisi kendiliğinden geliyor. Maalesef bu iniş sonrasında evlerden geriye kalanları, ağaçları hep kireç ocaklarında yaktılar. Günlerce sürdü, yaklaşık iki yıl sürdü sanırım. Bir kısım aileler de evlerinin kapılarını, kıyamadıklarını aşağıdaki evlerine taşıdılar. Bu süreçte bir de baktık ki Harput yok olmuş. Bağlarda kalanlar bir tek kaldılar, bir de merkezde birkaç ev. Bende şiir bir tutkudur. İlk dönemlerimden beri şiir yazarım. Tüm bunları yaşamak beraberinde bunun romanını da yazmayı getirdi. Yazdığınız roman var olduğu sürece Harput’u yaşatacaktır. Bu noktadan hareketle bir sanat eserinin insana faydası ne olmalıdır? Bunu duymak beni mutlu ediyor, teşekkür ediyorum. Harput, canlı olduğu zamanlarda müziğiyle, dokumasıyla, ipekçiliğiyle, dericiliğiyle öne çıkmış bir merkez. Cıvıl cıvıl bir şehir. “Harput neden böyle oldu?” sorusunu çok sık duyuyorum. Elbette bunun birçok sebebi var. Bir tanesi, tehcir kanunu nedeniyle göç eden Ermeni aileler. Birçok sanatkâr, usta, malumunuz Ermeni aileler içerisinde yer almakta. Tehcir kanunu neticesinde
80
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Soldan sağa: Mustafa Yalçın, Ömer Kazazoğlu, Necati Kanter, Şemsettin Ünlü, Nazım Payam
göç eden ailelerle ilgili bu sözlerim yanlış anlaşılmasın Harput’ta hiçbir zaman ermeni soykırımı olmamıştır. Giden yaklaşık yüz elli kişi vardır fakat hiçbir şekilde soykırım söz konusu değildir. Dedemden, babamdan hiçbir şekilde duymamışımdır. Roman yayınlandığı dönemde eserle ilgili size ulaşan eleştiriler neler oldu? Bu eser hakkında yazılan yazıları toplasam mutlulukla söyleyeyim hacimli bir kitap olur. Eleştirmenlerin çok güzel yazıları oldu. Semih Gümüş, Mehmet Erdoğan, Pertev Naili Boratav gibi isimler eser hakkında oldukça güzel sözler söylediler. Boratav o zaman Fransa’da yaşıyordu, bana bir mektup göndermişti. Kendi el yazısıyla yazdığı mektubu benim için aldığım ödüllerden daha kıymetlidir. Mektubunda diyordu ki: “Biliyorum bu romanın arkasından yeni eserlerin geleceğini ve bekliyorum.” diye güzel şeyler yazmıştı. Gerek dergilerde yer alan yazılar gerekse bana söylenen ifadeler, hep olumlu yönde oldu. Daha sonra Toprak Kurşun Geçirmez adlı eserim yayınlandı ki o daha çok geniş Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında geçiyor. Harput’u, Elazığ’ı tekrar yazmak isteseniz bugün anlatacağınız şeyler neler olabilir? Bir kuşak içerisinde şehir adeta on beş kat büyür mü? Var mı böyle bir olay? Hızlı bir değişim söz konusu. Belirli bir kültüre sahip olan bu şehir üstelik bir de o kültürü korumaya çalışmakta. Siz de dergi olarak gerçek anlamıyla bu değişimin içerisinde çok zor ve bir o kadar güzel işler yapmaktasınız. Bunlar göz ardı edilemez elbette. Bu
değişime dikkat edilebilir sanırım. Elazığ’da geçmişten bugüne kültürel bir gelişme görüyor musunuz? Yani saygı ve sevgi gitgide zayıflıyor. Onun yerini sanat doldurabilir mi? Dayanışma sağlayabilir mi? Elazığ’a çok sık gelemiyorum ancak Ankara’da Elazığ derneğinin toplantılarına katılıyorum. O toplantılarda böyle bir zayıflama göremiyorum. Çok değerli insanlar var gerek il dışında gerekse Elazığ’a geldiğimde tanıştıklarım arasında. Sizler bu kültürün örneğisiniz. Sevginin, saygının, bağlı olduğunuz kültürün özelliklerini taşıdığınızı görüyorum. Ancak aynı zamanda bir deformasyon da söz konusu. Bütün toplumda görülen bozulmanın yansımalarını Elazığ’da da görmek mümkün. Bir kargaşa, itiş kakış, saygı noksanlığı insanların ortaklaşa kullandıkları mekânlarda maalesef yaygın. Tek tek insanlarla karşı karşıya geldiğinizde eski kültürün izlerini taşıdıklarını, o kültürü korumuş olduklarını görüyorsunuz. Ancak toplu mekânlarda bunu görebilmek mümkün değil. Eserlerinizi nasıl kaleme alıyorsunuz yahut bu süreç nasıl işliyor? 1980 yılında bir boşluk oluştu hayatımda, emekli de olunca tabi, işte o boşluk içerisindeyken günde 6-7 saat çalışarak romanımı hazırladım. Yukarışehir romanımın yazılıp bitmesi aşağı yukarı beş yıl sürdü. Ben kolay yazan bir insan da değilimdir. Güç yazarım, değiştiririm. Bu şekilde uzun soluklu bir çalışmanın ürünü oldu eserlerim. Yukarışehir ile bitmedi tabii. Yukarışehir’in yok olma nedenlerinden biri de 93 Harbi idi. 93 Harbi’nin de yazılması gerektiğini düşündüm.
81
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Bu harbe babamın dedesi 200 gönüllüyle birlikte katılmış. Sunguroğlu’nun kitabında bu bilgi yer almaktadır. Onların öyküsü ne olabilir sorusu da zihnimde yer alıyordu. O 200 kişiden geriye 34’ü dönmüş. Bu da büyük bir dramdır. 93 Harbi tam anlamıyla Osmanlının sonu olmuş, sonunu hazırlamıştır. Bu savaş Anadolu insanının bilincine işlemiştir. O dönemlerde konuştuklarında 93 Harbi’nden önce doğdu yahut sonra dünyaya geldi gibi söylemler bulunmakta ve bu da insanımızın bilinç dünyasına nasıl yerleştiğinin bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Halk bu savaşla, çöküşün gerçekleştiğinin de farkına varıyor. Tarihimize baktığımızda anlatılacak o kadar çok hikâye var ki… Bunları kaleme almalı, filmini çekmeliyiz diye düşünüyorum. Sizin yaptığınız da bu aslında. Haklısınız, ben de bu durumdan oldukça şikâyetçiyim. Tarih ile roman ilişkisi nasıl olmalıdır sorusuna cevabım roman yazarının tarihi değiştirme gibi bir hakkı söz konusu olamaz. Yani tarih ne diyorsa ben onu yazıya aktarmalıyım. Çünkü o yaşayanların kendilerini savunma hakkı söz konusu değil. Halkın ilgisini çekmek için, roman okunsun diye değiştirir de ilginç hale getirmeye kalkarsan bu haksızlık olur. Yapılmaması gerekir. Benim roman anlayışım budur. Eğer tarihi konu ediniyorsam gerçeği ele almalıyım. Günümüzde yazarların büyük çoğunluğu İstanbul’da. Doğumlarıyla, eğitimleriyle İstanbullu değiller. İstanbul’a yerleşmişler, yazarlığı orada yapıyorlar. Daha sonra ikinci bölge Adana, sırasıyla İzmir, Trabzon ve Diyarbakır gelmekte. Hâlbuki Doğu Anadolu bu vatanın en çok anlatılması gereken bir parçasıdır. Orada yaşananlar çok daha romantik diyelim. Kemal Bilbaşar’ın Kemal Tahir’in bu bölgeyi anlatan eserleri var. Kemal Tahir, tarihi doğru yorumlamıyor bence. Büyük ve iyi bir romancı ancak tarihi kendi bildiğiyle tahrif ediyor, bu da doğru bir davranış değil tabii. Günümüz insanı Kurtuluş Savaşı mücadelesini batılı yazarların bakış açısıyla, batılı askerlerin tutmuş oldukları günlüklerle öğrenmekte. Kendisine yabancılaşan bireyin yine kendi tarihini bir başkasından dinleme sevdası da söz konusu. Televizyon kültürü de bunda hayli etkili. Yanlı, değiştirilmiş, tahrif edilmiş tarihimizi televizyonlarda batılı gözle seyrediyoruz. Belki de bu bir süreçtir. Her toplumun yaşa-
ması gereken bir süreç. Tabiki tarihi tahrif etmek hiç de hoş değil. Mutlaka gerçeği yazmak lazım diye düşünüyorum. Turgut Özakman var örneğin. Şu Çılgın Türkler’i yazdı. Ancak sadece olayın bir yönünü yazmak olmaz. Çılgınca bir savaştır Kurtuluş Savaşı, o yönüyle anlatmak hakkıdır ama bu çılgınlıklar içerisinde nice trajediler yaşanmıştır. Aynı dönemlerde ben de İsmet Paşa’nın Ağır Topları adlı eserimi yazmıştım. Ancak benim eserimde her ayrıntısı işlenmiştir. Tasavvur edin, Kurtuluş Savaşı yapılırken 26 iç isyan vardır. Eserde onları anlatmak gerekli çünkü orda da bir trajedi bulunmakta. Türk toplumuna zarar vermez bu durum, ancak sanatın amacı eserde o acıların da anlatılmasıdır. Sizin gibi güçlü kalemlerin yeni eserlerini merakla bekliyoruz. İlerleyen süreçte herhangi bir çalışmanız söz konusu mu? Az önce de söylediğim gibi roman yazmak benim için hayli meşgul edici bir çalışma temposu getiriyor. Bilemiyorum ne olur… İsterseniz şu an iki kitaptan bahsedeyim. İlki Bin Beyaz Karanfil. Ben roman yazmaya başladıktan sonra şiir yayınlamadım. Yazdığım şiirleri hep sakladım. Daha sonra onları dönüştürüp tekrar tekrar onardım. 2012’ye kadar olan şiirlerimi bir kitapta topladım. Şiir kitabıma bir önsöz yazdım, önemlidir benim için. Yaklaşık 45 şiir oldu, Bin Beyaz Karanfil adıyla Manas Yayınları’ndan çıktı. Bir de Kurbağa Avcıları adıyla bir öykü kitabım var, dokuz öyküden oluşmakta. Şimdiye kadar dergilerde hiç öykü yayınlamadım. Şiirlerimde yayınlanmış olanlar var fakat öykülerim daha önce hiç yayınlanmadı. Öyküde güzel bir yan var, sanal öğeler katabiliyorsunuz anlatıya. Romanda yapılamayacak bir özelliği öyküde yapabiliyorsunuz ve öyküye çok yakışıyor. Bir konuşmanız esnasında dediniz ki: “ben bu dili annemden öğrendim”. Bu cümlenizden hareketle anadil veya son iki yüz yılda Türkçe roman dilini yakalayabilmiş midir? Annelerimizin bize ilk öğrettiği şey, dilimiz. Şunu belirteyim, tereddütsüz bizim annelerimiz, Harput’un anaları, bize öyle güzel bir dil öğrettiler ki, öyle kıvrak bir dil ki, hiç kuşku yok büyük bir yetkinliğe sahip. Bu dil, roman dili olarak çok uygun bir dil. Roman dünyasında bir kadını konuşturacaksanız bunu ben kendi annemde kolayca bulabiliyorum ve romanın akışı içerisinde hiç yadırganmıyor. ■
82
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Şehrimizde yeni kitaplar M. NACİ ONUR
G
eçmişten bugüne kadar kitap, insan hayatında çok önemli bir iz bırakmış ve yer işgal etmiştir. İnsanın duygu, düşünce ve hayal birikimlerini sözle ifade ettikten sonra, bunları nesillere intikal ettirmek maksadıyla kalıcı hâle getirmek gerektiğinde kitaplaştırma amaçlanır. Bu bakımdan kitaplar, insanların bilgi hazineleridir. Birer banka gibidirler. Manevi ihtiyaçlarımızı tatmin etmek istediğimizde, bu bankalara müracaat ederiz. Kitaplar; sadece roman, şiir, hikâye gibi edebî kıymeti haiz eserler değillerdir. Günümüzde; güzel sanatların her dalında, resim, heykel, karikatür, sinema, müzik, kültürel veriler, antika eşyaların fotoğrafları, çeşitli fotoğraflar, minyatürler vs. ortaya konan çalışmaların toplandığı değerli eserler de kitaplaştırılmıştır. Matbaanın olmadığı dönemlerde çeşitli bilgiler; elle, harfler marifetiyle divit, kalem ve mürekkeple kâğıtlara aktarılır, bu kâğıtlar bir araya getirilerek ciltlenirdi. Hatta Kur’an da elle yazılır ve çoğaltılırdı. Bu işlemin adına kopyalama, eski deyimle ‘istinsah etme’ denilmektedir. O zamanlar bu işi yapan kişiler, yani hattatlar,
geçimlerini bu yolla temin etmekteydiler. Zira matbaa yoktu. Bir istatistik yapılmış olsa, ülkemizde en fazla kitabın basıldığı yerin İstanbul olduğu sonucu çıkar diye düşünüyorum. Zira ülkemizde teknoloji en iyi tarzda, ilk defa bu şehirde uygulandığı gibi, yazar ve çizerlerin yoğunluğunun da burada olduğu gerçeği bu sonucu verebilir. Şehrimizde de kültürel faaliyetlerin yoğunluğu yanında, bu faaliyetlerin hemen hepsinin içinde yer alan yazar ve şairlerimizin iki mekânda toplandıklarını görüyoruz. En yoğunu ve faaliyetlerin organizasyonunu yapan ve sekizinci yılını dolduran Manas Yayıncılıktır. Diğeri ise Elazığ’da üç ayda bir yayınlanan, İstanbul’da yayınlanan dergilerden farksız ve on dördüncü yılını idrak eden Bizim Külliye dergisidir. Her iki kurumda toplanan kültür insanları, çok güzel ve kalıcı faaliyetlere imza atarken, çoğu buralara mensup bu sanatkâr kişiler, 2013 yılında yeni kitaplarını da yayınladılar. Sadece 9 eseri Manas Yayıncılık yayınladı. Bunlar Necati Kanter’in Bizim Şehrin Divaneleri, Dr. M. Naci Onur’un Harput-
83
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Bir istatistik yapılmış olsa, ülkemizde en fazla kitabın basıldığı yerin İstanbul olduğu sonucu çıkar diye düşünüyorum. Zira ülkemizde teknoloji en iyi tarzda, ilk defa bu şehirde uygulandığı gibi, yazar ve çizerlerin yoğunluğunun da burada olduğu gerçeği bu sonucu verebilir. lu Divan Şairleri, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Şenel’in Elazığ İli Yer Adları, Doç.Dr. Tarık Özcan’ın Kördüğüm, Şemsettin Ünlü’nün Bin Beyaz Karanfil, Süleyman Kaan Yalçın’ın Azerbaycan Fuzuli Araştırmacılığı, Doç. Dr. Zülfi Güler’in Harput Ağzı, Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir Kıyak’ın Elazığ İli Ziyaret Yerleri’dir. Bu eserlerin yanı sıra gerek Elazığ’da gerekse dışındaki hemşerilerimizin de yine 2013 yılında yayınladıkları kitaplar oldu. Şerif Akdemir’in Çiçekten Harman Olmaz, Nurettin Uytun’un Keyfiyet Berkemal, Nevzat Ülger’in Osmanlı’nın İktisat Mantığı, Ziya Çarsancaklı’nın Gülşen-i Şuara, Levent Genç’in Tam Bir Fıkra Öğrencilerim, Lütfi Parlak’ın Su’dan Gelen Hz.Musa, Orhan Gökçe’nin Yaşam İzleri isimli eserleri. Ayrıca Bizim Külliye dergisinin genel yayın yönetmeni Nazım Payam da Ses ve Yaz’ı aynı yıl Ötüken yayınları arasında neşretti. Kültür şehri Elazığ’da edip ve şairlerin çokluğu dikkat çekiyor. Yılın ilk altı ayında 17 adet kitabın yayınlanması ve Manas Yayıncılık kurumunun bu miktarın 9 adedini üstlenmesi, bunun da mimarının yayıncılığın koordinatörü Şener Bulut olması oldukça önemlidir. Bu nev’i kitap neşriyatının şehrimizde olmasının temelini Harput’un kadim ilim ve irfan ocaklarının geçmişte var oluşuna dayandırabiliriz. Her geçen yıl basılan kitapların daha fazla oluşu, bu tezimizi doğruluyor. Gelecek yıllarda şehrimizde basılacak kitapların sayısının giderek artacağını ve okuyucu bulacağını temenni ediyoruz.■
HARPUT
Gölgesine sığınanı Tepmeyen tek şehir oydu Seven, içten olmayanı Yapmayan tek şehir oydu Konmuş aşkın kulesine Sevginin bileşkesine Kendisinden başkasına Bakmayan tek şehir oydu Mozaik içli duygudan Arınmış her tür kaygıdan Sevgiden, aşktan, saygıdan Sapmayan tek şehir oydu Bağrında ovalı, dağlı Zengin, fakir, soylu, köylü Sımsıkı hayata bağlı Kopmayan tek şehir oydu
ORHAN KOLOĞLU
84
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Bizim şehir* MAHİR ADIBEŞ
"... insanların akıl, davranış geçişleri arasında, biz her ne kadar tek tip (mertebe) görsek de aklın üstünde ve altında olmak üzere iki kısmı var. Bu iki kısım bizimle farklılık yaşadığı gibi kendi aralarında da çok uyumlu gözükmüyor."
B
izim şehir türlü türlüdür!... İnsanlar var çeşit, çeşit…Çoluğuçocuğu, yaşlısı-genci, memuru-işçisi, akıllısı-delisi, hırlısı-hırsızı, yollusu- yolsuzu, serserisi diye uzatabiliriz... Köpekler var tip tip… Sokak köpekleri-evcil köpekler, kangaltazı-zağar-fino-kaniş… Kedilerimiz var, evlerimizi paylaştığımız. Vazgeçemediğimiz atlarımız var; yağız-al-kır-doru, saf kan, beygir, binek, küheylan... Eşekler var; yük taşımaktan sırtları yara olmuş. Tavuk, horoz, kuş derken uzar gider bizim şehirde yaşayanları sayması. Çoğu zaman şehirde bu kadar canlıyla beraber yaşadığımızı fark bile etmeyiz, tıpkı aramızda yaşayan, bizden biri olup ama bizim gibi düşünüp tepki vermeyen, kural tanımayan insanların farkına varmadığımız gibi. Bunlara topyekûn “deli” deriz. Görmemezliğe gelip ya da bazen şaka olsun diye alay ederek, onları * Necati Kanter’in “Bizim Şehrin Divaneleri” adlı hikâye kitabı için.
85
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
kızdırıp gülüp geçeriz… Kim kimi idare ediyor bilinmez, onlar mı bizi yoksa biz mi onları… Necati Kanter Hocam bizim dostları yazmış, beni unutmuş, üzgün!... “O kitapta bir eksik var, seni yazmayı unuttum,” dedi, üç gündür gülüyorum. Teselli etmek için, “Canın sağ olsun bir dahaki sefer…” dedim. O da gülmeye başladı. Bu gün (18 Haziran 2013) kitap postadan çıkıp geldi. Şöyle bir bakıp gülümsedim, beni yazmayı unutmayı bırak her sayfada beni yazmış!… Necati Kanter’in Bizim Şehrin Divaneleri” adlı hikâye kitabını inceden inceye okudum. Bu hikâyeler daha önce Bizim Külliye Dergisi’nde neşredildiğinden çoğunu biliyorum. Yalnız burada benim “inceden inceye” sözüm laf olsun diye değil. Bu kitap hakkında söylenecek sözüm olsun diye böyle okuyorum. Elbette Hoca kendi üslubuyla ve hassasiyetiyle hikâyeyi yazıyor! Bu konuda hem gözlemlerini hem de hayalini belli oranlarda kullanıyor. Düşünüyor, araştırıyor, unuttuğum bir şey kalmasın derken asıldan da uzaklaşmamak için dimağını dinç ve taze tutmak zorunda olmanın sorumluluğunu taşıyor. Hikâye olarak yazılanlar; yaşayan, var olan bir canlı, sokağımızda bizden biri… İşte bu tip belgesel hikâyeler yazma malzeme, konu, kurgu olarak avantajlı olsa da merkezde kalma, hayal, yaratıcılık açısından zordur. Yani hikâye soyut sanata benzemez. Yapılabilir mi yapılır ama sonuçta yazdığınız (o) olmayabilir. Eğer “O”na bağlı kalacaksanız ve bu hikâye olacaksa çevreyi yani “Bizim Şehri” unutamaz, göz ardı edemezsiniz. Onun için diyorum ki bu zaman diliminde dimağınızı sürekli taze tutmak zorundasınız. Burada yazarın hayalleri, yaratılıcılığı yaşanmış hayatın önüne geçemez. Çünkü ortada herkesin bildiği bir hayat var ama anlatılan o hayat değil, yazarın zihin süzgecinde yoğurduğu var olan fakat başkasının ve yaşayanın yaşadığı sürece farkında olmadığı hayat. Şahane bir hikâye kitabı, “Bizim Şehrin Divaneleri”. Türk edebiyatında benzerini hatırlamıyorum. Dünya edebiyatında, “Bir
Delinin Hatıra Defteri” Gogol’un sahneye de uyarlanan hikâyesini hatırlıyorum. “Buzlar Çözülmeden” (Deli Çavuş; “Ama bütün memleket bana deli diyor.” Kaymakam; “Ona bakarsan bir sürü zırdeliye akıllı diyen milyonlarca insan yaşıyor bu dünyada.) Bu cümlelerin sahibi Cevat Fehmi Başkut’un beyaz perdeye de Kemal Sunal tarafından aktarılan tiyatrosu; tamamen kurgu. Mutlaka bu konuda yazılmış başka edebiyat eserleri de vardır fakat “Bizim Şehrin Divaneleri” isimden de anlaşılacağı gibi bu şehirde herkesle yaşayan insanlar bunlar; ister “deli” deyin ister “divane”. İsterseniz bizim şehri böyle kabul edin. “Kılık kıyafetlerinin düşkün oluşu, bakışlarındaki tedirginlikleri ve olağan dışı davranışları ile şehrimizin en sevimli insanlarıydı onlar.” Sokağın bu insanlarındaki o “bakışlarındaki tedirginlikleri” kaç kişi görebildi, kaç kişinin dikkatini çekti düşünen var mı hiç?... Necati Kanter’in “Bizim Şehrin Divaneleri” adlı hikâye kitabı “manas” yayınları arasında çıkmış. Mükemmel bir kültür hizmeti... Bu kitaptaki “Bizim Şehir” belli, Elazığ! Yalnız bu kitapta bir özellik var divaneleri kitaptan çıkardığınız zaman bütünüyle Elazığ kültürü (Gazi Caddesi, Kapalı Çarşı, türküleri, gazelleri, kasketi, şalvarı, yiyecekleri, yardımlaşması, insan ilişkileri, konuşması, yaşantısı gibi.) bu kitapta yer alıyor. Yani bu kitap Elazığ’ı esaslı bir şekilde kültür bütünlüğü içerisinde ele almış. Eğer bu oyunda her bölümü ayrı bir kişi (!) değil de bütün bölümlerde hep beraber yer alsalardı bu eser bir roman olarak karşımıza çıkabilirdi. Necati Kanter, bu şehrin sakinlerini zaten yadırgamıyor, “Onlar bulunduğu mekânın çocuğudur.” diyerek yaklaşıyor. “Delilik, velilik ya da dâhilik arasında ince bir bağ olduğunu söyleyenler vardır.” Sözleriyle de bu ayrımın kolay yapılamayacağını daha doğrusu böyle bir ayrımın yapılmayacağını anlatıyor. Bunu, “Delilerle veliler arasında bir ruh akrabalığı olduğu söylenir.” sözleriyle de pekiştiriyor. Yani yazar burada iki tane giriş yazarak bizi akrabalarımıza yakınlaştırdıktan sonra hikâyelerine başlamış. Bu iki girişle de ileride bu konuya
86
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
eğilecek olanlara ışık tutsun diye olmalı bence de iyi bir yaklaşım. Yazar aslında çok önemli bir konuya da dikkat çekmiş bu kitapla. Türk Edebiyatı’nda delilere, divanelere bu kadar yer verilmesine rağmen bu konuda yeterince ayrıcalıklı yazılmamışlardır. Necati Kanter, her davranışı bir bütünün parçaları gibi algılamış. Hikâyelerinde o kadar merhametli, hoşgörülü, duygusal, sevecen yaklaşmış ki bu farklı düşünüp, davranan insanlarla iletişim kurmak sanırsınız ki bu kadar kolay! Tabi, onları anlamaya ya da kendinize benzetmeye çalışırsanız iş zor, yok eğer olduğu gibi kabullenirseniz mesele daha anlaşılır ve kolay… Bu kitaptan anlıyoruz ki; insanların akıl, davranış geçişleri arasında, biz her ne kadar tek tip (mertebe) görsek de aklın üstünde ve altında olmak üzere iki kısmı var. Bu iki kısım bizimle farklılık yaşadığı gibi kendi aralarında da çok uyumlu gözükmüyor. Hatta bu üç mertebe bir kişide zaman zaman görülebilir. Şehbenderzade Ahmet Hilmi bu konuda görüşünü şiirle ortaya şöyle koyuyor: “Erenlerin çoktur yolu/Cümlesine dedik deli/Ko desinler bize deli/Usludan yeğdir delimiz.” Edebiyatta bunlar daha çok mantık ölçüsünde değerlendirildiği gibi şiir, mani, türkü, hikâye, aşk söylemlerinde (delikanlı, delioğlan, deli âşık, deli divane, kitap delisi gibi) benzetme açısından da kullanılmıştır. Deli Musto, Nüzhet Dede, Fehmi Baba, Rüviyeti Baba, Mehti Metin, Şavaklı Hacı Veli, Apbo Molla, Cevdet Baba, Recep Gakgo, Dono, Yusuf Efendi, Aliye Bacı, Küçük Hanım, Fethiye Sultan, Münir Baba ve diğerleri... Şimdi isimleri burada geçince bir an durup düşünelim! Birçoğu tanıdık. Şehrimizde bir dönem bunlar da vardı. Kimine deli dedik kimine ermiş, içinde şair, müzisyen olan bile vardı. Aralarında Alevi, Sünni, Hıristiyan olduğu gibi inanmayanlar da vardı. Bizim şehir bunları hiç ayrı tutmadı. Dono, Ermeni asıllı bir vatandaşımız, “Benim Allah’ım ne kilisede ne de camide…” derken bu deli bizim akıl tutsaklarına ne güzel tasavvuf dersi vermiş. Nüzhet Dede şiirleriyle edebiyatın içinde: “Bu mülkün sahibi kimdir düşünmez mi ah-
maklar Çekil artık yeter ey kahbeler, kancıklar, alçaklar” “Bizim Şehrin Divaneleri”, yazıldığı yerin kültürüyle haşir neşir olup Türkçeyi Elazığ ağzıyla çok güzel kullanan bir kitap. Kitap müzikal seslere sahip hikâyeleri içeriyor. Hele Türkçeye kazandırmaya çalıştığı yörenin ağzında var olan kelimeleri zenginliğimiz değil de nedir? “Tuman (don), üsküre (bakır tas), teşt (büyük bakır leğen), çedene (yabani fıstık), gıdık (çenenin altı), seko (palto), dib (pancar), çağa (çocuk), fistan (entari), hırik (eski ayakkabı), poto (kısa boylu), gıldırlanmak (yuvarlanmak), fosso (içi boş), süyünk (toprak damın saçağı).” Bu kelimeler anlatıma bir değer ve zenginlik katıyor. Buradaki kişiler yaklaşımla, bütün şehirlerde olsa da ilk defa Necati Kanter’in uzun bir gözlem ve özverili çalışmasıyla ortaya çıktı. “Bizim Şehrin Divaneleri” Türk edebiyatında ilk ve sanırım şehir kültürü açısından “divaneler” irdelendiğinde de dünya edebiyatında tek örnek sayılabilir. Belki deliler hakkında çok eser yazılmış olsa bile bu kadar şahane şehir kültürüne katkısı olan bir esere bir daha rastlamak zor. Yazar çok kişinin aklına gelmeyen bir yönü ele almış. Belki nesneleri yazmak, bu ruhu, bedeni, şekli olan adamları yazmaktan daha kolay olsa gerek. Elazığ halk kültürünün renkli simaları haline gelen bu insanları Necati Kanter, “Bizim Şehrin Divaneleri” adlı hikâye kitabında ölümsüzleştirmiş. Şimdi şehrimizin sesini daha doğru işitip ve daha doğru okuyup anlayabiliriz. Şehrimizin rengârenk desenleri, güzellikleri, hüznü, acıları, kahkahaları, kokuları varmışta biz farkında değilmişiz. Bu şehir, sizin gibi düşünüp davranmayan canlılarla beraber yaşadığınız şehir!... Necati Kanter, Münir Baba hikâyesini Zekeriya Bican’a ait iki beyitle bitirmiş dilerseniz biz de onunla son verelim. “Aslında ne hısımdı ne akrabaydı toplumda onlar Bir yerde hısımdan, akrabadan daha yakındılar Aliye Bacılar, Deli Cevdetler, Münir Babalar Şimdi bu güzel şehrin tablosunda donup kaldılar”■
87
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Eylül ve yaz AHMET ULUDAĞ
“S
en de insanlık âleminin gelmiş geçmiş zincirinde bir halkasın.” Dünyanın bugün geldiği noktayı düşününce insanın aklı, havsalası almıyor. 1900 yılında 2 milyar bile değilken 2000 yılında 6 milyar, 2010 yılında 7 milyar… Sonrası için senaryolar muhtelif, rakamlar da… Dünya bu sıkleti çeker mi, çekmez mi, bilinmez. Lâkin çevre ile ilgili meseleler hiç de iç açıcı değil. Ya hars/kültür? “Globalleşme” dedikleri tüketime ayarlı anlayışın sonucunda ortaya çıkan hareketlilik başımızı döndürüyor. Dünyaya hâkim olan medeniyet anlayışının kültürü de hepimizi sarıp sarmalıyor. Her şey birbirine benziyor gitgide. Dünyanın küçüldüğü manasına gelen “globalleşme” kelimesini, ben “yuvarlaklaşma” olarak algılıyorum yani şekilsizleşme, omurgasını kaybetme… Harsımız, harslarımız yok artık, hepimiz yuvarlaklaşmanın birer parçasıyız, karşı çıkarken bile… Eski fotoğraflar, eski filmler ayrı bir tat verir oldu. Farklılığımızı, ağız tadımızı gö-
Şehrin Eylül tarafında pişen Nazım Payam, yaz tarafında ince şehirli zevkinin tadına varmaktadır, ama yine de gönlünde o Eylül tarafının ona verdiği hazlar yer almakta. Ben böyle okudum, kitabı/kitapları… 88
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
rebiliyoruz. Bir de o günleri hiç yaşamamışlar var ki, onlara ne bırakacağız? “Tower”ler, “residence”ler, “SUV”lar… Makineler, ekranlar, telefonlar… Yeşili olmayan, tabiattan uzak, gri sokaklı şehirler… Dünyada ilk defa şehirde yaşayanların sayısı, köyde yaşayanları aştı, bir süre önce. Hızla, köyler kasabalara, kasabalar şehirlere, şehirler büyükşehirlere, büyükşehirler birleşik şehirlere, yerleşim koridorlarına dönüşüyor, insanlar da bu akımın içerisinde yuvarlanıp gidiyor. Böyle bir ortamda, daha dün olmadan, dünde kalan şehirlerin güzünü, yazını; baharını, kışını yaşayanların not ettiklerini gün yüzüne çıkarmalarını dört gözle bekler oldum. Bu bekleyişe bu yıl Nazım Payam yeni kitabı, “Ses ve Yaz” ile ara vermeme sebep oldu (Ötüken Yayınları, 160 sayfa). Mahalle bakkalına, kitapçı dükkânına meftun ben (ara sıra, daha doğrusu sık sık şeytana uyup onları atlayıp alışveriş yapsam da), bir kitapçıya sipariş vererek İzmir’de kitaba sahip oldum. Böyle anlatıyorum, çünkü Iğdır’da bu meseleyi çözememiştim, belki de ben becerememiştim. Benim kitabevi meftunluğum, maalesef, kitap seçilecek ve alınacak sürenin ötesine hiç geçmemiştir, diyebilirim. Oysa Nazım Payam için kitabevleri “insana şehirli olma zevkini aşılayan, yaşadığı şehre yakışan” mekânlardan biridir. Kitabevi sohbetlerinde doldurmuştur dağarcığını biraz da… Belki de çokça… Ama kesinlikle (ve hatta başka “okur yeteneklerle” beraber) yazarlık serüvenine adım attığı, “Fırat/Hazar Şiir Akşamları” ve “Bizim Külliye” gibi iki kültür hazinesinin temellendiği yerdir. Bahsettiğim “Şehir ve Kitapevleri” başlıklı yazının yanı sıra kitabın tamamında yazarın okuma, düşünme, yazma serüvenine ait doğrudan ve dolaylı anlatımlara rastlamak, çıkarımlar yapmak mümkün. Bunlar arasında kitabın ilk yazısı, doğrudan yazarlığa adım atışını anlatan bir yazıdır. Okurken, kendi çocukluğumu, ergenliğimi birçok yerinde bulduğum bu yazılarla ilgili yazarken, konuyu dağıtmamaya çalışıyorum. Nasıl unuturum, Muhittin Amcayı ve onun ödünç kitap merkezini, “Kitap Bank” (sevgim beni, bu Türkçeye uymayan isimlendirmeyi hoş görmeye yönlendiriyor), “al götür oku ge-
tir”; mahalledeki çocuk kütüphanesini, Çukur Çarşıdaki resimli roman ağırlıklı kitap pazarını… Bak, yine dağıldım… Okuma zevkini aşılayan mekânların benzerliği Anadolu şehirlerinin, insanının benzerliğinin de resmidir. Bu ilk yazıda şöyle diyor Nazım Bey: “… tezkirelerin uzantısı biyografi ve otobiyografilere düşkünlüğüm “Mukaddime” (Dede Korkut’un Mukaddimesi) ile başladı”. Ses ve Yaz’ı hem yazarın hem de Elazığ’ın otobiyografisi sınıfına sokabiliriz. Yukarıdaki cümleme dönersem, Anadolu’nun otobiyografisi… Bir yazının, kitabın türünün ne olduğu, edebiyat uzmanları için ehemmiyeti haizdir; ama bir okur, bir aydın için çok da önem taşımayabilir (Bu konuda Emin Ma’luf ’un (Amin Maloof ) hatıralarının Türkçe tercümesinde roman olarak lânse edilmesine itirazımı saklı tutuyorum). Benim için de “Ses ve Yaz”ın türü hiç mühim değil. Denemeler deyin, hatırat deyin, otobiyografi deyin… Hepsinden bir parça, hepsinden bir tat var. Parça parça yazılarda bir bütünlük var. Okurken ben de kitapları çizerim, yazarım sayfa kenarlarına, tıpkı Nazım Hoca gibi… Kitapta çizdiğim işaretlediğim yerleri paylaşmak isterdim. Bütün dikkatime rağmen fazlaca çizmişim. Esasen bu kitabın her sayfasında altı çizilecek, hak verdiğim veya beni başka ufuklara götüren birkaç cümle var. Meselâ, şehir ve çevre üzerine yazdıkları. İyi okumak lâzım. Şehirler inşa ediyoruz ama şehirli gibi yaşamayı öğrendiğimiz tartışılır. Şehrin ince zevkinin farkında mıyız, şehrin Eylül tarafında olmasak bile… Şehirler ile çevre ile okurluk mukayesesi bir de “tabiat” kelimesiyle taçlandırılsaydı, bütün bir Türk dünyası o yazıyı kavrayabilirdi diye düşünüyorum. Gelenekler, mekânlar ve isimler… Şiirler, türküler, mâzi olmuş âdetler, sokaklar… Kitaplar, sadece bir cümle ile bahsedilen ama bunu da okumam lâzımmış diye düşündüren. Çoğunlukla da mütefekkirler, şairler ve yazarlar… Süleyman Bektaş özel yeri olan özel bir isim. Süleyman Bektaş’la ilgili yazıyı okuyunca içim burkuldu. Bu nasıl bir dünya ki, dedim… Ama biliyoruz hayat düz ve eşit değil, hepimiz için. Zeki, ince zevkli, nevi şahsına münhasır
89
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
insanların anlaşıldığı kanaatinde değilim. Nazım Hocanın alıntıladığı Bektaş şiirini okuyun mutlaka. Onun yazarlık ve şairlik yolculuğunda bir köşe taşı… S. Bektaş’ı da yâd etmeliyim, dualarımda yeri olmalı… Sadece şahsından dolayı değil, onun gibi nice adsız, bilinmeyen, kaybolmuş münevver ve mütefekkir adına… “Bunda benim ne menfaatim olur değil hakikat nedir” diyebilenler adına… Ya da Nazım Bey gibi “Zevki hakikatte arayacağımıza “taraf ” olduğumuzu” idrak edebilenler adına… Sanat ve sanatkâr kitapta sık sık anlatılmış. Bazen nasıl olması gerektiği, bazen de olmaması gereken şekliyle… “Bütün renkler koyu kırmızı libasa büründürüldü.” “Köyler, ilkin köy romancılarıyla ıssızlaştırıldı. Köylüler, ilkin köy romancılarıyla ötekileştirildi.” “Sanatçıyı korkutan günübirlik politik güdülere, biçimsizliğe karışmaktır.” Eleştiri üzerine olan yazı ise kelimenin tam manasıyla, etrafını câmi, ağyarını mâni… Tarlasındaki andızı yakarken tutuşan Hasan Emminin söndürüldükten sonra kırıklar içinde götürüldüğü doktora söylediği şu söz ne güzel açıklar eleştiride olması gereken çizgiyi: “beni kürekle söndürdüler.” Aynı yazıdaki şu paragraf birçoğumuzun fikirlerinin tercümanı değil midir? “Vardığımız muhaliflik kavşağında Süleymaniye dilencilerinin taktikleri, söz erbabının üslûbundan daha tutarlı, daha inandırıcı. Bugünlerde, taraf tutmak, taraf olmak veya “öteki”lerden şüphelenerek düşünmeye başlamak birincil meziyetimiz oluverdi. Terbiye edilmekten çok doldurulmaktan hoşlandık. İltifatta yetersizler karşısında sinsileştik. Kendimizi kusursuz saydık, analizden sakındık.” Adaşı için şu yazdıkları, onun aydın tavrını, yazdıklarını sadece yazmadığını, aynı zamanda yaşadığını gösterir: “Nazım da büyük şairdi. …. Fakat büyük şairimizin bir büyük yanılgısı vardı; kabullenemeyeceği manzaralardan topyekûn kabullendiği despot bir sistem çıkarmak.” Fikir dünyamızın ıssızlığı da dile getirilir: “Arayış yoktu, sunulmuşları kabul veya ret vardı. Adrese teslim müritler, mensubu olduğu ideolojinin nasıl bir sistem geliştirdiğini, niçin mücadele ettiklerini pek düşünmezlerdi.” Belki de yaşadığımız “Tebaadan vatandaşlığa geçme-
nin taksitlere bölünmüş faturasıydı” Kitap bazen bana şiirlere yazılmış derkenarlar havası verdi. Kendisi de şair olan Nazım Payam’ın şiir zevki için de mükemmel dememek mümkün değil. Onun şairlerle ilgili görüşü ise apayrı bir anlayış. “Roman inandırmaya dayanır, şiir inanmışlığa. Bundandır ki toplumlar büyük değişim talepleriyle, yeni bir ülküyle karşılaştıklarında ilkin bunların temsilcileri olarak gördükleri şairlerin mısralarına eğilirler. ….. farklı güçleri rahatsız edebilir. …. kendi ülkelerinde dışlanmış, sürgün edilmiş, hücreye konulmuş yahut öldürülmüşlerdir.” Ama şiirin de ötesinde görür benim şiirimsi dediğim yazılarını: “Şiir, şairin nasıl bir sancı ürünü ise benim düzyazılarım da öyle, o sancının, o içe dönüklüğün, alışkanlıkların ürünü.” Ben de öyle olduğuna katılıyorum. Şimdi yazımın başlığına dönmek istiyorum: Yazımın başlığını “Eylül ve Yaz” koymamın sebebini Nazım Payam’ı takip edenler kolayca anlayacaklardır, yazarın 2008 yılında çıkan “Şehrin Eylül Tarafı” isimli kitabını hatırlayacaklardır. “Ses ve Yaz”daki yazıların bir kısmı daha önceki kitapta vardı. Ancak yazıların çoğunu yazarın yeniden ele alıp geliştirdiğini görüyoruz. Şehrin eylül tarafını yazar şöyle anlatıyor” Aşk Ateşi Mazi İster” başlıklı denemesinde: “Geç de olsa anladım; şehrimizin Eylül tarafındaydık biz. Kolay para kazanmaktan, zevkten, yaşadıklarımızın inceliklerini yakalamaktan uzak, sarı solgun tarafında… Çocukluğum şehrin eylül tarafında kaldı. “Ama şimdi nakledilmeyen, anlatılmayan yalnızca hatırladığım, hayatımızın kuytu noktalarına serpilmiş küçük renklerden ne kadar mutlu olurduk.” Şehrin Eylül tarafı böyle ise Yaz köşesinden nasıl bir ses geliyordu? “Yaz! Ah yaz! Her şairin, şehrin, mevsimin bir tonu var. Fakat başakları olgunlaştıran yazda “Güvercin bakışlı sessizlik bile” bir başka ahenk çınlatır.” Şehrin Eylül tarafında pişen Nazım Payam, yaz tarafında ince şehirli zevkinin tadına varmaktadır, ama yine de gönlünde o Eylül tarafının ona verdiği hazlar yer almakta. Ben böyle okudum, kitabı/kitapları…■
90
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
"Harput'a adanmış bir ömür" İshak Sunguroğlu GIYASETTİN DAĞ
H
akkında kitap ve ya şiir yazılmamış şehirleri, gerçek manada “şehir” saymayanlar vardır. Derler ki şehirler onu anlatan şairleri, yazarları varsa şehirdir. Harput’u anlatan yüzlerce şairden, binlerce şiirden bölüm bölüm bahsetmek elbette mümkündür. Bu bahis belki başka bir yazının, başka bir çalışmanın konusudur. Ancak şehirleri şehir yapan, onları ölümsüz kılan çalışmalar, biraz da –belki daha fazla- o yazarların o şehirde yaşadıkları ve hissettikleridir. Bursa’yı Tanğınar’dan; Antep’i Mithat Enç’ten; Sıvas’ı Ahmet Turan Alkan’dan; Kayseri’yi Emir Kalkan’dan; Elazığ’ı Nazım Payam’dan okuduğumuzda elbette bu şehirleri şehir yapan tabloyu biraz daha doldurmuş oluruz. Merhum İshak Sunguroğlu’nun 88 yıllık ömrünün 30 yılını hasrederek hazırladığı ve yayınladığı “Harput Yollarında” adlı dört ciltlik kitabı da bu eserlerden biridir. Kim bilir ömrü vefa etse idi, üzerinde çalıştığı beşinci cildi ile Harput’a dair bizim bilmediğimiz daha nelere yer verecekti. İshak Sunguroğlu, 1888 yılında Harput’ta dünyaya geldi. Fakat iş yaşamı nedeniyle uzun süre Harput’tan uzak kaldı. Sunguroğlu, Harput’a gel91
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
Merhum İshak Sunguroğlu’nun 88 yıllık ömrünün 30 yılını hasrederek hazırladığı ve yayınladığı “Harput Yollarında” adlı dört ciltlik kitabı da bu eserlerden biridir. Kim bilir ömrü vefa etse idi, üzerinde çalıştığı beşinci cildi ile Harput’a dair bizim bilmediğimiz daha nelere yer verecekti. diğinde baba ocağını, çocukluğunun geçtiği sokakları, yıkık ve virane halindeki evleri gözyaşları ile gezerken bu eseri yazmaya karar verdiğini beyan etmektedir. Onun bu kitabı hazırlamasındaki en önemli amacı, 1900’lü yılların başından itibaren hızla harabeye dönüşen ve 1945–1950 yıllarında yok olmaya başlayan Harput’taki abide insanları, kültür ve medeniyeti, sosyal hayatı kayıt altına almak, gelecek nesillere, araştırmacılara en doğru bir şekilde ulaştırmaktır. Bugün hâlâ Harput ve Elazığ denilince akla gelen ilk kaynak İshak Sunguroğlu’nun “Harput Yollarında” adlı çalışmasıdır. Bunun en önemli sebebi ise onun bir tarihçi olmamasına rağmen eserini son derece bilimsel, kaynaklara dayalı ve belgeli hazırlamasıdır. Yine önemli bir unsur; atalarının mezarlarının bulunduğu, çocukluğunda sokaklarında oynadığı, mekteplerinde eğitim aldığı bu kadim kente olan bağlılığı ve hasretidir. Sunguroğlu 1948 yılında yazmaya başladığı eserinin ilk cildini 1958 yayınlamıştır. Kitabında tarihi süreç içerisinde Harput’un ismini araştırmakla başlayan Sunguroğlu büyük bir ciddiyetle Harput’un dört bin yıllık tarihini ortaya koymuş, Harput’un bu uzun sürecini bütün safahatıyla ele almıştır. Merhumun eseri sadece bir siyasi tarih değildir. Yazarımız, eserinde Harput’un binlerce yıllık tarihini dillendirmekle kalmamış, buranın yaşamını, inanç ve geleneklerini, yetiştirdiği yüzlerce âlim mutasavvıf, asker ve devlet adamalarını, yerleşim özelliklerine ve teknik detaylarına varıncaya kadar mimarisini, ekonomik yaşantısını, düğün, bayram ve evlilik
gelenekleri gibi örf ve ananeleri tüm yönleri ile ortaya koymuştur. Bugün Harput denilince hiç şüphesiz akla gelen konuların başında Harput Mahalli Müziği gelmektedir. Yazar Sunguroğlu eserinde o günlerde ülkedeki bazı yasaklardan dolayı yok olmaya yüz tutmuş ve kaybolma tehlikesi ile karşı karşıya kalan Harput Musikisinin nadide örneklerini Merhum Vasfi Akyol’un notalarıyla kitabının üçüncü cildinde yer vermiştir. Eserinde Harput’un hemen hiçbir eksik tarafını bırakmamış olan Sunguroğlu, Harput’un o dönemde yaşayan ve daha önceden yaşayıp da iz bırakan meczuplarına dahi kitabında bir bölüm ayırarak tanıtmış ve hayatları hakkında bilgiler vermiştir. Hatta bu meczupların şiirlerinden örnekleri de o sayfalar arasında bulmanız mümkün. Sunguroğlu’nun eserini okuyup değerlendirdikten sonra şu tespiti rahatlıkla yapabiliriz: Eğer bir gün Harput -Allah esirgesinyıkılıp yok olsa, bütün izleri silinse bile bu esere bakılarak onu yeniden inşa edip gelenek ve görenekleri canlandırılabiliriz. “Harput Yollarında” daha önceden Ankara Elazığ Vakfı tarafından değişik zamanlarda yayınlanmıştı. Şimdilerde yeniden yayınlanacağına dair çalışmaların olduğunu duymak bizleri gerçekten sevindirdi. Eğer gerçekleşirse bu çalışma Harput’a ve Elazığ’a yapılmış çok önemli bir katkıdır. Bu vesileyle Yazar Merhum İshak Sunguroğlu’nu rahmet ve minnetle anıyorum.■
92
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
21. Hazar Şiir Akşamlarının ardından NAİM ÖZDAMAR
S
anatın herhangi bir dalı ile hayatı ifade etmeye çalışanlar için estetiğin önemi büyüktür. Eşyada, sözde, plastikte taşta, ebruda aradığımız estetiği; şehirlerin hem fiziki hâlinde hem de ruhlarında görmek, yakalamak koklamak, duymak ve tatmak isteriz. Dostlar, 21. düzenlenen Elazığ Hazar Şiir Akşamlarına şair ve yazar sıfatımızla bizi de panelist olarak davet etme lütfunda bulundular. Hem okumak hem de bazı eserlerden not alabilmek amacı ile otobüs yolculuğunu tercih ederek bu on dokuz saatlik yolculuğa katlandık. Elazığ'a girince içimiz âdeta burkuldu. Tarih ve sanat arayan gözlerimiz, ana caddelerde dört beş katlı çirkin betonarmeler ile tepelerde ve eteklerde birbirleriyle yarışırcasına yükselen «site»lerin çirkin, özensiz ve de sanattan uzak manzaraları ile karşı karşıya geldi. Batı Anadolu'nun büyük ve orta ölçekli kentlerinin huzuru hiçe sayan çirkin
şehirleşmesi buraya da bulaşmış, diye düşündüm. Gerçekten yenilenmiş Elazığ, ilk görüldüğü anda gönlümüzde ümit bırakmadı. Ta Harput'u görünceye kadar… Betonlaşma kanseri her ne kadar Harput'un da tenine dokunmuşsa da özgün tarihî yapıları özenle korunmaya çalışılmış. Neredeyse Harput ve Elazığ ayrı iklimlerin iki şehri… Birisi tarih, sanat kokarken diğeri sadece ve sadece beton yığını… Ancak Elazığ insanı, Harputlu kalmış. Hoşgörü, cana yakınlık, sevecenlik ve Türk'ün ilk özelliklerinden olan misafirperverlik... Bu meziyetlerin hepsi Hazar şiir etkinliklerine katılanlara yansırken, şehrin insanına ve tarihin imbiklerinden süzülüp gelen insani hasletlerine âşık olmamak imkânsız. Halk ve yönetim bu özellikleri o kadar güzel paylaşmakta ki... En insani duygularla yün başlıklı bir ihtiyara derdini dinlemek için sarılan ve şiirin Elazığ için
93
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
ne derece önemli olduğunun idrakiyle, Elazığ'ı Türk dünyasının şiir başkenti yapmak ideali ile güzeller güzeli bir vali gördüm: Sayın Muammer Erol. Cana yakın, enerji yüklü ve şehrine sahip çıktığı her hareketinde aşikâr Belediye Başkanı Sayın M. Süleyman Selmanoğlu. Elazığ'a kazandırdığı Nurettin Ardıçoğlu Kültür Merkezi'nde hak ederek oturan ve Elazığ'a müdürlük değil hizmetkârlık yapan İl Kültür ve Turizm Müdürü Sayın Tahsin Öztürk. Elazığ denince Fikret Memişoğlu, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Göktürk Mehmet Uytun'dan sonra ilk akla gelen bu merhum şairlerimizin halefi Sayın Ahmet Tevfik Ozan. Validen başlayarak kamuda araç kullanan memurlara kadar tüm görevliler Hazar Şiir Akşamları'nın aksaksız geçmesi için seferber oldular. Şiir festivali şairlerin karşılanması ile başladı. Batı Kitabevi ise Elazığ’da yer alan belki de üç büyük şehrimizde dahi çok az sayıda bulunan bir kültür yuvası. Sahibi Mehmet Hanefi Batı, kampanyalarla her Elazığlıya bir kitap okutma amacında. Sayın Vali ve Belediye Başkanının Hazar Şiir Akşamları’na katılan şairlere «hoş geldiniz»i bu kitabevinde düzenlendi. 21 Haziran Cuma günü Sayın Vali Muammer Erol başta olmak üzere tüm sanatseverlerin katıldığı,»Kartpostallarla Eski İstanbul», «Yahya Kemal'in Fotoğrafları ve El Yazıları» sergileri ile « Eski İstanbul ve Elazığ» resim sergileri açıldı. Aynı gün Prof. Dr. Mustafa Koç'un nefis anlatımıyla «İstanbul Konferansı»nı dinledik. Etkinliğin en güzel yanlarından birisi olan mehteran bölüğü arkasındaki «şairler yürüyüşü”ne başta Sayın Vali Muammer Erol ve birçok güzide simanın yanı sıra pek çok Elazığlı da eşlik etti. Tarihî Öğretmenevi binası önünde 21. Hazar Şiir Akşamları’nın açılışı yapıldı. Elazığ'ın diğer bir beğenilesi yönü ise müziğe, Türk müziğine olan yeteneği ve tutkusu. Elazığ Devlet Klasik Türk Müziği Korosunun İstanbul ve Yahya Kemal güfteleri ağırlıklı konseri ise nefisti. Sayın Ahmet Tevfik Ozan'ın yönettiği «Şiir Akşamları Paneli»nde konuşmacı olarak Osman Aytekin, Remzi Zengin, Alim Gerçel ve Zübeyde
Gökbulut ile beraberdik. Şiir akşamlarının bugününü ve daha da ileri gitmesi ve verimli olmaları için neler yapılması gerektiğini tartıştık. «Edebiyat İstanbul» panelini Bahtiyar Aslan yönetirken Atilla Şentürk, Süleyman Erguner, Almas Binnatova, Abdülkadir Emeksiz, İsa Kocakaplan konulara tam hâkimiyetleri ve belagatleriyle alkış aldılar. Hazar Şiir Akşamları Hazar Gölü kıyısında düzenlenen muhteşem ses ve görselliklere sahip final gecesi ile son buldu. Yahya Kemal şiirlerini yorumlayan iki liseli gencin ses tonları ve yorumlama becerileri de harika idi. Mükemmel hazırlanmış gecede iki noktayı eleştirmeden geçmeyeceğim. Nurullah Genç gibi usta bir şair ve yorumcunun ardından, yaşına hürmeten kötü bir şiir ve yorum getiren Elazığlı yaşlı şairin çıkarılması uygun olmadı. Güzelim İstanbul ağzıyla sürüp giden şiirlerin, sadece dinleyene tebessüm ettirdiği için Erciş ağızlı bir şiirle noktalanması hoş değildi. 21.Hazar Şiir Akşamları’na emek veren ve katılan her bir kişi ayrı ayrı övgüye layıktır. Ancak etkinlikler boyunca farklılıkları ile göze çarpan Sayın Vali Muammer Erol, Belediye Başkanı Süleyman Selmanoğlu, İl Kültür Ve Turizm Müdürü Tahsin Öztürk, Ahmet Tevfik Ozan ve katılımcılardan Sayın Prof. Dr. Süleyman Erguner, Prof. Dr. Ahmet Atilla Şentürk, Prof. Dr. Mustafa Koç, Bahtiyar Aslan, Prof. Dr. Almas Binnatova, Yahya Akengin, Nurullah Genç, Kazakistan'dan Maksut Hanzhakir, Makedonya'dan Leyla Emin Şerif, Kırgızistan'dan Kunduz Avashova, Özbek Jarborov Turamırza, İstanbul'dan Yavuz Zarifoğlu, Gagauzeli'nden Güllü Karanfil, Kıbrıs'tan Emel Kaya, İstanbul’dan Ekrem Kaftan ve Antalya’dan Cansın Erol, Nevşehir'den Osman Aytekin, Tokat'tan Remzi Zengin, Kayseri'den Alim Gerçel, Kırşehir'den Zübeyde Gökbulut, Sarıkaya'dan Kelami Akdemir ve Ali Akbaş'ı anmadan geçemeyeceğim. Hiçbir şehre nasip olmayacak kadar şair, yazar ve aydına sahip olan şanslı Elazığ; siluetini beğenmediysem de insanına vuruldum desem yalan olmaz. Çünkü insanında şiir gördüm, sanat gördüm, Türklüğün her hasletini gördüm ve kısaca insanlık gördüm. Elazığ, seni ne kadar kıskandım bilemezsin.■
94
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
YELİZ ÖZTÜRK
Birleyerek Oluşmak Felsefe ve Tasavvuf Üzerine konuşmalar Yayına Hazırlayanlar Doç. Dr. Levent Bayraktar Doç. Dr. Fulya Bayraktar Prof. Dr. Kenan Gürsoy ile yapılmış olan bir dizi sohbetten oluşan bu eser, on iki başlık altında çağın problemlerini, kültürel, entelektüel, manevi buhranları, insanın özne olmaklığına dair sıkıntıları ele almakta ve bunlar karşısında kendi düşünce geleneklerimizden
hareketle çözüme yönelik imkânlar bulunabileceğine işaret etmektedir. Bu bağlamda tasavvufla bütünleşen bir tefekkürün ufukları, tasavvufla ilişkin olduğu düşünülen kavramların felsefi bir dikkatle yeniden işlenebileceği ve böylece oluşabilecek bir dilin anlamı ve değeri de ele alınmıştır. Bu çabada felsefe ve tasavvufun kavramları, yaklaşımları ve çoğu zaman da sohbet içerisinde açılan insani ve etik alanın hususiyetleri yol gösterici olmuştur. “Bir bilmek, bir görmek ve bir sevmek” ifadesi ile özetlenebilecek olan bu tefekkürün
95
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3
temelleri “birlik” ideası (fikri) üzerine inşa edilmiştir. İsteme adresi: Aktif Düşünce Yayıncılık Üç Güzeller Masalı Nâzım H.Polat Üç Güzeller Masalı’nda, Prof. Dr. Nâzım H. Polat’ın çeşitli konularda kaleme aldığı, farklı dergilerde farklı zamanlarda yayımlanan deneme ve serbest yazıları bir araya getirildi. Akademik sınırların olabildiğince dışına çıkarak aydın kimliğiyle hissettiklerini kâğıda döken Polat, esere giren yazılarında birbirinden çok farklı konulara odaklanıyor. Bu eserde, Türkçenin güzellik ve inceliklerinden, unutulmaya yüz tutmuş -hep hatırlanasısimalara; hocaya vefadan, yaşanılan şehre vefaya uzanan geniş kültür ikliminde usta bir kalemin “ferdî duyarlılık” gezintisi kimi zaman sessizce, kimi zaman en yüksek perdeden ancak hep ‘samimiyet'le dile geliyor. İsteme Adresi: Kurgan Edebiyat Ruhumu Kuşatan Şehirler Mehmet Kurtoğlu “Benim için yeni bir şehre girmek, yeni bir hayata göz açmak gibiydi.”, “Ve ben her şehri, bir âşık edasıyla büyük bir arzuyla gezdim.” “Şehirlerin ruhlarını kaybettiği ve birbirine benzediği bir zaman diliminde, henüz hafızasını kaybetmemiş, modernizme direnerek ayakta kalabilmiş birkaç kadim şehri dolaşırken görüp yaşadıklarımdan dolayı kendimi şanslı görüyorum. Çünkü henüz modernizme teslim olmamış, ruhunu kaybetmemiş, binlerce yıllık birikimiyle dipdiri ayakta duran bu şehirlerin son tanığı olduğumu düşündüm her zaman.” Diyen Mehmet Kurtoğlu, bu kitabında Anadolu’nun bir ucundan diyer bir ucuna gezdiği gördüğü şehirleri gezi-deneme tarzında kaleme almış ve şehirleri anlatırken ruhunu katmış adeta. İsteme adresi: Çizgi Kitapevi Şiirsel Kimlikten Mekânsal sınırlara İkinci Yeni Şairlerinin Mekân Algısı
Beyhan Kanter Şiiri toplumsal olandan uzaklaştırdıkları, anlamsız ve soyut bir noktaya getirdikleri ve apolitik bir söyleyişe yöneldikleri iddialarıyla sıklıkla eleştirilere maruz kalan İkinci Yeni Şairleri, her ne kadar bireyselliği öncelemiş olsalar da şiirlerinin tamamıyla toplumsaldan uzak olduğu söylenemez. İçinde yaşadığı toplumla uzlaşamayan bireyin iç bunaltılarını yansıtırken toplumsala dokunmak zorunda kalan ve toplumsala başkaldıran İkinci Yeniciler, şiirlerinde bireyi özellikle «mekân aidiyeti» ve «zorunluluk» üzerinden değerlendirirler. Bu bağlamda İkinci Yeni şiirinde, mekân belirleyici bir unsur olduğu gibi şiirlerin ana damarı da mekân-insan ilişkisi yönünde atar. İsteme Adresi: Metamorfoz Yayıncılık Sudan Gelen Bir Hz. Musa Romanı Lütfi Parlak Tabutu alan kadın, çocuklarını evde bıraktığı için hayli telaşlıydı: “Ya ağlarlarsa, ya sesleri duyulursa, ya başlarına bir şey gelirse...” diye endişeleniyordu. Gerilmiş yaydan, çekilmiş kılıçtan daha gergin olduğu için başı dik, gözleri ilerideydi. İki arada bir derede kaldığından sıkıntıdan patlamak üzereydi. Arada ağzını açıp derin derin soluyordu. Öyle ya... Ya çocuğun öldürülmesini bekleyecekti, ya da göz göre göre canından bir parça olan yavrusunu tabuta koyup suya verecekti. (...) Nihayet yerden aldığı kapaklı tabutu kucaklayıp evine getirdi. Koklayıp okşadı, ağlaya sızlaya alnına şefkat öpücükleri kondurdu. Sonra da cesaretini toplayarak bebeği yerleştirdiği ziftli tabutun delikli kapağını üzerine bağladı. Güneş tesir etmesin diye topladığı ağaç yapraklarını gölgelik ederek hepsini birbirine iliştirdi. Ardından Allah’a havale edip Nil’e bırakıverdi. Sudan Gelen, Hz. Musa’nın hayat öyküsüdür. İsteme Adresi: İz Yayıncılık■
96
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 3