Muhterem Okurlar, Yaz, dinlenme dönemidir. Bu dönemde okurlarımız okumalarında kendilerini yormayacak edebî türlere yönelirler. Yazar ve şairlerimiz ise bir şekilde eksik bıraktıkları okumalarını, yazılarını, şiirlerini tamamlamaya çalışırlar. Özellikle taşrada dergi çıkaran bizler, bu dönemde “dosya” konusunu bir kenara koyar, takipçilerimizin yöneldikleri üzerinde durmayı tercih ederiz. Ama hakkını vererek… Buna rağmen 41. sayımızı pek serbest bırakmış sayılmayız. İki gezi yazımız var. İsmail Çetişli Hocamız Balkan Seyahati İzlenimleri’ni anlatıyor. Mahir Adıbeş Hocamız Şam-ı Şerif’i. “Seyahat sonunda iki şeye şiddetle ihtiyacımız olduğunu bir kez daha idrak ettim.” diyor, Sayın Çetişli “…birincisi; her vatandaşımızın mutlaka ve mutlaka Osmanlı-Türk coğrafyasını gezip görmesi ve tanımasıdır. İkincisi birinciye bağlı bir sonuç: Ne yapıp edip sınırlarımız dışında yüzümüze tutulacak bir aynada, kendi gerçeğimizi görüp idrak etmek. O zaman içeride ne kadar yersiz, ne kadar anlamsız, ne kadar gülünç, ne kadar basit ve ne kadar çocukça işlerle, çekişmelerle, didişmelerle ömür tükettiğimizi daha iyi fark edeceksiniz.” Batıdan doğuya bize bir perspektif çizdiren gezi yazılarımızdan sonra üç söyleşi: Söyleşilerimizde gündemde olan, yeri geldiğince gündem belirleyen fakat okur halkasının genişlemesini popülist tavırdan uzak, kalıcı olandan yana kullanan iki yazar, bir şairimiz; İskender Pala, Sadık Yalsızuçanlar, Nurullah Genç… Bu isimlerden sonra söyleşiye dair bir şeyler demeye gerek görmüyor, yalnızca okumanızı arzuluyorum. Tarık Özcan kalemiyle şiirin dilini kanatırken Nazım Payam, Lütfi Parlak farklı pencerelerden roman okurluğu ve teması üzerinde durdu. M. Naci Onur’un “Harput ve Elazığ’a Dair Kaynak Eserler” isimli çalışması dileriz bütün illerimiz için bir örnek, lisans tamamlama ve yüksek lisans tezi çalışmasına kaynak olur. 41. sayımızda bazı şairlerimizin şiirleri alışılmışın dışında. Heyecanlanmanız, hislenmeniz için biraz dikkatli okumanız gerekebilir. Necati Kanter’in, Osman Koca’nın, Seher Keçe Türker'in hikâyeleri de öyle. Malum üslubuyla Şinasi Gülaçtı, Güler Yüzlü Yazılar’ının 17’ncisinde tarih ve savaş konusu üzerinde duruyor. Bu yıl ilk defa “Elazığ İyilik Yapıyor” kampanyası çerçevesinde Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesinin katkılarıyla “1.Ulusal İyilik Sempozyumu” düzenlendi ve her yıl sonbaharda yapılan “Hazar Şiir Akşamları” haziranda gerçekleştirildi. Ayrıca yine Ağın Haber Gazetesi’nin katkılarıyla düzenlenen “Ağın Kültür ve Sanat Şenliği” ‘Habervitrin’imizde yer almaktadır. “Türk Edebiyatı ve Türkülerimiz” dosyasının yer alacağı 42. sayımızda buluşmak ümidiyle Allahaısmarladık. Bizim Külliye
NAZIM PAYAM
E
Roman okurluğumuzda güven zafiyetine, zaman ve zevk kaybına uğramamak, “roman” adına sunulan duygu ve düşünce virüslerini kendimize yaklaştırmamak, tercihimizi kullanmak; her konuyu irdeleme hakkına sahip roman yazarları kadar biz okurların da en tabii hakkı.
debiyatın oluşturduğu atmosferi paylaştığım dostlar, romana tereddütlü yaklaştığımı, pek okumadığımı sanırlar. Oysa edebiyat zevki almış, okuma alışkanlığı edinmişlerin roman okumaması mümkün mü? Abraham H. Lass; “100 Büyük Roman” anlatısında, özet, teknik, kritik, karakter analizlerine yazar biyografilerini de katarak hazırladığı anlatısında, “Roman Nasıl Okunur?” sorusuna “Niye roman okuyacağız?”ı ekleyerek şu cevabı verir: “Bir sayfayı çevirir, bir başkasının dünyasına gireriz”. Lass “100 Büyük Roman” özetini, en az 1000 roman okuduktan sora çıkarmış ise -ki öyledir- onun bir cümleye sığdırdığı birikimini yabana atamayız. İnsan tecrübesine bir sayfayı çevirerek girmemizin ne kadar göz kamaştırıcı olduğunu yalnızca Lass söylemiyor, edebiyat yolculuğunda kendini okumaya adamış birçokları benzer görüşü paylaşırlar. Eleştirmen Memet Fuat; romancının üstün-
3
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
lüğü, edindiği dünya görüşünü kültür düzeyine çıkarabilmesinde, insanların bilinçlenmesine, dünyanın değiştirilmesine yardımcı olmasında, demesi; günümüz romanında imzası bulunan Mehmet Niyazi’nin, zamanla hayatı monotonlaşan insanın okuyacağı romanlarla tekrar hareket ve heyecan kazanacağını belirtmesi bir kalem ışığı gerçeğidir. Roman okumanın faydalarını bir iki paragraftan onlarca sayfaya çıkarabiliriz. Fakat ‘şöyle veya böyle önümüze konulan, elimize tutuşturulan her roman okunmalı mı?’sorusu roman okurluğumuzla ilgili düşüncelerimizi yoklamaya yetecektir. Hem, bu sorunun cevabı, bulunduğumuz yanlış okuma adreslerinde oyalanmamızı veya yıllar sonra edineceğimiz pişmanlığımızı da engelleyecektir. Roman okurluğumuzda güven zafiyetine, zaman ve zevk kaybına uğramamak, “roman” adına sunulan duygu ve düşünce virüslerini kendimize yaklaştırmamak, tercihimizi kullanmak; her konuyu irdeleme hakkına sahip roman yazarları kadar biz okurların da en tabii hakkı. Okur, roman zenginliğinden seçiciliğiyle kazanır. Elbette ateşi yüksek iki aşk romanı ile bir sevgili peydahlamaya, okuduklarından kendine ait olmayanı üstünde taşımaya, gazete sütunlarının siyasi/ dinî çizgileriyle yazılmış romanlardan bilinçlenmeye kalkan okurdan değilim. Hatta yığın romanlarına karşı umursamazım. Ama yine de “her roman okunmalı mı?” sorusunu evimin anahtarı gibi yanımda taşırım. Samimi okur için okumalarında kendine edineceği bazı ölçütlerin kaçınılmazlığına inanır, seçerek okurum romanlarımı. Okuyacağım romanın konusuyla, serüveniyle yetinmem; diline, perdeleri aralayışına, geleceğin tasarılarına okuru nasıl hazırladığına bakarım. Okumanın her türden tecrübeye kazanımlar sağlayacağını umduğumdan yazarımın tutku ve beğenilerine dikkat ederim. Fikrini insanların rahatlıkla benimseyeceği kahramanlarına söyleten yazarın yönlendirmesini hafife alamam. ‘Okundu’ ve ‘okunacak’ mührümü vuracaklarım, birikim ve ölçütlerim neticesiyledir. Romanlarımız yaşanmışı daha anlamlı, anlaşılır, daha seviyeli kılmalı, eğlendirmesinde, sezdirmesinde insan tecrübesini zenginleştirmeli. Öfke, ayrılık, yalnızlık, çaresizlik nöbetlerini çoğaltmamalı. Her okuduğumuz, başka romanların, başka okumaların, başka sevgilerin prangalarını vurmalı. Yaşanı-
lacakta onurlu bir seçime öncelik vermeli. Benim romanlarım fikir, duygu, tip yoksunu olmamalı, sığ hiç olmamalı, dilin mayınlı tarlasında seke seke yürütmemeli okurunu. Romanımın yazarıyla kalem kardeşliğine, yoldaşlığa yeltenmeliyim. Kendilerini paraya, şöhrete sömürterek kalemi, konuyu, okuru istismar eden romanlar niye benim romanlarım olsun ki. Benim romanlarım benden, ben romanlarımdan dolayı bir ayrıcalık taşımalıyım.
Bir başkasında durulmak
Edebiyatın sihirli değneğini kendisine dokunduranların iyi yazarlar, iyi romanlar olduğunu söyleyen Ali Çolak “Tadı Damağımda” adlı yazısında (Periyi Uyandırmak Ötüken Yay. 2000) bir de itirafta bulunuyor: “Kucak kucak okuduğum “İslamî” romanlardan bir cümlecik bile kalmamıştır aklımda. Hafızamın arşivini, damağımın tadını yokluyorum, nafile! O romanlardan bir zerrecik tat yok… Neden? Çünkü edebiyat yoktu onlarda. Dil yoktu. Dile saygı yoktu.” Sanatsız, dilsiz roman okurunu sukut-ı hayale uğratır. Okuyacağım romanın ilkin iç dünyamın dengelerinde bir incelemeye uğraması, yazarıyla, bir iki sayfasıyla tartılması, daha önceleri okuduklarıma eş değer veya bir iki adım önde olması, yeryüzünde bulunan güzel seslerin sesime karışacağını ummamdan, edebiyatı aracı kılarak hayatın güzelini aramamdan. Sabahattin Eyüpoğlu da ‘Mavi ve Kara’sında sanatçıdan beklentilerine şu cümlelerle değiniyor: “Sanatçının bir evliya olmasını, dünyadan elini eteğini çekip güzellik yaratmanın mutluluğuyla yetinmesini mi istiyorum? Hayır; dünyamızın en çok onun dünyası olmasını istiyorum, ama sanatçımın sanatçı kalması, insanlığın en temiz sesi olması şartıyla.” Sağlıklı okur, keşfedilmiş yazara referans olduğu kadar okunacak esere de referanstır. Roman tercihimde kitap dostlarının tavsiyelerine uymakta bir sakınca görmem. Anlatılanlarda zenginleştirici yolları açabilenlerle bir kitabı paylaşmak, bir anıyı paylaşma zevki veriyor bana. Hele kitap dostu kalem tutmayı beceriyorsa onun önerisi bir an için ölçütlerime ekleniverir, tercihimi kolaylaştırır. Tartmalar, ölçütler, tavsiyeler sonrası okuyacağım roman, beni yanıltmayan roman, bütün bedenimi üstüne örteceğim, bütün uzuvlarımla sahiplenece-
4
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
ğim romandır. Sahiplenmek, mutlu ediyor insanı. Sahiplendiğimiz hemencecik kendimizden bir parça oluveriyor. Ali Çolak’ın bahsettiği o “edebiyatın sihirli değneği”ni çok zaman yakınımda, sahiplendiğimde ararım. Yazarımın kalemine dâhil oluşum, kahramanlarıyla kader ortaklığım, eksilmeyen merakım hep bundan. İyi okurlar gibi ben de “ilk günün tazeliğiyle, hatta okunduğu zaman ve mekânların izleriyle” saklarım romanlarımı. Onları ödünç vermek için “ okur”unu beklerim. Kırk yıl önce okuduğum, roman okurluğumda ilk göz ağrım “Kodin”di. “Kodin”, Panait Istrati’nin. Varlık yayınları arasında küçük boy olarak çıkmıştı. Kahramanın trajik sonu bana o eseri unutturmadı, dönüp kapağını da açamadım bir daha. Yine Knut Hamsun’ın “Açlık”ı, Yakup Kadri’nin “Yaban”ı, Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu”, çocukluğuma, açlığı, aşkı, kaçışı tattıran ilklerimdir. Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi’deki Çocuk ve Mümin Dede’ye, biz okurları için hayal kırıklığı yaşatmıştır. Aytmatov’un, her okuru, kaybedilmiş ülkü, insanda nasıl bir kara boşluk bırakır, bunu, bu eserde samimiyetiyle hissetmiştir. Ernest Hemingway’ın o İhtiyar Balıkçı’sı da farklı; fakat öylesine derin tahammül izi bırakır, mücadele azmi tazeler okurlarında. Kendi denizine açılmakta tedirgin tanışların kulağına âdeta şunları fısıldar: “ Uyuma, hadi yoluna git. Talih daha çok gülebilir sana.” Büyük eserler birbirinin devamı, tamamlayıcısı olarak ilerliyorlar. Sonraki yıllarda insan bunu da fark ediyor. Okumalarla edinilen genişlik ve derinlik bu devamlardan… Yalnız, her vaktin, her yaşın romanları farklı. Vaktinden önce bağlantıları kuramıyor insan, öteki olarak kalıyor. Dönüp bir daha okumak gerekiyor “Huzur”a davet eden böyle eserleri. Yaşımızla tecrübemizle denkleşen eserler, büyük eserler bizi kanatlandırır, en üsten bakmaya zorlar, dersem pek yanılmış sayılmam. İvo Andriç’in “Drina Köprüsü”ne kendimi kaptırdığımda, ruhumun hangi sınırlar çizdiğini şimdi nasıl anlatayım. “Drina Köprüsü” ile Balkan çözülüşüne tanık olmuş, Osmanlının bütün çözülüşlerine, terk edilişine nasıl kederlenmiştim. ‘Drina Köprüsü’ tesiriyle; tarihi romanların bugünü dü-
nün gerçeğine ilintileyerek tarih bilinci uyandırmada tarihî kaynaklardan daha etkin olabileceğini şimdi bir kez daha düşünüyorum. Şimdi bir kez daha tarihî belgelerin sınırlarını zorlayanın tarihî romanlar olduğuna inanıyorum.
Yeteneğin şaşılığı
Romancının konusu bir şekilde yaşadığımız konu, yarattığı tipler içimizde, mazimizde yaşayan tiplerdir. İyi roman bizi sevdiğimiz tiplerle yüzleştirir. Her yüzleşmede heyecanımızdan, merakımızdan ilköğretime yeni başlayan çocuklara dönüşürüz; okul çantasını başucuna, yastığının yanına koyan çocuklara… Toplumda umulmadık yaraların açılmasında, zihin bulanıklığında, siyasi ve sosyal çalkantılarda nice okurların hafızalarına bir belge niteliğiyle siper alan sorumsuzca yazılmış dinî, tarihî, siyasi romanların payı küçümsenemez. Konusunu laçkalaştıran, ucuzlatan, törpülenmemiş ferdi meylimizi sosyal hayata salarak kalın, koyu taraftar edindiren piyasa romanlarının kirli hayalleri, toplum bünyesine sinip üredikçe aklımızı yutan birer dev oluvermeleri kaçınılmaz. Bizler için yalnızca, okur değerlerini bir şeylere takas etmeye meyal, ‘dil’ fukarası piyasa romanları mı tehlike? Ya yazarın edebî yetkinliğini olumsuz işlemesi… Yoz tiplerini roman sayfalarından sokağa çıkarması… Ya birikimiyle dediğim dedik, çaldığım düdük, baskıcı, zalim kral hükmünü süren “ben”inin köleleri… Bana göre bir eserde yazarımızın edebî kimliğini referans almamız kadar sosyal bilinç yeterliliğini de göz ardı edemeyiz. Etmemeliyiz. Toplum çatlaklarını genişleten titreşimler, bir ‘edebî eser’de, başlangıcında pek de ciddiye almadığımız bir amaç, bir eylem gücünün sarsıntısı değil mi? Okur olarak, kurgusunu düşman göstermeye, düşman belletmeye kurmuş, hırslı, kinli, ruh karmaşası yaşayan yazarlardan uzak durmak, ama anlayarak uzak durmak, dünyada sayısız, sınırsız kardeşlik, bu kadar temizlik varken, ‘arkadaş ben senin kirini taşımayacağım’, demek, gerekiyor bazen. Temkinli okumalarımla, titiz seçimimle hoşgörümü genişletmeye, zenginleşmeye çalışıyorum; her romana nişan almayışım, okuyacağıma mevzilenişim bundan.■
5
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
KANSER Kanser misin nesin, çek git başımdan Sakın yanlış bir iş yapma, aman ha! Yazılacak gül gibi kitaplarım Söylenecek şiirlerim var daha. Gel sana bir Sivas türküsü öğreteyim Bir Kerkük türküsü söyleyelim beraber “Ömrüm ömrüm!” diye diye “Yâr!” diye diye Anlarsın o zaman yaşamak nedir Kolay kolay kıyamazsın kimseye Diyelim ki alıp götürdün beni Ne olacak yani, ne değişecek Beti bereketi mi artacak yeryüzünün Kanatlanıp uçacak mı hep börtü böcek? Anlatsam zulmünü her kese bir bir Sen bile utanırsın kendi kendinden Artık ne okumak ne bir tek şiir… Yaşayıp gidiyordum, şurda gönlümce Sayılı kaç günüm kaldı kim bilir?
Sanma ki ben senden korkan biriyim Ha bugün, ha yarın, ölüm mukadder. Bir kız torunum var; dünya güzeli Ki şimdi burada ne söylesem az Sabah akşam bir gül gibi elimde eli Onu gözyaşlarıyla bırakıp gelsem olmaz Durup durup diyorum ki: Ay havar İçimde tarifsiz bir sıkıntı var. Savuşsam buralardan, dolaşsam diyar diyar Ama olmaz, biliyorum vaktim dar. Bu kaçıncı böyle hüzünlü bahar Tadı kalmadı suların zerre kadar Hangi fırın ağzındandır bu rüzgâr Ay havar! Ay havar! Ay havar! Kanser misin nesin, çek git başımdan Sakın yanlış bir iş yapma, aman ha! Yazılacak gül gibi kitaplarım Söylenecek şiirlerim var daha!
YAVUZ BÜLENT BÂKİLER
6
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
izlenimleri
Balkan seyahati
Seyahat sonunda iki şeye şiddetle ihtiyacımız olduğunu bir kez daha idrak ettim. Bunlardan birincisi; her vatandaşımızın mutlaka ve mutlaka Osmanlı-Türk coğrafyasını gezip görmesi ve tanımasıdır...
İSMAİL ÇETİŞLİ* Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı ile Uluslararası Novi Pazar Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenledikleri Uluslararası Mehmet Âkif ve Balkanlar’da Kültür ve Düşünce Hareketleri ve Yeniden Yapılanması Sem pozyumu vesilesiyle Balkanlar’daki Osmanlı coğrafyasının küçük bir kısmını ilk defa görme imkânım oldu. 24 Mayıs 2009 Pazar günü saat 13.25’te İstanbul Atatürk Hava Limanından başlayan yolculuğumuz, 31 Mayıs 2009 Pazar günü saat 17.00’de yine aynı mekânda sona erdi. Gezip gördüğümüz topraklar, İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan eski Yugoslavya’nın (Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti) 1992’den itibaren dağılması sonucu oluşan yedi yeni devletten (Bosna-Hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Makedonya, Karadağ, Slovenya, Kosova) üçüne (Sırbistan, Kosova, Makedonya) aitti. Hemen belirteyim ki, bölge hâlâ bir barut fıçısı gibi. Onca farklı ırk, din, dil ve kültürün iç içe geçtiği ve sınırların çoğu yerde masa başında çizildiği bir coğrafyada, küçük bir kıvılcımın büyük bir yangına sebep olması içten bile değil. Dün ve bugün olduğu gibi, yarın da * Prof. Dr., Pamukkale Ü. Fen Ed. Fak.
7
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
çıkabilecek bir yangında en büyük acıyı yine Müslümanlar yaşayacak. Uçağımız, 24 Mayıs Pazar günü saat 14.05’te Belgrad Havaalanı’na indi. Zaman darlığı sebebiyle Belgrad’ı sadece otobüs turu sınırları içinde görebildik. Önce Tito yönetimi, ardından da savaş gören Belgrad, çıplak gözle görülebilen bir perişanlık içinde. Osmanlı döneminin bu ünlü şehrindeki pek çok ata yadigârı eserden bugün pek azı ayakta kalabilmiş; daha doğrusu Sırplar tarafından bırakılmış. Belgrad şehir turundan sonra, Sırbistan sınırları içinde kalan Sancak bölgesinin merkezi Novi Pazar’a (Yeni Pazar) doğru yola çıktık. Dağlar arasındaki oldukça dar ve yetersiz yollardaki uzun bir yolculuktan sonra, ancak gecenin ilerleyen saatlerinde şehre ve kalacağımız yere varabildik. Bölge coğrafyasından hafızada kalan temel nitelikler; yer yer ovalarla karşılaşılmasına rağmen genelde dağlık bir bölge olması, Anadolu bozkırına göre çok daha fazla yağış alması sebebiyle yeşillik ve ormanlık olması, hemen her şehrin (Belgrad, Yeni Pazar, Prizren, Üsküp) ortasından bir nehrin geçmesi şeklinde sıralanabilir. Novi Pazar, Kosova-Karadağ-Sırbistan sınırlarının kesiştiği bölgede 50.000 nüfuslu bir şehir. XV. yüzyılın ortalarında, Saraybosna’nın da kurucusu olan İsa Bey İshakoviç tarafından kurulmuş. Sırbistan sınırları içindeki Sancak’ın önemli merkezi olan şehrin ortasından Raşka Nehri geçiyor. Halkın yüzde sekseni Müslüman. Bu sebeple sık sık minarelerle karşılaşıyorsunuz ve bu minarelerden yükselen ezan sesleri, size âşına bir beldede olduğunuzu hatırlatıp yabancılık tedirginliğinden kurtulmanıza vesile oluyor. Bugün Sırbistan sınırları içinde kalan Yeni Pazar merkezli Sancak bölgesinde 400.000 Boşnak yaşıyor. Toplam 2.000.000 civarında olduğu söylenen Boşnak nüfusun bir kısmı Karadağ’da, bir kısmı ise Bosna-Hersek’te kalmış. Yeni Pazar’da ev sahibimiz genç, ama dinamik Uluslararası Novi Pazar Üniversitesi idi. 2002’de Müftü Muammer Zukorliç’in önderliğinde kurulan özel üniversitenin beş-altı fakültesinde (İlâhiyat, İktisat, Bilgisayar, Filoloji…) 4.000 civarında Boşnak, Sırp, Hırvat, Türk, Arnavut asıllı öğrenci eğitim-öğretim görüyor. Üzücü bir durum, üst sınıflarda çok az öğrencisi bulunan Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün talep yetersizliği yüzünden
kapanma aşamasına gelmiş olması. Pazartesi sabahı Uluslararası Novi Pazar Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Mevlüt Dudiç, Burdur Mehmet Âkif Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. M.Zeki Yıldırım ve Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı Başkanı Mehmet Cemal Çiftçigüzeli’nin konuşmalarıyla başlayan sempozyum, iki gün boyunca iki salonda yapıldı ve oturumlarda toplam 35 civarında bildiri sunuldu. Sempozyum’a Türkiye’deki 18 farklı üniversiteden katılımcıların yanı sıra Bosna-Hersek, Kosova, Makedonya, Arnavutluk ve Sancak’tan da katılımcılar mevcuttu. Bildirilerin yüzde doksanı Mehmet Âkif’le ilgiliydi. Öğrenci ağırlıklı dinleyicilerin Türkçe bilmemeleri sebebiyle konuşmalar Boşnakça’ya çevrildi. İşin üzücü tarafı Başnokça’da Âkif ile ilgili bir satır bilgi veya tercüme edilmiş bir mısraın olmaması. Dolayısıyla Sempozyum, bu konudaki ilk ciddi faaliyet olması sebebiyle sevindirici bir teşebbüs oldu. Mehmet Âkif Üniversitesi ile Uluslararası Novi Pazar Üniversitesi arasında işbirliği protokolü imzalanması ise, geleceğe yönelik ümitlendirici güzel bir adım. Başta Novi Pazar Üniversitesi Rektörü olmak üzere üniversite çalışanları canla başla Sempozyum’un verimli geçmesine gayret ettiler. Son derece sıcak ve samimi bir duyarlılık içinde kusursuz bir ev sahibi olmaya çalıştılar. Buradan emeği geçen bütün dostlara (Müftü Muammer Zukorliç, Rektör Prof. Dr. Mevlüt Dudiç, Prof. Dr. Metin Izeti, Enes Akbulut, Bünyamin Bey ve diğerleri) bir kez daha şükran duygularımı ifade etmek isterim. 28 Mayıs Perşembe günü sabah erkenden Yeni Pazar’dan ayrılıp Kosova’ya geçtik. Çünkü bir zamanlar Yeni Pazar’a bağlı olan Âkif’in babasının köyü Susişa, şimdi Kosova sınırları içinde. Amacımız Mehmet Âkif’in Susişa’daki akrabalarını ziyaret etmekti. İpek’ten sonra ana yola 5-6 km içerde bulunan Susişa, 100 haneye yakın bir dağ köyü. Köyde ilk karşılaştığımız eser, mezarlık içindeki yıkık cami oldu. Camiyi Mehmet Âkif’in dedesi yaptırmış. Oğlu Tahir’i de camiye imam olsun diye İstanbul’a tahsile göndermiş. Ancak Tahir Efendi, bir daha geri dönmemiş. Hatta Mehmet Âkif çok sonraları köyünü ziyarete gidip amcaoğullarını İstanbul’a götürmek istediğinde amcaları; “Tahir gitti dönmedi, bunlar da dönmez” diyerek oğulları-
8
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
nın İstanbul’a gitmelerine izin vermemişler. Mehmet Âkif’in akrabalarının bir kısmı Arnavutluk’ta bir kısmı Bursa’da yaşadığından Susişa’da birkaç aile kalmış. İstiklâl Marşı şairimizin yaşayan en yakın akrabası 85 yaşlarındaki amcasının torunu Adem Mulay. Yaşlı adam, bizleri içten bir samimiyetle karşıladı; izzet ü ikramda bulunmak için çırpındı; sorularımızı cevaplandırdı. İlerleyen yaşına rağmen Adem Mulay’ın tek arzusu Türkiye’yi görebilmek. TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı)’nın Susişa köyünün okuluna bir kat ilâve edip onarması ve Mehmet Âkif adının verilmesi; duvarlarda yer yer Âkif’in resimlerinin bulunması sevindirici bir durum. Aynı gün akşama doğru Prizren’deyiz. 100 bin nüfuslu tam bir Osmanlı şehri olan Prizren’deki 30 camiden 26’sı Osmanlı eseri. Yüzünüzü hangi yöne çevirseniz ata yadigârı bir cami, medrese, türbe, han, hamam gibi tarihî yapılarla karşılaşıyorsunuz. 29 Mayıs Cuma günü sabah erkenden yağışlı bir havada Priştina yolundayız. İlk olarak yol üstünde-
ki Murad Hüdavendigar Türbesi’ne uğruyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun Rumeli’yi fethinde büyük başarıları olan ve savaş meydanında şehit olan (1389 yılında yapılan 1. Kosova Meydan Muharebesi) tek Osmanlı padişahı Murad Hüdavendigar’ın türbesi son derece temiz ve bakımlı. Hemen karşı tepede Gazi Mestan Türbesi var. Üçgenin diğer ucunda ise Murad Hüdavendigar’ı kalleşçe hançerleyen Sırp Miloş adına dikilmiş Sırp anıtı. Kosova’nın başkenti Priştina, inşa hâlinde Batılı bir şehir. Amerika Birleşik Devletleri’ne duyulan minnettarlık, bütün Kosova’da olduğu gibi Priştina’da da adım başı karşınıza çıkıyor. Şehirde Türk Konsolosluğunu ve TİKA şubesini ziyaret ediyoruz. 30 Mayıs Cuma sabahı erkenden Kosova’dan Makedonya’ya geçiyoruz. Şardağları’nda bu Mayıs ayının son günü bir sürprizle karşılaşıyoruz. Çiseleyen yağmur çok geçmeden kara dönüşüyor. Böyle bir atmosfer altında otantik bir dinlenme tesisinde güzel bir kahvaltı yapıyoruz. Makedonya sınırındaki can sıkıcı bekletilmeye rağmen Üsküp’ü görme-
9
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
nin dayanılmaz arzusu var hepimizde. Ancak önce Kalkandelen şehrine uğruyoruz. Türk-İslâm sanatının nefis örneklerinden Alaca Cami ve zayıf da olsa hâlâ işlevini sürdüren Harabati Dede Tekkesi ziyareti. Belgrad, Yeni Pazar, Prizren, Priştina, Kalkandelen’den sonra nihayet Üsküp’teyiz. Yahya Kemal’in Türk ve Müslüman şehri, “Yıldırım Bayezid Han diyârı” Üsküp. Ne tarafa dönseniz bir cami, bir medrese, bir çarşı, bir hamamla karşılaşacağınız tam bir Osmanlı ve Müslüman şehri Üsküp. Böylesi bir atmosferde Yahya Kemal’in “Kaybolan Şehir”deki mısralarını hatırlamamak ve hayıflanmamak mümkün mü? Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için. Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir! Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir! Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene, Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene Gezimiz, Üsküp’ten tekrar Prizren’e dönüş ve 31 Mayıs Pazar günü Priştina Havaalanı’ndan saat 14.35’te İstanbul’a hareketle son buluyor. *** Gezi boyunca olduğu gibi, sonrasında da kalbime hâkim iki temel duygu var; hüzün ve gurur. Hüznüm, XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren fethettiğimiz ve tam beş yüz yıl üzerinde yaşadığımız bu coğrafyayı, XX. yüzyılın başında terk etmek mecburiyetinde kalmış olmamızdan. Zira bu coğrafya sıradan bir “toprak” değil. Tam beş yüz yıl kanımız, canımız, alın terimiz, göz nurumuzla taş taş, ilmik ilmik işleyip bizim kıldığımız bir vatan. Hüznüm ve kahroluşumun daha önemli bir sebebi, mecburi ayrılıktan sonra geçen yüz yıl içinde bu coğrafyayı unutuşumuz ve unutturuluşumuzdur. Çünkü o vatan topraklarında nice “evlâd-ı fatihân” yadigârı güzelim eserlerin yanı sıra nice ırkdaş, dindaş ve gönüldaş bırakmışız. Bizim vefasızlığımıza rağmen onlar bizi unutmamışlar ve hâlâ geri döneceğimiz günü bekliyorlar. Sancak bölgesinin genç müftüsü ve Uluslararası Novi Pazar Üniversitesi Rektörü’nün sürekli tekrar ettikleri “anne-
evlât” teşbihi çerçevesinde dile getirdikleri samimi bağlılık duyguları karşısında insanın sarsılmaması mümkün değil. Diyorlar ki; “Annemiz, bir gün içinde bulundu ğu mecburiyet karşısında evâadını terk etti. Biz bu topraklarda yetim kaldık. Yüz yıldır da yetim ol manın sıkıntı ve acılarını yaşıyoruz. Bugün şartlar değişti. İstiyoruz ki anne artık evlâdını tanısın ve bağrına bassın. Biz annemizi seviyoruz. Bir evlât olarak ondan sadece sevgi ve şefkat bekliyoruz.” Hiç şüphesiz bu cümleler, şikâyetçi bir gönlün değil, kırık ve buruk bir gönlün samimi duygu ve dileklerini ifade ediyor. Elbette “evlât”ların sitemini anlıyor; kırgınlıklarının acısını yüreğimde hissedebiliyorum. Ya annenin duyguları? Evlâtların bu yakıcı cümlelerini dinlerken Refik Halit Karay’ın “Gözyaşı” isimli hikâyesini hatırladım. Bir anne için evlâtlarını kaybetmenin ne büyük acı olduğunu dile getiren o güzel hikâyeyi... Refik Halit, hikâyesini yazarken anne-evlât ilişkisinde hangi anlamı esas aldı bilemem, ama bana hem gerçek hem de mecazi anlamda yorumlayabileceğimi düşündürdü. Bilmeyenler için özetleyeyim: Rumeli topraklarını kaybetmemizin son büyük darbesi olan Balkan Harbi başlayınca, düşman sınırına yakın Serfice bölgesindeki köylere bir akşamüstü “Düşman geliyor!” cümlesinin sebep olduğu bir korku yayılır. Çünkü bu gelen düşman, “din ve ırz düşmanıdır”; “Müslüman erkeği süngüleyecek ve Müslüman kadını kirletecek”tir. Bütün köy halkı gibi Dul Ayşe de yaşlı atı ve üç çocuğu ile kaçmak zorunda kalır. Beş yaşındaki oğlu Ali’yi atının terkisine bindirmiş, üç yaşındaki kızı Emine’yi bir kuşakla atının eğerine bağlanmış, bir yaşındaki oğlu Osman’ı da kucağına almıştır. Ancak Dul Ayşe, yağmurlu ve karanlık bir gecede yaşanan kaçışında önce atını kaybeder; ardından da birer birer çocuklarını. Hikâyenin gerisini Refik Halit’in dilinden dinleyelim: “Evvelâ çöken, sonra da başını uzatıp yan üstü uzanan, bir türlü kalkmak mecalini bulamayan at tan iniyorlar; çarçabuk iniyorlar. Zira durmadan ilerleyen felâket kafilesinden ayrı düşmek Ayşe’ye hepsinden daha korkunç geliyor. Fakat geride kaldığını anlayıp bir müddet sıkı yürüyünce artık bu üç çocuğu birden taşımak, sü rüklemek imkânı kalmadığını görüyor, hem koşu yor, hem düşünüyor: İkisini olsun kurtarmak için
10
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
birini feda etmek, hafiflemek lâzımdır. Hangisini? Ayşe, yanında diz kapaklarına kadar çamurlara bata çıka yürümeye çalışan Ali’nin minimini elini bırakmak istemiyor. Boyuna dolanan mecalsiz kol ları da çözmeğe cesareti yoktur. Kucağındaki ıslak, hareketsiz, sessiz bohça ona zaten cansız gibi gö rünüyor. Belki kendiliğinden, soğuktan, sudan, ha vasızlıktan, ezilmekten ölmüştür. Ananın bir ümidi budur: Yaşamadığını anlayarak, azapsız, kundağı bir tarafa, en az çamurlu, en az batak yere bırakı vermek... Bütün o kıyamet içinde, elinden tuttuğunu ve omuzlarında taşıdığını sürüklerken kucağındakine eğiliyor, dinliyor... Ses işitmemek, hareket duyma mak ümidiyle dinliyor ve yavrusunun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor, “eyvah!” diyor. Bu sırada, ilerleyen kafile, selin batıra çıkara, vura çarpa sürüklediği bir enkazdan başka bir şey değildir. Karanlığın içinde düşerek, çamurlara gö mülenler, üstüne basılarak ezilenler çoktur. Ayşe, hâlâ yükünü atmaya razı olamıyor. Yüzü ve vücu du belki de, yağmurdan fazla soğuk döktüğü terle ıslanmıştır. Soluk soluğadır. Dizlerinde, ayaklarını çamurdan çekebilecek kudret gittikçe azalıyor, kol larında ve boynunda öyle bir kesiklik, bir uyuşma, bir karıncalanma, nihayet bir duymayış var ki.. Gözlerini kapıyor, sol kolunun açılıp yükünü, kendi liğinden, bıraktığını ancak yarı anlayabiliyor. Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır, fakat daha sıcak, daha canlı, soluyan ve sarı lan birini hissediyor: Ali, gemi azıya almış, bir atın arkasından, üzengiye takılı çekilen bir ceset gibiy di, yürümüyordu, yüzükoyun, elinden anasına bağlı, sürükleniyordu. İşte o, şimdi, bağrının üzerindedir. Uzun bir hasretten sonra birbirlerine kavuşmuşlar gibi sokuluyorlar, belki seviniyorlar. Kaçma hâlâ devam ediyor, yağmur ve çamur da beraber... Böyle birkaç saat mi, yoksa birkaç dakika mı yine koşuyorlar; koşuyoruz sanıyorlar. Ayşe tüke niyor, demin yolda bıraktıkları at gibi yere uzanı vereceğini anlayarak, haykırarak, birini imdadına çağırmak istiyor. Yine koşuyor ve birden, acayip bir hafiflik, bir canlılık duyuyor, ileriye hamle ediyor. Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf, ufak kollar artık yoktur; Emine de dökülmüştür. - Çık sırtıma Ali, diyor, iyice sarıl, sıkı sarıl, sa kın gevşeme!
Ve böyle, kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, yine kalkarak, yine yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşlı yüzünü yıkaya yıkaya, biteviye, mola vermeden, yürüyor. Ali’sini kurtarmış olmak sevin ciyle. Öbür felaketlere katlanıp ümit içinde yürüyor, kafileye yetişiyor, kafilenin önüne geçiyor, kafileyi geride bırakıyor ve seher vakti ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor: - Kurtulduk Ali, diyor. Kalk Ali! Ali kalkmıyor, kımıldamıyor. Ayşe, saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak iste miyor, hâlâ: - Kalk Ali, kurtulduk Ali. Diyor, gülümsüyor, mütemadiyen, geceki yağ mur gibi dökülen coşkun gözyaşları içinde gülüm süyor.” (Gurbet Hikâyeleri, İnkılâp ve Aka, İstanbul, 1965, s.26-27) Dul Ayşe, o günden sonra bir daha ağlayamaz; ağlamak istese de gözlerinden yaş gelmez. İşte evlâtlarını -terk eden değil- kaybeden annenin hâli. Sanırım evlâtlar annelerini anlayacaklardır. *** Gurur duygusunun sebebine gelince. Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışındaki bu küçük coğrafyada ırkdaş, gönüldaş ve dindaşlarınızla karşılaşmak; tarihinizin önemli bir kısmını teşkil eden dönemlerin çok somut delilleriyle yüz yüze gelmek ve söz konusu tarih sebebiyle sıcak ve samimi bir alâkaya muhatap olmak, elbette sizi mutlu ediyor ve gururlandırıyor. Kosova’daki Türk Birliği komutanının yaşadıklarına dair anlattıkları, bu duyguları daha da perçinliyor. Çünkü her türlü etkinliklerde Türk Birliği komutanı, yabancı bir asker değil, ev sahibi muamelesi görüyor. Türkçe bilmeyen bir ana, sadece üniformasındaki ay yıldızlı bayrak sebebiyle gelip ona kendi evlâdı imiş gibi sarılabiliyor. Seyahat sonunda iki şeye şiddetle ihtiyacımız olduğunu bir kez daha idrak ettim. Bunlardan birincisi; her vatandaşımızın mutlaka ve mutlaka Osmanlı-Türk coğrafyasını gezip görmesi ve tanımasıdır. İkincisi birinciye bağlı bir sonuç. Ne yapıp edip sınırlarımız dışında yüzümüze tutulacak bir aynada, kendi gerçeğimizi görüp idrak etmek. O zaman içeride ne kadar yersiz, ne kadar anlamsız, ne kadar gülünç, ne kadar basit ve ne kadar çocukça işlerle, çekişmelerle, didişmelerle ömür tükettiğimizi daha iyi fark edeceksiniz.■
11
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
MAHİR ADIBEŞ
B
Şam ismini Türkler kullanmış üstelik oraya olan meftunluklarından dolayı Şam-ı Şerif diye anmışlardır. Osmanlı, “İlle de Şam ille de Şam” demiş. Büyük ihtimal Şam’da çok sayıda sahabe mezarının olması,
ir dost bağına girdik!... Halep, Humus, Hama’da gezilecek yerler belli, gerisi bildik şehirler. Şam-ı Şerif öyle mi? Her tarafında tarih her yanında insanın geçmişinden izler var! Her tarafında biz varız, biz, yani Osmanlı... Kökler burada toprağa sıkı sarılmış. Nereye gitsek karşımıza bir iz çıkıyor; bazen bir cami, mescit türbe, bazen han, hamam, köprü, kapalı çarşı, bedesten. Hepsinin üzerinde Osmanlının tuğrası var hâlâ canlı!... Cami avlusunda akan kurnalar bile Türkiye’dekilerin aynısı. İnsanlar farklı mı? Hayır, hiç yabancılık çekmezsiniz çarşıda pazarda dolaşırken. Suriye halkı sanıldığı gibi içine kapanık, yabani değil, oldukça sıcak cana yakın insanlar. Kendine güvenen bir toplum, ürkek ve tik üzerinde değiller. Hırsızlık, kaptıkaçtı yok denecek kadar az. Nemelazımcılık henüz buralara uğramamış. Gecelerinde insanlar sokaklara güvenle çıkabiliyor, evinin bahçesinde gezer gibi. Suriye’nin başkenti Şam, aynı zamanda Arap dünyasının en eski ve kalabalık şehirlerinden birisidir. Şam, Arapça “Dimeşk” ismiyle anılır. Daha doğrusu Şam ismini Türkler kullanmış üstelik oraya olan meftunluklarından dolayı Şam-ı Şerif diye anmışlardır. Osmanlı, “İlle de Şam ille de Şam” demiş. Büyük ihtimal Şam’da çok sayıda sahabe mezarının olması, Kerbela şehitlerinin burada bulunması da bu isimin verilmesinde etkili olmuştur. “Dimeşk”, ismi ise cinayet işlenen ilk yer anlamına gelmektedir. Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi olayı Şam’ın hemen yanı başın-
12
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
daki dağın üzerinde olduğu için bu ismin verildiği rivayet edilmektedir. Burada Türklere olan ilgiyi gördükten sonra “Ne Şam’ın şekeri ne de Arap’ın yüzü” sözünü bizim söylemediğimize kanaat getirdim. Şam’a girdiğimizde sağ taraftaki dağların yüksek yamacına kadar koyu tek renkli yerleşim yerlerinin yayıldığını göreceksiniz. Buralarda her yıl bir iki defa çamur yağdığı için ya binaları bu renge boyamışlar ya da binalar çamurdan bu renge bulanmış. Bu dağların devamı güneybatı istikametinde uzanıp giderken uzaklardan açık havada Golan Tepeleri’nin doğu uçları görülüyor; biz oradayken üzerleri karla kaplıydı. Kuzeyindeki dağların zirvelerinde de yer yer kar vardı. Şam-ı Şerif bir zamanlar Emeviler’in devlet merkezi olması itibarıyla sadece el yazma 400 binden fazla eseri barındıran Orta Doğu’nun en büyük kütüphanesi olan Esad Kütüphanesi’ne sahiptir. Nüfusu beş milyon civarında olan Şam’da görülmesi gereken tarihî eserlerin arasında Emeviye Camisi ve Selahaddin-i Eyyubi’nin türbesi ilk sırayı alır. Kanuni Sultan Süleyman’ın Mimar Sinan’a yaptırdığı Süleymaniye Külliyesi, Hamidiye Kapalı Çarşısı ve Hicaz Demiryolu İstasyonu kentteki belli başlı Osmanlı eserleridir. Zeyd ibn-i Sabit anlatıyor: “Biz bir gün Rasulullah (s.a.v.)’in yanındaydık. Rasulullah; ‘Şam’a ne mutlu!’ buyurdular. Ben ‘Bu mutluluk nedeni nereden geliyor ey Allah’ın Resulü?’ diye sordum. Buyurdular ki: ‘Çünkü Rahmanın melekleri onun üzerine kanatlarını geriyorlar.” Suriye ve özellikle Şam şehri, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, birçok önemli olaylara sahne olmuş, bunun yanında da önemli şahsiyetleri toprakları üzerinde ağırlamıştır. Müslümanlar tarafından “Mübarek Şehir” olarak kabul edilen Şam ve civarında peygamberler, birçok sahabe, İslam alimi ve evliya türbesi bulunmaktadır.
Dört mezhebe dört mihraplı Emeviye Camisi
Şehrin en büyük en eski ve görkemli camisidir. Yerinde çok eski tarihlerde Jüpiter tapınağı varmış, havra, sonra kilise olmuş, İslam fetihlerinden sonra mescide dönüşmüş. Hâlâ içinde arkalarda bir tarafta, vaftiz kuyusu orijinal yapısı ile duruyor. Şehir
Emeviye Camisi’nin iç kısmı
Müslümanların eline geçtikten sonra kilisenin önce yarısı satın alınıp cami yapılmış, böylece uzun yıllar camiyle kilise yan yana faaliyet göstermiş. Şehirde Hristiyan kalmayıp, kilise cemaatsiz kalınca daha sonraları diğer yarısı da camiye katılmış. Sonraki yıllarda yapılan tadilatlarla genişletilerek bugünkü hâlini almış ve tamamı cami olarak kullanılmaya başlanmıştır. Müslümanlar tarafından kıyamete yakın Hz.İsa’nın yeryüzüne ineceği rivayet edilen ‘Ak Minare’ bu camiye aittir. Camide ayrıca, Hz.Yahya Peygamberin kabri ile İmam-ı Hüseyin’in Kerbela’da kesilen ve Şam’a getirilen mübarek başlarının defnedildiği ve ziyaret edildiği bölüm bulunmaktadır. Avluda bulunan, sekiz sütun üzerine yükselen hazine kubbesi, kamu hazinesini korumak amacıyla Abbasiler döneminde yapılmıştır. Caminin ilginç yönlerinden biri de, dört farklı mezhebi temsilen, Osmanlı mimarisiyle dört mezhep için dört tane mihrap yapılmış olmasıdır. Yakın zamana kadar dört mihrapta dört mezhepten imamlar dururmuş. Günümüzde imam yalnız Hanefi mezhebine ait mihrapta namaz kıldırıyor. Caminin çok fazla ziyaretçisi oluyor. Çok temiz ve bakımlı bir cami. İnsanlar, “Hz. Hızır, burada namaz kılmış!” diye camideki Hızır Makam’ına önem veriyor. Aynı şekilde, Hud Aleyhisselam’ın makamına da ilgi var ama Hz. Hızır’ın makamı belli Hud Aleyhisselam’ın makamı tam olarak bilinmiyor… Ünlü İslam âlimi İmam-ı Gazali meşhur eseri İhya-u Ulumid-din’i bu camide kaleme almıştır. Ayrıca Bediüzzaman Said Nursi ünlü Şam Hutbesi’ni (Hutbe-i Şamiye) 1911 yılında bu camide irad et-
13
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
miştir. Üstad otuz beş yaşında gittiği Şam’da yedi ay kalmış ve herkes tarafından tanınmıştır. Onun için konuşmasını böyle büyük cemaat merakla dinlemiştir. Said Nursi, sözlerine şöyle başlar: “Ey bu Cami-i Emeviye’de bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim!.. Ben haddimin üstünde, bu minbere ve bu makama sizi irşad etmek için çıkmadım. Çünkü size ders vermek haddimin fevkindedir. Belki, içinizde yüze yakın ulema bulunan böyle bir cemaate karşı benim durumum; medreseye giden bir çocuğun misâlidir ki o sabi çocuk, sabahleyin medreseye gidip, akşam da pederine gelerek dersini izah eder; tâ doğru ders almış mı, almamış mı? Babasının irşad ve tasvibini bekler.” Emeviye Camisi’nin kapladığı yaklaşık on dönümlük alanda ayrıca Selahaddin Eyyubi Türbesi, Hz.Hüseyin’in kızı Seyide Rukiye Camisi, Türk Şehitliği ve turistik eşya satan birçok dükkân bulunmaktadır.
Daha önce hiç kimseye adı konulmayan peygamber
Mezarı, Emeviye Camisi’nin içindedir. Öldürüldükten sonra başı getirilip buraya defnedilmiştir. Caminin ortasında bulunan türbesinden ziyaretçileri eksik olmuyor. Kur’an’da adı geçen peygamberlerden biri. Yüce Allah tarafından, Kur’an’da: “Ey Zekeriyya! Sana Yahya isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik” (Meryem, 19/7) ayeti ile haber verildiğine göre; Yahya, Zekeriya’nın oğlu idi. Hz. İsa’dan altı ay önce dünyaya gelmiştir. Dolayısıyla, Hz. Musa’nın şeraitiyle amel eden peygamberlerin sonuncusudur. Küçüklüğünden itibaren saygılı ve ibadet ehli olduğu Kur’an’da şöyle haber verilmiştir. “(O’na çocukluğunda): Ey Yahya! Kitabı kuvvetle tut! (dedik). Henüz çocukken ona hikmeti verdik (Tevratı öğrettik). Tarafımızdan (ona) bir kalp yumuşaklığı ve (günahlardan) temizlik (verdik). O, çok muttaki idi. Anasına ve babasına itaatli idi. Serkeş ve asi değildi. Dünyaya getirildiği gün de, öleceği gün de, diri olarak (kabirden) kaldırılacağı gün de, ona selam olsun!” Hz. Yahya’da, babası Zekeriyya peygamber gibi milleti tarafından şehit edildi.
Olur mu hiç, peygamberin torunun başı kesilir mi!
Hz.Hüseyin; Sevgili peygamberimizin (s.a.v.)’in
küçük torunudur. Rasulullah, onu ve ağabeyisi Hasan’ı çok sever, zaman zaman onlarla oyun bile oynardı. Bazen namaz kılarken Hz.Hüseyin ve Hz.Hasan onun mübarek sırtına çıkar, o da torunları düşmesin diye dikkat eder, secdeyi uzatırdı. Her hareketiyle peygamberimize benzeyen Hz.Hüseyin, Hicretin altmış birinci senesinde Küfeliler tarafından hilafet vazifesini yüklenmek üzere çağırıldı. Aile efradını yanına alarak Küfe’ye doğru yola çıktı. Ancak Muaviye’nin yerine halife olan Yezit’in gönderdiği kuvvetli orduları tarafından Hz.Hüseyin, Kerbela’da sıkıştırılarak şehit edildi. Vefatı sırasında elli yedi yaşında bulunuyordu. Mübarek başının bulunduğu makam şu anda Şam’daki Emeviye Camisi’nin yanındaki özel bölümde ziyaret edilmektedir. Seyide Zeynep, peygamber efendimizin torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatma’nın kızları, İmam-ı Hasan ve Hüseyin’in kız kardeşidir. Kabri (diğer bir rivayete göre ise makamı) Şam’daki Seyide Zeynep Camisi içerisindedir. Hz.Zeynep, Kerbela vakasını bizzat yaşamış, bütün yakınlarının ölümünü izlemiş, çok cefalar çekmiş, yüksek manevi makamlara sahip hanımlar arasındadır. Kardeşi Hüseyin şehit edilip başı kesilince Zeynep tarafından Şam’a getirilmiş. Şam’da Hz. Hüseyin’in başının kesildiği söylenince Şam halkı inanmamış. “Olur mu hiç, peygamberin torununun başı kesilir mi!” demişler. Bunun üzerine Emeviye Camisi’nin yanında bir yer yapıp başı üç gün orada gösterilmiş. Sonrada hemen yanına mezarını yapmışlar. Hz. Hüseyin’le birlikte Şam’a on altı şehidin de başı getirilmiş. Onlar Kerbela Şehitliği’nde bir arada bulunmaktadırlar. Sonradan oraya da türbe yapılmış. Günümüzde ziyarete açık tutulmaktadır.
Sesiyle milleti sokağa döken müezzin
Hz. Peygamber’e ilk iman edenlerden biri ve sonradan ona müezzin olan sahabi. İslam tarihinde unutulmaz yeri olan Bilâl-î Habeşî, aslen Habeşistanlıdır. Bilâl, İslamın ilk tebliğ yıllarında Ümeyye b. Halef’in kölesiydi. İslamın ortaya çıktığı yıllarda birçok kimse soylarının yüksekliğine, şirk toplumu içindeki nüfuzlarına bakarak kavim ve kabile taassubuna düşmüş, İslama cephe almış ve sapıklıkta kalmışlardı. Bilâl b. Rebah gibi kimseler de zayıf ve acizliklerine rağmen hak davete uyup şirkten
14
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
kurtulmuşlardı. İşte Bilâl b. Rebah İslam davetine ilk icabet edenlerden biriydi. Hz. Bilâl’in doğruluk ve ahlâkı, İslama bağlılığı bütün çağdaşları tarafından aynı derecede takdir edilmekte ve övülmekteydi. Artık o, siyahi bir köle değil, ashabın ileri gelenlerinden ve İslam devletinin yönetiminde söz sahibi olan müminlerden biriydi. Peygamberimizin ölümünde ezan okurken “Eşhedü enla ilahe illallah” demiş, arkasından “Eşhedü enne Muhammeden resulullah” diyemeyerek düşüp bayıldığı söylenir. Sonradan Hz. Ebubekir’e imamlık yapar ama bunu kendi isteğiyle içinden gelerek yapmaz. Gitmek isterse de İmam bırakmaz. Bir gün namaz sırasında mescitte bağırır. “Ya Ebubekir, sen beni Allah için mi alıp azat ettin yoksa kendin için mi? Eğer Allah için azat ettinse bırak gideyim, artık dayanamıyorum.” Belli ki peygamberimizin ölümünden sonra artık Medine’de kalmak istememiş Ebubekir’in isteği ile müezzinlik yapmıştır. Bu olaydan sonra oradan ayrılıp Şam’a gelmiştir. Peygamber efendimizi bir gün rüyasında görür. “Bilal, neden ziyaretimize gelmiyorsun?” demektedir, Resul. Bunun üzerine Medine’ye gitmiştir. Burada Hz.Hasan ve Hüseyin’in ısrarına dayanamayarak Medine’de sabah ezanını okumuştur. O gür sesiyle o kadar içten okumuş ki okuduğu ezanla Resulullahın hasretiyle tutuşmuş olan bütün ahali sokağa dökülerek Resulullahın sağ olduğu günleri hatırlamış ve sanki Resulullah kalkmış ta Bilal’e ezan okutmuşçasına herkes hıçkırıklara boğulmuştur. Tekrar Şam’a dönen Bilal-ı Habeşi Hz.’leri, 642 yılında Şam’da vefat etmiş, Ehli Beyt Mezarlığı olarak bilinen (Bab’üs Sağir) mezarlığa defnedilmiştir. Şimdi bu mezarlıkta türbesinde istirahat etmektedir.
Edison’un “üstadım” dediği Müslüman bilgin
İsmi, Ebu Bekir Muhammed bin Ali olup, ‘İbn-i Arabi’ ve ‘Şeyh-i Ekber’ lakaplarıyla meşhur olmuştur. Dini ihya eden manasında Muhyiddin ismini de almıştır. Ünlü mutasavvıf, 1165 yılında Endülüs’teki Mürsiyye kasabasında doğmuştur. Mükemmel bir din ve fen ilimleri tahsili yapan Muhyiddin-i Arabi, kendisinden yüzlerce sene sonra ortaya çıkacak olan telgrafın çalışma tekniğini bildirmiştir. Yüzyıllar sonra Edison’u dahi “üs-
Bilal-i Habeşi’nin türbesi
tadım” demek mecburiyetinde bırakmıştır. Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethedeceğini ve Yavuz Sultan Selim Han’ın Şam’a geleceğini keşif yoluyla haber vermiştir. “Şeceret-ün-Numaniyye fi Devlet-ilOsmaniyye” isimli eserinde; “Sin Şın’a gelince, Muhyiddin’in kabri ortaya çıkar” buyurdu. Muhyiddin-i Arabi Hz.’leri Şam’da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye; “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır.” dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlayamadılar ve öldürdüler. Halk onu Şam’da bir yere defnetti ve büyüklüğünü anlayamadıkları için de kabrinin üzerine çöp döktüler. İki yüz yetmiş altı yıl sonra Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim Şam’a girdiğinde “Sin Şın’a girince benim kabrim ortaya çıkar” sözünün ne demek olduğun anladı ve araştırarak Muhiddin’i Arabi Hz.’lerinin kabrini buldu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına cami ve imaret yaptırdı. Ayrıca Şeyh Muhiddin’in vefatından önce ayağını yere vurarak; “Sizin taptığınız benim ayağımın altındadır” buyurduğu yeri tespit ettirip orayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktığı görüldü. Bundan “Siz, Allah’ü Teala’ya değil de, paraya ve altına tapıyorsunuz.” demeyi kastettiği anlaşıldı. Denir ki Osmanlıyı zengin eden hazine budur. Hani o sultan demişti ya; “Ben hazineyi altınla doldurdum, benden sonra gelenler bakırla doldursun bu imparatorluk yine zengindir.” Türbesini yaptırdığı yerin yanına camiyi de yaptırmış. Türbenin girişine koyduğu Osmanlı arması her girenin gözüne takılıyor; Osmanlı buralarda var…
15
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Hamidiye Çarşısı
1863 yılında Osmanlı padişahlarından Sultan Abdülhamid Han tarafından yaptırılmıştır. Yapı olarak İstanbul’daki kapalı çarşıyı andıran Hamidiye Çarşısı yerli ve yabancıların en çok rağbet ettikleri mekânlardan biridir. Genel olarak ipek kumaş, kadın giysileri, çeyizlik ve turistik eşyaların satılmakta olduğu çarşı yaklaşık bir kilometre uzunluğundadır. Sonunda bütün heybetiyle Emeviye Camisi girişi karşınıza çıkıyor.
Hicaz Tren İstasyonu
Bugün bile hayata geçirilmek için çaba sarf edilen Hicaz Demiryolu Projesini ilk olarak Osmanlı Padişahı Abdülhamid ortaya attı. Hicaz Demiryolu yapımına ise 1 Eylül 1900’de başlandı. Bu proje bir bakıma Bağdat Demiryolu hattının devamıydı. İki demiryolu birleşince İstanbul, Şam üzerinden Mekke ve Medine’ye bağlanacaktı. Proje, Hicaz ve Yemen’de Osmanlıyı güçlendirecek, Mısır’da Osmanlı nüfuzunu artıracak, askerleri bölgeye emniyet içinde sevk etmek mümkün olacaktı. Hattın işçileri 7.500 civarındaki Osmanlı askerleriydi. Demiryolunda çalışan askerler bir yıl erken terhis ediliyordu. Güzergâhta ray döşemenin yanında köprüler, istasyonlar, hastaneler ve telgraf merkezleri yapılmıştır. Şam’ın tam ortasında bulunan istasyon binası şu günlerde müze ama iki devlet arasında yapılan anlaşmayla bu demir yolu açılıp burası da yeniden aktif hâle geçeceği söyleniyor.
Suriyeli tacirlerin sahiplendiği sultan
Osmanlı mimarisinin güzel örneklerinden biri olan Süleymaniye Külliyesi, 1554 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Külliye’ye 1566 yılında Süleymaniye Medresesi eklenmiştir. Son derece yalın ve abartısız bir iç mimariye sahip olan ve Mimar Sinan’ın “Kalfalık eserlerimden biridir” dediği külliye özellikle Türk ve diğer yabancı turistlerin uğrak mekânlarından birisidir. Avluda şu anda bir Askeri Müze bulunmasının yanı sıra külliye kısmında da turistik eşyalar satan bir kaç dükkânı mevcuttur. Ayrıca Külliye içerisinde, 1926 yılında İtalya’nın San Romeo kentinde vefat eden son Osmanlı Padişahı Sultan Vahdettin’in mezarı da yer almaktadır. Son dönem Osmanlı padişahlarının torunlarından
Sultan Vahdettin’in mezarı.
bazılarının mezarlarının da içerisinde bulunduğu bu küçük mezarlık, sadece Türk ziyaretçilere özel olarak açılmaktadır. Mezarlığın bakım ve tadilat masrafları ise Türkiye tarafından karşılanmaktadır ama görülen o ki buraya şu ana kadar bir masraf yapılmamış. Buradaki köklerimiz bakımsız ve atıl kalmış. Sultan Vahdettin, İtalya’da ölünce Türkiye’ye mektup yazıp Sultanın borçlarının ödenerek cenazenin alınması istenirse de bu konuyla hiç ilgilenilmez ve cevap da verilmez. Bunu Şam tacirleri duyarlar. Aralarında para toplayıp Sultan Vahdettin’in İtalya’ya olan borcunu ödeyip cenazesini Şam’a getirerek Süleymaniye Camisinin bahçesine defnederler. Koca Osmanlı İmparatorluğunun son padişahı Vahdettin sade bir mezarda istirahatına çekilmiş. Doğrusu, görünce gözlerim yaşardı. Gurbette ölüm ne zormuş!... Hele yalnız ve kimsesiz olunca… Az Türkçe bilen gönüllü orta yaşlı bir adam ona türbedarlık yapmaktadır. Gel de sen şimdi Şam’ı sevme. Cami ve külliye şu an bakımsız durumda hatta kubbe çökmek üzereyken Suriye Hükümeti demir iskele kurarak çökmesini engellemiş. 1993’te gittiğimde de aynı durumdaydı. Buraların bakımı ve tamiratı için 2007 yılında iki devletin anlaşma yaptıkları söyleniyor. Masrafları Türkiye karşılayacakmış ama şu ana kadar bir girişim yok. Biz mezarların yanından ayrılınca türbedar demir kapıyı yeniden kapattı. Sultan kilitli, demir kapılar arkasında yine yalnız kaldı… ■
16
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
NECATİ KANTER
A
Vaktiyle buyurmuş ehl-i keramet Meyhane erleri bulur selamet Başıboş gezenler çeker nedamet Onünçün ben de bu deryaya düştüm O. R. M. Rüviyeti Baba
O bir divanedir. Divanelerin bir başka yönü de ibnü’l-vakt oluşlarıdır. Onlar için gelecek ve geçmiş yoktur. Anı yaşarlar. Yaratıcı ile bir ve beraberdirler. Aralarında rint olanları da vardır.
rada bir anasına uğrar, sonra sokaklara atardı kendini. Şair ruhluydu. Bir Bektaşi dedesi olan ya da öyle bilinip öyle tanınan Rüviyeti Baba, ak sakalı ve ilerlemiş yaşına rağmen sinemada, tiyatroda vesair eğlence yelerinden çıkmazdı. Kılık kıyafeti, sözü sohbeti ve davranışı ile sıradışı bir insandı. Konuşurken, gözler onda, kulaklar ondaydı. Daha çok felsefeden, tasavvuftan, ilahî ve mecazi aşktan bahsederdi. Hele hele Bektaşi nüktelerine ve nefeslerine hiç diyecek yoktu. Şarkılar, türküler, şiirler okurken, yanındakilerin çeneleri kısılır, dilleri tutulur, hayran hayran onu dinlerken ağızlar bir karış açıkta kalırdı. Genellikle şehrin hatırı sayılır ekâbirleri ile gezer, çoğu kez de ölçüyü kaçıran latifelerine katlanmak zorunda kalırlardı yol arkadaşları. Eski, fakat daima ütülü siyah takım elbise ve beyaz gömlekle dolaşırdı. Göğsüne kadar uzayan sakalı, ensesinden dökülen yağlı saçları, bakır rengindeki çehresi, şahin bakışı ve çatma kaşları, hele yakasına taktığı kırmızı gül, ona ayrı bir hava verirdi. Havanın yağışlı günlerinde ya da kış mevsiminde başında leon şapkası, siyah eldiveni ve baston saplı şemsiyesi ile çıkardı sokağa. Duru Türkçesi, ses tonunun mükemmelliği ve diksiyonunun güzelliği ile dikkatleri üzerine çekmesini bilen, tuhaf görünümlü entelektüel bir insandı. Geçen gün fazlaca tutup kafayı / Hülyalar dolu bir sevdaya düştüm
17
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Hele son kadehte buldum şifayı / Sevdalar dolu bir hülyaya düştüm Akla yol vererek aldım cünunu / Bir yudum ne şeye sattım fünunu Sırtımdan atarak batıl zünunu / Yükseldim huzur-ı Mevlaya düştüm Kalendermeşrep bir kişiliğe sahipti. Ayık gezmezdi. Özellikle de sarhoşluğunu kastederek, davranışlarındaki aşırılığı ve İslami kurallara uymadığını, şer’i sınırları zorladığını söyleyenlere: “Benim bu hareketim ve riyasız davranışlarım, kalbimin temizliğinin verdiği sarhoşluktur.” der, ardından da okurdu:
Eylemişler Rasih bühtan bühtan üstüne Benim için hem içki içmez, hem güzel sevmez demişler. Vallahi de billahi de halt etmişler!... Üstelik de ifira üstüne iftira etmişler, der, ardından gevrek bir kahkaha atardı. Hüzünlü şarkılar da söylerdi. Bazen de bu hüzünlü havayı dağıtmak için arkadaşlarına anlattığı fıkralarla neşeye boğardı onları. Zaten Rüviyeti Baba bir kere sözü eline geçirdi miydi kolay kolay kimseye teslim etmezdi. Harput’un ünlü şairlerinin şiirlerini de okurdu. Özellikle de Nüzhet Dedenin Sarhoş redifli şiirini dilinden düşürmezdi. İzhar eden ol cür’a idi kenz-i hafayı Olsa nola, suğrası da kübrası da sarhoş
Mey gibi her bir haramın sekri olsaydı eğer Ol zaman malum olurdu mest kim huşyar kim dı.
Gerek gördüğü zamanlar da bu dizeleri açıklar-
(Haramlar içinde insanı sarhoş eden sadece içkidir. Eğer her günahın içki gibi mestliği söz konusu olsaydı, kimin sarhoş kimin ayık olduğu o zaman belli olurdu.) Zühd’ün riya ve aldatmaca olduğunu söyler ve her fırsatta zahit geçinenleri yererdi. Rind, rindlik, harabat, harabati, mey, meyhane, sarhoş gibi sözcükleri çokça kullanırdı. İçinde bu sözcüklerin geçtiği şiirler söyler, rindliği ve kalenderiliği övmekten tuhaf bir keyif alırdı. Elbette Divan şiirinde bu kelimelerin tasavvufi anlamlar taşıdığı bilinir. Ancak Ruviyeti Babanın yaşamı bu kelimelerin zahir anlamı ile motamot aynıydı. O gerçekten rind’di, sarhoştu ve hatta tam bir ayyaştı. Özel toplantılarda bazen şiirler okur, kendinden geçerdi. Yardan mahçur iken düştük diyar-ı gurbete Dehr gösterdi yine hicran hicran üstüne Gözlerini kısar, romantik havalara girer, hüzünlü bir ses tonu ile ağır ağır mırıldanırdı: Sevgiliden ayrı kalmıştık, bir de gurbete düştük. Felek bize hicran üstüne hicran gösterdi, der sonra da devam ederdi Rasih’in meşhur şiirini okumaya.
Kadıları, vaizleri müftüleri hayran Seccadevü, tesbihi de fetvası da sarhoş Dünya edebiyatının gözbebeği olan Fars şairi Ömer Hayyam’dan rubailer okurken ağır ağır ayağa kalkar, elindeki kadehe diker gözlerini, sarhoşluğun da verdiği çakır keyif bir eda ile kendinden geçerdi. Hayyam sarhoşsun keyfine bak Bir güzelle berabersin keyfine bak Say ki yoksun varmış gibi keyfine bak Hele bir de kafalar iyice cilalandı mıydı değme keyfine!.. İşte o zaman Rüviyeti Baba en güzel, en neşeli türküleri okurdu. Hüzünlenince de ağlatmasını bilen yine oydu… Bazen dağıtırdı kendini! Gecenin birinde bir meyhane çıkışı, yalpa vura vura evine doğru giderken iyice sıkışır. Ay bulutta… Ortalık zifiri karanlık… Ayağı bir taşa takılır. Sendeler, düşer. Elini kulağına atıp, “Makber”den birkaç mısra okur, sora ağır ağır kalkar. Bir duvar dibine abdest bozmak için yanaşır, ancak dakikalarca uğraşır, uçkurunu bağlamayı bir türlü beceremez. Bekçi bağırır: “Yine meyhaneden değil mi? Kart ihtiyar!..”
Hem mey içmez hem güzel sevmez demişler
“Meyhaneye vardık ki saadet var içinde
18
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Hazz ü heves ü sevk ü şetaret var içinde” “Yaşından başından da mı utanmıyorsun?!.. Hadi, bağla uçkurunu da çek git buradan!” Pişkin pişkin sırıtır, ardından da bağlaması için bekçiye ricada bulunmaz mı? İşte o zaman bir kıyamettir kopar! Aralarında çıkan kavganın sonu da karakolda biter. Sabaha karşı namaza giden yaşlı bir adamın hayretle kendisine baktığını görünce: “Sen Allahın evine, ben de kendi evime gidiyorum Sofi!.. bunda şaşılacak ne var ki?” “Sabah sabah karakoldan çıktığını gördüm de!..” “Doğru görmüşsün.” “Hayrola bi vukuat mı var?” “Var yaa!.. Uçkuru elden bırakanın sonu vukuattır, gideceği yer de karakoldur.” Şedele Fehmi Efendinin her zaman fahri davetlisidir Rüviyeti Baba. Bir gün havuz başında yapılan sazlı sözlü bir eğlence dönüşü, çok içtiğinden içi kavrulur.. Çeşmenin başına geçip daha önce soğutmak için koyduğu şişesinden birini içi su dolu zannı ile bir defada kafasına diker, sonra rakı olduğunun fark etmesine rağmen şişenin dibini bulur. Artık zil zurnadır! Sallana sallana evinin yolunu tutmuşken ağaçların arasında bir bataklığa saplanır kalır. Hırıltılarla inlerken bir yandan ağız dolusu küfürler savurur, bir yandan da şiirler okur, şarkılar türküler söyler. Umurunda bile değildir bataklığa saplanması!.. Kısa bir süre sonra da sızar. Oradan geçen bir grup insan Rüviyeti Babayı fark edip bataklıktan çıkarır. Ancak o yarı baygındır. Yüzüne bir kova su boca ederler, o an gözlerinin araladığını görenler sorar: “Baba!.. n’oldu, bu ne hâl?!..” Başını kaldırır, ciddi bir tavır takınır: yin
özgü makamı ile okur. Müşip isimli mukallit; mukallit olduğu kadar da haşarı mı haşarı, muzip mi muzip bir arkadaşı vardı Rüviyeti Babanın. Çakıcızade Mehmet Efendinin oğludur. Ehlikeyiftir. Saf, tertemiz, iyi niyetli, ciddi, çevresinde ağırbaşlı olarak tanınan bir anası vardır Müşip’in. Güllü Ana… Bir gün kadıncağız baş ağrısından şikâyet eder, oğlundan ilaç getirmesini ister. Müşip de, peki ana der, zulasından çıkardığı şişesine bir kadeh rakı koyarak ilaç diye verir. “Ana!.. Avrupa’dan yeni gelmiş bu ilaç.. Hani senin başın olur olmaz zamanlarda ağrır ya… dün eczanede otururken sen aklıma geldin, ben de pahalı ucuz demeden aldım. Biraz acıdır; bir defada içersen on dakika bile geçmeden hiç bişeyciğin kalmaz!..” Oğluna dua eder: “Acı olsun gadan alam.. biz ne acılar gördük! Rahmetlinin bana çektirdiğini it çektirmedi. Ondan da acı olamaz ya!..” Şişeyi diker kafasına, soluk bile almadan dibini bulur! Suratını buruştururken seslenir: “Hele gadan canıma bi üsgüre soğuk su ver.. nasıl da cigerim yani…” Deli oğlan suyu uzatırken kıs kıs güler!.. “Ya.. sana demedim mi acı?” “Olsun oğul, biber de acı ama…” !.. Güllü Ana mutfağa girer, başındaki ak tülbenti omuzları üzerine atar, teşti yere indirir, yanı başına bir leğen un, bir de elek alır, başlar elemeğe. Bir de türkü tutturmaz mı? İndim yârin bahçesine gül açılmış gül güle Yanakları al al olmuş haber verin bülbüle Ben seni sevdim seveli düştüm dilden dile
Ben şehid-i badeyem dostlar demim yâd eyle Türbemi meyhane enkazı ile bünyad eyleyin” Gaslolunmaz ma ile gerçi şehidanı vega Yıkayın meyle beni, bir mezhep icat eyleyin.
Rıfat Dedenin temennisini Harput’ta söylenenin dışına taşırarak sarhoşluğunun da etkisiyle kendine
Allah Allaaah!.. Keyfi yerindedir yaşlı kadının. Müşip, mutfağın aralı kapısından girince ne görsün? Her tarafa savrulan unlarla mutfak bembeyaz... anası ayağa kalkmış bir yandan eliyor, bir yandan göbek atıp söylüyor!..
19
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Yürü yürü yavaş yürü cahilim aklım gider Vallahi dost hilafım yok yüreğim yanmış tüter Uzun uzun bakar, kendi kendine mırıldanır Müşip. “Hem de ne yanmış!..” “Ana, etrafa saçıyorsun!.. Teştin içine niye elemiyorsun unu?” “Oğul oğul…"der yaşlı kadın "her yer teşt!”. Müşip’in önce yüzü genişler, yavaş yavaş makarayı koyuverir, ardından da ellerini birbirine çarpıp basar kahkahayı… Kasıklarını tutar, gözlerinden yaş gelinceye değin güler. Anası seslenir: “Müşip, gadan alam daha yok mu gâvurun bu ilacından?” !.. O günden sonra “darbımesel” olan bu sözü en çok da Rüviyeti Baba kullanır. “Ya hu!.. Baba!.. İbadet de kabahat da gizlidir derler, sen şişe elinde, olur olmaz yerde dolaşmaya başladın. İçilecek yer var, içilmeyecek yer var!..” Gülerek karşılık verir.
“Bizim Müşip’in anası ne demiş? ” Orada bulunanlar, bir ağızdan: “Oğul oğul, her yer teşt.” !.. Rüviyeti Babanın ölümünden bir gün sonra Turan gazetesinin üçüncü sayfasında kısa bir baş sağlığı yazısının altında Osman Remzi Memişoğlu'nun imzası ile sunulan bir mersiyeyi okur Elazığ halkı. Dervişlik postunu verip mezade /Ahiret derdin den oldum azade Dergâha düşürüp bir melekzade / Meyve-i lütfu nu yağmağa düştüm Vaktiyle buyurmuş ehl-i keramet / Meyhane er leri bulur selamet Başıboş gezenler çeker nedamet / Onunçün ben de bu deryaya düştüm Çekerek içimden bir ya sabura /İmdada yetişti “Ent-el-gafur”a Atladım sıratı “Nasran nasura”/ Destursuz cennet-i ulaya düştüm■
KIRK DEDİK TARİH DÜŞÜRDÜK Kirpinin takdirleriyle dopdolu Irayıp hünerle otuz dokuzu Rengin, “aln’ak – yüz temiz” Külliyemiz Kırk dedi, Âbidemiz Külliyemiz…
ORHAN KOLOĞLU
20
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
AKSİ ŞİİR* şeyhim yolcular pervanesini sır çözülür gölge yanar ay üşür hatıralar kan güller kırmızı muhacir sevdalar mukim ağrılar gam makamında hicran şarkılar zaman emanet bize çilehanede adın rüyadır uzak yetilmez aynalar sarhoş dervişler miskin beyhude küldür ateşte canan yağmur ölür gözlerinde çaresiz şehrayin kararsız ritimler aksak aşkta bahtına yenik mehlika melal sızar saçlarına inceden nadan sevgili mahir ayrılık hatıralar kan güller kırmızı
KALENDER YILDIZ
*Bizim Külliye'den not: şiir sağdan sola da okunabilir.
21
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
13.YÜZYILDA GÜNDELİK HAYAT (çöplerden başlayalım)
Elma kabuğu, saç, kemik Elma sulu, saç kızıl, kemik horozundu Çakı ağaç saplı, tarak gümüştü. (Maharetim kâfi olsaydı çakının ve tarağın resmini çizerdim) (öncesine dönelim) Hava sıcak, ağaç altı serinken, Elma soyuldu. Kuşluk vakti dere kenarında Saç ıslandı. Karşı köyün avcıları uğradı: Horoz kesildi. (tahmin edelim) Ağacı diken… beyliğindendi. Çakı yumurtayla alındı. Tarak usta işiydi (kıymet bilene hediye). O sabah horozun son güneşiydi.
SEVAL KOÇOĞLU
22
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
TARIK ÖZCAN
Şuurun, dinamik suskunluğu; ruhun, diyalektik kıpırtısıyla birleşerek dil cevherini beyaz sayfanın sonsuzluğunda mutlak bir parıltıya dönüştürür. Bu içkin parıltı, insan ruhunda yankısını bulur. Bunun için şiir, dilin kendisini bulma sürecindeki yankısıdır.
D
il kendilik olgularını barındıran yuva ve şairin tek barınağıdır. Şair, yurt olarak dilin dünyasını tercih etmiştir. Kuşun ağaçla gökyüzünün arasını doldurma çabası, şair de dille gökyüzünün o arasını doldurma gayretine dönüşür. Her iki varlığın eyleminde de varlığı aşma hazzı ve tehlikelerden beri kalma anlayışı vardır. Kuşun kavgası kör doğayladır. Barınma içgüdüsü yüksekten yana tavır alır. Şairin kavgası ise genel dilin kör doğasıyladır. Çünkü genel dil, doğası gereği yutucudur. Konuşulan her şeyi dilin mutlak karanlığına doğru sürükler. Genel dil, kaosu besleyen karanlık nehirdir. Benzerlik ilişkileri, kullanılan dili itici, anlamsız ve biteviye bir hâle düşürür. Bir bakıma dolup boşalan bir kap konumuna sokar. Şair, dili kendisinin yapmalıdır. Çünkü dil, şaire rağmen vardır. Şairin dışındaki bu dil, şairden önce ve sonra da var olacaktır. Bu dil, şiirin dışındadır. Şiir, kendi dilini kendisi üretir. Ve her özgün şiirin kendisine ait özel bir dili vardır. Bir bakıma her şiir kendi dilini yapar. Bu dil dinamik, diyalektik, üretici ve uzuvlaşmış bir özelliğe sahiptir. Şiir, genel dilin dışındadır. Şair, her şiirinde yeni bir dille karşımıza çıkar. Bu dil, her okuma edimiyle birlikte anlam üreten bir dildir. Kısacası her şiir yeni bir üretim biçimi ve yeni bir dil demektir. Özgün bir şiir, dilin doğasına ters düşer. Genel dili ısırarak ve onu yadsıyarak kişiliğini kurar. Çünkü o
23
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
genel dilin doğasına karşı alınmış ve seçilmiş bir tavırdır. Bilinçli bir karşı görüdür. Tıpkı şeytanın insanın doğasına ters düşmesi ya da insan doğasını kışkırtması/ aldatması gibi şiir dili de genel dile ters düşerek, onu aldatarak kendi var oluşunu çizer. Bir bakıma genel dili aldatarak, onu sınayarak, ısırarak ve onun canını yakarak kendi var oluş serüvenini gerçekleştirir. Modern şiir, yeni görüntüler yaratan üretici bir şiirdir. Bu görevini geleneksel dilin yasalarını kırmakla başarılı bir biçimde yerine getirir. Bu kırma işi yeni bir anlam ve yeni bir görüntü yaratmak için şairin denediği bilinçli bir edimdir. Yapıyı temelinden sarsan ve bozan bu eylem, yeni bir yaratma eylemidir ve şiirin yorgun düşen klasik normlarına karşı alınmış bir tavırdır. Şairin bu tavrı, bilinçli bir eylemdir. Aynı zamanda eski şiir ağacına karşı atılmış bir taştır. Atılan taş, onun doğasını sarsacak ve içten yeni bir dil yaratıcı ayaklanmayı başlatacaktır. Bunun için modern şiir, geleneksel şiire karşı bir başkaldırıdır ve yapı bozucudur. Onun formülü şu iki kelimeyle izah edilebilir: Yıkmak ve yapmak. Çağın ihtiyaçlarına cevap veremeyecek kadar yorgun düşen ve bitevileşen biçimleri yıkarak/gündemden kaldırarak günümüz insanın ihtiyaçlarına cevap verecek yeni türleri ve biçimleri yaratır. Orhan Veli’nin ifadesiyle; “yeni zevke yeni vasıtalarla” ulaşır. Tüketim, şiirin doğasına aykırıdır. Modern şiirin en büyük özelliği üretici olmasıdır. Onun işlevi yeni diller, yeni görüntüler üreterek sürekli gündemde kalmaktır. Bunun için değişmemekte ısrar eden genel dile yaslanamaz. Modern şiirin dili çoğul okumalara müsaittir. Modern şiirin okuyucusu nispetinde bir iç ka(y)naması vardır. O, nehrin ana kaynağıdır. Kendi ruhumuzun dinmek bilmeyen sürekli kımıldanışı ve ürpertisidir. Özünde sürekli bir ka(y)nayış ve kımıldanma vardır. Tanpınar’ca bir uzuvlaşmadır o. Aradığını bulan okuyucunun ruh ürpertisidir şiir. Ruhun tek bir hâli şiir olamaz. Şiir, genel dile olduğu gibi alışılmış insan tabiatına da aykırıdır. Bunun için şiir uysal değildir. Şiir, aykırıdır. Bu aykırılık, ruhun sonsuzluk iştiyakını tatmin edecek kadar zengin bir kıpırtıdır. Şiir, var oldukça dil ve anlam üretecektir. Onun doğası, tekdüzeleşmeye karşıdır. Onun anlam ve dil üretmesi sorgulanamaz. Bu, onun varlığının ve mahiyetinin bir ne-
ticesidir. Var olmak istiyorsa üretici olmak mecburiyetindedir. Şiir, değişerek gelişir ve gelişerek değişir. Özünde dilin bu diyalektik kıpırtısını bulamayan hiçbir şair, kara zamanın karşısında tutunma şansına sahip değildir. Şiir, mutlak bir suskunluğu kabul etmez. Tanpınar’ın ifadesiyle “Şiir, dinamik bir suskunluktur ve tıpkı bir yılan gibi salt kendi yalnızlığına çöreklenen rûhun mutlak parıltısıdır.” Bu yalnızlık biraz sonra kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek ejder kesilecektir. Şuurun, dinamik suskunluğu; ruhun, diyalektik kıpırtısıyla birleşerek dil cevherini beyaz sayfanın sonsuzluğunda mutlak bir parıltıya dönüştürür. Bu içkin parıltı, insan ruhunda yankısını bulur. Bunun için şiir, dilin kendisini bulma sürecindeki yankısıdır. Şair, dilden koparmak istediklerinin azamisini koparır. Şiir, dilin kendi iç üretkenliğinin sonsuz sayıda çeşitlendiği bir üretim biçimidir. Bir bakıma dil sonsuz sayıda bileşimleri girerek bu doğurganlığını gerçekleştirir. Dilin rahmi şairin bilincidir. Parıltı hâlindeki bilinç, kendi yankısını buluncaya kadar arayışını sürdürür. Yankısını bulan ses, tamlığını kazanmış ve dilden dilediğini koparmıştır. Ancak bu kopuş dilin bütün sınırlarını ve imkânlarını zorlayan bir kopuştur. Buradaki zorlama tabiri azami kelimesine eş değer olarak düşünülmelidir. Aksi takdirde öz şiirde olması gereken rahat söyleme ilkesine ters düşmüş oluruz. Şiirin doğası, dilin doğasına aykırıdır. Çünkü dil, yasa koyucu ve usçudur. Bir bakıma da buyurgandır. Şiirse genel dilin bu yasa koyucu tavrına karşı bir ayaklanmadır. Bu karşı koyuşuyla kendisini var etmiştir. Hatta bir önceki kendi geleneğini kırarak ve hep yeni kalarak serüvenini sürdürür. Şiir, kendi var oluşunu genel dilin ve bir önceki şiir anlayışının yasalarını bozarak gerçekleştirir. Bu eylem, yeni bir dil bulmak adınadır. Şiir, şiirden önce dilin dünyasında yoktur. Kendisine özgü özellikleriyle bir defaya mahsus yazılır ve tamamlanır. Bunun için her şiirin kendisine özgü bir dili vardır ve her şiir tamamlanmış yeni bir dildir. Şiirin dili genel dilin içinde değil, üstündedir. Valery’nin ifadesiyle şiir, bir üst dildir. Bu üstünlük mevkiden daha çok dili kullanma biçiminde yatmaktadır. Bu sebeple şiir diline ait çözümlemelerimizi genel dilin içerisinde aramak yerine; şiirin kendi dil örgüsünde aramalıyız.■
24
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
AHMET ULUDAĞ
G
enellikle daha başarılı öğrencilerinin devam ettiği ülkemiz okullarının Türkçeden başka dillerle öğretimini sürdürmesi, muhalif görüşlere rağmen, artarak devam etmektedir. Yabancı dille eğitim ilköğretime kadar indirilmiştir. Üniversitelerimizin eğilimi ise, palazlanınca taksit taksit yabancı dille öğretilen derslerin miktarını artırarak tamamen Türkçe dışında bir dille, daha doğru bir ifadeyle -birkaç istisnası hariç- İngilizce öğretime geçmek şeklindedir. Yabancı dilde eğitim-öğretim taraftarlarının gerekçesi şöyle özetlenebilir: Türkçe ile bilim yapmak mümkün değildir, çünkü ne yeteri kadar Türkçe yayın ne de bilim faaliyetlerinde kullanılacak kadar terim vardır. Oysa çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak için bilimde ilerlememiz gerekir. Bugün geçerli ortak bilim dili İngilizcedir. Bu söylenenler kısmen doğrudur. Ama yanlışı, doğrusundan fazladır. Bunları biraz açarsak gerçekler daha yakından görülebilir. Türkçe yayın miktarı azdır. Bilhassa ileri teknoloji konusundaki yayınlar ve temel eserler olmak üzere birçok bilim dalında, hatta her dalda, Türkçe yazılmış eserler bulunmamaktadır. Bazı temel eserler Türkçeye çevrilmiş olsa da tamamen tercüme kokmaktadır. Son yıllarda Türkçesi daha düzgün tercümeler bulunmakla beraber terimlere genellikle
dokunulmadığı görülmektedir. Türkçe makalenin az olmasının başındaki sebep, yanlış yükselme politikalarıdır. Mesela, doçent olabilmek için gerekli şartların başında, yani doçentliğe müracaatın ön şartı, bilim dallarına göre değişiklik göstermekle beraber, belli sayıda makalesinin beynelmilel tarama kuruluşunun (ICI) listesinde bulunan dergilerde ve/veya yabancı dergilerde yayınlanmış olmasıdır. Peki, ICI listelerinde bizim dergimiz yok mu, insanlar onlarda yayınlasın denilebilir. Bu listelerde de Türkiye kaynaklı bilim dergileri vardır ama bu dergilerimizin de dili İngilizcedir. Kısaca bilim alanında temayüz edebilmek için İngilizce (veya başak bir yabancı dil) yazmak mecburiyeti vardır. Bu da bilim adamlarımızın Türkçeyi terk ederek ağırlıklı olarak İngilizce bilim makalesi yazmasına sebep olmaktadır. Bu şartlar yeterince yabancı lisan bilmeyen öğrencilerimizin eldeki ile yetinmesi sonucunu doğurmaktadır ki, bilim ve teknoloji alanında gelişmemizin önündeki önemli engellerin başında gelmektedir. Türkçe yazılmayınca Türkçenin tabii bir şekilde gelişmesi ve bugünün bilim ve sanat anlayışını ifade edebilecek seviyeye gelmesi de engellenmiş olmaktadır. Tercümeler ise tabii akışla gelişmemiş Türkçenin yetersiz kalmasından dolayı sindirilmemiş bir çabanın sonucu gibi görünmektedir. Çağdaş medeniyeti yakalamak için bilimde iler-
25
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
leme temel şarttır. Sanki başkaları, yani yabancı dilde öğretime karşı çıkanlar, istemiyormuş gibi bir havayla dile getirilen bu fikir üzerinde yoruma gerek olmadığı kanaatindeyim. Bazı terimlerinin Türkçesinin olmadığı da doğrudur ama ilânihaye bunun böyle devam edeceği de söylenemez. Terim yapmanın yol ve yöntemi bilinmektedir. Bazen Türk Dil Kurumu veya başka kuruluşların çabasıyla suni olarak terimler üretildiğini görmekteyiz. Bu tür terim yapma yöntemi kullanılabilir terimler yerine dayatılan terimlerin doğmasına sebep olmaktadır ve bu tip terimler yerine bozulmuş İngilizcesinin kullanılması devam etmektedir. Bu yollarla yapılan terimlerin bir kısmı ise zaten İngilizcesinin bozulmuş bir şekilde yazılmasından ya da terimin bire bir tercümesinden ibarettir. Oysa bilimde Türkçe kullanılsa, her şuurlu bilim adamı da, kendi dalında yeri geldiğinde yazdıklarının içinde Türkçe terimler kullansa, bunlar bir şekilde zamanla ayıklanarak herkesin üzerinde mutabık kaldığı terimler ortaya çıkacaktır. Bazı meslek erbabının ise yabancı terimleri bilhassa kullandığı dikkati çekmektedir. Bu sanki o kişiyi halktan üstün kılan bir davranış biçimidir. Memleketin başarılı insanlarının tahsil ettiği tıp alanında halkın kullandığı kelimelerden de geri gidilerek İngilizce veya İngilizceden bozma terimler (bunların çoğu bazılarının iddia ettiği gibi Latince değildir, sadece iki dil arasındaki benzerlikten dolayı böyle zannedilebilmektedir) kullanıldığını görmekteyiz. Görüldüğü gibi Türkçe bilim eseri yazılmaması, Türkçe terim kıtlığını da gündeme getirmektedir. Türkçe bilim yapılamayacağı ise tamamen bir hezeyandır, batı karşısında ezilmişliğin tezahürüdür. Siz Türkçenin elini kolunu kanun, tüzük ve yönetmeliklerle bağlayacaksınız, sonra da Türkçe bilim yapılamaz diyeceksiniz. Buna kargalar da güler… Bilim alanında çağdaş seviyeyi yakalayamadığımız ve ana dilimizde bilim eserlerimizin az olduğu yorumu doğrudur ve bu durum, bizi, bilimde başka dilleri kullanmaya iten ana sebeplerdendir. Değerli bilim adamlarımızın ellerindeki bu kadar az kaynağa rağmen ortaya koydukları çabaları göz ardı etmemeliyiz. Burada daha fazla yayının ve patentin yabancı dille öğretim yapan kurumlarda olduğu itirazı karşımıza çıkabilir. Bunun cevabı ise basittir hem öğretici, hem öğrenci hem de imkân olarak işin kaymağı bu kurumlardadır. Taşradaki Türkçe öğ-
retim veren bir üniversitenin kaynakları (insan ve eşya olarak) bunlarla kıyaslanamaz. Bu da Türkçenin yetersizliğine bağlanamaz; belirtildiği gibi kaynakların yetersizliği/yeterliliğinin bir tezahürüdür. Bilim dilinin İngilizce olduğu ise külliyen bir aldatmacadır. Bilimin bir dili yoktur, bilim faaliyetlerinde iletişim bugün hâkim medeniyetin liderliğini yapan milletin dili ile yapılmaktadır. Osmanlı aydınları o zamanın hâkim dili Fransızcayı kullanmışlardır. İşgaller bazen bir dilin mecrasından çıkmasına sebep olabilmektedir. Uzun süren Fransız yönetimi İngilizcedeki hukuk terimlerinin Fransızca olmasına sebep olmuştur. Atalarımızın anlayışı sonucu Arapça ve Farsça bilim, kültür ve sanat hayatımızda derin izler bırakmıştır. Bugün sadece biz değil, lisan konusunda daha muhafazakâr ve bilinçli olan Fransız ve Alman bilim adamlarının da İngilizce yazdığını görmekteyiz. Buna rağmen kendi dillerinde de eserler vermeye devam etmektedirler. Baktığımızda kendi dillerinde terimler kullandıklarını görmekteyiz ama iletişimde İngilizceyi kullanmaktadırlar. Anlatılanları özetlemeden önce şunu da hatırlatmakta fayda vardır: Bilim dili Türkçe meselesi, içerisinde hiç yabancı kökenli kelime bulunmayan bir dil yaratma meselesi değildir. Bilimi ana dilinde yapmak suretiyle, hem maddi hem de manevi (kültür, sanat) alanda kalkınma meselesidir. Şu gerçekleri de göz önünde tutarak Türkçemizin ve kendimizin gelişmesi yolunda yürüyüşümüze devam etmeliyiz: Türkçe yayın miktarı azdır. Çağdaş medeniyeti yakalamak için bilimde ilerleme en başta gelen şarttır. Bazı terimlerinin Türkçesinin olmadığı da doğrudur ama bunun ilânihaye olacağı söylenemez. Türkçe bilim yapılamayacağı ise tamamen bir hezeyandır, batı karşısında ezilmişliğin tezahürüdür. Bilim dilinin İngilizce olduğu ise külliyen bir aldatmacadır. Bilimin bir dili yoktur; bilim faaliyetlerinde iletişim bugün hâkim medeniyetin liderliğini yapan milletin dili ile yapılmaktadır. Yabancı dilde öğretime talebin artmasının ruhumuzda gittikçe derinleşen karmaşayla birleşmesinin sonucu olarak, ülkemizin önde gelen bilim kurumlarının yabancı dille öğretime yönelmesini, ancak dil meselesini bir vicdan mesuliyeti olarak algılayan insanlarla/bilim adamlarıyla önleyebiliriz. Belki de bu suretle selin önünden bir dal parçası alabiliriz, geleceğe köprü olsun diye…■
26
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
LÜTFİ PARLAK
S
avaşın romanları denilince akla ilkin tarihî romanlar gelir. Ancak her tarihî romanda harp olmadığı için makalemizi; mevzusu savaş olanlardan birkaçıyla oluşturduk ve böylece hataya karşı duyarlılığın bilince dönüşmesini sağlamaya çalıştık. Çünkü tarih, bizimle geçmiş arasına giren ve bizi köksüzlükten ve öksüzlükten kurtaran bilgidir[1] Tabii, hayat söz konusu olunca yönetenleri düşünmemek olmaz. Çünkü her hâlimize, her şeyimize onlar karar verir. Shakespeare’nin deyimiyle yaşadığımız dünyada; “Liderlerin bazıları büyük olarak doğar, bazıları sonradan büyüklük kazanır, bazıları da zorla büyütülür.” Galiba en şerlisi sonda kalanlar... Çünkü devin omzuna çıkan cüceler; kendilerini efsane kahramanı sanınca savaşlar yaşanmaya, savaşın romanları yazılmaya başlamış olur.
a) Savaş nedir?
Savaş; nedir, ne değildir sorusuna kesin cevap vermek mümkün değildir. Hz. Peygamber Tebük Seferinden dönerken “Küçük cihattan büyük cihada döndük” sözü bu belirsizliği, biraz olsun somutlaştırmaya çalışır. Çünkü insanoğlu, güçsüz olduğu 1. Tarihte Destana Akan Duyarlılık-Sadık Tural
zaman kendini mağdur, güçlü olduğu zaman kendini muzaffer kabul eder. Bu sebeple “büyük balığın küçük balığı yutması hakkı” diyerek kuvvetli olmakla zorbalığı karıştırır. Bu tavrı, biraz da şartların zorlaması olarak düşünmek lazım. Çünkü her dönemde görülen kuraklık, kıtlık, tehdit, göç… bir anlamda savaş demektir. Dolayısıyla tabiat şartlarına göre hareket etmek mecburiyetinde kalanlar, zamana direnmek için hazırlıklarını yapmak zorundadır. Dirse Han’ın[2] verdiği toyda; “Oğlu olmayana mevki yok, kızı olmayana kımız yok, oğlu kızı olmayana iltifat yok.” demesi, bu hazırlığın devlet eliyle yapıldığına işarettir. Behramoğlu Balak[3] Romanında, benzer durumları görmek mümkün. Artuk Bey, torunu olduğunda: “Varlığın sevincim, yiğitliğin güvencim, kumandanlığın övüncüm ve beyliğin geleceğim olsun.” deyip sevinmişti. Bu sebeple bıyıkları terler terlemez silah eğitimine başlayan Balak da arzulanan güce ulaşınca gurura kapılmış ve Menbiç Kale Kumandanı Hisan’ı küçümseyip zırhsız dolaşırken kaleden atılan okla şehit olmuştu. 2. Dede Korkut Hikayeleri-Orhan Şaik Gökyay 3. Behranoğlu Balak-Lütfi Parlak
27
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Aynı gururu: “Gökte bir Tanrı var, dünya üzerinde de bir hükümdar olmalı”[4] diyen Timur’da, “Ben ki sultanların sultanı, kralların kralı ve Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi…” diyen Sultan Süleyman’da, “Bu dünya iki hükümdara az bir hükümdara çok” diyen Yavuz’da, “Dünyanın bir tek efendisi olmalı.” [5] diyen Cengiz Handa… görmek mümkün. Zaten savaş denilen bela da bu sebeple ortaya çıkmaz mı? Koç ölürken etrafında dolanan kurdun bayram etmesine benzeyen bir hâdise de Gençosman[6] romanında yaşanır. Koyun Ağa, saldırgan Rüstem Ağa ile uyuşamayınca bulunduğu diyarı terk etmek zorunda kalır. Çünkü ikide bir Bihruz’un: “Ağam otlak parası istiyor, süt, peynir ve yün hakkı istiyor… Hazırlanması gerekenler, yarın akşama kadar ambara teslim edilecek.” demesi, onu canından bezdiriyordu. Aynı zorluk romanın bir başka bölümünde: “Ömer Ağa, Alevi değildi ama senelerdir burada yaşıyor, Aleviler de Sünniler de onu kendilerinden biri sayıyordu. Ancak İran, bölgeyi casuslarıyla karıştırınca mezhep farklılıkları derinleşiyor ve dolayısıyla Ahıskalı Dede için gene göç görünüyordu. Pekiyi nereye kadar? Tatar eşkıyası tarafından öldürülünceye kadar… Bu durum Yemen Romanında[7] şöyle anlatılıyor: “Savaş, öldürme sanatıdır. Onun kalemi, kılıç; mürekkebi kandır. Düşman ise hayalen oluşturulmuş bir kavramdır. Çünkü insan, tanımadığı bir kimseye nasıl hasım olabilir? Ama savaşta öyle olmuyor. Birileri düşman diyorsa, sen de ona kurşun sıkmak zorundasın.” İşte savaş nedir sorusunun cevabı.
b) İnsan savaşa neden ihtiyaç duyar?
Acaba savaş ihtiyaç mıdır, yoksa fantezi midir? Bilinmez ama her mücadelenin bir sebebi vardır elbet. Dolayısıyla kavganın azını ihtiyaç, çoğunu fantezi saymak lazım gelir. Çünkü aykırılık, cennetteki yasak meyveyi yiyen Âdem babamızdan; öldürmek ise onun çocuklarından bize miras kalmıştır. Bu sebeple uyumsuzluğun ve kavganın; aç4. 5. 6. 7.
Osmanlı Tarihi-Lamartine Cengiz Hana Küsen Bulut-Cengiz Aytmatov Gençosman-Lütfi Parlak (Baskıda) Yemen-Lütfi parlak
lıktan, tokluktan; âlimlikten, cahillikten; zalimlikten, mazlumluktan… çıkabileceğini bilmek gerek. Kendisini Allah yerine koyan Firavunların veya Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olduğunu sanan hükümdarların başlattığı muharebeleri, ihtiyaç saymak çok zor. Hâliyle: “Savaşı, onun ne olduğunu bilmeyen ve hiçbir zaman ateş altında bulunmayanların”[8] çıkardığı tezini kabul etmek gerekir. Yoksa başkalarının felaketi üzerine saltanat kurma, normal insanların işi değildir. Dolayısıyla kılıçların vereceği kararın her zaman kanlı olacağı gerekçesiyle savaş aleyhtarlığı yapmanın da problemleri çözmeyeceği bellidir. Çünkü Budist Uygurlar, kan dökmeyi günah sayıp askerliği bırakınca Kırgızlar tarafından yok edilmişti. Kavga, genellikle fantezidir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Şehit olmadan Alpaslan’ın vasiyeti üzerine; her sabah askerlerin gelip sarayın önünde üç defa;“Mağrurlanma padişahım, senden büyük Allah var!” demesi bundandır. Çünkü kendisi; “Bir tepe üzerinde dururken ordumun azametinden ve askerimin çokluğundan altımda yerin titrediğini hissettim. Bana kimsenin kudreti yetmez… diye gururlandım. Bu gurur beni öldürdü.” diyor. İşte bu vasiyetle oğluna o zalim illeti hatırlatmaya çalışıyor. Yapılan tespitlere göre mücadelelerin bir sebebi de taht kavgasıdır. Bilhassa Melikşah döneminde bu türden yapılan çekişmeler, Behramoğlu Balak’ta uzun uzadıya anlatılır. Sökmen Bey’in: “Balak oğlum! Güçsüz ve zayıf olduğumuza inanırlarsa dostlarımız bile bizi kaale almaz. Ama kuvvetli olduğumuza inanılırsa herkes dostumuz olur.” dediğini unutmamak lazım. Tavsiyeye uyan yeğen, Kılıçaslan’ın dul eşi Ayşe Hatunla evlenince mücadelesiz bir hükümdarlığa konmuş ve kendi kuvvetleriyle birleşen Malatya ordusu da devlerle uğraşacak güce kavuşmuş olur. Ancak iş bununla bitmez… Bu sefer de kader onun karşısına Bedirhan’ı çıkarır. Balak’ı ortadan kaldırırsa eski hayallerine ulaşacağı düşüncesiyle ihanete başlar. Sezilince kaçıp kendini Fırat’ın azgın sularına atar. Kürşat gibi, Celalettin Harzemşah gibi intihar eder ama ihanetin gölgesinden de kurtulamaz. Silvan’da ölüm döşeğine yatmış olan amcasına giden Balak, kendisiyle hesaplaşırken vefa kelime8. Unutulanların Dışında Yeni Bir şey Yok-Osman Pamukoğlu
28
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
sini yargılar. Çünkü insan; işe yaradığı sürece sevenleri ve dostları oluyor, işe yaramaz hâle gelince bir çukura gömülüyordu. Gerçi yeni neslin yolunu gene de onlar çiziyor. Çünkü Sökmen Bey çocuklarıyla birlikte Balak’a: “Evlatlarım! Sizler bu boyun kumandanları olarak daha nice savaşlara katılıp bir İslam mücahidi olarak ya şehit olacaksınız ya da gazi…” vasiyetini yapmıştı. Öyleyse gidilecek yol belirlenmişti. Pekiyi vasiyete uymak zorunda olan Balak’a karşılık Haçlılar haksız mıydı? “Size derim: İnsanoğlunun etini yiyip kanını içmedikçe kendinizde hayat hakkı bulamayacaksınız.”[9] emri karşısında Hristiyanlar ne yapabilirdi? Ya Müslümanlar! “Fitne kalmayıp yalnız Allah’ın dini kalana kadar onlarla savaşın.” [10] fermanı gereğince müminler, boş durabilecek miydi? Bu şartlarda mücadele bitebilir miydi?
c) Savaşın ortaya çıkardığı vahşet
Hangi devirde veya hangi ülkede olursa olsun savaş, netice itibarıyla vahşettir. Bu durum, eski gladyatörlerin; seyircileri eğlendirmek için dağdaki aslanları, zorla getirip öldürmesine benzer. Hâlbuki şartlar insanı çekiç yaptığı gibi örs de yapabilir. Öyleyse kişinin; güçlü olduğu zaman yaptıklarına hak, güçsüz olduğu zaman kendisine yapılanlara haksızlık deyip şikâyet etmesini anlamak mümkün değildir. İşte savaşın romanlarında yansıtılmaya çalışılan budur. Yoksa felaket saatlerinde herkesin birer yetim olduğunu bilmeyen mi var? Bu konuda bir yazar, mezarlığa sığınan birliğe top atan düşmana karşı: “Bu ölüler ikinci kez öldürüldüler. Ama mezardan püskürtülen cesetlerin her biri bizden birine siper olup canımızı kurtardı.”[11] diyerek sevinir. Ancak aynı kişi bir yerde de: “Süngü artık eski önemini yitirdi. El bombaları ve küreklerle saldırmak daha tutuluyor. Ucu bilenmiş bir kürek daha kullanışlı. Kürekle boynun alt yanına vurdunuz mu adamın göksü yarılıveriyor.” diyerek vahşeti derinleştirmede akıl veriyor. Bunlar, biraz evvel top mermilerinden yakınan insana yakışıyor mu? Cevabı, savaşın romanlarında bulmak mümkün. Aynı konuda bir generalimiz de: “Dünyada in9. Yuhanna İncili 10. Enfal Suresi ayet 39 11. Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok-E. M. Remarkue
sanlardan başka bir canlı türü var mıdır ki gençlerine silah verip onlara kendi cinslerini nasıl öldürmesi gerektiğini öğretsin ve öldürme işini iyi yaptı diye onu kahraman ilan etsin.”[12] diye sorguluyor. İşte insan bu olunca dehşeti tasvir de romancılara kalıyor. Behramoğlu Balak’taki; “Soluk bir renge bürünmüş ova, kanları kapkara donmuş cesetlerle dolmuştu. İniltiler arşa yükseliyordu.” ifadesi, başka neyin tasviri olabilirdi? Ama aynı romanda: “Bedenim işe yaramasa da gözlerim ve kulaklarım sağlamdır.” diyen kolsuz Karatekin’in çete savaşlarına katılmak için ağlamasına ya ne demeli? Demek insan; ölüye ağlasa da öldürme, hoşuna gidiyor. Yoksa savaş mukadder olunca aslan bile kendini sineklere karşı korumak zorundadır. Tahrik de bazen çekişmeyi derinleştirebiliyor. Çünkü esir düşen Josselin yalvaracağına Balak’a: “Ben galip gelseydim derhal seni parçalatır, kurt kuş yesin diye her parçanı bir dağa attırırdım.” diyerek onu kışkırtmaktan geri kalmıyor. Tabii neticede kendisi de taze bir deve derisine sarılıp dikildikten sonra güneşe bırakılıyor. İşte savaş, işte savaşın romanı… Bu işte yanlış telakkilerin etkisi yok mudur? Çünkü Müslüman “Allah, Allah…” diye düşmana hücum ederken kâfir de “Hurra, Hurra…” diyerek rakibine saldırıyor. Yani her iki taraf; aynı Allah için, onun yaratıklarını öldürüyor. Bu sebeple zindandan kaçan Josselin’ın dikkat çeken emri: “Yanabilecek her şey, kül veya kömür hâline getirilsin.” Aynı konu Gençosman romanında: “Rüstem Ağanın “Hücummm!” emri üzerine obaya saldırdık. Çoluk demedik, çocuk demedik, yaşlı demedik, genç demedik… Hepsini kılıçtan geçirdik. Eşya ve davarları topladık ve aynı kabilenin katırlarına ve eşeklerine yükledik.” şeklinde dile getiriliyor Bu durumun insani olan yanını söylemek mümkün mü? Bağdat fethine katılan Gençosman’ın şahadeti de aynı romanda şöyle tasvir ediliyor: “Gözleri açıktı ama dolan kumlardan mı, hiçbir şeyi görmüyordu. Kulakları sağlamdı ama dolan kandan mı, hiçbir şeyi duyamıyordu. Çünkü can çekişiyordu. Husrev Paşa yere diz çökmüş; eliyle, kopan başa yapışmış kumları siliyordu…” Adına kahramanlık desek de şu yaşananlara güzel deyip sevinmek 12. Unutulanların Dışında yeni Bir Şey Yok-Osman Pamukoğlu
29
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
mümkün mü? Savaşın şuurları bozan etkisi, surların önünde de kendini gösteriyordu. Çünkü deliğin ağzına yığılan cesetten tepeyi aşabilmek için ileri atılan Yeniçeriler, kan pıhtısıyla birbirine yapışmış bedenleri; kolundan, bacağından, boynundan… çekip; ileriyegeriye fırlatıyordu. Ama bu sefer de kendi ölüleriyle yeni bir tepe oluşturup geçidi tıkıyorlardı. Çünkü surdan atılan top, tüfek, ok, kaynar su… aynı anda bir çok askerin şehit olmasına sebep oluyordu. Yemen romanında da insanı, insan olduğuna pişman eden birçok sahne göze çarpıyor: “Kalenin bulunduğu tepede bir gürültü koptu. Top sesine benzemeyen, tüfek sesine hiç benzemeyen bu gürültü acaba neyin nesiydi? Sesler, karanlığın içinde kaybolmuş vadiyi sallarken hiçbir şey anlayamamıştım… Sabah kendime gelip elimle taşı yana itince baskıdan kurtulan bacağımdan kan fışkırmaya başladı. Kanı durdurmak için bir yandan tek elle yırtılan elbisemle bacağımı bağlarken diğer yandan yaralarıma konan sinekleri kovmaya çalışıyordum. Bedevilere yenildim ama bunlara yenilmemeliydim.” Bu romanın bir de hastane tasvirleri var ki yürek yakacak cinsten: “Zamana bağlı olmayan hıçkırıklar, ahlar, vahlar… diğer koğuşlardan bize, bizden onlara doğru ağır ağır gelip gidiyordu. Kimi ağıta benziyordu, kimi iç parçalayıcı çığlığa… Koğuş alabildiğince doluydu. Hepsi de ağır yaralıydı. Cerahat kokuları, ilaç kokuları… genzimi yakıyordu. İniltiler, hırıltılar… beynimi zonklatıyordu. Daha kötüsü, yanımızda ölenlerin cesetleri kaldırılırken çektiğimiz iç parçalayıcı acılar, geride kalanları deli divane ediyordu.” Ya ardından gelen tutsaklık? “Altımız kum, etrafımız tel örgü ve başımızda süngülü nöbetçiler… Yetim çocuklar gibi birbirimize sokulup kumların üzerine çömelmişiz. Bu esnada kendimi kafese konmuş yırtıcı bir hayvan gibi hissetmeye başladım ama yırtıcı da değildim ki. Onlar kükrüyor, pençelerini uzatıyor, dişlerini gösterip hırıltılı sesler çıkarıyordu. Hâlbuki ben, küçük bir kuzudan daha masumdum. Ne sesim çıkıyordu, ne sedam.” Savaşın romanlarında hep kötüler ön plandadır: “Cellatlar kollarını sıyırmış, darağacı yerine ortaya büyük bir deve getirmişlerdi. Hayvanın hörgücüne bağlanan iplerin uçları ilmek edilip idamlıkların boynuna geçirilmişti. Deve kalkınca
sallanıverdiler.”[13] Pekiyi suçları neydi? Sefer esnasında emre uymadan çocuk yapmak ve çocuğun saklanmasına yardımcı olmak…
d) Netice
Tarihte işlenen vahşetler ortadayken kavgaların devam etmesini anlamak çok zor. O. Pamukoğlu’nun deyimiyle muharebelerde;“Sadece ve sadece anneler kaybediyor.” olmalı ki krallar veya hükümdarlar olanları umursamıyor. Yavuz Sultan Selim; “Zafer güzeldir ama yolu mezarlıktan geçer.” demesine karşılık seferden vazgeçmemiştir. Balak Gazi, kendine değen oka: “Bu ok, bütün Müslümanları katletti.” diyene kadar gazayı bırakmamıştır… Savaş, zalim bir sanat olduğu için yaptıklarından dolayı kahramanları kınamamak lazım. Mehmet Sait, yakalanan esire: “Yemen’i İngilizlere karşı korumaya geldik ama siz bize düşman oldunuz. Onların yapamadığını siz yapıyorsunuz. Bu insafa sığar mı?” dediğinde tutuklu Arap: “Biz, sizden yardım istemedik ki…” cevabını vermişti. Kendi kendime düşündüm. Ben de esir olabilirdim. Onlar bana: “Buralarda işin ne, ne arıyorsun?” deselerdi ne cevap verirdim? Çünkü burada işim de yoktu, bir şey aramak için de gelmemiştim. Aynı kahraman, bir köy aramasında bu iç çatışmayı daha kuvvetlice hisseder. “Ölüm yatağına yatan ve iki gözünü, kin ve korku ile üzerime diken kadına bakınca nenemi hatırlardım: Bu kadın, neneme ne kadar benziyordu? İyice yaklaştım. Korkudan gövdesini geriye çekiyordu. Kâbuslu bir rüyadaymış gibi dehşet içindeydi. Korkmaması için silahımı yere bırakıp öyle yaklaştım. Neneme benzeyen bu kadının zorla elini tutarak öptüm, öptüm… Kendimi tutamayıp ağladım. Hâlbuki şimdiye kadar katillik, ruhuma bir sancı gibi saplanmıştı. Şimdi o melun duygudan eser yoktu.” Söylenenleri düşünüyorum; savaşın romanları olmasaydı çekilen bu vicdan azabını kaydetmek mümkün olur muydu? İşte bu sebeple insanın aczini, kinini, nefretini, merhametini… ele alan savaşın romanlarından birkaçını birlikte işlemeye çalıştık. Salgın hastalıklardan daha beter olan lüzumsuz çatışmaların sadece ve sadece insanlara acı verdiğini hatırlatmak istedik. Gün döner harman olur, yazılanlar belki işe yarar dedik…■ 13. Cengiz Hana’a Küsen Bulut-Cengiz Aytmatov
30
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
EMRE MİYASOĞLU
G
Büyük sanatçılar; fanteziler dünyasında gezinenler değil, içinde yaşadığı toplumun gerçeklerini kendine ve kendi milletine doğru bir şekilde itiraf edebilenlerdir. Ve yine büyük sanatçılar yol verirler topluma. Her şey anlayışa bağlıdır, siyaset de, ekonomi de, tarih de.
elenekten beslenerek yaşadığı devri iyi okuyan ve geleceği görebilen sanatçı sayısı her devirde az bulunur. Millî kültür anlayışına sahip Yahya Kemal, Tanpınar, Necip Fazıl gibi kültür adamları bunun nadir örneklerindendir. Yaşadığı toplumdan kendisini ve çevresini soyutlamaya çalışmadan ‘gerçekçi’ sanat anlayışını sürdürmek Türk toplumunun gelişmesi yoluna kendini adamak demektir. Türk milletini millî değerlerinden, özellikle de dinî kimliğinden soyutlamaya çalışan ve edebî değeri olsa da, Türk insanını anlatmayan eserler veren anlayışa hizmet etmiyorsanız, yalnızsınız demektir. Tanzimat’tan bu yana, ideolojinin güdümündeki edebiyatımız; kimliksiz bir Türk portresi çizerken, edebiyatın sosyolojik gerçekliği boyutunu görmezden gelerek hiç var olmamış bir Türk toplumu fikrini aşılamaya çalışmıştır. Çok az da olsa bu kültür emperyalizmine karşı, yalnız kalmak pahasına direnen kültür adamları da bulunmuştur. Babam Mustafa Miyasoğlu da işte o yalnızlardan. Kültür ve sanat anlayışını takip edebildiğim son 8-10 yıldır şu gerçeği gördüm ki, babam da o uzun ve zorluklarla dolu yolu, o çetin davayı seçmişti. Bu yazıyı kaleme alma sebebim, 34 yıl önce yayınlanan ilk romanının yeniden basılmasıyla duyduğu heyecanın beni de duygulandırmasıydı. Babamın
31
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
her kitabı benim için çok değerli, fakat “Kaybolmuş Günler”in onun olduğu kadar benim de gönlümde ayrı bir yeri var. Roman kahramanı Beşir Güner, beni, bir gün devamını kaleme almayı ciddi ciddi düşündürecek kadar etkilemiştir. Buna cesaret edebilecek yetkinliğe ulaştığımı düşündüğüm zaman belki “Beşir Güner’in Oğlu” doğacak. Kendi çıtasını yükseğe çıkarışı bu ilk romanıyla olmuştur babamın ve bu her yazara nasip olacak şey değildir. Akçağ Yayınları, babamın yıllar önce yazdığı beş eserini yeniden yayınlayarak bir anlamda tozlu raf lardan sıyrılıp şöyle bir silkinmelerini, kendilerini hatırlatmalarını sağladı. Bunlar babamın önemli çocuklarından Kaybolmuş Günler, Necip Fazıl Kısakürek, Dede Korkut Kitabı, Güzel Ölüm ve Bir Aşk Serüveni… Kültür emperyalizminin kuklası olan ideoloji temelli edebiyata hiç paye vermezken, hidayet misyonu yüklenen, bakış açısı kısıtlı akıma da kendini kaptırmayan isimlerden biri olarak çağdaş bir millî sanatçı portresi çizmiştir Mustafa Miyasoğlu. “Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!” diyen Necip Fazıl’ın takip ettiği çile dolu o mukaddes davaya kendini adayan bir nefer de Miyasoğlu idi. Nitekim Türkiye’de,
Üstad’ı en iyi anlayan ve anlatan isim olarak babam, kapsamlı ve bu konuda bir başyapıt sayılabilecek “Necip Fazıl Kısakürek” portresini kaleme alarak bunu kanıtlamıştır. Sağlığında Necip Fazıl’a yaranmak için eteklerinden ayrılmayan, ama vefat ettikten sonra onun sanat, siyaset ve hayat anlayışını anlamaktan uzak oldukları için Necip Fazıl’ı inkâr veya görmezden gelme furyasına kendini kaptıranlardan olmamıştır. Bir anlayışın körü körüne savunucusu ya da muhalifi olmak gibi fanatizmi her zaman eleştirmiş, millî bir şuur geliştirmenin yolunun önce hakiki anlamda anlamaktan geçtiğini bilerek okumuş, yazmış, anlatmış biridir babam. Üstad’ı doğru anlayabilmek için okunması elzem olan kitapların başında gelen Necip Fazıl Kısakürek kitabı bu bakımdan çok önemlidir. Kıbrıs Harekâtı’nı iskeletine oturttuğu romanı Güzel Ölüm’de, Cumhuriyet’in ilk savaşının yaşandığı devirdeki Türk toplumunun kırılma noktalarını anlatır. Bu roman da pek çok bakımdan dikkat çekicidir ve Türk romancılığında önemli bir yeri vardır. Bir Aşk Serüveni ise, Pancur adlı hikâyesinden 22 yıl sonra, bu hikâyenin karakterlerinin gerçek dünya ve kurgu dünyasındaki
32
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
gelişmeleri ve değişimleriyle birlikte yeniden şekillenmiş bir eser. Bir yazarın kahramanlarını ne kadar gerçek hissettiğini ve onlarla ilişkisinin hiç bitmediğini gösteren bu durum, yazarın ve eserinin samimiyetini gösterir. Özelde de “ben”in zamanla değişimi hissedilir ve kişinin kendisini gerçekleştirmesi gerçeğine dayanır. Bu romanda aşkın yalnızca dünyevi boyutla sınırlı olmadığı, bir de manevi boyutu olduğu da işlenir. Türk toplumunun iyi anlaşılabilmesi ve kimliğimize yaraşır bir gelecek çizebilmemiz için, siyasi ve sosyal gelişmeleri farklı perspektif lerden objektif bir şekilde gözlemleyebilmemiz gerekiyor. Büyük sanatçılar; fanteziler dünyasında gezinenler değil, içinde yaşadığı toplumun gerçeklerini kendine ve kendi milletine doğru bir şekilde itiraf edebilenlerdir. Ve yine büyük sanatçılar yol verirler topluma. Her şey anlayışa bağlıdır, siyaset de, ekonomi de, tarih de… Anlayışı sağlıklı yönlendirecek şey ise, bilgi ve şuurdur. Yüzlerce yıl insanlığa âdil bir yol gösteren ecdadımız, beyliği hizmette gördüğü gibi, sanatın halka, dolayısıyla Hakk’a hizmet olduğu gerçeğini de bilerek azimle çalışması, nihai başarısının sırrıdır.
Edebiyat, hayatın pertavsızı
Sanatı, özellikle de edebiyatı “Okurun algılarını bilmek ve ona göre davranmak” şeklinde anlayarak bir tür müşteri odaklı pazarlama yöntemine başvurmak kısa vadeli “satış” başarısından başka bir şey getirmez. Edebiyat camiasını da işgal eden bu maddeciliğin if lah olmaz kapitalizminin, gerçek sanatçıları bir süreliğine de olsa geri plana atması kültür hainliğidir. Hiçbir toplumda okuyucu yazarını yönlendirmez, yazar okuyucusunu yönlendirir. Bu da bir milletin millî değerlerini savunan samimi dehalarının sayısıyla ilgilidir. İşte babam Miyasoğlu, kırk yılı aşkın bir süredir emek verdiği sanat alanında millî ve entelektüel duruşun izinde, doğru olanı yapmış ve eserlerinde samimiyetini ön planda tutmuş az sayıdaki sanatçılarımızdan biridir. Bu açıdan baktığımda, çektiği sıkıntıları da düşünerek, sanat hayatında geçen 40 sene-
sinin, babam için ne kadar çetin bir mücadele devresi olduğunu idrak ediyorum. Osmanlının son döneminde başlayıp Cumhuriyet yıllarında hızlanan ve günümüzde doruk noktasına ulaşan ‘kendi kültürünü inkâr etme’ rüzgârına kapılarak Türk insanına yabancı eserler veren, yozlaşma ideolojisi kuklalarından ya da bilmem ne ödülü alma uğruna özünü satanlardan biri olmadığı için onunla iftihar ediyorum. Sanatta kırk yıl, gerçekten çok uzun bir süre. Özellikle de bir sanatçının, millî bir kültür ve sanat anlayışından hiç vazgeçmeden, benimsediği entelektüel Müslüman kimliğinden hiç kopmadan, aynı çizgide yürüyebilmesi açısından uzun bir süre. Türk toplumunun millî ve manevi değerlerini sanat anlayışına temel alan bir edebiyat adamı için, bu süreçte meydana gelen çeşitli siyasi ve kültürel krizlerin ‘değişim’e zorlamasına karşı direnmek zor iş. Popülizmin etkisiyle zaman geçtikçe kalitesini yitiren sanat dünyasında, kelimenin tam anlamıyla dimdik durabilmek de gerçekten takdire şayan bir meziyet. Mustafa Miyasoğlu’nu en iyi anlayanlardan biri belki de benim. Her şey önce insanın kendi içinde olacak elbette, ama edebiyat aşkını bana aşılayan da, edebiyatın bir heves ya da yalnızca ciddi bir iş olmadığını anlamama yardımcı olan da kendisi. Edebiyatın, hayatın yavanlığına, anlayışsızlığa, boyutsuz yaşamaya karşı bir başkaldırı, saf iyiliğin arayışı, yaratılışın estetiğini arayan bir pertavsız olduğunu onun rehberliğinde öğrendim. Babamdan bahsederken, ona olan sevgimden dolayı subjektif bakıyor olabilme ihtimalimi yok eden de, gerçekleri görebilme yetimi edinmemdeki eşsiz rehberliğidir. “Beylerin şerefi kendi malı değildir” derler. Gerçek bir sanatçı, artık bir birey olmaktan öte, milletinin temsilcisi, eğitimcisi ve ona karşı sorumluluğu olan kişidir. Sanat da, her bir taş parçasını başka bir mimarın yerleştirdiği manevi bir şaheserdir. Kendisini bu bilinçle yetiştiren kişinin, ancak yarınlarda adı rahmetle anılacaktır. Yazdığı her cümlede bir milletle bütün olduğunu hissederek hiçbir zaman sorumluluğunu unutmamıştır Miyasoğlu. Ve bu yüzden, bu bilinçle eserleri okunmalıdır.■
33
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
İSKENDER PALA ile klasik kültür üzerine
"...on sekiz bin kelimeyle yaşayan adam hayatı bin sekiz yüz kelimeyle yaşayan adama nazaran on kat fazla yaşar, on kat fazla algılar, on kat daha güçlüdür, on kat daha acı çeker bu böyledir. "
ÖMER KAZAZOĞLU Takdim 1958 Uşak doğumlu. İ.Ü. Ede biyat Fakültesi'ni bitirdi (1979). Divan Edebiyatı dalında doktor (1983) ve doçent oldu (1993). Ede biyat araştırmacısı olarak çeşitli ansiklopedi ve dergilerde bilimsel ve edebî makaleler yayınladı. Or taokul ve liseler için ders kitapları yazdı. 1982 yılında teğmen rütbe siyle intisap ettiği Deniz Kuvvetle ri Komutanlığı bünyesinde çeşitli görevlerde bulundu ve denizcilik tarihi araştırmaları yaptı. !998 yı lında profesör oldu. 2009’da Uşak üniversitesi öğretim üyeliğine geçti. Evli ve üç çocuk babasıdır. Eserlerinden bazıları: Şairle rin Dilinden, Edebiyat Divanı, Ah! Mine’lAşk, Müstesna Güzeller, Ef sane Güzeller, Aşina Güzeller, Dört Güzeller, Perişan Gazeller, Leyla ile Mecnun, Şiirler Şairler Meclis ler, Kahve Molası, Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk, Ayine, Tavan Arası ve Katrei Matem .
Klasik dönemi günümüze aktarırken hangi metotları kullanıyorsunuz, ne gibi güçlüklerle karşılaşıyorsunuz? Klasik zamanlar bu çağın ne usulüne ne eşyasına ne de bakış açısına pek fazla uygun; onun için çağları atlatıp modernitenin içine katabilmenin çeşitli yolları var. Bir sefer tarihten bahsediyorsak, güzel sanatlardan bahsediyorsak, edebiyattan bahsediyorsak hepsinin ayrı ayrı o dönemdeki muhtevalarının, zenginliklerinin bu güne ruh ve mana olarak aktarılması önemlidir. Yoksa şekil olarak aktarmak bu çağda Osmanlı kaftanı giyerek sokağa çıkmak gibidir. Onun için işin manasını ve ruhunu aktarabilirsek kıyafetler değişebilir, her çağda değişebilir. Gök kubbenin altında duran bir kıyafet yoktur ama duran bir insan vardır. İyiler ve kötüler, güzeller ve çirkinler hep durur. Güzelliklerin devamı ve yahut iyilerin ve iyiliklerin devamı için yapacağımız çalışma diğerinden daha zordur. Çünkü o zaman gayret ister, emek ister, ter akıtma ister, şimdi klasik zamanları şiir için konuşacak olursak; mesela kasideler çağı kapanmıştır. Bugün kaside yazılarak kimseye bir dert anlatılamaz, bir yere de varılmaz. Ayrıca kaside yazarsanız kimse de sizi anlamaz bu çağın dilini kullanan, bu çağın şiirini esas alan bir kaside mazmunu, bir kaside ruhu, bir kaside manası gerekir bize. Bir gazel yazılabilir; çünkü gazel dünyanın en güzel formudur; iki dizeyi yan yana getirmek şiir için en eski çağlardan beri en güzel formdur; ama sırf şekil bir gazel formu olarak kullanılmaktadır. Ama gazelin içeriği 15. yy’daki gibi olursa bugünkü insana hiçbir şey veremeyebilir. Bugünkü insanın istediği şey daha öncekilerin söylediklerinin harmanlanarak
34
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
yeniden söylenmesidir belki. Bana zaman zaman şöyle bir soru gelir: “Ben bir şair olmak istiyorum, şiir yazmak istiyorum, bana öneriniz nedir?” ve benden şu cevabı beklerler: “Osmanlıca öğren, gazelleri, kasideleri oku, onları hatmet, onları taklit et, Fuzuli gibi yaz.” Fakat ben böyle söylemem. Fuzuli gibi yazmanın devri kapandı. Ama Fuzuli gibi söylemenin devri kapanmadı. Sözün muhtevası Fuzuli’den olursa o zaman aynı sözü Orhan Veli gibi söylerseniz daha etkili olur. Tıpkı bugün için yeni müzik aletleri icat etmek gibi... Bu, musikiyi sadece zenginleştirebilir, değiştiremez; içine yeni bir saz katar. Düşünceme göre; iyi bir şair olmak için önce kişinin kendisine bakması gerekir. Allah onu gerçekten bir şair ruhuyla mı yarattı, şairane bir eda var mı kendisinde, yoksa yeteneksizin teki mi? (Bunu haddini bilme anlamında söylüyorum) Kendisini bir şair gibi hissediyor, düşünüyor ve şiirler de yazıyorsa, şiir bilgisiz yazılmaz. Fuzuli: " İlim bir kiyl-ü kâl imiş." derken aslında ilimsiz şairin temelsiz olduğunu da söyler. Onun için şöyle davranması lazım: İyi bir şair, güzel bir şiir formu yakalamak için Yunus Emre’yi okumalı, Karacaoğlan’ı okumalı, bir de Nedim’i okumalı. Yunus Emre’yi okuyarak Tekke Şiirindeki bütün güzellikleri, Karacaoğlan’ı okuyarak Halk Şiirinin içindeki bütün estetik boyutu, Nedim’i yahut Baki’yi okuyarak Divan Şiirinin içindeki ihtişamlı dünyayı hazmetmeli. Okuduğu her şiiri: "Bu şiir nasıl söylenmiş, ben olsaydım bunu nasıl söylerdim, bu şiiri söyleten neydi, bu şiir bu çağda nasıl söylenir?..." gibi sorgulayarak okur, Yunus divanını bir kere hatmetderse, sonra Karacaoğlan’ın şiirlerini bir kere hatmerse, sonra Nedimin şiirlerini hatmederse, ardından oturup kendi şiirlerini yazarsa Nobel Ödülü ayağına gelir Siz isimleri değiştirin. Ben Yunus dedim siz deyin Pir Sultan Abdal, ben dedim Karacaoğlan, siz deyin Âşık Ömer, ben dedim Nedim, siz deyin Fuzuli... Yani bir Tekke şairini bir Divan şairini bir Halk şairini öğrendiği zaman bütün Türk şiirinin geleneğini öğrenmiş olur. İşte o zaman ruhunu kazanır, kıvama gelir sözleri. Kelimelerinin her biri bir medeniyeti ifade etmeye başlar, şimdiki gibi üç yüz, beş yüz kelimeyle şiir yazılmaz. Bunları ifade etmeye başladıktan sonra yeni söylediği şiir ister vezinsiz olsun, ister kafiyesiz olsun, adam gibi şiir olur. Gök kubbenin altında Yunus'un sesi yedi yüz yıldır yaşıyorsa Fuzuli’nin sesi beş yüz yıldır yaşıyorsa Karacaoğlan’ın sesi üç yüz elli yıldır yaşıyorsa bunlardan ilham alan şiir üç yüz elli yıl yaşar. Rahmetli
Barış Manço bir şey yapardı; bütün Batılı enstrümanları kullanarak doğulu ruhla bir şarkı bestelerdi.Yapılması gereken belki budur. Batının bütün imkânlarını kullanarak, teknolojisini kullanarak, bilgisayarını kullanarak doğunun ruh zenginliğini yeniden insanlara sunabiliriz. Batıda ancak böyle var olabiliriz. Çünkü batı dediğimiz dünya, şu anda doğunun içinde var olan her şeye muhtaç. Bugün doğuya ait hangi çizgiyi, hangi deseni, hangi yemeği ihraç edecek olursanız olun batıda karşılık bulur; Çünkü batı, elindeki tüm değerleri tüketti ve doğunun elindeki değerlerle bir yerlere varmanın peşinde; bunun için hiç durmadan Bağdat’a gelmek istiyor, hiç durmadan Afganistan’a gelmek istiyor, hiç durmadan İran’a gelmek istiyor ... Bütün bunların altında bir de kültürel sebep var, sadece petrol sadece su kavgası değil. Biz bize ait klasik değerlerimizi yeniden ürettiğimizde alıcısı her yerde hazırdır. Ancak yeniden üretmenin yolu yorucu bir yoldur. Ben çeyrek yüz yılımı verdim; bir başkası mimaride, bir başkası, tarihte, bir başkası başka bir alanda bunları yeniden üretip sunmalıdır. Klasik Dönem medeniyetinin malzemesini günümüze aktarırken ister istemez bir dil sorunu ortaya çıkıyor. Klasik dönem dilini günümüz çağdaş yapısına nasıl oturtalım? Bunun kolay bir yolu var; o da hiç durmadan okumak... "Dilimiz değişti, biz eski malzemeyi günümüze taşıyamıyoruz." demek mazeret değildir. Fuzuli 16. yy.’da on sekiz bin kelimeyle konuşuyordu, üç dilde eser yazdı. Arapça, Farsça ve Türkçe. Tıp kitabı, astronomi, hadis, din ve ahlak kitabı yazdı. Mesnevi yazdı, şiir yazdı. İslam tarihi yazdı, siyer yazdı. On sekiz bin kelimeyle konuşan, altı farklı türde kitap yazan büyük babanızı şikâyet etmek ilerlemek değildir. Halk üç yüz, beş yüz kelimeyle konuşuyor. Her bir öğretmen; kimya yahut matematik öğretmeni olmadan Türkçe öğretmeni olmak zorundadır. Bu sorumluluğu taşımayabilir; ama buna çare arayan insanların bu sorunu önce kendilerinin hâlletmesi lazım. "Çocuklarımız kitap okumuyor, acaba onlara nasıl kitap okutsak?" Bir tek yolu var. Çocukların sizi göreceği şekilde kitap okumak. Yani gözlerimizi kendimize çevirip önce kendimize bakmalıyız. Dil problemi var mıdır? Bence yoktur. Neden yoktur? Eğer biz istersek bu çağda büyük dedelerimizin di-
35
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
lini pekâlâ anlayabiliriz; ama elli kişi anlayabiliriz, ama seksen kişi anlayabiliriz, asıl önemli olan biz bu seksen kişiden biri olmaya niyetli miyiz? Biz onlardan biri olmaya niyetlenmeden bu konuyu kıyamete kadar durmadan tartışsak bir çözüm bulamayız. On sekiz bin kelimeyle konuşan Fuzuli’nin küçük küçük torunu bugün onu bin sekiz yüz kelimeyle anlamaya çalışıyor. Ne kadarını anlar? Onda birini. Aynı hesabı şöyle yapalım: Hayatı on sekiz bin kelimeyle yaşayan bir adam hayatı bin sekiz yüz kelimeyle yaşayan adama nazaran on kat fazla yaşar, on kat fazla algılar, on kat daha güçlüdür, on kat daha fazla acı çeker. Bu böyledir. Şimdi biz diyoruz ki: "Bu adam benim anlayamadığım şekilde yazmış." Aslında şöyle söylemek lazım: "Ben büyük dedemi anlayamıyorum. Onda mı bir fazlalık var yoksa bende mi bir eksiklik var?" Biz kendimizdeki eksikliği kabul etmiyoruz. O, bize göre eksiklik değil ya! O bizim anlayacağımız şekilde yazsaydı ya diyoruz. Şimdi hiç kimse bana Harf Devrimini, Osmanlıyı anlayamayışımızın bir sebebi olarak gösteremez. Anlamak istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Soru bu. Ben gözlerinizi yıkayın, yeniden görün, diyorum. Çünkü gözlerimiz kirlendi ancak bu şekilde kendi eksiklerimizi görürüz. İnsanlar eksiklerinin farkına varıp üzerlerine düşeni eksiksiz yapmaya çalışsalar problem kalmaz. Formül şu: Ne yaparsanız yapın sevgilinize göstere-
cekmiş gibi yapın. Birisi resim yapsa, birisi fotoğraf çekse, "Ben bunu sevgilime göstereceğim." derseniz eksiksiz yaparsınız, en azından hatalı yapamamak için gayret sarf edersiniz. Şimdi sevgiliniz bin sekiz yüz kelimeyle konuşsa siz bu bin sekiz yüz kelimeyi öğrenmeye hevesli olur musunuz, olmaz mısınız? Yüce Sevgilimiz bizden neler istiyor. neler... Her öğrendiğimiz her inandığımız şey için ona biraz daha yaklaşacağız. Peki, orda niye bu kuralı uygulamıyoruz? Dil sadece kaçış bence. İsteyen herkes bu dili öğrenebilir. Türkiye’de şöyle bir anlayış var: Şu sıralar okullar kapandı, tatil... Üç tane yan yana ev düşünün, şöyle bir konuşma geçiyor iki hanım arasında: "Çocuk yoruldu, bırak azıcık dinlensin. Kafasını dolduracak o eski yazılarla falan, doğru mu? Peki ama çocuklarımızın İngilizce öğrenmesi için para veriyoruz, çaba sarf ediyoruz, çocuklarımızın ömürlerinden bir yılı hiç durmadan onlara zehir ediyoruz ve yüz tane İngilizce kelime öğrendiği zaman da; "Benim oğlum şu kadar kelime öğrenmiş." deyip seviniyoruz. Beş yüz tane Osmanlıca kelime öğrense Fuzuli’yi anlayacak. Niye öğretmiyoruz? İngilizce öğrenmek ayrı bir şey, Türkçeye sahip çıkmak diline sahip çıkmak ayrı bir şey. İngilizce öğrenirken harcadığımız gayreti Osmanlıca öğrenmek için de göstermeliyiz. Eğer biz bu kültürü, bu medeniyeti yeniden inşa
36
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
etmek istiyorsak, bunu sokaktaki insanların hepsine Osmanlıca öğretelim manasında söylemiyorum, bunun sancısını çekenlere söylüyorum. Ben gençken:"Bu dünyayı kurtarmalı, bu dünya kötüye gidiyor, mahvolacak." diyordum, bu yüzden anarşinin pençesinde, sağ-sol kavgasında kaç yılımı harcadım. İnsan dünyayı kurtarmaya heveslenir gençken, orta yaşlara gelince ailesini kurtarmaya heveslenir, yaşı elliyi bulunca da der ki:" Kendimi nasıl kurtarabilirim?" Keşke bunu tersine çevirebilsek. Yani yirmili yaşlarda; kendimi nasıl kurtarabilirim ki desek ve yirmili yaşlarda kendimizi kurtarsak. Kırk yaşında ailemiz bize bakarak kurtulmuş olacak. Aileler kurtulunca atmış yaşına gelince ülkeler de kurtulacak. Söylemek istediğim şu: "Biz bu soruyu kıyamete kadar sorup durmayalım, buna bir çözüm bulalım." Kendimizi kurtarırsak çevremizdeki insanlar kurtulacak ve bizim çocuklarımız çok daha iyi işler yapacak. Bunlar çoğaldığında her şey kendiliğinden olacak. Geriye dönelim manasında algılamayın bunu. Ne kadar Osmanlıca kelime bilirseniz düşünceniz o kadar artar, siz yine anlatacağınızı bugünkü dille anlatın; "Bugünkü dil yetmiyor." diyorsanız siz zihninizi geliştirdikçe o dile yeni bir anlayışı, yeni bir zemini siz getirirsiniz. Bazen benim yazdıklarımı anlayamadığını söyleyen şikâyet eden okuyucular oluyor. Diyorum ki:"Sen de anlama?" Bir yazarın görevi okuyucunun seviyesine inmek değildir. Okuyucunun seviyesini yükselterek kendi seviyesine yaklaştırmaktır. Benim bütün derdim bu. Biz bir şeye karar verirsek bu halkalar hâlinde çoğalacaktır. Çalışmalarınızda özellikle arşivci bir metot izliyorsunuz. Divan kültüründe de soyut somut iç içe geçmiş olduğundan ifadesi biraz güç. Bize eserlerinizin oluşmasındaki bu süreçten bahseder misiniz? Şimdi Osmanlı yahut atalarımız müşahhas olanla hiç ilgilenmezler. Müşahhas olanla ilgilenenler sanatçılardır. Onlar:"Somut olanı nasıl güzelleştirebiliriz ?" kaygısı taşırlar. Mimarı, dülgeri, araba ustası bunlar zanaat; zanaat somut olanla uğraşır. Hâlbuki insan soyut olana özlem duyan bir varlıktır. Ben insanı bileşik kaplar gibi düşünüyorum. Kimya laboratuvarlarındaki bir U bileşik kabının içine bir sıvı koyduğunuzda, iki taraf da eşit durur. Ama bir tarafa baskı yaparsanız diğer tarafta su yükselir ya da bir taraftan çekerseniz diğer taraftan azalır. Allah da insanı yaratırken U bileşik kabındaki gibi yaratmış ve ortadan da bölmüş. Bana
göre izafi olarak, demiş ki:"Bir tarafı madde olsun, bir tarafı mana olsun." İnsanda madde ile mana dengesi ya da soyut ile somut dengesi yüzde elli ile yüzde ellidir. Divan Şiiri tam yüzde ellinin ortasında durur ve somut örnek vererek soyut olanı anlatır. Divan Şiirinin başka bir derdi yoktur: Tabiata bakar,çiçeği görür, ağacı görür; tekkeye bakar, meclise bakar insanları görür, eğlenceyi görür ve somut olana bakarak soyut olanı anlatmaya başlar. Bu bir elyazması kitabın içine minyatür çizmek gibi bir şeydir. Eskiden elyazması kitapları yazanlar hikâyeyi anlatır, derdini döker sonra da kitabın bir yerinde boşluk bırakırdı. Bu şu demekti: "Buraya nakkaş ya da ressam benim anlattıklarımı çizsin."Nakkaşa giderdi kitap.Nakkaş kitabı okurdu, oraya bir nakış çizerdi. Minyatür resim sanatı sözün daha iyi anlaşılması için icat edilmiş bir sanat... Resim somuttur fakat gayesi soyut olana anlam katmaktır. Bu, şu demektir: Ey okuyucu bak! Yukarıdan beri okuduğunu hâlâ anlamadıysan şu resme bak, anla." Mesnevilerdeki minyatürler de bu demektir. Şimdi gelelim soyut somut dengesine. Divan Şiirinin hayatı ne kadar iyi anlattığı o U bileşik kabındadır. Somut olan tarafımızı yüzde elli olarak algıladığımızda; karşımıza etimiz, derimiz, kaşımız, gözümüz, tırnağımız çıkar. Görebildiklerimiz ve dokunabildiklerimiz maddemiz ama bu biz değiliz, sadece yüzde ellimizdir. Bu yüzde elliyi temsilen insanda, bir organ var: Mide. Midenizi iyi beslerseniz, ona iyi bakarsanız gelişmeniz devam eder. Maddesini kabul ettirmiş U bileşik kabının diğer yarısı olan mana üç organla temsil edilir: Duygularımız, hislerimiz, anlayışlarımız. Tam manasıyla titreyişimizle bir gönül, kalp değil. O inanmamız teslimiyetimiz ve hakkaniyetimiz için... Bir ruh; düşüncemiz, fikrimiz, üretmemiz için... Bir akıl.Akıl da insanın mide gibi bir organıdır, gönül de insanın mide gibi bir organıdır, zihin de insanın mide gibi bir organıdır. Bunların tamamına 'can' denir. Madde kalıptır. Şimdi diyelim ki siz bir işletmecisiniz. Ben işletmeci değilim ama iyi bir işletmeciliği şöyle görürüm: Eğer bir beyaz eşya dükkânım olsaydı en iyi beyaz eşyalardan, televizyonlardan, bilgisayarlardan getirip vitrine güzelce yerleştirirdim. Mağazanın içine de en iyilerinden koyar, satıldıkça bir sonraki modeli getirirdim. Bu da bana kâr ettirirdi. Bakın biz mide denen mağazamızı da işte böyle işletiyoruz. Bu işi biliyoruz yani. En güzelinden, en lezzetlisinden, en yenisinden koyuyoruz, tükendikçe yeniden koyuyoruz. İnsanı oluşturan mideden başka üç mağaza daha
37
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
var. Mide, maddemizi temsilen tek mağazamız; ama manamızı temsilen üç tane var. Allah mana mağazasını önemsiyor. Kimin kalıbı Allah’ın makbuliyeti içerisinde gönlünden daha ileridir ki? Kim daha yakışıklı diye iyi bir kul sayılabilir, kim kör ya da topal diye kötü kabul edilebilir? İyilik, kötülük, güzellik, kul olma tüm bunlar manaya ait olan mağazalarda. Birinci mağazamız zihin mağazası: Kitap okumuyoruz, okumadığımız için içindekileri bir oturuşta bir seferde tüketiyoruz. Sonra yenisini koyamıyoruz, beyinler iflas ediyor ve müflis birer insan olarak ömrümüzün sonuna kadar da tekrar bu mağazayı işletelim gibi bir kaygımız da olmuyor. Sonra bizim bir de gönlümüz var: Bizler anne ve babalarımıza onları sevdiğimizi söyleyemeden onlar ölür gider, bizler de arkalarından ağlarız. Hangimiz söyledik: "Hanım, seni hakikaten çok seviyorum." Bize kayıp gibi gelir. Biz sevgilerimizi çoğaltamıyoruz, gönlümüzün içindeki sevgiler kısır, çok az. Çok olanı da gösteremiyoruz. Zaten sevgilerimizi çoğaltamadığımız için kaş çatmalarımız, öfkelerimiz insanları yerle bir ediyor, darmadağın ediyor. Sabahleyin işe gidiyoruz insanlar bizden kaçıyor. Bir kibir bir kibir... Küçük dağları biz yarattık hesabı. Peki, ruhumuzu da birileri cendere altında tutuyor. Hayır, buna inanmayacaksın, böyle yapmayacaksın. Ruhumuz iflas etmiş, gönlümüz, iflas etmiş, zihnimiz iflas etmiş. Sonra diyoruz ki: "Madde ile manayı dengede tutamıyoruz." İşte Divan Şiiri tutturuyor, Divan Şiiri bize bu açıdan da lazım, manaya dikkat çekebilmek için. Biz manadan ibaretiz, hiç kimse maddesiyle var olmuyor, o gidiyor toprak oluyor. Ruhi’nin bir beyiti var : "Sanma ki ey efendi altın ve gümüş isteyecekler; Altın ve gümüşün fayda vermediği yerde kalb-i selim isterler." Bugün kalbimizi bir kenara koyacağız, gönlümüzü çiğneyip üstünden geçip yaşayacağız. Sonra eğitim sistemimizi düzelteceğiz, çocuklarımız büyük insanlar olacak. Yok böyle bir şey! Katre i Matem’de bir düzen var: "mesnevi, lale, mesnevinin ebcedi..." bu geleneksel anlamda bir anlatış değil, roman da değil ama tatlı bir anlatı. Evet Katre i Matem nasıl başladı? Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk!ı yazmayı kurguladığımda kendime şunu sordum: "İskender Pala, sen bir romancı değilsin, ne işine senin roman yazmak?" Sonra dedim ki:"Benim romana ihtiyacım yok ama Divan Şiirinin romana ihtiyacı var." Kendim için yaz-
mış değilim Divan Şiiri için yazdım. Sonra bir gün geldi Divan Şiirinin bir müzikale ihtiyacı oldu, bir görsel tasarıma ihtiyacı oldu, bunları da yaptık. Son birkaç yıldır İstanbul gözlerimin önünde acı çeker bir hâlde yaşadı. Neden lale geldi İstanbul’a? Lalenin bir romana ihtiyacı vadı, İstanbul’un bir romana ihtiyacı vardı. Ben romancı değilim, tarih beni romancı olarak kaydetmeyecek ama İstanbul’un romana ihtiyacı varsa ben bunu yazarım, yazmazsam vebal olur, yazmazsam kimse İstanbul’u, laleyi benim yazdığım tarzda yazamaz. Başkaları başka türlü yazabilir. Şu günlerde İstanbul’un lale ile bütünleşen bir tarafı var. 1729 yılını anlatan bir roman yazdım. 1729 yılı İstanbul’un bütün tarihi boyunca, gök kubbenin altında, güneşin onu gördüğü her gün içerisinde, 1729 yılından daha güzel görmedi. Öyle bir şehirdi ki; Boğaziçi’nde yalılar, köşkler, kasırlar; Haliçte Sadabad, bağlar, bahçeler ve bostanlar… O güzelliği anlatabilmek için o yılı seçtim. O yılda olup bitenleri anlatabilmek için de bu yılla olan izdüşümlerini seçtim. Katre i Matem, Osmanlının Ergenekonudur. İçinde bugüne dair ne varsa o gün de vardı. Osmanlının bu günümüze en çok benzeyen yılıdır o yıl. Çünkü iyiler ve kötüler, fakirler ve zenginler orada daima çatışma hâlindedir, bugün olduğu gibi. Katre i Matem’i 66 soruda tamamladım. Çünkü lale ile ilgili bir medeniyet birikimini anlatmak istiyordum, okuyucu da bunu gayet iyi anladı. Bugün Hollanda’da kurulan lale borsası inşallah yakın zamanda İstanbul’a da kurulur. Çünkü o, İstanbullu evden kaçan kızımız geri dönmeli, oralarda namus belamızdır. Şimdi Katre i Matem’i bir mesnevi formunda düzenledim. Mesnevileri bilirsiniz monoton bir şiir akışı vardır. Belirli bir vezinde beş bin, on bin, elli bin tane beyit alt alta dizilidir. Şair, o monotonluktan çıkabilmek için arada sırada bir gazel, bir murabba yerleştirir. Okuyucu sıkılmıştır aynı sesleri duymaktan. Ne kadar güzel olursa olsun bir süre sonra bıktırır. Bu yüzden aralara farklı şiirler serpiştirir. Ben de bunları derkenarlarla yaptım; konunun akışı devam ederken araya farklı hikâyeler sıkıştırarak. Katre i Matem elli bininci nüshaları satıyor bu günlerde. İyi gidiyor iyi de gidecek inşallah. Bu arada korsanı da yetmiş bin sattı. Onları da imzalatıyorlar. Geçen gün iki çocuk korsan kitap getirdi imzalatmaya ben de korsan imza attım. İskender Bey, aramızda olup düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.■
38
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
SADIK YALSIZUÇANLAR ile tarih ve edebiyat üzerine
Her konu gibi, tarih de edebiyatın malzemesi olarak yazarların hem kişilikleri hem de kültürleri dolayısıyla farklı açılardan yorumlanabilir. En kötüsü, kısa vadeli yarar umuduyla, propaganda amacıyla yazılanlardır.
YASEMİN GÜL GEDİKOĞLU-FATİH YÜKSEL
Takdim Sadık Yalsızuçar 1 Aralık 1962’de Malatya’da doğdu. 1970 yılında Malatya Melekbaba İlkokulu’ndan, 1978 yılında Dörtyol Deneme Lisesi’nden ve 1983 yılında da Hacettepe Üniversitesi Türk dili ve edebiyatı bölümünden mezun oldu. 1985-1987 yılları arasında Sivas’ta edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra 1988'de TRT’ye geçti. 1988’den bu yana TRT Ankara Televizyonu’nda prodüktör olarak çalışmaktadır. Evli ve bir çocuk babasıdır. Eserlerinden : Şehirleri Süsleyen Eser (1985), Gerçeği İnciten Papağan (1992), Kış Uykusu (1996), Güzeran (1999)Roman: Yakaza (1992), Dem (2009), Masal: Mavi Kanatlı Bir Kuş (1991), Düş Bahçesi (1996), Kerem ile Aslı: Âşıklık Ne Müşkil Hâldir (2001), Mem ile Zin Gözyaşlarının Aydınlığında (2001), Araştırma-İnceleme: Rüya Sineması (1994), Düş, Gerçeklik ve Sinema (1996), Televizyon ve Kut sal (1998), Geçen Gün Ömürdendir (1999), Tarafsız lık Masalı (1999), Dünyanın Orta Yeri Sinema, Ha yat Müzikle Devam Eder, Derleme: Yeni Şiir Antolo jisi (1985), Çeviri: Kelile ve Dinme, Beydeba (1998), Bostan ve Gülistan, Sadî-i Şirazî (1988), Dede Kor kut Hikâyeleri (1999), Siyasetnâme, Nizamülmülk (1999), Mahzeni Esrâr, Molla Câmi (1999).
Öykü, ne yazık ki edebiyat dünyasında hakkında en az konuşulan edebî türlerden biridir. Şiir ve roman edebiyat zemininde her zaman fazlaca yer işgal etmesine rağmen aynı şeyi öykü için söyleyemiyoruz. Bunun belirli sebepleri olduğu düşünüldüğünde siz nelere dikkat çekersiniz? Biz, bilinen ilk şiirsel metinlerden itibaren, öyküleyerek anlatma eğilimini görüyoruz insanoğlunda. Kutsal metinlerin tümünde “kıssa” tabir edilen bir yapı karşımıza çıkıyor. Kuran’da, geçmiş toplulukların öyküleri, ibret olması bakımından anlatılıyor. Bu, aynı zamanda bize bir insanlık tarihi resmi de sunuyor. Öykü dilini, geçmişten bugüne insanlar gündelik yaşamlarında da kullanıyorlar. İki tanıdık yolda karşılaşıyor ve “Nasılsın, ne var ne yok?”la birlikte bir öykü anlatımı başlıyor. Attar, Sadi, Mevlânâ gibi üstadlar öykülerle anlatıyorlar meramlarını. Öyle sanıyorum, insanoğlu, hem dünyada varoluş hikayesini bir “hikâye” for-
39
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
mu içinde küçük parçalar halinde üretmeyi seviyor hem de kendi öyküsü olsa bile, anlatırken, “ötekileştirerek” anlatıyor. Bir tür epik bir dil üretiyor öyküyle. Bu konuda daha pek çok spekülasyon yapılabilir. Öykü, ‘romana geçişte bir ‘ara tür’ değildir. Ama, öykü yazarları genellikle roman da yazmışlardır. Bunun istisnaları vardır kuşkusuz, ne ki, öykü ile roman arasında önemli bir ayrım vardır. Öykü, esasında insanoğlu kadar kadim bir anlatım tarzıdır. Sözün sultanı şiirdir ama, öykü de masalla şiirin arasında bir yerde durur ve bir beyan biçimi olarak son derece yaygın ve yaşlı bir dildir. Öykü, daha çok bir anı, bir süreci, bir imayı, bir durumu anlatır. Roman ise, daha oylumlu ve kapsamlı olmanın yanı sıra, sosyolojik bir boyuta da sahiptir. Öykünün yapamayacağı bir şeyi yapar roman, bir toplumsal kesiti, bir tarihsel süreci, bir macerayı anlatır. Gerçi bu tanımlar da sorunludur. Romanın doğuşundan bugüne çok şey değişti. Özellikle yetmişlere gelindiğinde bireysel perspektif kırıldı ve daha kolektif semboller üzerinden, daha mitik bir anlatım tarzı yeğlenmeye başlandı. Latin Amerika romancılarının açtığı bu çığı, sonradan Eco ve Rüşdi gibi yazarlarla daha da dönüştü. Roman, giderek, daha ‘yağmalayıcı’ ve her şeyi anlamsızlaştırıcı kalemlerce iyiden iyiye evrildi. Anlamsızlığa vurgunun merkeze alındığı bu ortamda, roman, Enis Batur’un Acı Bilgi örneğinde olduğu gibi sürekli bir değişim ve açılımlar içinde. Öyküye gelince, bu dil bize, gündelik yaşamdan, en kişisel deneyimlere kadar hemen her alanda ‘kullanışlı’ imkanlar sunar. Öyküde de bir dönüşüm yaşanmıştır, yaşanmaktadır, ama bu, romandaki kadar değildir. Öykünün geleneksel formları kutsal metinlerdeki kıssa ve mesellerdir. Bu anlatılarla modern öykü arasında epeyi bir açı farkı var ama, esas itibariyle, anlatı aynı eksende gelişmiştir. Bu anlamda bakıldığında, benim, Yakaza adlı tek ‘roman’ıma roman da denmez. O da bir tür öyküsel katlardan oluşan epizodik bir metin olarak okunmalıdır.
Öykü sizin için ne anlam ifade ediyor? Sizi öykü yazmaya sevk eden etkenler nelerdir? Öykü yazmaya ne zaman başladınız? Çocukluğum sinema ortamında geçtiğinden, görsel bir anlatım tarzı öykü dilime alttan alta egemen oldu gibime geliyor. Ben öykü anlatmanın en masum şey olduğunu sanırdım. Oysa, zamanla gördüm ki, mesele öykü anlatmaktadır. Yani bir şeyleri anlatmakta değil, öykü anlatmaktadır. Bu bir nevi imgesel veya olgusal bir anlatım biçimi, bir dil olarak bende ortaya çıktı. Edebiyatı tanımaya başladığımda, yalnızlıktan, aşktan, yoksulluktan canım yandıkça öyküler anlatıyordum. Uzunca bir süre bunları gizledim. Sonra, öykü yazdıkça kaçtığım acıların çoğaldığını fark etmeye başladım. Ama yine de bir acıyı anlatabiliyorsanız onu alt etme bakımından bir imkân önünüze açılabiliyor. Öyleyse, en kolay yaptığım şeyi, yani öykü anlatmayı sürdürecektim. Nitekim de öyle oldu. Neyi anlatmak istesem bunu o tanıdık, hep yaptığım yolla, öyküyle anlattım. Bu, bende bir tutuma dönüştü, Heidegger’in dediği o kendi yüreğine bükülmek vardır ya, öykü yazmak da bende kalbime yönelmenin bir yolu hâline geldi zamanla. Öykülerinizde şiirsel ifadelere ve şiir formuna rastlamaktayız. Öyküleri dizeler hâlinde yazmak ya da kafiyeli kelimeleri satır sonlarında kullanmak gibi. Genel manada bakıldığında öykücülüğünüzde şiirden faydalandığınız söylenebilir mi? Şiirin öykünüze ne gibi getirileri olduğunu düşünüyorsunuz? Doğrudur, öykülerimde hep şiirsel bir yan vardır. Bu, esasen, öyküde çok dikkat edilmesi gereken bir şeydir. Abartılınca çekilmez hâle gelebilir. Kararında, yalın, samimi olmalı. Öykülerinizdeki kişileri ya da kurguyu oluştururken kendi hayatınızdan mı yola çıkıyorsunuz yoksa tamamen hayal gücünüzün zenginliklerinden mi faydalanıyorsunuz?
40
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
İkisi de diyebilirim. Ama canım çok yanınca daha çok yazıyorum. Yaşamadan, tatmadan yazdığım pek az öyküm vardır. Herkesin Batı’ya yönelmeyi tercih ettiği bir dönemde yaşıyoruz. Sizin öykülerinize baktığımızdaysa Doğu kültürünün derin izlerine rastlıyoruz. Bu sadece köklerimizin bağlı olduğu topraklara bir vefa borcu ödemek için midir yoksa farklı bir sebepten bahsedebilir miyiz? Hem vefa, hem de irfanın Doğu’da oluşundandır. İrfan, kelamdır, kendini bilmektir, cevherdir, özdür, mayadır. Anadolu, güneşin doğduğu yer demektir. Güneş, hakikattir. Biz, kendi bilgelik geleneğimizden besleniriz. Bu muazzam dünya ile ilişkilerimiz modern zamanlarda örselenmiş de olsa, bu bağları yeniden güçlendirmek zorundayız. Çocukluk ve gençlik yıllarınızda okuduğunuzu belirttiğiniz Kemalettin Tuğcu, İsmail Hekimoğlu ve Nezihi Polat gibi yazarların eserleriyle
büyümenizin yazın hayatınıza ne gibi tesirleri olmuştur? Benim yazıyla, edebiyatla uğraşmamda, öncelikle babamın işlettiği sinemalarda seyrettiğim yüzlerce filmin etkisi vardır diye düşünürüm. Sonra özellikle anneannemin anlattığı masalları hatırlıyorum. Çok güzel anlatırdı. Böyle yerel ama zengin bir sözlükle, canlı, canlandırarak, sanki yaşıyormuş gibi, bir meddah gibi anlatırdı. Ninni çok söylerdi. Ninnisiz uyuduğum vâki değil neredeyse. Tabi, bir de bizim ailemizde bir kırılma, bir değişim de yaşanmıştır. Dedem dervişti, Demokratlara ilgi duyuyordu, seçimlerde onlara oy veriyordu. Babamla bir kırılma olmuş. Babam, alkol kullanır, sinema işletirdi, sinema ile uğraşıyordu. Bu yüzden dedemle aralarında bir gerilim daima oldu, bir zaman çok soğudular, görüşmediler. Dedemin üzüntüsünü şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Tabi evladı, atamıyor satamıyor, ama kendisinden çok farklı bir yolu seçtiği için de kahroluyor.
41
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Ben ve kardeşlerim bu gerilimin içinde büyüdük. Dayım, son kabadayılardandı, Malatya’nın. Fırtınalı bir yaşamı oldu. Teyzelerim o muhafazakar ortamda kısmen cüretkar idiler vs. Bu çelişki ve acılar içinde büyüdük. Tabi bütün bunlar bir şeyler anlatma, öyküler yazma isteğini hareketlendirmiş olabilir. Söz ettiğiniz yazarlar arasında ise en çok Tuğcu beni etkilemiştir. Hekimoğlu İsmail’in romanını lisede iken okumuştum. Her sanatçı kendisine göre bir sanat tarifi yapmıştır. Siz de “Sanat, insan ile Allah arasında bir gizdir” diyorsunuz. Yaptığınız bu tariften yola çıkarak sanat anlayışınız hakkında daha detaylı bilgi verebilir misiniz? İnsan eksiklerini gediklerini tamamlıyor, kendini muhasebe ediyor ve yazı çileli bir şey olduğundan aynı zamanda bir riyazet yolu gibi, insanın kendisini bir anlamda disipline etmesini zorunlu kılıyor. Ayrıca, bu, Heidegger’in bilge bir Japon dostu Hishamatsu’nun dediği gibi bir gei-do üzerinde yürümesini de sağlıyor. Kökene dönme, insanın eklerinden, yüklerinden kurtulması ve ruhun dairesine doğru girmesi sanat yoluyla mümkün olabiliyor. Heidegger, düşünmenin felsefe yoluyla düşünmenin imkanlarının tıkandığını, bunun belki şiirle mümkün olabileceğini söylüyordu. Rilke, Goethe ve Hölderlin’le ilgilenmesinin, şiirin özüne ilişkin yazmasının nedeni bu. Sanat, kuşkusuz böyledir, insanı tekmil eder, belirli bir kemal yoluna çeker, belki de bir yol, bir yordam arama çabasıdır. Necatigil bunu, insanın yalın, -e, -de, -den hâlleri olarak da ifade eder, hasret, gurbet ve hikmet burçları biçiminde de. Zaman ve varlık kürevi olduğundan ve feleklerin dairesi burçlarla isimlendirildiğinden, hikmeti de bir yetkinlik düzeyi, bir sır olarak düşünürsek doğru. Ödül alan eserlerinize baktığımızda her ikisinin de mistik ögelerle kurulu olduğunu görüyoruz. Kitaplarınızı bu metafizik olgularla oluş-
turmanızda Doğu kültürünün ve tasavvuf öğretisinin yerinin büyük olduğunu düşünüyoruz. Bu eserlere ödülü getiren ya da eserleri önemli kılan sizce kurgularda bulunan bu ögeler olabilir mi? Bizler, modern zamanlarda gelenekle bağı kopmuş bahtsız insanlarız. Muazzam bir irfan geleneğimiz vardı, bir birikimin içinden geliyoruz. Ama, kutsalla bağlarımız zayıfladı. Daha maddeci, dünyevi bir yere doğru geldik. Geleneksel tasavvuf geride kaldı. Eski formlar, eski kalıplar yok artık. Modernleşen yaşam içinde bilgece yaşamak çok güç. Kendimizi korumak, tasavvufun geleneksel yollarını bu yeni hayat içinde farklı biçimde yaşamak durumundayız. Tasavvuf ile mistisizmi, metafiziği de karıştırmamak lazım. Bunlar farklı şeyler. Bizim modernleşme anlayışımız, daha çok Batılaşma olduğu için tasavvuf geleneğinde de bunun sonuçları beliriyor. Dolayısıyla başka başka yolları, yöntemleri tasavvufa taşımaya çalışıyoruz, karıştırıyoruz. Doğrusunu isterseniz ben planlar yaparak yazmıyorum. Zuhurata tabi oluyorum. Karşıma ne çıkarsa, içime ne doğarsa onu anlatmaya çalışıyorum. Çocuk edebiyatı alanında kaleme aldığınız eserlerinizde Doğu Edebiyatının önde gelen sanatçılarından, Mevlana ve Sadi Şirazî gibi, ilham aldığınızı biliyoruz. Manevî değerlerin ön plana çıktığı bu eserlerin çocuklar için yazıldığı düşünüldüğünde onların dimağlarına ve yüreklerine dinî ve tasavvufî öğretilerle seslenerek daha bilinçli ve İslam’ı öğrenerek yetişen bir kuşak yaratmada öncü olduğunuz düşünülebilir mi? Hayır hayır estağfurullah…Bendeniz birkaç masal kitabı yazdım sadece. Çocuk edebiyatını pek bilmem. Bu alanda çok değerli Mustafa Ruhi Şirin gibi, Mevlana İdris gibi yazarlar var. Ödül de alan Rüya Sineması adlı eserinizi yazarken sinema işletmecisi olan babanız Abdurrahman Yalsızuçanlar’dan ve çocukluk yılları hatıralarınızdan ilham aldığınızı söyleyebilir mi-
42
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
yiz? Eserler gerçek hayata ne kadar çok yaslanırsa o derece başarı getirir düşüncesi ile ilgili fikirleriniz nelerdir? Tabii… İnsan büyük oranda çocukluğudur. Babam sinema işletmeciliği yaptı uzun yıllar. Benim edebiyata, öyküye, romana ilgi duymamda, sinema ile uğraşmamda bu çok etkili oldu. Esasen benim çocukluk yıllarım çok renkli, zengin bir dünyada geçti. Bende hem babamın işlettiği, özellikle yazlık sinemalarda seyrettiğim filmler hem de hayal sinemam çok fazla dokunaklı, komik ve maceralı hikâyelerle doludur. Çocukken rüyasız uykum olmadığını söyleyebilirim. Hayalin sınırlarının bu denli geniş olduğunu çocukluğuma dönüp bakınca biraz anlayabiliyorum. Sonradan İbn Arabî ve Bediüzzaman’dan, hayal’in bir ‘âlem’ bir ‘berzah’ olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmadım diyebilirim. Gerçek dünyadan çok, o büyülü, sinemasal âlemde geçmiş çocukluğum. Bu, yaşamımın tümüne sirayet etti sonra. Daima gerçeklerden, gerçekliklerden kaçtım; hayale, rüyaya, düşlere sığındım, onların daha gerçek olduğunu düşündüm. Şimdi, yavaş yavaş yokuşu inerken bu duygum daha çok güçleniyor, görüyorum. Melekbaba sinemamızda makinist Yusuf amcanın feci bir şekilde can verdiği o yangını bugünmüş gibi hatırlıyorum. Seyrettiğim filmlerin adeta her karesini hatırlıyorum. Dayılarımın, teyzelerimin düğünlerini... İlkokulumuza bilhassa kışın giderken, sabahları dizimize, belimize kadar kara gömüldüğümüzü... Kolumuzun altına sıkıştırılan birkaç meşe parçasının sınıfın sobasında çıtır çıtır yanışını, el ve ayak parmaklarımızın buzlarının ikinci üçüncü derste ancak çözülüşünü... Okula giderken geçtiğim Issız Ceket (Patika)’nın cinlerini, o tuhaf, gizemli seslerini... İlkokul aşklarımı, onların acılarını, sızıları... Her şeyi hatırlıyorum. Unutamadığım bir başka şey, dedem... Kadirî idi, babaannem de öyle. Akşamları mutlaka bendir çalar, açık zikir yaparlardı. Babaannem çok cezbeli olduğundan kendini tümüyle kaybeder,
başını duvara çarpar, yazmasının altından kan sızardı. Yatışması uzun sürerdi. Dedem daha denetimliydi, öyle hatırlıyorum. Mütevazı yaşıyorlardı. Genellikle saç sobadan çıkarılmış meşe korunda (mangalda) pişirilen soğanlı bulgur aşı ve ayran... Dedem riyazet ehliydi. Az şekerle tatlandırılmış suya, kuru tandır ekmeği batırır yerdi. Ama tuhaf bir huzur, bir sükunet vardı içlerinde. Evleri de öyle. İki küçük odalı, bir sofalı, toprak zeminli, kerpiçten, toprak damlı bir evde yaşıyorlardı. Ben de dört yaşına kadar orda yaşadım. Hafızamı zorladığımda, çocukluğumun diplerinde hep o evin ve dedemlerin anıları canlanır. Ne bileyim işte, ölümler, ağıtlar, düğünler, bayramlar, bolluklar, yokluklar, aşklar...la dolu bir hayat. Bunlar var benim rüya sinemamdaki perdede. Benim yazıyla, edebiyatla uğraşmamda, öncelikle babamın işlettiği sinemalarda seyrettiğim yüzlerce filmin etkisi vardır diye düşünürüm. Sonra özellikle anneannemin anlattığı masalları hatırlıyorum. Çok güzel anlatırdı. Böyle yerel ama zengin bir sözlükle, canlı, canlandırarak, sanki yaşıyormuş gibi, bir meddah gibi anlatırdı. Ninni çok söylerdi. Ninnisiz uyuduğum vaki değil neredeyse. Tabi, bir de bizim ailemizde bir kırılma, bir değişim de yaşanmıştır. Dedem dervişti, Demokratlara ilgi duyuyordu, seçimlerde onlara oy veriyordu. Babamla bir kırılma olmuş. Babam, alkol kullanır, sinema işletirdi, sinema ile uğraşıyordu. Bu yüzden dedemle aralarında bir gerilim daima oldu; bir zaman çok soğudular, görüşmediler. Dedemin üzüntüsünü şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Tabi evladı, atamıyor satamıyor, ama kendisinden çok farklı bir yolu seçtiği için de kahroluyor. Ben ve kardeşlerim bu gerilimin içinde büyüdük. Dayım son kabadayılarındandı Malatya’nın. Fırtınalı bir yaşamı oldu. Teyzelerim o muhafazakâr ortamda kısmen cüretkâr idiler vs. Bu çelişki ve acılar içinde büyüdük. Tabi bütün bunlar bir şeyler anlatma, öyküler yazma isteğini hareketlendirmiş olabilir.■
43
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
NURULLAH GENÇ ile şiir üzerine
Madem biz bir İslâm medeniyetinin insanlarıyız neden her vadide şaşkın şaşkın gezen şairlerle onun karşısında gezen şairleri bir araya getirip bir poetika yazmıyoruz? Benim poetikam oradan başlayacak.
KEMAL BATMAZ Nurullah Genç aldığı eğitim ve akademisyen kişiliği ile şairliğine neler katmıştır. Bu soruya insanın gerisindeki var oluş gerçeği ile bakmak lazım. Çünkü insan hayatında, adım adım tecridilik var. Bebek, çocuk, genç, olgun yaş, ihtiyarlık sonra ölüm… Hayatın başlangıcı ve bitişine baktığımız zaman hayatın kendisi Allah tarafından verilen bir nimet olmakla birlikte bir öğretidir de. Ya iyi şeyler öğrenirsiniz ya kötü şeyler. Ama eğer öğrenmeye ayarlıysanız her yenilik size bir şeyler katar. Bu anlamda benim çocukluk yıllarımla mevzuya girmek lazım. Çünkü altı ve dokuz yaş arası köy odalarında, büyüklerimizin dizinin dibinde geçirdiğimiz yıllar çok öğretici olmuştur bizim için. Benim hem bilmeden divan şiirine hem halk şiirine, halk müziğine, âşık müziğine dinleyici ve izleyici olarak adım attığım yıllardır. O yıllarla birlikte şiir, sanat, edebiyat bende şekillendi. İlkokulu bile olmayan bir köy düşünün. Ama o köyün yaşayanları, dedeleri, orta yaşlıları arifler hatta köy münevverleri, köy aydınları var. Onların içinde bazıları aralıksız 30 yıl kitap okumuşlar. Edebiyatı biliyorlar, divan edebiyatından haberdarlar, halk edebiyatını biliyorlar.
Takdim Nurullah Genç 9 Eylül 1960, Horasan, Erzu rum doğumludur. 1979’da Erzurum Üniversitesi’ne başladı.1983 de İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu. Ertesi yıl aynı üni versitede asistan,1990’da doktor,1995’te doçent ve sonra Profesör unvanlarını aldı. Şu anda Kocaeli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde Öğretim Görevlisidir Şiir ve roman dalında çeşitli ödüller sahibi. Onun tanınmasını sağlayan 1990 TDV Naâtı Şerif Bü yük Ödülüdür. Kitapları İntizar Başarı Bedel İster Zirveye Götüren Yol: Yönetim Müpteladır Gemiler Benim Denizlerime Yürüyelim Seninle İstanbul’da Aşk Ölümcül Bir Hülyadır Yağmur Rüveyda Gül ve Ben Hüznün Lalesidir Dünya Sensiz Kalan Bu Şehri Yakmayı Çok İstedim Birkaç Deli Güvercin
44
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Erzurum’da kış geceleri uzun geçer. Akşam namazından sonra bir araya gelinir, yatsıdan sonra da bir arada kalınarak günde 3–4 saat kültür sohbeti yapılır. Bu inanılacak gibi değildir, bugünkü şartlarda tahayyül edemezsiniz. Çünkü bugünkü şartlarda benim köyümde o yok, kalmadı artık. Nasıl ki Harput’ta birçok şeyi kaybetmişsek köylerimizde de birçok şeyi kaybettik. İnsanlarımızın dokusundan ve hafızasından da birçok şeyi kaybettik. O zaman Siyer-i Nebi’yi okumak için bir araya gelirlerdi köylüler, babam, amcalarım, komşularımız… Okudukları, Siyer-i Nebileri, Muhammediyeleri ara verip şiir sohbetleri yaparlardı. Çocuk hâlimizle şiir dinlerdik. Altı yaşından dokuz, on yaşıma kadar dört yılım Karacaoğlan’dan Dadaloğlu’ya kadar örnekleri dinlemekle geçti. Ben Fuzuli diye bir şairin olduğunu yıllar sonra öğrendim ama çocukluk günlerimde “Beni candan usandırdı cefadan yar usan maz mı?” mısrasının yer aldığı “usanmaz mı?” redifli gazelini köylülerden makamla dinledim. Gazel şeklinde okuyarak, söyleyerek dinlettiler bize bunları. Kerem ile Aslı hikâyelerini, Köroğlu destanlarını, Âşık Sümmanî, Âşık Şenlik hikâyelerini dinlettiler bize. Battal Gazi destanını, Peygamber’in hayatını anlatan kitapları manzumeler şeklinde okudular. Şiiri, önce kafiye ile kafiyeli bir işmiş şeklinde algılayarak kendi iç dünyamıza oturttuk, nakşettik. Sonra kafiyenin de ötesinde bir derinliği olduğunu anladık. Ve okul hayatı; İmam Hatip Lisesi, İşletme Fakültesi sonra adım attığımız akademisyenlik… Bir taraftan akademik hayatın çalışmalarını örmeye çalışırken öbür taraftan şiirin, sanatın, edebiyatın o engin derinliğine, gizemli, esrarengiz sırlarına doğru yolculuk yapmaya gayret ettik. İkisinden gelen bilgiler bir yerde buluştu aslında. Çünkü hayat bir bütündür. Hayatı parçalayarak bir tarafını ayrı diğer tarafını ayrı düşünemezsiniz. Bu yüzden bana zaman zaman soruluyor: “İşletmecilikle sanatı, şiiri, edebiyatı bir araya nasıl getiriyorsunuz?” diye. Ben de onlara şunu söylüyorum: “Beden nasıl oluşmuş ki? Bir tarafında fiziki bir yan var sonra kimyası var, biyolojisi var, fizyolojisi var, psikolojisi var, sosyolojik bir hâli var. Bu beden nasıl bir şey ki insanın bedenini, kendini, nefsini bilmesi; Rabbini bilmesi ile eş değer kabul edilmiş bizim
kültürümüzde. Dolayısıyla hayata mütemmim bir realite olarak yaklaşırsanız, değişik alanlardan, dış dünyadan size gelen bilgilerin tamamını mütemmim olan tamamlanmış cüzün parçasını çünkü o tamamlanmış olan da bir başka bütünün parçası- onun içinde değerlendirebilirsiniz. İşte benim akademik hayatımdan elde ettiğim bilgiler: Sosyoloji okudum psikoloji, davranış bilimi okudum, antropoloji, yönetim organizasyonu, ekonomi okudum. Bütün bunlardan elde ettiğim bilgiler şiirde, sanatta, edebiyatta bir anlam ifade etti benim için.” İktisatta “tasarruf teorisi” vardır. Ben, tasarruf teorisini edebiyatın dünyasına nasıl uyarlarım diye düşündüm. Parite kuralı vardır, 80’e 20 kuralı. Problemlerin % 80’ini insanların %20’si oluşturur şeklinde. Gelirin % 80’i nüfusun %20 ’sine dağılır, diyor. Dünyada böyle âdil olmayan bir dağıtım vardır. Ben bunu şiirlerimde farklı şekillerde kullandım. Siz eğer değerlendirmeyi bilirseniz Allah’ın var ettiği her bilgiyi En Büyük Sanatkâr’ın yansıması şeklinde düşünürseniz kendi sanatınızda bir yerde kullanabilirsiniz. Bu mantıkla hem sanat geçmişim hem akademik geçmişimden gelen bilgiler bende bir yerde mezcedip karıştırıldı başka şeylere ve şiire dönüştü. Sayın Hocam, ekonomide bir piyasa var. Neticede sanat ve şiirde de bir piyasa var. İkisini karşılaştırıp değerlendirir misiniz? Ekonominin piyasa kavramı sanatımızı mahvetti. Sanat ve edebiyatta çile vardır, karşılık bekleme ve bu işin piyasasını düşünme yoktur. Para kazanayım, zengin olayım, evimi geçindireyim mantığı da yoktur. Eğer hakikaten sanatçıysa kişi, eser verebilecek noktaya gelmişse onu ortaya koyar. Ondan sonrası yok. Artık o eserle muhatap olanların problemidir bu, ya da onların derdi olmalıdır. Yoksa bir hesapla şunu yapayım, bunu elde edeyim, şunu ortaya koyayım, şu neticeye ulaşayım demez. Bunu yapan kişi noksanlık içerisindedir. Ancak bunu söylemek edebiyatın ürünlerinin bir ekonomik piyasa içerisinde alıcı bulmasına, okuyucu bulmasına mani değildir. O ayrı bir konu. Onu tüccarlar hesap edecek. Bu işin ticaretini yapanlar, yayıncılar gibi... Sanat eserini yüceltecekler, iyi sunacaklar. İnsanlara onun değerli olduğunu reklamlarla kabul ettirecekler. Bu
45
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
da bir derinlik meselesidir. Yayıncılıktaki derinlik edebiyatın piyasasının derinliğini gösteriyor. O derinlik ne kadar zayıfsa yayıncı da piyasanın derinliği de bir o kadar azalıyor. İktisatta şöyle bir kural vardır: “Kötü para iyi parayı piyasadan sürer, kovar.” ya da “İyi parayı yastık altına atar.” diye… İyi parayı çıkarmazlar piyasaya, hep kötü ucuz parayı kullanırlar. Gümüş para ile altın paranın tedavülde olduğu dönemde altın para tamamen piyasadan çekilmiş. Eğer bu anlamda bakarsanız edebiyatın böyle bir projeye dönüşmesi maalesef kötü eserlerin, popüler, sadece günübirlik tüketime yönelik eserlerin ön plana çıkması anlamına gelir. Hakikaten derinliği olanın, güzel olanın, naif olanın arkada kalması anlamına geliyor. Ben bundan bizarım. Bakın; şiiri, eserleri piyasada olan, okunan, defalarca baskı yapmış birisi olarak söylüyorum. Bundan rahatsızım ben. Çünkü eğer geleceği olmayacaksa; bir şiir, bir sanat eseri eğer bayatlamayacaksa gelecek nesiller onu bilmeyecektir. O sadece bugün o sanatkâr hayatta olduğu sürece bilinecektir. Onun yedeğinde taşıdığı bir yük gibi o eser taşınacak. Ama o öldükten sonra gidecek, kalmayacak. Çünkü gönüllerde yer etmeyecek, çünkü taşınmayacak; çünkü estetik bir tarafı yok, tarihî bir zenginliği yok, kültürel bir zenginliği
yok... Kelimelerin sadece sözlük anlamlarından yola çıkılarak yazılmış eserler olarak karşımıza çıkacak. Istılahi anlamlarıyla kelimelerin kullanıldığı bir eser değil ise, şiir değil ise bu piyasada bugün çokça dönüp durabilir. Bu bizi aldatmamalı. Hakiki, derinliği olan, zenginliği olan; biraz üzerinde düşünülmesi gerekli olandır. Biraz derinliğine inilmesi gerekli olandır. Bu ise bugünkü piyasa şartlarında çokça yakasından tutulup sahneye çıkarılacak bir eser gibi duyulmuyor, görülmüyor. Onun için maalesef ekonomi bizim edebiyatımızın piyasasından çok olumsuz etkilemiş durumda. Bu olumsuzluluklar gerçek eserlerin ön plana çıkmasına, hakikatin ön plana çıkmasına biraz mani oluyor. Ben bunun için Nurullah Genç olarak yıllardır mücadele ediyorum. Balık bilmezse Halik bilir. Hiçbir şey bekleyerek yazmayın. Bir şey kazanmak maksadıyla yazmayın, kazandırmak maksadıyla yazın. Şiir, sanat, edebiyat kazanmak maksadıyla değil kazandırmak maksadıyla yazılır, gelecek nesillere bir şey bırakmak maksadıyla yazılır. Edebiyattan şiirden yola çıkılarak Osmanlı döneminin iktisadı incelenmiştir. Yani şiir aynı zamanda bir kültürel zenginliktir. Bunu vermiyorsa bir şiirden siz topluma ait değeri de, sosyolojik bir değeri, iktisadi bir değeri alamıyorsanız- ki
46
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
bugün yayınlanan şiirlerin %99’unda belki bunu alamazsınız-bir anlam ifade etmiyor yazılanlar. Ama piyasa maalesef gördüğünüz gibi işte günübirlik, şairi ile birlikte var olabilecek eserlere daha fazla meylediyor. Bu da işin kötü tarafı… Demek ki edebiyatın piyasası ile ekonominin piyasası arasında müthiş bir ilişki varmış… Size şunu da söyleyeyim, bunun toplumsal seviye ile de ilgisi var. Ben sonuçta iktisatçı bir akademisyenim. Geri kalmış toplumlarda sanat ve edebiyat da geri kalıyor. Geri kalmış toplumlarda özdeşleşme duygusu fazla oluyor. Aşağılık kompleksi fazla oluyor. Sanat ve edebiyatta da fazla… Benim şairlerimin, benim edebiyatçılarımın kompleksinden az mı çekiyoruz yıllardır. Kendisini Batı şiiri özentisi içinde bulduğumuz az mı şair var Türkiye’de? Başka bir medeniyetin şiirini birebir taklit eden az mı insan var? Son 50 yıl içinde Türkiye’de yazılmış şiirlerin istatistiksel analizini çıkarsanız ve gerçekten bir inceleme yapsanız benim medeniyetimin, kültürümün, şiir geçmişinin damarlarından, yataklarından, zenginliğinden, hazinelerinden beslenen şiir oranı Batı şiirinin dokusundan beslenen şiir oranı karşısında ne kadar kalır? 80’e 20 kuralı dediğim bu… %80’i meyletmiş şiirler olarak karşımıza çıkacaktır. Daha başka bir şey söyleyeyim: Şu anda istisnaları hariç tutmak lazım, onlar mutlaka ki var ama büyük çoğunluk, Türkiye’de şu anda yayınlanan edebiyat dergilerindeki- sağ ve sol edebiyatı birlikte söylüyorum- şiiri alın, şairlerinin ismini silin, hepsine aynı ismi yazın. Bakalım bir tane farklı şiir çıkacak mı karşınıza? Bu mu edebiyat? Şair kendine has bir sesi söyleyerek insanlara mal eden kişidir. Ahmet Haşim ile Yahya Kemal’in sesi benzer mi birbirine. Necip Fazıl, Faruk Nafiz her biri ayrı bir ses… Bunu yapabilen, kendi şiirini var edebilen kişi gerçek şairdir. Kalabilecek olan da odur diye inanıyorum. Ama siz alıp, büyük dergiler de dâhil - ki ben bunu yaptım- onlarca şairin ismini silip tek bir adamın adını yazıp okuttuğunuzda. “Çok güzel hepsi birbirine benziyor…” diyorsa insanlar, orada bir problem vardır. Onun için derdimiz epeyce fazla. Türk şiirinde kendinizi dâhil ettiğiniz bir yer
var mı? Ben kendimi hiçbir yere dâhil etmiyorum. Öyle bir derdim de olmadı. Şu akım bu akım diye de hiç düşünmedim. Başkaları yapsın. Beni ilgilendirmiyor. Ben Çanakkale’nin Çan ilçesinde bir şiir programına çıktım. “Nurullah Genç Şiir Dinletisi” yapmışlar. Yaşlı bir adam geldi bana: “Ben sizi Servet-i Fünun şairi biliyordum.” dedi. Birileri tasnif edebilir, bir yerlere sokabilir. Hayır, o değil önemli olan, şairin kendisine nasıl baktığı önemlidir. Kendisi bilinçle yazıyor mu, o önemlidir. Edebî cereyanların pek çoğunu bilirim. Ben Divan şiiri, Halk şiiri, destanlarımız da dâhil olmak üzere-şiir geçmişinden kopmuş ve bugünün toplumsal hakikatini bir tarafa iten ve de hakikaten çözülmüş, yerle yeksan olmuş dünyamızın hakikatlerini bir tarafa iten-bunların hepsini kendisinde toplamış bir şiiri yazmanın peşindeyim. “Ben kendimi nereye koyuyorum?” diye düşündüğümde. Ben hayatta olmadığım zamanlarda, bu ülke insanının bu ülkede doğacak yaşayacak olan insanların geleceğine sanat adına küçücük de olsa; bir damla, bir iz bırakabilir miyim? Bunun peşindeyim. Birileri beni şair bile saymayabilir. Bunun bir önemi yok. Çünkü ben başkaları beni tasdik etsin diye yaşamıyorum. Ben bir şeyler yazıp ortaya koyayım, bu benim sadakayı cariyem olsun. Milletimin edebî terekesine bir şey eklesin, gayreti içerisindeyim. Bunu becerebilirim, beceremem ayrı… Ama benim derdim bu… Onun için nerede durduğumu da çok önemsemiyorum. Bu aynı zamanda sizin şiir poetikanız olarak da anlaşılabilir mi? Söylediğim poetikadan belki bir küçük çizgiydi. Ama ben şiir poetikamı yazacağım zaten. Büyük çapta bir kitap şeklinde çıkmasını planlıyorum, hazırlığını da yapıyorum. Şiir poetikası için insanın yaratılışına gitmeniz lazım. Yaratılışla başlar. Ta cennetten sürgüne gitmek lazım… Şiirin, sanatın, edebiyatın başlangıcı orasıdır. Şeytan Hz. Havva ile Hz. Âdem’i nasıl kandırdı? Aklıma hep o geliyor. Belki şiir okuyarak kandırdı. Neden Kur'an-ı Kerim’deki şairlerle ilgili ayeti çokça dikkate almıyorsunuz? Madem biz bir İslam medeniyetinin insanlarıyız
47
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Mesela 17 şiir kitabım olmuş 14’ünü “Mahrem ve Münzevi” adıyla bir araya getiriyorum. Birçok şiirimi ve birçok şiirimden de mısraları attım. “Bunu ben mi yazdım?” dedim, yırttım. Ona ulaşmanız lazım: Şiirinizin en son hâline… neden her vadide şaşkın şaşkın gezen şairlerle onun karşısında gezen şairleri bir araya getirip bir poetika yazmıyoruz? Benim poetikam oradan başlayacak. Şöyle mi zannediyor şairler; yazdıkları şiirin bir harfinden bile hesaba çekilmeyeceklerini mi zannediyorlar. Ben bir şair olarak Hz. Peygamber ile Ashab arasındaki bir konuşmayı hiç unutmuyorum. Ashabdan biri soruyor: “Bu zerre kadar hayır zerre kadar şer de olsa insan ne yaptığını bilecektir. En küçükleri de mi bilinecektir?” diye. “Evet, en küçükleri dahi bilinecektir.” cevabını alınca, o da “Vay anamın ağladığına…” diyor. Şimdi acaba yazarlarımızın anası nasıl ağlayacak yazdıklarından dolayı, takıntılarından dolayı, böbürlenmelerinden dolayı, kibirlerinden dolayı. Kendilerini büyük bir varlıkmış gibi beyan etmelerinden, şımarık yürümelerinden dolayı. Bunların hepsi ortaya koyulacak. Çünkü Allah (cc) Kur'an-ı Kerim’de açık ve net; şımarık yürüyenleri, kibirle yürüyenleri sevmem, diyor. Bir inançlı şairin, bir Müslüman şairin bunu dikkate almaması büyük bir isyandır. Bunların hepsi o potikada olacak. Bunlara uygun da yaşamaya çalışıyorum ama yanlışlıklarımız da olacaktır tabi. Günümüz Türk şiirini ve sanatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Karşılaştırma şansınız oldu mu Batı sanatı ve şiiri ile? Erdoğan Alkan’ın “Şiir Sanatı” adlı kitabını okuyordum. Son 60–70 yıl içerisindeki büyük bazı şairler de dâhil Fransız şiirinden nasıl etkilendiğimizi, bazı büyük şairlerin bazı şiirlerinin Fransız şairlerinin nasıl kopyası olduğunu, nasıl birebir çevirisi olduğunu izah ediyordu. Bazıları şaşırabilir, “vay be!” diyebilir. Şaşırmıyorum ben, daha önce söylediğim gibi geri kalma ve çözülme hakikaten millet olarak ekonomik anlamda, siyasi, sosyal, kültürel anlamda düşüşümüz ve geriye gidişimiz sanat ve edebiyata da yansımıştır. Biz kendimize sadece musikide düşman olmadık, şiir
ve edebiyatta da düşman olduk. Kendi geçmişimize, eserlerimize ne kadar değer verdiğimizi, bundan elli altmış sene önceki ders kitaplarımıza baktığımızda görüyorsunuz. Biz Roma tarihine, Yunan tarihine ve felsefesine hangi değeri vermişsek Fransız şiirine de aynı değeri vermişiz. Almışız, başımızın üstüne oturtmuşuz. Ben şuna karşı değilim: Okumak, öğrenmek, yararlanmak ayrı şeydir. Onun meczubu olmak, o düşüncenin pervanesi olmak, onun etrafında dönmek ayrı şey... Biz elbette ki dünyadaki bütün gelişmeleri sanatta ve edebiyatta takip edelim. Kendimizi zenginleştirmenin bir vasıtası, ilmin bir uzantısı olarak görelim ama unutmayalım ki edebiyat değer yargıları ile var olur. Ve her edebiyatçı kendi değer yargılarını şiirine, sanatına, hikâyesine milim milim dokur. Boşluktaysa boşluğunu yazar, loşluktaysa loşluğunu yazar, taşlıktaysa taşlığını yazar… Eğer bir değer yargısı normu varsa o normu yansıtır eserine. Bizim değer yargılarımız ve normlarımızla örülmüş bir şiirin, bir hikâyenin, bir romanın ne zaman çok daha güçlü şekilde yazılacağını hep merak edip duruyorum. Çok daha güçlü şekilde dememin sebebi de bizim bir geçmişimiz var. Yani Divan edebiyatının devasa bir doruğu var, o doruğun üstüne bir şeyler koyarak yazmak anlamında söylüyorum. O yüzden bizim sanatımızla Batı sanatını karşılaştırdığımızda durum pek iç açıcı değil. Biraz daha özdeşleşmiş, kendini onun içinde kaybeden ve bizim edebiyatımız açısından da kaybolmuş şairlerimiz, akımlarımız var. Bunlar ne zaman hakikatte tam olarak anlaşılır, 100 sene sonra bizim insanımız iyiye doğru giderse bunlar edebiyatımızın neresinde kalır, çok emin değilim. Konuşmalarınızda zaman zaman “güçlü şiir” söylemini kullanıyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Şiir sanatının ruhuna uygunluk… Çok açık
48
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
ve net bir şey söyleyeyim: Her şair kendisinin Molla Kasım’ı olmalı, kendisini okuyup değerlendirebilmeli. Tecdidilik dediğimiz budur. Yıllarca önce yazdığı bir şiiri okuyup “Burada hata yapmışım, burada bir noksanlık var.” diyebilmeli sanatçı. Okumanın yaşı yok. Şairlerin en büyük problemlerinden biri de bir süre sonra okumamaları, kendilerini geliştirmemeleridir. Bir büyük şair televizyonda: “Ben kendimden küçükleri okumam.” diyordu. Böyle şey olur mu? Okuyacaksınız ki gelişmeleri bilesiniz. Geçmişi okuyacaksınız ki neler yazmışlar onu bilesiniz. Okumadan kendinizi geliştiremezsiniz. Ben eminim ki okumayı becerebilen her sanatkâr gittikçe gelişir. Kendi yazdıklarına baktığı zaman da noksanlıklarını görür. Düzeltmelerini yapar. Belki atar bir şiirini, bir daha almaz kitabına. Ben bunun böyle olması gerektiği kanaatindeyim ve güçlü şiirin de zaman içinde törpülendiği hâlde, rendelendiği hâlde dokusu kalan, mısraları kalan şiir olduğuna inanıyorum. Eğer şair kendi şiirine yeniden döner, “Bu mısra olmamış.” deyip olmayan kısmını atar, olan kısmını tutarsa güçlü şiir odur. Çünkü ilk anda bunu fark edemezsiniz. İlk anda tamamlanmış olmuyor sizin bilgileriniz. Şimdiye bakışınız, kültür yeterliğiniz tam olmuyor. O zaman da sınırlı bakıyorsunuz. Sınırlı baktığınız yerden kurduğunuz bir mısra daha sonra daha geniş bir perspektiften baktığınızda zayıf bir mısra olarak gelebiliyor size. Değerlendirip yeniden üzerini çizebiliyorsanız, geriye kalandır güçlü şiir. Bunu böyle düşünüyorum. Ben kendimce bu çalışmaları yapıyorum. Mesela 17 şiir kitabım olmuş 14’ünü “Mahrem ve Münzevi” adıyla bir araya getiriyorum. Birçok şiirimi ve birçok şiirimden de mısraları attım. “Bunu ben mi yazdım?” dedim, yırttım. Ona ulaşmanız lazım: Şiirinizin en son hâline… Belki 20 sene sonra baktığımda “Mahrem ve Münzevi”de de eksiklikler görecem bu günkü bakışımla baktığım için ama onun da sonu yok, bir yerde noksanlığı ile kalacak. Şiir akşamlarının katkısı nedir şiir piyasasına? Bundan on beş yirmi sene önce katkısı oluyordu belki ama şimdi katkısı olduğuna inanmıyorum. Çünkü genel bir çark hâline geldi bu. Sürek-
li aynı şeyler tekrar edilip duruyor. Şimdi sadece şiir akşamları ile şiiri takip eden biri şiiri bu kadar bilecek. Ama şiir bu kadar değil, bundan daha büyük bir şey. Şiir akşamlarının şairlere de bir kötülüğü var, sahneye çıkıp şiir okumak insana bir tatmin duygusu yaşattığı için alkışlandığı için alkıştan sonrası yoksa kişide bütün hayatı boyunca sahneye çıkıp alkışlanmak “Vay be şairmiş, şiiri varmış!” diye tasdik edilmek varsa, ondan sonrası şair için de bitiyor. Hâlbuki böyle değil, bu işin yüzyıllar sonrası var. Hayatta kaldığınız sürece, kıyamet kopmadığı müddetçe, bu topraklarda ya da dünyada yaşayacak insanların daha sonra yaşayacakların dünyasına hitap etmek var. Öyle bir şey koyacaksınız ki ortaya 100 yıl sonra okunduğu zaman da sizin o zamanki hâlinizle yaşamayı becerebilecek bazıları. Bunu gerçekleştirdiğiniz zaman ayrı bir sonuçla karşılaşırsınız. Ama şiir şölenleri ve şiir programlarının iki sebepten şiir piyasasına fazla katkısı olduğu kanaatinde de değilim artık: 1-Bu programı hazırlatanların yani belediyelerin 2- Programa katılanların vücut ispatına dönüştüğü için. “Nasıl olur?” demeyin. Ben zaten bir “organizasyon” hocasıyım. Biraz da o gözle bakıyorum. Sürekli yenileyerek, üzerine bir şeyler koyarak, farklılaştırarak; hatta öyle bir hâle getire ki şiir akşamlarına katılan bir kişi beyni zonklayarak çıksın. Yorgunluktan, terden, bunalımdan sıcaktan değil, arada anlatılanlardan dolayı beyni zonklasın ve öyle ağrısın. Bu noktaya getirerek bunu güzelleştirebiliriz. Yoksa bir fasit daireye dönüşmüş durumda şiir programları. Böyle inanıyorum ben. Birileri buna “hayır!”diyebilir. Sayın hocam, konuşmamızın başında halk kültüründen etkilendiğinizden bahsettiniz. Türkülere de çok yakın olduğunuzu biliyoruz. “Şiiriniz ve türküler” dersek neler söylersiniz? Çalamıyorum, söyleyemiyorum ama çok seviyorum. Çocukluğumda söylüyordum, yakınlığım ondandır. Çocukluğumun kış gecelerinde bir şiir okuma faslı vardı bir de türkü söyleme faslı… Düşünün yarım saat, 40 dakika şiir üzerine konuşuluyordu. Benim halk şairi olan rahmetli bir amcam vardı. 1000’in üzerinde şiiri vardır. 30 yıl babam ile beraber köyde kitap okumuşlar. Benim rah-
49
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
metli babam Niyazi-i Mısrî Divanı'nı ve Alvarlı Efendi’nin gazellerinin tamamını ezberden okurdu. Fuzuli şiirlerinin %70’ini ezberden okurdu. Düşünün, o ağır şiirleri ezberlemişti. O ortamda bir de türküler, gazeller söylenirdi. Ben Kerem türkülerini, Karacaoğlan şiirlerini bolca ezberleyip elimi kulağıma atıp makamla söylerdim o zaman. Daha altı yaşındayken amcamın oğlu benim kulağıma fısıldardı, ben de makamla söylerdim. Türküleri henüz tam bilmiyordum. Sonra gitmiş babama demiş ki “Bu çocukta şair kabiliyeti var. Murat Çobanoğlu’nun yanına götüreceğim, bana izin ver.” Çobanoğlu, Reyhanî henüz popüler olmuş. Babam demiş: “Niye?” Amcamın oğlu da: “Bu müthiş halk şairi olur, âşık olur. Çünkü benim unuttuğum kısımları, Kerem’in şiirini uygun şekilde tamamlıyor.” demiş. O unutunca ben de uydurur söylerdim. Babam; “Ben onu İmam Hatip’te okutacağım.” demiş. Durumu bana da söyleyince o benim içimde bir ukde olarak kaldı. Bir ara saz alıp öğrenmeyi de düşündüm. Yakınlığım bu şekilde. Dinlediğim müziklerin %80’i türküdür. Uzun hava dinlerim bol bol. Sonraları türkülere dair metinleri okuyunca ne devasa bir geçmişimiz olduğunu gördüm. “Her türkümüz bir romandır.” der, Ahmet Hamdi Tanpınar. Gerçekten de öyledir. Bizim trajedilerimiz, komedilerimiz, dramlarımız, inancımız… Düşünün ayete, hadise telmihte bulunan türkülerimiz var. Bunlardan uzak duramayız. Bunların bizim şiirimizde bir yeri olması lazım. Ya sesi ile olur ya kültürel zenginliği ile olur ya da o halk kültürü dediğimiz kültürün daha üst kesime taşınması ile ilgili olabilir. Ama benim türkülerle çok yakın bir ilişkim oldu zaten. Ve etkilendim, çokça etkilendim. Ama şiirimde, burası halk şiirinden etkilenmedir diye çok net tespit edebileceğiniz bir şey değildir bu. Seste bulursunuz. Ben kendi şiirime baktığım zaman türkülerin sesini birtakım yerlerde gösteririm size. Vardır yani, o ses etkilemiştir bizi. Hocam sizin bir de fotoğraf merakınız var? Bu yönünüzü öğrendikten sonra şiirleriniz benim zihnimde daha farklı bir noktaya yerleşti. Çünkü o an’dan, ayrıntıdan zaman zaman bir şiirin çıktığını, çıkabileceğini fark ettim. Siz bu konuda neler söyleyeceksiniz.
“Fotoğraf görüntünün şiiridir.” der bir düşünür. Ama çekebilene. Ben ilk fotoğrafa başladığım zamanlarda bir fotoğraf sanatçısı hem de bana hocalık yapmış bir arkadaş Osman Karadeniz, kulakları çınlasın, dedi ki: “Hocam bakın, fotoğraf çekmek fotokopi çekmek demek değildir. Gördüğünüz şeyi aynen yansıtmanız anlamına gelmez. Fotoğrafın da bir şiiri vardır, o şiiri yakalamaya çalışın. O farklılığı yakalayın.” Portre mi çekiyorsunuz. Her insanın yüzünde bir şiir vardır. O yüzdeki şiiri her zaman okuyamazsınız. O bir andır. O anı yakalayıp çektiğinizde yakalayabilirsiniz o şiiri. Her çektiğiniz yüz portre değildir. Buna dikkat edin. Manzara fotoğrafı mı çekeceksiniz, sadece manzaradaki güzelliğe değil, o manzaradaki ayrıntıya, kompozisyona, grafiğe dikkat edin. Bunlar bir şiirin alt öğeleridir. Yani şiirde de bir kompozisyonun olması lazım. Hatta bir şiirde bir grafik bulup çıkarabilirsiniz ortaya, çünkü çizgiler vardır şiirde. O yüzden fotoğrafla şiiri ben birbirinden çok farklı görmüyorum. Birisi gözünüzle kalbinizin buluşup bir teknolojik vasıtayla test etmeye tespit etmeye çalıştığınız bir sanat olarak karşınızda duruyor. Diğerinde ise gözünüz içeriye dönüyor. O dışa dönen gözünüz iç dünyanıza dönüyor. İç dünyanıza dışarıdan gelen görüntülerle şiiri ki o görüntüler kültürel görüntülerdir, psikolojik görüntülerdir, yüzlerdir, simalardır, tarihî olaylardır vs. Onlarla bir şiirin fotoğrafını arıyorsunuz içinizde aslında. Gerçek her şiirde fotoğrafik bir taraf vardır. Bana bir şiir söyleyin size oradaki fotoğrafı söyleyeyim. Çünkü mutlaka bir betimleme vardır orada. Şiir ile ilişkisini bu anlamda düşünmek lazım. Ben şimdi acaba 50 tane şiir gibi fotoğraf çekebilir miyim ömrümce? Ama en iyi şiirlerim kadar başımın üzerine asabileceğim 50 tane fotoğraf çekebilir miyim, diye yakalamaya çalışıyorum. Fotoğraf sanatının şiirime şiirimin de fotoğraf sanatına katkı sağladığına inanıyorum, ayrıntıyı yakalamak açısından. Mesela az önce otobüsle gelirken camdaki sivrisineğin fotoğrafını çektim ve aklımdan: “Camdaki sivrisineğin şiirini yazabilir miyim?” düşüncesi geçti. İşte bu fotoğrafın şiire şiirin de fotoğrafa katkısını gösterir. Hocam Bizim Külliye dergisi okurları ve kendi adıma size çok teşekkür ediyorum. Sağ olun. ■
50
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
ZAKKUM* Ören çarşılardan gelirim alışverişten Yıkık sütunlar sarılı dalgınlığıma Dil döker durur tezgâhta zakkumlar, Çiçekler sunup cesedinden kraliçelerin İnatçı kemerlerin ayakları dibinde, Parçalanmış taçların parıltısından, Yeşili sızıyor kertenkelenin, Ağusu kralların şarap tasından Baş üzverlik adlar ve buyruklar, Kazınmış taşlara ve devrilmiş Bütün muhafızlar uyuklar, İniltisi ayakta efendilerin Kulakların gök kubbenin seyir defterinde Kanar yüreğim suskun çeşmeler başında Esrik yellerde kokusu nice çılgınlığın Aradım durdum nice mezar taşında, Yalın sevmelerin kibirsiz türküsünü Şiirler alır saltanatlar satarım, Düştükçe yolum ören şehirlere Esir pazarında nice tahtı sergileyen, Esirler görürüm bir satırlık sevgiye Sen ey dili kekre kayaların tezgâhtarı, Kaldır pembe örtülerini pişmanlığın üstünden Hayalinle fikri solan güller için, Söyle saklısını kökünde barınan zehrin
YAHYA AKENGİN
*Şairimizin bu yılki Uluslararası Struga Şiir Akşamlarında okuduğu şiir.
51
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
MUHACİR Haydi gel bir akşamüzeri, Elinde kan gülü: Hüzün!.. Hüzün!..
Dinle, söylüyorum sırrımı: eriyorum Boşlukta saklayarak çoğalışımı yürüyorum Muhacirim içime doğru...
Nasıl da ateş saçıyor gözlerim? Dalıma konan titrek, sırlı dikenler Can suyum, Çıplak tenimde akşam...
3. Beynimi yedi şafak Gökte yunmuş bulut yok Ne de güneşin sabrı
Bu sırrı çözmeliyim Her şeyi yeniden/ yorumlamalı Bilmeliyim sözü kime, Rengi kime çalmalıyım...
4. Bunca yoktan sonra düştüm yollara Işık ışık akıyor sokaklar yorgun İlk adım onun’çin…
2. Gece ışıyan yerde azap Yıldızların oğlu bozan uykumu Gözümü okşayan/ düş de olsa Kemikten eşiklere sıkıştıran yolumu
Maiden sızan sedef Kanayan Ferhad Geceye dönen simya…
Gözüm güneşle kardeş, Çözdüm sırrını gitmenin Doğduğum sabaha Beyaz bir tuval Gibi yansıyor yüzüm, Gitmelere u s a n ı y o r u m…
ÖZCAN ÜNLÜ
52
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
GÜN SÖZLÜĞÜ Sabah yörük yurdudur Alabildiğine gecesiz ve hür Yağmur toplar seslerden Dağıtır güneşlere Dağlara dağıtır, Kuşlara gökyüzüne Yalnız bir şehir kalır
Akşam mum bilmecesidir Deniz soluğunda ayı eritir Böyle başlamıştı büyüsü Şarkısını gül yaprağına yazmadan önce Şehirler dağıldı geceye Şehirler büyüdü Büyüdü yalnızlık
Kuşluğunda selvi,dalında rüzgar Ve gün bu yurdun ırmağında yıkanır
Yatsı bir çocuk ölümü kadar yalnız Aşktan sonrası kadar uzak
Öğle bey konağıdır Denizler öpmeden güneşi Bu hanede geçen yazı Gelen hayal büyütür Taşların gözlerinde dolunay, yıldızlar Mavi bir tablo gibi Hüznün ikindisine yürür
Gece kaf dağıdır Çağı kapatmaya görsün Anka’nın gözleri Tarihe kör diye geçer tutanaklarda Gecesinde ateşe ve aşka paha biçilmez Baştan çıkarır dolunay Başa getirir takvimler Tutuklanırsa leyla tutuklanırsa uykularımız
İkindilerdir göçebe akşamların habercisi Ve ikindilerdir karanlıktan en fazla korkan
Seher hatimedir meleğin sessizliğine Ve şafak yeni bir rüyaya
ÖMER KAZAZOĞLU
53
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Sitare OSMAN KOCA
T
arlanın öte yakasından seğirterek geliyor Encam. Düşen toprak rengi, ter kokulu poşusuna aldırmadan... Minicik ellerindeki değneği gelişigüzel savurup, avazı çıktığı kadar bağırıyor bir yandan: “Aneey, aneeey! Gelmiştir işte!..” Gök gözlü, kumral saçları örgülü, gün yanığı bronz yüzlü Encam. Bildik âlemi, birkaç dönümlük toprağa mahkûm; altın kafesteki bülbül, tıpkı makûs yazgısı gibi. Oya işlemeli, bahtı gibi rengi kara çemberi, koşarak çıkardığı rüzgârın ensesinde. Takılmış ardına, gölgesini takip ediyor tatlı telaşla. Yumruk büyüklüğündeki yüreğini çatlatırcasına, ay yüzünü patlatırcasına, yıldızlara inat kayarcasına, uçarcasına koşuyor Encam. Özgürlüğünün sayılı daireleri arasında gidip geliyor ve bir yandan tazelemeye çalışıyor tükenen nefesini: “Aneeey, canım aneey, bahtım aneey! Geliyooo işte! Dedimdi sana... Dediydim... Yanakları al al Encam. Tozu toprağa, umudunu kaskatı boğazına katarak kuş hafifliğiyle çırpınan kalbini anacığına sunarak koşuyor... Zilan, ocağın başında. Bulgura su katacak birazdan. Briketler arasında kıyametler koparan bebeği susturmanın başkaca çaresi yok. Tek gözlü oda, ocağın buhuruyla gözlerini puslandırıyor bebenin. Zilan’ın gözleriyse yangın yeri, ocağın kendisi... İşi başından aşkın Zilan. Tek parelik fistanı kir yağ içinde. Genç kızlığından hediye. Fakat o, rengini bile hatırlamaz şimdi. Ersiz er meydanında, bir kadın başına, Encam’ına ablalık, bebesine analık eder. Hatıraları kahır yüklüdür. Sol göğsü kesilmiştir sütten, kıtlık illetten. Kızlığından arda kalan bir tek kadınlığı. O da mahrem kesiktir, uluorta yerinden... Bulgurunu elekten, umudunu kahpe felekten geçiren Zilan. Koca yatağında küsmüş oyuncaklarına, henüz oyun çağında. Elleri nasır, sırtı kambur bağlamış. Doğum sancılarında yitirmiş dişlerini. Alnı kırış kırış, esmer yüzü zalim damarlarla çizili, düşleri ateşle çevrili. Bekleyeni yoktur hem, hem beklediği çoktur beklentilerine ilaveten. Saçları kar renginde, kar güzelliğinde Zilan... Mukadder hayatın muvakkat durağında kimsesiz, sahipsiz Zilan. Dargınlığı takvimlere değil, icat edene. Unutmuştur ağlamasını. Bilse, hatırlasa ne fayda! Ağlayacak tuz kalmamıştır ki ciğerlerinde. Tövbeler edip Allah’a, karıncalar katar aşına. Kundaksız, kuru toprakta ağlar bebe; anacığına nispet edercesine. Sanki dilini bilir, duygularını seslendirir. Görseniz; ne mütebessim ve ulvidir. Ama suyu sütten, gündüzü geceden, anayı babadan ayırt etmez. Dünyaya geldiğine bin pişman gibidir de, anacığına belli etmek istemez. Babasını attaya gitmeden önce, o da döl yatağında görmüştür ilk ve son kez... Yıldızı bol gecelerde, karanlığı yaran ayışığını sine sine çeker “sine”sine. Adı için, erini bekler anacığı.
54
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Toprağın kokusuna, babasının yokluğuna alışkın bebe. Dilindeki bağın çözülmesini, babacığının evine dönmesini bekler, derviş sabrı içinde, mütevekkil. Bilir ki; “yıldız”ları çok sever anacığı. Uzanamasa da elleri, gözleri kuyruklarına değer. Bilir ki; eri geldiğinde “sitare” olacaktır ismi... Çivit mavisi gözleri, yıldızlara kayan Zilan. Ekmeği keder, suyu heder Zilan. Baba ocağına izin vermez töreler. İzbe bir köyde, köyle aynı metruk kaderde. Yorgun vakitlerde söyleyecek türküsü, yitik iklimlere hicret edecek ülküsü dahi yoktur. Dişlileri döner de zalim dünyanın, o kaypak çarktan bile mahrumdur... Encam’ının buhurları dağıtan sesini duyanda, solgun üç adımda, kendini yele verip dışarı çıkıyor Zilan. Güneş yüzünü yakmıyor. Ellerini siper ederek bakmıyor ötelere. Başının düştüğü yerde, ışık tayfları raksa durmuş. Şavkıyan alnını çorak toprağa vurmuş. Kırık bir heyecan gönül coğrafyasında... Buğulu gözlerini yatırıp ıraklara, güpegündüz yakılan yıldızları kucaklar gibi açıyor kucağını... Ömrünün lekesiz -ter ü taze- çığırtkanlığına nazire edercesine koşan ve koştukça çatlayan dudaklarını apak teriyle sulayan Encam. Dokuz yıllık harcırahında baba sevgisine muhtaç Encam. Şeffaf kanatlarını açıp kelebek edasıyla süzülüyor. Neşesine diyecek yok. O minicik, o körpecik aklından nice nice büyük düşünceler, rengârenk cümleler geçiyor. Yaldızsız ve şatafatsız. Öylesine çocuksu öylesine yalnız. Mutantan ama kifayetsiz sitemiyle, sahibi olduğu sese uşaklık etmenin ölgün lezzetini tadıp toprağı incitmeden hızlı hızlı yürüyor ve bir yandan: “Aneey!” diye haykırıyor. “Dedimdi sana. Geldi işteee!” Sözcüklerin merhametindense, değişmeyen ve asla ve kat’a değişmeyecek olan kavramların kokusuna sırnaşan Sitare. Yakup’un Yusuf’u, Hacer’in İsmail’i bebe. Depreşen tarifi muhal duygularını acıyla yutup bir çarşaf gibi örtüyor ruhunu. O mukaddes lisanın merhametiyle kirpiklerini aralıyor. Gözleri nemli, kalbi elemli. Birazdan kırkikindi yağmurları bastıracak. Bilir ki; göğsünün bam teli, tam o esnada uğultularla kıvranacak. Nar rengi gözleri ilişmese de, ezansız kulakları kutlu seferin ayak seslerini dinleyecek. “Sitare! Vakit ünleme vakti.” Sitare dertli. Süt kokulu ağzı; elbet bir gün dile gelecek... Zilan’ı kucaklıyor Encam’ın çıplak, cılız kolları. Kalbi küt küt Encam. Azıcık nefeslenir ise konuşacak ve kim bilir belki bir daha hiç susmayacak. Cemre; havaya, suya, toprağa küsedursun, Encam’ın bayramlarda bir daha boynu bükük kalmayacak. Utanç duvarlarını yıkıp simetrik iki heceyi “ba-ba” doyasıya koklayacak, ölmeyesiye yaşayacak... Başı dumanlı, gönlü hazan Zilan. Okşuyor kızının örselenmiş saçlarını. Tomurcuk damlalar birikiyor alnında. Sımsıcak sevgisini, ılık nefesiyle üfürüyor etrafa. “Misk ü amber” değil, halis muhlis tezek havaya savrulan. Konuşamamanın ıstırabıyla çöküyor. Bir çatlayan toprağa, bir çatlamaya hazır kızına bakıp müşterek iki bedeni küstürmek istemiyor. Hürriyetine mukabil sözcüklerin bağrı yanıp tutuşuyor: “De hele baham, ne ki derdin?” Ne değil derdi Encam’ın. Dert de ne ki? “Baboo geliiy aneey, babooo!..” Yok yok konuşmayacak Zilan. Bir dokunsan ağlayacak... Dört askılı miğfer görüyor önce, akabinde kağnı arabası. Büyücek bir sanduka var kızağında. Ar damarı sızlanıyor. Nazlı bir gelin gibi sırça saraysız barakasına siniyor. Penceresiz, başlıksız, katlıksız tek gözlü hanesine kuruluyor iyicene. Yapboz briketlerden birini söküp hareminden, gelenleri seyrediyor bir süre. Sitâre göğsünün sol köşesinde. Encam eşikte... Matruş dört simadan biri, beraberindekilere bağırıp bir şeyler emrediyor. Tek koşumluk arabada, kağnı bir başına, insanca riayet ediyor. Sırtındaki kambur hafiflerken, asaletine halel gelmiş gibi ezildikçe eziliyor. Kadersizliğine yanıyor için için. Tonlara bedel gövdesinin, gizemli bir buyrukla beniâdeme esir oluşuna sevgiden öte nefret duyuyor. Bu esnada küçük kızla konuşuyor sesi gür adam. Eline bir kâğıt tutuşturup sinekkaydı suratını güneşe sunuyor güzelcene. Dört matruş çehre; sandukadan nöbetini devralıp çekip giderken, toz kümeleri karışıyor havaya. Zilan merakta, Encam ayakta, bebe kundakta, sanduka toprakta. Koşaradım bir nefeste, içeri girip elindeki buruş buruş ıslak kâğıdı uzatıyor Encam. Ama okuyamaz ki Zilan. Okul yüzü görmemiş anası gibi Encam. Gülen gözleri öyle berrak, sözleri şeker kıvamında nâk: “Bah aneey! Babamı uyandırmaya gıyamamışlar. Ne dersin ahşama uyanır mı?...”
55
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Ne desindi Zilan ne cevap versindi şimdi? Ne dövünmeye mecali, ne ağlamaya takati kalmış. Yutkunur, söyleyemez. Boğazı düğümlenir, dillendiremez işte. Korkusu ateşe girmek değil! Ardında Encam’ı, kucağında bebesi. Titrek adımlarla dışarı çıkıyor Zilan. Haykırmak geliyor içinden. Ahıyla dumanlansın istiyor gök. Zarıyla kıyamete dursun yer. Benzi acı bir tebessüme, genzi kekremsi hüzne çalıyor. Zilan önünde kapının, Encam arkasında. Sitare merhabasında hayatın, eri veda havasında... Toprağın sadakatiyle, toprakla aynı kaderde Zilan. Çukur gözlerinde hasret duman duman. Gökte güneş, sükûnetini bozmadan akıyor. Gözleri Zilan’ın sandukada, Nemrud’un alnı yasta. İki hazin çizgi süzülüyor kalem kaşlarından. Siması gülgûn, feleğin ahı tutmuş bir kere. Yarınlarının diğer adı yangın Zilan’ın. Tükenmişliğin kutbu, kutupların öte adresi... Meryem orucunda yitik sesi... Okşuyor babasının ağarmış saçlarını Encam, şeffaf elleri nurdan. Çenesine bağlı, kara yazgılı çaputu kokluyor. Yokluyor babacığını. Uyanacağı o mesut ânı kolluyor. Aşina tek türküsü var Encam’ın, nakaratsız. Ayakları çıplak, kalbi revnak kalkıyor yerinden. Baba sevgisi derinden. El yordamıyla düşüyor yola. Uyansın istiyor babacığı, açılıversin gayrı gözleri. Kucaklansın diliyor Encam. Doyasıya öpülmek. Bir gülse babacığı, bir kendine gelse; sözü var, Yılanboğan Tepesi’ne varacak, çocuksu nefesini Allah’ına sunacak Encam... Kundağı toprak bebe, anacığının sol memesinde. Sağ gözü, yıldızsız gökte. Bir dilek tutacak, arayıp bulacak, yıldızların kuyruğunu kırpacak, içeri giriversinler diye kundağını bir çeyiz gibi onlara sunacak. Henüz tanıyamasa da harfleri, sözler onu tanıyacak. Hazır babacığı gelmişken bir de adı “Sitare” olacak. Yazgısı felekten menkul Zilan. Eri, ermiş diyarında. Ermemişken “Murad”ına. Sabrın sonu felaket Zilan. Çiçekler gülücüklere hasret. Gülden kafeslerde cam kırığı düşleri. Zilan esrik, Zilan yitik, Zilan bitik! Örgüsüz saçları aynalardan azade. Teni Zilan’ın kefenden beyaz pek ziyade... Gayrı başkaca da haceti kalmamış. Onca yıldan kâm almamış. Göçecek, ille de terki diyar edecek. “Servi”ye andı var bir kez. Dönse de kahpe felek, Zilan andından dönmeyecek. Kederini yüreğine gömecek, yaralarına tezek tozu ekecek. Andı var ya Zilan’ın; kahpe feleğin dölsüz rahmine, peygamber çiçeği dikecek. Lakin önce Murad’ı. “Murad”ıyla muradından arta kalan tohumları hayın bağçesine serpecek. Zulasında yaftası hazır sılanın. Kırkı çıkanda Murad’ının, dağlara çıkacak. Kayalıkları mesken tutacak. Bilir ki; sabırsızlıkla beklemektedir Nemrud. Zilan’ın pörsük eteği hâkî; Nemrud’un neftî. Zilan bir çıksın yola, Nemrud da ne ki!... “Servi”nin gölgesini tırnaklarıyla kazıyan anacığına bakıyor Encam, bir de uykusu ağır babacığına. Bir duysa “Kehf”i, babası bilecek kimdir Yemlihâ. Nergis her ne vakit kulağına fısıldarsa, o da eşlik edecek babasının sandukadan barakasına. Ama ne bilsin Encam? Saksağanların niye çığırdığını, çığırtılar arasında anacığının nasıl çıldırdığını? Aklı küçük, gönlü büyük Encam. Dizlerini dövmeyecek. Kaderine sövmeyecek. Babacığının mosmor yanaklarına “fıstık” yapacak. Doyasıya öpüp koklayacak. Söz verdi Allah’ına. Babası bir uyansın, bir daha asla yalan konuşmayacak. Üstelik karınca yuvalarını da taşlamayacak. Başı göklerde Sitare. Yağmur kokuyor tel tel saçı. Gözbebekleri ondan bebek. Duygularını sağanak sele verdi verecek. Yanıyor can damarı. Peynir niyetine kanıyor ağzı. “Servi ile sanduka” arasını tavaf eden anacığının melaline bakıp ağlıyor. İsmail kadar şanslı değil belki, ama o denli mübarek teni. Tırmalıyor çenesini. Sızlıyor bir nefeslik kalbi. “Sitare”, sitare olalı böyle bir acı, böyle bir sancı görmedi. Yokluğun yok olduğu koğuşlukta, yerle gök arası bir boşlukta, hayatı can pazarının riştesinde Zilan. Yalnızlığın, unutulmuşluğun, kahrolunmuşluğun coğrafyasında Zilan. Narin gövdesini atıp bir kıyıya, “Murad”ını hele bir ısmarlayıversin öte yakaya, tırnaklarını al köpüklerle boyayacak. Günahın su komaz çamurunda yunacak. Hele bir bulsun çerağı, zalim dünyanın gözüne sokacak. Nokta hükmünde, tırnak mesabesinde elbet onun da bir öyküsü var. Okuyup yazamasa da; tercüme-i hâlini, hazin sergüzeştini ilkin “Murad”ına, ahir “servi”sine anlatacak. Hatırında “Murad’ıyla servi”si bir zira. İkisi de; konuşamamanın sabrıyla Zilan’a yol tutup yâren olacak... Ahdi var Zilan’ın... Güneş, bir daha üstüne doğmayacak!...■
56
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Çimdik'ten Dürtü'ye SEHER KEÇE TÜRKER
Ellerinden öpelim, mutlu kılalım Adayız hepimiz olmaya dede, nine
Belediye otobüsünden yuvarlanır gibi indi. Cadde, akşamüstü kalabalığı içindeydi ve telâşlı insanlar etraflarına bakmadan yürüyordu. Ağaçların yaprakları güneşle oynaşırken araba trafiği sel gibi akmaya devam etti. “Dur durağı yok bu şehrin. Gelen gidiyor, gelen gidiyor” derken duraklar, kadının aklına başka şeyleri getirdi. “Rahatlık yeri değil bu âlem, imtihan alanıdır. Ölmek için doğduk bu âleme ve birgün herkese “Son durağa geldin, in aşağı bakalım” denecek. İmtihanın nasıl geçti deseler, hâlim nicedir” diye geçirdi içinden derin bir nefes alarak. Yaşlı görmüyordu kendini, değildi elbette. İşini yapabiliyor, kendine gül gibi bakıyordu. Hareketli, sağlıklıydı, sorunu yalnızlıktı. Aslında görünürde bir yalnızlığı da yoktu. “Ağaçlar, gökyüzü, kuşlar bana arkadaş. Seccadem, tespihim, Kur-an‘ım bana yetiyor. Allah’tan başka ne isteyebilirim?“ derdi çoğu zaman. Ne var ki gerçeği kendisi biliyordu. Neşeli, gülen yüzlü görünmesine rağmen içi kan ağlardı. Bir türlü kendisi olamadığını düşündü yolda giderken. “Neden, neden kendim olamıyorum? Neden rol yapmak zorundayım? Hayır, hayır bu ben olamam. Ne olduğunu bilmediğim bir gariplik hissediyorum içimde. Kendime yabancıyım. Ah bir eski durumuma dönebilsem, pısırıklığımdan, sessizliğimden kurtulabilsem, nerede o bolluk! İpin ucu kaçtı bir kere, tutabilene aşk olsun, içi beni yakar, seni” dedi içinden. “Hanımannemin kızıydım. Saygı içinde sevgi dolu günler geçirdik hep birlikte. Onları memnun ettim, ne derlerse yaptım, hiç karşılık vermedim, Allah şahit, onlar da benim için aynı duyguları taşıdı. Bir dediğim iki olmazdı. Ektiklerimin karşılığında neler biçiyorum! Yoksa bunların nedeni narkoz mu? Narkozun insanın bünyesini değiştirdiğini duymuştum. Bazı bünyelerde kişiliklerin bozulmasına bile neden olduğunu söylüyorlar. Ben de apandisit
57
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
ameliyatı olmuştum yoksa onun için mi böyle pısırık, sessiz biri oldum? Ben, ben değilim, artık dayanamayacağım… En iyisi huzur evi mi dinlenme evi mi diyorlar böyle bir yer bulayım, Bulayım nereden? Evden kaçarak değil ya! Öyleyse nasıl yapacağım?” Makbule Hanım, düşünceler yumağı hâlinde kalabalık caddede yürümesini sürdürürken duyu organlarını dünyaya kapatmış, hiçbir şey görmüyor, duymuyordu. Aniden acı bir fren ve çığlık sesleri ile kendine geldi. “Teyze, ne yapıyorsun?” diye biri kolundan çekip kaldırıma sürükledi. Uğultu hâlinde kulağına gelen sesleri önce anlamadı. Taksi şoförü başını camdan çıkararak öfke içinde “Önüne baksana teyze, başımızı belâya sokacaksın. Yürümesini bilmiyorsan evinde paşa paşa otur” dedi. Makbule Hanım hiç aldırış etmedi söylenenlere. Olay sanki onun başına gelmedi. Dalgınlığından silkelendi, yapacağı birşey yoktu, yürümesine devam etti. Ayakları onu terminale getirdi. Uyurgezer durumda biletini aldı ve bekleme salonuna doğru ilerledi. Otobüsü vaktinde gelirse on beş dakikası vardı. Boş bulduğu sandalyenin ucuna tünemiş gibi oturdu. Ruhunun sesini dinledi bir süre, iç sıkıntısı devam ediyordu, kendini iyi hissetmedi, yalnızlığı, içinde kıyamet kopardı. Sanki dünyada bir o ve gökyüzü vardı. Bu sırada önündeki sandalyede oturan kadının iştahla yediği simidin yanık susam kokusu burnuna geldi ve onu hareketlendirdi. Acıktığından değil birşey yapmış olmak için yerinden kalktı, dışarıya çıktı. Oralarda bir yerde simitçi bulacağından emindi. Tahmin ettiği gibi köşede simitçi çocuk, sehpasına özenle dizdiği simitlerinin başındaydı. Susamları hafif yanık bir simidi aldı, salona döndü. Biraz önce simit yiyen kadınla gülüştüler. “Ne güzeller değil mi çıtır çıtır” dedi Makbule Hanım. “Evet, acıkınca da gözüme daha güzel göründüler” diye cevap verdi kadın. Karşılıklı konuşmalar devam edecekti ama otobüs geldi. Aslında konuşmak istemiyordu, aklından geçenleri, iç huzursuzluğunu anlayacaklar diye az konuşmaya, iyi ilişkiler içinde olmaya çaba gösterirdi elinden geldiğince. Makbule Hanımın yeri otobüsün orta sıralarında pencere kenarıydı, yanı boştu. Bu duruma hem memnun oldu hem olmadı. “Biri olsaydı, biraz laflardık” diye geçirdi içinden. Sonra da “Amaan, boş ver, konuşup da ne yapacağım, bakarsın boşboğazlık edebilirim. Böylesi daha iyi” dedi kendi kendine. Otobüs hareket ettiğinde de onun gözleri çoktan kapanmıştı. Uyandığında ihtiyaç molasında olduklarını anladı. Çay içmek niyeti ile yuvarlanır gibi otobüsten indi. Bekleme salonunda konuştuğu kadının bir başına oturduğunu görünce yanına gitti. Çaylarını yudumlarken havadan sudan konuşmaya başladılar. Öteki kadın “Ankara’ya mı gidiyorsunuz?” diye sordu kibarca. Makbule Hanım “Hıı, evet” dedi. Deyişinde öyle bir tuhaflık vardı ki merak etmemek mümkün değildi. Öteki kadın “Ankara’da mı oturuyorsunuz, gezmeye mi gidiyorsunuz?” dedi. “Nerede oturduğumu bilmiyorum. Ankara, İstanbul arasında iki ayda bir gidip gelirim” dedi Makbule Hanım kadının yüzüne bakmadan. Öteki kadını daha çok merak sardı. “İyi iyi, gezmeyi seviyorsunuz. İmkân olduktan sonra neden olmasın canım!” dedi. Makbule Hanım “Dışarıdan öyle görünüyor ama bana hiç gezme gibi gelmiyor, ben, Çimdik’ten Dürtü’ye gidiyorum” dedi. Öteki kadın kendini tutamadı, güldü. “Çimdik’ten Dürtü’ye” lâfları komik geldi, merak içinde sordu: “O da ne demek?” Makbule Hanım ağzından kaçırdığı bu sözlerden utandı, yüzü hafifçe pembeleşti. Bolu Dağlarının çam kokulu havası, yolcuları her zaman olduğu gibi canlandırdı. Çoğu, çam kokulu serin, temiz havayı ciğerlerine çekmek için yolun kıyısında volta attı. Bazıları telefon kuyruğunda bekledi, bazıları aheste aheste çayını yudumladı, bazıları kıtlıktan çıkmış gibi yemekle meşguldü. Makbule Hanım, yolculuk boyunca uyumuş, ne etrafla ne de insanlarla ilgilenmişti. Bu çam kokulu mola yerinde de hiçbir şey onun dikkatini çekemedi. İçinde kendini yaşadı ya da yaşayıp yaşamadığının kararını vermeğe çabaladı. Bildi bileli yalnızlıktan hoşlanmamıştı fakat yalnızlık, birgün aniden kapısını çaldı, içeri girdi, bir daha çıkmadı. Zaten, yolculuk arkadaşı bulma isteğinin nedeni buydu, sohbet istiyordu. Her
58
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
konuşmanın sohbet olmadığını biliyordu, kendi düşüncelerine uygun, kafa dengi bir kişi, sadece bir kişi olsa ona yeterdi. Birkaç kez yutkundu Makbule Hanım, bakışlarını başka yerlere çevirdi, bir an kaçacak yer aradı, buhar olup uçmayı, toz olup savrulmayı istedi. Bunları birkaç saniyede düşündü ve sonra “boş veer“ dercesine yüzünü kadına döndü, gözlerini uzaklarda tutarak, kararlı biçimde kesik kesik anlatmaya başladı “Size komik gelebilir, ortada komik olacak bir durum görünmüyor. Allah bağışlasın iki oğlum var. Sıra ile ikişer ay evlerinde misafir olurum. İkisinde de odam var, ayakaltında gezinmem. Zaten buna izin de vermiyorlar ya. Odamda otururum, namazımı kılar, tespihimi çekerim, Kuran-ı Kerim okurum. Oğlumun arkadaşlarından bazıları beni severler, görmek, hatırımı sormak isterler. Ne olsa eskiye dayanan bir geçmişimiz var, bir zamanlar ben de genç bir anneydim, çocukların arkadaşları evimize gelir giderlerdi. Arkadaşlarımız, aile dostlarımız vardı. İşte o eski dostlardan bazıları beni görmek istedikleri zamanlarda mecburen yanlarına çağırırlar. Biraz otururum zira gelinim “çok konuşma” diye tembih eder her seferinde. Konuşmamı beğenmiyormuş, köylü konuşması yapıyormuşum da! Bundan sonra konuşmamı nasıl değiştireyim? Konuşmam gerektiği zaman yani misafirler birşey sorarsa gelin hemen yanıma oturur, çaktırmadan bana bir çimdik atar. Bu “kısa kes” anlamına gelir. Ankara’daki de beni kolu, ayağı ile masa altından dürter, işte böyle kardeş. Çimdik’ten Dürtü’ye, Dürtü’den Çimdik’e gidip gelirim. Siz buna gezme mi diyorsunuz?” Öteki kadın güldüğü için mahcup oldu, ne diyeceğini şaşırdı. “Şimdiki gençler böyle. Onları hoş görüp idare edip gideceği” gibi birşeyler söyleme gereği duydu. Kadının ne söylediği Makbule Hanım için önemli değildi, cevap vermeyi düşünmedi. Çektiğini kendisi bilirdi, durumunu dışarıdan bakmakla kimse değerlendiremezdi. Bu arada anlaşılmaz bir lisanla otobüsün hareket edeceğini bildiren duyuru yapıldı. Yavaşça oturdukları sandalyeden kalktılar. Makbule Hanım, içtikleri çayın parasını vermek için kasaya doğru yürürken garson “Çaylar şirketten teyze” deyince hafif bir gülümseme ile teşekkür etti. Yerine otururken uyumaya devam etme isteğindeydi Makbule Hanım. Yıllardır içine attığı sıkıntıları depreşti, konuşmakla yeni bir sıkıntı durumu meydana getirdi. Onları içinden sökemedi. Sıkıntıları Allah’tan geldi ve onu Makbule Hanım yaptı, sıkıntıları ona hastı. “Yaradan, zorluğu sevdiği kullarına verir, bunun sonunda benim hayrıma olan iyi bir durum olgunu biliyorum” diye kendini teselliye çalışırken eski günlerden biri düştü önüne; kuzinenin üstünde demlenen çayın buhar ile odanın ortasında çocukları yıkadığı leğenden gelen sabunlu buhar buluştular ve Makbule hanımın gözlerinde acı veren bir yaş oldular. Ankara Terminaline geldiklerinde düşüncelerini bir kenara bırakarak uykulu, kısık gözlerini açtı, yükü yoktu, bir küçük çantası vardı o da yanındaydı. İçinde torunları için aldığı hediyeleri bulunuyordu. İnerken kolaylık olsun diye bagaja vermemişti. Yolun karşısında bekleyen oğlunu ve arabasını hemen gördü. Otobüsün basamaklarından yuvarlanır gibi kendini aşağı attı. Huzur evi de dinlenme evi de aklından uçtu gitti. Yol arkadaşı ile bile vedalaşmadı. Birden gözleri parladı, heyecanlandı. Biraz önce ayakları geri geri gidiyordu, oğlunu görünce annelik duyguları dillendi ve başka duygular yoktu artık. “Aman Hasanım, benim için buralara kadar gelip yorulmasın” diye geçirdi içinden ve kendini gayri ihtiyari yola attı. İşte olanlar oldu. Bu sefer şanslı değildi. Kolundan tutup kenara çeken olmadı. Kaşla göz arasında geri manevra yapan koca otobüsün tekeri altında kaldı. Artık onun için zaman durdu, şehrin alaca karanlığında kıyameti koptu. Oğlunun “Anne gelme, anne dur” diye bağıran sesi geldi kulağına ve bunlar duyduğu son sesler oldu.■
59
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
"...yarım asrı devirmiş, harekât ve muhtıralara muhatap bir neslin mensubu olarak, 'devlet memuru olamaz' şerhiyle devlet kapısına üç adımdan fazla yaklaştırılmayan bir vatandaş olarak, öğrencilik yıllarında Ayasofya’yı işgal edip illegal namaz kılan bir Müslüman olarak, sigara, çay, şeker, margarin, petrol, tüp gazı gibi zaruri ihtiyaç ürünleri kuyruğundan eli boş çıkmayan bir fert olarak ben canlı bir tarihim."
ŞİNASİ GÜLAÇTI
B
undan önceki yazımız ‘tarih’ üzerineydi. Tarihle ilgili kocaman kelamlar eyleyip ‘Zulmün bayrağını dalgalandıranın Tanrı’nın rüzgârı değil, İblis’in nefesidir.’ dedik. Lakin hiç kimse bir “alo” ile bizi tebrik etmedi. Ya bu sözümüzü yavan buldular ya da İblis’in kutsal topraklardaki mümin kulların taşları altında kalıp geberdiğini düşündüklerinden sözümüzü ciddiye almadılar. Biz “savaş”ı da yanına katarak yine “tarih” diyeceğiz. Şimdi birileri çıkıp “Sen kim, tarih kim kardeşim!” derse hem gücenir hem gocunurum vallahi. Çünkü yarım asrı devirmiş, harekât ve muhtıralara muhatap bir neslin mensubu olarak, “devlet memuru olamaz” şerhiyle devlet kapısına üç adımdan fazla
yaklaştırılmayan bir vatandaş olarak, öğrencilik yıllarında Ayasofya’yı işgal edip illegal namaz kılan bir Müslüman olarak, sigara, çay, şeker, margarin, petrol, tüp gazı gibi zaruri ihtiyaç ürünleri kuyruğundan eli boş çıkmayan bir fert olarak ben canlı bir tarihim. İşi biraz daha ciddiye alalım. İnsanlık tarihi denince akla -adına din deyin, millet deyin, sınıf deyin, ne derseniz deyin- bir mücadele gelir. Bu mücadelenin iyileri kötüleri, haklıları haksızları, zalimleri mazlumları hep vardır… olacaktır da. Ancak tarih, kalemini hep kazananlardan hep kahramanlardan yana yontar. Ama öyle sanıyorum ki tarih 21. yüzyıldan itibaren kazananların yanı sıra kaybedenleri, mertlerin yanı sıra namertleri, kahramanların yanı sıra alçakları da yazmaya başlayacaktır.
60
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Savaş hilesi dışında arkadan vuranların sayısı karşıdan vuranların sayısını aştığı an, savaş sözünü ettiğimiz mantık ve mantalitesini kaybederek cibilliyetsizleşecek, mücadele anlam ve asaletini yitirecek, ölümler aleladeleşecektir. Çanakkale Savaşı’nı düşünün… Haklı olan, savunmada olan biziz, netice itibariyle sevinen taraf da biziz, zafer bizim. Kazanan yalnız biz değiliz, insan tarafımız… Kanlı Sırt’ta birbirine sigara atan hasımlar. Yani aleladelikten eser yoktur. Yemen’de kaybeden biziz, kazanan karşı taraf. Ama aleladelikten eser yoktur. Doksan Harbi’nde kaybeden yine biziz, ama aleladelikten eser yoktur.
13.4. 1 Ağlarım ser-i nuvişt-i Bağdad’a
Irak’ta patlamalar: 75 ölü, 310 yaralı… Bağdat hâlâ yanıyor. Gün geçmiyor ki bir alev, ana yüreğinin acısıyla harlanmasın. Ne diyordu Süleyman Nazif: Bir musibettir ki ehl-i İslâma, -Bir musibet ki hârikul’âdeYaşıyorken de…Can verirken de Ağlarım ser-i nuvişt-i Bağdad’a De ki: - Ey mefharı sema-yı Irak Yine İslâm elinde mâtem var, Bulunur, deste deste, her yer de, Kara bahtın gibi siyah siyah saçları (Dicle ve Ben, Nişantaşı, 6 Mart 1917) 1917’den 2009’a Irak’ın tarihinde değişen ne? Bahtı da saçları gibi yine simsiyah… Harputlu Hacı Hayri’nin mısralarında olduğu gibi: Zülfün görenlerin hep bahtı siyah olurmuş Tek zülfünü göreydim bahtım siyah olaydı Ya da Nazım Payam’ın şiirindeki gibi: Ben Gecenin teninden bir ten aldım kendime Sonra olanlar oldu kemikle kaldım (Gecenin Teninden Bir Ten Aldım Kendime) Siyah, ayıp ve günahları ancak bizim gözümüzde örter, Tanrı’nın indinde ise asla! Bağdat’ın baht genetik bir hâl mi ki yıllardır kadınlarının gözleri erkeklerinin tenleri gibi siyahtan esmere gidip geliyor?...
Geçme lâkayd önünden ey Dicle Hürmet et mâtem-i muazzamına Nüfus kütüğünde “Dini: İslam” yazan hiç kimse bu yangına kayıtsız kalamaz. Şairin de söylediği gibi “Çöllerinde yüz bin genç yatıyor ve hepsi de “Bağdad’a kurban”dır. Kimse kayıtsız kalamaz; çünkü “Kâh mecnun’un kâh Fuzuli’nin devr ile nevbet beklediği” diyardır. Ateist olduğunu söyleyen ve kendisine nüfusundaki İslam ibaresini niçin kaldırtmadığını soranlara, “Allah varsa benim Müslüman olmadığımı zaten biliyor.” mealinde bir cevap veren müteveffa Aziz Nesin dahi, yaşasaydı bu zulme karşı çıkardı. Toprağı bol olsun, moda söyleyişle “ışıklar içinde yatsın.” “Nur içinde yatsın.”dersek anısına saygısızlık etmiş oluruz.
13.5.1 Anılar defterinde gül yaprağı gibi unutuldum
Anılardan ve tarihten ille de savaştan bahsedince söz dönüp dolaşıp merhum Cahit Zarifoğlu’[1]na da gelmeli. Anılar Ne çok dostun var diyen şaire. Edebiyat dünyamızın sağ cenahında oturan Zarifoğlu, ne mutaassıp ne muhafazakâr. Gönlünden geçeni yazan, zehir zakkum mısralarıyla tüylerimizi diken diken ederken müstehcen ötesi mısralarıyla gözlerimizi belerten, savaş nidalarıyla at ve kılıç aratan bir şair.
13.5.2 Tezgâhın altındaki meyd in Amerika
Rahmeti Hocamız Mehmet Kaplan’lık bir şair. Mağara, karanlık, ışık, su… Gerisini siz getirin daha: Ana rahmine dönüş… “Aşkla şehvet, veliyle Zerdüşt, sevgiliyle fahişe, varlıkla yokluk, zaman ve ölüm, geçmiş ve gelecek arasında zikzaklar çizip durur şair… Açlık, varoluş, aşk, zaman, savaş hep iç içe örgütlenmiştir.”[2] der kendisini en iyi tanıyanlardan Rasim Özdenören.
1. Cahit Zarifoğlu, Şiirler, Beyan Yay. İstanbul 1989. 2. ---------------------------, age. s.11
61
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Kadınımla bir hayvana benziyorduk Saçaklı üç katlı üç ayaklı bir hayvanı (Boğuyorduk Yoruyorduk Ağırlıyor duk) aramızda (Çoğalmak) Gerisini yazmayalım, tahmin yürütün. İşte aydın’ın köşkü’nün başçayır köyü Say bakalım videolu kahvehaneleri Sofular mollalar yatsıya gitsin hele Tezgahın altından porno meyd in’Amerika Meyd’in fransa almanya (Büyük Su) Eh, memleketimden insan manzaraları. Mısraların muhatabı olanlar hariç, Başçayır köylülerinden özür diliyor ve kendilerini sayfamızdan selamlıyoruz.
13.5.3 Bitmez bir kartal çubuğu tüttürmek
Ama biz savaş ve tarihten söz edecektik. Devam edelim. Bütün azalarını harbe çağır Sofran açılsın elin şehit ballarından alsın …… Arkadaş Şimdi yalnız savaş (Afganistan Çağıltısı) Şu mısra çok düşündürdü beni : Aynı kafa ayağımızın bodrumunda Başımızı savaşlardan alabiliyor muyuz sanki! “Bu kafa ne zaman köreldi?” sorusunun cevabını da zor buluruz. Anlaşılan doğu ile batı arasındaki fikir cereyanı bizi fena çarptı. Bir ayağımız doğuda bir ayağımız batıda, Boğazlar altımızda, fiziki yapımız değişti. Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçmeseydik keşke mi diyelim. Hissimizle doğulu kaldık ama fikrimizle bütün insanüstü ve dahi tabiatüstü faaliyet ve gayrete rağmen batılılaşamadık. Orda şehitler Afgan Derler ki gel iman armağanıyla boyan (Yıldızlar Üstlerinde) Uçan Kartal’ın şefliğinde savaş boyası sürünen Kızılderililer canlandı. Belki burada “Allah’ın boyasıyla boyan.”ayetine (Bakara; 138) telmih de var ama bizim ona gücümüz yetmez. O Nedenle başka mısraları getirelim yanına da sözlerimiz askıda kalmasın: /Ben şair olarak
Bitmez bir kartal çubuğu tüttürüyorum (Akşam Sofrasında Yedi Kişilik Aile) Batılılar bizden bahsederken özellikle iki yönümüze dikkat çekerlermiş: Savaşçı ve teşkilatçı. Orta Asya Türklerinin barış günlerinin savaş günlerinden daha az olduğu iki bilinmeyenli denklem değil ki. Divanü Lügat’it-Türk’e şöyle bir göz gezdirelim. Kitabın müellifi bile kendini överken “… Türklerin en iyi kargı kullananıyım.” demekten kendini alamaz. Yaz ve bahar tasviri, av oyunları ve savaş at başıdır: Öpkem kelip ogradım /Arslanlayu kökredim Alplar başın togradım /Emdi meni kim tutar Ya eserde geçen atasözleri: Tolum anutsa kulun bulur / Tolum unutsa bulun bolur (Silâh hazırlayan tay da bulur/ Silâhı unutan tutsak olur[3].) Yagını aşaklasa başka çıkar (Düşman küçük görülürse başa çıkar.)
13.5.4 Hapitiki Habitakü Tâkü
Medeniyet nasıl kurulur? Yeni Dünya’da Kızılderilileri, Afrika’da Karaderilileri yok ederek. Sarıderililer hususunda alt komisyon çalışmalarını sürdürüyor. Bu noktada edebiyatımızın sol cenahında mevzilenen, zaman zaman bıkkınlık veren bir hümanizmayla dünya tarihini resmeyleyen merhum Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya kulak verelim: Neden dedim yanımdakine Neden Fransa Afrikası Hâlâ Elbet, dedi, uygarlık götürüyoruz Din taşıyoruz ışıldayan haçlar üstünde Bizimle olabilir o yerlerin uyanması Ve yavaş yavaş Hapitiki Habitakü Tâkü …… 3. Şükrü Kurgan, İzahlı Eski Metinler Antolojisi, Maarif Matbaası, Ankara1943.
62
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Tarih boyunca Başıboş bırakma bizi (Böyle Ol Böyle Söyle)
İşte sana yeni Tanrının duası, İnsan derilerinden davulların (Fransa Afrikası, Batı Acısı’ndan) Adamlar haklı. Bunca insan aç ve açıklıktan, hastalık ve demokrasizlikten ölürken Batılı elbette kayıtsız kalamaz. Biz hay huy ederken onlar çelik kanatlı kuşların çoktan uçurmuşlardır insanlık adına.
13.5.5 Filistin sınav kâğıdı mümin kulun önünde
Filistinliler için sağlı sollu yazmayan çizmeyen mi kaldı ülkemizde! Cahit Zarifoğlu’ndan zorlu iki mısra: Filistin sınav kâğıdı Her mümin kulun önünde (Soru İşaretlerinden Biri) Bu iki mısradan sonra dememizi beklerdiniz? Evet, diyebilmek için bir mazeretimiz olmalıydı. Sınıfta kaldık Mürekkebimiz kurudu da dersek belki yanlış söylemiş ama yalan söylememiş oluruz. Mürekkebimiz kurumuş olabilir lakin Filistin, Kenan Elleri hep kanayan bir yaramızdır, bir yanımızdır; yanlış söyledik bir yarımızdır. Kudüssüz bir Museviyi düşünürüm de bir Müslümanı düşünemem. Bu da benim yanlışım. Veya ilk mektep çocukları gibi Elektrikler kesildi de Ders çalışamadım mı diyelim gözlerimizdeki bebeklerden utanmadan. Şairin sözü namluda: Bilirim aydınlık için Karanlık da gerekli (Beyaz Camlar) Bu necip millet -devleti çok şey yapıyor Kenan Elleri için- hiçbir şey yapamasa da yönünü İslamın ilk yıllarında olduğu gibi Kudüs’e çevirip dua eder. Şairin ifadesiyle “duasını ertele”mez. Filistin’i Filistinlileri her şeye rağmen, Güney Kıbrıs’ı ziyaret edip haklı davalarında yanında olduğunu söyleyen uydu üssünden idare edilen uyduruk idarecilerine rağmen sevmeye devam ediyor. Ve nihayet şairin şu duasına hepimiz “amin!”diyelim: Allahım Yol boyunca
14.1.1 Savaşlar çıkmak için âdeta bahane arar
Tarih= Savaş gibi bir Emin Oktayvari bir formül kâğıt üstünde bile ne sevimsiz duruyor. Hiç kimse ‘savaşa evet, barışa hayır’ deme hakkına sahip değildir. Savaş son çare olmalıdır. Bir doktor ilaçla tedaviden ümidini kesip neştere sarılırsa, milletler de hukukla sulhtan umudunu kestiği an silaha sarılır. On litrelik beyaz boyayı grileştiren yarım litreden daha az bir kutu siyah boya dahi değildir. Öngörülerin hüsnükabul gördüğü bir ortamda bilgisayar denilen planlı programlı ama aynı zamanda ruhsuz yaratıkların işgal ve gölgesi altında nefes tüketmekle meşgulüz. Senaryoların ardı arkası kesilmiyor. Kıyamet teorilerinin ardı arkası kesilmiyor. Ölümü nasıl alırdınız efendim? Salgın bir hastalıkla mı? Gittikçe ısınan dünyayı basan suda boğularak mı? Kara delik tarafından bir lokmada yutularak mı? Her gün biraz daha genişleyen evrenle birlikte bir balon gibi bumlayarak mı? Meteor yağmuruna tutularak mı? İki büyük dünya savaşı görmüş olan dünyamız üçüncü büyük savaşa hazırlanıyor. Dünya silah ticaretini elinde tutan ülkelerin, Birleşmiş Milletlerin en gözde ülkeleri olduklarını söylemek bu iddiamızı ispat için kâfidir sanırım.
14.1.2 2020 yılında dünya onuncusuyuz
Öngörü ve senaryo lafını boşuna etmedik. “Önümde kristal kürem yok.”diyen bir zatın, George Friedman’ın[4] öngörüsü bu da. 2020 yılında Türkiye dünyadaki ilk on ekonomi arasına girecekmiş.(s.194) “2030’lu yıllarda ABD, Türkiye’yi bölgesel çıkarları için bir tehdit unsuru olarak görecektir.” (s.198) Türkiye ABD’yi bölgesel çıkarları için tehdit unsuru olarak görme hakkına sahip mi? Bunu bana sormayın, televizyonlarda boy boy çı4. George Friedman, Gelecek 100 Yıl (21.Yüzyıl İçin Öngörüler), Pegasus Yay. İst.2009, s. 258 vd.
63
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
kan strateji uzmanlarına sorun. Bir “çuval laf”tan sonra soruyu başka bir soruyla karşılayıp iadeli taahhütlü göndereceklerdir bana. Bir de pembe karta “alındı” yazıp imza atmak zorunda kalacağım. Siz en iyisi Olasılıksız romanının yazarı Adam Fawer’a sorun. O, başını sallamadan daha mantıklı ve makul bir cevap verecektir size.
14.1.3 Süveyş Kanalı Türklerin kontrolünde
Civcivli bir öngörü bizi bir hayli keyiflendirdi: “Türkiye’nin lider Müslüman güç konumunu kullanarak Mısır’a girmesi ise kırılma noktası olacak… Süveyş Kanalı’nın kontrolü Türkiye için başka olanaklar açacak…Ardından Kızıl Deniz’in ötesine geçecek, Hint Denizi havzasına ulaşacak, petrol rezervleri üzerindeki hâkimiyetini pekiştirecek.” (s.121 vd.) Vallahi ağzından bal damlıyor George kardeş. Lakin bizi “lider Müslüman” olarak kaç İslam ülkesi kabul eder? İsviçre bankalarında milyon dolarları yatanlar mı? Sıkıştıklarında eteğimizden tutanlar mı? Her dönüşte arkamızdan atanlar mı? Filistin, Yemen, Irak, İran, Afganistan, Pakistan… gibi ülkeler dünya gündemine geldiğinde bizim milletin yüreği titremez mi! Hazır Hint Denizi havzasına gelmişken Japonlarla da ikili görüşmelerimiz olsun. Biz baklava ikram ederiz, onlar bize suşi ikram ederken de muhabbeti demleriz. ABD’den, NATO’dan ve BM’den unutmayalım AT ile İMF’den habersiz bir şeyler planlarız Mesela, dünyayı nasıl idare ederiz gibi. Ancak bu bölüm ‘düş man kazanma sanatı’na yönelik. “Türkiye, Polonyalıların, Hintlilerin, İsrail’in ve her şeyden çok ABD’nin korkusu hâline gelecek.”(s.214) İşte size tatilde okuduğum bir kitaptan alıntı:[5] “Luther, Türkleri, Tanrı tarafından Hıristiyanlığı tedib (terbiye, eğitim) tecziye (cezalandırma) ve ıslah için gönderilmiş millet sıfatıyla selamlıyordu.” Müellifin iddiasına göre Fatih olmasaydı, yani İstanbul’u alarak Orta Çağ’ı kapatıp Yeni Çağ’ı başlatmasaydı, Ortodoksluğu Katolikliğin elinden hiçbir kuvvet kurtaramazdı. Yorumsuz… 5. Orhan Dündar, Medeniyetlerin Aşil Topuğu, Keçiyolu Yay., Ankara 2003, s.132.
14.1.4 Dünya Savaşını Türklerin müttefiki olan Japonlar başlatacak
Üçüncü Dünya Savaşı ne zaman patlak verecek? Cevap gelsin. “Üç Battle yıkımının, 2050 yılında 24 Kasım saat 5’te yapılması planlanacaktır. Bu Şükran Günü’nde ABD’deki çoğu insan büyük bir öğünü sindirmekle uğraştıktan sonra şekerleme yapacaktır…” 24 Kasım bizde aynı zamanda Öğretmenler Günü… Savaşı bize sen mi öğretiyorsun yoksa öğretmenim. Hâlbuki sen her yıl en az bir kere coplanmayı öğretirdin bize… Devam edelim. “İşte o an Japonlar saldırıya geçecektir. Battle Stars’ı hedef alan füzeler öğlene doğru ateşlenecek…. Washington güvenlik ekibi yemekte olacağı için zamanında harekete geçmek imkânsız olacaktır.” Şimdi gelelim işin en şen şakrak yanına. “Japonlar 4.40 gibi Türkleri neler olduğu konusunda bilgilendirecektir… Türkler, Japonların müttefikidir ama Japonlar son ana kadar onlara detaylı bilgi vermeyecek çünkü Türklerin onlara kazık atmasını istemiyorlardır. Fakat Türkler bir şeylerin olduğunu bilecek.” Vay vay! Bu senaryo da bir şeyler yanlış. 1. Amerikalılar fast-food’cular. Yani ayaküstü yemek yerken kola içer, müzik dinler ve… Bizim için deseniz doğru. Milletimiz ‘yaşamak için yemek’ ile ‘yemek için yaşamak’ ilkesi arasında gelgit hâlindedir. Kararımız henüz kesinleşmedi. 2. Türkler başkalarına kazık atma-tabirimi mazur görün- hususunda sınıfta kalır. Çünkü biz bu işi aramızda yaparız. Esnaf ve zanaat erbabımız genelde 1 yatırıp 10 kazanma temayülündedir. İşverenimiz 8 saatlik iş süresini küçük bir çalımla 10 saatin altına hiç düşürmemiştir maazallah ve maşallah. “Bu iş yerinde asgari ücret uygulanır” tabelası emeğe saygılı işverenimizin nazar boncuğu, devlet-i aliye adına bir şeyler koparmaya gelen vergi memurlarının ser-levha-yı bîçaresidir. Bir enstantane: Kayserili vatandaş arabasına “Bu arabada dünyanın en pahalı benzini kullanılıyor” yazısını asınca arkasına ilkin vergi memurları düşmüştür… Gayet iyi gidiyoruz. “Aynı zamanda Türkler yıllardır Japonlarla bir-
64
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
likte yaptıkları savaş planına göre hedeflere kendi saldırılarını başlatacaklardır… Çoğu hedef ABD ve Missisipi’nin doğusu olacak….” 3. Vahim bir yanlış daha. 2050 yılının iktidar parti ya da partileri olan ..P ile .P ile demokrasimizin “açık oy gizli tasnif” sisteminin kapanmasından sonra değişmez anamuhalefet partisi olan ..P vekilleri klasik dost ve müttefik ABD dururken ne diye gitsin de elin Japon’una sarılsın ki? Hem biz- bu satırları yazan kişi de dâhil olmak üzereMissisipi’nin haritada yerini bile gösteremeyiz. Amma… Son zamanlarda adı yol’a çıkan haritalar peş peşe sıralanmaya başladı. Bu gidişle belki ileride dünya çapında bir numara “yol haritası” uzmanları çıkarırız. Bizi kimse “geometri” ile oyalayamaz. “Türkler aynı zamanda ana bir güç olmasa da Polonya blokuna ve Hindistan’a saldıracaktır. Koalisyonun amacı ABD ve müttefiklerini askeri açıdan bırakmak olacaktır.” Durup dururken batıda Polonya ve doğuda Hindistan’ı da başımıza sardı mı! Bu senaryo hiç hoşuma gitmedi.
AŞKIN TÜRKÜSÜ Severim geceyi gündüze katıp Kara saçlarına serperim gülap Konuşsana yârim şefkatle bakıp Takıver özüme layık güzel ad Ey yâr sakın bana yan bakma Hem de deme: “İsmin Güzel-Abat” Yok. El için değil ol ismi bana Muska dek boynuma asmak için tak Her bakışımda muskacığıma Senin aşkın(ın) türküsünü söylerim Severim kalbimin bütün aşkıyla Sonra sevgi kulesine çıkarım Kulede görürüm sevgi yaylasın Hem bakarım narin yazın nakşına Arzularım gökyüzünde dans etsin Yanıp tükenmeyen coşkun aşkıma
14.1.5 İlli millet idim, ilim şimdi hani?
Biz en iyisi kendi işimize bakalım. Mısır’ı, Süveyş Kanalı’nı, Hint Okyanusu’nu filan unutalım. Kendi coğrafyamızda barış ve huzur içinde yaşayalım. Milletimin ne başına bir iş gelsin ne ayağına bir taş değsin. Gerisi, Mevlâ görelim neyler /Neylerse güzel eyler. Tarihle başladık savaşla devam ettik; Cahit Zarifoğlu’nun duasına benzer bir duayla bitirelim bari mübarek Ramazanı da fırsat bilerek. İçinizden gelmiyorsa aşağıdaki duaya amin demeyin. Tanrı’m bizi ilsiz, bizi kağansız bırakma! Bütün Turan illeri dâhil Türkiye’mizi Türk’süz, minarelerimizi ezansız, evladımızı izansız, ocakları mızı dumansız bırakma Tanrı’m! Bizi kanunsuz töresiz, bileklerimizi güçsüz, gökle rimizi süssüz, insanlarımızı yüzsüz bırakma Tanrı’m! Ey zamandan ve mekândan münezzeh olan, bu dünyada Türk’ü zamansız ve mekansız bırakma! Amin!■
65
OĞULABAT BAYRAMOVA
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
KURUTTUM ALINI MORUNU ÜSTÜME SİNMEZ DÜNYA Necati'ye nazire
Gündüz güneş taklit eder gözlerini Gece yüzünü ay Senden her dem çera görünür Adının alfabesiyle geçerim yüzlerin arasından Suretin yoksa vitrinlerin camında Sokaklar tenha görünür Kimden tevarüs etmiş bu güzellik Oturanda şirin kalkanda leyla Gözlerim aynada şehla görünür Kar lekedir senin beyazında Bir ben dahi konsa tenine Burdan beyza görünür Seni seven kulun kahret yedi ceddine Namerdim sitem edersem Çün her kelamın dua görünür En güzel yerini biçip bin bir dilberin Sana benzettik diyeler Vallahi iftira görünür Sana yönelişte açılır yedi kapıdan ilki Sesinde kevser şırıltısı Gölgende tuba görünür Çığlık çığlığa açsa da cümle rengi Kuruttum alını morunu üstüme sinmez dünya Bana bundan sonra bir veda görünür
MAHMUT BAHAR
66
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
GAZEL Öldüm sana gel gel diye bir anlayabilsen Gösterdiğim ısrar niye bir anlayabilsen Aslın benim ufkun ben ilin ben vatanın ben Görsen bunu bir sâniye bir anlayabilsen Farkında mısın sanmıyorum böyle sevilmek Kısmet mi ki her fâniye bir anlayabilsen Sen benden olan sen ve de benden çalınan sen Sen hırsıza ikrâmiye bir anlayabilsen Sensiz geçen ömrüm bana baştan başa mâtem Günler ise hep tâziye bir anlayabilsen Bir anlayabilsen ne asilsin ve ne safsın Kul olmadasın âdiye bir anlayabilsen Gel cân gibi rahmet gibi iftar gibi gel gel Öldüm sana gel gel diye bir anlayabilsen
ÖMER DEMİRBAĞ
67
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
ÖLÜM GAZELİ Canı tenden çıkarıp toprağa vermektir ölüm, Ebedî âleme can postunu sermektir ölüm. Kabri boydan boya kaplar bir ölüm velvelesi, Yâr için göğsünü her güçlüğe germektir ölüm. Yücelir katbekat Allâh’a adanmış her ömür, Boşa geçmişse hayat, nefsini yermektir ölüm. Sanmayın can suyu kalmaz kuruyan gül dalının, Yeniden kutlu başaklarca yeşermektir ölüm. Bir ışık müjdesi vardır yüce Rabbin kuluna, Açılan pencereden menzile ermektir ölüm. Hakk’ı mutlak bilip aşkıyla bezenmişse gönül, Allah adıyla açan gülleri dermektir ölüm.
YUSUF DURSUN
68
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
İHSAN YAŞA
K
İnsanlığın şahıslarda aradığı hususiyetleri şu cümle ile de özetlemek mümkün: Sağlam bir ruhsal yapı ve geleneksel kültürle bütünleştirilmiş evrensel değerlere sahip bir fikrî kişilik.
öyden şehre yerleşenlerin elbette kazandıkları var ama biz bugün kaybettiklerinden söz edeceğiz. Mesela fedakârlık duygusu… Maddi sıkıntıdan mıdır başka bir sebepten midir, bilinmez ama şehirde oturanlarda bu duygunun zayıf olduğu muhakkaktır. Üstelik fedakârlık duygusu sadece maddiyat ile alâkalı bir şey de değil. İşin manevi boyutu da var. İnsanın, sıkıntılı bir tanıdığının yanına gidip onu dinleyerek sıkıntılarının çözümü konusunda fikir yürütmesi, dertlerini ve üzüntülerini paylaşması da bir nevi fedakârlıktır. Üstelik bunun için herhangi bir maddi harcamaya da gerek yoktur. Ama nedense bu da yapılamıyor. Acaba vakit mi az, çekingenlik mi var, yoksa “neme lazımcılık” gibi bir zihniyetten dolayı mı? Belli değil. Şair Karakoç’un şu mısraları köy hâline ne güzel uymuş: İsteyen soframızdan bal kaymak börek alsın İsteyen yüreğine bedel bir yürek alsın Sebep her ne ise, maalesef köylerdeki bu güzel haslet şehirlerde yavaş yavaş yok oluyor.
69
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
İlişkilerdeki samimiyet ve sıcaklık da… İnsanlar arasındaki münasebetler köylerde veya kasabalarda daha samimi ve candandır. Meselâ hal hatır sormak kuru ve klişe bir laftan öte, dertleşmek, hâlleşmek ve paylaşmak arzusunu faş etme anlamına gelir. “Biz buradayız, danışacağın, dayanacağın, güç alacağın, bir yerin vardır.” manasındaki bir selamlaşmadır bu. İlişkilerdeki bu fark selamlaşmadaki ses tonundan, hal ve hatır sorma esnasındaki yüz ifadesinden de belli oluyor. (Gerçi nezaketen de olsa hâlen şehirlerde devam eden selamlaşma ve hâl hatır sorma görgüsü de yok olmak üzere ya!) Felâketler karşısındaki mukavemet gücü… Allah korusun, ölüm, yaralanma veya başka türlü önemli bir vukuat karşısında, köylüler mütevekkil bir anlayışa sahip olduklarından dolayı daha soğukkanlıdırlar. Saçını başını yolma, ona buna saldırma, kırıp dökme gibi taşkınlıklar yapmazlar. Birkaç günlük taziye faslından sonra “ne olursa olsun hayat devam eder” esprisi içinde işine gücüne dönerler. Âdeta kıyamet kopmuş, her şey bitmiş, yaşamanın anlamı kalmamış gibi bir çöküntü olmaz. “Veren de, alan da Allah. Felâketleri getiren de, salaha kavuşturan da o…” tarzındaki düşünceleri onların dayanma gücünü artırmaktadır. Kentlerdeki kişilerde tevekkül, tefekkür ve kanaatkârlık gibi hususlarda gerileme var. Belki de günlük telâşe ve koşuşturmanın etkisidir. Nasıl para kazanacağım, nerede eğleneceğim, nereye takılacağım derken bir de bakar ki gün bitmiş, ay bitmiş hatta ömür bitmiş. Ezelî ve ebedî meseleleri hatırlayacak vakti ve takati kalmamıştır artık. Şehirdeki insanın kayıplar hanesinde başka şeyler de var. Fakat bu kısmı fazla uzatmadan, sonuçlara bakalım. Saldırganlık, geçimsizlik, kavga, çalma, okuldan kaçma, kötü arkadaşa uyma, baş kaldırma, sorumsuzluk tarzındaki davranış bozukluklarının kırsal kesimlerdeki çocuklarda daha az görüldüğünü biliyoruz. Keza soygun, şiddet, sabotaj, ırza geçme, fuhuş, yaralama, cinayet, hırsızlık, terörist faaliyetler, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı şeklindeki suçların da gene kü-
çük yerleşim alanlarında yetişen kişilerde daha az rastlandığı muhakkaktır. Bütün bu davranış bozukluklarının altında yatan sebepler hem kişilik hem de kültürle alâkalı olduğu için insan kişiliğinin teşekkülü ile ilgili bilgileri hatırlamak lazım. Psikiyatri uzmanı Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu’nun kitabında kişilik (benlik) oluşumu şöyle anlatılır: Kişilik üç bölümden oluşur: Alt benlik (id), benlik (ego) ve üst benlik (süper ego). Alt benlik doğuştan gelen ve bedende var olan ilkel dürtü lerdir. Bilinçdışıdır. Üst benlik; kişiyi uyaran, dizginleyen, yargılayan ve cezalandıran (ayıp, günah ve suç gibi) faktörlerdir. Benlik (ego) ise alt benlik ile üst benlik arasında düzenleyici ve dengeleyici rol oynayan bölümdür. Kişinin dışa yansıyan, görünen hâlidir. Alt benlikten gelen dürtüler ile çevrenin tesirliyle oluşan üst benlik arasında arabuluculuk yapar. Tabii bunu ya parken dış gerçekleri hesaba katar. İçten gelen ihtiyaçlarla dış şartları ( kültürü) dengelemeye uğraşır. Başka bir ifade ile benlik insanın çevre siyle uyumunu sağlayan ruhi aygıttır. Demek ki Türk-İslam düşünce tarihinde nefsi emare olarak bilinen alt benliğe insanlar kendilerini teslim edemezler. Her istediğini, her yerde yapamazlar (hayvanlardan farkı) Eğitim, öğretim, aileden aldıkları terbiye ve edindikleri kültür (üst benlik) onları engeller. Bu ilmî verileri konumuza indirgediğimizde durum şudur: Köylerde ayıp, günah, suç gibi üst benlik faktörleri daha kuvvetlidir. Dolayısıyla bireylerin iç dürtülerinin emrinde olarak hareket etmeleri, toplumun genel kurallarının dışına çıkmaları daha fazla kısıtlanmıştır. Bunun neticesinde kırsal kesimde yaşayan insanların davranış bozuklukları, ayıp veya günah sayılacak fiilleri azalmış, suç işleme oranları asgari seviyeye indirilmiştir. Köy veya geleneksel kültür ile yetişmiş insanlarda üst benlik faktörlerinin kuvvetli olmasından dolayı suç işleme oranlarının ve davranış bozukluklarının düşük olması şüphesiz memnuniyet vericidir. Ancak aynı sebeplerden kaynaklanan olumsuz gelişmeler de olmaktadır; Meselâ, köydeki gençlerde, hür ve
70
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
insanın ruhî yapısının, alt benliğin kimi dürtülerini bastırarak veya erteleyerek, kimi dürtülerine de yol vererek benliği doyuma ulaştırmak suretiyle iç çatışmaları önleyecek ve aynı zamanda genel ahlakî kuralları da makul seviyede tutacak bir özellikte olması lazım. bağımsız düşünme yeteneği ile girişimcilik ve yaratıcılık ruhunun yeterli olmaması… Şehirde insanları değerlendirme ölçüleri de değişiktir. Kişilerin iyi ve uyumlu giyinip giyinmediğine, konuşma aksanına, bilgisine, görgüsüne bakılır. Köyde ise bunlardan ziyade kişilerin özüne, iç dünyasına, huyuna bakılır. Köydeki insanların dikkat ettiği hususlardan birisi de kişinin başkalarının yanlışlıklarına ve kusurlarına tahammül edip edemeyeceğidir. Ayrıca acı veren olaylar karşısındaki direnç, yokluk halindeki idrak, genel manadaki irfan, izan ve feraset gibi özellikler kırsal kesimde önem taşır. Her üç meziyete sahip, yani hem yukarıda belirtilen davranış bozukluklarını göstermeyen hem de kendi başına düşünüp karar verebilme kabiliyetini ve girişimcilik ruhunu taşıyan, aynı zamanda da gönlü zengin olan gençlik nasıl yetişecek? Kanımca böyle bir gençliğin yetişmesi için çağımızın evrensel değerleri ile geleneksel kültürümüzün makul unsurlarını birlikte ve dengeli bir şekilde, küçüklükten başlayarak çocuklarımıza telkin edilmesi ve benimsetilmesi gerekmektedir. Ayrıca kişilerin sağlam ve uyumlu bir ruh yapısına sahip olmaları için yapılacak pek çok şeyin olduğunu bilmek lazım. Kişilik teşekkülünün büyük ölçüde ilk altı yıl içinde gerçekleştiğini de belirtelim. İnsanlığın şahıslarda aradığı hususiyetleri şu cümle ile de özetlemek mümkün: Sağlam bir ruhsal yapı ve geleneksel kültürle bütünleştirilmiş evrensel değerlere sahip bir fikrî kişilik. Bunun için her şeyden önce göz önünde bu-
lundurulması gereken en önemli husus şudur: İnsanlar bebekliğinden itibaren, özenle ve dikkatle yetiştirilmeli; onların dengeli, uyumlu, sağlam bir ruh yapısına kavuşmaları sağlanmalıdır. Normal ruh yapısına sahip olanlar, içerden gelen dürtülerle dış şartlar arasında uyum sağlayabildiklerinden iç çatışmaların ortaya çıkmasına fırsat vermezler. Her şeye rağmen uyumsuzluk olur da iç çatışma ortaya çıkarsa, o takdirde ruhî dengenin bozulmasına fırsat vermeden gerekli savunma mekanizmalarını devreye sokarak en az zararla kurtulmayı başarabilirler. Bu kabiliyeti gösterecek kişilik yapısına sahip olmaları gerekir. Yani insanın ruhî yapısının, alt benliğin kimi dürtülerini bastırarak veya erteleyerek, kimi dürtülerine de yol vererek benliği doyuma ulaştırmak suretiyle iç çatışmaları önleyecek ve aynı zamanda genel ahlakî kuralları da makul seviyede tutacak bir özellikte olması lazım. İşte asıl mesele buradadır. Böylesi sağlam bir ruhî ve fikrî kişiliği oluşturmanın yolu nedir? Galiba bütün bilimler, fikir nazariyeleri ve felsefi görüşler bu sorunun cevabını aramaktadır. Zira tarif edilen ruhî ve fikrî kişilik yapısına sahip insanlar, problem çıkarmadığı gibi ortaya çıkmış problemleri de çözmeyi başarabilirler. Mutlu olmayı ve tatmin edici bir hayat tarzını geliştirmeyi becerebilirler. En zor şartlarda bile psikiyatrik dengesini bozmadan, saldırganlık veya hırçınlık belirtilerini göstermeden çıkar bir yol bulabilirler. Mesut, mütevekkil, huzurlu, dünyevi nimetleri ciddiye alan ama uhrevi hayatı da göz ardı etmeyen fertlerden oluşmuş bir toplum meydana getirmek ancak bu şartlarda mümkün olabilir diye düşünüyorum.■
71
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
MEHMET KURTOĞLU
Akçay, aşka bir de farklı bir anlam yükler. Aslında aşk, istemenin, almanın, sahip olmanın getirdiği bir duygudur. Ama Akçay’da aşk, almanın değil vermenin adıdır. Almak istemez, çünkü aldığı zaman bu bencillik olur.
Ş
iirini sağlam temeller üzerine oturtmuş, kendine mahsus bir şiir dili oluşturmuş şairlerin içini kendileri doldurdukları imgeleri vardır. Bu imgeler aynı zamanda o şairin ruh halinin şifresidir. Şiirin anlamını ve şairin yüreğinden geçenleri çözmek, biraz da imgelerinin ruhuna sirayet etmekle mümkündür. Zira imge; “ki şinin, mensubu olduğu toplumun, cemiyetin, cemaatin değil, kişi nin kendi kaderini yaşamasıyla belirir. Ve en açık biçimiyle de bu bağlamda tezahür eder. İmge, kendi yazgısına yönelen insan, tıpkı şiirde bir araya gelerek uzlaşıma dönüşen uzaklık ve çatışkılar gibi, kendini kabullenme noktasında kendisiyle barışıklığa yönelir. İşte bu bağlamda imajinasyon, yazının içsel pratiği şeklinde karşımıza çıkmaktadır” [1] Dış dünyadaki kalabalıklardan kaçıp devamlı kendi iç dünyasında yaşayan, iç dünyasını çoğaltan Hasan Akçay’ın, sanatı ve hayatı gerçeklikten daha çok, şiirindeki imgeliriyle barışıktır. Bu anlamda Akçay’ın şiirinin açılımına ya hayatından (özellikle de çocukluğundan) ya da imgelerinden hareketle ulaşabilirsiniz. Hasan Akçay’ın şiirinin anahtar sözcüğü hüzündür. Ama şair hüznü ortaya koyarken, yaşadığı coğrafyanın bütün imkânlarından faydalanır. Hüznü, gece gündüz, bahar-kış, deniz-sahil, bekleyenbeklenen anlamında, Karadeniz’in o çılgın dalgalarının sahili dövdüğü gibi yürekleri döverek adeta anlatır. Onun şiirinde her şairin beceremediği güçlü bir lirizm vardır. Şiiri, deniz ve doğayla iç içe geçen bir yaşamının bilânçosudur adeta. Doğanın sesi, denizin sesi, 1. İsmail Süphandağı, Şiir ve Mutlak, Sh.76, İz Yay. 1999, İst.
72
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
gecenin, yıldızların, mevsimlerin döngüsü onun şiirinde ahenkli bir sese ve sözcüğe dönüşür… Şairin “Gül Şafaklı bir Özlem” adlı kitabının aynı isimli ilk şiiri dikkatli bir şekilde irdelendiğinde, şehrin karşısına doğayı, hafakanın karşısına inancı, bunalımın karşısına hüznü koyduğunu görürüz. Akçay’ın şiirindeki hüzün, karamsarlıktan doğan bir hüzün değil, “Ben hüzün peygamberiyim” diyen efendimizin “Az gülüp çok ağlayan” ve Müslüman olmanın getirdiği bir durumdan kaynaklanır. Gül Şafaklı Bir Özlem, Üstat Necip Fazıl’ın “Çile” kitabındaki birçok şiirine göndermelerle dolu bir şiirdir. Bence şair bunu bilinçli olarak yapmıştır. Özellikle Necip Fazıl’ın fikir çilesi çektiği yıllarda yazdığı ve eski adıyla Senfonya olan Çile şiirini eksen almış gibidir. Zira o şiirde insanın kendisiyle hesaplaşması vardır ve bu hesaplaşma metafizik ürpertilerle anlatılır. Arayışta olan insanın şiiridir. Yine Kaldırımlar şiirini ise bohem yaşadığı yıllarda yazılmıştır. Üstadın şiirleri varoş sancısı çeken bir ruhun şiirleridir. Bu anlamda Hasan Akçay’ın gençlik dönemi diyebileceğimiz şiirlerinde varoşsal bir kaygı vardır ve bu kaygı onu Necip Fazıl’ın ruh iklimiyle buluşturur. Üstadın şehirde çektiği varoşsal sancıları Akçay doğada yaşar… Üstadın şiiri şehrin şiiridir. Hasan Akçay’ın şiiri doğa şiiri. Ama Akçay, insanın varoşsal sancılarının yaşadığı yerin yalnız şehir olmadığının altını çizer ve insan her yerde insandır gerçeği doğrultusunda, bir varoşsal sancı şiiri oluşturur. Onun imajlarında bu ruh birlikteliğini daha iyi görülür. “Bu yalnız lık şehrinde her şey karmakarışık”[2], “Günahlar birer gölge kovalıyor kaçtıkça”,[3] “Gözüne mil çektirmiş heveslerin ateşi”[4] “Aynalar ötesinde he sap sordum kendimden”[5] , “Su akar en derinden toprakla sarmaş dolaş”[6] “Beynimde sürer gider
2. Deliler köyünden bir menrzil aşkın Her fikir içimde bir çift kelepçe/çile/sh.17/N.F. 3. Esmer bir kadındır ki, kaldırımlarda gece Vecd içinde başı dik hayalini sürükler Simsiyah gözlerine bir an gözüm değince Yolumu bekleyen genç, haydi düş peşime der. Kaldırımlar/ N.F. 4. Gözüne mil çekmiş bir ama gibi evler, Kaldırımlar/N. F. 5. Aynalar söyleyin bana, ben kimim?/Çile/sh.19/N.F. 6. Su akar yokuşlardan hep basamak basamak Benimse alın yazım yokuşlarda susamak/Sakarya/ sh.398/N.F.
sorularla bir savaş”[7] “Aşamam öteleri”[8] “Elle rimden günahın yağmurları akıyor”[9], Çilesini çe kenden aşk manası sorulur”[10] “Gölge gibi üstümde dolaşan el senindir”[11], “Hangi mevsime koşsam şaşırıp kalıyorum”[12] “Ölüm beyaz bir melek tü keniyor korkuda”[13] “Asıl vatandan uzak içimiz dedir gurbet”[14] “Ben bile yabancıyken aynalarda kendime”[15] “bir rüyadır bu hayat, dünya söylenmiş yalan”[16] Görüldüğü gibi Akçay’ın şiirinde de metafizik ürperti fazlasıyla vardır ama bu ürperti Necip Fazılın şiirinde olduğu gibi şehir eksenli değildir. Şair, yalnızlığı seven ve yalnızlıktan beslenen bir kişiliğe sahiptir. İç dünyanın zenginliği, dış dünya ile uyum sağlayamadığından hep bir gelgitler yaşamaktadır. Çocukluğunun geçtiği doğal ortam, onun şiirinde bir aksesuar olarak yer alır. Aşk ve hüzün adamı olan şairin şiirinde çocukluğunun büyük bir izi vardır. Çocukluğunu büyük ve kadim şehirde geçirmemiş olmasına rağmen, şiirlerinde çok güçlü varoluşçu (Eksiztansiyalizm) mısralara rastlamaktayız. 7. Gördüm ki ateşte cımbızda yokmuş Fikir çilesinden büyük işkence/Çile/sh.18/N.F. 8. Öteler öteler, gayemin malı Mesafe ekinim, zaman madenim/Çile/sh.20/N.F. 9. Bu yağmur kanımı boğan bir iplik Tenimde acısız yatan bir bıçak Bu yağmur, yerde taş ve bende kemik Dayandıkça çişil çişil yağacak/ Bu Yağmur/sh.298/N.F. 10. Çile şiirinin bütünü kastediyor şair. 11. Senin gölgeni içmiş, onun gözbebekleri Onun taşı erimiş, senin kafatasında” kaldırımlar/ sh.157/N.F. 12. Akrep nokta nokta ruhumu sokmuş Mevsimden mevsime girdim böylece/Çile/sh.18/N.F.x Geçti geçti mevsimler Süpürüldü takvimler Gidenlerden kalan şey Duvarlarda resimler/ Geçti geçti/sh.232/N.F. 13. Akıl bir çürük diş, at, kurtulursun Ölmemenin olsa gerek ilacı/Eski Rafta/sh.116/N.F. Ayrıca Necip Fazıl’ın “Ölünün Odası” adlı şiiri tamamen ölümün soğuk ve korkulu yüzünü anlatır. Bakınız sh. 118 14. Yolcu benmişim gibi Bir gemi demir aldı Ey her yerin garibi Vatan ırakta kaldı/Iraklarda/sh.230/N.F. 15. Aynalar söyleyin bana, ben kimim?/Çile/sh.19/N.F. 16. Bir bardak suda çalkandı dünya Söndü istikamet, yıkıldı boşluk Al sana hakikat al sana rüya İşte akıllılık, işte sarhoşluk/Çile/sh.17/N.F.
73
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Şair Karadeniz’in şirin bir köyünde doğmuştur. Doğanın kucağında geçen çocuklukta hep bir bahar özlemi vardır. Zira iklim olarak Karadeniz hep yağmurludur. Ya yemyeşil ağaçlar ya da sararmış eylül yaprakları arasında hüzünlü renklere bulanır kalbi. Akçay’ın şiirinin köklerini köyde geçen çocukluk anılarında aramak gerekir. “Çocukluğumun ağaç dal larında, toprak yollarında geçtiği köy… O köyde bir ev yılların hüznünü yaşar en izbe köşelerinde. Dört bir yanındaki meyve ağaçları arasında adeta kaybol muş gibi duran bu ev, uzaktan bakıldığında bir kuş yuvasını andırır. Ağaçların yeşil saçlarını bir oyana bir bu yana çekiştiren rüzgârlar da olmazsa bahar da yüzünü hiç kimseye göstermeyecektir. Bütün mevsim lere karşı aldığı farklı tavırlar vardı bu ahşap evin. Baharda gülümser gibi dururken, kış mevsiminde adeta onunda soğuktan benzi solardı. Bu soğuk sol gunluk evin içindeki kirişlerden tutun dışarıda ken dini gösterebilen tahtalara kadar yansırdı. Hemen hemen her yüreğin bir avuç kor taşıdığı bu evde hiç yangın çıkmadı… Yüreklerin küllenmiş birer mangal olduğunu çocukluğumdan sonraki yıllarda daha iyi anlayacaktım.”[17] Akçay’ın da dediği gibi sonradan kendini dizelerde açığa vuracak bu doğallık ile şairin hüzünlü ruh hali onun şiirinin temelini oluşturacaktır. Şairin hüzünlü şiirler yazmasında yaşadığı bu doğal ortamın mı, yoksa bizatihi kendinden kaynaklanan bir halet-i ruhiyeden mi kaynaklandığı sorusuna gelince; burada bu iki unsurun iç içe geçtiğini, birini diğerinden ayırmanın mümkün olmadığını, doğanın mı hüznünü beslediği, yoksa yüreğinin mi yaratılıştan hüzne meyilli olduğu sorusu hep havada kalacaktır. Akçay’ın hüzünlü ama lirik bir şiiri olduğunu, imgelerini doğadan seçtiğini söylerken, bu sözcüklere yüklediği anlamı atlamak, onun şiirini çözümlemede bir eksikliktir. Özellikle Gül Şafaklı Bir Özlem şiirinde oluşturduğu imgeler ve onlara yüklediği anlamlarla Necip Fazıl’ın soru olarak ortaya koyduğu mısralarına bir cevap netliğindedir. Mesela Necip Fazıl özellikle çile’de sorular sorarken, Akçay cevaplar bulmaya çalışır. Üstad şehri öne sürer, Akçay doğayı… Necip Fazıl’da yağmur “kanı boğan iplik, tene saplı bir bıçak, vucuda batan kemik” iken Akçay’da “günahların döküldüğü” anı sembolize eder. İmgeler aynı ama yüklenen anlamlar farklıdır.
Her şairde olduğu gibi hasan Akçay’ın şiirinde de aşk önemli bir yer tutar. Ama Akçay, çift anlamlı verir aşkı. Onun şiirinde ilahi aşk ile beşeri aşk iç içe verilmiştir. İsteyen şiirini beşeri aşk olarak anlamlandırabilir, isterse ilahi olarak… Bu şairin, şiir dilini oluşturmadaki gücünü gösterir aynı zamanda. Akçay, aşka bir de farklı bir anlam yükler. Aslında aşk, istemenin, almanın, sahip olmanın getirdiği bir duygudur. Ama Akçay’da aşk, almanın değil vermenin adıdır. Almak istemez, çünkü aldığı zaman bu bencillik olur. Ancak kendini sevgiliye verdiği, teslim olduğu, hatta İsmail gibi adadığı anda aşk, gerçek anlamını bulur. Âşıklar sevgiliyi elde etmek ister ama şair adanmak ister! Ve şöyle der: “Bakışına sığındım çağır beni, al beni Yangınlar ortasında kalmışım kurtar beni Bitsin artık bu melal seven bir yar say beni Bu izbe gecelerin girdabı yutar beni Sensizlik ülkesinde hayatın yok albeni Ruhun zindanında iken neylesin saray beni”[18] Türk şiirinde doğayı şiirine konu edinin bütün şairler onu, hüznün imgesi değil, coşkunun imgesi yapmışlardır. Akçay’ın şiirinde ise, doğa hüzün ile birlikte tasvir edilmiştir. Şair, doğayı anlatır, doğayı hüzünlü duygularla tasvir eder ama doğadan kaçıp şehre sığınmak gereği de hissetmez. Bence Akçay’ın şiirinin önemli yanlarından biri de şiirine kattığı bu hüzünlü doğa tasviridir. Özellikle lirizmin zirveye çıktığı şiirlerinde, doğa hüznü coşkunlaştırır adeta. Şair, şiirde hüznü o denli içselleştirmiştir ki, acı çekmek zevk almakla özdeşleşmiştir. Tabi hüzün, aşkın insana verdiği sarhoşluk gibidir. Örneğin “Ay Yaralı Bu Akşam” şiirinde: “Dokunma denizime açıkta gemiler var Hüzündür adım şimdi sor yeminler söylesin Sus… Konuşma, öyle dur ortasında gecemin Gül kırılır içimde ne zaman ufka baksam Ay yaralı bu akşam”[19] Lirizmin ve duygunun doruğa ulaştığı bu şiirde, şair adının hüzün olduğunu söyler ve şiirinin diğer anahtar sözcüklerini de sıralamış olur: gece, akşam… 18. Hasan Akçay, Gül Şafaklı Bir Özlem, Sh.16, Birey Yay.2000, İst. 19. Hasan Akçay, age. Sh.111
17. Hasan Akçay, Çocukluğumun Gökyüzünde Beyaz Bir Bulut, Suhan Dergisi, Sh. 29, sayı 16, ocak-şubat 2007
74
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Tabi burada en özgün imge hiç kuşkusuz “gül kırılır içimde” benzetmesidir… Susmak, içine dönen insanın, içinde fırtınalar kopan yalnızların, mısralar yazıp en güzel sözün hasretini içinde çeken şairlerin sığınağı… “Söylenmedik sözlerin hasreti dudağımda” dedirten susmak! Akçay bu şiirinin tek mısrasında tam üç kez arka arkaya susmayı ifade eden sözcük kullanır: “sus/konuşma/öyle dur” Doğa biraz da içine dönmek değil midir?Akçay’ın şiirinde geceyi içselleştiren Ahmet Haşim’in duyarlılığı görülür. Hüznü karşılayan sözcükler içinde; gece, akşam, karanlık, hüzün, hasret, özlem, yalnızlık, yolculuk, ayrılık vs… Bir şair düşünün, “Gülüş Şehri” şiirinde söken hıçkırıklarla dizelerini oluşturuyor. Akçay şiirinde hüznü o denli içselleştirmiştir ki, hemen hemen bütün şiirlerinde dönüp dolaşır hüznü anlatır. Bu şair için bir farklılık olduğu kadar bir handikaptır da... Farklı şekillerde anlatmış olsa da aynı konu etrafında şiirini oluşturması onun, daha farklı konulara açılmasını engellemektedir. Şiirlerinde bazen Yunusça söyleyişe rastlamak mümkündür. Yunus rahatlığıyla söylediği şiirlerin yanında yoğun doğa tasvirleri ve imgeliriyle oluşturduğu şiirlerinde inançlı bir şairin çağa karşı sorumluluğu ve inancının verdiği günah korkusu işlenir. Özellikle “günah” kavramı Müslüman’ca bir duyarlılıkla ele alır. Özellikle “Kar” şiirinde, kar’ı kullanması anlamlıdır. Kar; beyazı, masumiyeti, saflığı ve günahsızlığı sembolize eder. Akçay’ın şiirinde “günah” kavramını bu siyah/beyaz ikircilliğiyle verir. “Senin gelinliğinde benimse kefenimde Yol boylunca ikilik kıvrılır gider akar Çiçekten yaprak yaprak fal olur dökülür kar… ”[20] Kar beyazdır, sevgilinin gelinliği, şairin kefeni de beyazdır. Gelinlik, tıpkı kefen gibidir. Çünkü gelinlikte masumiyet, saflık ölür. Aşkın, cinsellikte ölümüdür gelinlik. Şair, sevgilinin gelinliğiyle kefenini aynı mısrada anması aslında masumiyetin ölümüne işarettir. Gelinlik gerdektir, ilk günahtır. Bu yüzden sevgiliye kavuşmak günah işlemektir. Belki de şair, bu yüzden diğer mısralarında karın yağmamasını ister ve “Ne olursun ruhuma, yüreğime yağma kar” [21] deyi yakarır. Çünkü kar gelinliği ve ölümü anım20. Hasan Akçay, age. Sh.35 21. Hasan Akçay, age. Sh.35
satmaktadır şaire. Karın simsiyah günahların üzerine örttüğünü ve beyaza boyadığını belirterek şöyle der: “Binbir günah sıkışık küçücük bedenimde Her günah kara leke pişmanlıklara bakar Silmek için bu rengi, üstüme yağıyor kar”[22] Sezai Karakoç, Monna Roza şiirinde “Ben gü nah kadar beyaz, sen tövbe kadar karasın” der. Bu felsefi söylem, günah ve tövbeyi tersinden okumadır. Günah işleyen adam tövbe eder, günahlarından arınır, masumlaşır(beyaz) ama henüz günah işlememiş adam, her an günah işlemeye arzuludur, içinde ukde vardır, günaha meyillidir ve bu yüzden kirletilmiştir(karadır). Akçay, hüznü imgeleştirirken, onu çağrıştıracak tüm sözcükleri şiirinde kullanmaktan çekinmez. Hatta mutluluk, sevinç ifade eden sözcükleri dahi hüzünle birlikte anmaktan hoşlanır. Mazoşist bir eğilim gösterir. Örneğin kavuşmak sevinci, mutluluğu sembolize ederken, bunu tam tersi bir kavram ile ifade eder: “Kavuşsam, bir kavuşsam günün bittiği akşam”[23] Akşam hüzün, kederdir. Kavuşmak ise sevinç mutluluk. Sevinçli anlarını hüzünlü vakitlerde yaşamak ister… Ahmet Haşim gibi hüznü içselleştiren şair, melal, izbe geceler, zindan, duman, hıçkırık, ney sesi, çile, daralan derya, diyar, gün batsın, ruhun zindanı, işkence evi, tükenen ömür, bitmeyen yokuş, ufuk, suya yazılan murad, ölüm, görünmeyen kıyılar, gidenler, uzaklar, hasret, ağlamak, günah, suskunluk, durgunluk, korku, düş, rüya, eylül, kor, ateş, kırılan gül, inen gün, sonsuz uzaklık, iniş, yokuş, gölgeler, yalnızlık, şafak, acı, hazan, yorgun vurgun, kül, yangın, solan tomurcuk, yitmek, kaybolan sevda, darağacı, yara, merhem vs birçok sözcüğe “hüzün” anlamını yükler. Zira şairin varoluş nedenidir hüzün. Hüznü bu denli içselleştiren şairin en büyük başarısı ise, yukarıda belirttiğimiz gibi gerek seçtiği sözcükler gerekse kurduğu imgeleri hüzün ve doğayla birleştirebilme becerisidir. Doğanın sunduğu imkânları bu denli hüzünle yoğurarak kendine mahsus bir şiir dili oluşturan Akçay’ın, şiiri bireysel ve hüzünlü bir şiirdir. Özellikle şairinin hayatından ayrı düşünerek bu hüznü açıklamak mümkün değildir. ■ 22. Hasan Akçay, age. Sh.35 23. Hasan Akçay, age. Sh.7
75
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
BEYHAN KANTER
"...sanatedebiyat misyonundan kopuş, bugünün bazı dergilerinin dar bir çerçevede kalmasına ve dergilerin edebî zemin ve platformdan uzaklaşmasına neden olmaktadır."
T
anzimat sürecinde başlayan edebî hareketliliğin en önemli noktalarından biri hiç şüphesiz dergilerdir. Dergiler, edebî faaliyetlerin sergilendiği ve edebî hareketlerin şekillendiği yerler olması nedeniyle vazgeçilmezdir. Şair ve yazarların kendilerini ifade ettikleri, kendilerini görünür kıldıkları dergiler, bu anlamda önemli bir misyon üstlenirler. Dergilerin bu misyonlarında, edebî kaygı ve sanatsal içeriği koruma arzusu hep ön planda olmuştur. Bu nedenle de dergi yayıncılarına ve dergi yayın yönetmenlerine büyük görevler düşmektedir. Her şeyden önce dergilerin, edebî ürünlerin ilk sergilendiği ve okurla ilk buluştuğu yerler olduğu düşünülürse, bu işin ciddiyeti daha iyi anlaşılır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, dergicilikte İstanbul ve Anadolu farkı hemen göze çarpar. Bu farklılık, dergilerin çevresinde bulunan şair ve yazarlardan kaynaklanmaktadır. Metropol dergileri bir noktada hazır kalemlerle okurlarına açılırken taşra dergileri kendi yazar ve şairlerini yetiştirmek zorunda veya çevresindekileri gözetmek durumundadırlar. Bu da çoğu zaman taşra dergilerini gerçek edebî ürünlerle yüzleştirememektedir. Oysa Anadolu’da çıkan pek çok derginin taşıdığı
76
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
17. Hazar Şiir Akşamları kapsamında edebiyat dergilerinin işlevlerinin tartışıldığı bu panelde; katılımcıların daha çok dergi çıkarma sorunlarına değinmeleri, hâlâ kültür ve sanata hizmet etmenin öyle pek de kolay olmadığını bizlere göstermiştir İl Kültür Müdür Tahsin Öztürk, Elazığ Valisi Muammer Erol
edebî ve sanatsal kaygı asla göz ardı edilemez. Bu taşra dergilerine, Türkiye Yazarlar Birliği ödülünü de almış olan Bizim Külliye bir örnektir. Derginin Genel Yayın Yönetmeni Nazım Payam, “Taşra Dergileri ve Türkçe” başlıklı yazısında, Taşrada eli kalem tutanların yerel dergilerle dilimize, sanatımıza, kültürümüze, hizmet şansı yakaladıklarını ve merkez-taşra bütünlüğüne hizmet ettiklerini ve metropol dergilerinden daha bir gayret içerisinde olduklarını vurgular. Bu ifadelerden hareketle Anadolu’da çıkan dergilerin hepsi iyidir diye bir yargıya da varmak istemiyoruz. Elbette misyonunu unutan ya da tam anlamıyla edebî kaygı taşımayanları da vardır Anadolu’da; İstanbul’da olduğu gibi… Bu, derginin çıktığı yerle ilgili değil, dergilerin yayın yönetmenlerinin edebî bir derginin görev ve sorumluluklarından yoksun oluşları ve yerelliğin arkasına fazlaca sığınıp “mahalli” kalmalarının sonucudur. 17. Hazar Şiir Akşamları etkinlikleri kapsamında bir panelle gündeme getirilen “Sanat-
Edebiyat Dergiciliği” dergi sorunlarının değişmezliğini bizlere bir kez daha göstermiştir. Çeşitli dergilerin genel yayın yönetmenlerinin konuştuğu bu panelde, dergi çıkarırken yaşanan sıkıntılar, dergi okurlarıyla paylaşıldı. Panele başkanlık eden Bizim Külliye Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Nazım Payam, taşrada iyi bir dergi çıkarmanın sorunlarından bahsederken dergi çıkaranların daha büyük zorluklarla karşılaştıklarını, zorlukların hâlli hususunda da maalesef yalnız kaldıklarını belirtti. “Merkeztaşra” ayrımcılığını birebir yaşayanlardan olmasına karşın Bizim Külliye dergisinin bu anlayışı kırdığını, bu başarının oluşmasında yerelliği zenginleştirmenin sanatı, edebiyatı bir şehirli gibi düşünmelerinde okurlarına yardımcı olduğunu ve bunda Türkçeye hizmet etme sevdasının önemli bir rol oynadığını ifade ederek Bizim Külliye’nin taşra ile merkez arasındaki farkı, sadece mesafe boyutuna indirgeyen titiz tutumları sayesinde on yılı geride bıraktıklarını vurguladı. Uzun yıllardır Türk Edebiyatı dergisine hiz-
77
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Yakup Deliömeroğlu (Kardeş Kalemler dergisi), Nazım Payam (Bizim Külliye dergisi), Belkıs İbrahimhakkıoğlu (Türk Edebiyatı dergisi), Nevzat Türkden (Erciyes dergisi)
met eden Belkıs İbrahimhakkıoğlu, Türk kültürünün devamlılığını amaçlayan Türk Edebiyatı dergisinin siyaset üstü, cemaatler üstü olduğunu vurguladı. İbrahimhakkıoğlu’nun çizdiği bu çerçeve, aslında bir edebî derginin en temel özelliğidir. Zira sanat-edebiyat misyonundan kopuş, bugünün bazı dergilerinin dar bir çerçevede kalmasına ve dergilerin edebî zemin ve platformdan uzaklaşmasına neden olmaktadır. Türk Edebiyatı dergisinin başarısı ve kalıcılığı da, sanırım bu ilkelere bağlılıkla mümkün olmuştur. Oysa dini tebliğ etmek için edebiyatı araç olarak kullanan ya da siyasi bir kaygıyı her şeyin üstünde tutan dergiler, belli bir okur kitlesini aşamadıkları gibi yitip gitmekten de kurtulamazlar. Edebiyatı besleyen dergilerde temel gaye edebilik olmalıdır. Türk Cumhuriyetleri arasında bağ oluşturma mekiği dokuyan Kardeş Kalemler dergisinden Yakup Deliömeroğlu, dergilerinin misyonunun; Türk dünyasındaki şair ve yazarlar arasında köprü kurmak, edebî bağı kuvvetlendirerek edebiyatta birlik sağlamak olduğunu söyledi. Kardeş Kalemler dergisinin Türk dünyasında bir boşluğu doldurduğunu vurgulayan Deliömeroğlu, Türkçenin önemi üzerinde dururken edebiyat birliğinin yakalayacağı başarıyı kimselerin kü-
çümseyemeyeceğinin, buna rağmen karşılaştıkları zorluklarda yalnız kaldıklarının altını çizdi. 1978 yılında kurulan Erciyes dergisinden Nevzat Türkden, aynı millete ve aynı kültüre hizmet yolunda sanat ve edebiyat dergiciliğindeki fikir ihtilaflarının sükûnetle çözülmesi gerektiğini vurguladı. Yine Kayseri’den Türkiye’ye ses veren Berceste’den İbrahim Şahin, Anadolu dergilerinin karşılaştıkları güçlükleri anlatırken Berceste’nin dağıtım sorununa değindi. Panelde en etkileyici konuşmalardan birini de Temrin dergisi Genel Yayın Yönetmeni Uğur Uzunok yaptı. Uzunok, edebiyat dergilerinin amacının sadece edebiyat olması gerektiğini vurguladı. Temrin dergisinin, kısa zamanda edebiyat dergiciliğinin sorumluluğunu aldığına dikkat çeken Uzunok, ayrıca sanat ve edebiyatla dokunmak, dürtmek ve sarsmak amacında olduklarını, bir okul olma anlayışından yola çıktıklarını, bu nedenle de karşılaştıkları güçlüklerin diğer dergilerden biraz farklı olduğunun belirtti. 17. Hazar Şiir Akşamları kapsamında edebiyat dergilerinin işlevlerinin tartışıldığı bu panelde; katılımcıların daha çok dergi çıkarma sorunlarına değinmeleri, hâlâ kültür ve sanata hizmet etmenin öyle pek de kolay olmadığını bizlere göstermiştir.■
78
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Elazığ'ın "İyilik Melekleri" ÖMER KEMİKSİZ
D
oğu’nun güzel şehri Elazığ, haziran ayında oldukça anlamlı bir etkinliğe ev sahipliği yaptı. 20- 21 Haziran 2009 tarihlerinde İl Milli Eğitim Müdürlüğünün Elazığ Valiliği himayesinde gerçekleştirmiş olduğu “Elazığ İyilik Yapıyor” kampanyası çerçevesinde Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesinin katkılarıyla “1.Ulusal İyilik Sempozyumu” düzenlendi. Ülkenin dört bir tarafından akademisyenler, eğitimciler ve dinleyiciler bu güzel etkinliğe katılımları veya sunumları ile ayrı bir güzellik kattılar. Sempozyumun iki günü iyilik bilincinin önemi üzerine karşılıklı görüş ve bilgi alışverişlerinin gerçek-
leştirilmesi ile dolu dolu geçti. İyilik gibi güzel bir değerin yaygınlaştırılmasında örnek şehir durumuna gelen Elazığ, güzellikleri ile de misafirlerini oldukça etkiledi. Sunumlarımız için Muğla’dan gelip iki günümüzü geçirdiğimiz güzel Elazığ, ayrılırken gönüllerimizde güzel bir anı olarak kalmaya başlamıştı bile. Okullarda gerçekleştirilen “iyilik” merkezli çalışmaların gerek sözlü gerekse poster bildiriler biçiminde sunulduğu sempozyumun önümüzdeki yıllarda gerçekleştirilmesi planlanan çalışmalara yardımcı olacağı düşünüldüğünde, bu etkinliğin önemi daha iyi kavranacaktır. Aynı zamanda
79
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
yapılan çalışmaların paylaşılması da farklı şehirlerin ve farklı okulların da bu tür çalışmalar yapması bakımından faydalıdır. Eğitim-öğretim faaliyetlerinin önemli aşamalarından biri “değer öğretimi”dir. Yarının geleceği olan çocuklarımıza bilgiyle birlikte millî ve manevî değerleri vermek, onları hem eğitim hem de öğretim bakımından donanımlı bireyler olarak yetiştirmek, günümüzde eğitim kurumlarına düşen önemli görevlerdendir. Bununla birlikte bu değerlerin sadece okullarda verilmesi dışında topluma yaygınlaştırılmasına da çalışılmalıdır. Okullarda gerçekleştirilecek değişik projelerle toplum bazında sürdürülecek çalışmalar, teorik bilgilerin pratiğe dökülmesine zemin hazırlayacak ve ortaya somut olarak faydalı ürünler çıkacaktır. Nitekim sempozyumun açılışında, Elazığ’daki okullarda yapılan etkinlikler neticesinde öğrencilerin duygu ve düşüncelerini yansıtan mektuplardan sunulan örnekler, yapılan çalışmaların amacına ulaştığını göstermesi bakımından oldukça manidardı. Bu çalışmaların sadece belli bir yerle değil de bütün ülkeye yayılmasını amaçlayan İl Milli Eğitim Müdürlüğü de asıl hedefini şu cümlelerle dile getirmekteydi: “İlimizdeki okullarda devam eden bu çalışmanın daha da olgunlaşıp okulları
mızın dışına taşarak kapsayıcı bir çalışma hali ne dönüşmesi, bilim adamlarının ve Milli Eğitim Bakanlığı temsilcilerinin görüşleriyle mümkün olacaktır. Böylelikle bu çalışma başka illerde de uygulanabilecek yeterliliğe kavuşacak, belki de tüm Türkiye’ye dalga dalga yayılarak ulusal bir iyilik ikliminin oluşmasına zemin hazırlayacak tır.” Sempozyumda sunulan sözlü bildirilerde öğrencilere iyilik bilincini kazandırmada ve bu bilincin onlarda olgunlaştırılmasında müzikten edebiyata, okuldan aileye olmak üzere çeşitli bilim dallarının ve kurumların üstlenebileceği görevler üzerinde durulurken poster sunumlarda ağırlıklı olarak teorik bilgilerden ziyade uygulamaya dökülen çalışmalar tanıtıldı. Elazığ’daki okulların yapmış olduğu çalışmaların sunulduğu posterleri bu çalışmalara bizzat katılan öğrencilerin sunması ise etkinliğin bir başka güzel tarafıydı. Poster stantlarını dolaşırken onlarla yaptığımız konuşmalarda ne kadar mutlu ve heyecanlı oldukları gözlerinden okunuyordu. Yaptıkları çalışmaların semeresini almak onları son derece sevindirmiş ve ileriki yıllar için bu çalışmaları sürdürme konusunda cesaret ve inançlarını artırmıştı. Öğrencilerin gözlerindeki ışık, hepsinin
80
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Ülkenin dört bir yanında birbirlerinden habersiz olarak teorik ve uygulama bazında iyilik merkezli çok güzel uygulamalara imza atan akademisyen ve öğretmenlerin ortaya koydukları fikirler, önümüzdeki yıllar için bir umut ışığı oldu. birer iyilik meleği olduğuna dair bir emareydi. Neler yapmamıştı ki Elazığ’ın güzel çocukları? Kimi okullar kendilerine kardeş okullar edinmişler ve okullar arasında gönül köprüleri kurmuşlardı. Bazıları huzurevi, çocuk yuvası gibi kurumlarla irtibata geçmiş, hem yaşlıları hem de kimsesiz çocukları çeşitli aktivitelerle sevindirmiş ve onların hayır duasını almıştı. Farklı alanları ağaçlandırarak çevrelerine güzellik katan öğrenciler de iyiliğin başka bir boyutunu gözler önüne sermişlerdi. Kısacası onlar iyilik yapmak için ellerine geçen her fırsatı değerlendirmişlerdi. Zaten sempozyumun en önemli iletilerinden biri şuydu: “İyilik yapmak için her zaman, uygun zamandır. İyiliğin nicelik olarak çok büyük olmasına gerek yoktur. Bizim çok ufak şeyler gözüyle baktığımız nice çalışmalar aslında çok önemli birer iyiliktir. Çevremizde iyilik yapabileceğimiz birileri muhakkak vardır.” Günümüzde tüketim toplumu durumuna gelmiş olmanın olumsuz sonuçlarından biri olan almaya ve kazanmaya dönük anlayışın terk edildiği ve vermenin güzelliklerinin yaşatıldığı “İyilik Projesi” çalışmasında öğrencilerdeki fedakârlık ve yardımseverlik duygularının üst düzeye çıktığı yapılan sunumlarda sık sık dile getirildi. Farklı derslerde iyilik anlayışına yönelik metinlerin işlenmesinin somut olarak tatbik edilmediğinde herhangi bir anlamı olmayacağı düşüncesi de dile getirilen bir başka önemli konuydu. Yine sunulan bildirilerde, insanın özünde iyiliğin doğuştan gelen bir değer olduğu ve yaşam süresince farklı yer/ zamanlarda uygulamaya döküldüğü fakat bunun için de kişiye eğitim-öğretim yoluyla bu bilincin kazandırılması ve model olunması gerektiği ortaya çıkan düşüncelerden biri olarak hafızalarımıza kazındı. Ülkenin dört bir yanında birbirlerinden habersiz olarak teorik ve uygulama
bazında iyilik merkezli çok güzel uygulamalara imza atan akademisyen ve öğretmenlerin ortaya koydukları fikirler, önümüzdeki yıllar için bir umut ışığı oldu. Sempozyum süresince, sunum aralarında fikirlerini paylaşma imkânı bulan değerli bilim insanları, kıymetli eğitimciler “iyilik melekleri” yetiştirme yolunda gelecek planlarını yapmaya başlamışlardı. Etkinlik için Elazığ’a gelen bütün katılımcılara ellerinden gelenin en iyisini yapmak için her türlü fedakârlığı gösteren Valilik, Milli Eğitim Müdürlüğü, Rektörlük başta olmak üzere çeşitli kamu kurum ve kuruluşları da bu davranışlarıyla iyiliğin güzel taraflarını konuklarına gösterdiler. Sempozyum dışında gerçekleştirilen çeşitli gezi ve sosyal etkinlikler Elazığ’ın tanıtımında önemli bir yer tuttu. Veda anında misafirlerin aziz diyar Elazığ’dan mest olmuş şekilde ayrılmaları, ilk fırsatta yine ziyarete geleceklerini ifade etmeleri tek kelimeyle “iyilik” paydasında buluşmanın bir sonucuydu belki de. Bu yıl ilki gerçekleştirilen ulusal sempozyumun önümüzdeki yıllarda daha da genişletilerek sürdürülmesi “iyilik melekleri”ni artırmada önemli bir yer tutacaktır. Elazığ’dan yakılan iyilik ateşinin bütün ülkeyi hatta ülke dışını bir meşale gibi aydınlatması en büyük dileğimizdir. Elazığ, bu alandaki ilk bilimsel sempozyuma imza atmanın haklı gururunu yaşıyor. Kim bilir, belki önümüzdeki yıllarda farklı iller de bu tür etkinliklerin tanıtımı için böyle sempozyumlar düzenlerler. Ulusal çapta başlayan bu çalışmaların uluslararası düzeyde başlatılması ve milletler arasında iyilik köprülerinin kurulması hayal değildir. Eminim, iyilik bilincinin bütün ülkeye/dünyaya yayıldığı ve iyilik meleklerinin kol gezdiği bir ülkede/dünyada hayat çok daha güzel olacaktır. ■
81
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
EMRAH GÜRSU
E
debiyatın, musikinin ve tarihin aynı mekânda buluşarak beden gibi canlı, ruh gibi sonsuz olduğu Hazar, damarlarını Orta Asya’nın beslediği, suyun söze, sözün şiire dönüştüğü bir içtenlik mekânına dönüşüyor. K. Popper’in dediği gibi “Tabiata ve tarihe bir maksat ve bir mana sokan bizleriz.” Zira ne Hazar’ın ne tarihin biçtiği rolün maddesel anlamda önemi yoktur. Fakat onlara ruh kazandıran, anlam yükleyen, binlerce kilometreden ve onlarca farklı ülkeden gelerek yatağını bulan nehir gibi mutlulukla akan insanları tek bir coğrafyada birleştiren “biz” duygusudur. Mahallikten ulusallığa, ulusallıktan uluslar arası boyuta ulaşan Hazar Şiir Akşamları’nın 26–28 Haziran tarihleri arasında 17.si gerçekleştirildi. Her sene bir mümtaz şahsiyetin onuruna düzenlenen şiir akşamlarının 17.si ismiyle müsemma Necip Fazıl onuruna yapılması şiir akşamlarını daha anlamlı kıldı. 17. Hazar Şiir Akşamları’nın bir milletin tefekkür dünyasına ve şiir anlayışına yön vererek “üs-
tat” unvanını kazanmış olan “Necip Fazıl” anısına yapılmasının önemi büyük. Çünkü o kaleleri zapt edilmemiş bir mütefekkir. Şiiri kendine amaç değil, araç edinmiş bir şair. Şiir ki mutlak hakikati arama işidir. Şair ki gaibi kurcalayan çilingir. Necip Fazıl hakkında en yetkin ediplerden biri olan Mustafa Miyasoğlu’nun tesbitleri yerindedir: “Üstad bu toplumun kendisini bulmasında ve tarihi misyonuna yeniden kavuşmasında her şeyi önceden söyleyecek ve gaiplerden ses getirircesine çarpıcı bir üslupla eserler verecek ‘beklenen sanatkâr’dır.” 15.si Cengiz Aytmatov, 16.sı Bahtiyar Vahapzade gibi usta isimlerin anısına yapılan Hazar şiir akşamlarının son büyük halkası Necip Fazıl oldu. Azerbaycan, KKTC, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan gibi Türk diyarlarından birçok kardeşimiz bu şiir şölenini, şiir akşamlarını aydınlatmak için yüreklerinde kıvılcımlarla geldiler. Ve birleşen tüm kıvılcımlar şehri aydınlatan kora dönüştü.
82
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
25 Haziran günü akşam Fırat T.V. de Vehbi Vakkasoğlu’nun şiirleriyle Necip Fazıl’ı tanıtması ve arkasından kürsübaşı programı ile ilk etkinlikler başlatıldı. Ertesi gün 26 Haziran’da Prof. Dr. Turan Yazgan’ın adının bir caddeye verilmesiyle başlayan etkinlikler, halkın büyük bir coşkuyla katıldığı ve önde mehter takımı arkada büyük bir kalem ve kelam ordusuyla “şairler yürüyüşü” ile devam etti. Öğretmenevinin önünde Elazığlı şairler adına Mithat Yılmaz, Türkiye’den şairler adına Cemal Safi, Türkiye dışından katılan şairler adına Azerbaycanlı Elçin İskenderzade, Türksoy Genel Müdürü Duysen Kasseinov, F.Ü. Rektörü Fevzi Bingöl, Elazığ Belediye Başkanı Süleyman Selmanoğlu, Elazığ Valisi Muammer Erol konuşmalarıyla Hazar Şiir Akşamları’nın önemine dikkat çektiler. “Hatıralarla Üstad” adlı panelde Necip Fazıl’ın Sakarya şiirini Rıdvan Dağlar seslendirirken, oturum başkanlığını Ahmet Tevfik Ozan’ın yaptığı panele Prof. Dr. M. Sayım Tekelioğlu, Servet Kabaklı, Bekir Oğuz Başaran, Mustafa Miyasoğlu, Vehbi Vakkasoğlu ve İsa Kocakaplan katılarak, üstad ile olan anılarını anlattılar. Özellikle Bekir Oğuz Başaran’ın üstadın defin işlemlerini anlatması kendini ve dileyenleri hüzünlendirdi. Akşam programında ise açtığı okullarla Orta Asya’nın eğitim fatihi olarak görülen, iktisat alanında yaptığı çalışmalarla dikkat çeken, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan’a Vali Muammer Erol tarafından “Türk Dünyası Hizmet Ödülü” Belediye Başkanı tarafından adına açılan caddenin beratı, Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı Servet Kabaklı ve İskender Pala tarafından “Türk Dünyasının bilgesi” beratı takdim edildi. Verilen ödüllerin hemen ardından sazıyla sözünü birleştiren sazıyla sözüne ahenk, sözüyle sazına anlam katan Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu uzun zaman hafızalardan silinmeyecek bir konser verdiler. 27 Haziran cumartesi günü ise Necip Fazıl, ilçelerimizde akademisyen, şair ve yazarların katılımıyla çeşitli yönleriyle anlatıldı. Aynı saatlerde Öğretmenevinde ise oturum başkanlığını Bizim Külliye dergisinin genel yayın yönetmeni Nazım Payam’ın yaptığı ve Türk Edebiyatı, Temrin, Berceste, Kardeş Kalemler, Yenises, Kümbet, Kümbetaltı, Ay Vakti ve Yüzakı dergilerinin katılımıyla dergilerin ya-
yın çizgisi ve yayın ilkelerinin anlatıldığı bir panel gerçekleştirildi. Hemen ardından İskender Pala’nın “Şiirinin Sultanları” (Sultans of Poetry) adlı sergisi açıldı. 36 Osmanlı padişahının 26’sının şair olduğu ve her birinden bir şiirin bulunduğu sergi sanatseverler tarafından büyük takdir topladı. Aynı gün Prof. Dr. Ahmet Buran’ın başkanlığını yaptığı ve Prof. Dr. Mehmet Törenek , Mustafa Miyasoğlu, Doç. Dr. Galibe Hacıyeva, Eşgane Babayev, Mesud Akhtar Shaikh gibi Necip Fazıl hakkında derin bilgiye sahip olan isimlerin katılımıyla, Necip Fazıl’ın şairlik, yazarlık, tiyatro yazarlığı ve mütefekkir yönlerinin irdelendiği bir panel düzenlendi. Hazar’ın akşamla, akşamın şiirle buluştuğu eşsiz dakikalar yaşandı. Çeşitli coğrafyalardan gelerek 17. Hazar şiir akşamlarına renk katan şairlerimiz şunlardır: Abdullah Satoğlu (Türkiye), Ali Akbaş (Türkiye), Almas Temirbay (Kazakistan), Altynbek İsmailov (Kırgızistan), Ayşegül Dinçbaş (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti), Ayşen Dağlı (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti), Bahtiyar Aslan (Türkiye), Bedrettin Keleştimur (Türkiye), Bolat Mağazoğlu Sagındykov (Kazakistan), Cemal Safi (Türkiye), Çolpan Çetin (Tataristan), Doç. Dr. Galibe Hacıyeva (Nahçivan/Azerbaycan), Dolgormaa Sainbayar (Moğolistan), Ecaterina Ganeva (Gagavuz), Elçin İsgenderzade (Azerbaycan), Erol Tufan (Makedonya), Esat Kabaklı (Türkiye), Esentur Kılıçev (Kırgızistan), Farida Butaeva (Özbekistan), Gazi Özcan (Türkiye), Güldeniz Ekmen Agiş (Türkiye), Gülşen Yılmaz (Türkiye), Hasan Ahmet (Gümülcine), Karani Arda (Türkiye), Mahym Rozyyewa (Türkmenistan), Metin Önal Mengüşoğlu (Türkiye),Muhammed Ali Eşmeli (Türkiye), Mutalip Beppaev (Kabardey- Balkarya), Nurettin Gür Ozanoğlu (Türkiye), Nurullah Genç (Türkiye), Özcan Ünlü (Türkiye), Slave Dýmoske (Makedonya), Şemsettin Küzeci (Kerkük), Şeref Yılmaz (Türkiye), Türkeş Avşarlı (İran), Yahya Akengin (Türkiye). Hazar Şiir Akşamları, tarihte, fikirde, kültürde ve dilde birliğin ve ortak şuurun ortak bir sese dönüşmesidir. Türk Dünyasında Türkçe'nin yankılanmasının sembolik bir ifadesidir. Çeşitli Türk lehçelerinde söylenen şiirlerle dil kervanımız coğrafyalarda yürüyecek, birbirimizi hissedebildiğimiz, anlayabildiğimiz ölçüde Anadolu'da konuşlanacaktır.■
83
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
NAMIK YUSUF
A
ğın Haber Gazetesi’nin organize ettiği 2009 Ağın Kültür ve Sanat Şenliği, 7–8–9 Ağustos 2009 tarihlerine damgasını vurdu. Şenlik 7 Ağustos Cuma günü Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu Kültür Merkezi’nde düzenlenen açılış töreni ile başladı. Törende Ağın Kaymakamı Soner Zeybek, Ağın Belediye Başkanı Mustafa Yentür ve Ağın Haber Gazetesi adına Lokman Öztürk bir konuşma yaptı. Konuşmalarda, böyle bir şenliğin Ağın’da yapılıyor olmasının verdiği övünç ve mutluluk dile getirildi. Organizasyon adına yakışır bir açılıştan sonra kültür, sanat ve şenlik kavramlarının mükemmel uyumu ve “kültür” başlığının tecessüm ettiği “Neden Okuyoruz?” başlıklı konuşma ile devam etti. Adnan Binyazarın yaptığı “Neden Okuyoruz?” konulu konuşma dünü, bugünü ve yarını temsil eden, her yaştan izleyicinin yer aldığı salonda büyük ilgi gördü. Programa yediden yetmişe kadın-erkek herkesin büyük ilgi göstermesi özellikle belirtilmesi gereken ve Ağın’ı anlatması açısından önemli bir durum... Ağın’da en sıradan durum okumuş olmak olduğundan en meşhur yönü zihninizi beslemeye yöneliktir. Binyazar bu bölgedeki sarı otların bile kendisine büyük heyecan verdiğini belirterek konuşmaya baş-
ladı. Konuşmada birçok tespit gönül sıcaklığı ile dile getirildi Adnan Binyazar tarafından: “İcat eden bir toplum olmayışımızdan, Türkiye ile Batı ülkelerinde kişi başına düşen kitabın karşılaştırılması ve aradaki uçuruma, aydınlanmanın toplumun kendisinden başlaması gerektiğinden, asıl kimliğin dil ile kazanılacağına kadar… Organizasyonun ikinci oturumunda Ağın’ın yetiştirdiği iki büyük isim (Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu-Fethi Gemuhluoğlu) ile bu isimlerin yetişmesini hazırlayan tarihi, siyasi, sosyal ve ekonomik yapı “Ağın Kültürünü Mayalayan İnsanlar ve Eğitime Adanmış Hayatlar” konulu panelle dinleyicilere sunuldu. Panel, Prof. Zafer Gençaydın’ın başkanlığında Galatasaray Üniversitesinden Prof. Dr. Füsun Üstel, Fırat Üniversitesinden Prof. Dr. Ahmet Buran, Elazığ Kültür ve Turizm Müdürü Tahsin Öztürk’ün konuşmacı olarak katılımı ile gerçekleştirildi. Tahtasız Hoca’nın torunu olan Prof. Dr. Füsun Üstel’in yaptığı konuşmada; Ağın tarihinde yer alan ve eğitimi, adaleti, cesareti, azmi ve tevazuu ortaya koyan Tahtasız Hoca gibi insanların farklı kişilikleri ortaya koyularak Ağın’ın ayırıcı özellikleri dile getirilmeye çalışıldı.
84
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Prof. Dr. Ahmet Buran, Ağın’da kullanılan, yaşayan dilin özelliklerine değinerek Ağın Yöresi Ağzı üzerine bir sunum yaptı. Elazığ kültür Müdürü Tahsin Öztürk ise mekânlar ile kişilikler arasındaki ilişki üzerinde durarak Ağın’ı farklı bir açıdan anlatmaya çalıştı. Oturum Başkanı Prof. Zafer Gençaydın Ağın’ın iki önemli şahsiyeti üzerine yapılacak toplantılarda bu hususların uzmanlarınca ifade edileceğini belirterek katılımcılara ve izleyicilere teşekkür ederek paneli tamamladı. Cuma günü akşam Kemaliye Belediyesi Halk Oyunları Ekibi ve Fasıl Heyeti’nin gösterileri şenliğin ilk gecesini sanatları ile süslediler. 8 Ağustos Cumartesi günü sabah toplantısı Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Kişiliği ve Sanatı’na ayrılmıştı. Elazığ Valisi Sayın Muammer Orhan’ın da katılımı ile gerçekleştirilen Panelde Oturum Başkanı Olarak Mehmet Nuri Yardım, konuşmacı olarak; Yard. Doç. Dr. Emin Sezer, Şair Nazım Payam, İsa Kocakaplan, Şair Olcay yazıcı; Gençosmanoğlu’nun şiirlerini seslendirmek üzere ise; Şair Bestami Yazgan ve Şair Yusuf Dursun katıldı. Katılımcılardan Yard. Doç. Dr. Emin Sezer “kahraman” tipi üzerinde durdu. Gençosmanoğlu’nun şiirlerinde ortaya çıkan kahraman tipini Mehdi Ergüzel’in hazırladığı metni sunarak ifade etmeye çalıştı. İsa Kocakaplan şiirleri teknik açıdan ele alarak Gençosmanoğlu’nun bir sanatçı olduğunun unutulmaması gerektiğini belirti. Olcay Yazıcı Gençosmanoğlu’nun destanlarla beraber evrensel insan gerçeğini de yakaladığını, bu gücü de Yesevî dergâhından günümüze taşıdığını belirtti. Bu sebeple bir ihya medeniyetini dile getirdiğini, Doğu medeniyetini anlattığını belirtti.
Nazım Payam, Ağın’ın aydınları ile bilindiğini bunun devam etmesinin önemli bir sorumluluk olduğunu belirtti. Yusuf Dursun ve Bestami Yazgan okudukları Gençosmanoğlu şiirlerinin bir mana ses bayrağı olduğunu ve bir milletin bu bayrak altında binlerce yıl oturduğunu ifade ederek gönül saraylarımızın mimarı olduklarını vurguladı Gençosmanoğlu gibi şairlerin. Gençosmanoğlu’nun kardeşlerinin de katıldığı panelde şairin kardeş kişiliği de gözler önüne serilerek zor olanı nasıl kolaylaştırdığı belirtildi. Cumartesi günü yapılan ikinci oturumda ise yine Ağın’ın yetiştirdiği önemli isimlerden biri olan Fethi Gemuhluoğlu anılarak Ağın’ın Elazığımız, bölge kültürü ve Türkiye için ne kadar önemli bir yere sahip olduğunun resmini çizdi. “Fethi Gemuhluoğlu’nu Anarken” konulu oturumda Şerif Aydemir bir açılış konuşması yaparak katılımcıları tanıttı. Fethi Bey’in oğlu Mehmet Ali Gemuhluoğlu tarafından babası tanıtıldı. Malatya Valisi D.ç. Dr. Ulvi Saran’ın konuşmasından sonra, Oturum Başkanı Mehmet Nuri Yardım sırasıyla; Metin Eriş, Emin Işık, Emin Sezer, Nazif Gürdoğan ve Sadık Yalsızuçanlar’a söz verdi. Mehmet Ali Gemuhluoğlu’nun yaptığı teşekkür konuşması ile oturum tamamlandı. Ağın Kültür ve Sanat Şenliği 8 Ağustos Cumartesi günü saat: 20.00’da Selahattin Alpay’ın da katıldığı müzik, tiyatro ve ödül töreni ile tamamlandı. Bu organizasyonu hazırlayan Ağın Haber Gazetesi yetkililerine Yazı işleri Müdürü Lokman Öztürk’e ve Yayın Danışmanı Şerif Aydemir’e Türkiye’ye mal olmuş bu insanları kendi memleketleri olan Ağın’dan seslenerek yeniden gündeme getirdikleri için teşekkür ederiz.■
85
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
"Harput ve Elazığ'a dair kaynak eserler" M. NACİ ONUR
H
Bu eserleri zikretmeden etmeden önce, Harput hakkında kısa bilgi vermek yerinde olur kanaatindeyim. Kerkük, Urfa, , Harput ve Azerbaycan Bakü’yü bir at nalı şeklinde düşünürsek; dil itibariyle, hatta örf ve âdetlerinin benzerliğiyle, bu at nalı içerisinde yer alan saydığımız vilayetlerin hemen hemen hepsi birbirine çok benzer. Bu bakımdan at nalını elimizde sıkıştırdığımız zaman, iki ucun birleşmesi bizi asıl çıkış yerimiz olan Orta Asya’ya, yani köklerimize götürür. Harput kelimesinin oluşumuyla ilgili, eskiden beri ortaya atılan görüş ve rivayet şudur. Kar-pert diye tabir edilen iki kelimeden meydana geldiği, “kar”ın taş, "pert"in de kale manasında olduğu, böylece kar-pet’in de “taş kale” anlamında kullanıldığı kaydedilmekte , zaman içerisinde ağızlarda söylene söylene bugün telaffuz ettiğimiz şekline dönüştüğü belirtilmektedir. Hurrilerden, Hititlerden, Urartulardan, Romanlılardan Araplara oradan da Artukoğullarına, Selçuklulara daha sonra da İranlılara ve 1514’lerde Osmanlılara geçen Harput’un böyle bir tarihî seyri var. 110 yıl evvel Harput’u düşündüğümüzde, 30 bin nüfusunun olduğunu görürüz. 11 tane mahalle mektebi, 7 tane İlkokul, 1 Sultani, 1 Rüştiye, 1 Darü’l – Muallimin yani öğretmen okulu, 1 tane Yüksek İslam Enstitüsü, 1 Bayındırlık Okulu, 1 İpekböcekçiliği Okulu’nun varlığını kayıtlardan öğreniyoruz. Böylece Harput’u bu şekliyle aktardıktan sonra, asıl konumuz olan “Harput ve Elazığ’a Dair Kaynak Eserlere” geçmek istiyorum. Kaynak eserleri meydana getirenler, büyük gayret sarf ettiler, gönüllerinden geldiği gibi şevkle ve arzuyla Elazığ’a, Harput’a hizmet ederken kalemlerini kullan-
arput’un tarihinin çok eskilere dayandığı kaynaklardan tespit edilmekte, buna paralel olarak kültürünün ve hayat tarzının da aynı derecede eski olduğu sonucuna varılmaktadır. Bu bakımdan kadim bir kültür varlığına sahip Harput ve onun varisi Elazığ ile ilgili kaynak görevini görecek yayınlanmış eserler ile dergi ve gazeteleri gözler önüne sermek önemli bir görevi ifa etmek manasına gelir. Herhangi bir dalda meydana getirilen eserler, ele alınan konu hakkında geniş bilgi ihtiva etmesi yönünden değer taşır. İçeriği itibariyle o konunun daha iyi anlaşılmasını temin ettiği gibi, başka dallara ışık tutması bakımından da önemlidir. Bir araştırmacı, ortaya konan eserlerde kendine yarayacak bilgileri arar bulur. “İğneyle kuyu kazmak” diye bir deyim vardır. İşte bu deyime uygun olarak; edebiyatla, şiirle meşgul olan araştırmacı, tarihî eserin bir yerinde şair olan kişinin şiirine rastladığında, onunla ilgili o ana kadar bilinmeyenleri ortaya koymaya başlamak için bir anahtar bulmuş demektir. Aynı tarzda, şairin divanındaki bir gazelde veya zamanımız şairlerinin birinin şiirinde, tarihî hâdiseye ait işaret varsa ve tarihle ilgili bilgiler veriyorsa, tarih araştırmacısı için o şiir, mücevher kıymeti taşır. İşte biz de Elazığ’la, Harput’la ilgili yazılmış ve neşredilmiş olan eserleri, Elazığ’da çıkmış ve çıkmakta olan dergi ve gazeteleri burada sıralamak ve onlarla ilgili az da olsa bilgi vermek suretiyle, araştırma ve inceleme yapacak olanlara yardımcı olmak ve bu konulara ilgi duyan kişilerin dikkatlerini çekmek ve bilgi sahibi olmalarını temin etmek istedik. Bununla beraber, yayınlanmış olan eserlerin bizim için bir değer olduğunu, bu değerleri bir bütün hâlinde gözler önüne sermeği amaçladık.
86
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
dılar. Hepsinin gözüne, eline, zihnine ve gönüllerine sağlık diyorum. Bu eserleri şu şekilde sıralayabiliriz.
hur çalgıcıları, bestecileri ve türkücüleri anlatılmış, mahalli makamlara örnekler verilmiştir.
Sunguroğlu, İshak: Harput Yollarında İstanbul 1959 Rahmetli İshak Sunguroğlu’nun hazırlamış olduğu ve ilk baskısının 1959 yılında, daha sonra Elazığ Kültür ve Tanıtma Vakfınca 2. baskının yapıldığı 4 ciltten müteşekkil bir eserdir. 1.ciltte; Harput tarihi, 2.ciltte kültür hareketlerine dair bilgiler, okullar, âlimler, mutasavvıflar, şairler ve hattatlar yer alıyor. 3.ciltte, Harput folkloru, musikisi, oyunları, hikâyeleri ve kıyafetleri var. 4.ciltte ise Harput’ta evlenme, düğün, doğum, ölüm, âdetler, sünnet, bayram, hac, kış ve yaz eğlencesiyle ilgili bilgiler yer alıyor. Kısacası, gerçekten İshak Sunguroğlu kendi hayatını, Harput’un bu folklorik araştırmalarına vakfetmiş, maddi manevi bütün varını yoğunu bu uğurda sarf etmiştir.
Aksın, Ahmet: 19. Yüzyılda Harput, Elazığ-1999 Doç. Dr. Ahmet Aksın tarafından Elazığ’da 1999 yılında yayınlanmıştır. Harput ve bu beldenin idari şekli, mahalleleri, nüfusu, sosyal yapısı, iktisadi durumu şeklinde, 5 bölümde incelenmiştir.
Aydoğmuş, Günerkan: Harput Kültüründe Din Âlimleri, Elazığ-1998 Günerkan Aydoğmuş’ın hazırladığı bu eser, Elazığ’da 1998 yılında yayınlanmıştır. Eser, 3 bölümden müteşekkildir. 1.bölümde, Harput’taki müderrisler ( profesörler ), müftüler ve diğer dinî şahsiyetlere yer verilmiştir. 2. bölümde, mutasavvıflar ve bunların türbeleri, 3. bölümde, şehit türbeleri yer almıştır.
Buran, Ahmet: Elazığ Ağızları, Elazığ-2003 Prof. Dr. Ahmet Buran tarafından Elazığ’da, 2003 tarihinde yayınlanmıştır. Elazığ ağzıyla ilgili ilmî bir eserdir. Eserin sonunda sözlük ve onu takiben de Elazığ ağzına has dualar, beddualar, deyimler ve tabirler yer almıştır.
Memişoğlu, Fikret: Harput Halk Bilgileri, Elazığ1995 Fikret Memişoğlu’na ait olan bu eser, Elazığ’da 1995 yılında basılmıştır, Harput’un folkloru, edebiyatı ve kültürü ile ilgili geniş bilgi ihtiva etmektedir. Ardıçoğlu, Nurettin: Harput Tarihi, Ankara - 1997 Eski Turizm Bakanı Nurettin Ardıçoğlu’na ait bu eserin, 2. baskısı Ankara’da 1997 yılında yapılmıştır. Başlangıçtan 17. yüzyıl dâhil; Harput’un tarihî, resimlerle okuyucuya sunulmuştur. Kısaparmak, Fatih: Dil Folklorü Açısından Harput Ağzı: Fatih Kısaparmak tarafından Harput ağzı geniş şekilde irdelenmiş, Kerkük manileriyle Harput manileri karşılaştırılmış, mukayese edilmiş ve birbirine son derece benzedikleri tespit edilmiş, yorum getirilmiş ve arkasına da bir sözlük ilave edilmiştir. Memişoğlu, Fikret: Harput Ahengi, İstanbul-1996 Fikret Memişoğlu tarafından yazılmış, İstanbul’da 1966 yılında basılmıştır. Harput’un ve Elazığ’ın meş-
Güler, Zülfü: Elazığ Ağzı, Elazığ-1992 Yrd. Doç.Dr. Zülfü Güler tarafından Elazığ’da 1992 yılında yayınlanmıştır. Harput-Elazığ ağzının Türkçe içindeki yeri incelenmiştir. Atasözleri, hikâyeler ve masallara yer verilmiş, mahalli kelimeler ve bunların manaları sözlük şeklinde eserin sonunda yer almıştır. Elazığ Müftülüğü: Dünü ve Bugünüyle Harput, Elazığ.1998 2 ciltten müteşekkildir. 24 ve 27 Eylül – 1998 tarihlerinde Elazığ Müftülüğünün tertiplediği sempozyumdaki Harput’la ilgili sunulan tebliğleri ihtiva eder.
Memişoğlu, Fikret: Harput Divanı, Ankara-1995 Fikret, Memişoğlu tarafından hazırlanmış, ancak başka bir kurumca Ankara’da 1995’de basılmıştır. Harput’ta yetişmiş şairler ve şiirleri hakkında geniş bilgi bulmak mümkündür. Ünal, Mehmet Ali: 16. Yüzyılda Harput Sancağı, Ankara-1989 Prof. Dr. Mehmet Ali Ünal tarafından Ankara’da 1989 yılında bastırılmıştır. Harput’a sancaklık unvanının verildiği 16. asırdaki idari taksimat ile idare şekli ve bağlı olan vilayetler hakkında çok geniş bilgiler vardır. Günay, Umay: Elazığ Masalları, Erzurum-1975 Prof. Dr. Umay Günay tarafından Erzurum’da, 1975 yılında basılmıştır. Elazığ’dan derlenmiş olan masallar, kişilerin künyeleri verilmek suretiyle Elazığ ağzı özellikleriyle yazıya geçirilmiştir. Açıkses, Erdal: Amerikalıların Harput’taki Misyo nerlik Faaliyetleri, Elazığ-2003 Bu eser de Doç.Dr. Erdal Açıkses tarafından 2003 yılında basılmıştır. Misyonerlerin Harput’taki faaliyetleri, konsolosluk, misyonerlik, eğitim ve sağlık başlıklarıyla ele alınmıştır.
87
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Onur, M.Naci: Harputlu Divan Şairleri, İstanbul1988 Dr. M. Naci Onur tarafından hazırlanmıştır. 9 tane Harputlu Divan şairinin hayatı incelenmiş ve şiirlerinden örnekler verilmiştir. Onur, M. Naci: Harputlu Rahmi Divanı, Ankara1996 Dr. M. Naci Onur ve İbrahim Kavaz’ın müştereken 1996 yılında hazırlanan ve Ankara’da basılan eserde, Hoğulu (Yurtbaşılı) Rahmi’nin hayatı, edebî kişiliği ve eseri tanıtılmış, divanı Türk harfleriyle verilirken, şiirlerin tamamı nesre çevrilmiştir. Onur, M. Naci: Harputlu Şair Hacı Hayri Bey, İstanbul-2004 Dr. M. Naci Onur tarafından 2004 yılında İstanbul’da basılan bu eserde, şairin hayatı, edebî kişiliği, şiirleri ve bu şiirlerin nesri verilmiştir. Onur, M. Naci: Harputlu Şair Mustafa Sabri Efen di, Elazığ- 2007 Dr. M. Naci Onur tarafından hazırlanan eserde şairin hayatı, edebi şahsiyeti, şiirleri ve bu şiirlerin nesre çevrilmiş ve bir kitap hâlinde Elazığ’da 2007 yılında neşredilmiştir. Ayrıca, aşağıda sadece yazarlarını ve isimlerini, basılış yeri ve tarihlerini vereceğimiz eserler ile dergi ve gazeteler de Harput’a ve Elazığ’a dair önemli bilgileri ihtiva etmeleri yönünden, müracaat edilecek kaynaklar arasında yer almaktadır. Görkem, İsmail: Elazığ Efsaneleri, Elazığ-2006 Katı İ. Ekrem: Elazığ Fıkraları, Elazığ- 2005 Coşkun, Fikret: Harput Ezgileri, Elazığ-1997 Çakmak, Yücel: Türkülerimiz Öykülerimiz, Elazığ2005 Yılmaz, R. Mithat: Şiir Şiir Elazığ, Elazığ-2006 Demirel, Yurdal: Pulutlu Halil Efendi, Elazığ -2006 Demirel, Yurdal: Bulutoğulları, Elazığ-2006 Gökçe, Orhan: Olaylar ve Fıkralarla Biyografi, Elazığ-2005 Demirtaş, Feyzullah: Mirdasi HükümdarlarıPalu ve Eğin Hükümetleri ve Çermik Beyliği, İstanbul- 2005 Çarsancaklı, Ziya: Hatıralardan Bir Demet-Dert Yumağı, İstanbul-2002 Yapıcı, Süleyman: Palu-Tarih, Kültür, İdari ve Sosyal Yapı Ankara-2004 Septioğlu, Hüsamettin: Palu ve Şeyh Ali-yi Septi Hazretleri, Elazığ- 2004 Bican, Zekeriyya: Sekizinci Şehir, Elazığ’a Harput’tan İnciler 1 Ankara-2005 Güler, Meftune: Harput Efsaneleri, Elazığ-2000 Kacar, Şükrü: Bu Toprağın Yaşayan Ozanları 1. cilt Elazığ-1993 Kacar, Şükrü: Bu Toprağın Yaşayan Ozanları 2. Cilt Elazığ- 1995
Kacar, Şükrü: Bu Toprağın Yaşayan Ozanları 3. cilt, Elazığ-2002 Ekici, Savaş: Elazığ Harput Müziği, Ankara-2009 Kacar, Şükrü: Damdaki Saksağan, Elazığ- 2000 Demirel, B.Ali: Doğu Anadolu Çıkmaz Sokak, Elazığ-1995 Demirel, B.Ali: Elazığ’da Sanayi, Elazığ- 1998 Komisyon: Mamuratü’l-Aziz Vilayet Salnameleri , (çeşitli tarih) Kılıç Orhan-Hüseynikoğlu, Ayşegül: Elazığ Bibli yografyası, Elazığ-2003 Aydoğmuş, Günerkan: Ak Topraklar Üzerinde Bir İlçe, Ağın Elazığ- 1992 Elgiad Yayın I: Anılarla Elazığ(Fotoğraflar) Elazığ-1992 Fırat Üniv. Yayını: Tarih İçinde Harput, Elazığ1992 Kutlu, Muhtar: Şavaklı Türkmenlerde Göçer Hay vancılık, Ankara-1987 Buran, Ahmet: Elazığ İli Ağızları, Elazığ-2003 Gülensoy, Tuncer- Elazığ Yöresi Ağızlarından Buran, Ahmet: Derlemeler, Ankara- 1994 Memişoğlu, Ferhan: Elazığ Kılavuzu, Elazığ-1977 Binici, Muharrem: Elazığ-Harput Turizm Rehberi -Elazığ Başaran, Hanifi: Elli Yıl Öncesinin Elazığ Çocuk Oyunları, Ankara -1993 Sivrikaya, Sabahattin: Notalarıyla Elazığ Yöresi Halk Oyunları Müzikleri, İstanbul- 2002 Özel, Gönül: Elazığ El Sanatları, Elazığ- 2008 Elazığ Valiliği: Notalarla Harput Musikisi (2 cilt) Elazığ- 1999 Turhan, Salih -Taşbilek, Şemsettin: Elazığ-Harput Havaları, Ankara- 2009 Bican, Zekeriya: Sekizinci Şehirde İz Bırakanlar 2 Ankara-2009 Danık, Ertuğrul-Balaban, Mustafa: Harput Gezi Rehberi, Elazığ - 2004 Komisyon: Elazığ Mutfak Kültürü, Elazığ-2003 Demirel, Yurdal: Tarık Tahiroğlu’nun Hatıralarıyla Elaziz’den Elazığ’a, Elazığ- 2007 Çakmak, Yücel: Türkülerimiz Öykülerimiz, Elazığ2005 Payam, Nazım-Döner, Sıtkı: Elazığ Eğitim- Öğre tim Tarihi, Elazığ-1998 Elaziz Ticaret ve Sanayi Odası: Elaziz’de İktisadi Umran ve Refah Adımları(Büyük Türk Cumhuriyetimizin 10.Yılında) Elazığ- 1933 Günel, Sadi: Üçayak- Revü-Müzik-Oyun-Söz, İstanbul-1936 Arsunar, M.Ferruh: Elaziz Halk Türküleri ve Oyun ları, İstanbul – 1936 Arsunar, M.Ferruh: Elaziz Bakırmadeni Kazası Halk Türküleri-İstanbul- 1936
88
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
MAHALLİ GAZETELER 1925 YILINA KADAR ÇIKANLAR Mamuratü’l-Aziz gazetesi: Elazığ’da ilk matbaa, taş baskısı olarak Vali Hacı Ahmet İzzet paşa zamanında 1866’da Müzlef-zade Rıza Efendi tarafından kurulmuş, Süleyman ve Ali Efendilerin yardımıyla işletilmiştir. Bu matbaada ilk olarak Kaside-i Bürde’e’yi şerh eden Ömer Nami Efendi’nin Manzume-i Naimiye isimli eseri basılmıştır.1883’te de Matbaa Müdürü Hacı Ömer Bey’in gözetiminde Mamuratü’l-Aziz gazetesi yayınlanmaya başlamış, 1914 yılında kapanmıştır.
Yeni Harput gazetesi: 1955 yılında Dursun Çolakoğlu tarafından çıkarılmış, bir müddet sonra Yılmaz Özgül kardeşlere devredilmiş, 1970’li yıllarda da yayın hayatı sona ermiştir. Elazığ-.Harput Sesi gazetesi : Zamanın Elazığ Valisi Vefik Kitapçıgil’in gayreti ile 1957 yılında yayın hayatına başlamış, ancak valinin Elazığ’dan ayrılmasıyla yayını son bulmuştur. Son Söz gazetesi: 1961 yılında çıkmaya başlamış, daha sonra yayın hayatından çekilmiştir.
Şark gazetesi: 1918 yılında Mevlüt Apaydın tarafından çıkarılan bu gazete, daha sonra Aziz Bey’e devredilmiştir.
Yeni Çağ gazetesi: Yunus Çelik tarafından kurulmuş ve 1995 yılında yayın hayatına başlamış ve devam etmektedir.
Satvet-i Milliye: 1922 yılında yayın hayatına başlamış, vilayetle ters düştüğü için kısa zaman sonra kapanmıştır.
Günışığı gazetesi: 1997 yılında İbrahim Taşel tarafından çıkarılmış ve hâlen çıkmaktadır.
Yeni Mefkûre 1923’te Süleyman Sırrı Bey tarafından iki sene süreyle çıkarılmıştır.
Fırat gazetesi: Kemal Ergun Aslan tarafından 1984 yılında kurulan gazete yayın hayatını sürdürmektedir.
1925 YILINDAN SONRA ÇIKANLAR
Elazığ Birlik Haber gazetesi: Aydın Meral tarafından 2002 yılında kurulmuş ve hâlen yayınlanmaktadır.
Turan gazetesi: Merhum İhsan Turan terefından 1926 yılında çıkarılan bu gazete en uzun ömürlü gazete unvanına sahiptir. Kürsübaşı gazetesi: İstanbul’daki Elazığlılar tarafından 1944 yılında mizah gazetesi olarak çıkarılmıştır, yılda bir defa derneğin düzenlediği gecelerde okunmak ve dağıtılmak üzere çıkarılmaktaydı, uzun bir süredir yayınlanmamaktadır. Harput gazetesi: 1949 yılında Tercüman Gazetesi eski yazarlarından rahmetli Ali Rıza Alp tarafından çıkarılmış, ancak ömrü az olmuştur. Doğu postası: 1946 yılında eski Turizm Bakanı Nurettin Ardıçoğlu tarafından çıkarılmış, bunun da ömrü kısa olmuştur. Elazığ gazetesi: 1951 yılında Necip Bingöl tarafından çıkarılan bu gazete, yayın hayatına 1991'de son vermiştir. Uluova gazetesi: Muhsin Parlar ve Şevket Çeçen tarafından 1953 yılında çıkarılan bu gazete, şu anda Aydın Meral’in sahipliğinde yayın hayatını sürdürmektedir.
Ayışığı gazetesi: Mustafa Feyzi Özer tarafından 2004 yılında kurulan gazete hâlen çıkmaktadır. Günebakış gazetesi: 2006 yılında Gülden Türk tarafından kurulmuş, günlük olarak neşredilmektedir. Yeni Ufuk gazetesi: 2007 yılında neşriyata başlamış, bir müddet sonra yayın hayatına ara vererek, 2009 yılında yeniden günlük olarak çıkmaya başlamıştır. El-Aziz gazetesi: Mahmut Nacar tarafından 1998 yılında kurulan bu gazete yayın hayatını haftalık olarak sürdürmektedir. Keban’ın Sesi gazetesi: Hüsamettin Kaya tarafından kurulan bu gazete de 1995 yılında yayına başlamış ve üç ayda bir neşredilmektedir. Karakoçan’ın Sesi gazetesi: 2008 Yılında Tahsin Aydın tarafından kurulan ve
89
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
devam eden gazete, haftalık olarak yayınlanmaktadır. Yeni Elazığ gazetesi: 1998 yılında kurulmuştur ve yayını devam etmektedir. Elazığ Ticaret gazetesi: Elazığ Ticaret ve Sanayi Odası tarafından 1996 yılında kurulan ve on beş günde bir yayınlanan gazetedir. Fırat İletişim gazetesi: F.Ü.İletişim Fakültesince 2003 yılında çıkmaya başlamış ve 2005'te yayın hayatı sona ermiştir. Fırat Haber gazetesi: Fırat Üniversitesi tarafından 1985 yılında kurulan gazete ayda bir çıkmaktadır. Harput gazetesi: Ahmet Fethi Arslan tarafından 1996 yılında yayın hayatına başlamıştır. Nurhak gazetesi: 1972 yılında kurulan Nurhak Gazetesinin şimdiki sahibi N. Rıdvan Kaya’dır. Gazete günlük olarak çıkmaktadır. Palu’nun Sesi gazetesi: Veysel Doğan tarafından 1999 yılında kurulan gazete aylık olarak çıkmaktadır. DERGİLER Başkan Dergisi: Mehmet Topal yönetiminde 2004 yılından beri yayın hayatını sürdürmektedir ve ayda bir defa çıkmaktadır. Bizim Külliye dergisi: İzzetpaşa Vakfı adına Vakıf Başkanı Nihat Eriş’in imtiyaz sahibi olduğu ve İzzetpaşa Vakfı tarafından 1999 yılından beri çıkarılan kültür ve sanat dergisi, üç ayda bir yayınlanmaktadır. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü dergisi: Sosyal Bilimler Enstitüsünün, senede iki defa çıkardığı bilimsel bir dergidir. Fırat Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü dergisi: Fen Bilimleri Enstitüsünün, her altı ayda bir yayınladığı bilimsel nitelikteki bir dergidir.
Sağlık Bilimleri Enstitüsü dergisi: Enstitünün, sağlıkla ilgili yazıları ihtiva eden bilimsel dergisidir ve altı ayda bir yayınlanmaktadır. Fırat dergisi: Vali Abdulkadir Bey zamanında, Fırat Mecmuası adıyla 3 sayı çıkan bu dergi, valinin Ankara’ya tayininden sonra çıkmamıştır. Sesimiz dergisi: Elazığ öğretmenler Derneği tarafından 1963 yılında çıkarılan bu dergi, bir müddet sonra, maddi sıkıntı dolayısıyla çıkamamıştır. Yeni Fırat dergisi: Fikret Memişoğlu tarafından 1965 yılında yayınlanmaya başlayan dergi 36 sayı çıkmış ve 1968 yılında, yayın hayatı son bulmuştur. Altan dergisi: Elazığ(Elaziz) Halkevi tarafından ve Vali Tevfik Gür zamanında önce Çığır, sonra da Altan ismiyle, 22 Şubat 1935 tarihinden itibaren çıkarılmaya başlanmış ve 48. sayısı ile 29.İlkteşrin. 1939 yılında kapanmıştır. Bu dergiyle ilgili geniş bilgi, Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Arş Gör. Yavuz Yalkır’ın Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi Şubat. 2007 tarihli ve 166. - 171. sayılardaki makalelerinden temin edilebilir. Elazığ’ın Sesi Harput dergisi: Elazığ İlim ve Kültür Derneği’nin bir yayın organı olarak yılda bir defa 1978 yılında çıkmış ve 1979 yılı sonunda kapanmıştır. Hedef dergisi: Önce “Gakkoşa Hedef – Maziden Atiye” ismiyle 1979 yılında yayın hayatına başlayan ve aylık çıkan bu dergi, bir iki sayı sonra ismini değiştirerek, sadece Hedef olarak neşredilmiş, bir yıl devam etmiş, daha sonra da kapanmıştır. Bütün bu bilgilerin yanı sıra Harput’un ve Elazığ’ın kültürüne ait istifade edeceğimiz eserlerden “Hazar Şiir Akşamları Güldestesi ” de ayrı bir önem taşımaktadır. Hazar Şiir Akşamları programlarına katılan şairlerin, özgeçmişleri ile şiirlerinden örnekleri içeren bu eserlerin editörlüğünü ve programların organizatörlüğünü Şener Bulut yapmıştır, şu ana kadar yapılanlara ait 14.15 ve 16. 17. “Hazar Şiir Akşamları Güldestesi” hariç, diğerlerinin hepsi kitap hâlinde yayınlanmıştır. Bir ilim, kültür ve irfan şehri olan Elazığ’da bu eserlerin çıkması bizler için iftihar vesilesidir. Daha nicelerinin de bu kervana katılmaları, en hâlisane duygu ve temennimizdir.■
90
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
Saatsiz ülke AHMET FARUK GÜLER
Y
iğit Kulabaş’ın “Zamanya” adlı ilk romanının ardından ikinci romanı “Saatsiz Ülke” temmuz ayı içerisinde kitapçılarda yerini aldı. İlk kitabında okuyucuların dikkatini zaman kavramı üzerine çeken ve kitabı bir ilke imza atarak internet ortamında hazırlanan web sayfasıyla interaktif olarak destekleyen yazar, ikinci romanıyla birlikte yine karşımızda. İlk kitabının gördüğü beğeni ve olumlu eleştirilerin ardından yazar ikinci romanı olan Saatsiz Ülke’de de zaman kavramını işlemeye devam etmekte. İnsanların hayatında önemli bir yere sahip olan “zaman” kavramının sorgulanması, aslında insanı ve evreni anlamlandırma çabasından başka bir şey değil. Saatlere kurulmuş bireylerin gündelik yaşamlarında bir koşturmaca içerisinde geçen yaşamlarına sıkı bir eleştiri getiren yazar Yiğit Kulabaş, ikinci kitabı olan Saatsiz Ülke ile bu eleştirinin dozunu artırarak sürdürmekte. İşlenen temanın zaman kavramı gibi dikkat çekici bir hususta olması münasebetiyle insanların dikkatini çekmeyi başaran yazar, ilk kitabının devamı niteliğinde kaleme aldığı ikinci kitabında ilk kitabının gölgesinde kalmış gibi. Saatsiz Ülke tek başına ele alınması gereken müstakil bir eser olması gerekirken adeta Zamanya’nın devamı niteliğinde ve devam niteliğindeki kitapla yeni tanışan okuyucular için bu durum çok büyük bir sıkıntı yaratmakta. Kitap, kendi içinde bağımsız bir olay barındırsa da sürekli Zamanya’ya yapılan göndermeler okuyucuyu eserin iç dünyasından koparmakta. Karakterlerin bireysel gelişim ve değişimle-
rinin Zamanya’da yer alması, Saatsiz Ülke’de kahramanları tanıma süreci eksik kalmakta. Bu söylediklerimiz kitabı bağımsız olarak düşünmemizden kaynaklanmakta. Ancak gerek yayınevi gerekse yazar bunun aksini ispat edecek bir söyleme yer vermemektedirler. Bu sebeple ilk olarak Zamanya’da yer alması gereken ancak eserin yayınlanma sürecinde kitaptan çıkarılmış bir bölümün genişletilerek yeni bir kitap olarak karşımıza çıktığını düşünmek mümkün. Ayrıca eserin dünyasında yer yer monologların fazlalığı romanın akıcılığına sekte vursa da işlenen temanın ilginçliği kitabı okunur kılmakta. Kimi zaman okuyucuya bilgi verici bir mahiyet kazanan eser akabinde birden hızlanan temposuyla durağanlığını kırmaya çalışmakta. Tüm bunlara rağmen “Saatsiz Ülke”de zaman kavramının temel sorunsal olarak tartışıldığı ve okuyucuların zihninde saatlerin işlemediği bir dünyanın nasıl şekilleneceği ile ilgili soru işaretlerine yer verilmesi açısından oldukça akıllıca düşünülmüş ve insanları düşünmeye sevk eden bir roman. Günümüzde yayınlanan birbirinin kopyası kitapları okumaktan sıkılan okuyucular için alternatif bir roman. Hayatın sürekli programlanmış bir düzende sürdürülen sıkıcı tekrarı karşısında değişiklik arayanlara önce Zamanya ve akabinde Saatsiz Ülke’nin iyi geleceği kanaatindeyim. Saatsiz Ülke, Yiğit Kulabaş, Everest Yayınları, İstanbul 2009
91
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
FATİH YÜKSEL Edebiyatımızda Hüzün
Edebiyatımızda hüzün en yaygın temalardandır. Ayrılık, gurbet ve ölüm konuları işlenirken hüznümüz anlatılmıştır. “Edebiyatımızda Hüzün” Türk edebiyatının son 200 yıllık geçmişindeki hüzün haritasını ortaya koyuyor. Erken ölen şair ve yazarlar, çocuklarını ve yakınlarını kaybeden edebiyatçılar, türlü hastalıklarla, sıkıntılarla mücadele eden yazı erbabı, bu kitapta önümüze çıkıyor. Edebiyat araştırmalarıyla tanınan Mehmet Nuri Yardım, benzeri az olan bu eserinde melankolik ruhlu, bunalıma düşmüş, serazat kişilerin yanı sıra, yaşadığı acılara rağmen direnç göstererek ayakta durabilen, ümidini ve coşkusunu kaybetmeyen kalem ustalarına da dikkat çekerek, 1815’ten günümüze kadar uzanan bir hüzün haritasının sınır taşlarını işaretliyor. İsteme adresi: Yağmur Yayınevi; Cağaloğlu Yokuşu, Narlıbahçe sk. No: 1 Özhekim İşhanı Kat: 2/23 Eminönü / İstanbul
Kaybolmuş Günler (Roman)
“Kaybolmuş Günler”, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından iki defa yılın romancısı seçilen Mustafa Miyasoğlu’nun ilk romanı. Bu eserde yazarımız gelgitlerin yaşandığı ve fırtınalı dönemlerin, sancılı günlerin anlatıldığı 60 sonrasında ortaya çıkan üç nesli bir arada anlatmaktadır. Kaybolmuş Günler, daha ilk baskısının yayınlandığı yıl içerisinde Milli Kültür Vakfı Armağanı(1975) kazanmıştır. İsteme adresi: Akçağ Yayım Pazarlama A.Ş. Tuna Cad. No:8/1
92
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
İsteme adresi: Bilge Terzi M. Sait Çemegil, Beyan Yayınları, Ankara Cad.49.34112 Cağoloğlu-İstanbul, 2009,
Kızılay – Ankara, 2009.
İslam Tarihinde İktisadi Uygulamalar (İnceleme)
Nevzat Ülgen, bu eserinde İslâm Tarihi içerisinde kurulmuş devletlerin ekonomik yapısını inceliyor. Her ne kadar kitabın başlığında İslâm Tarihinde İktisadi uygulamalar denilse de kitabı incelediğimizde yazarın Anadolu’da varlıklarını sürdüren Ön Tarihteki kavimlerin kurduğu devletlerin ekonomik yaklaşımlarından bahsettiğini görmekteyiz. Bu da esere artı bir değer katıyor. İsteme adresi: Elif Ofset Matbaacılık, Gazi Cad. Horasan Sok. No:8/A Elazığ, 2009.
Yıldız Gözlü Melek Yüzlü Şiirler (Şiir)
Son yıllarda çocuk edebiyatıyla dikkat çeken Yusuf Dursun “Tatlı mı Tatlı Duam Kanatlı” eserinden sonra, şimdi de “Yıldız Gözlü Melek Yüzlü Şiirler” adlı kitabı ile yine küçük okuyucularının huzurunda. “Yıldız Gözlü Melek Yüzlü Şiirler”in her kelimesi çocukların sözlüğünden özenle seçilmiş, sevgiyle yoğrulmuş, insanî değerlerle bezenmiş, böylece çocukların kendini ifade etme şansını onlara yakalatmış. Yalnız çocuklara mı? “Gök kuşağında yatan, Yıldızlara can katan, Her an gözümde tüten Çocukluğum nerdesin?” İsteme adresi: Nesil Yayınları, Sanayi Cad. Bilge Sok. No:2,34196 Yenibosna –İstanbul, 2009.
Bilge Terzi M. Said Çekmegil (İnceleme)
Metin Önal Mengüşoğlu yakından tanıdığı M. Said Çekmegil’i anlatıyor Bilge Terzi kitabında. Çekmegil’in kişiliğinde tanık olduğu, son alaylı mütefekkirin ilginç hayat ve düşünce serüvenini bütün boyutlarıyla yansıtıyor. Çok az yazarın yakalayabileceği bir içtenlik ve duyarlılıkla Said Ağabeyini anlatıyor. Mengüşoğlu, ona duyduğu sevgiyi dile getirirken onun fikir dünyasının temellerini de ortaya koyan bir sorumluluk bilinciyle hareket ediyor.
Bir Ayşe Akay Antolojisi “Kırmızı Hayaller”
Şair ve yazar Ayşe Akay’ın “Kırmızı Hayaller” adlı eseri Hikâyeler, Denemeler, Eleştiri, Makaleler, Mülakat ve Şiirler bölümlerinden oluşmaktadır. Edebiyatçı olup da şiire mürekkebi damlamayan insan var mıdır acaba! Ayşe Akay’ın da bu eseri daha çok şiir ağırlıklı. Zaten kitabında: “İşte şiir benim parçam, evladım. Şiire kardeşler verdim: Denemeler, öyküler, makaleler.” sözüyle şiire olan bağlılığını göstermiş, mensur türlerle şiirin ilişkisini kardeş gibi değerlendirmesi de kitabın içeriğine yansımıştır. Kitaba ismini veren “Kımızı Hayal” adlı hikâye çocukluk ve aile temlerini yansıtırken, denemelerinde lirik bir üslup dikkat çekiyor. Şiirlerinde ise özellikle “Ona Dair” bölümünde manevi sığınağın eşiğinde dolaşan insanın, nesneden özneye dönüşme çabasını dini imgelerle görüyoruz. Kendi ifadesiyle “Geçici itibar peşinde olmadan kâinattaki muhteşem ifadeyi sökmek ister.” Genç yazarımız da bu ifadeyi sökmek için bir arayış içine girerek, mana iklimine dalmıştır. İsteme adresi: www.ayseakay.net
Ruşen Ali Cengi (Şiir)
Yaşar Bedri imzalı kitap insanı kendi kabuğuna götüren dizelerden oluşuyor. 80 sonrası şiirimizin önemli kalemlerinden biri olan Yaşar Bedir’inin “Ruşen Ali Cengi” adlı kitabında, Şair günlük konuşma dilinden ustalıkla yararlanıyor, yer yer kültür dilinin peşinde olsa bile… Kemal Özer'in tespitini tekrarlarsak Yaşar Bedri "Çağrışımı kültürel birikime götüren sözcüklerle günlük yaşamın en son ortaya çıkardıklarını arkaik deyişlerle yerel söylemi çağdaş anlatım teknikleriyle meseleleri bir bileşim içerisinde kaynaştırarak" veriyor. Bedri'nin bir şiirini "Hece Taşları"nı örnek olarak sunuyoruz. Kitap, Mor Taka Yayınlarından çıkmış. İsteme Adresi: Mor Taka Kitaplığı, Fatih Mah. Zübeyde hanım cad. kırklar apt. altı, 23 Trabzon, 2009■
93
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
HECE TAŞLARI* karanlıktan daha sesiz ne olabilir kendi uçurumuna düşüyorsa kar babamı gördüm yorgundu üşüyordu belki ağrı belki Sarıkamış belki hiçbir yer yanmamıştı daha istasyonun feneri diyelim ki abim terhis ol(a)mayacaktı konuşmayacaktır koma hatıralarını karanlıktan daha sesiz ne olabilir dağın titremesi ürperen bozkır çıldır(t)an yankı -Çöz atın eğerini dağlara sal diyor babam karanlıktan daha karanlık ne olabilir kendi uçurumunu aşındırıyorsa kar bu kibir çok değil mi ayrılığa çok değil mi şiirin adaklı piyadesine ah gayb’oldum beni korku emzirsin beni hece taşında kıvranan anlamlı sözler babamı gördüm tipiye karışıyordu elini tuttum soğuktu sözü sözden pekti bizi eksiltmesin dedi bunca acı bunca talan saçaktan çözülenler koca bir ömürmüş koca bir yalan sis örttü babamı her yer kar revan hece taşımış bozkırı bekliyordu vedalaştık hiç konuşa(a)madan geliyordu sessizliğin yankısı -neden indirdin acını dağdan.
YAŞAR BEDRİ
* Yaşar Bedri'nin Ruşen Ali Cengi kitabından
94
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 9
BEN GECENİN TENİNDEN BİR TEN ALDIM KENDİME Bütün hatam bu, Ona sordum, çilingire Ondandır, her parçamı yama gibi taşırım Babadan oğul’a geçmez duam ondan Mememde ekşi süt, devemin hörgücü ondan
Ben Süzülmüş balçıktan bir kervana dâhildim Sonra olanlar oldu kemikle kaldım. Mahkûm bir çilingirden sorguladım yolumu Bütün hatam bu, ne sorduysam ona sordum. Sustur şu kalbini, dedi, Sustur ve kapat konuşan gözlerini Koyun kırkar gibi kırk sözlerini
Ben Kitabın söylediklerini hatırlayana dâhildim Sonra olanlar oldu kemikle kaldım.
Bütün hatam bu, Ona sordum, silindim Ondandır, toz duman oluşu dağların Evvel yağmurun çıkagelişi, sonra rüzgârın Ondandır, kibritten bir ormanı yakışım
Bütün hatam bu, Mahkûm bir çilingirden sorguladım yolumu Elimi tut, dedi bana Ve soluma geç, unut, Sana okunanları, senin okuduklarını
Ben Kırık testiden akan ayrılığa dâhildim Sonra olanlar oldu kemikle kaldım.
Harfleri, elifi dedi, kül yataklarına göm, Bir ölüyü gömer gibi göm yazılmış olanı Günah, dedi, açılmayanı açmaktır insana Günah dediğin zeytinin ham hali İncirin içi,
Ateş urbamdır, dedi, çilingir Dökülmüş kandandır kalem Taif’ten Çanakkale’ye, Dicle’ye Ebu cehiller bilir, Zift dökülür, mucurla örtülür vefam
Ben Gecenin teninden bir ten aldım kendime Sonra olanlar oldu kemikle kaldım
NAZIM PAYAM
95
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 9
96
eyl羹l-ekim-ka s覺m 2 0 0 9