Muhterem Okurlar, Bizim Külliye de kırklara karıştı. Kırk erginleşmenin, rüştünü ispatlamanın, beklentilerini olgunlaştırmanın, beklentilere cevap vermenin yaşıdır. Türk destanlarında, mitolojisinde kahramanın serüveninin sonunda çizdiği dünya da kırk arşınlıktır. Bu rakam bilinç ve bilinçaltı güçlerinin farkındalığına, kalbe ve akla ait değerlerin eşitlendiğine tanıklık eden yaştır. Kırkıncı sayımızla artık kendimizi bulma yolunda, edebiyat yolunda kırklara karıştık… Kırkıncı sayımızda “tarih ve edebiyat” ilişkisini ikinci kez irdelememiz tesadüfi değildir. Balzac, "Millet, edebiyatı olan topluluktur.”, der: Edebiyatsız tarih, edebiyatsız hayat anlamını yitirir. Tarihin edebiyat tarafından nasıl işlendiğine ağırlık vermemiz bundandır. Namık Açıkgöz’ün “Monark Metinlerden Romana”, Zeki Taştan’ın “Tarihî Romanda ‘Meşhur İnsanların’ Kurgulanışına” işaret etmeleri, M. Naci Onur’un “Kansız, Kavgasız Tarih” düşürmesi, Mustafa Miyasoğlu’nun, Tarık Özcan’ın sanatçılarımızın tarihe bakışlarını netleştirme gayretleri, Rıfat Araz’ın “Tarih mi Edebiyat, Yoksa Edebiyat mı Tarihtir” sorusu, Ömer Kazazoğlu’nun, Lütfi Parlak’ın tarih ve edebiyat için destanlara kadar uzanmaları, Kemal Batmaz’ın “Soruşturma”sı, A. Vahap Akbaş’ın “Edebiyat Sularında Yıkanan Tarih”e işareti ve Genel Yayın Yönetmenimiz Nazım Payam’ın “Sanatım Tarihimdir” demesi de bundan; Ramazan Demir’in, Emre Miyasoğlu’nun, Ferdi Güzel’in eline kalem alışı, A. Faruk Güler’in ‘kitapvitrin’i bundandır. Ayrıca, 40. sayımızda Necati Kanter, İmdat Avşar, Osman Koca, Ümit Fehmi Sorgunlu hikâyeleri ile, Mahmut Bahar, Kalender Yıldız, Seval Koçoğlu, Ömer Demirbağ, İsa Yar, Serdar Arslan, Nihat Kaçoğlu, Ahmet Uludağ şiirleriyle bizdeler. “Bahtiyar Vahapzade’nin Acılı Fakat Hoş Sedasını” bir kez daha okurlarımıza duyuran Yahya Akengin’e, Selçuk Karakılıç’a teşekkürler. Kalem aydınlığı Yavuz Bülent Bâkiler’e teşekkürler. İzzetpaşa Vakfı mensuplarına, Vakıf Başkanı Nihat Eriş Bey’e, siz okurlarımıza teşekkürler, saygılar. Bizim Külliye
NAZIM PAYAM
Her millet, sanat ve edebiyatının belirlediği izlerle yarınlara akar; bu izleri devam ettiren toplumun anlam ve anlama unsurları, ahenk kaidesi tarihin varlık sebebidir.
Tarih, kopuk zaman dilimlerinden oluşan bir kader değildir; çizgisinde geçmişi bütün olarak gösterir ve sonsuz sayıda yeni noktalarla geleceğe eklemeler yapar. O noktalar toplumun ilerleyen adımlarıdır. Ekmeğin, tuzun, yeni hayatların, yeni ülkülerin, geleceği içselleştirmenin adımları… Toplumun adımları yalnızca tarihi oluşturmaz; onun etnolojisini, antropolojisini, dilini, folklorunu, kısaca kültürünü de oluşturur. Ancak, bir toplumu var eden unsurları geleceğe devretme, anlam tazeleme veya yeni değerlerle uzlaştırma sanatla gerçekleşir. Sanat ve edebiyat, yalnızca mevcudun muhafızı değil, zaman içinde toplumu, millet yapacak kundağın sıkı beleyicisidir de... Bir kişinin eliyle, dimağıyla, kalemiyle oluşan sanat, akarını halkın hayatı algılayışında, hayretinde, zanaatında bulur. Maziyi anlamlandırabilen sanatkâr, halkın sanata dönüşecek hücrelerini ortak ruh potasında eriterek eserini oluşturur. Tarihî süreç içerisinde tasavvur ettiğimiz mevzuların günlük hayatımıza karışması sanatla mümkündür. Sanatkârın elinden çıkmış hayatın, çağın, duygu ve düşüncelerin tanığı olan eserler, millet kundağının vazgeçilmez motifleridir. Olympos’taki Zeus, Efes’teki Artemis, Mısır’daki piramitler, Orhun Anıtları veya Michelangelo’nun, Mimar Sinan’ın, Mozart’ın, Itrî’nin hâlâ konuşan eserleri, mensubu bulundukları milletlerin yaşantılarının, mizaçlarının, hayallerinin, kısaca kültürel kimliklerinin mühürdarıdırlar. İşte Itrî için Yahya Kemal’in söyledikleri;
3
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
“Mûsıkîsinde bir taraftan dîn, Bir taraftan bütün hayât akmış; Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn; Mâvi Tunca’yla gür Fırât akmış. Hüznümüz, şevkımiz, zaferlerimiz, Bize benzer o kâinât akmış…” Sanat, mazisi olmayanı yansıtmaktan imtina eder. Sanatın büyüklüğü geçmişi yansıtırken geleceğin hülyasını kurdurmasındandır. Büyük sanat, birlikteliğin Zümrüdü Anka’sı yahut Simurg’udur. Her milletin Simurg’u mensuplarını bir gün mutlaka Kafdağı aynasına ulaştırmak için vardır. Tarihi dolduran da budur. Tarih anlayışını sanatının şahdamarı hâline getiren Yahya Kemal gibi şairlere, tarihi edebî zevkle anlatan İlber Ortaylı gibi tarihçilere halkımızın teveccühü, “geçmiş” olana- bütün işbirlikçi olumsuzlamalara karşın- saygı ve sevgisindendir. Sanatkârı etkilemeyen mazisiz ve talihsiz mevzular, külünü rüzgâra vermiş mevzulardır. Muhatabına inançları, bilimleri, yaşanmışları hatırlatma, yeni ufukları keşfetmeyi öğretme, insanı, insanlığı enginleştirme sanat eserinin gayesidir. Ata mirasının kültür hücrelerini canlı tutan, çoğaltan, tarihsel beslenmeyi sağlayan sanat genleridir; dün de böyleydi. Mustafa Miyasoğlu, tarihin bir edebiyat türü sayıldığı dönemlerde birçok Osmanlı tarihçisinin eserleri bugünün romanı gibi okunduğu ve bu okumalardan Osmanlılık düşüncesinin ortak bir şuur oluşturduğunu vurgular. Osmanlı İmparatorluğunda yöneten sultanlarla, sanat sultanlarının beş yüz yıllık ortak saygınlığı, “devlet” yolculuğu esnasında aynı kafilede otuz kuş olmaları bundandır. “Tarih, tarihçilere bırakılmayacak kadar önemlidir.” sözü tarihin edebî türlere, sanata ne kadar ihtiyaç duyduğunun işaretidir. Seyahatnameler, şehir kitapları, şehir yıllıkları, biyografiler, hele kahramanlık türküleri edebî mesuliyetlerinden dolayı hâlâ tarih kilidini açan birer şifre niteliğindedirler. Walter G. Andrews, gazel geleneğimizi inceleyen o “Şiirin Sesi, Toplumun Şarkısı” isimli eserinde, sanatın soyut düşünce kabiliyetine gelecek duygusu aşıladığını, gazellerin, soyuttan somuta geçiş serüvenimizin dökümü olduğunu, Osmanlı toplum ve kültür hayatını hem yansıttığını hem de şekillendirdiğini örnekleriyle gösterir. Andrews, incelemesinde, Osmanlıyı, doğal afet, hastalık, teknoloji, savaş gibi
aktif kuvvetlere katlanılabilir hâle getirenin, bütün bunlara motive edenin sanat olduğuna ayrıca vurgu yapar. Bu işaretten, dünya nimetlerinden el etek çektirtecek kadar bize tesir eden tasavvuf müziğini, hâlâ ayranımızı kabartan mehteran müziğini hatırlamamak ne mümkün! Osmanlı yürüyüşünün bozulmasıyla sanatçılarımızın kalem tecrübesi, tiyatro, makale, eleştiri ve benzeri yeni edebî türlere, yeni edebî akımlara yönelmeleri, Tanzimatçılar, Servet-i Fünuncular, Fecr-i Aticiler, Millî Edebiyatçılar gibi gruplar oluşturmaları hem saltanatın hem de toplumdaki çözülmenin göstergeleridir. Sönmekte olan ışığın alevini gürleştirme telaşına kapılan sanatçılarımız, sağlam zemin arayışlarını yine sanatın türleriyle gerçekleştirmeye çalışmış, ayrıca sosyal öngörüleriyle şiddetli bir değişimin de habercisi olmuşlardır. Bir yazarımızın ifadesiyle “Bugün yazdığımız güzel, ışıklı Türkçenin rüyasını, yarım yüzyıl önce Balkanlardaki bir sınır karakolunda gören” Ömer Seyfettin ve arkadaşlarının 1910 yılında ancak 33 sayı yayınlayabildikleri “Genç Kalemler” dergisi, edebî verilere sığdırdıkları mesajlarıyla Cumhuriyetimizin kültür politikasına bir dayanak teşkil etmiş; onların “Millî bir edebiyat için millî bir lisan” anlayışları tarihin ve milletin yeniden yorumunu sağlamıştır. Yine, Ömer Seyfettin’in “Kızıl Elma Neresi?” hikâyesi, Ziya Gökalp’in “Turan” şiiri ticaretten siyasete, mülkten vatana, itaatten hedefe bağlılığı belirtmiş, kardeş ruhlar rüyasında birliktelik meşalesinin yağı olmuştur. Cumhuriyetin ilk çeyreğinde ortak gergefi işlemekle meşgul sanatçılarımızın ’40 sonrası dalgalanmalarını, gruplaşmalarını, Sultan Süleyman’dan Süleyman Efendi’ye geçişlerini Cumhuriyetimizi sağlam zemine oturtma ve bireyi önemseme tavrı olarak düşünebiliriz. Sanatın anlamlandırma gücü nasıl zorluklara dayanma uyumu sağlıyorsa, insanı muhalifliğe de hazırlayabilmektedir. Topraktan zanaata, aileden eve, gelenekten ülküye tanıklığını dondurmayan, muhataplarını değiştirme yetisine sahip sanatın bir başka gücü de inandığımızı kökleştirip uhrevileştirmesi, ilginçleştirmesi, millî bilinci düzenlemesidir. Her millet, sanat ve edebiyatının belirlediği izlerle yarınlara akar; bu izleri devam ettiren toplumun anlam ve anlama unsurları, ahenk kaidesi tarihin varlık sebebidir.■
4
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
NÂMIK AÇIKGÖZ*
H
er dönem kendi metin türünü ve yazarını yaratır. Mitolojik dönemler, mitoloji yazarlarını ve mitolojileri; monarşik dönemler müverrih ve vakanüvisler eliyle monark metinlerini; demokratik dönemler, roman ve hikâye yazarları vasıtasıyla hikâye ve romanı doğurdu.
beşerî özelliği yansıtıyorsa, o özelliğini metin boyunca korumuştu. Türklerde durum farklı değildir. Göktanrı / Ülgen, Kayra, Erlik Han, Ayzıt, Umay… Hikâyenin bizzat içindedirler ve vak’ayı yönlendirici özellikleri Yunan mitolojik metinlerine yakındır. Mitolojik metinlerin ortak özelliği gücün göklerde olmasıdır ve “erk” henüz yere inmemiştir. Dolayısıyla, hikâye kahramanları da göklerden gelecektir.
Hikâye, mitoloji ile başlar…
Yeryüzünde, bir hikâye oluşturacak kadar insan olmadığından mıdır nedir, en eski hikâyelerde Tanrı başkahramandır. Âdem ile Havva’dan başlar bu hikâye… Sonra Habil ve Kabil ile devam eder. Sonraki hikâyelerde de, yani peygamber hikâyelerinde de, Süleyman, Musa, İbrahim, Yusuf hikâyelerinin anlatıldığı metinlerde, Tanrı tek belirleyici ve yönlendirici idi; olay kahramanları ise Tanrı gücünün tecelli ettiği insanlardı. Orta Doğu metinlerinde, Tanrı hikâyeyi yönlendirmesine rağmen, vak’ada yer almazdı. Antik Yunan’da Homeros, İlyada’yı ve Odisa’yı, tanrılara adanma vecdiyle yazar. Kahramanları ya tanrılardır veya tanrıların akrabaları. Homeros, göklerin hikâyesini yazmıştı. Kahramanların zaafları da meziyetleri de tek boyutlu idi. Her kahraman hangi
Ve monark metinleriyle gelişir…
* Prof. Dr., Muğla Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
Sonra yarı tanrılar veya dönemi gelir. Bu bir geçiş devresidir. Çift karakterli kahramanlar, gerçek yönleriyle insandırlar ama güçlerini gene göklerden alırlar. Bunların tanrı tarafı ağır basanların hikâyeleri, mitolojilerle karışarak önceki döneme, yani mitoloji dönemine mal edilmişler; insan tarafı ağır basanlarla, monark dönemi metinleri ortaya çıkmıştır. Türkçenin -Bence sadece Doğu Türkçesininen eski metni olan Orhun Abideleri’nde anlatılan hikâyede, Bilge Kağan, Tanrı gibi göklerde doğan bir kral tanrı/tanrı kral hikâyesidir ve Türkçenin en eski monark metnidir. Monark, her ne kadar gerçek insan ise de, o “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi”dir; yani “zıllullah”tır ve göksel tarafı ağır basar. Orta Çağ, monark dönemidir ve tüm metinler monark hikâyelerinden oluşur. Bu dönemde, kralla-
5
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
rın yazıcıları vardır; saray yazıcıları… Yani “müverrihler” ve daha sonra “vak’a-nüvisler”… Ve en sonra da “müellifler”… Monark dönemini, merkezi ve başkahramanı monark olan hikâyeler doldurmuştur. Çünkü o dönemde, tarihi yönlendirenler, monarklar idi ve elbette müverrihler ve vaka-nüvisler onların hikâyelerini yazacaklardı. Ve defterlerde monark’ın ve onun çevresindekilerin adı yazılacaktı. Monark dönemi hikâyesi, bu yüzden “defterlerde adı olanların” hikâyesidir. Defterde adları yazılmayanlar, tarihin kör çukurlarını doldurur; monark için abidevi mezarlar yapılır ve hikâyeleri yüzyıllarca yaşatılır. Müverrihler ve vakanüvislerin amaçları hikâye yazmak değil, tarihe şehadet etmektir; bakış açıları da monark merkezli ve “defterde adları yazılı olanlar” olacaktır. Daha sonra, müellifler, monark metinlerindeki “olaylı anlatmalar”ı edebiyat metnine dönüştürecekler fakat gene de hikâyenin merkezinde “defterde adı yazılı olanlar” bulunacaktır. Fetihnamelere ve surnamelere girmeyelim; âşıkane metinlerde bile bu böyle olacaktır. Leylî vü Mecnun’da, Leylâ, Bey kızıdır; Ferhad ile Şirin’de, Vamık u Azra’da, Hüsn ü Aşk’ta ve hatta yerel bir hikâye olan Mem u Zin’de bile durum aynı olacaktır. Masallarda, mutlaka başkişiler veya en azından biri, prens veya prenses olacaktır. Başkişisi doğrudan bir halk kahramanı olan Keloğlan masallarında bile, gerilimin sağlanması için, karşı güç olarak devreye monark kahramanı sokulacaktır. Popüler tarihî romanlar, monark metinlerinin özünün korunarak hikâyeleştirilmesinden başka bir şey değildir. Başta Battal Gazi hikâyeleri olmak üzere, Bekir Büyükarkın, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Yavuz Bahadıroğlu gibi yazarlar, 20. yüzyıl müverrihleri veya gazavatname yazarlarının bakış açılarıyla oluşturmuşlardır metinlerini ve roman sınırlarından çıkıp propagandif metinler oluşturarak destana yaklaşmışlardır. Batıda da durum Doğu’dan farklı değildir. Ya monark vardır hikâyenin merkezinde ya da yandaş aristokrasi. Sıradan insanın hikâyesi mi olurmuş!... Doğu da Batı da, ne ürettiyse Orta Çağda üretmiştir; modern çağ metinleri, Orta Çağın versiyonel görünümünden başka bir şey değildir. Bilinçaltı hâlâ monark merkezlidir. Aydınlanma dönemi sonrası 19. ve 20. yüzyılın ilk yarısında, yazılan büyük romanlar, hâlâ monark’ın hikâyesini
anlatmaktadır. Dostoyevski, Tolstoy, Balzac, G. Flaubert, monark’a karşı aristokrasinin hikâyelerini yazmıştır; aristokrasinin; yani “defterde yazılı olanlar”ın…
“Birey”e doğru yol alır…
Bizde monark metinlerinden bireyin hikâyesine giden yolun başında Ömer Seyfeddin’i görürüz. O, tarih kitaplarının satır aralarına sıkışıp kalmış ve defterde adı olmayanların hikâyesini yazar. Monark metinlerinde ideal tipler olan monarşik kahramanların yerini, Ömer Seyfeddin’de, ideal tipler olarak sıradan insanlar alır. Sıradan insanın ıstırabı, sevinci, mutluluğu, kaygıları ve kahırları girer metne. Genel olarak bir tür “yeniden kurma ve kurgulama” ve bazen de “dönüştürme” tekniği ile oluşturulan metinler, mesajları itibariyle tarihî birikimi yansıtırsa da, Ömer Seyfeddin, hikâyelerinde, insanlığın ortak problemlerini işler; yani yerelden hareketle evrenseli yakalar. Onu orijinal yapan da budur. Yani, insanlığın ortak his ve hasletlerini, insanlık sofrasına yerel kimlik zenginliğiyle katar ve bu sofrayı, Türk kimliği ile zenginleştirir. Ömer Seyfeddin, bunu yaparken, propagandif özelliği olan monarşik tiplere yaslanmaz; toplumun gayr-ı şuurî oluşturduğu sıradan insanların toplumsal kimliğini kullanır. Vak’asını tarihten alan roman ve hikâyelerde, yaygın olarak hikâye gerilimini üzerinde taşıyan başkişilerin monark merkezli olması, yazara yapacak bir şey bırakmaz. O başkişi zaten kahramandır ve okuyucunun ilgisini çekecek bir yapı ve misyona sahiptir. Bu tür romanlarda, hikâye veya roman yazarları, başkişi ve etrafındakileri “bizden ve düşman” kurgusuyla vererek propagandif metinler ortaya çıkarırlar. Kemal Tahir, konusunu Osmanlının ilk yıllarından alan Devlet Ana’da, Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa gibi, o döneme göre toplumda meşhur ve etkin olan; bu yüzden de gerilimi bünyelerinde bulunduran kahramanları işleyerek, bunun bir örneğini vermiştir. Mustafa Necati Sepetçioğlu, dizi romanlarında, idealist bir tavır takınarak, monark mensupları etrafında, bir nevi “Türk Asr-ı Saadet’i” yaratma endişesiyle, roman çizgisinin dışına çıkmış; konu ve üslup olarak da daha çok destana yaklaşmıştır. Tarık Buğra, Osmancık’ta, monark merkezli olmak üzere zihniyet tartışması yaparak, nispeten roman çizgileri içinde kalmış ve tarih ile romanı barıştıran bir tavır takınmıştır. Keza Küçük
6
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Ağa’da Millî Mücadeleyi anlatırken, monark merkezli bir kurgulamadan uzak durarak, yakın tarihin bir eleştirisini, propagandaya yaslanmadan kaleme almıştır. Firavun İmanı ise, “propaganda romanı”na karşı bir roman olarak dikkati çeker. Tarık Buğra, romanlarında, monark mensuplarından çok “defterde adları yazılmayan” sıradan insanların durumlarını ele almakla, tarihî romanda, bireyi ön plana çıkarmasıyla önemlidir.
Ve “hâriç ez-defter” kişilere gelir sıra…
Türk romanında, bireyin, yani “defterde adı yazılı olmayan” sıradan insanların romanlarının yazılması yenidir. Dolayısıyla, müverrih veya vakanüvis tavrı takınmadan ve propaganda amacı gütmeden, sadece beşerî his ve hasletlerin anlatılmasının hedeflendiği metinler, henüz yeni yeni çıkmaktadır okuyucu karşısına. Bunun en güzel örneklerini İhsan Oktay Anar vermektedir. O, romanlarında, sıradan insanlar etrafında kurgulanan bir tarihsellikle “öz insan”ı anlatmaktadır. Hüznüyle, sevinciyle, kahırları, pişmanlıkları, ihanetleri, ihtirasları, riyakârlıklarıyla “öz insan”ı… Yani “birey”i… Yani “adları defterde yazılı olmayanlar”ı… Nazan Bekiroğlu’nun İsimle Ateş Arasında ve Nun Masallar adlı eserlerinde de, monarka yakın ama “defterde adları yazılı olmayan” kişilerin iç buruklukları, heyecanları, sevinçleri, kendisi ve toplumla olan çelişkileri dile getirilerek, bireyin hikâyesi yazılmış ve “monark metinleri”nden uzaklaşılmıştır. Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı adlı romanında, Osmanlı minyatüründe, saray ekolünün zirvede olduğu 1590’ları ve bu dönemdeki bir minyatür sanatçısını ele alarak, romanını, monark dışı alana taşımaya çalışmış ama minyatür atölyesi çalışmasını bilmediğinden, bir minyatürün tek nakkaş tarafından yapıldığını zannedip, olay kurgulamasını buna göre yapmış ve tabii ki en büyük hatayı yapmıştır. Çünkü, bir minyatür, tek nakkaş tarafından yapılmaz; sanatkârın birisi, tahrir çekerken, diğeri altın yaldızı; bir diğeri değişik renkleri sürer; hattat yazısını yazar, bir başkası da sayfanın cetvelini çekerdi. Birey, her ne kadar içinde bulunduğu toplumun şekillendirdiği bir olgun ise de, insan olmasının özelliklerini yansıtmasıyla, evrenseldir. Yerli hassasiyetleri birer fon olarak algılayan ve bireysel yorumunu insanlığın ortak sorunu olarak algılayan
bireyin romanı, toplumsal ve propagandif romandan daha zengindir. Çünkü her bireyin kendi başına bir hikâyesi vardır.
Sonuç veya “Tarihî romanı bekleyen tehlikeler”
Tarih, bir yaşanmışlıklar silsilesidir ve artık geçmiştir fakat iz bırakarak, şekillendirerek, belirleyici olarak geçmiştir. Yani, etkisi geçmiş zamanla sınırlı bir olgu değildir. Tarih, sosyal bilimler için, bir laboratuvar gibidir ve bireysel ve toplumsal kabuller, refleksler, dinamikler, tarihe müracaatla çözümlenebilir. Roman veya hikâye yazarı için de çok zengin bir malzemedir ambarıdır fakat tuzaklarla dolu bir malzeme ambarıdır. İlk tehlike, monark metinlerinin cazibesidir. Çünkü bu metinler, insanlığın yüzyıllarca oluşturup standart bir tavır hâline getirdiği birikimlerden ibarettir ve hâlâ insanlık üzerinde etkili bir fonksiyona sahiptir. İkinci tehlike, tarih olgusunu basit bir “geçmiş bilim” olarak görüp yazılacak olan hikâye veya romanın kişilerini, kişilerinin mantalite ve çevresini, etnografik malzemeleri, tarihî döneminin dışında, anakronik bir şekilde kurgulamaktır. Bu durum, 21. yüzyıl insanını, 16. yüzyılda yaşatmak gibi bir garabeti doğurur. Yazarlar, ele aldıkları dönemin başta dil hususiyetleri olmak üzere, mimarisini, şehir dokusunu, hayatı algılayış biçimini, etnografik malzemesini (Tereke Defterlerinde bulunan giyim kuşam, kap kacak, savaş ve tarım aletleri, muhtelif ev eşyası gibi) bilmek zorundadır. Bunlar ve bunlara benzer hususlar bilinmezse, metin kendi dönemi dışına çıkarak vahim bir hata yapılmış olur. Mesela, Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı’da minyatürün nasıl yapıldığını bilmemesi, bu tür bir hatadır. Üçüncü tehlike, roman veya hikâye yazarının, edebî gerilim ve merak unsurunu bünyesinde barındıran hazır tarihî malzemeyi, sanatkâr işçiliğiyle işlemeden ve bireysel yaratıcılığa yer vermeden basit bir kurguyla metne yansıtmasıdır. Böyle durumlarda, yazar, metne kendisinden bir şey katmayarak edebî kişiliğini, hazır konunun arkasına gizlemiş olur. Dördüncü ve en önemli tehlike ise, bu metinlerin olumlu veya olumsuz propaganda malzemesi olarak görülüp roman veya hikâyenin propagandaya feda edilmesidir. ■
7
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
A.VAHAP AKBAŞ
ben tarihe, tarih bilincine edebiyattan eriştim. Edebiyat sularında yıkanmış tarihin güzelliği beni cezbetti önce. Oradan, inebildiğim kadar, indim sırlı, ibretli derinliklerine.
E
debiyat, hep nehir imgesiyle yer etti düşünce dünyamda. Kocaman bir nehir… Nehir ki akar sürekli. Bir yerde durmaz, Fuzulî’nin deyişiyle “başını taştan taşa vurarak” akar. Bu ebedî hareketlilik beni hep coşkulu düşüncelere sürükler. Evet, edebiyat bir nehir… Ne ki onun akış istikameti konusunda düşüncem Fuzulî’ninki kadar berrak değil. O, âşıkane ve şairane düşünür. Böyle düşünmek işi kolay kılar. Suların Sevgili Peygamberimizin ayak bastığı kurak topraklara doğru kendine yol bulmaya çalıştığını düşünmek hasretle kavrulan kalplerimizi de serinletir. Fuzulî’nin
8
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
nehirleri içimizde akar aslında. Peki, edebiyat nereden akıyor ve nereye doğru akıyor? “Şimdi”den geleceğe aktığını düşündüm bir zaman. Bu, onun köksüz olduğunu kabul etmek gibi geldi bana sonra. (Çağdaşlığı geçmişten kopukluk sayanların etkisinde mi kalmıştım, ne?) Her su gibi kaynağı olmalıydı. Öyleyse o “şimdi”den akmıyordu. Daha derinlerden geliyor olmalıydı. Her edebî türün, onları oluşturan her fikrin, her sözün, hatta her sesin bir tarihi yok mu? Bu nehrin her damlası kaynağından taşıdığı, akışı boyunca edindiği mineralleri taşımıyor mu? Onun tadını, rengini, değişken güzelliğini oluşturan her şey, bir anın eseri midir; yoksa asırların ve büyük bir sabrın çocuğu mudur? Geçmiş ya da tarih, olup bitmiş, bir yerlerde takılıp kalmış bir şey midir; yoksa yaşayan, devam eden bir şey mi? Eliot, uzaklardan yardım elini uzatıyor bana. Diyor ki: “Tarih bilinci, sadece geçmişin geçmişliğini bilmek değil, fakat onun şimdiki zamanda da var olduğunu anlamak demektir.” Eliot’ın Avrupa ve onun bir parçası olan İngiliz edebiyatı bağlamında söylediklerini kendi edebiyatımızdan hareketle biraz değiştirerek şöyle aktarabiliriz: Tarih bilincine sahip bir şair / yazar yalnız kendi zamanının bilincini ifade etmekle yetinmez. Onun için başlangıçtan bu yana bütün İslam ve bir dönemden sonra Avrupa edebiyatı ve onların içinde düşünülmesi gereken kendi milletinin edebiyatı aynı anda vardır ve bütün edebî eserler organik bir bütün oluştururlar. Böyle bakınca, her edebî eserde onu var eden tarihî şartları görmeye, en azından sezmeye başladım. Bu, geçmişle hiçbir bağı yokmuş gibi görünen, hatta bütünüyle gelecek tasavvuruna dayanan eserler için de böyleydi. Tarihle edebiyat arasındaki bu bir çeşit kan bağına benzer ilişkiyi fark etmek okumalarımı şenliğe, güzel birer serüvene çevirdi. Tarihin böyle âdeta örtünerek, gizlenerek bir edebî esere sinmiş olduğunu görmek önüme, belki yazarının da düşündüğünden daha
geniş, daha zengin bir alan sermeye başladı. Doğrusu, zamanla bu kadarı da beni tatmin etmez oldu. Nehir imgesi, bilhassa akış fikri zihnimde bir oyuna dönüştü. Bazı boğazlarda dipte başka, yüzeyde başka istikamete akıntı olur ya… Edebiyat da öyle sanki. Tarihten geliş / akış fikri mantıklıdır şüphesiz. Güzeldir de. Ama aynı zamanda her edebî eserin, tam tersine, tarihe doğru aktığı fikri de bana makul görünüyor. Bugün ortaya konan gerçek bir edebî eser, gelecekte tarihe mal olacak. O, zamanın sessiz rüzgârıyla geleceğe akarken bir yandan da dalga dalga tarihe, kendinden öncekilerin döküldüğü büyük denize erişecek. Tarih olma bilinci, özellikle eser sahipleri için oldukça şevk ve heyecan uyandırıcı olmalı. Bu bilinç, sanatçıyı daha duyarlı, daha sorumlu kılar. Bir güç kaynağı olur. Tabi ki tarihe akmayı, “tarihe karışma” deyiminin olumsuz anlamıyla düşünmemek gerekir. Unutulmaktan, tozlu raflara mahkûm olmaktan söz etmiyoruz. Muradımız, kalıcılığa vurgu yapmaktır. Bu naif ilişkilere bakarak tarihin, zamane gençlerinin ağzıyla söylersek, edebiyatın “kanka”sı olduğu düşünülebilir. Öyle ki zaman zaman birbirlerinin sınırlarını ihlal ederler. Bazı metinlerde, kültür havzalarında olduğu gibi tarihle edebiyatı birbirinden ayıran sınır tamamen belirginsizleşir. Ne kadarı tarih alanına ne kadarı edebiyat alanına girer, kestiremeyiz. Böyle metinlerde de bambaşka bir akış vardır. Bu kez tarih, edebiyatın ana malzemesi olan dilin oluşturduğu bir vadide edebiyata doğru akar, ona katılır. Onda yıkanır ve güzelleşir. Tarihçi edebiyata yol bulamazsa, edebiyatçı çeşitli kanallarla tarihe yol açar, onu kendine katar, güzelleştirir. Belki bunun için ben tarihe, tarih bilincine edebiyattan eriştim. Edebiyat sularında yıkanmış tarihin güzelliği beni cezbetti önce. Oradan, inebildiğim kadar, indim sırlı, ibretli derinliklerine.■
9
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
ZEKİ TAŞTAN
"...tarihî bir romanda estet tavır her zaman önemli olmalıdır. Bu açıdan yaklaşıldığında tarihî bir romanda Osmanlı padişahının yüceltilmesi veya zemmedilmesi değil bir roman kahramanı olarak taşıdığı insani değer önemlidir."
T
arihle edebiyatın buluştuğu en etkin türlerin başında kuşkusuz tarihî romanlar gelmektedir. Tarihî romanın, ilk örneklerin ortaya çıkışından bugüne kadar dünya edebiyatının en çok okunan türleri arasına girmesi bu bakımdan tesadüfi olmasa gerek. Geçmişi yeniden keşfetmek, büyük kişilerin yaşamlarını takip etmek, mazinin psikolojik ve sosyal olaylarını yeni bir bakış açısıyla tahlil etmek, günümüze ışık tutmak gibi insanda merak duygusunu kamçılayan ve tarih bilinci oluşturan birçok olay ve durum, tarihî romanlar vasıtasıyla gündeme getirilmeye çalışmıştır. Öyle ki bazı tarihî romanlar ele aldığı konularla bazen tarihin önüne geçebilmiş hatta anlattıklarıyla yeni bir tarih olgusu yaratabilmiştir. Kimi zaman tarih sahnesinde unutulmuş, boşlukta kalmış birçok olay veya isimsiz kahraman, tarihî romanlar vasıtasıyla gündeme gelerek kamuoyu oluşturmada etkin bir rol bile üstlenmişlerdir. Tarihî romanların okuyucu üzerinde bıraktığı bu tesir bizde daha da fazladır. Bugün Türk halkı arasında oldukça benimsenen Kürşat isminin yegâne adresi Hüseyin Nihal Atsız’dan başkası değildir. Nihal Atsız, o ana kadar kimsenin bilmediği tarihî bir
10
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
şahsiyeti gün yüzüne çıkartmakla kalmamış, onu romanının (Bozkurtların Ölümü) başkişisi yaparak, Türk milliyetçileri üzerinde derin tesirleri olan sembol bir kahraman yaratmıştır. Ancak daha çok ideolojik amaca hizmet eden bu anlayış tarihî romanların estetik anlamda gelişmesini de engellemiştir. İdeolojik bakış açısı daha çok tarihî şahsiyetler üzerinden yapıldığından en önemli sorun bu tür kişilerin kurgulanmasında ortaya çıkmıştır. Sorunlardan ilki roman kavramı ve estetiği çerçevesinde “meşhur insanlar”ın kurgulanmasında, ikincisi ise bu tip kişilere yazarların ideolojik yaklaşımlarında ortaya çıkmıştır. Bizde bu anlamda tartışmalar daha çok ikinci tercihten dolayı başlamış, işin estetik boyutu çoğunlukla göz ardı edilmiştir. Ancak padişah, kral, hükümdar, vs. konumunda olan tarihî şahsiyetlerin nasıl kurgulanacağı, tarihî romanın önemli sorunlarından biri olarak hâlâ önemini korumaktadır. Bazı eleştirmenler “meşhur insanlar”ın bir roman kahramanı olarak işlenmesini tehlikeli görmüşlerdir. Andre Maurois, “Meşhur insanları sahneye çıkarmak güç ve tehlikelidir.” diyerek bunun zorluğuna dikkat çeker, ancak ardından imkânsız olmadığını da ekler. Çünkü Tolstoy gerçek şahsiyetlerin kullanılabileceğini ispat etmiştir: “Onun Napolyon’unun gerçeğe uymadığı söylenebilir. Fakat imparatorun romanda faydalı bir rol oynadığı ve bilhassa Kutuzov’un çok başarılı olduğu bir vakıadır. Balzac, romanlarına gerçek insanların girmesine pek müsaade etmemiştir. Bununla beraber Napolyon ile XVIII. Louis’nin mevcudiyetlerine tahammül etmiştir.’[1] Tarihî romanın en önemli teorisyenlerinden Lukacs ise gerçek şahısların romanda ne ölçüde yer alacağını Balzac’la da irtibatlandırarak daha açık bir şekilde şöyle ifade eder: “...büyük tarihsel olaylar ve tarihteki büyük figürler, toplumun gelişiminin somut tipler biçiminde gösterilişine çok ender olarak uydurulabilir. Balzac’ın yapıtlarında Napolyon’un çok ender olarak ve hep kısa süre için görülmesi bir rastlantı değildir, oysa Napolyon’ca idealler ve Napolyon’cu imparatorluğun entelektüel özü
Balzac’ın romanlarının birçoğunda egemen bir rol oynar. Balzac, toplumsal ögelerin karakteristik gelişiminde bulunan iç zenginlikler yerine büyük tarihsel olayların dış parıltısını konu olarak seçen bir yazarın mesleğini bilmediğini kabul eder. Yine Revue Parisienne’de yayımlanmış, Eugene Sue ile ilgili bir başka eleştirisinde Balzac, Sir Walter Scott örneğini verir. Şöyle der orada: ‘Roman, büyük tarihsel figürlerin görülüşüne ancak ikinci derecede karakterler olarak katlanır. Cromwel, Charles II, İskoçya Kraliçesi Mary, Lois XI, İngiltere Kraliçesi Elizabeth, Arslan Yürekli Richard -bütün bu büyük kişiler ancak kısa sürelerde görünürler sahnede, o da bu edebî biçimin yaratıcısının dokuduğu dramatik konu, onların sahnede görünmesini gerekli kıldığı zaman; yoksa okuyucu birçok ikinci dereceden karakterle tanışmadan ve büyük tarihî kişinin yakında ortaya çıkışına karşı tepkilerini paylaşmadan önce değil. O büyük kişi sahneye çıktığı zaman da okuyucu onu hikâyedeki daha küçük karakterlerin gözleriyle görüyordur artık.”[2] Türk edebiyatında bu durum ilk başlarda ilginç bir şekilde Lucaks’ın belirlediği profile uyar. Yani ilk romanlarımızda “büyük tarihsel figürler”e hemen hemen hiç yer verilmez. Ancak bu durumun bir tesadüften öteye geçmediğini söylemek yanlış olmasa gerek. Tarihî romanlarımızda büyük kişilerin bir roman kahramanı olarak kurgulanmaya başlamaları ilk roman örneklerinin üzerinden hayli zaman geçtikten sonra karşımıza çıkar. Ahmet Midhat Efendi, Yeniçeriler (1871) romanında, I. Abdulhamit ve III.Selim dönemi yeniçeri sorunlarını sergilemeye çalışırken kahramanlarını yeniçeri ve ailelerinden seçer; herhangi bir padişaha roman kişisi olarak yer vermez. Ahmet Midhat’ın tarihî döneme giden diğer romanları Dünyaya İkinci Geliş, Hasan Mellâh, Hüseyin Fellâh, Süleyman Muslî, Arnavutlar, Solyotlar, Ahmet Metin Ve Şirzat’ta da kahramanlar genellikle halktan kişilerdir. Özgül anlamda ilk tarihî romanlarımız arasında değerlendirilen Cezmi (1883)’de tarihî şahsiyetlere rastlanmakla birlikte herhangi bir
1. Andre Maurois, Roman ve Tarih, İst., Şubat 1954, s.36.
2. György Lukacs, Avrupa Gerçekçiliği, İst. 1977, s. 98.
11
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Osmanlı padişahı roman kahramanı olarak kurgulanmaz. Bu tablo uzun süre devam eder. İlk örnekten II. Meşrutiyet yıllarına kadar (1871-1910) geçen süreçte yayımlanmış tarihî romanların hiçbirinde Osmanlı padişahı bir roman kahramanı olarak kurgulanmaz. Ahmet Midhat Efendi ve Namık Kemal tarih konulu romanlarında Türk padişahlarını bir kahraman olarak kurgulamazlar fakat yeri geldikçe onları anarlar. Bu da onların bakış açılarını vermesi bakımından önemlidir. Cezmi’nin girişinde birçok Osmanlı padişahına kısaca temas eden Namık Kemal’in andığı padişahlar arasında Yavuz Sultan Selim, Osman Gazi, Yıldırım Beyazıt, II. Murat, Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman’ı saymak mümkündür. Yazarın söz konusu padişahlara bakışı ise oldukça olumludur. Örneğin, Türk tarihinde bir çığır açan Fatih Sultan Mehmet’ten bahsederken onu; “..koca âlemi zorbazû-yı irfanıyla istediği şekle getirmek istidadını haiz olarak vücuda gelen”[3] cesur biri olarak görür. Onun topçuluk sanatında yaptığı bazı yeniliklerden bahseder. Kanuni’yi ise bayrağımızı üç kıtada şanla, şerefle dalgalandırmış, kudretli bir hükümdar olarak değerlendirir. Ahmet Midhat Efendi’nin de Osmanlı padişahlarına bakışı Namık Kemal’den pek farklı değildir. Ahmet Midhat, Arnavutlar Solyotlar’da (1888) Osmanlı Devleti padişahlarının tebaasına şefkat ve adaletle yaklaştığını belirtir. Tarihî romanlarımızda bir roman kahramanı olarak kurgulanan ilk padişah Yıldırım Beyazıt’tır. Beyazıt, roman kahramanı olarak Filibeli Ahmet Hilmi’nin Öksüz Turgut (1910) romanında yer almıştır. Romanda Beyazıt’ın adı önce Karaman üzerine yapacağı söylenen bir sefer dolayısıyla kısaca geçer. Yazar daha sonra “Dedelerimiz Türkler” başlıklı bağımsız bir bölümde birçok Türk padişahını tarihteki belirli özellikleriyle kısaca tasvir eder. Beyazıt’a ise şöyle yer verir; “...korkudan anlamaz bir arslandı. Bin kere yenmiş, yalnız bir kerecik, hem de kendisi gibi büyük bir Türk padişahının kumanda ettiği Türklere yenilmişken bunu bir türlü yüreği3. Namık Kemal, Cezmi, İst. (6. b),1335, s. 4.
ne sığdıramayarak o arslan padişah kederinden ölmüştür.”[4] Daha sonra Bursa’da düzenlenen cirit gösterilerine Beyazıt’ın katılmasıyla bir Osmanlı padişahı ilk kez müşahhas olarak romana dâhil olur. Baş köşede gösterileri izleyen padişahtan; “...zamanının en büyük Türk’ü, bütün insanların en yiğidi..”[5] diye söz edilir. Romana adını veren Öksüz Turgut’un aslî karakter olduğu bu romanda tali bir kahraman olarak karşımıza çıkan Beyazıt, sevk ve idarede becerikli, din ve millet uğrunda savaşan, askerine sevgi ve şefkatle muamele eden, aşılmaz denilen yolları kat eden, geçilmez engelleri aşan, ihtiyaç duyulduğu anda askerinin yanında olan son derece cesur, azimli, atak bir padişah olarak tasvir edilir. II. Meşrutiyet döneminde yayımlanan romanlarda kurgulanan diğer bir roman kahramanı Osman Gazi’dir. Osman Gazi, roman kahramanı olarak ilk kez Kamer Sultan’a (1914) konu olur. Romanda hayli geri planda kalan Osman Bey, fiziki ve ruhi cephesiyle tasvir edilmez. Burada daha çok Osman Bey’in kısmi düşünce dünyası ve yüklendiği tarihî misyonu buluruz. Şehzade Osman, kendisini Anadolu’ya çeken sebebi ve orada uygulayacakları yönetim anlayışını anlatırken yurtsever, dürüst, adil, inançlı ve şahsiyetli bir insan olduğunu gösterir: “Biz diyar-ı Rum’da adalet neşredeceğiz. Oraya özümüz doğru olarak gidiyoruz. Bizi oraya çeken kuvvet… bilmem nasıl söyleyeyim… yalnız yüce Tanrıdır. Benim kalbime öyle geliyor… Al sancağa biz hiçbir vakitte leke sürmeyeceğiz… ”[6] Bu romandan bir yıl sonra yayımlanan ve İstanbul’un fethini konu alan Şimal Rüzgârı’nda (1915) ise oldukça olumlu bir Sultan Mehmet portresi çizilir. Türk romanında Osmanlı padişahlarının konu alındığı asıl romanlar Cumhuriyet döneminde yayımlanmaya başlanır. Başlangıçtan Cumhuriyete kadar geçen elli yıllık devrede (1871-1923) 4. Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi, Öksüz Turgut, İst. 1326, s. 36.
5. Şehbenderzâde, age., s. 37. 6. Mehmet Nâfi, Türk’ün Romanı, İst.1332, s. 26.
12
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
on dört roman neşredildiği hâlde, Cumhuriyetin ilk yirmi beş yılında (1927-1950) bu sayı altmış sekize çıkar. Bu dönemde yayımlanan ve sayısı gittikçe artan tarihî romanlarda Osmanlı padişahları ya birinci dereceden ya da tali bir kahraman olarak karşımıza çıkarlar. Ancak bu dönemin romanlarında eskiden farklı yön sadece bu değildir. Cumhuriyet dönemi romanlarında Türk padişahlarına bakış açısı da öncekilerden çok farklıdır. Osmanlı padişahları eskiden olduğu gibi yüceltilen ve övülen bir şahıs değil aksine eleştirilen ve hatta kötülenen roman kahramanlarıdır. Cumhuriyet döneminde buna örnek teşkil eden ilk roman Nizamettin Nazif tarafından kaleme alınan Kara Davut’tur. 1928 yılında üç cilt olarak neşredilen romanda İstanbul fatihi II. Mehmet oldukça olumsuz bir portre olarak tasvir edilir. II. Mehmet, Bizanslı elçilerini sorgusuz sualsiz idam ettiren, Boğazkesen’in inşaatında yorgunluk alameti gösteren Türk işçilerini merhametsizce katleden, İstanbul’u, kutsal amaçlar için değil İren adlı bir kızı elde etmenin nefsî iştiyakı ve gazabıyla fethetmeye kalkan, askerlerini şevke getirmek için attığı nutukta devrinin ‘cihat’ anlayışından oldukça uzak olan bir padişahtır: “—Müslümanlar! Sizi buraya cesaretinizi bir kat daha tahrik etmek için toplamadım. Bütün cihan bilir ki, siz her zaman lüzumundan çok daha cesur oldunuz. Maksadım çok başkadır. Size ebedî şan ve şeref temin edecek mev’ut zaferden de bahsetmeyeceğim. Hayır! O bizimdir. Zafer bizimdir ve bizim olacaktır. Bu bize kahramanlığımızdan mukadderdir. Yalnız şunu söylemek istiyorum. Bilir misiniz şu önünüzde uzanan surların çerçevelediği şehirde neler vardır? Yeryüzünün lâtif beldesi Konstaniye eşsiz bir servet mahşeridir. İmparator asilzadelerinin ve bütün zenginlerin sarayları altın hazineleri ve mücevherlerle doludur. Kiliseler; kıymet konulmaz inciler, cins cins ve boy boy zümrütlü altın çerçeveli tasvirler, elmas ve yakut ile müzeyyen kâseler, şamdanlar ve kandillerle doludur. Şehre ayak attığınız dakikada bütün bu benzersiz servet, bütün bu hazineler sizin olacak! Şehrin içinde ne kadar iki ayaklı mahlûka rast gelirseniz, bunları da size bahşetti-
ğimi biliniz!...”[7] Nizamettin Nazif, benzer bakış açısını Deli Deryalı’da (1928) Osmanlı Devleti’nin sınırlarını üç kıtaya kadar genişletmiş olan Kanuni Sultan Süleyman için de kullanır. Kanuni bu romanda zaferleriyle değil, harem içinde yaşadığı düşük hayatıyla gündemdedir. Nizamettin Nazif’in Kanuni’ye karşı tutumu daha da serttir. Üslubu eleştirici değil, itham edicidir. Kanuni bu romanda eğlenceye ve sefahate düşkün, erkekliğini yitirmiş, ihtiyarlığında bile paraya ve kadına tapan, gururlu bir padişah olarak tasvir edilir. Yazar daha da ileri giderek Kanuni Sultan Süleyman’ı; “...her Osmanlı prensi gibi müterreddi ve şehvetperest”[8] birisi olarak telâkki eder. Onun ve ailesinin yaşadığı Topkapı Sarayı’nı, “baştanbaşa bir hususi kerhane ve zina menbaı”[9] olarak tezyif eder. Nizamettin Nazif’in, Türk padişahlarına karşı takındığı olumsuz tavrı Köroğlu’nda (1928) da devam eder. Niğbolu muzafferi Yıldırım Beyazıt, zaferleriyle değil haremdeki yaşantısıyla öne çıkartılır ve çok olumsuz bir bakış açısıyla değerlendirilir: “...Pây- i tahta bir baykuş gibi tüneyen... Edirne Sarayından cihana kılıç sallayan… şarap ile kadını, kadınını karşısına alır ve tam sabaha kadar her gece kadın ve şarap onunla dudak dudağa, kucak kucağa koyun koyuna yaşayan … dünün cihangiri, bugünün zevkperesti ve zenperesti … artık kadından ve şaraptan kâm alan, kadına ve şaraba tapan bir bedmest .. sefih tâcdar…”[10] Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun Osmanlı padişahlarına karşı takındığı bu katı tutum, Cumhuriyet döneminin diğer tarihî romancıları tarafından kısmen de olsa devam ettirilir. Dönemin diğer önemli tarihî romancılarından Turhan Tan da 1928 yılında yayımladığı Cehennemden Selâm’da IV. Murat’ı yerden yere vurur: “Tahta çıktı çıkalı kafa kesmekten başka bir şey düşünmeyen, kâinatı sadece kandan ibaret 7. Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Kara Davut, İst. 1973, s.
362-363. 8. Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Deli Deryalı, İst. 1928, s. 202. 9. Tepedelenlioğlu, age., s. 52. 10. Nizamettin Nazif, Köroğlu, c. I, İst. 1928, s. 36-37, 155-157.
13
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
"...tarihî bir romanda kişiler son derece önemlidir. Onların ruhsal ve psikolojik özellikleri en az tarihî bir dönemin arka planını irdelemek ve günümüze ışık tutmak açıları kadar önemlidir." görmeye alışmış ve alıştırılmış olan IV. Murat... Sarhoş hünkâr... Kan dökmek hırsıyla titreyen şu genç sırtlan… Zalim hünkâr… O, mahbupperest, bir homoseksüeldi… IV. Murat’ın on yedi yıllık murakabesi: kan...”[11] Yazar, IV. Murat’a karşı subjektif bakış açısını her zaman devam ettirir. IV. Murat’ın, tütün içtiği için her gün elli kişiyi öldürttüğünü söyler. Aynı yıl Selanikli Fazlı Necip tarafından yayımlanan Saraylarda Mecnunlar’da da bu kez Sultan İbrahim “deli, mecnun, meczup, kuşbeyinli, divane” gibi sıfatlarla anılır. Sultan İbrahim’e karşı bu tutum dönemin yazarlarından İskender Fahrettin tarafından da devam ettirilir. Yazar Deliler Saltanatı (1931) ve Telli Haseki (1932) romanlarında Sultan İbrahim’i oldukça katı bir tutumla tasvir eder. Sultan İbrahim sık sık deli, mecnun, şımarık, beyni sulanmış gibi sıfatlarla anılır. Padişahın her gün bir kelle teşhir ettirdiği ve ceset derilerinden darbuka yaptırdığı belirtilir. Romanın devamı Telli Haseki’de (1932) de benzer değerlendirmeler yer alır. Örneğin; “...Sultan İbrahim, zulüm ve itisafı o derece ileri götürmüştü ki, her gece bir cariye boğdurmaktan, her gün birkaç masumun kanına girmekten kalbi kararmış ve katılaşmıştı.”[12] gibi öznel ifadeler kullanılır. Turhan Tan da Osmanlı Rasputini Cinci Hoca’da (1938) Sultan İbrahim için ‘deli, zırdeli, kızıl cahil, zalim, kadıncıl hükümdar, kadıncıl padişah, tacidar deli, gülünç deli, beyinsiz padişah’ ifadelerini kullanılır. “İbrahim tahta değil, tımarhaneye yakışır bir adamdı” diyen yazar, padişahın kadınlarla olduğu âlemlerinden birisini oldukça aşağılayıcı bir üslupla tasvir eder:
“...İbrahim bu avrat pazarı ve bu ihtiras âlemi içinde dolgun mevcutlu bir kısrak yılkısına başı boş bırakılmış kuduz bir aygıra benziyordu. Konuşmasının kişnemeden, yürümesinin şahlanmadan farkı yoktu ve gece gündüz kişneyerek, şahlanarak avrat pazarına hercümerç veriyordu.”[13] Dönemin diğer önemli tarihî roman yazarı Aptullah Ziya Kozanoğlu’dur. Aptullah Ziya’nın, 1943’te kaleme aldığı Patronalılar’da da Osmanlı hanedanına bakış oldukça serttir. Yazar, padişah başta olmak üzere devletin tepesinde yer alan kişilerin zevk ve sefa âlemlerine dalarak işleri aksatmalarını, koymuş oldukları vergilerle halkı ezmelerini ağır bir üslupla tenkit eder. Saraya karşı halkın temsilciliğini (ve yazarın sözcülüğünü) üstlenen Peçeli Uğru’nun padişah ve rical huzurunda söyledikleri, tamamen hakaret amacı taşır: “Siz, hırsızlığın en büyük namussuzluğunu yaparak Allah’ın kitabına, adaletine, kanunlarına uydurdunuz! Siz öyle namussuzlarsınız ki, devlet hazinesine vergi diye Anadolu köylüsünün ciğerinden koparırcasına aldığınız akçeleri, buğdayları, şehvet, şarap, lâle ve Çırağan saraylarında yersiniz. Tanrının gazabından korkmazsınız...”[14] Hanedan mensupları, Sadrazam İbrahim Paşa’ya göre “asırlardan beri Türklüğün başında kokan bozuk bir nesil”(s120); Patrona Halil’e göre “Bir sürü nikâhsız doğan piçler”dir[15]. Aptullah Ziya, Fetret Devrini konu aldığı Sarı Benizli Adam’da (1948) da “O devirde padişahların saat başında bir adam öldürmeleri şanlarındandı.”[16] diyerek diğer yazarlar gibi abartılı bir tavır takı-
11. Turhan Tan, Cehennemden Selam, İst. 1928, s. 238, 249, 255, 400-401, 462. 12. İskender Fahrettin Sertelli, Telli Haseki, İst. 1932, s. 157.
26-27. 15. Kozanoğlu, age., s. 32. 16. Aptullah Ziya, Sarı Benizli Adam, (8.b.), İst. 1964, s. 133.
13. Turhan Tan, Osmanlı Rasputini Cinci Hoca, İst. 1938, s. 19. 14. Aptullah Ziya Kozanoğlu, Patronalılar, (4.b.), İst. 1962, s.
14
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
nır. Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Turhan Tan, İskender Fahrettin Sertelli, Aptullah Ziya Kozanoğlu, Cumhuriyet döneminin en önemli tarihî roman yazarlarıdır. Bundan önceki dönemde bir roman kahramanı olarak ele alınmayan ancak sözü edildiklerinde yüceltilen Osmanlı padişahları, söz konusu yazarların kalemlerinden hem roman kahramanı olarak öne çıkarılmışlar hem de oldukça ağır bir şekilde tasvir edilmişlerdir. İlk örneklerden II. Meşrutiyet dönemine kadar geçen süreçte yayımlanan romanlarda herhangi bir Osmanlı padişahının bir roman kahramanı olarak işlenmemesinin sebebi Halife-i Ruyı Zemin anlayışıyla ilgili olabileceği gibi devrin hâkim anlayışının bu duruma müsaade edemeyeceğiyle de açıklanabilir. Cumhuriyet döneminde yayımlanan bazı romanlarda ise asıl maksat padişahı kötülemek olduğundan onların bir roman kahramanı olarak öne çıkarılması ideolojik bir tutum olarak karşılanabilir. Yani her ikisinde de estetik amaçtan ziyade ideolojik bir tavır söz konusudur. Oysa tarihî bir romanda estet tavır her zaman önemli olmalıdır. Bu açıdan yaklaşıldığında tarihî bir romanda Osmanlı padişahının yüceltilmesi veya zemmedilmesi değil bir roman kahramanı olarak taşıdığı insani değer önemlidir. Tarihî Türk romanlarında padişahların yüceltilmeleri veya kötülenmeleri devrin hâkim anlayışlarıyla ilgili olarak açıklanabilir. Yani tarihî roman yazarları, yazdıkları dönemin tarihî, siyasi ve kültürel atmosferinden bir hayli etkilenmektedirler. Padişahın mutlak otorite olduğu bir dönemde Osmanlı padişahları yüceltilmiş, yeni bir devletin kurulduğu dönemde bu durum tamamen değişmiştir. Cumhuriyet rejimi bütün kurum ve kuruluşlarıyla hâkimiyetini tesis ettikten sonra ideolojisini geliştirmek ve yaymak için kültürel çalışmalara hız vermiş, yeni bir anlayışın tesis edilip geliştirilmesinde şiir, tiyatro, roman gibi edebî türler kullanılmış ve bundan tarihî romancılar da etkilenmişlerdir. 1931’de yürürlüğe giren Matbuat Kanunu’nun 40. Maddesinde geçen; “Padişahlık ve hilafetçilik yolunda ve komünistlik ve anarşistliğe tahrik eden yayında
bulunamaz. Buna aykırı hareket edenlere üç yıla kadar ağır hapis cezası verilir.”[17] hükmü, doğal olarak tarihî romancıları da yakından ilgilendirmiştir. Bu kanunla birlikte artık “padişahlık ve hilafetçililik” yolunda olumlu bir tablo yaratmak imkânsızdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında benimsenen kültürel atmosferi ve yukarıdaki yasa hükmünü tersten okumak mümkün olsa bile Nizamettin Nazif’in 1928 yılında peş peşe yayımladığı tarihî romanlarında Osmanlı padişahlarını son derece ağır ifadelerle karalamasını dönemin hâkim anlayışıyla bire bir bağdaştırmak elbette zordur. Yoksa Deli Deryalı’da Topkapı Sarayı’nı baştanbaşa bir hususi kerhane ve zina menbaı olarak gören Nizamettin Nazif’in Kanunî şahsında bütün Osmanlı padişahlarını soysuzlukla itham etmesini veya Aptullah Ziya’nın Patronalılar’da bütün hanedan üyelerini ‘veled-i zina’ olarak telâkki edişini kabul etmek mümkün değildir. Ancak yine de bu bakış açısı tarihî romancılarımızın devirlerindeki hâkim anlayışlarından bizzat etkilendikleri ve Cumhuriyet dönemi yazarların Osmanlı padişahlarına hayli olumsuz yaklaştıkları gerçeğini değiştirmez. Tarihî romancılarımızın Cumhuriyet dönemine kadar geçen süreçte tarihe bakış açıları genellikle özneldir. Bu anlamda ele aldıkları Osmanlı padişahlarına yaklaşımlarında estetik amaç göz ardı edilmiş ve ideolojik amaçlar ön plana çıkartılmıştır. Bu durum, tarihî romanlarımızın gelişimine çok olumsuz bir şekilde yansımıştır. Oysa tarihî bir romanda kişiler son derece önemlidir. Onların ruhsal ve psikolojik özellikleri en az tarihî bir dönemin arka planını irdelemek ve günümüze ışık tutmak açıları kadar önemlidir. Önemli olan Fatih Sultan Mehmet’in bir roman kahramanı olarak övülmesi veya kötülenmesi değil bir insan olarak taşıdığı değerlerin tahlilidir.■
17. Alpay Kabacalı, Türkiye’de Basın Sansürü, İst. 1990, s. 129.
15
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
aşk düşünceye rağmendir ne zaman bir deniz düşünsem bir gemi batar ne zaman bir gökyüzü düşünsem bir yıldız kayar ne zaman bir çiçek düşünsem solar korkuyorum seni düşünmelere aşk denize aşk yıldıza aşk çiçeğe ve aşk düşünceye rağmendir
aşk ‘niçin’e rağmendir aşk nedensizdir bedensiz olduğu kadar eğer bir kumsalda enine eğer bir kumsalda boyuna varsa iki âşık kumsal doludur ve bir evde sevgi yoksa sevgi yoksa sofada mutfakta sevginin zikzakı değilse koridordaki ev boş ve çıplaktır
MAHMUT BAHAR
16
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
melisa
kanımda bozkır alnımda dağ ateşi kıdemli yolcusuyum ben ayrılığın suretler çarşısında esmer bir yangın sönmüş bir kandilim gün ortasında aşka dargınım kanıma girme melisa şehrin kuytularında günahla semirirken aşk beni sokak kedileri sevsin sen kitaplardan öğrendiğin hayatı yaşa lirik ve sarih değil yüzüm gurbet gözlerim uzamıyor saçlarım bütün suç aynaların namluda üç el ateş süngüde gül ağrısı içli bir çocuk yüzünde ince yara ne çok tasa birikmiş biricik yüreğine kahramanı yok sevdiğim masalların seferiyim sürgünüm kendi karanlığıma nice bir leyla geçti ömrümden içimde aşk efsanesi kaç aysız akşam kan revan içinde uyandığım uykular hançer benim ten benim melisa mutlu olmayı bilmez kadınlar
KALENDER YILDIZ
17
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
KELİMELER ÇOK UZUN CÜMLELER YETERLİ Tüm kelimeler çok uzun çoğu kez biz uzatırız. “Kuşatma” desem mesela Gazzeli bir adamı hatırlarız. Adamın hali harap (evlerden uzak)… Haberleri seyrederken aç olduğunu da anlarız “Kabil” kayalıkları kadar dayanır mı? Başka ülkelerin de yüz yaşında çocukları var mı? Ahhh çölün kıymetlileri… Kara yazı denilen yıkanınca çıkar mı? “Sabır” yazarı yakılmış bir orta çağ romanı. Sessizliğin gözlerinin en keskin zamanı. Bilenir Eyüp’ün de kalbi gün gelir, Kulübesinden yükselir seslerin en yamanı. Kelimeler ve inananlar Aynı cümlede ama…
SEVAL KOÇOĞLU
18
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Tarihçilerin olayları anlatırken mekanik bir üslupla ve akademik dilin anlaşılmaz tabirlerini kullanarak kendi yeterliklerini kanıtlamaya çalıştıkları soğuk tavrı bir kenara bırakarak, daha sıcak ve edebî bir dil ve anlatım benimsemeleri gerektiğini düşünüyorum
T
EMRE MİYASOĞLU
arihin bir toplumun geleceğinin temeli olduğunu hepimiz şüphesiz biliyoruz. Fakat tarih şuurunun hayata adım attığımız ve öğrenme aşamasına geçtiğimiz küçük yaşlarımızdan itibaren edinmeye başlamamız gereken bir kazanım olduğunun ne kadar farkındayız? Tarih şuuru, geçmişte neler yaşandığını kronolojik bilimsel veriler bütünü olarak bilmekten çok ötede bir olgudur. Tarihi bilmek, geçmişte kazanılan zaferlerle övünmek demek değildir şüphesiz. Zaferler, onları hazırlayan şartların anlaşılması, tahlil edilmesi göz ardı edildiğinde kitleler için uyuşturucu vazifesi görmekten ileri gidemez. İstanbul’un fethini ya da Çanakkale zaferini yüzeysel olarak sadece bir sevinç ve gurur kaynağı olarak hatırlamanın topluma faydası yoktur. Önemli olan, Türk toplumunu böyle zaferlere hazır eden çağın yaşayışını, kültürel seviyeyi, dine ve ahlâka bağlılığı, ilmî ve edebî olarak öncü oluşu anlamak ve günümüz için bunlardan gerekli çıkarımları sağlamaktır. Aksi takdirde tarihteki zaferlerin yâd edilmesi toplum için, bir maç galibiyeti sevincinden pek de farklı olmayacaktır. Geçmişte yaşananlar, yalnızca olaylar zincirinden ibaret olmayıp neden-sonuç ilişkisinin yorumunu gerekli kılar. Edebiyat bu noktada devreye girer ve tarihin aktardıklarını yorumlayarak bir tarih şuurunun oluşmasına ve şekillenmesine yardım eder.
Edebî eserlerde, özellikle de romanlarda görmeye alışkın olduğumuz tarih örgüsü, o romanın gerçekliğine önemli bir katkıda bulunur. ‘Bir çağda yaşanmış bir hikâye’ duygusu vermesi açısından tarihi konu edinen bir edebî eser okuyucuda bir kat daha ciddiyet uyandırır. Tarihin edebî bir tür olarak algılandığı dönemlerden farklı olarak, tarihin günümüzde (hâkim bakış açısı tarafından) sadece bilim dalı olarak görülmesi şüphesiz ona karşı daha ciddi bir tavır alınmasını sağladı. Fakat yeni nesillerin ilgisini çekmekte başarısız olundu. Bu bakımdan tarihin edebiyatla iç içe oluşu, bir milletin tarihe ilgisini artırır, dolayısıyla tarih şuurunu da geliştirir. Bir sanatçının, topluma karşı çağına tanıklık etmek ve anladıklarını, doğru olarak yorumlamak gibi bir görevi de vardır kuşkusuz. Çünkü herkes tarihin bir noktasında, zamanın bir aralığında yaşar ve toplumsal olarak yaşananlara duyarsız kalması mümkün değildir. Gelecek nesillerin, bugün yaşananları bilme hakkı kadar, meydana geliş sebeplerini de anlama hakları vardır. Okuyucu olarak tarihi, tarih kitaplarından sevmek ve dolayısıyla anlamaya çalışmak şansımız olmayabiliyor. Edebiyatçının bu noktada yadsınamaz bir görevi vardır. Tarihin edebiyatla iç içe, ayrılmaz bir bütün oluşu, ikisinin de insan hayatını anlatıyor oluşundan ileri ge-
19
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
liyor. Sanat insanı anlatır, tarih de toplum içinde yaptıklarını. İnsan yaptıklarıyla ve düşündükleriyle bir bütün olduğuna göre, tarih ve edebiyatın birbirinden ayrılması ikisinin de güçsüzleşmesi, yarım kalması anlamına gelir. Pek çoğumuz, önemli olan tarihî gelişmeleri belki biliriz, fakat onların gelişme nedenlerini gerçekten anlamamızı sağlayan edebî eserler olmuştur. Örneğin, Ahmet Mithat Efendi ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın romanları olmadan Osmanlının son dönem İstanbul’unu, Tanpınar’sız Türk toplumunu, Mehmet Âkif olmadan Millî Mücadele ruhunu, Necip Fazıl olmadan Cumhuriyet tarihinin en bunalımlı yıllarını anlamamız gerçekten mümkün değildir. Aynı şekilde Rusya’yı bize Dostoyevski, Fransa’yı Balzac, İngiltere’yi de Dickens anlatabilmiştir. Hiçbir tarih kitabı, yabancısı olduğumuz ülkelerin toplumsal atmosferini bu büyük yazarların romanları kadar açık bir şekilde anlatamamıştır. Aksi hâlde sanat ve edebiyat rafa kaldırılarak kaleme alınmış her tarih metni, yalnızca ayrıntılı birer kronolojiden ibaret olacak, anlatmaya çalıştığı dönem hakkında sayısal veriler sunarak sebepleri bir cümleyle açıklamaya çalışacaktır. Bugün birer tarih anlatısı olarak ele alınabilecek olan Osmanlı dönemi seyahatnameleri edebî yönü öne çıkmış eserlerdir ve anlattığı çağın panoramik fotoğrafları gibidir. Örneğin Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si yalnızca güzel bir gezi kitabı olmakla kalmamış, bir medeniyetin kültür taşıyıcılığı görevini de doğal olarak üstlenmiştir. Tarih kitabına, muhakkak geçmiş zamanı anlatan bir ürün olarak bakmak önyargısından kurtulmak gerekir. Zamanı mazi-hâlistikbal (dün-bugün-yarın) parçalarının bir bütünü olarak algılamak daha doğru olur. Bir edebiyatçının gününün toplumsal-sosyolojik gerçeklerini dert edinip anlatması gelecek için son derece önemli ve sağlam bir tarih kaynağı olacaktır. Nitekim bugün adını zikredip gururla yâd ettiğimiz büyük edebiyatçılarımızın yaptığı da bu olmuştur. Onlar yaşadıkları zamana karşı ilgisiz kalmamış ve dürüst olmuşlar, böylece usta birer edebiyatçı vasfının yanında, ‘sevimli tarih hocası’ unvanını da hak etmişlerdir. Hiçbir gelişmiş toplum, tarihini reddederek sağlam bir gelecek hayali kuramaz. Tüm milletler için tarih şuuru ihmal edilemeyecek bir konudur. Bu yüzden tarihin öğrenilmesi, öğretilmesi yalnıza bir bilim dalı olarak akademisyen kadrosuna terk edilerek çözüm mümkün bir mesele değildir. Tarihin bir alana sıkıştırılması kabuklaşma sonucunu doğurur ki bu da halkın soğuk ve mesafeli durmasına sebep olur. Cumhuriyet tarihimizde üniter devlet ve laik eğitim kavgasıyla
yaşanan millî tarih meselesinin de özünde bu yatmaktadır. Altı yüz yıllık Osmanlı imparatorluğu yapısı ve değerlerinin görmezden gelinmesiyle, kendini aydın olarak vasıflandıran batıcı kafaların geçmişi inkâr ederek ütopik bir medeniyet kurma hayallerinin gerçekleşmediğini, dahası, toplumda büyük çatışmalar doğurmaktan başka işe yaramadığın görüyoruz. Bir milletin tarih anlayışının en kolay edebî eserlerle değiştirildiği gerçeği dikkate alındığında, tarihedebiyat ilişkisinin ne kadar sağlam olduğu net bir şekilde görülecektir. Cumhuriyet döneminin önemli yazarlarından Yakup Kadri, Halide Edip, Reşat Nuri gibi yazarların toplum anlayışının değişmesine, Osmanlı medeniyetinin hor görüldüğü bir tarih anlayışının yerleşmesine katkıları şüphesiz çok büyük olmuştur. Aynı şekilde, millî ve manevi değerlerimize bağlı Yahya Kemal, Tanpınar, Peyami Safa gibi şahsiyetlerin romanları da tahrif edilen tarih şuurunun korunmasına büyük katkıda bulunmuştur. Bu bakımdan edebiyatın, özellikle de romanın tarih için ne denli vazgeçilmez bir yardımcı olduğunu bilmek önemlidir. Edebiyatçılara düşen görevse, yüklendikleri bu misyonu hakkıyla yerine getirmektir. Tarihçilerin olayları anlatırken mekanik bir üslupla ve akademik dilin anlaşılmaz tabirlerini kullanarak kendi yeterliklerini kanıtlamaya çalıştıkları soğuk tavrı bir kenara bırakarak, daha sıcak ve edebî bir dil ve anlatım benimsemeleri gerektiğini düşünüyorum. Tarihçi denildiğinde aklımıza hem tarihî bilgisiyle hem de bildiklerini anlatabilen edebî tavrıyla öne çıkan İlber Ortaylı Beyefendinin ismini zikretmek gerekir. Kendisini, tarihi sevdiren bir şahıs olarak vasıflandırmak isabetli olur kanaatindeyim. Tarihin aslında sıkıcı bir bilim dalı olmadığının anlaşılmasına ve insanı mutlu eden ‘öğrenme keyfi’nin farkına varılmasına katkıda bulunan bir uzman olması hasebiyle Ortaylı, gerçekten çok doğru bir örnektir. Sonuç olarak tarihte edebî oluşun, edebiyatın (özellikle de romanın), edebiyatta da tarihin ne kadar önemli bir yer tuttuğunu, bu iki sanat dalının birbirini besleyen, güçlendiren, edebileştiren bağının mevcut olduğu oluşu inkâr edilemez. Tarihin yalnızca bir bilim dalı olarak ilgililerinin tasarrufuna bırakılması, toplumun ona karşı mesafesini açar; edebiyatınsa tarihten, dolayısıyla dünden, bugünden, yarından, yani toplumdan ve sosyal yaşamdan bağımsız bir sanat dalı olarak görülmesi, bir milletin kültür ve sanat ilişkisini anlayamadığını gösterir. Bu iki önemli hata, amacı insanı anlatmak olan edebiyat ve tarihin doğru anlaşılamadığını ve yanlış temeller üzerine bina edilmeye çalışıldığını gösterir.■
20
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
M. NACİ ONUR
Tarihe not düşen şairler; zamanı kaydetmeleri, hâdiselere ışık tutmaları, onların unutulmalarına mani olmaları yönünden çok yönlü bir görevi yerine getirmişler, kansız kavgasız tarih yazmışlar, bu vesile ile daima takdir toplamışlardır.
D
ivan Edebiyatı, Osmanlı İmparatorluğunun saray hayatının başlamasıyla meydana gelirken, padişahların da bu edebiyata, dolayısıyla şiire gösterdikleri ilgi ile daha da popüler hâle gelmiş ve revaç bulmuştur. Bu dönemde birçok padişahın, vezirin, paşaların şiirle meşgul olduğu, bizzat şiir yazdığı veya divan sahibi olduğunu görürüz. Osmanlı İmparatorluğunun padişahları sadece şiire yaklaşmamışlar, güzel sanatların her dalına ilgi göstermiş, toprak sınırlarını genişletirken imar iskân işlerini de ihmal etmemiş, ülkenin her köşesinde hanlar, hamamlar, kervansaraylar, çeşmeler, camiler, vakıflar, medreseler yaparak veya yaptırarak bir bütünlük içinde gelişmesine yardımcı olmuşlardır. Hâlâ yâd edilen, hatıramızdan çıkmayan sazendeleri, musikişinasları, besteleri, hattatları, edipleri, imaretleri bir güzellik manzumesi olarak bugün bizleri teselli etmektedir. Her şey yerli yerinde idi ve taşlar bir bir yerine oturmuştu. Tarihimiz gibi edebiyatımız da kendi mecrasında işliyordu. Edebiyat tarihleri yazılıyor, tarihî hâdiseleri konu alan mesneviler, kasideler yazılıyor, seyahatnameler, günlükler, tarihî eserler
21
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
kaleme alınıyordu. Divan şairleri, divanlarında bir bölüm ayırarak tarih kıta ve beyitleri yazıyorlardı. Bunun yanı sıra şairlerimiz yalnız şiir yazmakla kalmayıp yazdıkları şiirlerle, genellikle çeşme, han, hamam, kervansaray, önemli bina ve cami gibi yapıların temel atılışı veya bitirilişlerine, padişahların tahta çıkışlarına, ölüm tarihlerini belirtmek amacıyla mezar taşlarına, savaşların olduğu tarihe ebcet hesabıyla kansız kavgasız tarihler düşürüyorlardı. Ebcet hesabı, ebcet harflerine tekabül eden sayıları esas almak şartı ile herhangi bir hâdisenin tarihini, bir veya birden çok kelime, mısra veya beyit şeklinde, o ibarede yer alan harflerin sayı olarak toplam neticesini veren tarihtir. Buna “cümleler hesabı” da denir. Bu işlem ancak Arap harfleri ile olur, zira her harfin bir rakamsal değeri vardır. Gerçekte ebcet hesabı olarak düşürülen tarihler bir kabiliyet işiydi ve divan şairlerimiz bunu başarıyla devam ettirmişlerdir. Mimar Sinan’ın mezar taşında yazılı olan, “ Geçdi bu demde cihandan pir-i mimaran Sinan” ibaresinde ebcet hesabına göre Arap harflerinin sayısal toplamı hicri yıl olarak 996, miladi yıl olarak 1587 yılına rastlamaktadır. Bazı sanatkârlar da ayet ve hadislerden istifade ederek ebcetle tarih düşürmüşlerdir. Fatih devrinin âlimlerinden İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey, bu sanatın öncüsü sayılır. Edebiyatımızda bu sanatın en mahir kişisi 1752 – 1814 yıllarında yaşayan Süruri’dir. Süruri, sadece tarih düşürmekle kalmamış, ele aldığı şahsı bir iki mısra ile en iyi şekilde ifade de etmiştir. Süruri’nin asıl ismi Seyyid Osman’dır, ama Süruri mahlasını kullanmıştır ve söylediği tarih sayısı 2000’i bulmaktadır. Tarih düşürmek Arap harfleriyle olmasına rağmen onlarda pek yoktur. Ebcet hesabıyla tarih düşürmek daha fazla Türk ve Fars edebiyatlarında vardır. Divan edebiyatının doğu yakasında yer alan Harput’ta da Rahmi ve Hacı Hayri Bey’in gerek divanlarında gerekse şiirlerinde tarih manzumelerine rastlıyoruz. Mesela, Rahmi-i Harputî (1802-1884) Harput’ta çarşıda çıkan yangınla ilgili bir manzume yazmıştır. Bu şiirden birkaç beyit örnek verelim. Son beyitinde de 1283 (1868) tarihini zikrettiğini görürüz. “ Nagehan ateş-feşan oldu meğer Harput-i çarh Yandı hayfa bir şeb-i tarikte heb çar-su” Birdenbire Harput’un gökyüzüne ateş saçıldı, ne yazık ki karanlık bir gecede bütün çarşı yandı. “ Dat-res oldu heman ol asaf-ı ali-tebar İzzet-ü devletle nusret hem-inan olmuş kamu”
22
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
O soyu yüksek temiz vezir -Vali Ahmet İzzet Paşa- hemen yardıma koştu. Hepsi büyüklükle, yardım için at başı beraber olmuşlar. “ Rahmiya bu külün ateş-dem dedi tarihini Atdı top iflasdan gerdun yandı çar-su” Rahmi, bu külün kızgın zamanındaki tarihini şu sözlerle söyledi: Çarşı yandı dünya iflasdan top attı.1283/1868. Şair Rahmi, Şair Hacı Hayri Bey’in doğumu münasebetiyle de tarih düşürmüştür. “ Serinde cevheri ta’viz Rahmiya tarih Hayırlı ad ala mehd-i zamanda Hayrullah”1277 / 1860 Ey Rahmi, o başında değerli taşlardan yapılmış muskasıyla görününce ben de doğum tarihini şu mısrada cevheri ( noktalı harflerle ) tarihle söyledim: Hayrullah zaman beşiğinde hayırlı ad alsın. Padişah Sultan Abdullaziz’in tahta çıkışı ile ilgili yazdığı tarih manzumesinden iki beyit verelim, son beyiti tarih ihtiva etmektedir. “ Şimdi hengam-ı dua-yı padişahidir Murad Daima evrad edilmiş yâd eder pir ü cevan Şimdi padişaha dua etmenin zamanıdır. Ona duayı genç ve ihtiyarlar daima tekrarlanan zikir edinmişlerdir, onu anmaktadırlar. “ Levhe tarih-i cüluz Rahmiya yazdı kalem Namla Abdullaziz han oldu sultan-ı zaman” 1277 / 1860 Ey Rahmi, kalem, yazılacak levhaya tahta çıkış tarihini şöyle yazdı: Şan ve şöhretle Abdullaziz Han zamanın padişahı oldu. Bunun yanı sıra 1866 yılında zamanın Elazığ Valisi Ahmet İzzet Paşa tarafından inşa ettirilen İzzetpaşa Camiinin kuzey ve doğusundaki iki ayrı yerinde, birinde taşa diğerinde mermere kazınmış tarih manzumesinin son beyitinde de 1282 / 1866 tarihi yer alıyor.
“ Geldi cevher gibi Rahmi kaleme bir tarih Oldu dünyada eser cami-i İzzetpaşa” Hacı Hayri Bey’in şiirlerinin iki tanesinde de tarih notu vardır. Elazığ Valisi Abdullah Paşa’nın Beyrut’ta iken ölümüne ait yazdığı şiirinin tarih beyiti şöyledir: ri
“ Enin ü ah edip tarih-i cevher söyledim Hay-
Mezarı Ravz-ı firdevs Paşa’nın”1301/ 1887
olsun
Abdullah
Elazığ Valisi Enis Paşa’nın yaptırdığı Gazi Caddesindeki eski Hükümet Konağı’nın kapısındaki taşa kazınan ve Hacı Hayri Bey tarafından yazılan kitabenin son iki beyiti şöyledir; “Gösterir himmetini halka bu bünyad-ı cesim Bu eserler okuruz namını tayevm-i vahid Bu büyük yapı, onun bu halka karşı gayretini gösterir, bu eserle kötülükten uzaklaştıran ve iyiliğe yücelten ismini günlerce okuyacağız. Kilk-i zerrin ile tarihi yazılsın Hayri Menşei adl ede şu daireyi Rabbı Mecid” 1312 / 1898 Hayri bu tarih altın kalemle yazılsın, Mecid olan Allah şu Hükümet Konağının başlangıcını (temelini) adaleti ile yürütsün. Ebcetle tarih düşürme günümüze kadar taşınmış, hicri tarih yanında miladi tarihlerle de bu işlemin yapıldığı görülmüştür. İsmail Yakut’un şu tarihi, 1989 yılında Hac’da tünel kazasında kaybettiğimiz Prof. Dr. Amil Çelebioğlu için düşürülmüştür. “ Çıktı üçler hep beraber Hacc-ı eylerken eda Lebbeyke gufranek ey Amil dediler” 1410 / 1989 Tarihe not düşen şairler; zamanı kaydetmeleri, hâdiselere ışık tutmaları, onların unutulmalarına mani olmaları yönünden çok yönlü bir görevi yerine getirmişler, kansız kavgasız tarih yazmışlar, bu vesile ile daima takdir toplamışlardır.■
23
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Mostar NECATİ KANTER
Üzerindeki yük o kadar ağır olmasaydı senin ne değerin kalırdı. Köprü suyun üzerindeyken köprüdür. Üstünde ağır yükler geçerken, Dayanılmaz ağırlıklar taşırken köprüdür. M. Necati Sepetçioğlu
B
azen hırçınlaşırdı Nevatra Nehri… Köpük köpük dalgalanan suyu coşar bazen de durulurdu. Ama hep gururluydu. Evlad-ı Fatihanın ruhu sinmişti onun ruhuna. İslamın sembolü olan taş hilali, beş asır Avrupa’nın orta yerinde mimari zarafet ve güzelliği ile ayakta tutan bir köprü vardı çünkü onun üzerinde. Nevatra’nın mavi suları üzerinde çığlıklar atarak kanat çırparken, acı bir felâketin haberini veriyorlardı o gün yağmur kuşları!... Balkan Savaşlarında evlerini barklarını, mallarını mülklerini, hısım akrabalarını, yüreklerini, her şeylerini ama her şeylerini burada bırakıp yollara düşen çakır gözlü sarışın muhacirlerin bin bir meşakkatle Anadolu’ya hicretlerini anımsatıyorlar… Yeni yurtlarında sağlam bir dala tutunabilmek için çırpınışlarını, ardından da aynı acının adım adım gelmekte olduğunu ve bu felâketin bir daha yaşanacağının sinyalini veriyorlardı bu kuşlar. Gri gökyüzünün meydana getirdiği donuk mu donuk, kasvetli mi kasvetli bir hava... Korkutuyor yağmur kuşlarının bu çıldırtıcı çığlıkları. Ölümün ve ayrılığın sesini duyuyorum onların dilinden. Martılar da aynı şeyleri söylüyor. Kanat çırpıyorlar, sonra uzaklaşıyorlar nehrin üzerinden. Ve nihayet duyulmuyor kuşların bu uğursuz cıvıltıları! Kaygılanıyorum! Zaman akıyor, gün devriliyor!.. Mostar’ın üst üste yediği top darbeleriyle can çekişini izlerken, Kosova Zaferini düşünüyorum. Sultan Murat Hüdavendigâr’ın savaş meydanında şehit oluşunu ve yüreğinin bu topraklara bırakışını… Fatih Sultan Mehmet Han’ın askerlerinin Mehter eşliğinde tekbir sedaları arasında şehre girişlerini ve Bosnalı genç kızlar tarafından ak güllerle karşılanışlarını… Tarihin sayfalarını karıştırıyorum; Cihan
24
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Sultanı Kanuni Sultan Süleyman’ın Mohaç Meydan Muharebesi çıkıyor karşıma. Sonra Viyana kuşatması, Boğdan seferi, Nazlı Budin!.. Tuna Nehri sahillerine varıp Estergon Kalesi eteklerinde kılınan cuma namazı… Yumuşak, tatlı mı tatlı bir gülümseme yayılıyor yüzüme. Unutuyorum, duymuyorum artık düşmanın top seslerini… Türk mimarlık tarihinin muhteşem bir anıtı olarak dünyaca tanınan bu köprü üzerinde geçen çocukluk ve gençlik anılarımı yeniden yaşıyorum. Gözlerim bir boşluğa takılıyor. Şakalar yapılır, şarkılar söylenir, balık tutulur, oyunlar oynanırdı. İlk yaşam mücadelemiz, ilk aşk hülyalarımız, bakışmalarımız, fısıltılarımız, laf atmalarımız, hatta aşk entrikalarımız bile burada hazırlanırdı. Farklı dinlere, dillere, uluslara ve kültürel geleneklere sahip insanların bir arada yaşayabileceğinin simgesi, Osmanlının Avrupa’da atan kalbiydi... Adını şehre veren muhteşem köprü... Mostar’dı burası. Bir taraftan Hristiyanlar karşıya geçip yeni doğan çocuklarını ‘vaftiz’ için kiliseye götürürken, Müslümanlar da ata yadigârı olan bu köprüden geçmeyi uğur sayarlardı. İlk iş görüşmeleri burada başlar, pazarlıklar, kavgalar burada yapılırdı. Cenaze törenleri, düğün alayları bu köprüden geçerdi. Sevinç ve hüzün burada başlardı. Delikanlıların nişanlılarına ya da sevgililerine cesaretlerini kanıtlamak için “Atlama Taşı” üzerine çıkıp Nevatra’nın mavi derinliklerine dalışları, genç sporcularımızın ünlerine ün katan sevinç çığlıkları, yeşilbaşlı ördekler gibi süzülüşleri hep bu köprünün üzerinde izlenirdi. Ortalık iyice karışmış!... Kan ve barut kokusu inmişti şehrin üstüne. Hâlâ devam ediyor silah sesleri. İç savaş çıktı çıkacak. İnsanlar tedirgin. Evlerde tam bir yas havası… Gençler sokakta var olmanın mücadelesini verirken siyasiler ayakta… Ama nedense ben yine köprünün derdindeyim. Ona isabet eden her top, paramparça ediyor yüreğimi. Kayalara vuran billur renkli dalgalara bakıyorum, “Büyük Köprü” olarak da bilinen Mostar’ın iki ayağından birine ”Tara” diğerine “Halebîye” adı verilişinin nedenini düşünüyorum. Bulamıyorum. Harcında yumurta ve keçi kılı kullanıldığını okuyorum Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde. Gökkuşağına benzetilen Köprü’nün on altı İmparatorluk içerisinde benzersiz bir yapı olduğunu, “Ezan Taşı” üzerinde okunan sabah salasını, ardından Ezan-ı Muhammediyi ve yeni doğan Müslüman çocuklara ad vermek için sağ kulaklarına okunan ezanı, sol kulaklarına okunan kameti… Osmanlıyı; Cihan Padişahını, onun gür, tok ve erkekçe sesini duyuyorum. “Ey koca Mimar!... Batıda vardığımız en uç ilimiz Mostar!.. Bu şehri ikiye bölen nehir üzerine öyle bir köprü kurula ki, eşi ve benzeri olmaya!... Ve dahi bugüne değin yeryüzünde yaptırılan asarın en muhkemi olup Türk’ü ve Türk’ün adını sonsuza dek ölümsüz kıla!...” Tepeden tırnağa ürperiyorum. Meryem geliyor aklıma… Duygularımızın diliyle konuştuğumuz anlarda gözlerimin gözlerini okşayışını… Bahar yağmuru içmiş zambak çiçeği kadar taze kokuşunu… Sesinin berraklığı ve yüzüne sıcak bir pembeliğin yayılışını... ‘Marya’ derdi ona ailesi, ben ‘Meryem’... Tanığı olmuştu Mostar aşkımızın. Coşkundu o gün Nevatra… Mağrurdu… Kaviydi... Bereket dağıtıyordu baharın tazeliği ile deltalar çizdiği topraklara. Ama uzun sürmedi… Engereğin en zehirlisi çıktı karşımıza! Havadan ve karadan saldırılar sekiz gündür devam ediyor. Canice… Zırhlı araçlarla yapılan bu saldırılarda binlerce çocuk, kadın, hunharca katledilirken, sınır kapılarında bekleyen insani yardım geçişleri bile engelleniyor.
25
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Devlet-i Aliye-i Osmaniye’nin yedi düvele karşı savaşa sürüklenişini, yıldırım yemiş yaşlı bir çınar gibi çatırdayan koskoca bir İmparatorluğun üç kıtayı kucaklayan dallarının birer birer budanışını, Tuna’dan Fırat’a uzanan kollarının kırılışını ve “ Elveda Rumeli” denildiği o acı günlerin hüznünü yeniden yaşıyorum. İç savaş devam ederken, düşman tankları, Mostar’a daha büyük zarar verecek olan saldırıyı başlatıyor. 429 yıl dimdik ayakta duran bu Osmanlı şaheseri, kasım ayının sonlarında göğsünden vurulan kahraman bir er gibi şahadet sesleri arasında Nevatra’nın buz gibi derin sularına gömülürken Meryem’imi de alıyor kucağına. Mehmet’imi… Ve binlerce Bosnalı Müslümanı!... Yer kayıyor ayaklarımın altından. Gök kubbe başıma çöküyor. Kıvılcımlar uçuşuyor gözlerimin önünde!... Yeniden bir köprü inşa ediyorum Nevatra’nın üzerine. Hayal köprüsü!.. Adı Mostar!.. Köprünün üzerinden geçip, anılarda geziniyorum!.. Mehmet’imin doğumu… Evimizdeki sevinçli telâşımız… Babaannemin üç namaz vakti bekleyip tılsımlı bir “Bismillah”ın ardından muhabbet pınarının abıhayatı olan zemzem ve şekerli suyun bebeciğimizin pembe dudakları arasına damlatışı… Anası Meryem’in ak tülbendini omuzlarına atıp emzirdiği ak sütü… Dedemin “ya şehit ya gazi” diyen sesindeki gizemi... Dualar! Arapça, Türkçe, Boşnakça sözcükler. Hayalle gerçeğin biri birine karışımı!.. Vahşet boyutunda devam eden saldırılarda ölenlerin sayısı on binleri aşıyor. Esir kampları kuruluyor. Katledilen şehitleri defnedecek yer bulunamayınca stadyumlar mezarlığa çevriliyor. Kaybedilen kızanların, işkence gören delikanlıların, eşlerin, bir gece ansızın evinden ocağından koparılıp bir daha izlerine rastlanmayan genç kızların, kadınların kanlı tarihi yazılıyor! Görünen o ki, dünyanın gözleri önünde cereyan eden bu kıyım için ne ciddi bir görüşme ne ciddi bir gelişme görünüyor ufukta. Ekranlara yansıyanlar ise topların isabet ettiği hastane, cami ve okulların enkazları altında çıkarılan cansız çocuk, kadın ve erkek bedenleri… Ne söylersek söyleyelim, bir gerçek, hiç mi hiç değişmiyor. Bebeler ölüyor, Anneler ölüyor, soykırım kol geziyor!... Bosna ölüyor!... Tınmıyor dünya. Umarsızca seyrediyor!... Çareler tüketiliyor, çareler çaresizliğe dönüyor. İslam ülkeleri suskun! Vicdanlar suskun! Dünya suskun! İnsanlık suskun!.. Onay olarak algılıyor “İnsan Kasapları” bu suskunluğu!... Kan bürüyor düşmanın gözlerini. İç çeken bebelerin feryadı ayyuka çıksa da!... Her gece, her gün, her saat, her saniye yeniden yaşıyorum “Mostar Köprüsü”nün büyük bir gürültüyle sulara gömüldüğü o kıyamet anını. Kâbusum oluyor!... Hüzün iniyor gökten! Gözyaşlarım eşlik ediyor... Bir gümbürtü kopuyor yürekleri hoplatan. Ardından kirli mi kirli bir duman… Gök kızıllaşıyor… Her yer ateş… Her yer kan!... Gövdesinden kopmuş kollar, bacaklar, başlar!... Sonra kapkara bir örtü şehrin üstünde… Çığlığa dönüşüyor ninniler… Nevatra’nın kıyısında bebeğine ağıt yakıyor bağrı yanık bir ana. “Ciğerparem neredesin şimdi / Öteye mi uçtun can kelebeğim Yoksa sırrın berisinde misin? / Ses ver bana sürmeli bebeğim”
26
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Gözlerim kanlı, gözbebeklerim buğulu… Gecikmiyor tınısı yüreğimde damla damla kanayan Nevatra’nın yürekler parçalayan sahile vuran acı yanıtı. “Melek tenli bebeler bağrıma basılır Dalgalardan beşikler kurarım Gül kokulu uykularına Katmerli köpüklerden kundaklar sararım Ve ninniler söylerim derinden” Soykırımın belgesi yayımlanır dünya televizyonlarında. Yanık dökük evler, dükkânlar, hayalet şehir, mahvedilmiş altyapı, toplu mezarlar… Ceset dolusu kuyular, kesilmiş ve yakılmış insan cesetlerinin kömürleşmiş bedenleri… Mostar’da bir boşluğa asılı taş köprünün altında Nevatra’nın suyu kadar mavi ve derin gözlerini görürüm nazlı bebelerin. Dizlerime vururum, yakamı yırtarım. Aaah derim, aaah!.. Yeniden duyarım melül akan nehrin hüzzam makamlı nağmelerini. “Gözü yaşlı analar yüreğimde konaklar Yol olurum meçhulün menziline Figan eyler kayalara vuran sesim Feryadına sükût eder ağlarım” Hıçkırıklara boğulurum. İnsanlar görürüm ellerinde silah, suratlar asık, bakışlar kirli!... Yüz hatlarım gerilir, yumruklarımı sıkarım, yenik düşerim çaresizliğime. Ağlarım! Muhteşem Süleyman’ın gürleyen sesi yankılanır Bosna semalarında. “Bak ha ağa!... Tahta destekler kaldırıldığında köprüye gelecek zevalin karşılığı başındır, bu böyle biline!...” Rivayet olunur ki; Mimarbaşı Koca Sinan’ın Kalfası Mimar-ı Sani Hayrettin; Cihan Sultanı Süleyman Han’nın tüyler ürperten bu fermanını yüreğinin üzerine diktirdiği göğüs cebine yerleştirir. Ve Mostar’ın temeline kazma’nın vurulduğu gün; kendi mezarının temeline de ilk kazmayı yine o gün vurur. Nevatra’nın gri ve soğuk sularında kanat çırpan o çığırtkan yağmur kuşları uçmuyor artık. Ağıtlar dökülüyor dudaklarımdan!... “Hünkâr edalı şah suyum / Ruhumu sinene al götür Beni hırçınlığın değil / Mahzunluğun öldürür”* Ne kırlangıç cıvıltıları ne gün ışığı ne gökkuşağının yedi rengi ne de martılar! Haber yok!... Ne Meryem’imden ne Mehmet’imden, ne de... _______________________________ * Şiir; Ozan Taşdemir
27
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
MUSTAFA MİYASOĞLU
Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar adlı eseri, Sokrates’ten Menderes’e kadar acı çekmiş her önemli insanın gördüğü zulme kulak vermesi ve “Hakikatin hatırı dostumun hatırından önemlidir” düsturuyla her hakkı ve her hikmeti önemsemesi ile gündemdedir.
"...bilinmeyen gerçekleri anlatmak için arşivlerde dolaşmak yerine, ortada bulunan bilgilerle çarpıtılan gerçekleri ortaya çıkarmaya çalışmak, aslında Necip Fazıl’ın tarih eleştirisini de özetlemektedir."
N
ecip Fazıl bilinen anlamda bir tarihçi değildir, ama tarih görüşüyle Cumhuriyet dönemindeki resmî tarih anlayışını kökünden sarsan tezler ortaya koymuştur. Bu tezleri Büyük Doğu dergisinde yayınladığı dönemlerde büyük yankılar uyandırmış, Sultan II. Abdülhamid ile Vahidüddin Han konusunda yazdığı kitaplarla da mahkûm edilmiş, ama söylediği tarihî gerçekleri bütün kültür çevreleri benimsemiştir. Genellikle iki tür tarih kitabı vardır: Birincisi kaynakları ve belgeleri ortaya konmuş ilmî tarih kitapları, diğeri de ilme veya politik görüşlere dayalı popüler tarih kitapları… Bunları meslekten tarihçi olanlar da yazabilir, tarihe meraklı olanlar da… Önemli olan yazdıkları tarihi gerçeklerle bunların hangi amaca hizmet ettiğini dikkate alan yazarların perspektifleridir. Bu konuda özellikle edebiyat adamlarının tarihe karşı özel bir ilgileri vardır ve yazılarıyla kitaplarındaki tarih görüşleriyle yeni bir toplum tasavvuru ortaya koyarlar. Devletin kültür politikasının bu görüşlerle ilgisi bulunduğu, birbirlerini etkiledikleri muhakkak... Necip Fazıl’ın tarih görüşleri bir toplumun tarih muhasebesini doğru yapması gereğine işaret ederek temel fikirlerini ortaya koyuyor ve geleceği belirleyecek olanların da bu değerlendirmeyi iyi yapanlar arasından
28
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
çıkacağına işaret ediyor. Elbette hamasi tavırlarla bir tarih yazılamayacağı gibi, yanlış görüş ve bakış açılarıyla doğru tarih perspektifi ortaya konamaz. Perspektifsiz tarih ise değer yargısı olmayan insan gibidir. Tarih konusunda ilmî yayınlarla popüler kitapların ortak paydası, benimsenen tarih görüşüdür. Yazar hangi perspektifi benimsemişse, az veya çok satılan kitap bu amaca hizmet etmektedir. Edebî eserler de öyle… Tiyatro eserleri, opera ve operetler yanında romanlar da belli tarih görüşlerini ortaya koyuyor. Necip Fazıl’ın eserlerinde ortaya koyduğu kadar ihatalı tarih görüşüne, Hegel ile Marks’tan başka son dönem düşünürlerinde rastlamak mümkün değil. Arnold Toynbee bile tarih felsefesini oluştururken İbn Haldun’dan faydalanır. Bizde Ahmet Cevdet Paşa, Namık Kemal, Mustafa Nuri Paşa, Abdurrahman Şeref, Yahya Kemal ve Kemal Tahir tarihle ilgilenmişlerdir. Fakat bunların hemen hepsi, Necip Fazıl’ın dünya görüşü açısından tarihe yaklaşımı dikkate alındığında, tarihimizin ancak bir dönemi ile ilgilenmiş şahsiyetler olarak görülür. Üstadın bu alandaki önemi ve etkisi, iddiası ve ihatası ile doğru orantılıdır. Tarih konusunda yayınladığı kitaplar dışında, Büyük Doğu dergisi ve İdeolocya Örgüsü tarih tezleri bakımından oldukça zengindir. Kısacası, Necip Fazıl’ın tarihî konulardaki yazı ve kitapları başlı başına inceleme konusu yapılabilecek kadar çok ve savunduğu tezler açısından da önemlidir. Tezlerinin büyük bir bölümü ise, kendisinin dünya görüşüne özgü tarih değerlendirmesine bağlıdır. O bakımdan Necip Fazıl’ın fikriyatını ve şahsiyetini kavramak için tarihî eserlerine dikkatle eğilmek gerekir.
Edebiyat anlayışı ve tarih tezleri
Necip Fazıl dünya görüşünü, “efrâdını câmî ağyârını mânî” bir tarzda anlatabilmek için edebî incelemelerle tarihî eserler yazmış ve bunlardaki tavrını kesin bir tarzda ortaya koymuştur. En çok emek verdiği ve tarih tezinin müspet şahsiyetine ait “dost” portresi olarak nitelendirdiği ve böylece fikirlerine destek bulduğunu söylediği Ulu Hakan II. Abdülhmid Han adlı kitabının ön sözünde ilk cümle şöyledir: “Ben, sanat ve tefekkür adamı olmak dâvasındayım ve tarihçi değilim. Bu eser de bir tarih denemesi değil.” Burada ifade edilen, aslında bütün önemli şahsi-
yetleri ilgilendiren tarih felsefesidir ve bununla bir şekilde anlatılmak istenen şu meşhur sözdür: Tarih, tarihçilere bırakılmayacak kadar önemlidir… Aslında sanatçılarla politikacılar böyle düşündüğü için hedef bildikleri bir toplum için tarih tasavvuru geliştirirler. Resmî tarih galiplerin bakış açısıyla yazıldığı için, gerçeği kavramak isteyen onlara iyi bakmalıdır. Namık Kemal (1940) adlı monografisini yazmaya çalışırken fark ettiği Sultan II. Abdülhamid Han’la ilgili gerçeğe bu toplumun yabancı oluşu, hatta padişahla ilgili “Kızıl Sultan” gibi Ermeni komitacılarının ortaya attığı kavramlarla çok ters iddiaların yaygın oluşu Necip Fazıl’ın düşünce hayatını bir tarih değerlendirmesi üzerinden kurmasına yol açmıştır. Çünkü İttihat ve Terakki gibi pozitivist bir dünya görüşünü benimseyen CHP’nin benzer bir zihniyetle yakın tarihimizi çarpıtarak, sanal bir tarih uyduran toplum mühendislerinin başarılı olabilmek için yalanlar uydurduklarını biliyordu. Dedesinin de Abdülhamid’e bağlı bir hâkim olmasından ötürü, pek çok şeyle birlikte İttihatçıları küçük yaşlarda tanıma imkânı vardı. Buna rağmen Necip Fazıl’ın Namık Kemal ile Ulu Hakan II. Abdülhamid Han adlı iki eseri arasında 25 yıllık bir zaman dilimi var ve bu eser ilk tefrikasından ancak 20 yıl sonra son şeklini alabilmiştir. Elbette Necip Fazıl’ın Ulu Hakan II. Abdülhamid Han adlı kitabını daha çabuk bitirmesi mümkündü, ama onun amacının bir tarih kitabı yazmaktan ibaret olmadığı ortada. Necip Fazıl, Abdülhamid Han’dan yola çıkarak bir toplum mühendisliğini çökertmek istediği için elbette her belgeyi, her değerlendirmeyi farklı bakış açılarıyla tartacak, sohbet ve konferanslarında idrâkine güvendiği muhataplarıyla tartışacaktı. Öyle yaptı... Necip Fazıl sanat anlayışını arkadaş çevresinde gençlik yıllarından beri savunurdu. Resmî tarih görüşüne karşı kendi görüşünü savunabilmesi için belli bir özgürlük ortamı olması gerekirdi. Bunun için de bağımsız düşünen entelektüellerin bulunduğu ortamları kendisi oluştururdu. Necip Fazıl’ın evi, konferans salonları ve Büyük Doğu sayfaları, bu bakımdan alternatif tarih tartışmalarının özgür zeminleri olmuştur. Dünya görüşü ile tarih tezlerini anlatabilmek için piyesler de yazan Necip Fazıl’ın Abdülhamid Han adlı eseri amatör bir grup tarafından 500 kere oynandı. Bu toplumu yönetmeyi toplum mühendisliği şeklinde anlayan İsmet Paşa, Abdülhamid
29
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Necip Fazıl’ın hapsi göze alarak savunduğu görüşler yüzünden çektiği çilelere duyarsız kalarak parantezsiz ve dipnotsuz alanların da kimler olduğu anlaşılacaktır. Böylece, her şey zamanla daha açık ve aydınlık bir tarzda anlaşılacaktır kanaatindeyim. Çünkü tarih hiç kimse için ticaret konusu değil, sağlıklı bir toplum için hafızadır ve bunun doğru olması gerekir. Han konusunda TBMM’de gündem dışı konuştu, fakat eseri engelleyemedi. Bülent Ecevit de Necip Fazıl’ın son mahkûmiyetine sebep olan Vahidüddin ile ilgili tezini ölmeden önce doğrulayan açıklamalar yaptı. Böylece resmî tarih görüşü epeyce sarsılmış oldu…
Tahrif edilmiş tarih eleştirisi
Necip Fazıl’ın büyük bir cesaretle tahrif edilmiş tarih eleştirisi yapmasının geniş kitleler üzerinde şaşırtıcı etkileri olmuştur. Bu ülkenin sağcısıyla solcusuyla bütün aydınları resmî ideolojinin tarih görüşüne karşı çıkan bu cesur şairin sesine karşı ilgisiz kalamadı. Milliyetçilerden sosyalistlere, yasakçı profesörlerden romancılara kadar herkes 50 yıl içinde Necip Fazıl’ın tezlerinden yararlanarak ilgi çekici kitaplar yazdılar. Bazıları bu tezleri dipnot gösterip atıf bile yapmadan kendi keşfi gibi sunmaya da kalkıştı. Üstadın bunları yaparken ortaya koyduğu hasbi tavır, başta meslekten tarihçi olanları şaşırttı... Edebiyata dair yazılarından birindeki şu değerlendirmeye bir göz atarsak onun tavrı da anlaşılabilir: “Münekkid, müverrih gibi bir unsurdur. Yekûn
hattı gibi bir şey... Her şey olunca onlar da vardır; onlar olunca her şey var demektir, ortada bir şey olmayınca da onları aramak abes...” Münekkitle tarihçi arasındaki bu bağ çok önemli… Üstadın yalnız tarihî yazılarıyla bazı tezlerini ortaya koyan kitaplarını değil, dinî ve edebî inceleme ve monografilerini de bu gözle değerlendirmek gerekir. Yani “yekûn hattı gibi bir şey” dediği husus, temel dünya görüşü dikkate alınmadan kesinlikle doğru anlaşılamaz. Necip Fazıl’ın tarihî eserlerinin hepsindeki tez ve görüşler, özellikle İdeolocya Örgüsü’nde özün özü hâlinde ele alınmış ve bir hükme bağlanmıştır. Üstat, “teknik” ve “ilim” bakımından iddia taşımayan tarihî eserlerini yazarken, aslında nasıl iddialı bir tavır benimsediğini şu ifadesiyle açıklıyor: “Dış yüzden meçhulleri malûm kılmak yerine, iç yüzden malûmları meçhulden kurtarmak ve sadece fikri getirmek dâvası ...” Kısacası, bilinmeyen gerçekleri anlatmak için arşivlerde dolaşmak yerine, ortada bulunan bilgilerle çarpıtılan gerçekleri ortaya çıkarmaya çalışmak, aslında Necip Fazıl’ın tarih eleştirisini de özetlemektedir. Bu tavrın gerekçesi olan tarih düşüncesi ve tarih ilmi konusundaki görüşlerini yine bu kitabın ön
30
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
sözünden iktibas ederek, Necip Fazıl’ın tarih konusundaki temel fikirlerini dikkatlere sunmak istiyoruz: “İrfan sahiplerince bilinir ki, hikmet ilmin, ilim de tekniğin üstündedir; tarih ise bu üç görüş şekline göre çeşitli... Tarihi hikmet yönünden ele alan, onu kafasındaki tezatsız ve her örgüsü tamam bir dünya görüşüne nisbet eder. İlim gözüyle yoğuran, vâkıaları sağlam bir (analiz) ve (sentez) halinde umumî kıymet hükümlerine bağlar. Teknik bakımdan inceleyen de, sadece malzeme ve ham madde verir ve gerisi için tasa çekmez.” Üstat, bunlardan ilkine taliptir ve onun vasıflarını şöyle sıralar: “Cemiyet hamurkârı büyük fikirci”, “dünya çapında tefsirci ressam”... “Hikmet kanatlı büyük ruh”la “azametli hamle”ye girişir ve “büyük sorumluluk” ondan sonra başlar. Böylece tarihe bakışta gerekli olan perspektifle tarih tezleri ortaya konur. Necip Fazıl’ın eserleri bu vasıfları taşıyan bir mütefekkir sanatçının eserleri olduğu için tarihî, dinî ve edebî deneme/inceleme ve monografi türlerinde yazdıkları da hep bu açıdan değerlendirilmelidir. Onun sanat eserleri dışındaki kitaplarına da bu gözle bakarsak tavrını ve tezini daha kolay anlamamız mümkün olur. Öteki türlü başka yazar ve araştırmacıların fazlaca itibar ettikleri şeklî özellikler bulunmuyor diye, bazılarının düştüğü Necip Fazıl’ın tarih görüşünü ihmal etme veya küçümseme hatasına düşebiliriz.
Ulu Hakan II. Abdulhamid Han
Bu genel bilgilerle tarih görüşlerini açıkladıktan sonra, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han’ın ön sözündeki şu cümlelere bakalım. Bunları bütün tarih konusundaki kitaplarının özelliği olarak görebiliriz: “Öyleyse bu eser, hangi neviden olursa olsun, ne bir tarih, ne bir tarihî edebiyat; sadece vâkıalar temeli üzerinde, ilmî, aklî, teessürî, her melekeye dayanan bir (tez), bir (manifest), bir dâva çerçevesi... Onun içindir ki, bu eserde, bibliyografya, endeks, fotokopi, vesika adresi gibi gerçekliği nisbetinde sahteliği mümkün, ilim üniforması nişanlarından eser aramak yersiz... Anlatılanların hepsi riyazî gerçekler halinde sabit ve apaçık meydandadır ve böyle bir fikir işinde benim dâvanın ırgatlık tarafına ait zahmetlerden bağışlanmamı istemek hakkımdır.” Böylece Necip Fazıl’ın bu eseriyle birlikte tarih
türündeki eserlerini hedef ve maksatları doğrultusunda daha iyi değerlendirebiliriz. Çünkü Necip Fazıl tarih kitaplarını bile bir tarihçi gibi yazmıyordu. Bu onun üstün ve öncü bir sanatçı tavrını benimsemesi, mütefekkir kimliğini öne almasıyla ilgili bir husustur. Üstat, tarihle ilgili tavrını, tarzını ve tezini açıkça ortaya koyuyor. Bunu onun önem verdiği çerçevede ele almadan, dışarıdan edinilmiş görüş ve kanaatlerle eserlerine yaklaşmak, ondan hiçbir şey anlamamak demektir. Ama bir kez onun bu tavrı anlaşılarak ve hakkı teslim edilerek eserlerine yaklaşılırsa, yepyeni görüş ve kanaatler edinmek mümkündür. Bu tavır da kendisi tarafından açıkça belirtilmektedir: “Malûmları meçhulden kurtarmak ve sadece fikri getirmek dâvası...” Evet, Üstadın eserlerinin çoğunda olduğu gibi tarihî eserlerinde de hiçbir “meçhul”, “malûm” hâle getirilmeye gayret edilmez; bunun için belgeler, fotokopiler, dipnotları sıralanmaz... Bilinen ve bilinmesi gereken şeyler kısaca not edilerek konuşulur ve hakikatin çeşitli cepheleri üzerine dikkat çekilerek fikir yürütülür. Eserin başında belirtilen tez çerçevesinde bazı vâkıalara dayanarak ilmî, aklî, teessürî melekelerle fikir yürütmek, Üstadın biricik meselesidir. O yüzden de II. Abdülhamid her baskıda zenginleştirilir. İdeolocya Örgüsü ile pek çok yazı ve konferansında ele aldığı tarih muhasebesini, tarihî eserleriyle bizzat ortaya koyan Üstat, son dönemdeki tarih görüşünü en çok etkileyen şahsiyettir. Tarih alanındaki tez ve iddiaları ile basın, üniversite ve siyaset çevrelerinde büyük dalgalanmalar meydana getirmiş ve uzun süre bu iddialar tartışılmıştır. Kırk yıl süren Sultan II. Abdülhamid tartışması, tezinin geniş kitlelerce kabul edilmesine yol açmış ve tarihî eserleri içinde bu kitabı ayrı bir öneme sahip olmuştur. Tanzimat sonrası kahramanlaştırılan şahısları Necip Fazıl’ın “sahte kahraman” şeklinde nitelendirmesi, Vahidüddin’i de “vatan haini değil, büyük vatan dostu” üst başlıklı bir kitapla anlatması, Yahudi, Yeniçeri ve Moskof tiplerini hakikatleri ve tarihî gelişimimizdeki etkileriyle ortaya koyması önemlidir. Tarih boyunca yaşamış mazlumlarla son devrin din mazlumlarını iki ayrı monografiye konu edinmesi çoğu kişinin hayranlıkla hatırladığı cesaret örnekleridir. Lozan tartışması ile yakın tarih ihtilalcilerinin tahlili, ilk olarak Üstat tarafından ele alınmış hususlardır. Bütün bunların İslami dünya görüşü çerçevesinde yapılması önemlidir.
31
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Bir mütefekkirin tarih kitapları
Üstat şair ve mütefekkirdir elbette. Onun yakın tarihle ilgili hâdiseler üzerinde harcadığı fikrî ceht, yepyeni bir tarih görüşü getirecek çaptadır. Bu yalnız Sultan II. Abdülhamid Han değil, Vahidüddin, Yeniçeri, Moskof, Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, Sahte Kahramanlar ve Son Devrin Din Mazlumları ile yakın tarihin politikacıları, bu arada Menderes ve öteki parti liderleri, çok sıkı bir tenkitle değerlendirmeye tâbi tutulur. Necip Fazıl’ın ölçüleri bellidir, İslamdan kaynaklanır ve her konuda titizlikle muhafaza edilir. Tarihî ve beşerî hususiyetler, girift ilişkilere dikkati çeken bir titizlikle ele alınır ve hükme bağlanır. Ele aldığı konu ve kişiyi değerlendirmede şahsî ve keyfî olmamak, Necip Fazıl’ın biricik endişesidir. Tarih konusunu bu kadar cesaretle ve bu kadar aykırı bir tarzda ele alan ve “İnanmıyorum bana öğretilen tarihe!” diyebilen kişi pek fazla yoktur çağımızda. Üstat sadece inanmadıklarını söylemekle kalmamış, savunduğu tarih tezleri doğrultusunda görüş ve yorum da ortaya koymuştur. Bunlar hakkı yenmiş bir tarihin müdafaası şeklinde sunulduğu gibi, “dünyalar arası mahsup sırlar” şeklinde ifade ettiği, Türkiye’nin özel durumuyla ilgilidir. Bütün bunlar, Doğu-Batı karşıtlığına bağlı kültür ve medeniyet meselelerini içine alan, oldukça ihatalı bir tarih tezi hâlinde ortaya konmaktadır. Yalnız Necip Fazıl, tarihimizi bütün insanlık tarihi içinde mütalaa etmiş, o yüzden de bütün insanlığın acılarına kulak vermiştir. O yüzden de dikkatleri bir tarihçi tavrına mahkûm değildir. Ahmet Mithat Efendi gibi bir gazeteci-sanatçının toplumu geliştirmek için onu harekete geçirme çabasıyla ortaya çıkar. Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar adlı eseri, Sokrates’ten Menderes’e kadar acı çekmiş her önemli insanın gördüğü zulme kulak vermesi ve “Hakikatin hatırı dostumun hatırından önemlidir” düsturuyla her hakkı ve her hikmeti önemsemesi ile gündemdedir. Tarih boyunca yaşanmış acılara kulak verilmesi, gerçekten de dünyada benzeri olmayan bir bakış açısıyla merhameti odağına yerleştiren bir kültür hareketi olarak son derece önemli bir bakış açısının gelişmesine imkân vermektedir. Bu eserin 27 Mayıs’tan sonra uzunca bir zaman hiçbir suç delili olmaksızın haksız yere zindanda kalan Necip Fazıl’ın kaleminden çıkması gerçekten ilgi çekicidir. Ulu Hakan II. Abdülhamid Han’ın da aynı dönemde yazılması anlamlıdır.
Üstat Necip Fazıl, yalnız tarihî eserleriyle değil, dinî ve edebî monografileri ile de aynı tarih tezlerine ve bunların yorumlarına bağlı kalmıştır. Bu bakımdan Üstat kadar tutarlı ve eserlerinin tamamıyla bu kadar bütünleşen görüş ve tez sahibi ikinci şair ve düşünür yoktur yakın tarihimizde. Üstadın tarihî eserlerine şeklî özellikler yüzünden itiraz ettikleri hâlde, tezine zamanla ve topluca inanmaya ve o doğrultuda inceleme ve araştırma yapmaya mecbur kalan pek çok tarihçi ve ilim adamı vardır. Esasen bu tezlerinin gördüğü alâka ve yankı, sıradan insanların itirazına fırsat vermeyecek ve çoğunun küçük dilini yutmasına vesile olacak niteliktedir. Bu bakımdan Üstat, tarihi küçük merak ve heyecanların kaynağı görmeyen herkeste büyük etkilere yol açmıştır. Necip Fazıl yalnız Mustafa Müftüoğlu ile Kadir Mısıroğlu’yu değil, Marks’a karşı yerli bir tarih görüşü geliştirmek isteyen Kemal Tahir’le pek çok romancıyı da etkilemiştir. Ayrıca, tarih görüşleriyle Osmanlı tarihçisi Ziya Nur Aksun ile pek çok akademisyeni yönlendirmiş, ama bunların çoğu Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisinde veya tarih kitaplarında yazdığı tezlerle siyasi komploları ilk kez kendileri keşfetmiş gibi rahat bir tavırla iktibas etmekten veya kitaplarını bu çerçeveye oturtmaktan kendilerini alamamışlardır. Popüler tarih kitapları yazanlarla tarihî roman yazarlarının da ilk kez Necip Fazıl’ın yazdığı hususları hiçbir kayıt veya dipnot koymaksızın kendilerine mal etme çabalarının son derece basit bir kompleksle ilgili olduğu ortada... Kendileri gibi Necip Fazıl da tarihçi değil, öyleyse fikirleri ve tezleri mîri malı sayılır; çalınabilir! Bunun hiç de kolay olmadığı zamanla anlaşılacak, Necip Fazıl’ın eserleri ve tezleri yakın bir zamanda üniversitelerin tarih bölümlerinde ciddi araştırmacılara konu olacaktır sanıyorum. O zaman bunların ilk yayın yerleriyle tarihleri ortaya çıkacak, böylece Necip Fazıl’ın hapsi göze alarak savunduğu görüşler yüzünden çektiği çilelere duyarsız kalarak parantezsiz ve dipnotsuz alanların da kimler olduğu anlaşılacaktır. Böylece, her şey zamanla daha açık ve aydınlık bir tarzda anlaşılacaktır kanaatindeyim. Çünkü tarih hiç kimse için ticaret konusu değil, sağlıklı bir toplum için hafızadır ve bunun doğru olması gerekir. Doğru bir tarih görüşü olsaydı ve gerçek tarihçilerimiz görevlerini yapabilseydi, insanımız yalana mahkûm olmayacak; Necip Fazıl’ın, şiiri bırakıp tarih tezleriyle biyografiler yazmasına gerek kalmayacaktı. ■
32
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
TARIK ÖZCAN
Giriş
Roman türü, zaman yapıcı bir özelliğe sahiptir. Romanın dünyasında hayal ve düş aracılığıyla geleceğe yönelik bin türlü tasarım vardır. Sadece bununla yetinilmez; toplumsal hayat, maddi ve manevi dinamikleri ve pratikleriyle romanda bir geçit resmi yapar. Bir bakıma roman, tarihin eksiklerini tamamlar.
Tarih, bir milletin hayat karşısındaki duruşunun en anlamlı birikimidir. Bu anlamlı insan etkinliği, aynı zamanda ciddi bir felsefeyi içerir. Tarihi yapmak düşüncesi bile başlı başına bir sorumluluk ister. Bunun için tarihi etkinliğin ana kaynağı insandır ve insan mesuliyet şuuruna sahip tek varlıktır. Ancak tarih ilmi içerisindeki insan, etkinlik itibariyle eksiktir. Bu eksikliği, onun duygu ve düşünce dünyasını bütün yönleriyle vermeye çalışan roman tamamlar. Romanda, ferdi ve toplumsal hayat, bütün yönleriyle ve birbirinden farklı anlatım tarzlarıyla sahnelenir. Hadiseler karşısında kahramanlara düşünme ve konuşma şansı verilir. Zaman itibariyle de romanın zamanı tamamlanmış bir zaman değildir. Roman türü, zaman yapıcı bir özelliğe sahiptir. Romanın dünyasında hayal ve düş aracılığıyla geleceğe yönelik bin türlü tasarım vardır. Sadece bununla yetinilmez; toplumsal hayat, maddi ve manevi dinamikleri ve pratikleriyle romanda bir geçit resmi yapar. Bir bakıma roman, tarihin eksiklerini
33
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
tamamlar. Diğer bir yönüyle de bir kan kardeşliğidir onların arasındaki…
Gelişme
Sepetçioğlu, bu nehir roman serisinde, Türk milletine ait millî romantik duyuş tarzının bir seremonisini yapmaktadır. Bu duyuş tarzının romandaki ilk oluşumu tarih yapmak düşüncesidir. Tuğrul Bey'den Kılıç Aslan'a kadar uzanan kahramanların bilinçaltı paydasında bu gerçek yatmaktadır. Tarihi yapmak için her şeyden önce millet olmak gerektiğini bilen kahramanların ana amacı: millet olmak; yani toprağın ruhunu yapmaktır. Küçük evden (çadır) yola çıkan Türk akıncılarının Anadolu’yu büyük ev (vatan) yapma arzularının temel esprisi millet olmak ve yurt edinmek üzerine kuruludur. Bunun için nehir roman serisindeki olay örgüsünün ana omurgasını; millî hafızayı tamamlamak ve mevcut coğrafyaya vatan mührünü vurmak için yapılan savaşlar ve harcanan çabalar oluşturmaktadır. Buna tarihi ve talihi yapmak da diyebiliriz. Millî birlik ve beraberlikten sık sık bahsedilmesi, başlangıçta savaşın daha çok Türk beyleri arasında geçmesi ve iktidar için yapılan kardeş kavgalarının ön plana çıkarılması, millet olmak ve yurt edinmek sebebiyledir. Aynı anda çeşitli vesilelerle millî kültür olgularının, millî duyuş ve düşünüş tarzlarının sahnelenmesi ve dile getirilmesi bundandır. “Milli benlik, milli kimlik ve milli kişilik konusunda model değer, model norm ve model denetim mekanizmaları arayan her yaş grubu için konusunu tarihten alan roman, hikâye ve piyeslerin ilgi çekici geldiği görülmektedir” (Tural 1993: 70). Romancı, tarihin verdiği imkânla yetinmez; geleceğin dili olmak adına roman türünün verdiği imkânları kullanmaya çalışır. Böylece sınırlı bir bakış açısına sahip olan tarihin alanını genişletir. Tarihin derin kuyusu, edebî ve estetik normlarla çok bakış açılı bir perspektif kazanır. Konuşan bazen Tuğrul Bey, çoğunlukla Alpaslan, Melik Şah ve sona doğru Kılıç Aslan’dır. Bununla yetinilmez. Saçlı Hoca'dan Sarı Hoca'ya, Küpeli Hoca'dan Aslan Baba'ya uzanan bu çizgide Afşın Bey'den Ersa-
gun Bey'e, Boğaç’tan Balçar’a kadar geniş bir insan kadrosu yer alır. Türk boylarına ve düşmana ait her türlü tarihsel değerlendirmeler ile aşk, kin, ümitsizlik, iktidar hırsı, korku ve yalnızlık gibi tarih türünün anlatımına imkân tanımadığı ferdî kırılmalar, şahıs kadrosunca sahnelenir. Bunların karşısında ise Batının uç beyi konumundaki ilk tiplerin Bizans’ı vardır. O da kendi devlet geleneğini kurarak imparatorluk olma şansını yakalamıştır. Kendisine özgü tarih anlayışını, kişisel korkularını, endişelerini ve öfkelerini Aleksiyos, Nikiforos, Virna, Piyer L’ermit ve Kostak Ahilya aracılığıyla dile getirir. Bu anlatımlar aracılığıyla tarihin “t cetveli”nin kuruluğunu aşan roman, cemiyeti bütün yönleriyle kuşatarak sosyal hayatın canlılığına kavuşur. Balçar ve Virna arasındaki aşkla Hasan Sabah’ın dergâhında içtikleri afyonun etkisiyle kendilerinden geçmiş insanların sanal dünyalarının görüntülerini tarihin bütün ayrıntılarıyla anlatması imkânsızdır ve buna gerek de yoktur. Hâlbuki roman, ayrıntıları kullanma sanatıdır. Çünkü insana ait en büyük hakikatler, bu ayrıntılarda yatmaktadır. Kaldı ki tarihin methal kapısı altından küçük insanların geçmesine müsaade etmez. O kapıdan bütün ihtişamlarıyla tarihi yapan insanların resm-i geçidine müsaade vardır. Roman mütevâzıdır ve kapısı yirmi dört saat herkese açıktır. O kapıdan kral da geçer soytarı da… Romanın kapısı inzibatsız bir kapıdır ve geçmek için herhangi bir törene gerek yoktur. Ağlayarak da geçebilirsiniz, gülerek de… Bunun için tarihî roman, geniş ve toplumun her kesimini kucaklayan insan kadrosuyla tarihin sevilmesini ve sempatik kılınmasını sağlamıştır. Mustafa Necati Sepetçioğlu, tarihî roman sahasında önemli eserler veren Cumhuriyet dönemi Türk romancılarındandır. Yeryüzünü güzelleştirmek adına serüvene çıkan yazar, Türk tarihinden aldığı malzemeyle itibari bir dünya kurar. Bu dünyanın malzemesi tarih, tasarımı edebiyattır. Onun tematik imgelerini tarihten seçişi bir tesadüf değildir. Bir disiplin dâhilinde seçtiği bu malzeme aracılığıyla geç-
34
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
mişin tecrübelerinden istifade ederek yeni bir dünya nizamı kurmak ister. Bu nizam, çağın ihtiyaçlarına cevap verecek ve paranteze alınmış bir nizamdır. Yani başlangıcı ve sonucu belli olan, -tarihilik vasfını koruyan- , edebî ve estetik bir nizamdır. Sepetçioğlu, Kilit, Anahtar ve Kapı üçlemesinde vaka birimlerini kronolojik zaman sıralamasına uygun bir biçimde ele alırken; aynı zamanda bu malzemenin yaratıcısı ve yapıcısı olan insan unsurunu merkeze almayı ihmal etmemektedir. Merkezi güç konumundaki insan, “beş duyusu, sonra da hissetme, hayâl etme, sezme ve muhakemesi ile karşımıza çıkarılarak tarihin çizgiselliğinden kurtarılmaktadır (Tural 1993: 50). Böylece roman hâdiselerin tarihi olmaktan kurtularak tarihî roman niteliğini kazanmaktadır. Bunun en bariz şekli; bu eserlerde ciddi anlamda duygu, düşünce ve kültür olgularının birikimleşmesidir. Yazar, tarihsel malzeme üzerinde gerekli değişikliği yaparak eserini kendi hayal dünyasına göre yeniden biçimlendirmiş ve yorumlamıştır. “Tarihsel roman, Döblin’in imlediği roman niteliği başta gelmek üzere, herhangi bir tarihsel dönemi ya da olayı gerçeğe yakın, ama sanatsal bir biçimde aktaran bir roman türüdür. Tarihsel roman yazarı, tarihsellik ilkesinin olduğu kadar, eyleminin yazınsal boyutunun da bilincindedir” (Göğebakan 2004: 15). Selçuklu tarihini kendisine merkez edinen üçleme, nehir roman geleneğinin bir devamıdır. Aynı roman dizisinde Peçenek, Uz, Bulgar ve Çuvaldır oğulları gibi Türk boylarının yanı sıra Bizans’ın anlatımına da yer verilmiştir. Anadolu’nun Türkleşmesini esas alan Kilit, Anahtar ve Kapı üçlemesi, Tuğrul Bey, Çağrı Bey, Alpaslan, Melikşah, Kutlamışoğlu Süleyman Bey ve Kılıç Aslan’ın bu birliği kurmak için yaptıkları mücadeleyi anlatmaktadır. Yazarın, Türk boylarının ve Anadolu’nun kaos içerisinde olduğu dönemi eserlerine konu olarak seçmesi kayda değerdir. Kaos’un trajik boyutuna dikkat çeken yazar, bilinçli bir biçimde Türk beylerinin kurmak istediği Anadolu’daki millî birlik ve bera-
berliğin önemine değinerek kozmos düşüncesini ön plana çıkarır. Romana zaman olarak Anadolu’da Türk birliğinin kurulmaya başladığı ve bu yüzden Türk beyleri arasındaki kavgaların yoğunlukta olduğu bir dönemin seçilmesi, zamana kriz niteliğini kazandırmaktadır. Peçenekli Boğaç ve Balçar arasındaki konuşma bu kriz zamanını göstermesi bakımından kayda değerdir: “Çünkü onlar o yanda birbirini yer durur, biz bu yanda Uzlarla birbirimizi yer dururuz. Öyle mi? Öyle. Öyleyse biz de Bizansı zor kıskaca alırız” (Kilit 1978: 49). Kilit (1971), Anahtar (1972), Kapı (1973) tarihlerinde yazılmıştır. Hîlbuki vaka zamanları 11. yüzyıldır. Romanların yazma zamanlarıyla vaka zamanları arasında 8 yüzyıllık bir zaman dilimi vardır. Tarihe mal olmuş ve tamamlanmış bir vaka, yazar tarafından kurgulanarak edebî ve estetik bir esere dönüştürülmüştür. Yazarın yazma zamanıyla vaka zamanı arasında 8 asrın olması romandaki tarihsel malzemenin okuma yoluyla elde edildiğini göstermektedir. “Romanda anlatılacak şahsiyet ve olay artık mazi olmuş ve tamamlanmış bir zamandan seçilir” (Argunşah 2006: 428). Romandaki vakaların gerçeklik intibaı vermesi önemlidir. Yazar, her üç romanda da gerçeği olduğu gibi yansıtmak yerine Argunşah’ın belirttiği gibi: “gerçeklik vehmine” (age., s. 428), Sadık Kemal Tural’ın tabiriyle: “gerçeğimsiye” ( Tural 1993: 69) ) itibar etmiştir. Ancak bu gerçek tarihin gerçeği olduğu kadar hayatın da bir gerçeği olmalıdır. Yazarın gerçekler üzerindeki yeni yorumuna ‘rol değiştirme’ ilkesi diyebiliriz. Tarihî romana ideolojik yaklaşımı açısından bakacak olursak Sepetçioğlu’nun her üç romanında da Türk-İslam sentezcisi tavrını görebiliriz. Bu anlayış, öncelikle insan olarak kişiliğinin romancı kimliğine bir yansımasıdır. Yazarın, dünya görüşünün oluşturduğu perspektiften sanat eserine yaklaşması, ister istemez kaçınamayacağı bir tutumdur. Romanların yazma zamanlarının -1970’li yıllar- ideolojik bek-
35
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
lentiye ve serpintiye uygun bir zaman dilimi olması gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Klasik tarihî roman tarzında gördüğümüz “kahraman imgesi” her üç romanın şekillenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Ancak yazar bu yapıda bir hayli değişiklik yapmıştır. Epiğin soylu dünyası ve yenilmeyen kahraman imgesi, mümkün olduğu kadar yıkılarak yerini sıradan insanın dünyasına ve duyarlığına bırakmıştır. Örneğin, romanların başkarakterleri konumundaki Tuğrul Bey, Alpaslan, Melikşah, Kutalmışoğlu Süleyman ve Kılıç Aslan’ın tarihî rollerine uygun bir biçimdeki yenilgilerine şahit olmaktayız. “Nasıl olur bu Sav-Tekin Bey, Alpaslan gibi bir sultan vurulur, hemi de gözümüzün önünde. Küpeli Hafız gibi en yakınımız vurulur, can evimizde. Bu ne biçim sultanlıktır, bu ne biçim devlettir? Aşiretken görülmedi bunlar, Beylikken görülmedi” (Anahtar 1977: 92). Tarihî doku zedelenmeden insan olanın dünyasına girilmiştir. Mitin ve mucizenin olağanüstü dünyası yıkılarak yerine insan duyarlığının biçimlendirdiği yeni bir dünya kurulur. “Sıradan insanın bilinç düzeyi ve bakış açısı romanın merkezine yerleştirilmiştir” (Göğebakan 2004: 18). Tarihî romancılığımızın bugüne kadarki şekillenmesi ve çözümlenmesi daha çok mitik bir yapıyı seyretmiştir. Bu sebeple an’anenin biçimlendirdiği ilk tiplerinin işlevlerini yorumlamadan meseleyi çözümlemek çok zordur. Joseph Campbell, Mircea Eliade, Carl Gustave Jung ve Freud merkezli çalışmaların göz ardı edilmemesi gerektiğine inanmaktayız. Aynı konuda tarih felsefesi çok önemli bir kaynaktır. Bütün bunların yanı sıra; “Döblin’in dile getirdiği yönüyle, tarihsel roman bir roman olarak görülmeli ve yazınsal niteliği diğer yönlerinden daha çok ön plana çıkarılmalıdır” (Göğebakan 2002, 21). Bugün için tarihî romanın en büyük problemi, neyin tarihî roman olup olmadığından daha çok nasıl bir metotla değerlendirileceğidir. Karakterlerin sentezlenmesi hususunda ilgili ro-
manlarda Saçlı Hoca, Sarı Hoca, Küpeli Hoca ve Aslan Baba gibi isimler ön plana çıkarılmaktadır. İlk tiplerin yüce bireyi epiğimizin ve tarihimizin en büyük gerçeğidir. Bu tipler, millî hafızanın kendisidir: “Sarı Hocanın aklını da bütün Kınık Boyu, bütün Selçuklu bilirdi. Sarı Hoca sanırsın ki bütün Selçuklunun aklıydı”(Kilit 1978: 125). Romanın dokusunda geleneksel hoca-öğrenci tiplemesi önemli bir yer tutmaktadır. Adı geçen şahıslar, romanın dünyasında tarihî misyonlarına uygun bir biçimde rol almaktadır. Bu kadroya Ahmet Yesevi ve olumsuz anlamda da olsa işlev itibariyle Nizamül Mülkü de katabiliriz. Küpeli Hafız'ın Kutalmışoğlu Süleyman’a yaptığı aşağıdaki tavsiyeleri onların tarihteki ve romandaki rollerini göstermesi bakımından önemlidir: “Sakın ha Süleyman Bey sakın ha! Döv, parçala, tedirgin et, korkut, yalvart, ne yaparsan yap.. İstersen atlarının nallarında silip süpürt, yerle bir et.. Ama Süleyman Bey oğlum, sakın Bizans’a girme.. Gücün yetse bile Bizans’ı alma. Sen silinirsin.. Selçuklu yok olur. Bizans yerin altından akan sudur; bastığın yeri oyar da çökmüşken seni çökertir. Soluğunu kes yeter. Bir gün gelir olmuş armut gibi kendiliğinden düşer, oğul sakın gençliğine kapılma… ”(Anahtar 1977:: 200). Tarihin işaret ettiği tecrübeye sahip yüce bireyler, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında önemli rol oynamışlardır. Aynı zamanda modern romanın dünyasında norm karakter olarak önemli bir işlevleri vardır. Yüce birey konumundaki bu şahıslar, mensubu bulundukları milletin dünyaya bakışını ve hayat karşısında almaları gereken tavrını yansıtır. Millî hafıza ve tarih bilinci, bu şahıslar sayesinde çiçeklenir. Bir bakıma yazarın modern romanda olması gereken yorum hakkını bu şahıslar aracılığıyla kullandığını söyleyebiliriz. Her üç romanın olay örgüsü, başkarakterlerin hayatı etrafında şekillenmektedir. Karakter sentezleyici bir niteliğe sahip olan Kilit, Anahtar ve Kapı
36
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Ruh, tarih denilen bu büyük tarladan kopardıklarını muhayyilenin ocağına atar. Muhayyile, geçmişi ve şimdiyi yoğurarak geleceği kurar. Bunun için geçmişi olmayanın geleceği yoktur. Toplumsal mazimiz, tarihin kendisidir. Tarih, sürekli olarak bizi, kendi yurduna davet eder. Aslında tarihin yurdu, toprağın ve milletin yurdudur. üçlemesinde, kahramanın tarihi misyonuna uygun kişisel çevrimi anlatılmaktadır. Bu çevrim, büyük bir kısmıyla “ayrılma”, “erginleşme” ve “dönüş” ritmi şeklindedir. Bu kahramanlar, mensubu bulunduğu milletin “mikro kozmos”u veya “iç benlik mitosu” (Campell: ) konumundaki millî ve mukadder kahramanlardır. Millet olma becerisini ve başarısını gerçekleştirmek için kahramanı harekete geçirecek olan “mitik enerji” ve “mefkûre”nin barınağıdır. Millete ait birçok tarihi özellik başkarakterlerin şahsında sergilenir. Kahraman, macerası süresince hem kendi hem de millet-devlet olmanın gerektirdiği çocukluk, ergenlik ve olgunluk dönemlerini yaşar. Çocukluk döneminde mensubu bulunduğu milletin geleceğidir: “Tuğrul Bey geldiğinden beri ilk defa güldü. Gülüşü de, sesi gibi sabırlıydı: ‘Kaybolmayız korkma, Biz kaybolursak bile çocuklar var. Bak, sen atsızını kurtarmışsın…Sarı Hoca Alpaslan’ımızı…” (Kilit 1978: 32). Başkarakter, ergenlik döneminin başlangıcında yalınkılıç bir yiğitken kadınla tanışıp yüce bireyin eğitiminden geçtikten sonra kahraman ve bu süreci başarıyla tamamladıktan sonra beylerini millet ve milletini devlet yapabilme başarısını sağlayan sultandır. Millî ve mukadder kahraman konumundaki başkarakter, asalında mensubu bulunduğu milletin sembolik bir yürüyüşçüsüdür. Onun serüveni, Türk milletinin tarihteki yürüyüşüdür. Bunun için romanın başkarakterinin yürüyüşüyle mensubu bulunduğu milletin tarih içerisindeki yürüyüşü birbirlerine paraleldir.
Tarihî romandaki yapılaşmanın tarihle olan bir farklılığı da edebî eserin dünyasındaki sembolik çözümlemedir. Doğrudan doğruya gücünü yazarın yaratıcı muhayyilesinden alan semboller, bu romanlarda tarihi yorumlayan edebî bir dildir. Bu dil sayesinde roman tarih olmaktan kurtularak edebî bir eser olma hüviyetini kazanır. Buna göre; birinci romana adını veren “kilit” sembolü, Türklüğün Anadolu’ya yerleşmesini engelleyen Bizans'tır. O çözülmedikçe Türk’ün Anadolu’yu vatan edinmesinin zorluğunu Alpaslan şöyle anlatmaktadır: “Bu kilidi Bizans sayın siz… Bizansı da, bu kilit gibi yıllar yılı toprak altında kalmış, paslanmış bilin. Doğrudan anahtarı vurup kilidi açamayacağımıza göre her biriniz bir yanından gevşetmeye bakmalısınız.” (Kilit 1978: 255) İkinci romana adını veren “anahtar” sembolüyle ilgili ipucu, şu ifadeyle verilmektedir: “Kilit, kilit, kilit! Amennâ, Ya anahtar? Anahtar küpelinin elinde iyi biliyorum ama vermedi bana, söylemedi..”( Anahtar 1977: 34). Romanın üzerine kurulduğu ikinci sembolik değerin Küpeli Hafızla yakın ilişkisi olması düşündürücüdür. Küpeli Hafız “Selçuklunun aklıdır” (Anahtar, s. 88). Kilidin ve sembolün sopa yerine akıllaanahtarla çözülmesi gibi; Bizans’ın da akıl yoluyla fethedilmesi vurgulanmaktadır. Tarihî vakaların hâllinde aklın yerini ve önemini göstermek için anahtar sembolü kullanılmıştır. Çünkü karşınızda en az sizin kadar güçlü olan Bizans’ı akıl gücünün dışında yenmeniz mümkün değildir. Ancak anahtarın şahsında sembolleştirilen akıl, Türk beylerinin
37
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Bizans kilidini çözmek için kafa kafaya vermelerinden doğacak olan ortak akıldır. Bunun da romandaki sembolik karşılığı yüce birey konumundaki Küpeli Hafız, Saçlı Hoca, Sarı Hoca vb.dir. Türk Beyleri, “Oğuz’un tamam bilicisi” konumundaki bu şahısları dinleyerek güçlerini birleştirdikleri takdirde kilidi açabileceklerdir. “O gece Alpaslan düşünde kocaman bir kilit gördü; ve bir sürü anahtar. Birbirlerine benzeyen birbirlerinin eşi; birbirine gümüşten, altından, ipekten ipliklerle bağlanmış yüzlerce, binlerce, on binlerce anahtar gördü. Anahtarlar, Ceyhun gibi akıp gidiyordu. Anahtarlar, anahtarlar, anahtarlar.. dizi dizi anahtarlar gördü Alpaslan. Ve kocaman, hiç açılmamış kocaman bir kilit gördü” (Kilit 1978: 134). Üçüncü romana adını veren “kapı” sembolizmi ise Türk hükümranlığının sınırıdır: “Bilmeden bir kapı dedin, ama doğru dedin; bu kapı önceleri Ceyhun yörelerindeydi, Tuğrul Beyle Çağrı Bey zamanlarında. Alpaslan getirip Malazgirt’te pekiştirdi, Süleyman Şah İznik’te örmeli taşlarla devleştirdi bu kapıyı” (Kapı 1978: 119). Yazar, semboller aracılığıyla Türk hükümranlığının sınırlarını çizmektedir. Ancak bu sınır, “Türk cihan hâkimiyeti” ve “i'lâyı kelimettullâh” mefkûreleri doğrultusunda sürekli gelişen ve yenilenen bir coğrafyanın sınırıdır. Kilit, Anahtar ve Kapı üçlemesi, Türk milletine ait kültürel formların tarih bilinciyle bütünleştirilerek sunulduğu bir dizi romandır. Bunun için romanda kültürel formlar, canlı bir biçimde olanla olması gerekenin aralığında sunularak trajik durum yaratılmaktadır. Bu boşluk duygusu, olması gerekenin mecburiyeti noktasında okuyucuyu iknaya yetmektedir. Örneğin; romanda sık sık yapılan Selçuklu ve Bizanslı mukayesesiyle her iki dünyayı birçok yönleriyle tanıma imkânını elde etmekteyiz. Bizanslı Virna’nın bu konudaki konuşması kayda değerdir: “Niye daldın Çaka Bey? İnsan, deri değiştiren hayvanların cinsinden değil ama hep değişiklik pe-
şinde. Kendisi yapamazsa başkalarının yapmasını istiyor. Bizans’ta, Bizanslıların eliyle ne iyi ne kötü hiçbir değişiklik yapılamaz artık, değişikliğin yapılmadığı yerde de ruh, köleleşir. Aleksiyos, paslı bir arabanın dingilini yağlıyor sadece; iterek döndürme çabasında. Paslı tekerleği söküp atamıyor, dingili söküp atamıyor. Yeni bir dingile yeni bir tekerlek takamıyor. Atları dörtnala koşmaktan korkuyor en kötüsü, dört nal nerde, tırısa kalkamıyor; böyleyken atları gençleştirmek istemiyor. Bu şekil arabanın içinde bulunmak ne kazandırır insana? Hâlbuki Türkler genç atlarla yürüyor zamana, yepyeni dingillerde kimsenin görmediği değişik tekerleklere alışılmamış hızda araçlar bağlamışlar. Zamanı pamuk atar gibi atıyorlar. Akıl, mantık duruyor, göz kamaşıyor. Bu hızın, atılan karmakarışık zamanın perde arkasında ise, kamaşan gözlerin göremediği karıncalarla arıların dünyasından alınmış sessiz bir didinişle petekler örülüyor, zaman petekleri. İnanıyorum, Çaka Bey inanma değil biliyorum, bir gün petekler taşarsa zamana bal taşacak sadece… Bizans ise peteklerini çoktan boşaltmış..(Kapı 1978. 92). Böylece romanın dünyasında yer alan kahramanlardan birisi aracılığıyla her iki dünyanın iç yüzünü ve tarih sahnesindeki konumunu öğreniriz. Tarihî olgular, roman kahramanları aracılığıyla birer kültürel olgu olarak muhtelif zeminde dile getirilmektedir. Örneğin; devlet anlayışı, millî birlik ve beraberliğin önemi, devletin bekası için kardeş katlinin gerekliliği, gaza ve şehitliğin önemi vb. Kutalmışoğlu Süleyman’ın kardeşi Mansur’a devletin ebed-müddet olmasıyla ilgili söylediği aşağıdaki sözleri bu örneklerden birisidir: “Zulümle olmaz bu iş kardaşım Mansur; can yakmakla, höt deyip kaş çatıp surat asmakla olmaz. Olursa ömrü kaç gün sürer? Halbuki töreni sağlam kurarsan, yasalarını güçlü kılarsan, senden olmayanı senden olmamış diye hor görmezsen seversen, kuracağın nizam da ömürlü olur; nizamın başı sen olursun..” (Anahtar 1977. 156).
38
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Milletimize ait binlerce yıllık kültürel formlar, tarihî oluşumlarıyla canlı bir biçimde sergilenmekle kalmayıp edebî bir eserin dünyasında yeniden yorumlanmaktadır.
Sonuç
Nesnelerin kutsallığını yitirdiği yerde bütün anlamlar silinir. Anlamsızlaşan şeyler, herhangi bir değerin temsilcisi olamazlar. Bunun için ruhaniliğin ayak seslerinin kesildiği ülkelere bakınız. Manevi yoksulluk onların hayatlarını kemirerek kurutmuştur. Bu sebeple yurdumuzdan romantizmin el ayak çekmesine müsaade etmemeliyiz. Ona, Türklüğün millî kimliğini giydirerek romantik coşumculuğu teşvik etmeliyiz. Ruh ve muhayyile, birer savan gibidir. Orada yatay ve dikey boyutların biçimlenişi vardır. Geçmiş, bu iki kutsal toprakta bir abide olarak muhteşem bir biçimde yükselmelidir. Çünkü o, bir cazibe merkezidir. Bizim olandır. Ruh ve muhayyile üzerinde edebî metinler yoluyla geçmişin izi bırakılmalıdır. Şanlı ve menkıbevi geçmişimiz, insanımızın ruh ve muhayyilesinde bütün kutsallığıyla inşa edilmelidir. Dönüş izleklerimiz, olmadıkça farkında olamayız ve kendimiz kalamayız. Kendisi olmayanın dünya üzerinde tutunabilmesi mümkün mü? Millî hafıza, bu toprakta yeşerir. Sanat, millî hafıza üzerinde şekillenir. Şiir, roman, tiyatro, musiki vb. bu toprağın çocuklarıdır. Kısacası geçmişi olmayanın sanatı yoktur. Neyi ve kimin için yazacak? Yaratma, bir birikim işidir. Muhayyilenin kanatlanması için geçmişin piramidal bir biçimde dizgeleşmesi şarttır. Ruh, tarih denilen bu büyük tarladan kopardıklarını muhayyilenin ocağına atar. Muhayyile, geçmişi ve şimdiyi yoğurarak geleceği kurar. Bunun için geçmişi olmayanın geleceği yoktur. Toplumsal mazimiz, tarihin kendisidir. Tarih, sürekli olarak bizi, kendi yurduna davet eder. Aslında tarihin yurdu, toprağın ve milletin yurdudur. Bunun için millet realitesi kendi yurdunu görmek istiyorsa tarihine bakmasını bilmelidir. Ancak tarih ilmi, çizgiselliğiyle
buna pek fazla müsaade etmez. Kısacası anlam itibariyle eksik ve siliktir. Bu eksikliği, roman türünün verdiği imkânla tamamlamak mümkündür. Roman, bir bakıma tarihin bıraktığı boşlukları dolduran bir edebî metindir. Sepetçioğlu, Türk tarihinin önemli devirlerini ve vakalarını roman türünün verdiği imkânla yeniden yorumlayarak gerçeğimsi bir Türk dünyası kurmaktadır. Malzemesini tarihten alan bu dünya, romanın edebî ve estetik dünyasıdır. Bizlere yaşanmışlık hissini veren bu dünya aracılığıyla tarihî dünyayı edebî anlamda bir kez daha yeniden yaşama ve kurma imkânını bulmaktayız. Böylece millî romantik kaynaklarımız, sanatın diliyle genç neslin ruhunu ve muhayyilesini bir anne gibi emzirmektedir. Tarihî ve edebî haz, tarihî romanın ilk işlevidir. Aynı zamanda coşumcu karakteriyle ileriye dönük hamle yapabilme yeteneğine sahip olan bu millî romantik tavır, insanımıza dil bilinci, tarih bilinci ve vatan sevgisi aşılamasının yanı sıra yeni hamlelerle yeni ufuklar açma şansını tanımaktadır. ■
Kaynaklar Göğebakan, Turgut (2004). tarihsel roman üzerine, Ankara. Akçağ Yayınları, 2004, 208 s Argunşah, Hülya( 2006). “Tarihî Roman”, Türk Edebiyatı Tarihi, c.4, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, ss.420-430 ” (Tural 1993: 70). ” (Campell Argunşah, Hülya. (2006), Tarih Roman ve Sepetçioğlu, Türk Edebiyatı Dergisi, S. 395, eylül 2006, ss. 55-58 Tural, Sadık Kemal. “Tarihi Roman Geleneği ve Cezmi”, Doğumunun Yüzellinci Yılında Namık Kemal, Ankara: 1993, ss. 67-91 Sepetçioğlu, Mustafa Necati. Kilit, İstanbul: İrfan Yayınevi, 1978, 295 s
39
Sepetçioğlu, Mustafa Necati, (1977) Anahtar,
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
GAZEL Deli gönlüm yine hayrân sana Yâ Hazret-i Pîr Yine Mecnûn gibi nâlân sana Yâ Hazret-i Pîr Ebedî muntazırım bir nazarın feyzine ben O latîf hâl ile davransana Yâ Hazret-i Pîr Nola rahmeylesen üftâde-i bî-çâreye sen Erişir rahmet-i Rahmân sana Yâ Hazret-i Pîr Yanayım ben dahi baştan başa aşkın oduna Olayım âteş-i sûzân sana Yâ Hazret-i Pîr Payımız gün be gün artar verilir kısmetimiz Ama dertler bana dermân sana Yâ Hazret-i Pîr Seni sevmek bile haddim değil ammâ bilirim Erilir aşk ile giryân sana Yâ Hazret-i Pîr Bizi şevkın ile Harput gibi et mest ü harâb Olalım çevre-i vîrân sana Yâ Hazret-i Pîr
ÖMER DEMİRBAĞ
40
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Ağaçtan atlar İMDAT AVŞAR
D
allara bahar yürüdü, çocukların yanağına güneşin kızıl ışıkları… Okulun bahçesi cıvıl cıvıl… Aşağıda iki çocuk kıyasıya çekişiyor, duvarın üstünde iki serçe dövüşüyor... Çocuklar topu paylaşamıyor, serçeler de duvarda sekip oynayan o gamsız, küçük serçeyi... Kızlar da gamsız. Sessiz, sakin, tek ayaküstünde hepsi. Sek sek oynuyorlar. O topu hangi çocuk alacak? Bu gamsız küçük kuş hangi serçenin dişisi olacak? Tüylerini iyice kabarttı serçeler. Kendilerini dev sanıyorlar. Tüylerini ne kadar kabartsalar da serçe oldukları belli. Küçücük bedenlerine sığamıyor ikisi de. Korku vermek istiyor karşıdakine. Yürekleri büyümüş, kan coşuyor damarlarında belli. Kızgın, öfkeli, vicir vicir erkek serçeler. Kanatlarını yerde sürüyüp horozlanıyorlar. Er meydanında iki pehlivan sanki. İki pehlivan! Bir cazgır bir davul zurna eksik. Kızgın serçeler, birbirlerinin açığını kolluyor, birbirinin etrafında dönüyor, dönüyorlar… Çocuğun biri topu kapıp kaçtı, diğer çocuk da onun peşinden… Gagaladılar birbirlerini serçeler. Biri uçup karşıdaki söğüdün dalına kondu, ardından öbürü de… Çocuklar oynadıkları oyunları, değiştirmiş. Kızlar, yere çizdikleri küçük kutucukların üstüne yassı bir taş atıp ha bire sekiyorlar. Erkekler, deli taylar gibi, bir o yana bir bu yana koşuşuyorlar. Zil hiç çalmasa keşke, ders hiç başlamasa... Çocukların hepsi kendi dünyasında. Bir tek İsmail huzursuz, ağlamaklı; koşup yetişemiyor arkadaşlarına. O daha karşı kaleye varmadan diğerleri bu tarafa koşuyor. Çırpınıyor, düşüyor, yekiniyor, kalkıyor, yine düşüyor İsmail. Düşüyor… Felç, bir ala karga gibi pençelemiş onu daha yavruyken. Sınıfın, kanadı kırık serçesi o. Bir damla suyu yetiştirip koyamamışlar ağzına. Bu yüzden bir yanı eksik, bu yüzden yarım İsmail. İki koşup bir düşer. Ellerini, bacaklarını sıyırır küçük taşlar. Zayıf bir ayağı, cılız, ince, dermansız… ağlayarak gelir hep: — Öğretmenim, benimle oynamıyorlar! — Kim seninle oynamazmış İsmail! Gel bakalım. — Beni almıyorlar, öğretmenim, koşa… ıııh! Koşa.. ııh! Koşamıyorsun diyorlar.
41
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
— Yürü İsmail, ben de senin takımındanım… İsmail’in elinden tutup varırım. Topu alırım çocukların elinden: “Ali sen karşıya, Ömer sen buraya, Mustafa karşıya, İsmail buraya…” takımları yeniden kurarım. Homurdanır bazı çocuklar, itiraz ederler. Kim bilir, iki sıfır öndedirler hakem gelmeden önce. İsmail’ den her zaman öndeler zaten. İsmail ile aynı takımda oluruz, top oynarız beden eğitimi dersinde. Ona bir gol attırmak için kuralları çiğnerim, tutarım, çekerim diğer öğrencileri. İtirazları kabul etmem, hakem de benim çünkü. Bizim takım gol yese de hep İsmail’in yanından, arkasından koşarım ben. O daha yere düşmeden sıyrılır derim, o daha düşmeden acı çekerim. Bebekken kaybetmiş sermayesinin yarısını İsmail. Oysa daha çok var, kâr zarar hesaplarına. Fasulyeler, mısırlarla çıkarır, çarpar, böler sayıları İsmail. Çevremizdeki hayvanları bir çırpıda sayar: inek koyun, sığırcık, serçe… Şehirler görmemiş olsa da haritalarda bulur yaşadığımız şehri. Okuduğumuz, adsız hikâyelere en güzel adı o koyar. Türküler de söyler İsmail, tekerlemeler, bilmeceler… Rengârenk olur onun resim defteri: Gök mavi, güneş sarı, dal yeşil… İri iri kuşlar çizer İsmail. Dağların, bulutların üstünden uçar onun kuşları. Kuşların altında çocuklar da olur onun resminde. Diğer çocuklardan uzakta durur bir çocuk. Uzaktaki oturur, diğerleri ayaktadır. Bilirim, uzaktaki oturan çocuğun İsmail olduğunu. Her derste eşit her derste tamdır İsmail ama beden eğitimi dersinde eksik, yarım, çaresiz. Beden eğitimi dersi gelince sabırsızlanır ötekiler, kıvranır, kaynaşır, telaşlanır. İsmail’in içine bir sızı düşer, sancılanır, eğer boynunu: — Resim yapalım öğretmenim, der, bedene çıkmayalım. Homurdanır diğerleri. Hakem, onların da kabul edeceği son çareye başvurur bazen çeker dipsiz kuyulardan, kurtarır İsmail’i: — Haydi, dinleyin bakalım, masal anlatacağım. ‘Masal’ sözünün büyüsü kuşatır sınıfı, arkaya yaslanıp ağzımın içine bakarlar. Çıt çıkmaz o an. Bir tek masala değişirler beden eğitimi dersini. Masal başladı mı hepimiz başka bir dünyaya, bir eski zamana gideriz. — Bir varmıııış, bir yokmuuuş, Allahın kulu çoktan da çokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben nenemin beşiğini tıngır mıngır sallarken… Bir eski zaman ülkesinde, bir padişah varmış. Padişahın da dünyalar tatlısı üç şehzadesi… Küçük şehzade hepsinden yiğit, cesurmuş. Yayını gerip fırlatmış devin gözüne… Tahta çıkmış küçük şehzade, kırk gün kırk gece toy eylemişler, yemişler içmişler, hoş murada yetmişler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine… haydi çıkın teneffüseee!... *** Çocukların yanağından güneşin aksi vuruyor gözlerime. Bu sefer hepsi küçük şehzade, hepsinin karşısında bir dev var. Geriyorlar yaylarını hepsi de. İsmail, okulun bahçesinden az ilerdeki koca bir söğüt ağacın dibinde. Gözünün birini kapamış, okunu fırlatıyor devin gözüne. Ok gözüne değmezse dev ölmez, gözünden vurmalı devi... Birazdan ölecek dev, gözlerinden kan şorlayıp akacak, iniltisi göğü tutacak devin. Sonra İsmail tahta geçecek, şah olacak, bir toy düğün olacak, şölenler verilecek… Hava pırıl pırıl ve serçeler cıvıl cıvıl. Karşıda, Ulupınar’da meşelerin uçlarına su yürümüş belli. Çocuklar çoktandır geziye gitmek istiyorlar. Tam zamanı, yarın… Yakınımdaki öğrencilere seslendim. — Yarın geziye gidiyoruz çocuklar, herkes azığını alıp gelsin. Bir çığlık kopardılar.
42
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
— Yarın geziye gidiyoruuuz! Yarın geziye gidiyoruuuz! Az sonra hepsi etrafımı sardı. Sordukları sorular hep aynıydı. — Nereye gideceğiz? Ne zaman gideceğiz? Önlüklerimizi giyecek miyiz?... — Ulupınar’a gideceğiz, yarın sabah dokuzda gideceğiz, istediğiniz kıyafeti giyebilirsiniz. Haydi, şimdi çantalarınızı alıp eve gidin… Kimi unutacak, kimi eksik yapacaktır ama sormadan edemezler. — Ödevimiz var mı öğretmenim? — Bahara bağışladım, ödeviniz yok. — Heeeey! Heeeey! *** O sabah, her zamankinden erken geldiler okula. Sabırsızlanıyorlardı. Hepsi çıkınlarını hazırlamıştı. Her zamankinden daha canlı, daha büyük, daha diri, daha parlak gözleri… Önlerine bir düşsem bir âmin alayı gibi yürüyecekler. — Haydi, dedim. Ulupınar’a doğru yola koyulduk. İlk kez gün ışığına çıkan kuzular gibi hoplayıp zıplıyordu çocuklar. Biraz sonra yorulacaklarını hatta geride kalacaklarını biliyordum. İsmail arkada kaldıkça çırpınıyordu yine. Ben hiç acele etmeden arkalarından yavaş yavaş yürüdüm. Bir yandan da baharı gözlüyordum. Bir tepeli toygar koşup duruyordu önümde. Kuş mu, fare mi olduğunu ayıramıyor insan. Ara sıra kanatlanıp uçmasa, kuş olmadığına yemin edersin. Bıldırcın sesleri var, gelmişler demek. Bir delice doğan süzülüyor yukarda. Hareket etmiyor, göğe asılmış kalmış sanki. Ekinlerin içinde renk renk kelebekler. Bir günlük ömre sığan bu kadar renk? Kelebekler gibi çocuklar o çiçekten bu çiçeğe… Yolun kenarında papatyalar, hardallar, devetabanları, kuzukulakları, yavşanlar, gelincikler… hepsi çiçeğe durmuş. Ara sıra koşarak gelen öğrenciler soluk soluğa topladıkları çiçekleri bana veriyorlar, sonra yine koşarak gidiyorlar. Biri, bir şey yapmaya görsün, hepsi aynı şeyi yapar bunların. Ellerimde demet demet çiçekler, ellerim çiçek oluyor. Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik… yorgun argın vardık Ulupınar’ a. Pırıl pırıl bir su kaynıyor pınarın gözünden ve taşıp akıyor, gümüşten bir iplik gibi kıvrıla kıvrıla gidiyor. Her taraf çayır çimen. Çocuklar çimenlerin üstünde yuvarlanmaya başlıyor. Kendilerini yerden yere atıyorlar. İsmail düşse bile yaralanmaz burada. Onlar koşarken hiç bir yerim acımıyor... Ben yoruldum arkalarından koşmaktan, onlar yorulmadı koşup oynamaktan. Bir süre sonra elma gibi kızarmış yanaklarıyla nefes nefese döküldüler yanıma. Çözdük azıklarımızı. Kömbeler, yumurtalar, peynirler, yağlar… Eline yumurtayı alan geldi. — Öğretmenim bunu sen ye, öğretmenim bunu sen ye… İkindi vakti yürüyecek hâlleri kalmadı artık. Serildiler, çimenlerin üstüne. Ovaya inen deli çaylar gibi duruldular. — Kalkın, dedim, köye gidiyoruz. Gönülsüzce kalkıp toparlandılar. Sabahki heyecandan eser yok. Koşarak geldikleri mesafeyi
43
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
yürüyerek gidemiyorlardı. Sabahleyin uğramadan geçtiğimiz çeşmenin başında ilk molayı verdim. Çeşmenin başındaki söğüt delice yeşermişti. — Çocuklar, dedim, siz söğüt ağacından düdük yapabilir misiniz? — Hayııır! — Ben sizin gibiyken bu ağaçlardan düdük yapardım. Şaşkın şaşkın baktılar. Bıçağımı çıkarıp söğütten bir dal kestim. Hepsi toplanıp beni izlemeye başladı. Bedenine su yürümüş söğüt dalının kabuğunu, özenle gevşetip süt gibi beyaz çubuğu kabuktan sıyırdım. Sesler kesildi, sanki sınıfta masal anlatıyordum. İnce bir boru gibi elimde kalan söğüt dalının uç kısmındaki dış kabuğu hafifçe yontup çıkardım, kendime güzel bir düdük yaptım. Onlarca göz, merakla beni izliyordu. Düdüğü ağzıma götürüp üfleyince çığlıklar koptu. — Öğretmenin bana da düdük, öğretmenim bana da düdük! Sıraya geçtiler, hepsine birer düdük yaptım. Gözlerine yeniden parıltı geldi. Yorulduklarını unuttular bir an. Düdükleri öttürerek yürüdük. Arkama baktım. Çocuklar iyice bezmişti, yürüyemiyorlardı daha. Onları toparlayıp köye getirmekte güçlük çekiyordum. Az ilerde koca bir söğüt ağacının yanında tekrar mola verdik. Köye daha epey mesafe vardı. Çocukları kendi hâline bıraksam, bu serin gölgeden kalkamayacak, uyuyacaklardı. Geçen yıldan budanmış ve bir köşeye yığılmış söğüt dalarına ilişti gözüm. Yeniden topladım, sıraya dizdim onları. — En iyi kim at koşturur? Gözleri iri iri açıldı yine. — Ben, ben, ben… — Bakalım o zaman. Kim en iyi at koşturuyor, köye ilk önce kim varacak? İsmail’i unutmuştum. Bir damla suya kurban adanmış İsmail, bir an çıkmıştı yâdımdan. Ama dönüşü olmadığını anladım. Süvariler bağrışıyordu. Kuru dalları ayırıp hepsine birer kırbaç, birer at verdim. Ağaçtan atlar, hepsi güzel, cins, atlar. Al atlar, yağız atlar, kır atlar, doru atlar… İsmail’in de bir atı vardı, küçük ince bir dal, bir doru kısrak. Herkes gibi ata binmiş o da. “Haydi!” dememi bekliyor. Köye doğru dizdim atlıları. Artık hepsi birer süvariydi. “Haydi!” diyemiyordum. Bir çare olmalıydı. İsmail düşecekti yine, ben yara bere içinde varacaktım köye. Son çare, bir at da kendime eyerledim. İri bir dalı da ben aldım ve İsmail’in yanına çektim atımı. — Haydi, dedim, köye kim önce varacak? At kişnemeleri, “dıgıdık, dıgıdık” nal sesleri, bir yandan öttürdükleri düdükler… tozu dumana kattılar. Köye akın başladı. Daha tırısa kalkmadan atı sürçtü İsmail’in. Kaldırdım. Yeniden bindi atına olmadı, bir daha, bir daha... Çocuklar toz duman içinde, köye doğru doludizgin uzaklaştılar. İsmail’in gözleri doldu yine. — Bu at koşamıyor öğretmenim, dedi. — Tamam, İsmail, dedim, bırak o atı, iyi koşamıyor o. Benim atın kuyruğundan bir dal kırdım. Atını değiştirdim İsmail’in. İsmail binince bu atın da ayağı sürçtü. Koşamayan at değildi anladı bunu. — Ben koşamıyorum öğretmenim, dedi, şu ayağım koşuyor, şu ayağım koşamıyor. Atlardan indik. İyi koşamıyorlardı zaten. Köye doğru dörtnala giden atlıların ardından ağladı İsmail. Dolu gibi yaş döktü…■
44
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
RIFAT ARAZ
Tarihî olaylar kadar tarihî mekânlar da edebiyata dolayısıyla edebiyat mahsullerine malzeme verir. Mimar Sinan’ın ustalık devri eseri olarak kabul gören Süleymaniye Camii, malum olduğu gibi hem Mehmet Akif’in ‘Süleymaniye Kürsüsünde’ adlı uzun şiirine; hem de Yahya Kemal’in ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ adlı şiirine şuur ve tefekkür vermiş, ilham kaynağı olmuştur.
B
ir edebî eser, elbette ki yazıldığı dönemin yahut ortaya çıktığı asrın sanat zevkini, bedii tefekkürünü ve hayat tarzını yansıtmakla kalmaz; bu tür hususiyetleri yapısında barındıran bir sanat eseri, aynı zamanda yazarını ve devrini aşarak, devirlerin, dönemlerin estetiğine, hissî duyarlılığına, sanat zevki ile o milletin millî ve tarihî şuuruna da hitap eder. Ancak bu sayede edebî zevki, şevki ve heyecanı yansıtan şaheser diyeceğimiz bir edebiyat mahsulü, tarihî ve ebedî olma vasfını haiz olabilir. İşte edebiyat ve tarihin birlikteliğinden neşet eden edebiyat tarihi; çağdaş ve klasik edebî eserlerde bulunan bu estetik sanat iksirini, edebiyat teorisi ve tarihî vasıtasıyla keşfeder. Milletin, millet olma şuurunun kökleşmesine ve gelişmesine, manevi disiplinlerin değer bulmasına sebebiyet veren bu durum, hem edebiyatımız hem de tarihimiz açısından son derece önem arz eder. Bir milletin hayat damarı mesabesinde görülen edebiyat, elbette tarihle yaşar ve yaşatılır. Edebiyatın tarih ile olan ilişkisi böyle bir çizgide hayat bularak, edebiyat tarihi dediğimiz yeni ve farklı bir bilim dalını oluşturur. Hem tarihten hem de edebiyattan malzeme alan edebiyat tarihi dediğimiz bu bilim dalı, hâlin ve geçmiş dönemlerin edebî eserlerini tamamen kronolojik bir sıralamaya
45
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
tabi tutarak inceler, edebî bir hüviyet içinde ele alır, değerlendirir ve gelecekte verilecek edebî eserlere de bir nevi kaynaklık yapar. Edebiyat teorisi ile tarihî şuur ve metottan neşet eden edebiyat tarihi; edebiyatın gittiği yolda onun yolunu aydınlatan, ufkunu açan, onu genişleten, derinleştiren ve geçirdiği dönemleri karanlıkta kalmaktan kurtaran bir ışık mesabesindedir. Edebiyat tarihi sayesinde muhtelif dönemlere ait edebiyat mahsulleri, ait oldukları dönemin estetik anlayışı ve yaklaşımları içinde ele alınır, incelenir, değerlendirilir ve bu sayede hak ettiği değere kavuşturulur. Türklerin; gerek eski Türk tarihinde gerekse Türk-İslam tarihinde hak, hukuk ve adaleti tesis etme adına zaman ve mekân içinde muhtelif göçlere, savaşlara katıldıkları; yeni coğrafyalarda mekân tutup yerleştikleri; birlik ve dirliklerini kaybedip dağıldıkları; yeni ve güçlü devletler kurdukları bilinmektedir. Milletimize has olan bu sürekliliği, bu hareketliliği ve itibar gören güçlülüğü gerekli kılan tarihî yapı, edebiyatımıza da sirayet etmiş, bu noktada tarih, edebî bir tür hâline dönüşmüştür. Oğuz Kağan, tarih içindeki hayatı ve hareketliliğiyle destanlara bürünmüş bir cihangirdir. Zaferle dönülen bir seferin sonunda oğullarına ve beylerine verdiği ziyafette gösterdiği hedef edebiyatımıza; Demir kargı olsun orman Av yerine yürüsün kulan Daha deniz daha müren Güneş bayrak gök kurukan” [1] şeklinde edebî bir vesika olarak yansımıştır. Gök kubbeyi ülkesinin çadırı, güneşi bu ülkenin bayrağı olarak tahayyül eden Oğuz Kağan, tarihî kimliğiyle gerçek manada bir cihan hâkimidir. Devlet yöneticilerinin, millete karşı sorumluluklarının tarihî birer belgesi olan Göktürk Kitabeleri: “Türk Milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin. Açlık, tokluk düşünmezsin. Bir doysan açlığı düşünmezsin ...”; “Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için, Kağan oturdum. Kağan oturup, aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir 1.
) Mehmet KAPLAN, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar, 1, Dergâh Yayınları, İSTANBUL, 1976,s.13.
milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım.”[2] gibi iri, canlı, güçlü ve işlek bir dil; edebî ve akıcı bir üslup yapısıyla tarihî bir ibret vesikasıdır. Esasen tarihî birer şahsiyet olan Nemrut, Haman, Firavun, Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi zalimler; Karun gibi dünya malına tamah eden gafiller, İslami Türk şiirine konu oldukları gibi; Hz. Âdem, yaratılışı ve cennetten çıkarılışıyla; Hz. Nuh, yaşadığı tufanla; Hz. Eyüp, sabrıyla; Hz. Süleyman, gökyüzünde gezen tahtıyla, kuşların dilini bilmesi ve cinlere hükmetmesiyle; Hz. Yusuf, kuyuya atılması, pazar pazar satılması ve zindana atılmasıyla; Hz. Yakup, hasretiyle; Hz. Musa, Hızır kıssası ve asasıyla; Hz. İbrahim, oğlu Hz. İsmail’i Allah’a kurban etme girişimi, Kâbe’deki putları kırması ve Nemrut tarafından ateşe atılmasıyla; Hz. Hızır, ilm-i ledün bilgisiyle; Ashab-ı Kehf üç asır uyuyup uyanmalarıyla; Hz. İsa, nefesiyle hastaları iyileştirmesi, ölüleri diriltmesi ve semaya ağmasıyla; Hz. Meryem iffetiyle; Hz. Muhammet (sav,) doğumu, mucizeleri ve özellikle de gül mazmunu ile bütünleşen o ilahî güzelliğiyle; Hz. Ali, şecaati ve ilmiyle; Hz. Ömer, adaletiyle şiirin mevzuu olmuş, edebiyatımızda olduğu kadar, tarihimize de ufuk açmıştır. Hem Kur’anı-Kerim’de hem de İslam tarihinde adları zikredilen peygamberlerden Hz. İbrahim(as), diğer peygamberler gibi Türk şiirinin konusu olmuş, onun evrensel ve mucizevi hayatı, şiir aracılığıyla büyük kitlelere ulaştırılarak edebiyatın tarihle birlikteliğinden doğan gücü ortaya konulmuştur. Dinî tasavvufi Türk şiirinde Bizim Yunus, Hz. İbrahim (as)’in Nemrut tarafından ateşe atılışını, şiir diline mahsus o estetik, o lirik, o sade ve veciz üslubuyla; Ey Dost!. Senin yoluna cânım vereyin Mevlâ Aşkını komayayın oda gireyin Mevlâ Beni Sana vereyin sensiz beni nideyin Ben senin huzûruna bensiz varayın Mevlâ[3] ) Prof. Dr. Muharrem ERGİN, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, İSTANBUL, 1973, s.18,19. 3. ) Nihat Sami BANARLI, “Millî Tekevvünümüzde Yunus Emre’nin Yeri”, Bkz.Hüseyin ÖZBAY, Mustafa TATÇI, Yunus Emre (Makalelerden Seçmeler) , Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1994, s.69. 2.
46
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
demek suretiyle dile getirir ve tarihte vuku bulmuş bu olaya telmihte bulunur. Bu tarihî konu, ilahî kitabımız Kur’anı-Kerimin, Enbiya Suresi, 69. ayetinde: “Ey ateş! İbrahim (a.s)’a (karşı) serin ve selâmet (zararsız) ol.” dedik.” şeklide geçmektedir. Hz. İbrahim, itinayla muhafaza edilen ve kendilerine tapınılan bütün putları kırıp dağıttığından Nemrut tarafından ateşe atılmış ancak, Allah’ın (cc) emri ile ateş, Hz. İbrahim’e serin ve selamet olmuştu. Mutasavvıf Yunus, bu olayı sadece mecaz ve telmih sanatlarıyla işlemekle kalmaz, başka bir şiirinde: İbrâhim’e Nemrûd odın ışkdur gülistân eyleyen Işkdan nazar ericeğez gülzâr oldı nâr olmadı[4] diyerek Nemrut’un yaktırdığı ateşi, Hz. İbrahim’e aşk aracılığıyla gülistan eylemiştir. Dünyada Türk cihan hâkimiyetini gerçekleştiren Oğuz Kağan, Kanuni Sultan Süleyman gibi Türk hakanlarının kurdukları cihan devletinin varoluşunun ve devamlılığının sırrında “Tevhid” inancının olduğunu biliyoruz. İslam dininin kabulü ile birlikte Türk-İslam coğrafyasında yetişen Hoca Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Akşemseddin, Niyazi Mısri, Fuzuli, Şeyh Galip gibi kimlik ve kişilikleriyle hem tarihe hem de edebiyata mal olan gönül sultanlarının ortaya koyduğu edebî mahsullerde; işlenen dil, hayat tarzı ve dünya görüşünde tarihi edebiyattan, edebiyatı ise tarihten ayırmak imkânsız gibidir. Tarihî zeminde, Osmanlı şehzadeleri ile sultanları, çok sıkı bir eğitimden geçirilmiş, özellikle de devlet yönetimi, askerlik eğitimi gibi alanlarda çok disiplinli bir anlayış içinde yetiştirilmişlerdir. Osmanlı hanedanlığına sahip sultanların hemen tamamının, ilim adamlarını koruyup gözettikleri gibi sanatkârları da destekledikleri, onları himaye ve takdir ettiklerini görüyoruz. Bu sultanlardan bir kısmının şair mizaçlı olduğu, hatta zaman içinde şiir sanatında divanlar tertip edecek ayarda şiirler yazdıkları bilinmektedir. Osmanlı Sultanlarından II. Murad, Muradi; Fatih Sultan Mehmed, Avni; II. Bayezid, Adli; Şehzade Korkut, Harimi; Kanuni Sultan Süleyman, Muhibbi; Sultan III. Mehmed, 4. ) Prof. Dr. Faruk K. TİMURTAŞ, Yunus Emre Dîvanı, Tercüman 1001 temel Eser 1, s.155.)
Adni; I.Ahmed, Bahti; II. Osman, Farisi; IV. Murad, Muradi; II. Mustafa, İkbali; III. Ahmet, Necibi; III. Mustafa, Cihangir; III. Selim, İlhami; II. Mahmud, Adli mahlasıyla şiirler yazmışlardır. Avni mahlasıyla şiirler yazan Fatih Sultan Mehmet Han: İmtisâl-i câhidû fi’llâh olupdur niyyetim Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidir gayretim mısralarında: “Bütün gayretinin, İslâm dinînin o mücerret gayreti olduğunu; niyetinin de Allah’ın cihat emrine dayandığını” beyan ederek o tarihî olan idealini şiirin muhtevası içinde kalıcı kılmıştır. Şahi mahlasıyla şiirler yazan Şehzâde Bayezid, şiirlerinde Muhibbi mahlasını kullanan babası Kanuni Sultan Süleyman’a yazdığı manzum mektubunda: Ey serâser âleme sultân Süleymânum baba Tende cânum cânumun içinde cânânum baba Bâyezidine kıyar mısun benüm cânum baba Bî-günâhım Hak bilür devletlü sultânum baba[5] diyerek babasını “baştan başa bir âlemin sultanı” sıfatıyla haklı olarak överken, kendisi hakkında verdiği ölüm kararında da o koca hükümdarı insaflı olmaya, kendisini affetmeğe davet eder. Kanuni, milletin saadeti ve devletin bekası için bu kararından vazgeçmediğini yine aynı vezin, aynı kafiye ve söyleyişle yazdığı bir murabbada: Hâtem-âsâr-ı nübüvvet Fahr-i Âlem hakkiçün Bî-günâhım deme bâri tevbe kıl cânım oğul şeklindeki beyanıyla ifade eder. Sultânü’ş-Şuarâ unvanına sahip olan Baki, Kanuni’nin ölümü üzerine yazdığı mersiyesinde geçen; Ol şehsuvâr-ı mülk-i sa’âdet ki rahşına Cevlân deminde arsa-i âlem gelürdi teng[6] 5. ) Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Millî Eğitim Basımevi,İstanbul 1971,C.I. s.570. 6. ) Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Millî Eğitim Basımevi,İstanbul 1971,C.I. s.590.
47
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
mısralarında : “O mutluluk ülkesinin usta binicisi, dolaşmağa çıktığı zaman atına, dünya alanı dar gelirdi.” diyerek bize eski Türk destanlarında geçen o bütün bir âlemin fethine memur muhteşem hakanları ve o hakanların ölümü üzerine söylenen “Sagu’ları” hatırlatır. Baki, bu beytinde; şarkın muhteşem hükümdarlarından olan Rüstem’i överken, Kanuni’yi Rüstem’e benzetmiş, bu itibarla da şarkın o en köklü idealini, tarihin şuuru ve edebiyatın estetiğiyle mezcetmiştir. Şiirlerinde zengin bir hayal gücü, muhteşem bir ahenk bulunan; dönemine göre sade ve açık bir üslup kullanan; şöhretinin zirvesine IV.Murat döneminde ulaşan; yaptığı hicivlerinden ötürü saray odunluğunda boğdurularak cesedi denize atılan Nef’i, “der Sitayiş-i Hazret-i Sultan Murad Han” adıyla IV. Murad’a sunduğu kasidesinin; Sen bir şeh-i zi-şânsın şahenşeh-i devrânsın Yani ki sen hakansın devrinde ben Hakani’yem[7] beytinde, devrin hükümdarına:“Sen devranın şanlı bir padişahısın; yani sen (bir) hakansın; senin devrinde ben (de) hakaniyem” diyerek IV. Murat gibi sert bir padişahı, ince bir nükte ile “Sen ne büyük bir padişahsın ki benim gibi bir şair tarafından övülüyorsun” diyerek hicvederken tarihî bir hakikati, edebiyatın o bedii tefekkür unsurlarının içerisinde yoğurarak zamanın sanat anlayışına bırakmıştır. Müslüman Türklerin millî, dinî ve tasavvufî kaynaklardan beslenerek mahşeri vicdanında oluşturduğu Nizam-ı Âlem mefkûresini yahut Cenab-ı Hakk’ın adını takatin yettiği yere kadar yetiştirme, yayma ve yaşatma ideali olan ‘İ’lâyı Kelimetullah’ iştiyakını, ne tarihimizin kültür mirasına, ne de edebiyatımızın estetik yapısına sığdırabiliriz. Tanzimat edebiyatı şairlerinden olup daha çok dinî, felsefî ve metafizik konulardaki duygu ve telakkilerini “hikemî” denilen bir tarzda terennüm eden Ziya Paşa: Seyretti heva üzre denür taht-ı Süleyman 7. ) M.Orhan SOYSAL, Eski Türk Edebiyatı Metinleri, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 2002, s.517,518.
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde[8] diyerek çok açık, akıcı ve ahenkli bir söyleyişle dünyanın gelip geçici olduğu hakikatini, Hz. Süleyman’a verilen saltanatın dahi yerinde yellerin estiğine işaret ederek vurgular. Malum olduğu gibi Hz. Süleyman, peygamberlik gibi ilahî bir payeye sahip olmanın yanında, gökyüzünde uçabilen bir tahta ve büyük bir servete sahipti. Ayrıca, bir kısım varlıkların dilini biliyor, onlara hükmedebiliyordu. Hz. Süleyman’ın vefatı; vefatı esnasında bir ağaç kurdu tarafından içten içe çürütülmüş olan asasına dayalı bir vaziyette ayakta duruyorken asanın kırılması ve Hz. Süleyman’ın da yere yıkılması ile anlaşılmıştı. Bu durum Sebe Suresinin 14. ayetinde: “(Süleyman’ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, O’nun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. Bu suretle yere kapanıp yıkılınca öldüğü anlaşıldı. Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” şeklinde geçmektedir. Büyük bir mülk ve saltanata sahip olan Hz. Süleyman’(a.s)’ın ayakta iken asasına dayalı bir vaziyette vefat etmesi, insanoğlu için son derecede düşündürücü ve ibret verici bir derstir. Bir romanda, bir hikâyede, bir denemede yahut herhangi bir makalede gördüğümüz dilin kullanımında; edebî muhit ile dünya görüşünün işlenişinde; keza, idrak edilen hayat tarzının izahında tarihî anlayışın payı büyüktür. Hatta hikmet olarak telakki ettiğimiz, bir kelime mimarisi olarak değerlendirdiğimiz şiir sanatında bile fikir, duygu, inanç ve tahayyüllerimizin kaynağında tarihin önemli bir payı vardır. Zira bu konu üzerinde yapılan hemen bütün araştırmalar edebiyat tarihinin, edebiyatla uğraşanları ve eserlerini unutulmaktan kurtarmaktan ziyade muhtelif dönemlerin; fikir, düşünce ve estetik sanat anlayışları hakkında mukayeseli ve kalıcı bilgiler sunmak suretiyle, milletin kültür ve medeniyetinin kök salmasına, gelişmesine ve zenginleşmesine katkıda bulunur. Eğer bir edebiyat mahsulünde kalıcılık varsa, dönemine hitap edip geleceğin kültür ve sanat dünyasına da ışık tutma hususiyetine sahipse, o sanat eserinde mutlaka tarihî bir kültür ve tefekkür birikimi vardır. 8. ) Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi,Millî Eğitim Basımevi,İstanbul 1971,C.II.,s.875.
48
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Dinî-tasavvufi Türk halk şiirinde olduğu gibi, hem divan hem de günümüz Türk şiirinde, şiirin mimari ve muhtevi yapısını teşkil eden kelimelerin dili; bir inancı, derin bir duygu ve telakkiyi çağrıştırdığı gibi geçmişte yaşanmış önemli bir hâdiseye de telmih yaparak eski Türk tarihine yahut Türk-İslam tarihine ışık tutmak suretiyle, o evrensel değeri haiz olan olaya, kıssaya estetik bir hüviyet kazandırır. Türk-İslam kültür ve medeniyetinin tesiriyle inkişaf eden Divan şiiri, estetik duyarlılığını günümüze kadar devam ettiren; soyut duyuş ve sanat telakkilerine dayanan o mecaz, mazmun, telmih ve kendisine has mevhumlarıyla “kökü mazide olan ati” için tarihî bir kültür birikimine sahiptir. Türk İslâm kültür ve medeniyetinin estetiği üzerine kurulmuş olan klasik şiirimizde, Hazreti Peygamberimizin doğum anını anlatan Süleyman Çelebi; Bazıları derler ki ol üç dilberin Asiyeydi biri ol mah-peykerin Biri Meryem hatun idi âşikâr Birisi hem hurilerden bir nigâr
telmih, mecaz ve teşbihlerde bulunur. Yirminci asırda bir ahlâk ve fazilet abidesi olan, hayatı sanatının, sanatı ise hayatının aynası mesabesinde görülen Mehmet Akif, ‘Bülbül’ başlıklı şiirinde; O zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun; Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun. Tesellîden nasîbim yok, hazan ağlar bahârımda: Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda! [10]
diyerek, Bursa’nın Yunan istilasına uğradığına dair gelen elim haberlerin sessiz çığlığını; bu sebepten ötürü içine gömdüğü acı ve ıstırabını “Bülbül” ile paylaşırken; Safahat’ın altıncı kitabı olan Asım’da, Çanakkale Şehitlerine şiirindeki; Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor; Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! … Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i… Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.. … Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber, Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber. [11]
Çevre yanuma gelib oturdular Mustafa’yı birbirine muştılar Didiler oğlun gibi hiç bir oğul Yaradılalı cihana gelmiş değil...[9] diyerek Hz. Asiye ile Hz. Meryem’i, hurilerden bir nigâr ile birlikte Hz. Amine Hatun’un yatağının başucuna oturtmak suretiyle edebiyatı, İslam tarihiyle dolayısıyla Türk-İslam kültür ve medeniyetiyle bütünleştirir. Klasik şiirimizin en içli ve en lirik şairlerinden olan Fuzuli; Babdan goncalara hâmil oldu gülbün Öyle kim İsâ’ya Cibril deminden Meryem mısralarında, “Gül ağacı, rüzgârından goncalara gebe oldu; “Öyle ki (Hz.)Cebrail’in üflemesiyle, Meryem’in İsa’ya gebe kalması gibi” diyerek Hz. Meryem’in hiçbir erkek eli değmeden Hz.İsa’ya hamile oluşunu ve onun dünyaya geliş hâdisesine 9. ) Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Millî Eğitim Basımevi,İstanbul 1971, C.I.,s.483.
mısralarıyla da Haçlı istilasına karşı, “Tevhid” inancıyla sabır ve sebat göstererek direnen bir milletin; iman ve azmini ortaya koyar. Akif, bu şiirinde bir ruh ve beden hâline getirdiği tarih ve edebiyatın şuurundan hareketle, cihanı hayrete düşüren bir kahramanlık destanının, şanlı tarihini yazar. Akif’in bu mısralarında; Allah’ın (cc) Bakara 2/190 ayetinde buyurduğu: “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın. Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez.” emrine, canı pahasına uyan bir milletin zaferi vardır. Allah (cc) Âl-i İmran Suresi 169;170.’de şehitleri: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis 10. ) Mehmed Âkif ERSOY, “Safahat”, İnkılâp ve Aka Basımevi,İstanbul, 1974, 9. Basım, s.473. 11. ) Mehmed Âkif ERSOY, “a.g.e.”, s.425-427.
49
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
onlar hayatta olup, Rablerinin katında yaşarlar, rızıklanırlar”; “Allah’ın lutf-u kereminden ihsan ettiği nimetlere kavuşmaktan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmayan müstakbel şehid dindaşlarını da “kendilerine hiçbir korku olmayacağına ve üzüntü hissetmeyeceklerine dair de müjde vermek isterler.” şeklinde müjdelemiştir. Millî şair Mehmet Akif; bu topraklar için toprağa düşen askere, canını ortaya koyarak “Tevhîd” i kurtaran Mehmetçik'e, Hz Peygamberin (sav) kucağını göstererek onu tarihin huzurunda yüceltmiştir. Akif; “Bir hilal uğruna batan güneşlerin” kanlarını akıtarak, canlarını feda ederek “tevhidi” yani Allah’ın (c.c) birliğini kurtardığını söylerken, tarih ve edebiyatın birbirlerinden ayrılmayan ruh ve beden ilişkisi içinde olduğunu da ortaya koyar. Türkİslam tarihinde Çanakkale Savaşı, İslam tarihinde ise Bedir Savaşı önemli iki tarihî olaydır. Yüce Allah, Kur’anı-Kerim’de, Bedir Savaşı ile ilgili Al-i İmrân :123 ayetinde: “Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz hâlde Allah size Bedir’de yardım etmişti. Allah’tan sakının ki, O’na şükretmiş olasınız.”; 124. ayetinde ise: “O zaman sen müminlere: “Rabbinizin size, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun.” buyurarak bu savaşın ilahî indindeki ehemmiyetine de işaret etmiştir. Hicretin ikinci yılında ramazan ayında bin kadar kişiden teşkil olunan Mekke müşriklerine ait orduya karşı, üç yüz Medineli Müslümanın tevhid adına verdiği bu savaş, İslamın zaferiyle nihayet bulmuştur. Tarihî olaylar kadar tarihî mekânlar da edebiyata dolayısıyla edebiyat mahsullerine malzeme verir. Mimar Sinan’ın ustalık devri eseri olarak kabul gören Süleymaniye Camii, malum olduğu gibi hem Mehmet Akif’in ‘Süleymaniye Kürsüsünde’ adlı uzun şiirine; hem de Yahya Kemal’in ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ adlı şiirine şuur ve tefekkür vermiş, ilham kaynağı olmuştur. Edebiyatın tarih ile olan sıkı münasebetinde, tarihin bir bakıma edebiyat hâline dönüşmesi, özellikle Yahya Kemal’in şiirlerinde çok daha sarih bir şekilde ortaya çıkar. Şairin,“Akıncı” başlıklı şiiri, bunun en önemli delilidir. |Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik, Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik![12]
Yahya Kemal’in, güçlü bir hatıra dili kullanarak, ele alıp işlediği o tarihî zafer anını; idrakin, iz’anın alamadığı ancak, derinden duyulan ve manen yaşanan, o manevi hâli; âdeta yaşamışçasına terennüm ettiği bu mısralarda edebiyatın, tarih ile olan kuvvetli bağı olmasaydı bu şiir, bu kadar coşkulu ve estetik değeri haiz olabilir miydi?... Edebiyatın tarihle sıkı bir münasebeti olmasaydı, Osmanlı Devletinin yükseliş döneminde Tuna boylarını aşmak suretiyle Avrupa içlerine kadar ilerleyen eski Türk akıncılarının, zaferlerle neticelenen ne bu akınları şiire mal edilebilirdi ne de tarihin malı olan bu zaferlerin edebî zevkini, heyecanını ve bu derecede derin ve estetik bir hazzını tadabilirdik. Bu mısralarda tarih şuuru; aşk, ideal, heyecan, ölüm, zafer, inanç gibi edebiyata/şiire has olan duygu ve düşüncelerin dil, ahenk, şekil ve muhtevi yapısında, deruni ahenge bürünmüş ve edebiyatla bütünleşmiştir. Bu mısralarda tabiri caizse tarih edebiyat, edebiyat ise tarih olmuştur. Bugün sadece tarih ve edebiyat arasındaki münasebet değil, sosyal bilimlere ait olan disiplinler arası yapılacak ciddi çalışmalar; Şu’arâ Tezkireleri, Gazavatnâmeler, Seyahatnâmeler, Fütüvvetnâmeler, Şehrengîzler, Menakıbnâmeler, Kıssa-i Nebiler, Şakayikü’n - Nu’mâniyye Zeylleri gibi türlere ait mahsullerin; keza fikir, kültür ve sanat alanında önemli birer kaynak niteliği taşıyan; “tereke, salname, vakfiye ve şer’iye sicilleri” nin hakiki manada gün yüzüne çıkarılması, sosyal bilimler alanına ait disiplinler arası münasebetin varlığı ile bu münasebetin etki ve sonuçlarını da ortaya koyacağı muhakkaktır. Edebiyatın muhtelif türlerinin tarihî şuurla beslenip zenginleşmesinde; şiirimizin, tarihî anlayış içinde yüksek fikir ve derin duyarlılıklarla terennüm edilip şiiriyet kazanmasında, hiç şüphe yoktur ki köklü bir tarihî derinlik ile geniş bir coğrafyaya sahip olan Türk-İslam kültür ve medeniyetinin etkisinin büyük olduğu aşikârdır.■
12. ) Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti, Özal Matbaası, 11. Baskı, s.22,23
50
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
FERDİ GÜZEL
T
arih ile edebiyat arasındaki bağ Montaigne’in dostluk için yaptığı tanım* ile benzerlik gösterir. Bu iki kardeş alan birbirleriyle öylesine kaynaşmıştır ki çoğu zaman birini diğerinden ayırmak güçtür. Seyahatname, anı, günlük, biyografi, otobiyografi… Bunları edebiyatın mı kefesine koyacağız yoksa tarihin mi? Aralarında böylesine sıkı bir bağ olmasına rağmen çoğu tarihçinin bunu görmezden gelmesi tarihimizi savaşlar ve sayılar yığını olmaktan kurtaramamıştır. Tarih öğretiminde özellikle kuru ve sıkıcı bir anlatımdan kaynaklanan pek çok sorunun olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Savaşlar ve sayılar yığını olarak gördüğümüz tarihin en önemli eksiği duygu yoksulluğu ve yoksunluğudur. Edebî eserin en önemli vasfı ise duyguyu, yani insanı öne çıkarmasıdır. Okuyucu her eserde kendinden bir şeyler görmek ister. Tarihimizi yazanlar bu gerçeği pek önemsemedikleri için tarih öğretiminde edebiyattan yeteri kadar faydalanılmamaktadır. Tarih öğretiminde karşılaşılan sorunlar edebiyatın yardımı ile önemli ölçüde çözülebilir. Özellikle usta yazarların kaleminden çıkmış romanlar tarihin anlaşılmasına önemli katkılarda
bulanacaktır. Tarih hocalarımız öğrencilerin bu usta kalemleri okumasını sağlayarak daha etkili daha verimli bir tarih öğretimi gerçekleştirebilirler. Erich Maria Remarque’nin I. Dünya Savaşı’nı anlattığı Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok adlı eserinde savaşın sona erdiği günlerde roman kahramanı vurulur ve ölür, öyle sakin ve hareketsiz bir günde ölmüştür ki o gün raporlarda tek cümle yer alır: “Garp cephesinde yeni bir şey yok.” Tarih için bir insanın ölümü milyonlarca ölüm içinde önemsiz olabilir. Ama edebiyat bir insan sayesinde bize tarih kitaplarında yer almayan pek çok gerçeği anlatır, I. Dünya Savaşı’nda yaşananları zihnimize silinmemek üzere kazır. Tarih kitaplarında anlatılan birçok gerçek ise duygudan, yani insandan yoksun oldukları için belleğimizde yer etmeden kaybolur gider. Fransız İhtilâlı’nı anlatan Tanrılar Susamışlardı romanını okuyanlar elbette ki Fransız İhtilâlı’nın sadece eşitlik, kardeşlik ve hürriyetten ibaret olmadığını görecek , “Her devrim önce kendi evlatlarını yer.” gerçeğini derinden kavrayacak; ihtilâlda hapishane, zulüm, giyotin ve ihanetin azımsanmayacak oranda yer aldığını
51
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
unutamayacaklardır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu, Kurtuluş Savaşını ve Cumhuriyet’in belli başlı dönemeçlerini farklı bir bakış açısıyla anlatan Tarık Buğra’nın; aşağı yukarı aynı konuları yine farklı bir bakış açısı ile ele alan Kemal Tahir’in romanlarını okuyanlar bu iki kıymetli yazarımızın eserlerini yazmak için nasıl titizlikle bilgi topladıklarını fark edecek, yakın tarihimizi anlamada çok önemli bir yere sahip olan bu eserlerden tarih kitaplarından öğrenilemeyecek çok şeyi benliklerine katacaklardır. Hangi tarih kitabı Osmanlı Devleti’nin kuruluş felsefesini Osmancık gibi, işgal İstanbul’unu da Esir Şehrin İnsanları gibi anlatabilir? I. Dünya Savaşı ve işgal yıllarında insanların kanını emerek zenginleşen; millet savaştan, açlıktan, yokluktan kırılırken balolarda işgal güçlerinin subaylarıyla, memurlarıyla gününü gün eden aşağılık bir sınıfın iç yüzünü Kiralık Konak, Esir Şehrin İnsanları, Üç İstanbul, Sözde Kızlar gibi romanlar olmasa hakkıyla anlamak nasıl mümkün olur? Edebî eserlerden aynı zamanda tarihle ilgili çok kıymetli bilgiler elde edilir. Her edebî eser aynı zamanda kendi çağının bir aynası değil midir zaten? Eser incelerken devrin tarihini göz önünde bulundurmamak ne kadar yanlış ise bir devri incelerken o devirde yazılmış edebi eserlerin tanıklığına başvurmamak da o kadar yanlıştır. Tarihçilerimiz çalışmalarında, inceledikleri dönemde yazılmış eserlerden alıntılar yaparak anlatımı renkli, çekici bir hâle getirebilir, tarihimizin daha iyi anlaşılmasını, hissedilmesini sağlayabilirler. * Benim anlattığım dostlukta ruhlar o kadar derinden uyuşmuş, karışmış, kaynaşmıştır ki onları birleştiren dikişi silip süpürmüş ve artık bulamaz olmuşlardır. Lale Devrinin zevk ve eğlence devri olduğunu Nedim’in şiirlerinde görmemek için kör olmak gerekir. Nabi, Koca Ragıp Paşa ve Ziya Paşa’nın beyitleri, İmparatorluğu kemiren olumsuzluklarla dolu değil midir? Yemen’i “giden gelmiyor acep nedendir”, Çanakkale’yi “ölmeden mezara koydular beni” türkülerinden daha duygusal ifade edecek bir tarih yazılmış mıdır?
Avrupalıların elinde oyuncağa dönüşen Cem Sultan’ın pişmanlığını en iyi kendi beyitleri anlatır. Kendü elümle başuma aldum belâları Kendümden oldı bana bu cürm ü hatâ dirîg Oldum esîr kâfire nâ-gâh bî-günâh Kendü elümle ayağuma balta urdum âh Kanuni’nin oğlu Şehzade Mustafa’nın gerek halk gerek ordu içinde çok sevildiğini ve hile ile öldürüldüğünü, dönemin yiğit sesi Taşlıcalı Yahya’ya ait bir mersiyeden aşağıya aldığımız şu beyitler gayet özlü bir şekilde gösterir: Meded meded bu cihânın yıkıldı bir yanı Ecel celâlileri aldı Mustafâ Han’ı Yalancının kuru bühtânı buğz-ı pinhânı Akıtdı yaşımızı yaktı nâr-ı hicrânı III. Mustafa’nın dirayetli devlet adamlarının yokluğundan, çevresinde hep soysuzların ve kalleşlerin yer almasından duyduğu acıyı ve çaresizliği anlattığı, devletin düzelmesini Allah’ın merhametine bağladığı çığlık hükmündeki şu şiirine bakmak devrin tarihini anlamada az bir şey mi! Yıkılupdur bu cihân sanma ki bizde düzele Devleti çerh-i deni verdi kamu mübtezele Şimdi ebvâb-ı saâdette gezen hep hazele İşimiz kaldı hemân merhamet-i lem-Yezel’e Fuzuli’nin meşhur “Selam verdim rüşvet değildür deyu almadılar.” diye başlayan Şikâyetname’si, Kanuni döneminde, ihtişamın yanı başında rüşvetin ve adam kayırmanın kök saldığını göstermez mi! Yukarıdaki örneklerin sayısı rahatlıkla artırılabilir. Seyahatnameler, tezkireler, ruznameler, divanlar, halk hikâyeleri, mektuplar, türküler... tarihin bazı karanlık noktalarını aydınlatacak bilgiler ile doludur. Bazen bir şiirden, bir mektuptan devrin tarihi ile ilgili çok kıymetli ipuçları elde edilebilir; bazen bir tiyatro, bir roman tarihin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunabilir. Edebiyat insanı öne çıkarır ve bu sebeple daha geniş bir kitleye hitap eder. Tarihçilerimiz bu gerçeği göz ardı etmeyerek mümkün olduğu kadar edebiyatın yardımına başvurmalı, tarihimizin hissedilerek okunmasını sağlamalıdır. ■
52
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Son suare OSMAN KOCA
S
emih’in sinekkaydı yüzünde zoraki gülümseme: -Tamam abi hallederiz. Hep böyle der ve fakat hiçbi şeyi halledemez üçkağıtçı. Ekipte noksan iki zırtapoz kaldı. Özrünü bahaneli tarafından beyan eden Büşra hadi neyse de, Suna’ya ne oluyor. Ne telefona çıkıyor, ne elmeğime cevap veriyor çıtkırıldım… -Haa…dii.. bee… Cafer… Seslenen Orçun. Biz onu lakabıyla çağırırız: Kekevan. Konuşma engellidir az biraz, yani kekeme. Ama o bunu kusur olarak görmez. Biz de öyle. Adımı bi çırpıda söyleyiverir her ne hikmetse… Cevap vermesem, salonu başımıza yıkar alimallah: -Taa…maamm… gee..li…yom… Takılırım. Alınmaz. Büşra ve Suna’dan yoksun başlayacağız çaresiz. Gülüyor Kerem’in gözleri. Hasta ranzasında elinde keloğlan, bizi bekliyor sabırsızca… Dört köşeli şapkamı takıp dalıyorum içeri. Önümde küçük bi sehpa. Üzerinde bir kutu, kalem, spiral çubuk… Suna’nın yerine geçiyor Ayla. Tabi -umarım sadece- bu seanslık. Sesini bi benze çatallandırıp: -Dostlar, arkadaşlar… Usta sihirbaz Cafer enfes gösterisiyle birazdan karşınızda… Alkışlar kopuyor o sıra. Kerem -oğlum da- koluna serum takılı olmasına rağmen onlara eşlik ediyor yavaşça. Reverans olsun için şapkamı çıkartıp taktıktan hemen sonra ropdöşambırımı önüme çekip usul adımlarla sehpanın arkasına doğru geçiyorum… Semih, kamerayı gezdiren Şadan’ı takip ederek pervasızca araya giriyor: -Ben Semih… Jön Semih… Saygılar tarafımdan… Şadan kakafonik sesiyle o meşhur tabirini ifşa ederken kamerayı omzuna yaslıyor: -Güzel oldu, inan canım inan, hoş oldu… Bırakın sululuğu da başlayalım artık diye ortaya savuruyorum ikaz oklarımı. Kendimize çekidüzen veriyoruz silbaştan her birimiz. Baştan alıyoruz gösteriyi. Ranzanın tutamaklarına yaslanıp sırtını demirlere veriyor Kerem. Gözüm, çaktırmadan üzerinde. Kutuyu gösteriyorum herkese. Boş içi. Tekrar bırakıyorum sehpaya. Elimi daldırıp çıkartıyorum üç kez. Gömleğimin kirli kollarını sıvazlıyorum iyice. Elim de
53
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
tamtakır. Ardından sihirli sözcükleri fısıldıyorum. Gözbebeklerim irileşiyor. Yarım salvolar çiziyorum havada. Teybin tuşuna dokunuyor Semih. Gerilim müziği giriyor araya. Dördüncü ve son defa daldırıyorum kutuya sağ elimi. İçindeki gizli mendili çekip o çok sevdiği çiçeği -kırmızı gülüçıkartıyorum usulca. Bi öpücük kondurup fırlatıyorum oğluma. Alkış sesleri, Semih’in hilesiyle, tufana dönüveriyor bir anda. Ayla incecik, narin, nazenin kollarını öne doğru uzatarak beni işaret ediyor uzunca bi süre. Teypteki fon ölgünleştikten sonra tekrar dönüyor yerine… Sıra Semih’te… Afili mafili ama taklitte üstüne yok hergelenin… Kırıp geçiriyor hepimizi. Kekevan hiçbir aşırılığa kaçmadan doğal sanatını icra ediyor. Maç sunumu biter bitmez koşarak ranzaya geliyor ve bir yandan sol kolunu dirseklerinden kırıp sağ eliyle bileğinden tuttuğu gibi havaya kaldırırken öte yandan bar bar bağırıyor: -Oooo…leeeyy… Oooo…leeeyy! Ardından apul adımlarla sahneyi terk ederken Figen giriyor devreye. Gümüşi, küt saçlarını poz verir edasıyla beyhude yere dikmeye çalışırken repertuarından çeşniler sunuyor. Kekevan gibi o da rolünde zorlanmıyor hiç. Mesleki hünerlerini içsel dürtüleriyle harmonileştirip güzel bi müzik ziyafeti çektirirken canlı performansına bakıp bu kızın harcandığını düşünerek hayıflanıyorum içten içe. Derken oğlumun en sevdiği şarkının enstrümanı çalıyor. Medarı iftiharımız, amatör şarkıcımız Figen’in enfes yorumuyla her zaman olduğu gibi yine uykuya dalıyor Kerem: Çemberimde gül oya / Gülmedim doya doya… Şarkı bitiyor… Kerem, düşsel ikliminde yitiyor. Şimdi hayatın dışkın yüzüyle hesaplaşma zamanı… Oturma salonunda kurulu masa… Bir tek Büşra ile Suna’nın sandalyeleri boş… Kuruluyor herbirimiz. Ayla ile Figen bakıyor servise. Kolaturkalar bardaklara, baton kekler tabaklara, alaturkalar yayvan kaplara, çerezler selpaklara boca edilip hazmedilirken konuşuyoruz habire… Kah havadan-sudan, dereden-tepeden… Kah şundan-bundan, iyiden-kötüden… Her telden çalıyor, her demden tatlanıyoruz anlayacağınız… Oğuz Atay’ın yazdığı gibi bi çeşit, oyunlarla yaşayanlarız… Sonunu, akıbetini bilmeden, istemeden, düşünmeden her geçen gün biraz daha yaşlanan dördü bayan sekiz kişilik hayali bi kumpanyayız sanki. Vaktiyle çocukça bulup rollerimizi epey yadırgadığımız bu oyuna şimdi o derece alışmış, o denli bulaşmıştık ki günaşırı toplanmasak handiyse büyük bir boşluğa dalacağız. Vaktiyle dediysek, kanmayın. Henüz bir aycık kumpanyamız. Yalnız Suna, zorlanıyor… Ben zaten bütün gün oynuyorum bu oyunu diyor. Biraz çıtkırıldımlığı ve fakat daha çok uğraşı yüzünden bıktım havası takınıyor. Sınıf öğretmeni, Suna. Büşra’ya gelince; o, mecburi firardaydı bu gece. Sabah önemli bi görüşmesi varmış. Şayet işi kotarabilirse Rusya’dan epey mal gelecekmiş. Yaman sekreter. Patronundan daha düşünceli ve endişeli… Ne diyelim? Garnitür tadında geçti sofra. Cuma günü galaya karar verdik. Gittiler tek tek. Kerem mışıl mışıl… Çektim yorganı üstüne. Alnına, yanaklarına öpücükler kondururken sızladı burnumun direkleri. Ağlayacak gibi oldum. Zor tuttum kendimi. Acıyla yutkundum.
54
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Nedeniyle nasılını sormasanız da ben anlatacağım… Dört hazirandı. Sarı sıcak İstanbul. Ailecek pikniğe gidelim dedik. Arabaya binişip doğruca Emirgan’a gittik. Her şey çok güzeldi. Ta ki… Bir yandan titrerken bir yandan ışıkları yanıp sönüyor telefonun. Ekranda Suna. Basıyorum yeşil butona. Dil döküyor Suna. Arkadaşına gitmiş. Bodrum katında oturuyormuş. Aslında açıkmış da telefonu, bu yüzden çekmemiş. Binbir özürden sonra bir dahaki gösteriyi soruyor. Söylüyorum. Darılmamamı istiyor. Tamam diyorum. Karşılıklı görüşürüzlerin akabinde yine karşılıklı ve fakat bu kez kapanıyoruz… Evet ta ki’ye geçmeden önce ailecek’i açmalıyım… Kerem ve ben. Hanım, iki yaz öncesinin temmuz eriminde elim bi trafik kazasında Hakk’ın rahmetine kavuştu. Şu yusyuvarlak tecimin kahrolası bezirganında Kerem’le baş başa kaldık. Neyse çocuğu kene sokmuş. Oyuna daldık. Anlamadık. Akşam banyoya girerken baktım, ense bölgesinde küçük bi böcek. Kımıldamıyor hiç. Çıkardım. Bi şeyler atıştırıp yatıya çekildik. Bi sabah halsiz düştü Kerem. Ateşlendi. Palas pandıras Kağıthane Devlet Hastanesi’nin aciline gittik. İğne verip gönderdiler. O gün rahattı. Ama bu durum uzun sürmedi. İki gün sonra tekrar bulantı, kusma, ateş şikayetiyle hastanenin yolunu tuttuk. Düşüremediler ateşi. Kadınsı sesiyle doktor Etfal’i salık verdi. Atladık arabaya. Apar topar doğruca Şişli’ye. Üç gün kaldık hastanede. Ateşi yer yer yükselse de iyiydi. İyileştik diye eve döndük. Haftasına varmadan yine aynı şikayetler… Ama bu defa adres başka. Derhal Okmeydanı Çocuk’a… Bi hafta da orda yattık… Konsültasyona girdik. Her şey normal gözüküyordu… Ne ki Kerem gitgide zayıflıyordu… Bi dostum, Cerrahpaşa’yı tavsiye etti. Hiç vakit kaybetmeden sevk alıp oranın yolunu tuttuk. Dile kolay, tam bi ay kaldık üçüncü kat serviste. Sonunda buldular… Akşamdı… Dr. Tülay Hanım, oğlumun 3K1A’ya yakalandığını söyleyince açmasını, açımlamasını istedim. Meğer Kırım Kongo Kanamalı Ateşi imiş… Oğlumun midesinin sol dış çeperinde amiloid birikintisi varmış ve bu birikinti vücuttaki kanı sünger gibi habire emmekteymiş. -Eee çare? Henüz yokmuş çaresi. Daha doğrusu varmış da biz geç kalmışız. Çaresiz bekleyecekmişiz… Yediğini tutamıyor oğlum. Ateşi otuzyedi-otuzsekiz arasında gidip geliyor. En son karnesini vermek üzere öğretmeni eve gelince güldüğünü gördüm. Çocuk işte… Arkadaşları dışarıda gülüp oynarken bütün gün evde kalmaktan sıkılıyor ve hâlâ zayıflıyor… Çay bahçem vardı. Hastane masrafları ağır gelince sattım. Bir akşam dertli dertli otururken müdavimlerden Semih ile Şadan geldi. Sıkıntımı sordular, anlattım. Büşra ile Ayla da duymuşlar. Sağolsunlar, geldiler, teselli ettiler. Uzayan devir-teslim zamanlarında onlarla daha bi sıkı fıkı olduk. Diğerleri sonradan katıldı aramıza. Bir gece toplaşıp eve geldiler. Kerem’i gördüler. Hüngür hüngür ağladı Kekevan. Salona geçtik. Sabaha kadar dertleştik. Her geçen gün eriyor, yitip gidiyordu oğlum ve ben babalık dürtüsünden öte çaresizliğin verdiği elemle kahroluyordum için için… Figen’den geldi teklif… Kerem’i eğlendirelim o halde dedi… Yatırdı projesini masaya. İşte o gün kumpanyamızın temelleri atılmış oldu. İlkin mızmız çocuklar gibiydik. Koskoca yaşımızdan utanıp çekine çekine oynuyorduk rolümüzü. Derken uzun zaman sonra oğlumun gülen gözlerini gördüm. O kah kah güldükçe, ben uğru uğru ağladım.
55
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Alıştık rollerimize. Artık öyle bi zaman geldi ki; Kerem’i eğlendirmekten daha çok gerçek kimliklerimizin bunaltıcı havasından sıyrılmak için bu oyuna can simidi gibi sarılmaya başladık… Geç oldu… Şunun şurasında kalksıya ne kaldı ki? Cuma galamız var… Kerem çok şükür hâlâ aramızda… … Tam kadro salondayız… Sihirbazlık gösterisi istemiyor Kerem. Akıllı, pratik kız Suna. Hemen buluyor çaresini. İncecik bedeninden beklenmeyen kart sesiyle başlıyor söze. Şadan sık sık kesiyor sözünü. Programın akışı belli oluyor. Tek sıkıntımız yarışmanın formatında. Kim beşyüz milyar olsun diyor Semih. Çarkıfelek diye itiraz ediyor Figen. Noktayı Kerem koyuyor; var mısın, yok musun… Amatör şarkıcı Figen’den kısa, kesik iki hava… Jön Semih ile müstakbel avukat Ayla’dan tek dekorluk üç skeç… İnan canım inancı Şadan ile sekreter Büşra’dan spor meydanı… Kekevan ile bense yedekte… Final sahnesinin yarışma kutlularını hazırlamakla meşgulüz. Gitgide incelen gövdesiyle eziyor bu çocuk beni. İğne ipliğe döndü kötüce. Ranzasından tek başına inemiyor. Dayanamıyorum. Kekevan hüzünbaz gözlerini kaçırıp alıyor kucağına. Katlı kağıtlar kavanoz içinde. Suna elini daldırıp altını üstüne getirdikten sonra birini çekip alıyor. Mühim bi sırrı ifşa edercesine göğüslerini şişirip heyecanlı gözler altında yumuşak, ağır bi dille açıklıyor: -Ellii seekkiizz Kereeemmm… Gözlerinin içi gülüyor Kerem’in. Bebek gibi apul adımlarla geliyor ortaya. Kutucuğuna sımsıkı sarılıp masasına dönüyor. Ah sevgili oğlum bilmiyor ki, kavanozdaki katlı kağıtların hepsinde ‘58 Kerem’ yazılı… Kekevan teybin sesini kısıyor. Çemberimde Gül Oya’nın enstrümantal müziği… Başlıyoruz… Semih’in muhalefetine rağmen ben, Macun oluyorum… Ayla bilgisayarın başında. Projeksiyonu kontrol ediyor son kez. Perde, duvara inmiş durumda. Veriyor efekti. Görüntü yansıyor… Sağlı sollu, altlı üstlü, mavili kırmızılı, şerit şerit sayılar… Ve başlıyor yarışma… Küt küt kalbi, hissediyorum. Gül gül yüzü, seçebiliyorum. Işıl ışıl gözleri, görebiliyorum. …. Epey zaman geçti aradan… Çok çekti, çok çektik… Karamsarlık bulutları çok şükür dağılıverdi üstümüzden. Nedenini kimse bilemese de yendi hastalığını oğlum… Büyüdü, okudu… Ne çok istediği mesleğine kavuştu… Manevi ablası (çocuksu aşkı) Suna gibi o da sınıf öğretmeni oldu… Bir zamanlar delişmen ruhlarımızla temellerini attığımız kumpanyada şimdi onun da bir rolü var… Geçenlerde kansere yenik düşen ‘inan canım inan’cığımız Şadan abisinin yerine geçti…■
56
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
DİBACE* Sana hep yazdım dibace, Sana hep konuştum, Sana hep sustum… Sustum dibace ‘susmalardan medet umarak’ Bir yaralı kalp gibi kanadı mısralarım. Muhakemesiz çırpınan malumatfuruş aklımı teskin ilmihal ikliminde Okudum sırrını kalbimin, mektûbât Hafî korkularım içimde nihandı… Bilmem hangi zamandı! Acıyı saklayan bir geceydi; Acı, mısralara sığmayan iki heceydi, Ah! Bilsen dibace içim nasıl da yandı. Hani derler ya bıçak kemiğe dayandı! Kim duyardı; duvar, dört yandı. “karanlık kovulmaz düşüncelerden” Işık, pencerem kadardı… Sustum öfkeyle dibace; sabrım bu kadardı. Ağladı kelimelerim, söz tükendi, şimdi sükût ar’dı, Biliyordum her gecenin bir sabahı vardı Beni yalnız O duyardı; O ki hep yârdi…
57
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
… Eşya yerindeydi; ev evde, sokak şehirdeydi Deniz sahilde, yağmur bulutta, su nehirdeydi Ya ben nerdeydim dibace? Albümdeki resimde, aynadaki simde, taşıdığım isimde Beş vakitte, dört mevsimde… Her şey içimdeydi. Kalem, kâğıt, satır, şiir… Yazı, tamamlanmayan düşünce’ydi. Sohbet-i yâran önceydi, ben gülünceydi! Yalnızlık, bir idrakti; sen/ben yere düşünceydi! … Ah! Hep çocuk kalsaydık dibace Ah! Ebû Zer gibi doldurmak tenhayı, Mümkün kılmak, kalabalıkta bulmak tenhayı Medresenin önünde tenha bir derviş oğlu olmak vardı Ve dinlemek ötelerin çağrısını yosun kokan rüzgarın nefesinden Dirilmek yeni bir hayata kendinden çıkarak ya da ölerek kendinde… Kendinde olmak cinnetin eşiği Gördüm dibace iskelede dalgın bir divane Denize bakıyordu, deniz bahane Ve raks eden meydan dolusu avane… Ben mi ah! Ne iskele ne meydan A’rafta bir munzevî…
İSA YAR
*dibace şiirimde herkes ya da hiç kimsedir!
58
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
İTİRAF Babamın azarı yakar diye genzimi Bendim sofralarda gizlenen Dost diye yaslandığım yastık Ele verdi beni… Açın halinden anlamak için Zil çalan kafiyelerdenim Annemin kokusu heybemde azık Şiiri de ben ekledim … Şiir oldu yaşım Sayfalar beni söyler Başlığını ben koydum hayatın Paramparça gazellerden… Bu açlıktan olacak Kalbine saklandım dünyanın Aşk beni ele verdi…
SERDAR ARSLAN
59
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
ÖMER KAZAZOĞLU
Görülüyor ki destanlar milletlerin hayat tarzına, ahlaki yönelimlerine, tarih ve edebiyat yolculuğuna çıktıkları ilk yeryüzü duraklarıdır. Bizim medeniyetimizin kalıcı desenleri destanlarımızda aranmalıdır. Destanlar tür olarak edebiyatın malı olmasına rağmen tarihi besler.
Ç
ağdaş düşünce akımları insanı üç boyutlu bir varlık olarak ele alır. Yani geçmiş, an ve gelecek… Belirgin zaman alanı içinde yaşayan tek mükemmel varlık insandır. Onu geçmişe bağlayan değer sistemleri daha ziyade atasından devraldığı maddi manevi kültür unsurlarıdır. Bu kültür unsurları destanlar, efsaneler, masallar, savlar… velhasıl geçmişin karakteristik hikâyesi. Mitolojik süreç veya milletlerin destanla yürüyüşü tarihin eski çağlarıyla bugün arasında sürekliliği sağlar. Bu süreklilik millet olmanın kadim şartıdır. Destanlar bir milletin var olma serüvenini söze aktarırken burada tarih devreye girer. Bununla beraber destan elbette tarih demek değildir. Destana tarih penceresinden bakan karmaşık bir manzara ile karşılaşır. Çünkü büyük ve uzun bir destanın içinde tarihi vaka, çok defa bir çekirdek hâlinde bulunabilir. (1) Bu çekirdeği süsleyen genişleten ve geleceğe bir soylu kültür malzemesi hâlinde hazırlayan muhayyiledir. Görülüyor ki destanlar milletlerin hayat tarzına, ahlaki yönelimlerine, tarih ve edebiyat yolculuğuna çıktıkları ilk yeryüzü duraklarıdır. Bizim medeniyetimizin kalıcı desenleri destanlarımızda aranmalıdır. Destanlar tür olarak edebiyatın malı olmasına rağmen tarihi besler. Destanlar sadece edebî bir belge, edebî bir sanat ürünü ya da söylenceden ibaret değildir. İçinde muhayyile oranında bir sanat endişesi yüzünden yapılan doğal ve mecburi
60
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
olay, mekân ve zaman isim ve hatta kültür unsurlarına ait değişmeleri ustaca çıkardıktan sonra bir öz bulunur ki bu tarihtir.(2) İnsanoğlu özellikle tarih öncesi çağlarda, toplumda derin izler bırakan sebeplerini ve oluşum süreçlerini açıklayamadığı bazı olay ve durumları olağanüstü güçlerle ilişkilendirmiştir. Mitler işte bu ilişkilendirmeden doğmuştur. Aslında bu durumun benzerleri günümüzde de karşımıza çıkmaktadır. İnsanda, anlamada güçlük çektiği anlaması için gerekli donanıma sahip olmadığı, kendisini ya da toplumu derinden etkileyen olay ve durumları- ilahî inançtan yoksunsa- olağanüstü bir güce bağlama eğilimi vardır. Günümüz insanın uzayla ilgili bakış açısı buna en iyi örnektir. Hayalle gerçeğin kesiştiği kırılma noktalarında toplum, olağanüstü vakaları üstlenir ve dillendirir. Bir kavimin başından geçen önemli felaketleri aşırı abartılarla belleğinde tutması gibi… Çünkü gerçek dünya ile zihinlerde canlandırılan düşsel dünyayı çoğu zaman belleklerinde birbirine karıştırırlar. Bu karışıklığı gidermede üç önemli öge vardır: dil, inanç ve toplumsal mutabakat. Dünya milletleri içerisinde gerçek şudur ki, destanı olan millet geçmişi büyük ve geleceğe kalıcı millettir. Destanın milletler nezdinde önemli özelliklerinden biri de milleti tarih sahnesine hazırlamasıdır. Destanlar bugünün insanına bilmediğini zannettiği birçok şeyi hatırlatması bakımından önem arz eder. Örneğin insanoğlu yaratılışını yaratılış serüvenini ilahî kitaplar öncesi hangi olayla öğreniyordu veya hangi metinler ona öğretiyordu? Bu hatırlayış ve öğrenme mecburiyetinin, günümüz insanını atalarının inanç sistemine, tabiata bakışına ve her şeyden önemlisi atasının yaratanına nasıl yöneldiğinin cevabı yine destanlardadır. Yaradılış efsanelerinde rastladığımız büyük boşluğu, su, ses ve ışık sembollerini, insanın ve toprağın yaratılışını belirli bir düzen içerisinde şiirsel kozmogonisinde düzenleyen de destanlardır. Türk destanlarında olağanüstü bir unsur olarak görülen mavi ışık, su, ağaç, kurt, yıldırım, toprak onun tabiat kökenli olduğunu göstermektedir. Ayrıca bu unsurlar tabiatın insanla birlikte sürekliliğini sembolize eder. Atalarımız yalnızlıklarını, hayretlerini, hayranlıklarını ve bunları doğuran asıl sebebi tabiatta ve gök tanrıda aralar. Destanlarda, tabiata karşı
korunmanın getirdiği yoğun kahramanlık teması mevcut silahlara ek, yeni silahlarla donanır. Destanlardaki uzun yolculuk yani “Göç” zorluğu bu silah ve bu silahları donanmış kahramanlarla neticelenir. Tabiat içindeki yalnızlığını, kimsesizliğini, cihanı kavrama düşüncesini ve çevresinin kuraklığını böylece kurtarma yolunda mücadele eder. Atasından aldığı emri de gerçekleştirmeye çalışır. Kutsal taşın dağılması, törenin dağılmasıyla aynı paralellikte sosyal hayatı dağınıklığa devretmesi veya Oğuz atamızın bizlere işaret ettiği gibi: “Daha deniz daha müren” bunlara birer örnektir. Destanlarımızdaki tarihî yolculuk sürerken önemli bir ayrıntı da o dönem insanın zamanı ve hızı keşfetmesidir. Atın evcilleştirilmesi, okun icadı bu keşfin sembolik ögeleridir. Destanlarda kahramanlarına gelince: Gerçek zaman dilimlerinde yaşamış kahramanlar, hayali zaman sürecinin sınırsızlığında mitolojinin de yardımıyla olağanüstü kahramanlara dönüştürler. Oğuz Kağan, Battal Gazi, Cengiz Han bu kahramanlardan birkaçıdır. Türk destanlarının oluşma dönemlerinde toplumsal hayatı belirleyen en önemli unsur, Şamanizm ve Kam’lardır. Şamanizm bir dinî inanç sistemi olmaktan ziyade ruhsal sağlığı tabiatın yardımlıyla düzenleyen bir sosyal hayat açılımıdır. Şamanizm de ışık âlemi karanlıklar, âlemi ve yeryüzü âlemi olmak üzere üç âlem esası söz konusudur. Eski Türk inançlarında hayvan, ağaç, rüzgâr veya herhangi bir doğal nesne ongun olarak kutsallaştırılmıştır. Türk destanlarının tarihî sürecinde iki temel zaman dilimi öne çıkar: İslamiyet öncesi, İslamiyet sonrası. İslamiyet öncesi Türk destanlarında zaman ve mekân sınırsız ve hızlıdır. Bu hız kendini sonsuz akışa bırakır. İslamiyetle birlikte sosyal değişim destanın misyonunu değiştirmese de kahraman ve millet gerçeğinde farklılıklar görülür ve destandaki yerini alır. Ancak Türk destanları değişmez ögeleriyle varlığını sürdürür. Kim bilir belki de bu değişmez ögeler millî bir arayışın vazgeçilmezleridir. ■
61
1. M. Necati Sepetçioğlu Türk Destanları 2 M. Necati Sepetçioğlu Türk Destanları 3.Prof.Dr. Bahaeddin Ögel Türk Mitolojisi (cilt1) 4. Ali Öztürk Çağlar İçinde Türk Destanları 5. Murat Uras Türk Mitolojisi
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
LÜTFİ PARLAK
M
anas Destanı, Türk edebiyatının efsanevî ve menkıbevi en uzun manzumelerinden biridir. Bu geniş hacimli mesnevî; Çinlilere yenilen Kırgızların dağılmasını, Nogay Hanın dört oğlunun köle olmasını ve nihayet Cakıp’ın Altaylara gelip çoğalmasını hikâye eder. Kırgızların yeniden Ergenekon’dan çıkışlarını anlatan bu masalımsı eserin ilk derlemesini 1885’te Radloff yapmıştır.[1] Ancak biz bu makaleyi, Yılmaz Karahan’ın hazırladığı bir başka varyanta dayalı olarak hazırladığımızı eklemek istiyorum. On üç bin beyitlik destan, kendisini kör ocak sayan Cakıp’ın karısına sitemi ile başlarken gerek Boğaç Han[2] gerekse Gençosman[3] Destanına da kaynaklık etmiş olur. Ardından halk gözüyle görülen, halk ruhuyla duyulan ve halk hayaliyle masallaştırılan tarih[4] de Şamani ve İslami kültürden çizgiler alarak abide bir kahramanlık şiirine dönüşür. Hz. Yakup’un çileli hayatına benzeyen giriş kısmında; ilahlık taslayan Firavun’un zulmünden kaçan İsrail oğullarının Kenan İline gidişi telmih edildiği gibi halkını Firavun’un şerrinden kurtaran Hz. Musa’nın doğuşu da hatırlatılmış olur. Çünkü “Gö1. Manas destanı ve Kırgız Kültürü ile ilgili tespitler-Dr. Naciye Yıldız 2. Dede Korkut Hikâyeleri-Orhan Şaik Gökyay 3. Türk Destanları-Kemal Zeki Gencosman 4. Resimli Türk Türk Ed. Tarihi-Nihat Sami Banarlı
ğün oğlu” olarak anılan Esen Hana karşı Manas’ın yaşadıkları da aynıdır. Bir taraftan dağılan Kırgızları toplamak için mücadele eder. Diğer taraftan genç ve köle insanların ciğerini yiyerek yaşayan barbar Çin hanına ve onun iblis tabiatlı rahiplerine karşı insanlık savaşı vermeye çalışır.
a) Dini özellikler
Destanlarda kahramanlarının büyüklüğüne alamet olması bakımından gelişen olayların da olağanüstü olması gerekir. Bundandır ki üç aylık hamile Çıyırdı’nın “canı aslan yüreği çeker.” Onun için Cengiz Han gibi çocuk doğarken avucunda kan pıhtısı bulunur… Böylece Manas’ın savaşçı olması sağlanmış olur. Çünkü kan, bahadırlık işaretidir. Yalnız Kırgızlar, destanda kahramanlığın zalimliğe dönüşmemesi için İslam merkezli bir kontrol sistemi kurarlar. Bu maksatla çardağa giren aksakallı dervişin Çıyırdı’ya; “Oğlun evliyadır. Bir çelik ok tahsis ettim. Onu emdir.” diyerek yeni yavrunun Hızır’ın kontrolüne girdiğini anlatır. Tıpkı Gençosman Destanında da olduğu gibi... Çocuğa ad verirken İslam tarihi örnek alınır. Yani peygamberimiz doğduğu zaman dedesi Abdulmuttalip’in Kureyş ulularına verdiği ziyafet[5] aynen taklit edilir. Ancak toplananlar, isim üzerinde 5. Hz. Peygamberin Hayatı-Osman Keskioğlu
62
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
uzlaşamayınca beyaz sakallı ve ak külahlı Hızır tekrar gelip ona Manas adını verir. Bir zarar gelmesin diye bebeğin isminin şimdilik Cindi olmasını ister. Dikkat edilirse her hareketin bir arka planı vardır. Hz. Musa da doğduğu zaman Firavun’dan saklanmıştı. Dolayısıyla işe yarayan bu tedbirlerden sonra büyüyen Manas, on yaşında çobanlık yaparken kuzuyu parçalayan kurdun arkasına düşer ve girdiği mağarada; “Atları kanatlı, yüzleri nurlu adamlar görür. Onların huzurunda kurdun parçalayıp kaçırdığı kuzuyu melerken bulur.” Kurdu sorunca oradakiler; “O kurt biziz, biz kırklarız. Zorda kalınca yardımına koşacağız.” derler. Böylece kahramanımıza manevi bir zırh, kullanılan kurt motifine de manevi bir çerçeve çizilmiş olur. Bu olağanüstülükler git gide çoğalır ve çocuğun oyunlarına bile sirayet eder: “Nehrin kenarında bir kervan geçiyordu. Manas; elindeki aşıkla diğerine vurunca sıçrayan aşıklardan biri devenin, biri de öndeki eşeğin ayağına ok gibi saplanır ve ikisi de yere yıkılır.” Bu mübalağalar, destan üslubundan kaynaklansa da kahramanın olağanüstü rakiplerle savaşabilmesi için böylesi abartılara ihtiyacı olduğunu unutmamak lazım. Yani atının; “Manas, gün geçtikçe büyüyor. O seni yok etmeden sen onu yok et.” dediği Neskara ile vuruşabilmesi için Kırgızlı çocuğun da bu aşamaları geçip gökten inen altı kılıcı arkadaşlarına vermesi, Zülfikar’ı[6] eline alıp Allah’ın aslanı Hz. Ali’ye benzemesi lazım. Dedesi Nogay’dan kalan; taşları kesen ve düşmana sallandığında kırk yedi arşın uzayan tılsımlı kılıcı kuşağına bağlayıp kadir gecesini beklemesi lazım. İlahî yardımdan yararlanması için; “Meleklerin ve Cebrail’in rablerinin izniyle her türlü iş için yere indikleri gecede”[7] dua etmesi lazım… Bu basamaklara tırmanan Manas, düşmanını yener ve Alevke’nin sarayına girip onun hayvanat bahçesinin kapısını açar. “Demiri ısıran kaplanlar ona dokunamadığı gibi kuyruklarını sallayıp uzaklaşır. Bahçedeki ejderler, yılanlar, ayılar kafeslerine kaçar.” Böylece Manas, kırkların yardımıyla marifetlerini gösterip düşmanlarının gözünü korkutmuş olur. Zehirleneceği haberi üzerine Kırgızlara sığınan Kalmuk Prensi de yolda bir karacayı kovalarken atlı adamlar görmüştü. Kaçan ceylan, gelip onlardan 6. Peygamberimizin Hz. Ali’ye hediye ettiği iki ağızlı kılıç 7. Kadir suresi-4
biri olmuştu. Almambet sorduğunda; “Biz kırklarız. Tanrının emriyle sana hayırlı bir haberi iletmek için geldik. Barınacağın yer Altay’dır.” dedikten sonra kaybolmuşlardı. Böylece Manas’ın kovaladığı kurt gibi Kalmuk Prensinden kaçan ceylan da yardıma gelen kırklardan biri olmuştu. Zaten Esen Hanın oğlu Almambet doğarken de Manas’a benzerlik göstermişti. Pekin’de; güneş tutulmuş, yer sallanmıştı... Müslüman çocuğu olmamasına rağmen bir derviş gelip ona Almambet adını koyduktan sonra kaybolmuştu. İşte bu bahadırla arkadaş olan Manas, güçlenirken rakipleri de tılsım ve devlerden yararlanıp sihir gücünü kullanmaya başlamışlardı. Dolayısıyla Çin Hanı, Kırgız ordusunu Tepegöz[8] benzeri bir devle karşılamıştı. “Tek gözlü Makel’in bıyığında ve sakalında kuşlar yuva yaparmış, piposunu çekince çıkan duman bulut gibi yeri kaplarmış.” Tabi, bu azmana karşı Türk keşifçiler de yeni bir plan yapmak zorunda kalmış: “Almambet okunu Makel’in gözüne saplayacak, Çubak da mızrağını ağzına.” Karar uygulanmış ve devin göz bebeği fıçı gibi düşmüş ama onu iki günde ancak öldürüp başını kesmişler. Oluşan masal ortamında Kırgızlar, bu kez düşmanın yollara bıraktığı sihirli nöbetçilere takılmış. Dolayısıyla haber, Çinlilere ulaşmış ama Manas’ın gücü karşısında bir şey yapamayan düşmanlar yola; “Kırk yıl suya bandırılsa rengi bozulmayan, kırk yıl selde aksa hiçbir şey olmayan beyaz halı” serip Çin mührünü ona teslim etmişler. Yalnız rahibin kutsal kitaptan; “Manas, Pekin’i altı ay yönettikten sonra öbür dünyayı boylayacak.” diye okuması, Kara Han’ı ümitlendirmiş ve kumandanı Kongurbay’a; “Manas’ı sen öldüreceksin. Sapı altun, yüzü zehir kaplanmış bir balta yaptır.” diye emir vermiş. Emir üzerine Kongurbay, bir yandan Manas’ın sarayını gözetlemeye başlamış. Diğer yandan ekmeğin içine saklanan mektubu çıkarıp okumuş. Çünkü Şuykucu Han; “Her cuma şafak sökerken nehir kıyısında abdestini alıp silahsız oturan Manas’ın omzunda avuç kadar bir beyaz var. Ecelin girebileceği yer orasıdır, ondan başka çare yok.” diye mektuba yazmıştı. Gerçekten Manas, çocukluk yıllarında Ospur’dan öğrendiği şekilde çıplak ayakla gök nehrin kıyısında oturmuş ibadet ediyordu. Tam bu sırada Kongurbay, onun omzundaki işaretin üzerine iki eliyle zehir8. Dede Korkut Hikâyeleri- Orhan Şaik Gökyay
63
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
li baltasını vurdu ve kanatlı atıyla nehirden atlayıp kaçtı. Dikkat edilirse sihirli bir güç, olacakları sanki önceden planlamış ve Kongurbay’a da icra ettirmiş. Dahası gerekçe oluşturmak için Manas’ın Allah’a mutlak teslim olduğu ve onun için koruyucu kırkların olmadığı bir an seçilmiş. Belki de kahramanımız, namazda şehit edilen Hz. Ömer’e benzetilmek istenmiş. Yaralanan Manas, Talas’a dönmek için Hz Ali’nin Düldülünü hatırlatan Ak-Kula’ya binmiş. “Hastalanmayan, altı ay binilse yorulmayan kanatlı atla” oluşturulan masalımsı hava içinde dahi “kaderden kaçılamaz.” mesajı verilmeye çalışılmış. Ancak yolda fikrini değiştirip tekrara Pekin’e dönmek isteyen kahramana mavi gökten bir ikaz gelmiş; “Tanrı’nın oğlu Manas! Çinlilere gücün yetmez, Pekin’e gitmekten vazgeç.” Tanrı’nın emrine uyan Kırgızlı bahadır, Talas’a dönerken karısının; “Pekin’e gitme” tembihini hatırlayıp üzülmüş. Çünkü eşi de bu sefere çıkarken aynı ikazı yapmıştı. Peki, Çin’de kalsaydı ne olurdu? Manas yaralı olduğuna göre çok şey söylemeye gerek yok ama Çin sarayına hâkim olmak isteyen Kürşad’ın sonu da böyle olmuştu. Maalesef sihrin ve entrikanın sembolü olan Çin, tarih boyunca Türklerin bağrında hep çıban olarak kalmıştır. Selenge ırmağına atlayarak intihar eden Kürşad da[9] bu hazin tablonun ilk kurbanı olmuştu. Burada dikkat çeken; Çin hanına, “Göğün oğlu,” Pekin’e hükümdar olan Manas’a da Tanrı tarafından “Tanrı’nın oğlu” denmesidir. İslam inancına uymayan bu adla Manas’ın Hz. İsa’ya[10] benzetildiği muhakkak. Çünkü destanda dört büyük dinin etkilerinin görüldüğü açık. Sona yaklaşınca vasiyetini yapan Manas, sanki erenleşmiştir. Çünkü o, bir hükümdar gibi değil; bir baba gibi, bir derviş gibi söyleyeceklerini söylemiş ve elli iki yaşında ölmüştür. O an; “Yer sallanmış, parlayan güneş tutulmuş, altı gün simsiyah karanlık olmuş, Manas’ın doğanı ak otağın üzerinde yedi kere döndükten sonra göklere uçmuş.” Böylece doğan, cenaze törenine katılanlara eski Türklerin; “atları ve silahlarıyla cesedin konduğu çadırın etrafında yedi 9. Bozkurtların Ölümü-Nihal Atsız 10. Matta İncili
defa at koşturma”[11] âdetini hatırlatmıştır.
b) Şamani özellikler
Masallarda olduğu gibi destanlarda da sihirbazlık, kâhinlik, falcılık… önemli bir yer tutar. Bu durum Manas’a, Şamani[12] özellikler olarak yansır. Çünkü Şamanlar, hem kâhin hem sihirbazdırlar. Bu sebeple Talas’taki; “Ziyafeti haber alan Esen Han, kâhinleri çağırıp Kırgızların canlanıp çoğaldığının sırrını sormuştur.” Cevabın eski kutsal kitapta olduğunu bilen rahipler de Hıtay’a giderek İlm-i Biçik’teki; “Kırgız’da Manas adında bir alp doğacak, omzunda kızıl beni olacak, Kalmuk ve Hıtay’ı karıştıracak.” yazısını okumuşlardır. Kâhinlerin iddialarına bakılırsa az da olsa Hz. Muhammet (s.a.v) akla gelir. Çünkü onun gelişini hem Tevrat[13] müjdelemiş hem de Hz. İsa: “Ey İsrail oğulları ben size Allah’ın elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmet adında bir peygamberi de müjdeci olarak geldim.”[14] demişti. Ayrıca aynı anlatımda Hz Musa’nın doğumu da telmih edilmiş olur. Çünkü kâhinlerden birinin; “İsrail oğullarında bir erkek çocuk doğacak ve Mısır’a zarar verecek” iddiası üzerine Firavun, İsrail oğullarının bütün çocukların öldürülmesini emretmişti. Bunun üzerine Hz. Yakup’un soyundan gelen Musa, anası tarafından bir sepete konarak Nil’e bırakılmış[15] ve böylece çocuk kurtulmuştu. Manas’ın çocukluğu da bu hâdiseye benzerlik gösterir. Çünkü doğan Kırgız çocuklarını öldürmeyi karalaştıran Çinlilere karşı hamile Çıyırdı da ormana saklanmış ve oğlunu orada doğmuştu. Bu sebeple adı uzun süre saklanmıştı. Destan, dinî figürler gibi Şamani özellikleri de mübalağalarla birleştirmiştir. Onun için yeni doğan Manas; “On beş yaşındaki çocuk kadar büyük, otuz yaşındaki delikanlı kadar güçlü” gösterilmiştir. Omzunda koruyucu melek olan bebek; üç tulum yağı bir defada yermiş, “Baba” dediği zaman sesi gök gürültüsüne dönermiş, üzerini gökkuşağı sararmış… Manas’ta, aşağı yukarı Oğuz’un[16] bütün özel11. 12. 13. 14. 15. 16.
64
Eski Türk Yazıtları-Hüseyin Namık Orkun Deli Dumrul’un Bilinci- Bilgin Saydam Muvatta- Mukaddime 2 Saf Suresi ayet 6 Yeni Hayat Ansiklopedisi Türk Ed. Tarihi-Seyit Kemal Karaalioğlu
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
likleri görmek mümkün. Onun doğar doğmaz at sürüleri güdüp çiğ et istemesine karşılık: “Manas da; yalın ayakla kor ateşin üzerinde gezip ev kadar taşları yuvarlarmış. Karaağacı köküyle söküp suya girdiğinde batmazmış. Bağırınca ormandaki kaplanlar kaçarmış…” İşte böylesine doğaüstü güçlerle donanan Manas, Hz. Peygamberi taklit ederek düşman komşulara önce mektup yazıp atalarının topraklarını istemiş. Kabul etmeyenlere hücum etmiş. Sıkışan Esen Han; ok işlemez zırh giyen, kuzgun gibi uçan, ağzından duman gözünden alev çıkaran Kalamuk yiğidi Coloy’u göndermiş. Ancak Manas onu da yetmiş ve bin Çinliyi tek başına Pekin’e kovalamış. Bu hezimet üzerine Ata denen ve iki gözü ensesinde olan başka bir pehlivanı gönderilmiş. Bu adam; “Her gün bir inek yiyen ve canı sıkıldığında iki yüz pehlivanı birbirine bağlayıp kaldıran bir devmiş.” Ama Manas, masallarda olduğu gibi onu da alt etmiş. Alt etmiş ama gene sihirbazlardan kurtulamamış. Kendisini Pekin’e sokmamak için Alevke’nin oğlu Kongurbay yola; “İnsan dili bilen kızıl tilkiyi bekçi, tek gözlü dev Makel[17] ile kırk sihirbaz rahibi nöbetçi bırakmış. Kendisi de kanatlı siyah atına binip beklemeye başlamış…” Böylece destan, tamamen masallaşmış; devler, sihirbazlar, kırklar, kanatlı atlar, nöbet tutan hayvanlar… işin içerisine girerek iki milletin savaşı, üstün güçlerin eline geçmiş. Olayın diğer bir yönü de Müslüman olup Kırgızlara kaçan Almambet’in kendisini karşılayan Çıyırdı’ya “sevgili anacığım” diyerek memesini emmesi, Çıyırdı’nın da onu Manas’la sütkardeşi ilan etmesidir. Hâlbuki aynı memeyi emen çocuklar ancak sütkardeşi olur. Büyükler değil… Âmin Maalouf’un[18] böylesine ilginç bir âdetin İran’da yaşadığından bahsetmesi önemli bir rastlantı olsa gerek. Destana bakılırsa büyüye, Müslümanlar da zaman zaman başvuruyormuş. Kökötöy’ün ölüm aşında Almambet’in; “Tersine bakıp tersine oturup Kalmukça dua okumasını; göz açıp kapayıncaya kadar havanın tutulup dolu yağmasını, soğuktan insanların donup çok sayıda atın telef olmasını” sağlaması dolayısıyla yarışın yapılmamasını bu babdan saymak lazım. Burada Almambet’in korktuğunun veya kaçtı17. Dede Korkut Hikayeleri (Tepegöz)-Orhan Şaik Gökyay 18. Semerkant- Amin Maalouf
ğının değil, gücünü göstermek için böylesi bir işe kalkıştığının altını çizmek istiyorum. Çünkü aynı şenliklerde Koşoy’un durumu da ondan farksız. Dolayısıyla gençler dururken bir ihtiyarın meydan çıkarılmasını, güç gösterisi olarak düşünmek gerek. Tabi, maharetlerinden yararlanılan Kanıkey’i de unutmamak lazım. Çünkü o; “Üç yüz teke kestirip, derileri güneşten saklayıp, bakır kovada altı ay bekletip, çelikle birlikte kaynatıp yedi yılda yaptığı şalvarı” Koşoy’a giydirmiş. Dolayısıyla pehlivan kadar şalvarı ve dolayısıyla kendi maharetini de ortaya konmuştur. Böylece “Şalvarı giyen Koşay, altı gün dayanmış ve yedinci gün güreşirken uyumuş. Coloy, Koşay’ı bir taşa vurmak üzereyken uyanan ihtiyar, rakibini yıkmış.” İşte anlatılmak istene esas mesele budur. Müslüman Manas’ın, kötülük gelmesin diye; “derviş ve bahşilara davul çaldırmasını, çaputtan yapılan bebeklerin yakılmasını, yanan ateşin üzerinden atlanmasını…” bahsi geçen çerçeve içinde düşünüyorum. Günümüzde Nevruz’a monta edilen ve “günahların ütülmesi” anlamı taşıyan ateşin üzerinden atlamayı da Şamanizm’in bakiyesi olarak değerlendiriyorum. Nazar değme olayı, destanın önem arz eden başka özelliklerinden biri olarak takdim ediliyor. Taşkent zenginlerinden Kökötöy’in tek olan oğluna nazar değmesin diye adını Bokmurun koyup başkalarının eskilerini giydirmesi, bu açıdan mühimdir. Günümüzde bu “eski elbise giydirme” geleneği, bazı yörelerde çocuğu kalmayanlar tarafından devam ettirilir. Ancak kahramanlar, her şeye çare bulmalarına karşılık ölüme çare bulamazlar. Dolayısıyla destan sona yaklaşırken onlar da birer birer ölür. Bu sefer de Manas için kazılan mezar öne çıkar; “Ölü için Andican’dan toprak getirilmesi, altı bin koyun sığabilecek kadar mezarın geniş tutulması, altundan yatak serilmesi, mezar içine Ak-kulaya binen Manas’ın resimlerinin yaptırılması, bu sırrı aşikâr etmesinler diye çalışan yetmiş kölenin yok edilmesi…” tam bir masal havası oluşturur. Netice olarak mübalağa ve olağanüstülüklere rağmen destanlar, milletlerin geride bıraktıkları ayak izleridir. Yalan yanlış ifadeler girse de bu sözlü metinler, aynı zamanda birer kültür hazinesidir. Dolayısıyla milletleri tanımak için destanları incelemek gerekir. ■
65
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Kesişen yollar ÜMİT FEHMİ SORGUNLU
S
essiz, bunaltıcı yazdan kalma bir eylül akşamıydı. Oturduğum terastan bahçedeki ağaçlara baktım. Yaprak bile kımıldamıyordu. Erciyes’e yakın bir yerde, Hisarcık’ta oturmamıza rağmen hiç esinti yoktu. Üstelik sabahtan beri yüreğimi bir çember gibi daraltan sıkıntı bir türlü peşimi bırakmıyordu. Derin bir nefes alıp gömleğimden iki düğme çözdüm. İçimi müthiş bir sigara içme isteği kapladı. Ama yapamadım. Bıraktığım günden beri, iki yıldır bir nefes dahi çekmemiştim. Hastalarıma yasaklarken, benim içmem tuhaf oluyordu. Böyle giderse bu işi başaracağa benziyordum. Zil sesi ile sigaralı efkârdan sıyrıldım. Yanımdaki telsiz telefonun düğmesine bastım. Eşimin incecik sesi kulaklarımda billûr gibi çınladı: — Oktay, yarın gidiyorsunuz değil mi? — Evet, canım, biletleri aldım. İzin işi de tamam. Ya sen ne yaptın? — Ben de Müdür Bey’e söyledim. Birkaç gün idare edecek. Yarın 10.00’da çıkıyorum. Ya siz? — Biz sabah 08.00’ de hareket ediyoruz. Biliyor musun Gülşen, seni çok çabuk özledim. Karımın gülen güzel sesinin, bu kez telefonun ahizesinden yüreğimin ta derinliklerine doğru akıp gittiğini hissettim. — Ben de seni hayatım. Annen nasıl? — O da çok iyi, seni özlüyor. Gelinimin bir an önce tayini çıksaydı, diyor, başka bir şey söylemiyor. — Eh o da olur inşallah. Geçen Millî Eğitim Müdürlüğüne uğradım. Yazıyı Bakanlığa göndermişler. Ankara’ya gidince takip edeceğim. — Çok güzel, gidince birlikte takip ederiz. Bakanlıkta bir iki tanıdığım var. — Güzel, düğünden sonra birlikte gideriz. Hadi canım, yarın Ankara’da görüşürüz. Kapanan telefonla birlikte gözlerim bir noktaya çakılıp kaldı. Gülşen’le bir yıl önce babasını muayene için tıp fakültesine getirdiğinde tanışmıştık. Öğretmendi. Yozgat’ta oturuyorlardı. Neşeli,
66
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
güler yüzlü, her şeye çabucak karar verebilen aceleci bir kızdı. Babasının hastalığı dolayısıyla gelip gitmeleri sıklaştıkça, her şeye rağmen gülmekten ödün vermeyen neşeli tavırları dikkatimi çekmiş, gönlümden ona doğru bir şeylerin hızla aktığını hissetmiştim. Sonra bu gelip gitmeler hasta-doktor ilişkisinden çıkarak duygusal bir yakınlığa dönüşmüştü. Gülşen, hayatının bütün dönemlerinde olduğu gibi ivecen tutumuyla benden önce davranarak ‘erkeklerin teklif’’i geleneğini bozmuş ve “Neden bu beraberliğimizi kutsal bir çatı altında sürdürmüyoruz?” demişti. Evlendikten sonra eş durumundan tayinini Kayseri’ye istemişti, ama henüz bu atama gerçekleşmemişti. Gülşen, altı aylık evliliğimiz süresince evin her köşesini gülücükleriyle aydınlatmış, neşeli, konuşkan tavırlarıyla da, babam öldükten sonra içine kapanan annemi bile kısa zamanda kendisine bağlamasını bilmişti. Bir hafta önce onu Yozgat’a yolcu ederken, o tatlı gülüşlerini bir daha göremezsem diye yersiz bir endişeye kapılmış, yüreğimin en ücra köşesinde sinsi kaygılar taşımıştım. Derin bir nefes aldım. Gün boyu beni takip eden sıkıntı şiddetini gittikçe artırıyordu. Sık sık birkaç nefes daha alıp verdim. Hayır, sigara içme isteğine yenilmeyecektim. Aşağıdan annemin tıkırtıları geliyordu. Yarın için hazırlık yapıyor olmalıydı. Ankara’daki kayınbiraderimin düğünü anneme yeni bir heyecan kaynağı getirmişti. Yarınki yolculuk, Gülşen’in gittiği günden beri, yine babamın öldüğü günlerdeki sessizliğine dönen annemin, gelinini tekrar görmesine vesile olacağı için, onu çok mutlu ediyordu. Gülşen’i belki benden de çok seviyordu. Gerçi okul için Yozgat’a gideli çok olmamıştı, ama onun evin bütün odalarına sinen kokusunu, neşeli hâlini çabucak özlemiştik. Aşağı doğru anneme seslendim. — Anne ben yatıyorum. Yarın erken kalkmamız gerek. Annemin aşağıdan “Tamam oğlum!” diye bağırdığını duydum. Yatak odasına doğru giderken sıkıntılarım da benimle birlikte yatmaya gidiyordu. Asfaltın üzerinde hızla kayan otobüsün radyosundan çıkan anlamsız şarkı beni iyice bunaltıyordu. Aslında bu bunaltımın kulak tırmalayan müzikten değil de, dünden beri benim peşimi bırakmayan sıkıntılarımdan kaynaklandığını biliyordum. Üstelik Gülşen’i yolcu ederken bir yılan gibi yüreğimin en gizli köşesine sinsice çöreklenen anlamsız endişelerimin bugün yerinden kımıldayarak yavaş yavaş beynime doğru aktığının da farkındaydım. O yüzden olsa gerek koltuğumda bir sağa bir sola dönüyor, elimdeki kuruyemişe bir panzehirmiş gibi sarılıyordum. Otobüse bindiğimden beri oflayıp pufladığımı gören annem endişeyle sordu: — Hayırdır inşallah oğlum, bugün sende bir tuhaflık var. — Yok bir şey anne. İşyerine biraz kafam takılıyordu, diyerek geçiştirdim. Anneme hiçbir şey olmadığını ispatlamak ister gibi, hiç canım istemediği hâlde muavinden su istedim. Kara yağız gencin suyu verirken yüzüme bön bön bakmasından, koltuğuma oturdum oturalı dördüncü kez su istediğimin farkına vardım. Aslında bu sıkıntılarım, kuruyemişe düşkünlüğüm ve mütemadiyen su isteyişim, sigara içme isteğimin isyan noktasına gelişindendi, bunu biliyordum. Ama onu yenmeye de ant içmiştim bir kez. Saatler geçtikçe Gülşen’i yeniden görme, onu doyasıya teneffüs etme heyecanım iyice artıyor, onun verdiği haz vücudumun her köşesine yayılıyordu. Kendimi meşgul etmek, bu tatlı istiladan bir an olsun kurtulabilmek için annemle konuşmaya çalışıyor ama Gülşen’in o gülen gözlerini belleğimden silemiyordum. Bu ayrılıklar neden var? Gurbet kelimesini tamamen lügatlerden silebilsek, onun yerine birleşmeyi, hatta bütünleşmeyi koysak ne olurdu sanki. Ankara’ya saatler kala yeni yol yapımı yüzünden yavaşlamak zorunda kalan otobüs, sinir tellerimi sanki birbirinden ayrılıp iyice germişti. Üstelik şoförün radyoyu kapatıp, teybe bir kaset sürmesiyle birlikte dışarı fırlayan Orhan Gencebay’ın gelip tepeme dikilerek ayrılık üstüne bangır bangır bağırması da canımı iyice sıkmıştı. Kırıkkale’ye yaklaşmıştık ki, öndeki yolculardan heyecanlı sesler yükselmeye başladı. “Vah vah, eyvah, ay çok feci olmuş” gibi dövünmeler birbirini kovaladı. Yerimden doğrulup baktım. Bir yolcu otobüsü kamyonla çarpışmış, nerdeyse hurda hâline gelmişti. Otobüsün başındaki koşuşturanlara, ge-
67
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
len arabalara yardım için el edenlere bakınca yüreğim sızladı. Kaza haberini duyan annemin dudakları kıpır kıpır oynayarak, bildiği bütün duaları okumaya başladı. Bizim şoför kaza mahallindeki birikmiş taksileri görünce pek durmak istemedi. Ama ben, biraz önce ayrılık yüzünden girdiğim suskunluğa inat birden bağırdım: — Şoför Bey durur musunuz? Ben doktorum, belki bir yardımımız olur. Diğer koltuklardan da beni destekleyenler çıkınca kaptan, otobüsü sağa yanaştırıp durdu. Hemen aşağı indim. Ağlayanlar, inleyenler, yardım isteyenler birbirine karışıyordu. Orada bulunanlara ambulans çağırıp çağırmadıklarını sordum. Kimsenin bir şey bildiği yoktu. Cep telefonumu çıkarıp ambulans istedim. Bir iki yaralıya bakıp ilk yardımda bulundum. Aklıma Gülşen geldi. Cep telefonumu çıkarıp numarasını çevirdim. Kazayı haber verip biraz gecikebileceğimi söyleyecektim. Gülşen’in tatlı bir melodisi vardı. Ben aradığım zamanlar hep o müzik çalardı. Onu o kadar özlemiştim ki, onun o tatlı hayali melodisiyle birlikte yanı başımdaydı sanki. Ne güzel de çalıyordu. O anda gözlerim otobüsün camından sürekli beni seyreden anneme takıldı. Gözleri kızarmış ağlıyordu. Gülşen neden telefonu açmıyordu sanki. Yanımdaki yolculardan biri: — Yazık, dedi. Kazazedelerden birinin telefonu çalıyor. Yüreğime sigara basılmış gibi cız etti. Ürperdim. Bu Gülşen’in telefonun melodisiydi. Hemen o tarafa koştum. Yerde yatan bir bayandan geliyordu. Ona doğru yaklaştım. Aman Allahım!… Bu yüz… Saatlerce bakmaya doyamadığım o gülen yüz kanlar içindeydi. Yüreğim bana isyan edip kafesinden çıkarak ona doğru koşmak ister gibi çırpınmaya başladı. Bedenim artık bana itaat etmiyordu. Ellerim, dizlerim, bütün vücudum titremeye başladı. Olduğum yere yığılıp kaldım. Gözlerimdeki yaş yanaklarımı geçip bıyıklarımı ıslatmaya başladı. Az sonra aklım başıma gelir gibi oldu. Hemen eğilip kalbini dinledim. Elleri, yanakları, her tarafı üşümüştü. İçimdeki yılan nihayet bütün zehrini boşaltmıştı. — Birisi bana sigara versin, diye bağırdığımı hatırlıyorum. ■
68
YAŞAMAK
Ah nasıl güzeldi yaşamak nasıl… Gök nasıl maviydi, yer nasıl sarı… Dünya bir gelindi, biz çocukları. Hayatı delice sevdik velhâsıl. Biterken toprakta pembe çiçekler Çimende bir garip kuzu melerdi; Deniz bizi özler, aşk bizi bekler, Sahilde martılar bize gülerdi. Erik dallarına gelince bahar Selama dururdu kızıl goncalar. Biz sabahı olan geceyi sevdik, İçinde yâr olan heceyi sevdik. İstanbul’u sevdik, o deli kızı; Vapura binmeyi Boğaziçi’nde. Güzeldi yaşamak bu haz içinde, Güzeldi ışıyan göğün yıldızı. Ansızın bir gece çöktü sabaha; Kırıldı kadehler, tükendi fasıl. Oysa doymamıştık aşka biz daha... Ah nasıl güzeldi yaşamak nasıl…
NİHAT KAÇOĞLU
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
SOKAĞA TARİH DÜŞERKEN şu bizim sokak her zaman boz her zaman çıplak seyyar satıcılar alabildiğine hür sanırlar kendilerini seksek çizgileri silineli asırlar olmuş çocuk yok uyanacak in cin de görünmez nineler de dedeler de hatıralardır yaşayan cam ardındaki peykelerde titreyen ellerde bir bardak su raflarda kuru ekmek bir de boş ilaç kutusu bizim boz çıplak sokak yılda bir giyinir nazlı gelinler gibi ak pak ay ışığında uzanır gider haftalarca salınarak incelmiş parmaklardan alevlenmiş çıralarla başlar tören kara dehlizler gibi sobalarda çıtır çıtır ateş kestaneler sobanın üstünde yok artık ne de arka bahçede ayazda üşüyen havuç burunlu adam göçen yavrularla gitti neşe bu odalardan kıpırdayan dudaklarda dualar hiç açılmayacakmış gibi hayata paslı kapılar bizim sokak ne bahar bilir ne yaz çiçek tarhları yalnız tulumba sessiz bahçelerinde yapraklanır ağaçlar içerek suyu derinlerden üç beş serçe seslenir kuytularda zamanı hatırlatmak için
69
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
asırların yükü binmiş gibi dallar yere eğik yapraklarda bozla karışık bir yeşillik fersiz gözlerde buğulu yaşlar uzaklara ayarlanmış hırsıza sağır kulaklar bizim sokak kiremitleri rüzgârlarla savrulmuş yağmurlarla yunmuş güneşi kavurmuş soğuğu dondurmuş direnmiş gökkuşağından geriye bir boz renk kalmış bir de tarihe şahit kahraman ihtiyarlar hazırlanmakta yavaştan beton kulelere sanır ki akasyanın dibinde misketler yuvarlanacak bilmez gibi ay ışığında gümüşten gülüşleri tarih olacak alışılmış her şeye zamansız yankılanan salâlar bile akis bulmuyor düzayak evlerden başlar uzanmıyor komşuuu huuu kimmiş vah vah
AHMET ULUDAĞ
70
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
hzl.kemal batmaz
G
eçtiğimiz sayıda “edebiyat ve tarih” ilintisini yakınımızdaki dostlarımıza sormuştuk; bu sayımızda da uzaktaki dostlarımıza sorduk. Tüm uzak ve yakın dostlar tarih olmaktan korkmadan tarihe kalma umuduyla döktüler durdukları yerden akıl gözlerinin gördüğü yere kadar içindekileri. İnsanlığın korkunç bir tarihe sahip olduğunu söylemeye gerek var mı bilmem. Çünkü insanlık tarihi kıyım, yıkım ve vahşetlerle doludur. Belki uzaktan uzağa tarihi okumak pek korkunç değildir. Zaten tarihin en güzel tarafı da artık tehlike olmamasıdır herhalde. Kıyımlardan ve yıkımlardan uzak… Ama vakalar tarih oldukça daha bir gizem kazanır, daha bir büyür. Sözün biçtiği değerle büyür, büyür, büyür… Bazen arkamıza dönüp bakmaktan korkarız. Koymak istediğimiz yerde durmazlar tarihi olanlar. Tekrar en büyük risktir. Çok korkarız tarihin bizi kuşatan gerçekleri karşısında. Ama yine de kayda geçmekten geri durmayız. Bir bakıma tarihi var eden kayıttır. İster aklınıza ister başka bir yere ya da bir nesneye kaydedin, eğer kayıt var ise tarih de vardır. Yani somut bir yere yapılan kayıt… İnsan, varlığını göstermek için daha yazmayı bilmediği bebelik dönemlerinde tarihi var etme gayreti içindeydi. Duvarlarına yaşadıklarını resmediyordu. Resimleri kayda geçtikçe o da kaydolacaktı zamana. İnsanoğlu kaydetmede mesafe aldıkça yaşadıklarının yanında kurduğu hayalleri de kayda geçti. Yeni kayda geçme yolları geliştirdi. Yollar çoğaldıkça kayda geçenlerin rengi, şekli ve sayısı da çoğaldı. Olan ise kayda geçenlerin kayıtçılar tarafından değiştirilmeye başlanması ile oldu. Yani tarih önce var edildi, sonra da tahrif edildi. Tarihe can veren söz, tarihi tahrif ederek söz yığını hâline getirdi ya da öyle sanıldı. Ancak sözün yansıması olan yazı kendine büyük bir dünya kurdu. Var olanı kayda geçmek yerine kayda geçtiklerini var etmeye başladı. Sözün gölgesi yazı ve kudreti kuşattı zamanı. Dünya kitabını yazmaya başladı söz. Bir başka deyişle; acaba insanlık tarihi kadar eski midir kitabın tarihi? Yoksa şöyle mi demeliydik: İn-
sanlık, yazının icadı ve kayıtçılık ile mi başladı? Peki, böyle söylesek yazıdan önce insanlık yok mu demiş oluruz? Ya da kayıt tutmayan, bir başka deyişle en az bin yıllık geçmişini bir çırpıda göremeyen, insanlığı başlamamış mı saymak gerekir? Bu durumda insanlık kavramını yeniden tanımlamamız ya da sınırlarını yeniden çizmemiz gerekir mi? Sorular ve sorunlar… Bu kadar çok soruya hangi kitap cevap olur? İnsan eliyle kayda geçilen mi diğeri mi? Yaz(g)ı sihirden güçlü ve ancak ilahlara ait bir kudret olsa gerek. Sözün uçuculuğuna karşın yazının yazgı kadar değişmez oluşu. Tarihin sesi ve nefesi olmak adına insanoğlu hep yazdı, yazmayı öğrendikten sonra… Uzaktaki dostlarımız da “edebiyat ve tarih” ilintisini yazdılar sağ olsunlar. Bunları da sizinle paylaşıyoruz.
Edebiyat-tarih ilişkisi
Zaman ve varlık kavramları üzerinde düşünen bilginler, zamanın dışında bir varlıktan söz edilemeyeceği için zaman eşittir varlık; sonucuna ulaşmışlardır. İnsan ile ilgili her türlü faaliyet zaman ve mekân kavramları içinde gelişir ve şekillenir. Dolayısıyla zaman içinde meydana gelen gelişme ve değişmeleri tespit etmek, anlamak ve anlamlandırmak demek olan tarih, iki yönüyle değerlendirilmelidir. Birincisi zaman ve zaman içinde yaşananların kendisidir. İkincisi ise, zaman içinde yaşananların tespit edilmesi, anlamlandırılması, yazılmasıdır. Birincisi tarihin kendisi, ikincisi tarihçilik/ tarih bilimidir. Bu düşünce tarih yapmak ve tarih yazmak sözleriyle de ifade edilir. Tarih, geçmişte meydana gelen olayları yer, zaman, şahıs, göstererek kendi şartları ve araçlarıyla en doğru biçimde ortaya koymaktır. Somut belge, bilgi ve malzemeye dayanır. Kullanılan dil ve üslup bakımından da açık, anlaşılır ve genel dilin sınırları içinde bir anlatımı gerekli görülür. Edebiyat ile tarih ilişkisi geçmişte yaşanan olay, olgu ve durumların herhangi bir edebi tür içinde konu ya da tema haline
71
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
getirilmesi ile başlar. Ancak bir tarih metninde birinci amaç; bilgi vermek, bilgilendirmek, anlamlandırmak, yani bildirişim iken, edebiyat metninin birinci amacı bildirişim değildir. Tarih geçmişin geleceğini ortaya koymaya çalışırken edebiyat bu gerçeğin olumlu ya da olumsuz etkilerinin duygusal algılamalarını, heyecan yaratan yanlarını vurgular ve farklı bir dil kullanarak estetik anlatımını yapmaya çalışır. Hayatın gerçeği ile sanatın gerçeği arasındaki fark tarih ile edebiyat arasında da mevcuttur. Tarih, hayatın gerçeğine ulaşmaya çalışırken, edebiyat bir sanat olarak kendi kuralları içinde, sanatın gerçeğiyle hayatın gerçeğini anlatmaya çalışır. Sanatın gerçeği içinde hayatın gerçeğini yalın olarak görmek mümkün değildir. O gerçeklik, farklı bir üst dille, çeşitli imge ve benzetmelerle farklı bir biçimde anlatılır. Edebi metin ile kurmaca bir dünyayı bize sunar. İçinde hayatın gerçeklerinin izdüşümleri ve ipuçları olsa da, baştan sonra bire bir hayatın ve zamanın gerçeğini anlatmaz. Edebi metinde gerçek dünyadan alınan çeşitli hayal, imaj, olay ve olgular hayal dünyasında birleştirilerek yepyeni ve farklı bir dünya olarak sunulur. Dolayısıyla edebiyat ile tarih arasında bir ilişki olmakla birlikte, edebiyat doğrudan tarih ya da tarih doğrudan edebiyat değildir. Edebiyat konu, tema, imaj ve başka bakımlardan tarihten yararlanabilir. Tarih de edebi metinlerin sanatsal karakterini dikkate almak ve oradaki anlatımın bire bir hayatın gerçeği olmadığını bilmek şartıyla, edebi metinlerdeki imgeleri, imajları doğru çözümleyerek onlardan yararlanabilir. Ancak hiçbir zaman bir edebi metin bir tarih belgesi değildir. Ahmet BURAN
Edebiya(T)arih Münasebeti
Edebiyat ile tarih arasındaki ilişkiyi tasvir ve tahlil etmek, ikiz kardeşlere farklı isimler takarak aralarındaki münasebeti ifade etmek gibidir. Tek bir yumurta, yani tek bir milletin ürünü olan tarih ve edebiyat birbiri ile o kadar hemhâl olmuş, o kadar iç içe geçmiştir ki hangisinin diğerini beslediği, hangisinin bir diğerine kaynaklık yahut öncülük ettiği, hangisinin diğerinin kanatları altında geliştiği tam manasıyla kestirilemez. Türk kültürü bir kitapsa eğer, edebiyat ve tarih tek bir sayfanın iki ayrı yüzünü teşkil eder. Birini koparmak isteseniz diğeri de mecburen yırtılan yüzüyle elinizde kalır. Edebiyat tarihe kaynaklık eden, tarihten etkilenen ve onu etkileyen; kâğıdın ve kalemin mucizevi vuslatıyla tarihi, ebedî bir sesle dillendirendir. Tarih ise edebiyatla beslenen, büyüyen, gelişen ve genişleyen; kılıçtan aldığı kuvvet ve kalemden aldığı kudret ile
edebiyatı ebediyete baki bir nefesle işleyendir. Birbirine geçmiş bu iki sonsuz halkanın merkezinde yer alan insan ise, tarihi yapan ve yaşayan; edebiyatı konuşan ve yazandır. Devrin eserleri bilinmeden, okunmadan ve tahlil edilmeden tarih hakkında hüküm verilemeyeceği gibi; milletin geçmişi, şimdisi, zamanın insana tesiri yani tarihi bilinmeden, okunmadan ve tahlil edilmeden de o milletin edebiyatına dair söz söylenemeyeceği aşikârdır. Birbirini etkileyen ve destekleyen tarih ve edebiyat, suda aksine bakan bir surete misaldir. Zira biri diğerinin aynaya yansıyan soluk bir benzeridir. Bir çınar ağacının dalları zamanın uzayan kolları olarak tasavvur edildiğinde edebiyatı ve edebî eserleri bu ağacın diri yaprakları olarak tahayyül etmek mümkündür. ‘Türk medeniyeti’ adı verilen bu devasa çınar, köklerinden ve yapraklarından yani tarihinden ve edebiyatından nefes aldığı müddetçe ayakta kalacaktır. Senem GEZEROĞLU
Her göz, tarihin büyük çekmecesinden farklı şeyleri alır
“İnsan ses verilerek yaratıldı. Sesiyle, sözcükleriyle var oldu. Kolektif bir var oluşun içinden “kendi hikâyesiyle” sıyrıldı.” Tarih akıp giderken bıraktığı tortuda neler birikmiştir? Yazar / şair altın madencisidir, bu tortuyu ayıklar. Elbette beğendiklerini seçip alacaktır. Talepkâr bir sanattan da başka bir tutum beklenmez. Her göz, tarihin büyük çekmecesinden farklı şeyleri alır. Bu, zenginliktir. Çünkü tarihten hiç eksilen olmaz. Edebiyat da artmış olur. Tarih zorunluluktur. Edebiyata ruh eşlik eder. Mecburiyetlere gelemez ama esnektir. Hangi dönemde oluşturulursa oluşturulsun tarihten daha fazla talibi vardır. Kazancından tarihin payını da öder. Yazar / şair içinse, tarih de edebiyatla aynı oranda önemsenmezse eser zayi olur. “Mutlak gerçek” edebiyatın temel meselesi değildir ama gerçeğe uygunluk okura karşı sorumluluktur. Bir savaştan bahsedilirken asker sayısının tamı tamına verilmiş olması tarihte bile mümkün değilken edebî eserin bu konulara yanaşması saflık olur. Seval KOÇOĞLU
“Kökü mazide olan âtiyim”
Zaman olanca hızıyla ilerlerken, insanların hayatını etkileyen maddi ve manevi olaylar vardır. İnsanlık tarihinden, milletlerin tarihine; yapılan savaşlar, yaşanan göçler, dinî inançlar, uygarlıklar, siyasi uygulamalar, teknolojik gelişmeler, iktisadi daralma ya da genişle-
72
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
meler, zamana, mekâna ve konularına göre sınıflandırılırlar tarih yolculuklarında. Dimağlardan havalanıp mısralarla ve satırlarla kanatlanarak yarınlara ulaşmayı başaran tarih bilinci zamanla millet bilinciyle buluşurlar. Böylece zaman ve mekândan azade olmadan, konularına göre felsefe tarihi, siyasi tarih, kültür tarihi, ekonomi tarihi vs. oluşurken millet bilinci içinde edebiyat tarihinde de tohumlar filizlenir. Gelecek nesiller, bu tohumların köklerinden tarihin derununa ulaşırlar. Benim de ‘edebiyat tarihi’nde yol alışlarım lise çağlarımda edebiyat öğretmenimin tavsiyesiyle ilk kez “Nihad Samî Banarlı ve Resimli Türk Edebiyatı Tarihi” ile başlamıştı. Babamın, kitabın fasiküllerini alma zamanını büyük bir heyecanla beklerdim. Yüklendiğim bilgileri hafızamda uzun süre tutmayı başaramasam da temasını beynimin kıvrımlarına işlemiştim nakış nakış… O yıllarda kütüphaneden incelediğim Fuad Köprülü’nün 1928 yılında yayımladığı Edebiyat Tarihi kitapları da yılık ödevimi hazırlamamda pek etkili olmuştu. Genç beyinlerin araştırma yeteneğini geliştirmede oluşturulacak bilincin önemi de burada daha bir belirginlik göstermiştir. Tuna boylarını aşarak Avrupa içlerine akınlar yapan eski Türk akıncılarının kahramanlık günlerini Yahya Kemal Beyatlı’nın “Akıncı” adlı şiirini idrak ederek okumanın verdiği gurur ve mutluluk anı yaşamaya eşdeğer bir nitelik taşır. “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik, Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!” “Dünya hancı biz yolcuyuz.” diyoruz demesine de bu dünyayı hancı yapan zamanın yükünü yüklüyoruz kıta kıta, paragraf paragraf eşya niyetine valizlerimize. Biz yolcuyuz lâkin bavullarımızdaki tarih hancı. Ve bu hancılardır aslında bizim yaşadığımız kültürü yaşatacak olan. İnsanoğlu ölümsüzlüğü hep istemiştir ve de isteyecektir. Oysa bedenin yorgunluğuna hapsolmuş ölümsüzlüktense, milletçe yaşadığımız anların olaylarını, duygularını, dilini, dinini ölümsüzleştirebilmek adına olgunlaşan düşüncelerle bugünün de tarih olacağı bilinciyle hareket edebilmeliyiz kalemle ve kâğıtla… “Ne harabiyim ne harabatiyim Kökü mazide olan âtiyim.” diyen Yahya Kemal Beyatlı’nın izinden, atalarımızdan bize yâdigâr kalan ne kadar eser varsa “Başımızın üstünde yeri vardır.” diyerek sahiplenirken, “Bizler baş üstünde taşınacak neler bırakabiliriz?” in tefekkürüyle özümüzü ve gördüklerimizi yazmalıyız. Çünkü Gün, sarılır zamanın kollarına,
Zaman, döner tarihe, Tarih, yaşar bizimle, Ya da biz yaşarız tarihle
Sergül VURAL
Tarih, belleklerin güçlü olmasında önemli bir etkendir.
Edebiyat ile tarih arasındaki ilişkiyi ifade etmek sanıyorum tarihi bilmekle mümkün olacaktır. Kul olmadan Allah’ı anlamanın, din olmadan imanı, geçmiş olmadan geleceği özümsemek nerdeyse imkânsızdır. Edebiyat hakikaten hayatın her alanında var olan ve hayatımızı şekillendiren hayata yön veren bir sanat koludur. Bazen bizi anlatır, geçmişe götürür, bazen de hiç yaşanmamışı yaşanmış kabul ettirir. Geleceğe yelken açmamızı sağlar. Tarih de bu yönden edebiyattan pek farklı değildir. Aslında geçmiş ve gelecek arasında kurduğu köprü ile kimi zaman volta attırır bize, kimi zaman kendimizi orada bir köle kimi zaman da bir kapıkulu, mağlup bir hükümdar, mağrur bir kral olduğumuzu hissettirir. Böylelikle Timur’dan Yıldırım’dan Hürrem Sultan’dan Muratlardan bir şeyler görürüz kendimizde. İşte burada hem edebiyat hem tarih bağları devreye girer. Tarihî roman, insanların ve toplumların belleklerinde kalıcı ve etkili olan olayların işlenerek sunulması değil midir? Tarih konuları, edebiyatın içinden çıkarılacak olursa edebiyat, tarihsiz talihsizliklerin en büyüğünü yaşar. Uğrunda ölünen bazen de esiri olunan Kleopotraların, Züleyhaların beden güzelliklerinin kaybolduğunda iskeletlerinin diğer insanlardan farklı bir yanı olmaması gibi... Edebiyat şaheserlerine bakıldığında; ya tarih (!) olmuş ya tarihe şah olmuş ya da şahlığını tarihten almıştır. Necip Fazıl’ın Sakarya’yı anlatışı tarihten gelen bir ilham değil midir? Bir milletin haykırışı değil midir? Buhranlar olmasaydı, ‘Haç’ın İslâm beldelerindeki o korkunç işgali olmasaydı, acı da olsa, Osmanlı inkırazında Türkün yeniden inkişafı olmasaydı Sakarya bu denli coşku ile akar mıydı? Akif’in ‘Çanakkale Şehitlerine’ şiiri, Seyit Onbaşı’nın kahramanlığından, Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal’den ayrı değerlendirilebilir mi? Akif’in tarih hissiyatı olmasaydı böyle bir edebiyat şaheseri ortaya çıkabilir miydi? Tarih, belleklerin güçlü olmasında önemli bir etkendir. Geçmişin hafızalarda kodlanması, on binlerce yıllık bir insanlık öyküsünün zihnimizde yer edinmesi, geçmiş ile bugün ve gelecek arasında bir bağ kurulması toplumlara önemli avantajlar sağlar. Ancak bu uzun
73
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
yolculuğun birbirine benzer öyküleri biraz sıkıcı biraz bezdirici bir hal alabilir. Tarihin anlamı, şüphe yok ki kendisindendir. Ancak anlamını daha tatlandıran, renklendiren onu başkalaştıran ve benzersiz kılan işlenişindedir. Onu işleyen el, yazan kalem Enver Paşa’yı sadece bir asker ya da bir ihtilalcı olarak görürse Enver Paşa sadece tarihi bir şahsiyet olarak karşımıza çıkar, ancak Enver Paşa’yı bir aşık, bir maceracı, bir milliyetperver olarak da ele alırsa Enver Paşa o zaman bir fenomen olur. O nedenle edebiyat, tarihe değer katan bir sanattır. Evet, ikisi de insan ve toplum hayatında etkili izler bırakmış ve bırakmaktadır. Ancak tarih edebiyat ile daha etkili bir hal alır, edebiyat ise tarihsiz sesi kısılan bir hatip gibi eksik bir alan halini alır. Mesut AKSAN
Tarihe kaçış
Cemil Meriç, Bu Ülke’de kaçışlardan söz eder ve şöyle der: “ Türk aydını Kitab-ı Mukaddes’in serseri Yahudi’si; kaçıyor. Boğuluyormuşuz, memleket bir arifenin zelzelesindeymiş, coğrafyaya ağaç boyun eğermiş; dünya hasbahçesi imiş insanoğlunun. Kaçmak hürriyettir. Genç Osmanlılar Bakounine, Herzen, Heine kaçmadılar mı? Cangıldan şehre, kasırgadan limana, kaostan tarihe kaçış. Kelebeğin kozasından kaçışı; meçhule, büyüğe, sonsuza kaçış.” İmparatorluk çözülürken Türk aydınının birçok kaçışı olmuş. Bu kaçışlar cumhuriyetle birlikte batıya yönelmiş. Batı kaybedilen bir İmparatorluğun arafta kalmış çocukları için bir kucak olmuş. Hâlen de olmaya devam ediyor… Cumhuriyetle birlikte imparatorluk üzeri küllenmesi gereken hatırlanmayan bir mazi olarak görülmüş. Yeni kurulan genç cumhuriyet, külünden doğduğu koca bir imparatorluğu uzun yıllar hem de yarım asrı aşan bir süre görmezden gelmiş. Osmanlının yıkılışından sonra âdeta bir hafıza kaybına uğratılan Anadolu, son yıllarda ben kimim dercesine geçmişini aramaya, tarihini sorgulamaya başlamıştır. Tarihi, edebiyatı ve sinemasıyla geçmişiyle yüzleşmeye başlamıştır. Son yıllarda toplum olarak tarihe kaçışın, tarihe sığınmanın şuuraltında geçmişini hatırlama yatmaktadır. Dünyanın, Osmanlının 700. yılını kutladığı bir zaman diliminden sonra ancak Osmanlıyı keşfedebilmişiz… Bu geç kalınmış bir adımın farkında olan dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; “Artık Osmanlı ile barışmamız gerekir.” diyerek uzun bir suskunluğa ve küskünlüğe son vermiştir. Tarihe kaçış, bir yönüyle tarihe sığınma bir teselli olduğu kadar, diğer yönüyle kendine gelme, hafıza
tutulmasından kurtulma çabalarıdır. Abdülhamit kitaplarının yüz bin üzerinde baskı yapması, Vahdettin üzerine yazılan kitapların tartışmalar yaratması, harem, cariye ve sultanların roman ve hatıralarının ilgi uyandırması, Abdülhamit Düşerken, Son Osmanlı, Hacivat Karagöz Niçin Öldürüldü, Kahpe Bizans gibi filmler ve Elveda Rumeli gibi dizilerin çekilmesi toplumun kendi tarihiyle yüzleşmesinden başka bir şey değildir. Bu yüzleşme yalnız tarih kitaplarında değil, sanattan felsefeye, edebiyattan sinemaya kadar geniş bir alanda kendini gösterir. Yahya Kemal’in şiirleri, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın medeniyet eksenli şehirlere yaklaşımı bu anlamda ilk akla gelenlerdir… Özellikle Osmanlı ve yakın tarihimizle yüzleşmemizi sağlayan ve tarihten bir edebiyat yaratan Kemal Tahir, bu alanda büyük bir boşluğu doldurmuştur… Tarih, yalnız geniş halk kitlelerinin sığınacağı, teselli olacağı bir kucak olmamalı, batı karşısında aşağılık kompleksi taşıyan aydınların da okuyup ibret alacağı bir kapı olmalıdır. İbni Haldun, “Suyun suya benzediği kadar geçmiş geleceğe benzer.” diyerek tarihin önemine vurgu yapar. Dününü bilmeyen aydın bugününü kuramaz. Dolaysıyla toplumun tarihe sığınışını, daha şuurlu bir biçimde tarih felsefesine yönlendirmek, tarihi edebiyat ile beslemek gerekir. Dahası küllerinden doğduğumuz Osmanlı ile barışmak gerekir. Çünkü bugünkü reflekslerimizin altına Osmanlının izleri vardır. Biz istemesek de tarihimiz peşimizden gelir. Tarihe kaçışımız sığınmak için değil, geleceğimizi kurmak için olmalıdır. Mehmet KURTOĞLU
Edebiyat, tarihin dili olmalıdır
Türkiye, talihsiz bir dönemden geçmektedir. Bu dönemin başlangıcı Cumhuriyetin ilk yıllarına dayanır. O tarihlerde, yeni rejimi oturtabilmek için bir devlet ideolojisi olarak geçmişle bağımızı koparmak gibi, anlaşılması güç bir tavır ortaya konulmuş. Dönemin aydınları, yüzlerce asrı yok sayarak İslam öncesi Türk kültürüyle yeni rejimi sistemleştirmek istemişler. Başarılı oldular mı? Elbette ki hayır... Çünkü tarih bir milletin hafızasıdır. Onu yok saymakla milleti yaşatmanız mümkün değildir. Üstelik onu yok saymaya da gücünüz yetmez. Nitekim öyle oldu; bu defa, insanlar kendi imkânlarıyla kendi tarihlerine yöneldiler. Ömer Seyfettin’in hikâyeleriyle ortaya çıkışı, popüler oluşu bu tepki şuurunun sonucuydu. Bugün artık yeni nesil tarihçiler bu yanlışın farkındalar ve bu anlayıştan uzaklaşılmaya başlanıldı. Artık biliyoruz ki tarihin dili edebiyattır. Fuat Köprülü’yle
74
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
açılan bu kanal bugün gelişerek devam etmektedir. M.Halil Yınanç’ın, İlber Ortaylı’nın yaptıkları bu alanı toplumun ufkuna oturmak içindir. Burada bir noktaya daha işaret etmekte fayda vardır: Tarihi, tecrübe birikimi olarak algılayabilir ve o tecrübeyi, romana, hikâyeye, şiire, tiyatroya aktarabilirsek, gelecek kuşakları yaşanmış hataların tekrarından korumuş oluruz. Bu alanda oldukça olumlu adımlar atılmıştır. Bütün mesele bunları güçlendirerek devam ettirmeye kalıyor. Tarihi kendi ruhuyla yarına taşıyacak olan klasik tarihçiler değil, edebiyat ve kültür adamlarıdır. Türkiye’de edebiyat ve kültür adamlarında tarih bilincinin olduğu kadar tarihçilerimizde de edebiyat ve kültür bilinci verilirse, mesele kendiliğinden çözüme götürülmüş olur. Muhsin İlyas SUBAŞI
Milletin hafızası, edebiyatı da içine alan millî kültürüdür
Bir toplumun “millet” olabilmesi için belli başlı kriterleri taşıması gerekir. Bunu bilmek kadar bunların oluşmasına katkı sağlamak da önemlidir. Millet olabilmenin ön şartı bir dile sahip olmak ve bu dille eser vermektir, bir kültür yaratmaktır. Milletin varlığını kanıtlayan yegâne değer o milletin dilidir. Dil yoksa millet de yoktur. Tarih boyunca yaşamış milletlerin tarihteki varlığı, sahip oldukları dil ve onunla yarattıkları kültürle mümkün olmuştur. Dolayısıyla millet olmanın ispatı bir konuşma ve yazı dilinin olması ve o dil ile bir tarih ve kültür yaratılmasıdır. Bu bağlamda tarih ve kültür iç içe olan iki temel değerdir. İşte bu noktada akla gelen husus “edebiyat tarihi” konusunu işleyen yazılı belgeler ve eserlerdir. Milletin geçmişini ve gelecekte tekrar edecek olan geçmişini anlamak ve öğrenmek için tarih ve edebiyatın “hemhâl” olduğu bir platformu oluşturmak, geliştirmek ve korumak gereklidir. Bu platformlar devletlerin arşivleridir. Bu bağlamda bir milletin kurduğu devletlerin arşivi, o milletin-devletin millî hafızasıdır. Nasıl ki bir insan hafızasıyla vardır, millet de arşiviyle vardır. Milletin hafızası, edebiyatı da içine alan millî kültürüdür, millî tarihidir. Bunlar da yazılı belgelerde, nesirlerde, şiirde, türkülerde, manilerde, folklorda saklıdır. Bunun için ne Osmanlı dönemini ne ondan öncesini ne de Cumhuriyet dönemini birbirinden kopuk ya da ayrı sayamayız. Dünü bugüne bağlayan köprüler tarihî olaylar ve kültür değerleridir. Kültür değerlerinin başında da edebiyat gelir. Tarihte olmuş olayları, o günün
şartları içinde, tarihî bir bakış açısıyla yine yazılı belgelere dayalı olarak değerlendirmek ve yorumlamak gerekir. Ramazan DEMİR
Yüreğimde tarihi ve edebiyatı bütünleştiriyorum…
Tarihin derinliklerinde, millet hayatına etkileyen çok önemli maddi ve manevi olaylar vardır. Bunları; savaşlar, göçler, dinî kabuller vb. Bunların tamamı da bir milletin geçmişini yani tarihini meydana getirir. Bu olayların hepsi, toplumu etkilediği ve yönlendirdiği gibi o toplumun edebiyatını da derinden etkiler. Çünkü edebî eserler toplumdaki olayların aynası durumundadır. Tarihî romanlar, tarihî olayları anlatan öyküler, destanlar ve tiyatro eserleri aracılığı ile okuyucuya bir tarih bilinci kazandırabilir. Geçmişte yaşanan tarihî olayların atmosferini, edebî eserler sayesinde hissedebiliriz. Örneğin; millî mücadele yıllarının “manevi atmosferini”, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarındaki gelişmeleri ve millî heyecanı, bu dönemleri anlatan edebî eserler okunduğunda bir başka şekilde yaşanabilir. Namık Kemal’in “Cezmi” adlı romanıyla başlayan edebî çalışmaların içinde insanda iz bırakanlar çok elbette. Öğretmenlerimizin öğrencilerine tarihimizi anlatan romanlar tavsiye etmesi gerek. M. Necati Sepetçioğlu’nun Kilit, Anahtar, Kapı ile devam eden harika eserlerini kaç kez okuduğumu hatırlamıyorum, her okuduğumda tarihe başka bir sevdalanıyor, yüreğimde tarihi ve edebiyatı bütünleştiriyorum. Edebiyat tarihi, edebiyat biliminin alt dallarından biri olmakla birlikte, genel tarihle de ilişkisi olan bir bilim dalıdır. Dün ve bugünü isteyerek ve severek birleştiren gönül erleri edebiyatı ve millî hayatları sıkı sıkıya birbirine bağlamışlardır. “Tarih mi edebiyattan önce yoksa edebiyat mı tarihten öncedir?” sorusu tarihçiler arasında bile tartışılmaya devam etmektedir. Ancak tarihi insanlığın tüm geçmişi olarak ele almak, edebiyatı ise geleceğe ait açılımlarda bulunduğunu kabullenip edebiyat yoluyla insan zihni geleceğe ait öngörüleri ve insanlığın ortak sorunlarını tespit edip huzurlu yarınlara yön verebilirken sağlıklı düşünmesine de katkı sağlayacaktır diye düşünüyorum. Bir milletin edebiyatı, tarihinden gelen millî ruhu ve millî hayatı göstermek, yeni nesillere aktarmak gibi önemli bir sorumluluğu da taşımaktadır. “Tarihimi anlatan dilim(Türkçem) olsun!” Osman BAŞ
75
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
YAHYA AKENGİN
Bahtiyar Vahapzade bir divanın şair ve yazarıydı. Özelde tutsak Azerbaycan Türklüğünün, genelde ise Türk dünyasının ağırlıklı çoğunluğunun hürriyet özlemlerinin tercümanıydı.
O
nun adına ilk kez Varlık dergisinin sayfalarında rastlamıştım. İmzasını taşıyan yazının başlığı Yel Kayadan Ne Aparır idi. 1960’lı yıllardı. Öğrenciydim. Belli başlı edebiyat dergilerini izlemeye çalışıyordum. Yaşar Nabi’nin çıkardığı, gitgide sol çizgiye kayan dergisinde Divan Edebiyatını ve tabii o arada Fuzuli’yi küçümseyen bir yazı yayınlanmıştı. Yazanı şimdi hatırlayamıyorum. Her alanda olduğu gibi, edebiyat vadisinde de geçmiş zamanların birikimlerini ve edebiyat ustalarını gözden düşürme cereyanı devam ediyordu. Doğrusu bu durum biz edebiyat heveslilerinde kafa karışıklığına yol açmıyor değildi. Çin’deki Mao’nun “Kültür İhlali”nin Türkiye’de de sol çevrelerde yankı bulduğunu görüyorduk. Fakat Yaşar Nabi bir büyüklük gösteriyor, Varlık’taki o yazıya Azerbaycan’dan cevap veren Bahtiyar Vahapzade’nin karşı yazısını ay-
76
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
nen yayınlıyordu. Anlaşılıyordu ki dergisinin sayfalarını sol edebiyat akımlarına açık tutan Yaşar Nabi, Türk edebiyatının tarih köklerine hor bakmanın çok da tutarlı olmadığını algılayacak kadar sağduyusunu şahsen korumaktaydı. Bu olay bizim gibi kafa karışıklığına sürüklenmek istenen gençler için düşündürücü olmuştu. Benimde kafamda bir ışık yakmıştı. Ne diyordu o karşı yazısında Bahtiyar Vahapzade? Özetle şöyle bir tablo çiziyordu: Granit gibi sağlam, dik ve heybetli duran kayaların etrafından nice seller akıp gider, nice haşin rüzgârlar eser ama o görkemli kayadan bir kıymık bile koparamazdı. Fuzuli gibi büyük şairler de öyle idiler. İsimleri etrafında koparılan gürültülere vakur bir eda ile bakıyor ve gülümseyerek, “yel kayadan ne aparır” diyorlardı. Aradan uzun yıllar geçecek, üstat Bahtiyar Vahapzade ile tanışacak ve dost olacaktık. Fakat her görüşmemizde ve sohbetimizde, yukarıda sözünü ettiğim o ilk büyük izlenim bütün canlılığı ile yaşayacaktı. Bahtiyar Vahapzade bir divanın şair ve yazarıydı. Özelde tutsak Azerbaycan Türklüğünün, genelde ise Türk dünyasının ağırlıklı çoğunluğunun hürriyet özlemlerinin tercümanıydı. Ancak bu görevini omuzlarda taşırken kendi kalemi de özgür değildi. Bir gün Bakü’de sohbet ederken şunları söylemişti: “Yazdığımız bir eserin yayınlanması için ilk şart Lenin için bir methiye düzmekti. Yoksa asla yayınlanamazdı o eser. Hani bizim eski kültürümüzde kitapların başında Allah ve Peygamberi anma metinleri olur ya… Hâşâ, işte öyle bir durumdu. Kitaplarımızda düşüncelerimizi de açıkça ifade etme özgürlüğü yoktu elbette… Biz de kelimeleri farklı anlamlarda kullanarak, semboller yakalayarak mesaj vermeye çalışırdık… Böyle böyle giderek okuyucularla aramızda şifre ifadeler oluşmaya başlıyordu… Ancak ara sıra bu şifreleşmeleri sezip bizi jurnalleyenlerde çıkardı. Bu yüzden hapislere de düşerdik”
rındaydı. Ancak Halk Cephesi’nde yer alanlarda zaman zaman birbirlerini çeşitli şekillerde suçlayabiliyorlardı. Bahtiyar Vahapzade de bu kardeşler hizipleşmesinden nasibini alıyordu. Onun en çok yakındığı, tarihte Türk’ün Türk’le olan savaşlarıydı. ‘Özümüzü Kesen Kılıç’ piyesinde bu temayı ele alıp işlemişti. Ama işte Türk’ün Türk’e sataşmasından Bahtiyar Vahapzade hayattayken payını almış oldu. Azerbaycan ve diğer Türk cumhuriyetlerinin henüz bağımsızlığını elde etmemiş olduğu bir zamanda Vahapzade yine Ankara’ya gelmişti, bir sohbet toplantısı düzenlemiştik. Şu sözlerini hiç unutmam: “Hazar’ın suları yükseldiği zaman Türk’ün bahtı yücelir, bu tarihte böyle olmuştur. Şimdi Hazar’ın suları yükselmeye başlamıştır. Bahtımız açılıyor, ama benim sizlerden ricam, bunu öyle olur olmaz yerlerde söylemeyelim. Korkarım, başımıza iş açılır diye… Temkinli olalım yani, birilerini uyandırıp başımıza üşüştürmeyelim…” 1992’de gerçekleştirdiğimiz, açılışını Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yaptığı ‘I. Türk Dünyası Yazarlar Kurultayı’na Vahapzade de katılmıştı. Büyük bir heyecanla salona bakarak “Bu bir rüya!”diyordu. Bahtiyar Vahapzade’nin bilim adamlığı, yazarlığı da önemliydi ama o daha çok şairliği ile ön planda oldu. Davası uğruna yer yer didaktik bir şiir tarzını yeğlemiştir. Ancak bu didaktizmin içerisinde felsefi boyutlar kazandırmayı da ihmal etmemiştir. Kendisine Allah’tan rahmet dilerken, onun çok önem verdiği, Yahya Kemal gibi üzerine titrediği, konuşulduğu diyarların vatanımız olabileceği Türkçemizle ilgili şu mısralarıyla sözü bağlamak istiyorum:
Sovyetler Birliği dağılmadan önce Azerbaycan’da Halk Cephesi hareketi başlamıştı. Bahtiyar Vahapzade de bu hareketin ön safla-
77
Bu dil - bizim ruhumuz, eşgimiz, canımızdır, Bu dil - birbirimizle ehdi-peymanımızdır. Bu dil - tanıtmış bize bu dünyada her şeyi Bu dil - ecdadımızın bize goyup getdiyi En gıymetli mirasdır, onu gözlerimiz tek Goruyub, nesillere biz de hediyye verek.■
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
“AZERBAYCAN TÜRK’Ü ÖLECEK A M A K A R A B A Ğ ’ I V E R M E Y E C E K ! ” derleyen: SELÇUK KARAKILIÇ
Mu ' r a y an hti ult Ba m, 'S evdis i all erek ğinde y i d , yüre ğü to ği üttü dile” y bü u “A rlikte run ile bi
ın, alç ar Y tiy ner So Bah de ve â z rkhap n Ko bet a V etti oh . s â Al z bir nda… a s m sna ı e
i hm Fe ru, Ko ar y hti Ba pzade uz ha Va e Yav nt le v Bü iler k â B
78
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
“Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet Sevenleri, toprak olmuş öksüz çocuk gibidir!” beytini ne zaman hatırlasam aklıma, Bahtiyar Vahabzade geliyor. Biraz sonra okuyacağınız röportajda da görüleceği gibi Vahabzade ‘haykırmış bir şair’di. Yani susup pusmadan, korkmadan milletinin iç sesine tercüman olmuş bir şair… Aslında, “Yel kayadan ne aparır?” diye cesaret ve belagatle haykıran bir şairden de başka türlü davranmasını bekleyemezdik. Ona göre bir şairi söyletmek için ‘fışkırtmak, bağırtmak gerekir.’ Çünkü Sovyet cehennemini, ‘Nefesimizi bile çekemezdik…’ diye tanımlayan Vahabzade, her şairin milletinin ülküsü uğrunda yazmasını, kelamını bu yüksek ideal için söylemesini istiyor. Kızıl Cehennemde yaşadığı, gördüğü, şahit olduğu felâketleri, kelimelerin büyüsüne sığınarak milletine duyurması bundandır. Tıpkı Saint Exupèry gibi: “Bizler zayıfız, tek silâhımız geceleri ceylanları kaçıracak kadar güçlü kelimelerimizdir” diyerek kalbinin derinliklerinde gizlenen öz duygularını ve azgın totaliter sisteme olan muhalefetini şiirleriyle gösterebilmiştir. İçli ve dokunaklı sesiyle vicdanından çıkıp diline gelenleri, yüreğinden taşıp söyleyemediklerini ancak yaralı bir yürekle bir şiirinde dile getirmişti: İçimi göstermedim cahil tutan güzgüye Üzde gülüp ürekde müşkülüme ağladım Milletimin derdini ünvanlayıp özgeye Başkasının yasında öz ölüme ağladım. Hasan Âli Yücel: “Şair herkese benzemeyen ve benzemekten kaçan adamdır” diyor ki, doğrudur. Vahabzade’nin şiirleri incelendiğinde göze çarpan en büyük farklılık sanatını milletinin emrine vermesidir. Ferdî dertlerinden ziyade millî ıstıraplar, felâketler, yıkıntılar şiirinin ana konularıdır. Ona göre sanat halk için olmalıdır. “Yeni eş’arda mânâ diye külfet yoktur” mısrasıyla yeni şiirden yakınan Şair Eşref gibi Vahabzade de yeni şiirin konularından ve şairlerinden şikâyetçiydi. Muarızlarına çok haklı olarak şu can alıcı soruyu yöneltir: Vatana, millete hizmet etmeyen sanat kime ve neye hizmet edecektir? Azerbaycan’ın büyük âlimlerinden Hudu Memmedov diyor ki: “İlmin zirvesi sanat, sanatın zirvesi ilimdir.” Bahtiyar Vahapzade, ilmin ve sanatın zirvesine çıkmış mütefekkir bir şairdi. Yukarıda, şairliğinin kapısını aralamaya çalıştım. Ancak bu altın kapı birkaç sayfa ile aralanamaz. Şiir hakkındaki kanaatlerini
yeniden hatırlatmak istedim. Bilindiği gibi Bahtiyar Muallim, Türkiye’ye gelir giderdi. Bu geliş gidişleri sırasında, gazeteci ve edebiyatçılarımızın sorularını cevaplandırmıştır. Vefatından hemen sonra gazete koleksiyonlarını karıştırdım. Elimde şimdi müstakil iki röportaj var. İlki, Zaman gazetesinde Fehmi Koru’nun, ikincisi Gençliğin Sesi dergisinde Soner Yalçın’ın sorularını cevaplamış. Gazeteci Fehmi Koru’nun mülâkatı, politik, edebî ve sosyal konuların cevaplarını ihtiva ederken, Soner Yalçın’ın soruları ise daha ziyade edebiyatın ve şiirin sesine kulak veriyor. Fehmi Koru’nun yönelttiği sorular ve aldığı cevaplar, dönemin Azerbaycan’ı hakkında önemli ve değerli bilgilerle dolu. Gençliğin Sesi’ndeki cevaplar ise Bahtiyar Vahabzade’nin şiir mülâhazalarını yansıtması bakımından ve genç şairlere nasihatleri açısından çok önemlidir. Her iki röportajı arşivlerin tozlu raflarından indirip yeniden okuyucuların dikkatine sunuyorum. Bahtiyar Muaalim her fani gibi dünya değiştirdi. Vefatından önce çekilmiş bir fotoğrafına dikkatle baktım. Yüzündeki kalın çizgiler zalim bir asrın izleri gibiydi. Öz memleketinde gün görmemiş Bahtiyar Muallim’in iç sesinin çığlığıydı belki de. Ak saçlarına gözlerim daldı. Acaba saçına ne zaman aklar düşmüştü? İçimden, yücelere kar erken yağarmış, diye düşündüm. Yüce gönüllü, yiğit bir adam gök kubbemizden başka iklimlere kanat çırparken hüzün bıraktı geriye. Bahtiyar Muallim’in “Elveda” şiirini iktibas ederek sözlerimi tamamlamak istiyorum. Allah, mekânını cennet eylesin.
79
ELVEDA Deyirem sefası bitdi ömrümün, İndi dağ çıhıram, düze elvida. Göze duman cökür, başa gar yağır, Bahara elvida, yaza elvida. Eşgine her zaman mugeddes dedin, Günler elden gedir, sen teles dedin. Çohu istemedin, aza bes dedin, Dedim, coh yoh ise, aza elvida. İndi öz kökünden üzülen menem, Özge bu daglara düzülen menem, İndi ne sensen, ne de men menem, Biz ki, biz deyilik, bize elvida.
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Behtiyar, derinde sızlayıp yaran, Seni keçmişine bağlar her zaman. Zülmet üreyini ışıglandıran, Yolunda şam olan göze elvida. *** Azerbaycan’ın yaşayan en büyük şâiri Bahtiyar Vahapzâde, ülkesi Cumhurbaşkanı Ayaz Niyazioğlu Muttalibov’un resmî gezisine katılan heyetle birlikte geçen hafta Türkiye’deydi. Defalarca geldiği Türkiye’yi ilk kez resmî cendere içinde geziyordu. Konuk Cumhurbaşkanı onuruna düzenlenen yemeklerde karşılaştığımızda ne kadar sıkıldığını yakından gördüm. Bahtiyar Bey’in Türkçe konuşulan her yerde yaygın haklı bir ünü var. Kitapları bizde de birkaç baskı yaptı. Azerî Türkçesi, onun mısralarında, müthiş tatlar bırakan bir lezzete sahip. Son olarak Kültür Bakanlığı üç tiyatro eserini Yavuz Bülent Bâkiler’in Anadolu Türkçesine aktarmasıyla yayınladı. Yavuz Bülent Bâkiler, Bahtiyar Bey’in çok yakını. Zaman okuyucularının daha şimdiden özlediği haftalık yazılarına yeniden başlama hazırlığı olan Yavuz Bülent Bey, biz Bahtiyar Vahapzâde ile konuşurken yanımızda bulundu. Bazı sorular ona ait. Zaman, sekiz aydan beri haftada iki gün özel bir baskı ile Azerbaycan okuyucusuna da ulaşıyor. Çankaya Köşkü’ndeki davette aynı masayı paylaştığımız Türk târih profesörü Sofiev Makhad Mahmudoğlu daha oturur oturmaz, bana: “Ben sizi tanıyorum” dedi. Tanınmamızın sebebi, ‘Azerbaycan-Zaman’. Zaman, Azerbaycan aydınları ve bu arada Bahtiyar Vahapzâde tarafından yakından izleniyor. Aşağıda okuyacağınız mülâkatı, gece yarısı, heyetin kaldığı otelin lobisinde gerçekleştirdik. Azerbaycan’ın bu gün karşı karşıya kaldığı sorunları, istikbalini, özeliklerini konuştuk. Şiir ve edebiyâta, yazarlığa en üst değeri veren Azerî geleneğini de sizlere yansıtmaya çalıştık. Konuşmanın diline çok az müdahale ettim. Herhalde ilgiyle okuyacaksınız. F. K. Konuşan: Fehmi Koru Siz daha önce de Türkiye’ye birkaç kere gelmiştiniz; fakat bu defa ki gelişiniz, resmî heyet üyesi olarak… Resmî gezi nasıl oluyor? Memnun musunuz? Resmî gelişle gayr-ı resmî gelişler arasında elbette
fark var. Ben bir şâirim ve benim için serbest olmak daha iyi. Şimdi heyetle geldiğim için burada resmiyetle davranmak, protokol gerekir. O da bir şâir için sıkıntılıdır. Samimi söyleyeyim: Bir şâir için protokole girmek çok zordur, çok çetindir. Ama bununla berâber çok şâdık; görüşmelerimizden çok şâd olduk. Bu vesileyle Türk milletine, Türk devletine derin minnettarlığımı bildirmek isterim. Azerbaycan’ın şu ân ki durumu hiç eyi değil; ama bu kötü durumumuzda Türkiye bizi halâs eyledi. Bize bir milyon ton tahıl verdi. Yüz bin tonu ivezsiz, yani karşılıksız… Bu bir milyon ton buğday elbette milletin zahmetinin behresidir. Buna göre de, Türk milletine, kardaşlarıma derin teşekkürlerimi bildirirem. Azerbaycan’da şu sıralarda zorluklar neler? Birinci zorluk Karabağ mes’elesidir. Bu Karabağ mes’elesini bizim başımıza bağladılar. Bunda maksat başka şeydir. Ermenileri de kışkırttılar bizim üstümüze. Bizim boynumuza yalancı bir Karabağ meselesi koydular. Bu problem değil aslında… Karabağ eskiden beri Türk memleketidir. Benim aziz dostum Yavuz Bülent Bâkiler’in ulu dedelerinin toprağıdır. Biz başka işlerle meşgul olamıyoruz; bütün vaktimizi, enerjimizi, fikrimizi, zihnimizi yalnız Karabağ problemine yöneltmişiz. Bu müşkülden biz nasıl halâs oluruz? Düşüncemiz bu! Bu müşkülden nasıl halâs olunur? Benim görüşüm anca sulh, barış yoluyla… Çünkü silâhla iş zor. Ermenilerin dayıları, amcaları çoktur. Ermenilere yardım eyleyen çoktur. Ermeniler tam muasır silâhlarla silâhlıdırlar. Bu mesele hem Ermeniler hem de Azerbaycan Türkleri için eyi değildir. Hem bizim taraftan hem onların taraftan kan dökülüyor. Kime gerek? İndi demokrasi devridir. En çetin problemleri ancak sulh ile barış yoluyla halleylemek mümkündür. Ermeniler ne zaman Karabağ’a yerleştirildiler? Târih bize malûmdur. Rusların yazdığı târihlerde, Rus kitaplarında, Alman, Fransız, Ermeni kitaplarında yazıldığına göre Ermeniler Karabağ’a 1828 yılında biz İran Azerbaycan’ından ayrıldıktan sonra geldiler. Meraklı burasıdır ki, onlar 1828 göç yılı için bir anıt yapmışlar. O anıtta “1828-1978” yazıyordu. 150. yılını kaydetmişler. Hâdiseler başladığında anıttaki yazıları sildiler; ama eski şekilleri bizde var. Rusların
80
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Gribayadev isminde büyük bir yazarları var; o özü yazıyor ki: “Biz 50.000 Ermeni’yi İran’ın Maraga şehrinden Karabağ’a göçürttük. Azerbaycan beyleri buna itiraz eyledi. Ancak biz onlara ‘Bu muvakkattir’ dedik. Gribayadev, bizi aldattıklarını açıkça yazıyor. Ben durumu yalnız bunda görüyorum: Ermenilerin bu Karabağ sevdâsından el çekmelidirler. Karabağ bizim toprağımızdır ve biz toprağımızı vermeyeceğiz. 7.5 milyon Azerbaycan Türk’ü ölecek ama Karabağ’ı vermeyecek! Karabağ meselesi mühim; ama sanıyorum başka meseleleriniz de var! Bir başka meselede şu: Tahılımız, erzağımız çatışmıyor. Siz tasavvur eyleyin, bizim 10 günlük ekmeğimiz var. Bizim Cumhurbaşkanı buraya geldi; ben özümü borçlu hesab eyledim. Çok kötü o kadar ilerimiz var; ama bizi bu vaziyetten halâs eyledi. Her iki Cumhurbaşkanı çok sağ olsunlar ki, bize bu yardım elini uzattılar. Bu kıtlık nerden kaynaklanıyor? Biliyorsunuz, ben milletvekiliyim. Milletvekillerinin içinden bir şûra yaptık. 100 neferden ibaret bir millî şûra; 50 nefer iktidardan, 50 nefer muhalefetten… Parlamentoya, toprakların köylüye verilmesi, için bir kanun sunduk. Ama bu toprakların nasıl özelleştirileceğinin kaidesini bilmiyoruz. Kolhozlar dağıldı, ama tahılı şimdi nasıl becereceğimizi, kimin ekeceğini bilmiyoruz. Bu malûm değil. Biz vaktiyle tahıl bulunan yerlerimize Moskova’dan verilen emirle pamuk ektik; şarap yapmak için üzüm ektik… Fakat sizin petrolünüz var; petrol satıp istediğinizi alabilirsiniz! Şu ânda petrolü, tam mânâda, istediğimiz kıymette, istediğimiz miktarda satamıyoruz. Bizim Rusya ile bağlılık mukavelemiz var. Bir yıl daha devâm edecek bu mukavele… Eskiden petrolün % 97’sini kendisine alır; geri kalan % 3’ünü bize bırakırdı. Önümüzdeki yıldan itibâren arttık tamâmen bizimdir. Eğer bizim akıllı, özelleştirmeyi bilen iktisatçılarımız olsa, bizim çetinliğimiz bir yıldır. Rus âlimleri de “15 cumhuriyet içinde bir Azerbaycan bir de Ukrayna kendisini yaşatabilir” diye yazıyorlar. Şimdi yılda 13 milyon ton petrol üretiliyor; ama yeni açılan yataklarda üretim 15-16 milyon tona çıkacak. Bizdeki teknoloji eski, bunun için de harici firmalar gelip, petrolü yeni usul ve teknolojiyle çı-
kartmalıdırlar. Komşu Cumhuriyetlerin durumu nasıl? Ermenileri hariçten destekliyorlar. Amerika’dan, Fransa’dan, yani Hıristiyan devletlerden destek alıyor. Silâh dahil her bir şey veriyorlar Ermenistan’a… Amerika’da ve Fransa’da Ermeni milliyetçileri olduğunu biliyorsunuz; onlar bunlara her zaman yadım ediyorlar. Gürcüler de sıkıntı içindedirler. Biliyorsunuz, Gürcistan’da da vatandaş harbi (iç savaş) felâketini saldılar. Çünkü Gürcüler Birlik Mukavelesi’ne imzâ atmadılar. Bütün Türk Cumhuriyetleri imzâ attılar galiba… Hepsi attı. En sona biz kaldık. Sonra hisseyledik ki, eğer imzâ atmazsak Gürcistan’daki vaziyeti bizim başımıza da getirecekler. Diğer beş Cumhuriyet imzâladı; biz, Cumhurbaşkanına imzâ atmaması için baskı yaptık. Başka yol kalmayınca imzâyı attı. “Ama biz, Millî Şûra’da Başkan’ın imzâsını kabul etmediğimize dair karar çıkarttık!” Ne olur? Meselâ Kızıl Ordu müdahale eder mi? Yok, o olmaz. Bizi kendi kendimize kırdırırlar… Siyâsî partilerin durumu ne? Halk Cephesi nasıl? Halk Cephesi yegâne kuvvetli muhalefettir. Başında bulunanlar da son derece namuslu insanlardır. Kusurları, noksanları olabilir; ama onlar yüksek adamlardır. Meselâ Halk Cephesinin başında bulunan Ebulfez Bey son derece pak, son derece temiz, güzel, akıllı ve cesur bir insandır. Öbür partiler zayıftır. Bizde parti çoktur, günde bir parti çıkar. Bağımsız Devletler Topluluğu sizce ne olur? Orada amaç, emperyayı koruyup saklamak… Maksat o ve biz de onu anlıyoruz. Durum öyle ki, başka bir çıkış yok! Biz artık bağımsızız. 73 devlet bizi tanıdı. Dâhilî işlerimize müdahale edilmiyor. Meselâ biz, Türkiye ile mukavele bağlarken Rusya’dan soruşmuyoruz. Filân yere giderken sormuyoruz. Eskiden nefesimizi bile çekemezdik. Şimdi biz, tam serbest olmasak da yüzde 80-90 serbestiz. Bu serbestlik insanlar üzerinde nasıl bir tesir meydana getiriyor? Millet erzak bakımından sıkıldı, yoksullaştı; fi-
81
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
yatlar pahalılaştı, bir de Karabağ Meselesi çıktı. Bu dertlerden millet halâs olamıyor. Ona göre de bu bağımsızlığını bayram eyleyemedi. Zahiren gülüyor; ama içinden ağlıyor. Vaziyet sın derece kötü. Etin bir kilosu şimdi 100-120 manat. Bu daha önce 7-10 manattı. En düşük maaş 320 manat, en yükseği ise 2000… Benim maaşım 1600 manat, demek ki, 12 kilo et alabilirim ancak… Benim derdim yoktu. Kitaplarım basılır, oradan alırım. Bizde bir de Yavuz Bey bilir, şâire el dolandırılır. Bizde şâirin elini cebine salmazlar. Ben de Bakû’deyken size gösterilen itibarı görmüştüm. O itibarı sizin şahsınıza mı gösteriyorlar yoksa şâirlere mi? Umûmiyetle şâirlere… Şâir tayfasına, aksakala hürmet var. Şâirin evlâtlarının düğününe iştirakini şeref bilirler. Ama bazı şâirlere daha fazla itibar olur. O da onun şahsiyetiyle ilgili. Milletin derdiyle ne derece ilgileniyor? Milletin derdine yanıp ilaç eyleyebilir mi? bunlar büyük şart… Bu sıkıntılar nasıl geçecek sizce? Bir yıla kalmadan biz bu sıkıntıdan halâs olacağız. Ben iktisatçı değilim; ama eğer bizim iktisatçılar doğru, düzgün yol tutsalar biz bir yıla varmaz kurtulacağız. Bu arada Türkiye’ye de vazifeler düşüyor. Türkiye, Azerbaycan için ne yapabilir? Türkiye bize yeni yeni fabrikalar dikebilir. İran gelip bize kemer, kayış fabrikası dikti. Ben de hislendim, asabileştim ve bir makale yazdım: “Hükümetimiz çok akıllın hükümettir. Şimdi yemeğe bir şey yok, pantolon düşecek diye bize kemer fabrikası kurdurdu.” Cumhurbaşkanı o yazıyı okurken gülmüş… Turgut Özal Bakû’ye geldiğinde Türkiye’de yapılan bir telefon santrali açılmıştı. O santral çalışıyor mu? Çalışır; ama biz kullanamayız. Bakanların hepsinin odasında var. Biri hükümet telefonu, onlar kendileri istedikleri zaman kullanabilirler. Telefon şimdi tam belâ. Bizim hatlar çok kötü. Bakû içerisinde birbirimizle bile konuşamıyoruz. Bizim Ulaştırma Bakanı bana, Türkiye’den gelenlerin, 50-60 milyon dolar versek telefonun düzelece-
ğini söylediklerini anlattı. Son yıllarda Türkiye’den gelen sanayici ve tüccarlar oldu. Bunlar bir şeyler yapıyorlar mı? Çok az! Hem bizim tarafta kusur var hem Türkiye’de… Bizde bürokrasi büyük engel. Türkiye’den gelenlerin ekseriyeti kazanmak istiyorlar. Yardım eylemek, borç vermek istemiyorlar. “Fabrikayı kur, parayı sonra al!” demeye iltifat etmiyorlar. Tekrar kültür ve edebiyât alanına dönelim müsaadenizle... Siz, sanıyorum Türkiye’deki edebî çalışmaları izliyorsunuz; nasıl buluyorsunuz? Türkiye’nin edebiyâtı yahşi durumdadır. Bilhassa tahkikat eserleri. Ben birçok yüksek seviyede, güzel tahkikat eseri okudum. Nesir de, şiir de güzeldir burada. İsterim ki, bizimle şiir yarışmaları olsun. Benim en yakın dostum Yavuz Bülent, serbest vezinle yazıyor. Ben serbest vezinle yazmak istiyorum, yazmıyorum; ama okuyorum ve seviyorum. O da kayıtsın, bizim eski veznimizle, heceleye yazsın istiyorum. Başkaları da öyle yapsın. Yeni Düşünce’de yazan Abdürrahim Karakoç’un halk tarzıyla yazdığı şiirleri çok beğeniyorum. Çok hoşuma gitti, kendisine mektup yazdım. Türkiye’de nesir de güzeldir; ama hususiyle tiyatro eserleri… Bir sürü piyesler okudum; çok hoşuma gitti. Sizin de üç piyesten oluşan bir kitabınız Türkiye’de Kültür Bakanlığı tarafından yayınlandı yakın zaman önce: “Nereye Gidiyor Bu Dünyâ, İkinci Ses, Feryad”… Evet, kardaşım Yavuz Bülent’in zahmetiyle… Kendisine burada çok teşekkür etmek istiyorum. Bir nokta hep dikkatimi çekmiştir: Kırgızistan’da Cengiz Aytmatov, Kazakistan’da Olcas Süleymanov, Azerbaycan’da siz… Eski Sovyetlerdeki cumhuriyetlerde şâirler ve romancılar insanlar üzerinde bayağı etkililer... Bunun sebebi ne? Bu güzel bir soru, izah etmek isterim... Sovyetler Birliği dağıldı. Sovyet emperyası gitti. Bu emperyanın çok kötü işleri vardı, zulüm, esaret gibi... Ama özünde iyi cihetler de vardı. Fizikte güzel bir söz var: Tesir aksi tesirle beraberdir. Ben sizi sıktıkça siz de benim sıktığım kadar mukavemet gösterirsiniz. O mukavemeti, o sıkıntıları biz hissettik. Şâiri fışkırtmak, bağırtmak için sıkman lâzım. Rusya’da da, Türk
82
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Cumhuriyetleri’nde de o sıkıntının içinde büyük yazarlar yetişti. Cengiz Aytmatov’un eserleri baştanbaşa Sovyet emperyasına karşı çıkar. Bu emperyanın sıkıntısını yaşamasaydı o romanları yazamayacaktı. “Gün Uzar Yüzyıl Olur” dehşet eserdir... Bir de sanatçıya gösterilen rağbet var. Bu rağbetin sebebini de merak ediyorum... Haklısınız. Burada, Türkiye’de şâire, yazara o kadar hürmet yok. Türk Cumhuriyetleri’nde, Rusya’da, hatta Ermenistan’da, Gürcistan’da şâire, yazara karşı hürmet çok büyüktür. Ben eski Sovyetler Birliği’nde yazara olan rağbeti dünyanın hiç bir yerinde görmemişim. Bu neden, bilmiyorum... Gelenek olabilir. Sizin kitaplarınız ne kadar basılıyor? Son kitabım 50 bin basıldı, bir haftada bitti. Yeniden 26 bin adet basıldı. İki yıl önceyle bugün arasında ne değişti? Yönetimde, bürokraside bulunan adamların birçoğu aynı... Evet, adamların çoğu aynı; ama çok şey de değişti. Meselâ, ben şimdi sizinle serbestçe konuşuyorum, üç yıl önce böyle konuşamazdım. Üç yıl evvel kendi evlâdıma böyle demeye korkardım. Evlâdım gider başka bir yerde konuşur bizim aileye zarar gelebilir diye... Şimdi serbestlik geldi. Bizim millet gazetelerden korkar. Niye? Çünkü Sovyet zamanında, görevde bulunan bir nefer hakkında tenkidî makale çıksaydı yarın onu hapsederlerdi. Evvel üç-dört gazetemiz vardı; şimdi yüz gazetemiz var. Şimdi gazeteler yazar, köylerde adamın yarın hapsedileceği konuşulur; ama bir şey olmaz. Eskiden fakültelerde edebiyatla birlikte, siyasi iktisat, Marksizm-Leninizm, ateizm okutulurdu. Filoloji fakültelerinde, talebelere 400 saat edebiyat, 400 saat siyasi iktisat, 400 saat Marksizm-Leninizm ve 400 saat ateizm dersi verilirdi. Şimdi bunların hepsi gitti, ağırlık edebiyata verildi. Dini yönden bir gelişme var mı? Bu konu çok mühim. İran’ın tesiri büyüktür. İran epey para sarf ediyor. Ben Türkiye’deki din hadiminin öğrettiği dini istiyorum. Burada tanıştığım din hadimleri benimle felsefe, matematik, riyaziyat tartışıyor. Ankara’da Kocatepe Camiine hayranım, orada
çalışan âlimler ne kadar bilgili... Azerbaycan’da dine karşı çok büyük ilgi başladı. Bütün köylerimizde camiler, mescitler açılıyor. Sizin diğer Türk Cumhuriyetleri’yle irtibatınız var mı? Tabii. Bazılarında, meselâ Özbekistan’da dinî şuur millî şuurun üstündedir. Ama göçebe olduklarından Kırgızistan’da dinî şuur pek yoktur. Karabağ mes’elesinde Türk Cumhuriyetleri bizi desteklemedi. Belki onların da kendi dertleri var. Orta Asya’da millî şuur bizdeki gibi güçlü değil. Belki bir kabile şuuru var onlarda, millet şuuru yok... Eski Sovyetler Birliği’nin ve Azerbaycan’ın istikbalini nasıl görüyorsunuz? Bu iş uzun gitmez. En fazla iki yıl sonra biz tam bağımsız oluruz? En geçi bu... Bu yarın da olabilir. Belki yarın, belki yarından da yakın... En uzağı iki yıl. Bu birlik üç aydan fazla gitmeyecek. Rusya 60 milyar ruble borç çıkardı bize. Tümüyle inkarladık. “Sen önce bizden apardığını ver” dedik. “70 yıl çektiğin petrolün parasını koy, biz de sana borç ödeyelim” dedik. Bugüne kadar 1 milyar 250 milyon ton petrol aparmışlar bizden... Çok teşekkür ederim... Zaman gazetesi, 2 Şubat 1992, s. 9
Şâir olmak isteyen gençler Yunus emre çeşmesinden su içmelidirler! Konuşan: SONER YALÇIN Bugün Türk dünyasının belki de yaşayan en büyük şâirisiniz. Türkiye’deki kanaat de budur. Siz Türk dünyâsının hem Dede Korkud’usunuz hem de gerçekten san’at irtifaı bakımından en yüksek seviyesindeki şâirisiniz. Bu şiirinizin kaynakları ne? Biz onu merak ediyoruz. Bu güzel ve aydın ses nereden geliyor? Bildiğiniz gibi edebiyât, için sesidir, için isyanıdır. Yüz yıl önce Türk âlimlerinden, Mehmet Ali Tevfik diyor ki: “Habibi, Fuzuli’nin sevgilisinin babası ve çok güzel bir şâirdir. Lâkin onun Türk edebiyâtına en büyük hizmeti şundan ibarettir; ne güzel yapmış da kendi kızını Fuzuli’ye vermemiş. “Fuzulî, Habibi’nin
83
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
kızı Nergiz’i sevmiş lâkin babası ona vermemiş ve Fuzuli’nin uçması, Fuzuli’nin kanatlanması buradan başlamış. Kendi muhabbetinin dahili heyecanlarını aksettirmiş ve bununla da tüm dünyadaki Türk halklarına büyük bir hizmet yapmış. Ne güzel olmuş da kendi kızını Fuzuli’ye vermemiş. Çünkü şâiri sarsmak, şâiri ezmek, şâiri tahrik etmek lâzımdır. Nalet edip haykırsın. Benim de birinci kaynağım budur. Az çok kendimi anlamaya başladığımdan bu zamana kadar ben haykırıyorum. Çünkü milletim ezildi. Gözümün önünde milletimin ezilmesi, ellerinden hukukî haklarının alınması bende bir protesto yarattı. Eğer benim eskiden yazdığım şiirler okunursa, şiirlerimin çoğunda satır altı mânâlar olduğu görülecektir. Ama milletim onu anladı. Meselâ ben Cezayir’e gittim. Gördüm ki Cezayirliler kendi dilinde konuşmuyorlar. Fransızlar işgalden sonra mecbur etmişler Fransızca konuşmaya, onlarda kendi dillerini unutmuşlar. Bizim Azerbaycan’da da resmî işlemler, toplantılar Türkçe yapılmıyordu. Bu aynen bize benziyordu. Azerbaycan’a dönünce bir şiir yazdım, şiirin ismi LÂTİN DİLİ. Bu şiirde diyorum ki: Yeryüzünde Lâtin diye bir halk yoktur, mahvolup yok olmuştur. Lâkin dili yaşıyor kelimelerde. Bütün terminolojiler, Lâtin dilinde. Tabiî bilimlerdeki terimler yine Lâtin dilinde yazılmıştır. Ama yeryüzünde öyle halklar var ki kendileri yaşıyor dilleri yok… Ben bu şiiri yazınca bana dediler ki: “Sen bu şiirde ne demek istiyorsun? Bu bize benzedi.” Ben de dedim ki: “Bunu sen dedin, ben demedim.” Milletime yapılan haksızlıklara şiirlerimde her zaman itiraz edip, isyan ettim. Benim yazıma kaynaklık eden unsurların başında halkıma, milletime bağlılık gelir. Milletin folkloru, milletin târihi, milletin an’anesi bunlar benim esas kaynaklanırıdır. Efendim, son şiir kitabınız olan “Şehitler Destanı”nda diyorsunuz ki: Katil bizimle bir gece o gece hem de Hakkı hakikati tuttu kurşuna bu mısraınızdan da anlaşılacağı gibi kanlı Ocak-1990 baskınını hak etmediğinizi, beklemediğinizi anlatmak istiyorsunuz. Böylesine beklenmedik bir olay bir günde nasıl gerçekleşiyor, bunun sebepleri sizce nelerdir? —Çok derin bir mes’ele. Kısaca demek lâzımsa, biz beklemiyorduk gözlemiyorduk böyle bir olayı.
Rusların bizi ezip kıracağı aklımızın ucundan bile geçmiyordu. Bir gecenin içinde bizi de, hakkı da kurşuna tuttu. Bizim kurşuna tutulmamız hakkın kurşuna tutulmasıdır. Biz hakkız, adaletiz, düzgünüz. Biz, kendi toprağımızı istiyoruz. O bizi kurşuna dizmedi hakkı da kurşuna dizdi. Biz, “Gençliğin Sesi” dergisinde gençlerimizin şiire de yöneldiğini görüyoruz, şiire oldukça alâka gösteriyorlar. Bu genç şâirlerimize gerçekten şâir olabilmeleri için neler öğütlersiniz. Neler tavsiye edersiniz? Şâir olmak isteyen gençlerden benim ricam şudur; Türk edebiyâtını, eski edebiyâtı iyi okusunlar. Fuzuli’yi, Nesimi’yi Mevlana’yı, Yunus Emre’yi, bilmeyen, o çeşmeden su içmeyen bir kimse gerçek bir şâir olamaz. Bu mümkün değil. Bunları bilmeyen şâirler Avrupa milletleri için mi yazıyor, yoksa kendi milletleri için mi yazıyor, bilmiyorum. Kendi milleti için şiir yazan bir kimse kendi milletini iyi bilmelidir. Kendi milletinin arzularını ve dertlerini dile getirmelidir. Ne kadar şiir yazabilirsiniz mezar korkusuna, çiçeğe... Şâir, milletinin dertlerini, sevincini yazmalıdır. Ben Türk şiirini okuyorum, tamamen sembollerle dolu. Size semboller lâzım değildir. Vaktiyle sembollerden biz de istifade ediyorduk Çünkü sözümüzü açıkça söyleme imkânımız yoktu. Bu yüzden sembollere sığınıyorduk satır altı mânâlarla halkımıza mesajlar iletiyorduk. Ben istiyorum ki şâir olmak isteyen genç şâirler Türk’ün kopuzundan doğsun. Dede Korkud’dan doğsunlar, Yunus Emre’nin çeşmesinden su içsinler. Türk gençlerine, Gençliğin Sesi okurlarına söylemek istediğiniz bir şey var mı? Tabiî ki var. Türk gençliğine benim diyeceğim şudur: Çağdaşlaşmak ve gelenekten kaçmamak. Gelenekten kaçmamak şartıyla muasırlaşmak geleneklerden kaçmak geçmişimize tükürmektir. Atalarımızı sevmemektir. Size kendimin bir sözünü söyleyim: “Geçmişine gülle atanın geleceğine top atarlar.” Geleneklerimizi ne zaman tamamen ortadan kaldırıp bir kenara atarsak geçmişle olan köprülerimizi kendi ellerimizle yıkmış oluruz. Bu da bizi felâkete sürükler.
84
Çok teşekkürler Sayın Vahapzade Ben teşekkür ederim.
Gençliğin Sesi dergisi, S. 17, Eylül 1991, s. 2-4
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
RAMAZAN DEMİR*
B
Siyasallaştırılmış kin ve nefretin yetiştirdiği fidan ve verdiği ürün kendisi gibi nefret ve kin ürünü oldu; bu kini üretmeye devam etmesi âdeta kaçınılmazdı. Ermeni diasporasının yürüttüğü bu kin ve nefret siyaseti yıllar yılı süregeldi. Bu olayın yeniden filizlenip gündeme getirildiği bir dönemi yaşıyoruz.
irinci Dünya Savaşı’nın savaş ortamında Ermeni -Türk ilişkilerinde 10 şiddetinde bir deprem oldu. Savaş hâlindeki Osmanlı ordusuna cephe gerisinde saldıran, sivil halkı katleden, isyanlar çıkaran Ermeni vatandaşlara bir ceza biçildi; savaşın devam ettiği bölgelerde yaşayan Ermenilerin bulundukları yerlerden alınıp imparatorluk toprağı olan bir başka bölgeye zorunlu göçe tabi tutulması; tehcir… Bu yıllarda meydana gelen olaylar, sadece 1914 -1915 yılları ile sınırlı değildir. Bunun detaylarının anlaşılması ve ortaya çıkarılması için konu, araştırıcıların ilgisini beklemektedir. Ermeni tehciri çok zor bir karardır, acı bir olaydır, ıstırap vericidir. Osmanlı hükümeti bu kararı vermeden üç kez konuyu tartışmış ve sürekli ertelemiştir; belki isyandan vazgeçerler diye… Hatta Ermeni çete partilerinin (Hınçak ve Taşnak) Erzurum’da yaptıkları yıllık kongreye İttihat ve Terakki Cemiyetinden kalabalık bir heyet (56 kişi ile) de katılarak, savaş hâlinde Osmanlının yanında yer almaları karşılığında Doğu Anadolu’daki 6 vilayetin muhtariyeti teklif edilmiştir. Buna rağmen Ermeniler kabul etmemiştir bu teklifi. Ermeni liderlerine Talat Paşa ayrıca üç kez bakanlık *Prof. Dr. Akdeniz Üniv. Fen Ed. Fak.
85
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
teklif etmiş ama yine de kabul ettirememiştir. Bu zorunlu göç kararını verenler de bunu isteyerek, severek vermediler. Son çare olarak, tek çıkışı bu kararda buldular. Tehcir öncesi ve sonrası hem Türk-Kürt vatandaşlar hem de Ermeni vatandaşlar için oluşan acılar tasvip edilecek, onaylanacak şeyler değildir. Harp hâlinde olan bir milletin ordusuna, sivil halkına yine o milletin vatandaşı olan bir başka terörist millet tarafından saldırılması, katledilmesi, kısaca arkadan vurulması gibi bir ihanetin sonunda alınmış zorunlu bir karar… Tabii ki ne göç eden ne de katledilen milletlerin varisleri, geride kalan soyları bu acıyı unutmadılar, unutamadılar. Sonuçta kin ve nefret üzerine kurulan bir siyasi ideolojinin ektiği tohumların verdiği-vereceği meyve de aslına uygun olarak gelişecekti. Böyle de oldu maalesef. Siyasallaştırılmış kin ve nefretin yetiştirdiği fidan ve verdiği ürün kendisi gibi nefret ve kin ürünü oldu; bu kini üretmeye devam etmesi âdeta kaçınılmazdı. Ermeni diasporasının yürüttüğü bu kin ve nefret siyaseti yıllar yılı süregeldi. Bu olayın yeniden filizlenip gündeme getirildiği bir dönemi yaşıyoruz. Son yıllarda Batı emperyalizminin dayatmasıyla bu kin ve nefret, Türkiye üzerinde “Demokles’in kılıcı” gibi sallanan siyasi bir oyun hâlini aldı. 1915 isyanı ve ihanetine Ermeni vatandaşları hazırlayan ve kışkırtan Batılı emperyal güçler, bugün de farklı bir kimlikle sahnedeler. Özellikle iç işbirlikçilerle beraber yeni senaryolar peşindeler. Bunun tipik bir ürünü olan “özürcü imzacılar” davranışı yepyeni olayların başlangıcı haberini vermektedir. 1915 yılında, sebepleri herkesçe malum olan, Ermenilerin Anadolu’dan göç ettirilme nedeniyle meydana gelen kayıp ve çekilen acılar dikkate alınarak “Ermeni Kardeşlerden” (bu kelimenin kökü, “karındaş” kelimesinden gelir; yani aynı karından türeme anlamını yüklenir) “özür” dileyen imzacıların başını çekenlerin “malum” kişiler olduğu bilinmelidir. Türk milletinin her türlü milli ve kutsal değerlerine ters olmayı bir görevmarifet sayan bu imzacı grubun iyi tanınması gerekiyor. Kim bunlar? Burada isimlerini vermeye gerek yoktur; bu isimleri Türk milleti “Internet”
sayfalarında zaten öğrendi, merak eden yine bu kaynaktan öğrenebilir. Bu vatandaşlar, “Ermeni kardeşlerinden” “özür” dilerlerken, o “kardeşlerince” katledilen Türk-Kürt vatandaşlarını her nedense unutuyorlar. “Onların ki can patlıcan mı?” diye soranlara verecekleri cevabı pek olmasa gerek. Bu imzacı vatandaş grubu, böyle bir “özür” ifadeye imza atarlarken yabancı bilim insanlarının konu hakkındaki tavır ve yayınlarını da göz ardı ediyorlar. Diğer bir deyişle yabancı tarihçiler, Türkleri savunma gereğini duymuşlardır. Ve şu ifade son derece önemli ve ibret vericidir: “Türkler suçludurlar, çünkü tarihlerine sahip çıkmıyorlar.” Bu, sadece küçük bir örnektir. Bir örnek daha verelim: Yıl 1993, Princeton Üniversitesi Tarih Profesörü Bernard Lewis, Paris’te yayınlanan “La Mond” gazetesinde bir makale yayınlar. Makalenin bir yerinde aynen şu ifade vardır: “1915 yılında Osmanlının yaptığı Ermeni tehcirinin bu sırada meydana gelen olayların ve ölümlerin bir soykırım olmadığına, savaşın bir yan ürünü olduğuna, ilgili tüm arşivlerden yaptığım araştırmalar sonunda vardım.” La Mond gazetesinde bu makale yayınlayınca, Paris’te Bernard Lewis mahkemeye verilir ve mahkeme kararıyla 1 Franklık sembolik bir ceza alır. Sebebi nedir? Ermeni soykırımını inkâr etmek! Fransa’daki bu yüz kızartıcı mahkeme kararından sonra yine Fransız tarihçilerinden oluşan kalabalık bir tarihçi grup, Ermeni konusunda soykırım olmadığını söylediler ve bir bildiri yayınladılar. Bu tarihçiler de şunlardı: Bernard Lewis, Andrew Mango, Justin Mc Carthy, Stanford Shaw başta olmak üzere 143 tarihçi. Paris’te bildiri yayınlayarak Ermeni soykırım yalanını dünyaya haykıran yabancı bilim insanlarının bu sağduyusunu dahi göremeyen bizim “imzacı özürcüler” için hangi sıfatı uygun bulursunuz?... Doğrusunu isterseniz böyle bir durumda ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Güya bu muhteremler “aydın”mış! ** Kendini “bulunmaz Hint kumaşı” sanan ve her “kalburun altından çıkan”, hukukçu geçinen bir bayanın çıkıp “… efendim bana tehcirden
86
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
önce tek Ermeni isyanı ve hareketini gösterin. Yok, böyle bir şey…” demesi inanılır ve anlaşılır bir olay değildir. Bunu diyecek kadar dünyadan bihaber kişiler her gün medyada arzı endam ediyorlar. Bu kadar cehalet ancak hukuk tahsili ile mümkün olabilir diyesi geliyor insanın… Doğrudur, 1914-1915’te bir dram yaşandı. Bir trajedi idi o. Keşke hiç olmasaydı, o acı olaylar yaşanmasaydı. 850 sene Türklerle beraberce, kardeşçe yaşayan Ermeni vatandaşlar keşke Batılı emperyalistlerin oyununa gelmeseydi, onlara kanmasalardı da o acı olaylar yaşanmasaydı. Ancak olan olmuş, gerçekleri de ne saklamak ne de inkâr etmek mümkündür. Olayların doğru ve açık olarak bilinmesinde yarar vardır. Devletin en üst makamlarına göreve gelen Ermeniler için “sadık millet” denmesinin temelinde yurttaş ortaklığının anlamı vardır. Bu sonsuz güven sonucu devletin her kurumuna girmişlerdir. En üst makamlara ulaşmışladır. O vakitlerde nefret ve kin siyasallaştırılmamıştı. Çarpıcı bir örnek verelim; bugün birer mutlu Türk vatandaşı olarak yaşayan Der Daron (Papaz), Garo Mafyan (Müzikçi), Surp Pirgiç (Sağlıkçı) acaba bu kin ve nefret siyaseti üzerinden hareket etselerdi bu rahatlığa ulaşırlar mıydı? Bu topraklarda herkes gibi sade vatandaş olarak yaşadıklarına göre kimsenin bir diyeceği olamaz. Ancak zamanında isyan ve ihanet ederek bu toprakları terk etmek mecburiyetinde kalmış olan Ermenilerin ille de “biz bu topraklara aitiz” demelerine karşın dirayetli devlet adamların söylemesi gereken bir şey olmalıdır. En azından şu hatırlatılmalıdır: “Hiçbirimiz hiçbir yere ait değiliz!” Bugün eğer çok kültürlü bir toplum olarak barış içinde bir arada yaşıyorsak, bunu Gazi Paşaya borçlu olduğumuzu unutmamalıyız. Bizler Cumhuriyet sayesinde, laiklik sayesinde kilisede, havrada, camide ibadetimizi yapıyoruz. Bundan rahatsız olanlar her zaman ayrılık tohumlarını ekmeyi istemişlerdir. Buna meydan vermemek herkesin görevi olmalıdır. ** Tehcir nedeniyle göç ettirilen Ermeni vatandaşın sayısı hakkında farklı rakamlar vardır. Bunlar, farklı kaynaklardan ve farklı kişilerin farklı
yaklaşımlarından dolayıdır. Bunun kesin rakamı yaklaşık olarak Osmanlı salnamelerinden, yani devletin yaptığı nüfus sayımlarındaki kayıtlardan ve diğer kaynaklardan elde edilen belgelerin kıyaslanmasından anlaşılır. Örneğin 1914 sayımına göre Osmanlı kayıtlarında Ermeni nüfus 1.294.000 olarak verilmiş. Buna karşılık; Ermeni Patrikhanesi kayıtlarına göre 1.915.000, İngilizlerin kayıtlarına göre 1.845.000, Fransız kayıtlarına göre 1.600.000, İngiliz David’in raporuna göre 1.579.000, Amerikalıların hazırlattığı rapora göre 1.924.000 olarak kayıtlar vardır. Şimdi bu rakamların hangisi doğru kabul edilmeli ya da edilecek? Bu rakamlar arasında en gerçekçi rakam olarak İngilizlerin verdikleri rakam Lozan’da esas alınarak barış görüşmelerinde konu edinilmiştir. Emperyalistlerin Lozan’da öne sürdükleri ve Ermeni halkına özel işlem istedikleri rakam David’in rakamıdır. Diğer bir ifade ile Lozan’da tartışmaya konu olan ve Osmanlıdaki Ermeni nüfus olarak kabul edilen rakam, 1.579.000 rakamıdır. Buna göre ne Osmanlının kayıtları ne de diğer kayıtlar dikkate alınmış. Burada sorulması gereken diğer bir soru da şudur: 1922 yılına kadar Osmanlı topraklarında ne kadar Ermeni vatandaş vardı? Bu sorunun cevabı Türk Tarih Kurumu tarafından araştırılmış. Nasıl mı? Tehcirden sonra ABD giriş yapan limanlardaki “Yolcu Defterleri” incelenmiş, ABD giriş yapan Osmanlı vatandaşı Ermenilerin isimleri tek tek çıkarılmış, sayılmış. Bu araştırmaya göre 1.200.000 bin Ermeni ABD’ye sağ olarak giriş yapmış. Tehcirden önce var olan Ermeni nüfusu ile tehcirden sonra var olan Ermeni nüfus arasındaki fark yaklaşık 420 bin olarak belirlenmiş. Yani Anadolu’da tehcir öncesi ve sonrası Ermeni nüfus kayıtlar bu rakamı gösteriyor. Bunun anlamı şudur: Bu kadar Ermeni vatandaş göç ettirilmiş. Bunların ne kadarının yollarda hastalıktan, iklim şartlarından, eşkıya saldırılarından, görevlilerin ihmalinden dolayı zayi olduğu bilinmiyor, bilinmesi de pek mümkün görülmüyor. Ancak bazı araştırmacılara ve Türk Tarih Kurumu yetkililerine göre, tehcir sırasında eşkıyalar tarafından yaklaşık 8 bin Ermeni öldürülmüştür. Diğer bir tahmin hastalıktan ölenlerin sayısı yaklaşık 35
87
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
bin civarında. Rus askeri Doğu Anadolu’yu terk ederken birlikte Rusya’ya, Erivan’a dönmek için 191 bin Ermeni yola çıkıyor, Rus ordusuyla birlikte. Bunların yaklaşık 161 bini Rusya’nın ilgisizliği, yiyecek ve destek vermemesi nedeniyle yolda aç bırakıldıkları için bir kısmı açlıktan, çoğu da hastalıktan ve soğuktan ölüyorlar. Bu rakamlara, kendilerini “farklı mezhep ve ırktan ” gösteren Ermeniler de dâhil edilirse, Lozan’da esas kabul edilen Ermeni nüfusuna yakın bir rakam ortaya çıkmaktadır. Tabii ki bu rakamlar mahalli ve mülki idarelerce tutulan sevkiyat raporları, görgü tanıklarına dayanılarak tahmin ediliyor olmalıdır. ** Tehcir sırasında öldürüldüğü iddia edilen ya da öyle varsayılan Ermeni vatandaşların nerede ve nasıl öldürüldüğü hakkında elle tutulur kanıt ortaya konulmadığı için bu iddialara karşı herkesin merak ettiği bir konu var; mademki katliamın yapıldığı iddia ediliyor, o zaman bu insanların da Müslümanlarınki gibi toplu mezarları olmalı. Fakat bugüne kadar Ermenilere ait tek toplu mezar gösterilemedi. Gösterildiği takdirde onların da mezarları açılmalı ve antropolojik incelemeye tabi tutulmalıdır. ** Tehcir kararının alındığı 27 Mayıs 1915 tarihine kadar Doğu Anadolu’da, yani tehcir tarihine kadar 122 bin Müslüman vatandaş Ermeni çeteleri tarafından katledilmişlerdir. Bunların isimleri ve katledildikleri yerler Genel Kurmay kayıtlarında mevcuttur. Bunu saklamak ve inkâr etmek ne mümkün! Yine belgelere göre 1914-1915 yılları arasında Ermenilerce katledilen Müslüman sayısının 530 bin civarında olduğu biliniyor. Bu sayıya tehcir öncesi katledilen 122 bin dâhildir. Katledildikleri tarihler, köyler, kasabalar, mahallerin hepsi kayıt altına alınmıştır. Bu sayı, bilinen ve kaydedilen rakamdır. Bir de bilinmeyen, kayıt altına alınmayanlar var. Kayıt altına alınanlardan birkaç örnek: Kars’ta 20 bin, Van’da 6 bin Müslüman yakılarak öldürüldü. İkinci Van İsyanında 80-100 bin Müslüman Van’ı terk etti. Bunların 30 bini yollarda öldü. 17 Nisanda Van, 18 Nisanda da Bitlis düştü.
Bu süreçlerde savaşarak ölenlerin yanı sıra toplu katliamlar da olmuştur. ** Fransız işgali sırasında Ayıntap (Antep) kuşatması boyunca Fransızlara yardım eden Ermeniler yine hayal kırıklığı yaşayacaklardı. Emellerine ulaşamadılar. Karşılıklı vuruşmada, Ayıntap kuşatmasında ölen Türklerin sayısı da Ermenilerin sayısı da çok net değil. Müslüman halkın tahmin edilen rakam 7 bin civarındadır. Ayıntaplı milislerin tarihe destan olan kahramanlıkları kelimelerle anlatılamaz. Kahramanlıklarının anısına bugünkü Gaziantep’te bulunan “şehitler anıtı” vardır. Milis kuvvetlerin başında, komutan “Şahin Bey” ismi dillere destan olmuştur. Aylar süren kuşatmadan dolayı şehir her türlü gıdadan mahrum bırakılmış; kedi ve köpekler de dâhil yenecek tek canlı ve varlık kalmadığı için teslim oldu Ayıntap! Kahramanca çarpışarak şehit olan milislerin başında Ayıntaplı Şahin Bey vardı; vefa borcu olarak her yıl bu kahramanlar anılmaktadır. Bu kuşatmada Fransızların birinci derecede destekçisi Ermeni vatandaşlardı. Bu başarıdan dolayı bayram yapmaya başladılar. Çünkü bu işgalle birlikte bir kısım Ermeni geri geldi Ayıntap ve Maraş bölgesine. Ermeniler yeniden umutlanmaya, şımarmaya, “bağımsız Ermenistan” hayalini kurmaya başladılar. Diğer bir ifade ile tehcirle sönen hayalleri “hortlamaya” başladı. Ne yazık ki Fransızlardan da sonuç alınamayacağını kısa süre sonra anladılar. Ve geldikleri gibi geri döndüler. Geri dönerken Klikya bölgesinde bulunan Ermeni kiliselerinde ne kadar değerli tarihî eşya varsa taşımaya başladılar. Bunun en tipik örneği Kozan Ermeni Kilisesidir. Buradaki tüm değerli eşyalar ve eserler beraberlerinde götürüldü. Bununla birlikte diğer Anadolu’daki birçok kilisenin, örneğin Sivas-Adana-Zeytun kiliselerin iç tasarımını ve kutsal sayılan dokunulmazları parça hâlinde taşıdılar. Bu kilise parçaları bugün Lübnan’da kurulan “Antilyas Müzesi”de sergilenmektedir. Bu müze aslında “Klikya Patrikhanesinin Müzesi” olarak da anılmaktadır.
88
** Tenkit edilebilir özellikleri olmasına karşın
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Geçmişte yaşanmış acıları “ortak” bir noktada paylaşarak geleceğe bakmak gerektiği kanısındayım. Türkler, Ermeni dostu, Ermeniler de Türk dostu olmaya mecbur değiller ancak iyi iki komşu olabilirler. II. Abdülhamit’in yaptığını hatırlamak gerekir burada… 850 bin dönüm vatan toprağının Osmanlı Ermenileri tarafından satın alınması üzerine, Ermenilerin kendileri için “amansız düşman” dedikleri II. Abdülhamit bunun ardındaki amacı sezer ve bu toprakları Ermenilerden geri alıp devletleştirir. Gerekçe olarak da şunu söyler: “... toprağın kullanma hakkı millete aittir, alana ait değildir.” der. Ve bunu vasiyet eder. Bize düşen temel görev ise, vasinin vasiyetine uygun olarak hareket etmektir. Bu belgeler, devletin geçmişini yansıtan arşivlerinde okunmayı ve incelenmeyi beklemektedir. ** Devletin arşivi, o milletin-devletin millî hafızasıdır. Milletin hafızası millî kültürüdür, millî tarihidir. Bunlar da yazılı belgelerde, türkülerde, manilerde, folklorda saklıdır. Bunun için ne Osmanlı dönemini ne de Cumhuriyet dönemini birbirinden kopuk ya da ayrı sayabiliriz. Bunun için Ermeni konusunda Gazi Paşanın söylemleriyle yazılı belgeleri de burada hatırlamak gerek. 24 Nisan 1920 Mustafa Kemal Paşanın Ermeniler hakkındaki söylemi çok önemlidir. Bunun tekrar anlatılması ve hatırlanması gerekiyor. İşte Gazi Paşanın bu konudaki açık ifadeleri: “Binlerce çaresiz ve suçsuz ana ve çocukları işkenceyle öldürmüşlerdi. Tarihte benzeri görülmemiş olan bu vahşeti yapan Ermenilerdi”. Mustafa Kemal Atatürk s.260-261, Nutuk. Tıpkı Osmanlının son dönemlerinde, İmparatorluk parçalanma sürecinde iken bile devleti idare eden siyasi (İttihat ve Terakki Partisi) kadrolarının tek bir gayesi vardı; İmparatorluğun parçalanmasını engellemek… Tüm eksikliklerine rağmen idaredeki kadroların yüreğinde bir kor gibi yanan “vatan aşkı” idi. Gazi Mustafa Kemal Paşa da bunlardan biriydi. **
Diğer bir örnek: Emperyalistler, 1908de, “Klikya Ermeni Eyaletini” kurmak için II.Abdülhamit’in Adana’daki “Mercimek” çiftliğinin Ermenilere verilmesini istediler. Bunu isteyen başta Fransa ve İngiltere, ileride Ermenilerin kurmak istedikleri “Büyük Ermeni İmparatorluğu” hayali için öncü hazırlık olmasını amaçlamışlardı. Buna, yine büyük bir politikacı ve önseziye sahip zeki insan II.Abdülhamit’in ince siyaset manevraları engel olmuştu. Şu anda, koca İmparatorluktan elimizde kalan son vatan parçası Anadolu toprağını bölmek isteyenlere göz yumanları, vatan toprağını “arsa” diye gayrı millî kuruluşlara satışa engel olmayan siyasi iradeyi, devleti idare ettiklerini sananların liyakatini, ehliyetini, niyetini, ferasetini, vatan aşkını varın siz takdir ediniz. Burada bizim amacımız, acı çeken her iki milletten zayi olan insanların ıstırap ve acılarını rakamsal trajedi ile ne azaltmak ne de arttırmaktır. Bu acı olayları her iki toplum maalesef yeterince yaşadı. Bunun ikide bir “temcit pilavı” gibi ısıtılıp gündeme getirilmesi ne Ermenileri ne de Türkleri haklı ya da haksız kılar. Geçmişte yaşanmış acıları “ortak” bir noktada paylaşarak geleceğe bakmak gerektiği kanısındayım. Türkler, Ermeni dostu, Ermeniler de Türk dostu olmaya mecbur değiller ancak iyi iki komşu olabilirler. Şartlar bunu gerektiriyor, başka çare de yok gibi… Sonuç olarak, emperyal güçlere sırtını dayayan ve onların aldatmacalarına kanan tarihteki Ermeni vatandaşlarımız “Ermeni İmparatorluğu” hayali yerine gözyaşı, acı ve sefaletle baş başa kaldılar. Umut ve temenni ediyorum ki, bugünkü Ermenistan’da yaşayan toplum ve Ermeni diasporası da fesini önüne koyar ve bir öz eleştiri yapar: “Biz nerede yanlış yaptık?” ■
89
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Elazığ aydınlığı: Bizim Külliye Dergisi* YAVUZ BÜLENT BÂKİLER
Elazığ’da yayımlanan Bizim Külliye Kültür ve Sanat Dergisi 39. sayısıyla elimde. İçi - dışı pırıl pırıl bir dergi. Eski’den sanat ve edebiyat dergileri sadece İstanbul - Ankara gibi büyük şehirlerimizde yayımlanıyordu. Taşrada çıkan dergiler adeta bir hüznün, bir öksüzlüğün inleyişinden farksızdı. Şimdi, yurdumuzun hemen her şehrinde, güler yüzlü sanat ve edebiyat dergileri hazırlanıyor. Kat’iyyen abartmadan diyebilirim ki, Bizim Külliye dergisi, estetik güzelliğiyle de, zengin muhtevasıyla da İstanbul’un sanat ve edebiyat dergilerinden geride kalmayan bir dergi. Güzel, samimi, ciddi. zengin bir Elazığ aydınlığı. Bizim Külliye Dergisini İzzet Paşa Vakfı çıkarıyor. Sahibi ve yazı işleri müdürü: Nihat Eriş. Genel Yayın Yönetmeni: Nâzım Payam. N. Payam, şiirleri ve deneme yazılarıyla dikkat çeken zarif bir kalem. Bizim Külliyeyi on yıldan beri, eksilmeyen bir titizlikle okurlarına sunuyor. Derginin 39. sayısı, baştan-sona tarih ve edebiyat konularıyla yüklü. Kültürümüzün manevî unsurları arasında, edebiyatın ve tarihin çok önemli bir yeri var. Bu bakımdan H. de Balzac‘ın dosdoğru bir tesbiti, yıllardan beri aklımda. Balzac diyor ki: “Millet, edebiyatı olan topluluktur“. Edebiyatın temel malzemesi dildir. Dil ise insanların ve milletlerin şah damarıdır. Dilsiz, edebiyatsız millet olur mu? Tarihimizi de, kültürümüzün diğer maddî ve manevî unsurlarını da biz, edebiyatımızla seviyoruz. Müsbet ilimlerin bir ahlâk endişesi yoktur. Bize tarihimizi, vatanımızı, milletimizi, bayrağımızı, ordumuzu... sevdiren edebi metinlerdir. Şiirler, hikâyeler, romanlar, destanlar, atasözleri, vecizeler, ilâhiler ve dini metinlerdir. Bizim Külliye Dergisinin tarih ve edebiyat konularını işleyen son sayısını, gün boyu elimden bırakamadım. Bir öğle vakti okumaya başladığım dergiyi şafak sökerken kapattım. Önce, Mustafa Miyasoğlu’nun: Tarihî Roman ve Romanda Tarih başlıklı incelemesi çekip çevirdi beni. Bir kere daha anladım ki, Nazım Payam’ın belirttiği gibi: Tarihimizi edebiyatımız dolduruyor ve güzelleştiriyor. İhsan Yaşa’nın, Metin Önal Mengüşoğlu’nun, Ünal Taşkın’ın, Yahya Akengin’in, Hasan Akçay’ın, Beyhan Kanter’in, Mehmet Nuri Eminler’in, Suat Bulut’un, İbrahim Çapan’ın, Ahmet Uludağ’ın, Selim İleri’nin, Emrah Gürsu’nun, Şinasi Gülaçtı’nın, Rıfat Araz’ın, Necati Kanter’in, Mahir Adıbeş’in, Lütfü Parlak’ın, Özcan Bayrak’ın, Kemal Batmaz’ın, Prof. İsmail Çeşitli’nin, Namık Yusuf’un, Ahmet Faruk Güler’in, Ahmet Aydoğdu’nun, edebiyat ve tarih ilişkisi üzerine yazdıklarını dikkatle okudum. Prof. Dr. İnci Ergünün’le yapılan mülakat kanaatlerimi pekiştirdi. İmdat Avşar’ın Karabağ Kaçkınları isimli hikâyesi, son yıllarda okuduğum en güzel hikâyelerden biri. İki defa üst üste okumak ihtiyacını duyduğum mükemmel bir tablo. Ah Karabağ Kaçkınları. Ah zavallı Seyfettin! Karabağ Kaçkınlarını okurken duyduğum hüznü, bizim Kültür ve Turizm Bakanlığımızın Bizim Külliye Dergisine adeta ilgisiz kalması, beni daha çok kederlendirdi. Okuyun, bana hak vereceksiniz.
_____________________ *22 Mart 2009, Türkiye gazetesi
90
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
Şiirin binbir suratı "Aykırı ve şair İlhan Berk" A.FARUK GÜLER
T
ürk edebiyatında İkinci Yeni Hareketi’nin öncüsü olan İlhan Berk üzerine bugüne kadar akademik düzeyde çok fazla bir çalışma yapılmamıştır. Elbette ki bu durum şairin “zor şiir” anlayışının bir sonucu olduğu kadar aynı zamanda edebi arka planının zenginliği ile de bağlantılıdır. Girilmesi güç bir saha olan İlhan Berk’in şiir dünyasına adım atan Tarık Özcan, aşılması güç duvarları akademisyenliğin verdiği titizlik ve kendisi de şair olan araştırmacının ince ruhu sayesinde tek tek aşmış ve bu önemli Türk şairinin şiirleri üzerinde ciddi tespitlerde bulunmuştur. İlhan Berk’i anlamadan Türk şiir geleneğini ve geleceğini, yaşadığı değişimleri anlamak mümkün değildir. Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinin yeni yapılanması içerisinde İlhan Berk ve şiiri oldukça önemlidir. Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinin kuruluş aşamasındaki gelişme çizgisinde oldukça önemli rol oynayan İlhan Berk’in şiirlerini inceleyen Tarık Özcan, edebiyatın teorik bilgilerini uygulama sahasına dökerek önemli bir çalışmaya imza atmıştır. Eser üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde İlhan Berk’in hayatı, edebi kişiliği verilmekte ve sanat anlayışı üzerine ciddi tespitler yapılmaktadır. “Yazmak ve değişmek en büyük özelliğidir. Bir hali diğerine benzemeyen ve sürekli değişimi ilke edinen Berk’i takip etmek, bu nedenle çok zordur. Ona, ‘şiirimizin binbir suratı’ demekte herhangi bir sakınca görmüyorum.” (s.33) diyen
araştırmacı, İlhan Berk’in sanat anlayışını üç kısımda değerlendirmektedir: 1-Bireysel Duyarım ve Şiirle Merhabalaşmak 2-Toplumsal Gerçekçilik 3-İkinci Yeni ve Batıya Yöneliş 1935 yılında yayınladığı “Güneşi Yakanların Selamı” adlı kitabıyla birlikte sanat dünyasında yetmiş yıl var olan ve yazdıklarıyla da var olacak olan İlhan Berk’in şiirlerini merkeze alarak hazırlanan bu kitap, alanla ilgili önemli bir kilometre taşı konumunda yer almaktadır. İkinci bölümde İlhan Berk’in şiirlerinin yapı ve tema bakımından incelenmesi yer almakta. Şairin tema bakımından Kent, Aşk, Erotizm, Doğa ve Mitolojiyi kullanmasının yanı sıra, yaşadığı dönemin siyasi yaşamını ve kendi siyasal düşüncesini de şiirlerine yansıtmıştır. Marksist tarih anlayışını öne çıkaran ve milli kültür anlayışından koparak kendini var eden kaynakları yok sayan bir şairin şiirlerini sağlam bir alt yapıya sahip olmamakla nitelendiren araştırmacı, Berk’in şiir anlayışı üzerinde olumlu olduğu kadar olumsuz öğeleri de söylemekten çekinmemiş ve bilimsel objektifliği yaptığı çalışmada sergilemiştir. Yapı bakımından şiirlerin değerlendirildiği bölümde değişimi kendine ilke edinen şairin Türk şiirinin geleneksel yapısı içinde göstermiş olduğu farklılıklar tespitler halinde yer almaktadır. Dörtlükten düzyazı şiire doğru bir yönelim gösteren şair, batıyı takip neticesinde yabancı nazım şekillerini de kullandığı ve sürekli şiirinde farklı-
91
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
lıkları sergilemeye çalıştığı görülmektedir. Üçüncü bölümde dil ve üslup açısından şiirler değerlendirilmektedir ve oldukça önemli bir bölüm olarak yer almaktadır. Akademik çalışmaların genelinde önemsenen ancak çoğu araştırmacının girmeye cesaret edemediği dil ve üslup incelemesi Tarık Özcan tarafından titiz bir çalışmayla ortaya konulmuş ve İlhan Berk’in şiirinin anahtarları ibare düzeyinde, kelime düzeyinde ve anlatım tekniği açısından detaylı olarak değerlendirilmiştir. “Bir dil tutkunu” olarak ifade edilen İlhan Berk’in muhtevadan çok dil üzerinde durması bu bölümün öne-
mini artırmaktadır. “Ölümsüz bir dilin arayışında olan şair” bu arayışı son şiirine kadar sürdürmüştür. İstediği “ölümsüz dil”e ne denli yaklaşmış bunu zaman gösterecektir. Aykırı ve Şair İlhan Berk’in zorlu dünyasına girmeyi ve onun şiirinin anahtarlarını elde etmeyi amaçlayan okuyucular için önemli bir eser; ayrıca bu sahada çalışma yapan araştırmacılar için de bir başvuru kaynağı olduğuna inanıyoruz. “Aykırı ve Şair İlhan Berk”, Tarık ÖZCAN, Popüler Yay., İstanbul 2009
Kısılan öykünün sesini açmak ya da "Öykünün sesini kısmak"
T
ürk edebiyatında öykünün tarihi gelişimi içinde farklı öykü tekniklerinin günümüzde ön plana çıktığını görmekteyiz. Kısa öykü tekniği hakkında yazılmış teorik birkaç kitap bulunsa da özellikle teorik bilgilerin uygulama sahasında örneklerini bulmak oldukça zor. Alandaki bu boşluğa hitap eden “Öykünün Sesini Kısmak” adlı eser alt başlığında Kısa öykü tekniği/Tematik uygulama denemesi ifadesiyle öykücü İlhan Tarus’un eserlerinden hareketle kısa öykü; kısa öykü tekniğinden hareketle de İlhan Tarus’u anlama çalışmasıdır. Araştırmacı Fatih Arslan, kendi dil evreni içerisinde söylemindeki güçlü yapı ve çözümleyişlerindeki ustalığıyla dikkat çekmekte. Yazarın Türkçenin sınırlarını genişleten yapısıyla kullanmış olduğu dil söyleyiş zenginliğini ortaya koyarken aynı zamanda okuyucular için de bir problem teşkil etmekte. Adeta kendi okuyucusunu yaratan bir çalışma. Eser beş ana bölümden oluşmakta. Birinci bölümde Öykülerde ortak yönelimler / Bilinçaltından günışığına ortaya konulurken, İkinci bölümde tematik değerlendirmeler, Üçüncü bölümde zaman, Dördüncü bölümde mekânsal tercihler ve Beşinci bölümde Öyküyü somutlayan şahıs kadrosu üst başlık olarak yer almaktadır. İlhan Tarus’un öyküleri merkezli hazırlanan çalışma kısa öykü fenomeni hakkında verilen ön bilgiler ve akabinde örneklemelerle açıklanmakta. “Sağlam bir öykü kurgulamasında yapısal eleman-
ların, şahıs kadrosunun, olay örgüsünün, zamanın, mekânın işlenişi fonksiyoneldir. Özellikle öykünün fiziksel kısalığı yapı unsurlarının daha ustaca kullanılmasını da bu boyutta zorunlu kılar.” (s.12) Nitekim yazar Fatih Arslan da bu yapısal elemanların fonksiyonel ilişkilerini öyküler üzerinde inceleyerek değerlendirmiş ve kısa öykü tekniği; bu teknikten hareketle de İlhan Tarus’un öykü dünyası hakkında önemli bilgiler sunmaktadır. “Estetik anlam, iletişim kodunun çok üzerinde yeni kodlar oluşturur. Sanatsal bir metinde de aslolan bu gizli, dingin kodları çözmektir.” (s.20) Bu kodların şifrelerini çözen Fatih Arslan, edebiyat araştırmacıları için önemli bir kaynak esere imza atmıştır. “Kısa öykü başta kuralları konmuş bir tür değildir. Kısa bir metni, bütün eksikliklerine rağmen kesif bir ortama çevirme zorunluluğu sanatçıyı tercih noktasında zorlamaktadır.” (s.20) Tekniğin yoğunluğu öykü yazarının sanatsal gücüyle birleşince metni çoğaltan bir yapıya bürünmektedir. Anlam yoğunluğuyla yüklü kısa öykü tekniği hakkında kaleme alınmış olan “Öykünün Sesini Kısmak” adlı eser akademik alanda çalışma yapan araştırmacılar ve meraklıları için önemli bir eser. “Öykünün Sesini Kısmak, kısa öykü tekniği/tematik uygulama denemesi”, Dr. Fatih Arslan, Salkımsöğüt Yay., Mart 2009
92
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
NAMIK YUSUF
...masallar, daha önce "hepimizin defalarca dinlediği masallar ama bu kez bir doktorun elinden geçerek sayfalarla buluşmuş.
Bu sayımızda siz okuyucularımıza tanıtacağımız kitaplarımız sayıca çok olmakla beraber türce de geniş bir alana sahip. Bize gönderilen kitapların tanıtımı için kendimizce bir tasnif yaptık ve önceliği Nar Yayınları’na ait çocuk kitaplarına verdik. Nar Yayınları’na ait “Masal Doktoru” ve “Güzel Dünyam ve Dostlarım” dizisi, üzerinde ısrarla durduğumuz ve ihmal edildiğini belirttiğimiz bir alanı dolduran çocuk kitapları serisini oluşturuyor. Bu seride yer alan masallarda, hayvanlar âlemi içinde, bulunulan zamanın olumsuzluklarıyla doğru şekilde mücadele etmenin yollarını öğreniyor ve ormanlarında böylelikle mutlu bir şekilde yaşamlarını sürdürmeyi sağlıyorlar. Öğrendiklerini de güncel metotlarla test etmeyi unutmuyorlar tabiî ki. Yani Yusuf Dursun Hocamız her masalın sonuna “Masalımızdan Hatırladıklarımız” başlıklı bir değerlendirme bölümü de eklemiş. Eserlerin, çocuklarımızın eğitimine büyük katkı sağlayacağını düşünüyorum. Çünkü masallar, daha önce hepimizin defalarca dinlediği masallar ama bu kez bir doktorun elinden geçerek sayfalarla buluşmuş. Nar Yayınları’ndan dergimize ulaşan bir diğer dizi ise “Güzel Dünyam ve Dostlarım ” Yine bu dizi içinde yer alan ve mektuplardan oluşan Bestami Yazgan’a ait “Sevgi Çiçeği”nden bazı başlıklar şunlar: Güzellik Çiçekleri, Bilgi Bahçesinin Gülü, Kınalı Kuzu… Bestami Yazgan’a ait “Güzel Dünyam ve Dostlarım” Dizisine ait. Ceren ve Arkadaşları’nda ise Ceren’e arkadaşlarına ve arkadaşlığa dair yapılması ve yapılmaması gerekenler öğretilmeye çalışılmış bal dilince gül yüzünce… Bestami Yazgan Hocamıza’a ait bir başka kitap ise
93
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
“Günaydın Çiçekleri” Uzun yıllarını verdiği öğretmenlikte biriken anıların mahsulü bir kitap. Varın değerini siz biçin. O her sabah “Günaydın” deyince çiçek çiçek açan çocuklarımızın anısına ve onlara adanmış bir kitap. Gözlük Takan Yıldızlar, Paten Giyen Kaplumbağa kitaplarında ise yine bildiğimiz masallar teknolojinin ve çocuklarımızın hayal dünyasına yönelik küçük yeniliklerle sayfalara girmiş. Yıldızlarımız için gözlük takmak, Nasrettin Hoca’nın eşeği ile gökyüzüne çıkması sıradan bir hal alırken, meşru kazanımlar elde etmek için alınan destekler de kaplumbağanın paten giymesi de bir yenilik. Selami Yıldırım’ın “Kral Olmak İsteyen Çocuk” kitabı için Bestami Yazgan şöyle söylüyor: “…Bir çocuk kral olmak isterse ne yapmalı? Hemen usta bir yazar ve masal devreye girmeli. Selami Yıldırım şiirdeki ustalığını Kral Olmak İsteyen Çocuk kitabında da göstermiş.” Yazarlarımız çocuklarımızın hayallerini ilmik ilmik işlemeye çalışmışlar hayalleri erdikçe demekte de fayda var sanırım. Selami Yıldırım’ın bir başka eseri de “Ay Masalı” adlı şiir kitabı. Kitap, masal teması üzerine kurgulansa da hayatın gerçeklerine çocuğun gözüyle bir bakışı sergiliyor. Biz büyüklerin acımasız dünyasına yabancı bir gözün, değiştirme ve düzeltme hevesi ile pırıldayan ışıl ışıl bir çift gözün bakışı bunlar. Gökyüzü kadar yüksek ve berrak… Diğer kitaplarımıza gelince: Yaşar Bedri’ye ait “Tenha” adlı şiir kitabı daha elinize alır almaz sizi şaşırtan bir özellik arz ediyor. Bir şiir kitabının kritiğine ‘kitap’ kısmından başlamak kadar şaşırtıcı. Kitap 125 sayfa ve kitabın 125 sayfasında da dolo dolu şiir var. Bu ressam olmanın bir avantajı sanırım. Çünkü kitabın arka sayfasından anladığım kadarıyla 11. şiir kitabı Yaşar Bedri’nin. Yaşar Bedri hafızasını tazeledikçe şiirlerini çoğaltacak ve yeni maceraları kovalayacak. Şiirleri bir mesele işaret etmekte… Her mesel onun mana âleminde aksini bulup nazma dökülünce zihninde istif edilerek ördüğü büyük meselin taşlarından biri olmakta ve böylelikle hayat devam edip gitmekte. Yaşar Bedri büyük meselini tamamlayıncaya kadar daha çok eserler sunacak diye umuyorum. Şerif Aydemir, hayatımızın boşa geçen yanlarını ince ince dokumuş. Memleketinin dilini mahalden hale taşımış, şiir tadında. Remizleri türküler olan ve bu remizleri görebilecek olanlara yazılmış bir kitap. Aslında “Yazık Olmuş Yârsız Ömrü Geçene” deyince çok şey söylemek geliyor içimden ama her yazmaya başladığımda fikrin hücumuyla tıkanıp kalıyorum açıkçası. “Bu sıralar gönül tasımda kesret suyu tez kaynıyor nedense.” diyorsunuz ya bizdeki halin tasvirine de uyuyor söyledikleriniz. Siz kitabınızda her şeyi söylemişsiniz anlayana biz yine de bir tekrar edelim: “Sevda İçin Bir Yar Gerek” söz başı ile ifade ettiğiniz, “Sanma ki yâr bir tek cânandır / Yâr; anadır, topraktır, vatandır.” Evet, ömür yarsız geçmiyor ama ‘Yâr’ dediklerimiz ‘Yâr’ mıdır? Yücel Çakmak’a ait “El-Aziz’in Azizleri İbretlik Azizlikler” adlı çalışma aziz şehir olan ilimiz Elazığ’a ait delilerin ve onlara ait ilginç olayların derlenerek bir araya getirildiği güzel bir çalışma. Bu ve benzer çalışmalar daha sistemli ve kronolojik bir yapı ile bir araya getirilir ise şehrimizin
94
eylül-ekim-ka sım 2 0 0 8
kültür tarihi açısından önemli bir eksiklik giderilecektir diye düşünüyorum. Ceyhun Emre Teoman’ın “Mahruk Baba” adlı romanı bir nefeste okunan, okunması kolay ve bir o kadar da keyifli bir eser. Mahruk Baba ile yazarımız çok zengin bir kaynağın kapılarını aralamış. Umarım bu kaynak diğer romancılarımızın da dikkatini çeker. Mustafa Özçelik Mehmet Akif ve Çanakkale adlı eserde “Şiiriyle Savaşan bir Şairin”, Mehmet Akif’in mücadelesini okuyacak, Türk Edebiyatı’nın zirvesi olarak nitelendirilen o muhteşem Çanakkale şiirini hazırlayan sürece tanık olacaksınız. “Medeniyet ve teknik, işte bütün vasıtalarıyla Çanakkale’ye yığılmıştı. Para, vasıta, malzeme, insan, her şey boldu. Ya biz? Biz bunların birisinden değil her şeyinden mahrumduk. Neyimiz vardı? Mehmetçiğin imanı… Asım’ın Nesli dediği babasının talebesi Köse İmam’ın oğlu Asım, 1914–1918 Birinci Dünya Harbi’nin destanını yaratmış olan o eşsiz, o fedakâr, o kahraman neslin bir örneği idi. Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Galiçya’da, Filistin’de daha sonra İnönü’de, Sakarya’da Dumlupınar’da kahramanlık destanını yaratmış olan bu bulunmaz nesil, Asım’ın nesli idi… Âkif o gece, bu neslin maddi ve manevi terkibini, gelecek nesillere anlatmadan canını almaması için Allah’a yalvardı. Hem de nasıl yalvarış…” Cemal Kutay’ın sözünü ettiği yalvarışta, Akif “Çanakkale Şehitlerine” şiirini yazacak kudreti diledi. Bedeni memleketinden uzakta ama kalbi Çanakkale’de atmaktaydı. Savaşa, verilen kayıplara, ardından büyük zorluklarla kazanılan zafere dair duygu ve düşünceleri o kadar birikmişti ki Çanakkale’yi onun gibi kimse anlatamazdı. NAR YAYINLARI Hikâye-Çocuk DURSUN, Yusuf; Masal Doktoru–1, Sevgi Peşinde. Nar Yayınları. İst. 2009 DURSUN, Yusuf; Masal Doktoru–2, Mutluluk Ülkesinde. Nar Yayınları. İst. 2009 DURSUN, Yusuf; Masal Doktoru–3, Suçlu
Peşinde. Nar Yayınları. İst. 2009 YAZGAN, Bestami; Güzel Dünyam ve Dostlarım Dizisi:1, Ceren ve Arkadaşları. Nar Yayınları. İst. 2009 YAZGAN, Bestami; Güzel Dünyam ve Dostlarım Dizisi:2, Sevgi Çiçeği. Nar Yayınları. İst. 2009 YAZGAN, Bestami; Güzel Dünyam ve Dostlarım Dizisi:5, Gözlük Takan Yıldızlar. Nar Yayınları. İst. 2009 YAZGAN, Bestami; Güzel Dünyam ve Dostlarım Dizisi:6, Paten Giyen Kaplumbağa. Nar Yayınları. İst. 2009 YILDIRIM, Selami; Güzel Dünyam ve Dostlarım Dizisi:7, Kral Olmak İsteyen Çocuk. Nar Yayınları. İst. 2009 Anı-Çocuk YAZGAN, Bestami; Günaydın Çiçekleri. Nar Yayınları. İst. 2009 Şiir-Çocuk YILDIRIM, Selami; Bir Dünya Bırakın Dizisi, Ay Masalı Çocuk şiirleri. Nar Yayınları. İst. 2008 Şiir BEDRİ, Yaşar; Tenha. Mor Taka Kitaplığı. Trabzon. 2008 Deneme AYDEMİR, Şerif; Yazık Olmuş Yârsız Ömrü Geçene, Ağın Haber Yayınları. İst. 2009 ÇAKMAK, Yücel; El-Aziz’in Azizleri İbretlik Azizlikler, Çayda Çıra Yayınları. Elazığ. 2009. Roman TEOMAN, Ceyhun Emre, Mahruk Baba Bir Neyzenin Hikâyesi, Kent Kitap. Ank.2009. ÖZÇELİK, Mustafa; Mehmet Akif ve Çanakkale. Nar İletişim İstanbul. 2009. KÖPRÜ / Kadir YAVUZ İnsanımızla iyi bir köprü kuramadığımız kesin. Eğitim alanında bir şeyler ters gidiyor. Bir yerde bir eksiklik var. Bu eksikliği bulmakta ve gidermekte zorlanıyoruz. Sorumluluk yüklendik mi sorumluluğun altından kalkamıyor, köprü olmakta veya kurmakta sıkıntı çekiyoruz. İşte Köprü, bu görevi üstleneceğiniz ve okuduğunuzda kendinizi bulacağınız bir eserdir. İsteme Adresi : Karaağaç Mah. 115. Cadde No. 80-82. Kat 3 Daire 11 / ISPARTA
95
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 0 8
96
eyl羹l-ekim-ka s覺m 2 0 0 8