Muhterem Okurlar, Bu sayıda söze evle başladık. Ev, şehri dolduran sokağın, mahallenin toplamıdır. Evin kapısı sokağa; sokak mahalleye açılır. Eğer, sokağımızın, mahallemizin sinir uçları yoksa bizi şehrimize bağlayan yalnızca odamız kalmıştır. Zaman öylece bir odaya bırakır bizi. Çünkü “içinde gönüllerin birbirine kavuşamadığı, birbirine ulaşamadığı duvarlar ev olmaz” sokak da mahalle de… Namık Açıkgöz “Eskiden evler, sokaklar, mahalleler, bir insan ömrünü aşan zamanlarda yüz değiştirirlerdi; şimdi bir insan ömrüne birkaç değişim sığacak neredeyse.” diyor. Suat Bulut ise “Türk kültüründe mahalle, sokak ve evin farklı bir misyon ve fonksiyonu var” oluşundan bahsediyor. Tanzimat’tan bu yana evimizde ve hayatımızda görülen değişikliği en iyi sokak ile mahalle ile izah edebiliriz Bugün modern mahalle durumundaki büyük sitelerin marketlerini, taksi duraklarını da söz konusu etmezsek, konumuz hem sosyal ve hem de kültürel bakımdan tam olarak anlatılmış olmaz. Evcil şairlerimiz, evi yaşadığımız dünyanın sembolü olarak ele almışlardır. Sokak ve mahalleyi işleyen hikâye, tiyatro ve roman yazarlarımız da öyle… Son yıllarda bu işlemeye televizyon dizilerimizi de katabiliriz. Mesela “Perihan Abla, Süper Baba, İkinci Bahar, Ekmek Teknesi” gibi televizyon dizileri ancak mahalle kültürüyle bir anlam taşır. Sokağımızın bakkalı, kasabı, kapı komşu ilişkileri, mahalle arkadaşlığı, dayanışma hatta “mahallenin namusu” neden gündemde… Neden sanatçılarımız eski sokağımıza, eski mahallemize döndüler. Galiba sokağın, mahallenin yenisinde bizi durmaksızın kemiren bir eksiklik var. Biz bu sayımızda “ev, sokak, mahalle”yi konuştuk. Gelecek sayımızın dosya konusu Yavuz Bülent Bâkiler. Yavuz Bülent Bâkiler özel sayısında buluşmak dileğiyle. Bizim Külliye
Dergimiz mensuplarından A. Faruk Güler'in ağabeyi Şükrü Güler vefat etmiştir. Merhuma Tanrı'dan rahmet, Güler ailesi ve yakınlarına sabırlar dileriz.
NAZIM PAYAM
Pencerem sokağa değil, yola bakar. Penceremin bahçeye bakmasını ne de çok arzulardım. Bahçem olsaydı dört mevsimi gösterecekti. Bahçem olunca kuşlar da olacaktı.
G
ünün yorgunluğundan, yoğunluğundan evime, odama çekilerek sıyrılırım. Odamda divana uzanır, raflara dizili kitaplarımın sakin, sessiz denizlerine bakar, hafiflerim. Her bir denizin suyu, tuzu, yıldızı farklıdır. Uzandığım yerden perdelerini aralar, içlerinde barındırdıkları canları izlerim. Hava kabarcıkları bir umut, bir ışık gibi ağan o canlardan arkadaş edindiğim de vardır, dost edindiğim de. Günün eksilttiğini, gecenin gömdüğünü birlikte unutur, birlikte kendimize liman kurarız. Limana gemi yanaşır, limandan gemiler uzaklaşır; bunu kimseler bilmez. Bazen üç beş saat, bazen üç beş dakika sürer bu durum, sonra birden bir kitabın dalga hırçınlığıyla değişir her şey. Siz bakmayın “bir”i belirsizlik anlamında kullanmama, bilirim, tanırım, gerçeğine çağıran o köpüklü sesi. Onun eski huyudur bu. O kitapkızını bulur, terk edilmiş bir iskeleye çıkarır, ıslak saçlarını okşarım. Günü nasıl geçirdiğini, kim-
3
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
lerle tanıştığını dinlerim. Ben dinlemekten bıkmadım, o anlatmaktan yorulmadı. Sesini duymadığımda arayışım daha şiddetlendi. Odam ter koktu. Bendeki bu özlem nedendir? Bu özlem nasıl bende kaldı? Düşünmem. Pencerem sokağa değil, yola bakar. Penceremin bahçeye bakmasını ne de çok arzulardım. Bahçem olsaydı dört mevsimi gösterecekti. Bahçem olunca kuşlar da olacaktı. Şair Batu, kanatlarına özendiğim o büyük kuşların kayalar gibi koparak kayalardan, sevinçlerine uçtuklarını, bitmeyen ışıklarda yüzdüklerini söyler. Kuşların göğü var, benim denizim. Kuşları rüzgâr taşır, beni kaygılarım. Kuşların yuvası var, benim odam. Ne zaman odamdan ayrılsam karaya vurmuş balık olurum. Kepezlere tırmanışım, vakte kürek çekişim, suskunlukta bekleyişim odama dönmek içindir. Penceremden yola bakıyorum. Her yolun dili bir başka! Anlaşamıyoruz yollarla. Perdeleri çeksem odamın homurtusu, çekmesem yolların karanlığı! Şimdi, yolların iki mevsimi var bana. Gurbete yolcuysam güz, sılaya dönüyorsam bahar… Bu iki mevsimden dolayı çözebiliyorum yolları. Ve gidersem ebediyen güzü yaşayacağım, bir daha geri dönemeyeceğim korkusuna kapılıyorum. Eskiden böyle miydim? Merakımı dışarıya açardım. Başka iklimlerin yağmuruna yakalanmaktan, yolları yollara katmaktan zevk alırdım. Kabuğunu kırdığım sınırda şarapnel gibi çoğalırdım. Yakınlarım adresimi şaşırırdı. Şimdi bunca koşuşturma arasında kim arar, kim sorar beni? Sokağımı yol öldürdü. Yola çıksam karşımda kavşak ve caddeler, caddeler… Mahallemin kurumlarını, sitemin katlarını, sakinlerini, markette çalışanları sayamıyorum artık. Eğer bir sokağım, mahallem, şehrim varsa evimin, odamın yüzü suyu hürmetinedir. Bütün zamanı odama dolduruyorum. Şehrimde bir odam kaldı. Şehrim süvarisiz at. Durmaksızın koşuyor. Öfkesi burnunda soluyor. Eskiden böyle egzozlu yanmazdı şehir akşamları. Caddelerde camların ağzı insan yutmazdı. İnsanlar bu kadar asık surat olmazdı. Selam, tebessüm, yeşilin tonları; şu ova senin, bu yamaç benim, yelken açtığımız deniz hepimizin idi. Rahvan bir serinlikti bineğimiz. Adlandıramadığım bir tedbirden yeşilin tonlarını odama taşıdım. Çift çift menekşe, begonya, dieffenbachia, Japon şemsiyesi, kuşkonmaz; el sürdürmüyorlar kendilerine, suyu diplerinden veriyorum. Sevdiler yerlerini. Duyarlı noktalarını çözdüm. Muhabbetimiz arttı. Konuşuyor konuşuyoruz. Işığa bakar gibi bakıyorlar yüzüme. Kitapkızından artakalan zamanı çiçeklerime ayırıyorum. Anladım yalnızlık paylaşılır; alıştığınla paylaşırsın yalnızlığını. Küçülen, eskiyen, dökülen yeni bir renk, yeni bir nesne olur içinde. Fotoğraftakiler, fotoğraftakilerin sesleri, cadde, yol, sokak varsın her şey değişsin… Dünyanın içine doğru yürüsün yeni yüzler, yeniden örsünler çevrelerini. Ama seccadem değişmesin, dizlerin aşındırdığı, alnın soldurduğu çizgiler öylece kalsın, istiyorum. Ses, yalnızca onda huzur verici, derin… Sessizlik, yalnızca seccademde dokunduruyor kendine.■
4
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
VEFA TAŞDELEN
İleriye doğru gidelim; açtığımız kapıyı doğru; kapatmak için, parantezi kapatmak için: ileriye doğru, eve doğru gidelim.
E
v, doğada, çoğu kez doğal malzemeler kullanılarak yapılır, ama yine de doğa değil kültürdür, gelenektir. İnsanın anlamlar ve yaşantılar dünyasına aittir, fiziksel bir mekân olmaktan çok içinde yaşayan insanlardır. İnsansız ev taştır, topraktır. Evsiz insan dağınıktır, yurtsuzdur. Doğadan kültüre, kültürden mekâna, mekândan insana, evin çeşitli hâlleri, anlam katmanları vardır. Bu yazının amacı, “ev” sözcüğünün sahip olduğu kimi anlam alanlarına değinilerde bulunmaktır. Bunu gerçekleştirebilmek için, başlıca iki temel soru üzerine durulacaktır: Evin, (1) gündelik dildeki anlamı nedir, (2) metaforik bir ifade biçimi olarak anlamı nedir? Bu sorular, felsefi, sanatsal, antropolojik ve teolojik bakış açılarından, bu alanların doğrudan katkılarıyla olmasa da esinleriyle cevaplandırılmaya çalışılacaktır. Çalışma bu hâliyle bitmiş değildir, aksine kendisini, okuyucunun kendisindeki tecrübe, bilgi ve ev kavramı ile tamamlamasına ihtiyaç duyar.
İçinde gönüllerin birbirine kavuşamadığı, birbirine ulaşamadığı duvarlar ev olmaz, dört duvar olarak kalır. Ev olmak için gönül olmak gerekir, evde olmak için gönle girmek gerekir, gönülde olmak gerekir. Evlenmek için gönüllü olmak gerekir.
1. Evin etrafında
Ev’in anlam içeriği, kimi durumda dört duvar,
5
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
kimi durumda gönüllerin birleştiği, birbirine erdiği yer, kimi durumda da “yurt”tur. Yurt, “bir halkın üzerinde yaşadığı toprak parçası”, insanın doğup büyüdüğü, içinde yaşadığı memlekettir.”[1] Mekân merkezli bir yaklaşımda şu ifadelerin geçtiği görülebilir: “Yalnız bir ailenin içinde oturabileceği biçimde yapılmış yapı. Bir kişinin veya ailenin içinde yaşadığı yer, konut.”[2] Bu tanımda, fiziksel bir mekân olarak, bir “barınak” olarak ev öne çıkar. Ontolojik bir korku, yok olma korkusu, onları barınağa yöneltmiş, korunma ve varolma içgüdüsü bir çatı altında toplamıştır. Bu noktadan itibaren tanım, varoluş merkezli bir yönelim kazanır. Buna göre ev, bir barınak olmadan önce insanların birbirlerine erdikleri, bir gönülde bir ve çok oldukları yerdir. Bu hassasiyetleri içeren varoluş merkezli bir tanımda şu ifadeler geçer: “Birleşmek, yerleşmek, döllenmek, kurmak, konut oluşturmak, yaklaşmak, uyum sağlamak, uzlaşmak, anlaşmak, kayırmak, korumak, yardımcı olmak, hızlanmak.”[3] Bu tanımda gönüllerin birbirine ermesi, birbirine kavuşması, birbirinde yerleşmesi, birbirinde hayat bulması, birbirinde gelişmesi, birbirinde ortaya çıkması, birbirinde dünyayı ve evreni kavraması, birbirinde toplumun bir parçası olması, birbirinde uyumu, dengeyi, ahengi yakalaması, birbirinde güvende olması, huzura ermesi ve dinginleşmesi söz konusudur. Ev, insanın yeryüzüne bağlanma çabasında önemli bir adımdır. Yeryüzüne bağlanmanın, orayı “yurt” olarak görmenin en açık ifadesidir. Ev, hayatın merkezidir, hayatın kendisinden çıktığı ve kendisine döndüğü yerdir. Hayat evde mayalanır, evde yoğrulur, evde çoğalır, evde güçlenir, evde zenginleşir, evde yaşanır, evde tazelenir. Şu ifadeler, bunu gösterir: Doğum evi, bebek evi, kız evi, düğün evi, gönül evi, ölüm evi, yas evi… Ev ana babadır, eştir, evlattır, dosttur, hısım akrabadır, komşudur. Evde doğulur, evde ölünür. Ev, doğum ve ölüm arası mekândır; ev ömürdür. Ev, dağıtır ve toplar; kalptir. Tanır ve tanıtır; yüzdür. Bütün yollar ondan çıkar, ona döner. Nereye gidersek gidelim yönümüz hep eve doğrudur. Ev ruhtur, bedendir, dildir, anlamdır. 1. Hasan Eren, Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, Bizim Büro Basımevi, Ankara, 1999, s. 461. 2. Hasan Eren, age., s. 141. 3. İsmet Zeki Eyüboğlu, Türkçe Kökler Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1989, s. 77.
Dilin ve anlamın oluştuğu yerdir. Ev, tamlayan ve bütünleyendir; addır, semboldür, simadır. Ev mukadderattır; umuttur, hayalidir, imkândır. Ev, olabilmektir, erebilmektir; teknedir, ocaktır. Temeldir, duvardır, güvenliktir. Duadır, temennidir, iyi niyettir, iyi ile birlikte olmaktır. Atmosferdir, ozondur. Evsiz kalan havasız kalmıştır, evsiz kalan gönülsüz kalmıştır, evsiz kalan ışıksız kalmıştır. Ev, ben iken sen olmaktır. Benden ve senden geçip biz olmaktır. Bir yürekte çoğalmak, bir iken iki, iki iken üç olmaktır. Kız olmak, oğul olmak, anne baba olmaktır. Yeğen olmak, torun olmak, seven ve sevilen olmaktır. Ev şefkattir, merhamettir, özendir, özveridir. Gücü, sevinci ve huzuru her gün yeniden doğuran anadır, sarsıp sarmalayandır; ruhu dirençli kılan, havayı temizleyip gönlü arıtandır. Hayatı, elverişli kılandır. Ev işarettir, tanımlayandır. Varlığı ve yokluğu, hayatı ve ölümü gösterendir. Oluşan ve oluşturandır. İnsanların birbirlerine erdikleri, birbirlerini buldukları ve kaybettikleri yerdir. Hücrenin organa, organın organizmaya dönüştüğü yerdir. Ev, fakir de olsa zenginliktir, soğuk da olsa sıcaklıktır, uzak da olsa yakınlıktır. Alvarlı Mehmet Lütfi’nin“Dün gece yar hanesinde yastığım bir taş idi / Altım çamur üstüm yağmur yine gönlüm hoş idi” mısralarında evin gerçek tanımı vardır. Bu mısralarda evin görkem değil gönül olduğu açıkça ortaya çıkar. İçinde sevgi olan, gönüllerin birbirin kavuştuğu ev, rahat ve huzurlu evdir, görkemli evdir. Türküdeki bu ifade, gerçek haneyi tanımlar: Yâr hanesi, gönüldür. Hanenin nasıl olduğu, yatağının ve yorganının neden oluştuğu önemli değildir. Önemli olan, gönüllerin birbirine hane olması, birbirine yâr olmasıdır.
2. Varlığın evi
Çağdaş düşüncenin en çok öne çıkan ifadelerinden biri, dilin, varlığın evi olduğu yönündedir.[4] Bu sözü, yoruma açık hâle getirmek için bazı sorular sorabiliriz: Dilin varlığın evi olması ne demektir? 4. “Dil varlığın evidir (Die Sprache ist das Haus des Seins).” Martin Heidegger, Holzwege, Vittorio Klostermann, Frankfurt, 1950 s. 286. Bu ifade, ihtiva ettiği derin anlam ve espri yanında şöyle bir kuşku ortaya koyma imkânı da verir: Dil gerçekten varlığın evi midir, yoksa onun zindanı mı? Hangi durumlarda evi, hangi durumlarda zindanı?
6
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Dil, niçin varlığın evidir? Varlık ve dil arasında nasıl bir ilişki vardır? Dil varlığın eviyse, varlık dilin nesidir; içeriği mi, özü mü, anlamı mı, gönlü mü? Varlık, hangi durumda kendi evinde bulunur, hangi durumda evinden uzaklaşır, hangi durumda evinin yolunu şaşırır? Varlığı evine götüren, ona bir ev inşa eden kimdir? Ev, bir yaşantı alanı olduğuna göre, dil de varlığın yaşantı alanı, varlığın yaşanmışlık hâli midir? Ev, belli ölçüde yakınlığı, içtenliği, hemhâl olmayı, belirli bir mahremiyeti ifade eder. Acaba, varlık, dilde kendi karşılığına kavuşabilir mi? Ya da dilin varlık alanında tam olarak bir karşılığı bulunabilir mi? Bu anlam derecelerini, en dıştan en içe doğru keşfeden kimdir, hangi bilinçtir? Dil ile ilişkili olmak, varlıkla ilişkili olmak olduğuna göre, dil katmanları arasında, bilim adamının, filozofun, edebiyatçının, şairin, ressamın yeri ve varlığa yakınlık derecesi nedir? Öncelikle, varlık dilde ifade bulur, dilde anlam kazanır. Dil varlığı, görünür, algılanır ve anlaşılır kılar, anlamlı kılar. Varlığın bilinç tarafından görünmüş ve adlandırılmış olduğunu ifade eder. Görülmüş olmak, bilinç mührüyle mühürlenmiş olmaktır. Görülmüş olmak, bilince yansımış, bilinçte iz bırakmış olmak, dahası bilinç olmak ve bilinci olmaktır. Varlığı dile taşıyan kişi, varlığı dilde yeniden kurar, dilde yol alır, dilde yol bulur. İki dünya olur böylece: dildeki varlık ve dilin adlandırdığı varlık. Dilin adlandırdığı varlık, dil kendisini ifade ettiği sürece kendi evinde rahat eder, dildeki varlığı bir doğruluk ve hakikat olur, dilin anlamı olur; “Dilimin sınırı dünyamın sınırı demektir.” sözü bunu ifade eder.[5] Dilimin sınırı, evimin de sınırıdır. Evimin sınırı, bilincimin de sınırıdır. Varlığın anlam katmanlarına ne kadar nüfuz etmişsem, varlığı bilim, sanat, felsefe olarak ne kadar algılamışsam; varlığımda varlığı, varlıkta varlığımı ne kadar hissetmişsem, dilin ve varlığın anlam katmanları arasında ne kadar yolculuk yapmışsam, evimin sınırını da o kadar geniş tutmuşum demektir. Bu, bana derin bir varoluş duygusu kazandırır, varlık karşısında varoluşumun çağıltısını işitirim. Ama bu varoluş duygusu, kendi içindeki sonlu ve sınırlı akışla beni “gerçek varlık nedir?” sorusuyla da yüzleştirir. Bu 5. Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus (Logisch-philosophische Abhandlung) 5.6. “Die Grenzen meiner Sprache bedeuten die Grenzen meiner Welt.” Routledge & Kegan Paul, New York, 1961, s. 114.
benim varlıktan varlığa sıçrama noktamı oluşturur. Dildeki ve varlıktaki anlam yolculuğum, farklı duraklardan geçerek ilerler. Dildeki varlık, varlığı gerçek bir şekilde yansıtmazsa, o zaman varlık dilde huzursuz olur, kendini sürgün hisseder, gurbette hisseder; yanılgı ve yanlış ortaya çıkar, yanlış anlama ve yanlış anlaşılma ortaya çıkar. Ama her iki durumda da, hakikat olma ve hakikatten ayrılma durumu gerçekleşir. Böylece varlık dilde yeniden konumlanır, yeniden kurulur. Varlık, dil elbisesini giyer, dil elbisesiyle görünüşe çıkar. Dil ile anlam elbisesine kavuşur. Bu aynı zamanda şunu da sormaktır: İnsansız varlık olur mu? İnsan olmayınca varlığın bir anlamı olur mu? Varlık açısından insanî bilincin önemi nedir? “Varlık açısı” nedir? Dil içinde olmak anlam içinde olmak demektir. Dil içinde olmak bilinç içinde olmak demektir. Dil içinde olmak insan içinde olmak demektir. Varlığın dil içinde olması böyle bir anlam ifade eder. Dil benim varoluş tecrübemi, varlıkla kurduğum ilişkide elde ettiğim deneyimi ifade eder. Varlığı dille anlamak ne demektir? Öncelikle onu kendi evimin penceresinden, kendi evimde konuşulan dille, bana özgü anlam içerikleri olan dille, içine kendimi, kendi yaşantı, duygu ve düşüncelerimi kattığım, denilebilirse hayatı inşa ettiğim dille anlamam demektir. Bu bakış açısı benim evimin penceresidir. Ben varlığı, kendi zihniyetimle, kendi geleneğimle, kendi inançlarımla, kendi dünya görüşümle seyrederim. Öyleyse, varlık dediğimde kendimi, kendi dünyamı söylemiş olurum. Dilimle dünyayı kendi dünyam hâline getiririm. Dilim yoksa dünyam da yoktur. Dilim yoksa evimin penceresi de yoktur. Dilim yoksa evim de yoktur. Dilim yoksa dünyaya vereceğim bir anlam da yoktur. Varlığa dil ile yüklediğim anlamla kendim olurum, kendimi algılarım, kendi konumumda bulunurum. Varlığı kendi penceremden seyredemezsem, kendi dilim ile anlayamazsam, varlık benim olmaz. Varlık benim olmayınca varlıktan yoksun olurum, bir varlık olarak görünüşe çıkamam. Dilim, evimi, penceremi ve varlığımı oluşturur. Dilim, varlığı bana ait kılar. Varlık dilde anlaşılabilirlik niteliği kazanır. Gadamer, varlıktaki anlaşılabilirliğin, anlaşılabilir yönün dil olduğunu söyler.[6] Varlığı dıştan içe 6. Hans-Georg Gadamer, Truth and Method, çev. William Gelen – Doepel, Great Britain for Sheed & Ward. Ltd., London, 1981, s. 431-432.
7
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Dilimin sınırı, evimin de sınırıdır. Evimin sınırı, bilincimin de sınırıdır. Varlığın anlam katmanlarına ne kadar nüfuz etmişsem, varlığı bilim, sanat, felsefe olarak ne kadar algılamışsam; varlığımda varlığı, varlıkta varlığımı ne kadar hissetmişsem, dilin ve varlığın anlam katmanları arasında ne kadar yolculuk yapmışsam, evimin sınırını da o kadar geniş tutmuşum demektir.
doğru dile aktarmaya başladığımda, sırasıyla bilim, felsefe, sanat (edebiyat, fesim, müzik) ulaşmış olurum. Ve bu içe dalışta gittikçe kendime özgü dil ve söyleyiş alanlarına kavuşurum; dışa doğru daha nesnel, içe doğru daha öznel. Varlığın kabuğunda herkesle aynı dili konuşurum; kendimden, kendi konumumdan, dile verdiğim özel anlamlardan söz etmiş olmam. İçe doğu yöneldikçe kendimi konuştuğum dile katmaya başlarım. Giderek, kendimi ifade etmeye başlarım. Dilim, dile ve varlığa olan mahremiyetimin gizlerini, ayrıntılarını da ifade etmeye başlar. Böylece felsefenin, sanatın, edebiyatın kıvrımlı patikalarında özgün yapıtlar ortaya çıkar. Düşünmek, varlığı dilde anlamaktır, bilmek varlığı dilde kavramaktır, yazmak ise varlığı dilde yaşamaktır. Edebiyat ve sanat biraz da budur. Yazar, dilde yola çıkan, dilde arayan, dilde yol bulan bir kişi olarak bir “söz-sever” (philologos)’tur. O, varlığı söze taşıyan, varlığı, evine doğru götüren kişidir. Varlık ona konuşur, ona seslenir, onda yola çıkar. Yazma eylemi, varlığı kendi evine götürme, varlığı ve anlamı kendi yerine koyma eylemidir. Yazar, varlığın evini tanımakla ve inşa etmekle meşguldür. Dilsiz varlık, hissizliktir, sessizliktir; katı ve mutlak sessizliktir. Dil, varlıktaki sessizliği bozar. Dil varlığı konuşur, varlığı konuşturur: varlık dilde konuşur. Dil varlığı söyler, varlığa söyler. Dille kendi anlam alanına kavuşan varlık, kendi evine, sıcak ortamına da kavuşur. Yaşam orada maskelerini çıkarır; sahici ve içtenlikli yapısına kavuşur. Yazar, varlığı kendi evinde tanıyan, dahası varlığa ev inşa eden kişidir. Çünkü varlık, en iyi dilde aydınlanır, dil ile aydınlanır. Varlığın anlamı ve bilinci dildedir. Varlık dilde kendi yerine kavuşur. Dil içinde kendi yerinde, dil içinde kendi vatanındadır. Varlık tüm boyutlarıyla dilin içindedir. Zira söz, başlangıçta olandır.[7] Logos, varlığın tohumudur, özüdür, evidir. Varlık söz, söz de varlık içindedir. Söz varlığı, varlık da sözü sarıp sarmalar. Ama şu hep sorulabilecek bir sorudur: Acaba sözü olmayan, ifade edilemeyen bir varlık var mıdır? Söz varlığı gerçekten de tümüyle kuşatır mı? Yoksa söz varlık dediğimiz bu şeyin kendisi midir? Söz nerede biter, nerede varlık, nerede yokluk olur? Varlıksız söz, sözsüz varlık olur mu? Sözün veya aşkın bilincin varlığı öncelediğini söylediğimiz her durumda, bir bilince ulaşmamış herhangi bir varlığın olamayacağını da söylemiş oluruz. Kim bilir, belki var olmak, gerçekten de düşünülmüş ve algılanmış olmaktır. Yalnız bu değildir: Var olmak tasarlanmış, düşünülmüş ve söylenmiş de olmaktır. Zira “olmak” eylemi, olmayı, varlığa gelmeyi önceleyen bir eylemdir.[8] Aşkın bilinçte yer almayan, bir “varlık kaçağı” olabilir mi hiç? Şu hâlde varlığın gerçek evi, Augustinus’un da belirttiği gibi, tanrısal tasavvurdur. Gerisi bir seyahattir. Varlık kendisini en iyi dilde ve seyahatte bulur; 7. Yuhanna, 1: 1. 8. “Ona ol der ve [o da] olur.” Bakara, 117.
8
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
varlıktan varlığa, duraktan durağa, ama hep oradan oraya, Ana-Beyit’e doğru.
2. Ana-beyit
Dünyanın en eski ve en kalıcı evlerinden biri, Kâbe’dir. Kâbe’nin, inşası, insanın yeryüzünü yurt hâline getirişinde, dünyaya bağlanışında, bu evrendeki uzun yolculuğunda önemli duraklarından biridir. Hz. Âdem tarafından kurulduğu, Hz. İbrahim tarafından yeniden inşa edildiği söylenen bu ev, bugün “Tanrı Evi” (Beytulah) olarak adlandırılır. Beytullah, Âdem’in bir ölümlü olarak yeryüzüne bağlanışının, duyduğu yakıcı pişmanlığın, hissettiği derin acının, büyük yalnızlık ve çaresizliğin de görkemli ifadesidir. Yeniden cenneti arayış ve özleyişin, Tanrı’ya yakın olma isteğinin de ifadesidir. Cennetten yeryüzüne düşme, nasıl ki insanın yeryüzündeki tüm öyküsünü açıklıyorsa, aynı şekilde Âdem tarafından inşa edilen bu bina da insanın yeryüzünü yurt edinme çabasını öylece açıklar. O, pişmanlığının bir ödülü ve içinden düştüğü sonsuz hayatı anımsatacak bir simgedir. Hem fizik hem metafiziktir. Hem madde hem ruhtur. Hem gözyaşı hem sevinçtir. Dünya hayatında yeryüzüne atılan ilk düğümdür. Yeryüzüne bağlanmanın, ev kurmanın ve dünyayı yurt hâline getirmenin ilk ifadesidir. Kültürün ilk tohumudur. Binlerce yıldan beri, insanlığın kutsal mekânlarından biri olma özelliği ile merkezi konumunu koruyan Kâbe, İslamiyetle birlikte, merkezi konumu daha da güçlenmiş, Müslümanların kıblesi, bir araya geldikleri merkezî yer hâline gelmiştir. Allah’ın evi, orayı insanlığın yeryüzündeki kalbi, evi, huzuru ve güvenliği hâline getirmiştir. Zira Tanrı Evi, aynı zamanda güvenli mekân, insanlarının canının, malının güvende olduğu bir yerdir. Kuran’da, Kâbe’ye atfen, “Biz evi insanlar için toplanma yeri yaptık. Onu emin bir yer kıldık” denir.[9] Mevlana, “Beyt’ten maksat Kâbe’dir, kim oraya sığınırsa afetlerden korunur ve orada avlanmak haramdır. Bir kimseye eziyet etmek doğru değildir. Ulu Tanrı onu seçmiştir; doğru ve güzel. Ancak bu Kuran’ın dış manasıdır. Muhakkikler derler ki: Beyt, insanın içidir. Ey Tanrım, içimi nefsin meşgaleleri ve vesveselerinden boşalt. Bozuk ve yanlış heves ve düşüncelerden temizle ki onda hiçbir korku kalmasın; emniyet görünsün ve orası tamamen 9. Kur’an, 2: 125.
senin vahiy yerin olsun. Oraya şeytan ve vesveseler girmesin, yol bulmasın.”[10] İnsanın Beytullah’ı kendi içinde inşa etmesi, gönlünü Tanrı’nın güvenli hanesi hâline getirmesiyle mümkün olacaktır. Tanrı’nın bir evde ikamet ettiği düşünülemez. Onun gerçek hanesi, tabii ki kendisine inananların gönlüdür. Evrene sığmayan ve onu aşan Tanrı, kendisine saf, yalın ve içenlikli bir tutumla inanan kişinin gönlüne sığmış, böylece orayı kendi hanesi hâline getirmiştir. Mevlana, kalbin temizlenmesi ile gerçek bir arınmanın ortaya çıkabileceği, kötülükten uzaklaşabileceği, bu şekilde bir ayna gibi gönlün hikmete, olgunlaştıran bilgiye mekân olabileceği, bir tür aşkın bilginin yansıma ve esin alanı olabileceği konusu üzerinde durur. Beytullah’ın somut bir mekân olmasının yanında, asıl insanın gönlü olduğu hususu Yunus tarafından da dile getirilir. Yunus Emre, “Allah evi ziyaretdür ben anda varmak isterin” derken[11] kutsal mekân olarak Kâbe’ye yapılan yolculuğa; “Yunus Emre dir hoca gerekse var bin hacca / Hepsinden eyüce bir gönüle girmekdür” derken de içe, gönüle yapılan yolculuğa işaret eder.[12] hacca gitmek, Beytullah’a girmektir. Hacca gitmek, insanların gönüne girmektir. Hacı olmak, bir gönülde yer bulmaktır. Tavaf etmek, bir gönlü kazanmaktır. Kâbe’ye varmak bir insanın gönlüne varmaktır, Kâbe’ye yüz sürmek bir insanın gönlünü almaktır. “Hepsinden eyüce bir gönüle girmekdür” derken, Yunus, bu temayı terennüm eder. “Gönül Çalab’un tahtı gönüle Çalab bakdı / İki cihan bedbahtı kim gönül yıkar ise” derken de, gönül kırmanın aslında Tanrı Evi’ni yıkmak olacağı hususuna dikkat çeker. Gönlü Çalab’ın tahtı kılmak, Kierkegaard’un deyişi ile bir “sonsuzluk sıçraması”dır; bu “iman şövalyesi”nin eylemidir.[13] İman, kişinin kendi içinde Tanrı’ya bir ev oluşturması, bir yer aralaması, bir sayvan, bir ev veya duruma göre bir köşk yapması, Tanrı’ya bir beyt inşa etmesi olacaktır. Ama Tanrı’nın beytine geçmek çaba isteyen bir eylemdir. Bunun için ilkin insanların beytinden geçmek, onların beytini fethetmek gerekir. Zira 10. Mevlâna, Fîhi Mâfih, çev. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1990, s. 253. 11. Yunus Emre, Yunus Emre Divanı, hzl. Faruk K. Timurtaş, Tercüman Yayınları, İstanbul, 1972, s. 125. 12. Yunus Emre, age., s. 76. 13. Søren Kierkegaard, Fear and Trembling, çev. Alastair Hanay, Penguin Books, London, 1985, s. 70.
9
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Tanrı sevgisi, insan sevgisinden başlar, Tanrı sevgisi kardeş sevgisinden geçer. Kardeşini sevemeyen, Tanrı’yı sevemeyecektir. Kardeşinden uzaklaşan Tanrı’dan da uzaklaşacak, kardeşinden yüz çeviren Tanrı’dan da yüz çevirecektir. O hâlde, Tanrı Evi, insanın da evidir, Tanrı Evi insanlara açılan evdir; hastaların şifa bulduğu, açların doyduğu, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarının giderildiği evdir. Tanrı Evi, içinde insanlık sevgisi olan, muhabbet olan evdir. İçinde insanlar için iyi niyetin bulunduğu evdir. Tanrı Evi, bu dünyanın dışında değil, içindedir. Tanrı Evi, evlerden uzak değil, evlerin içindedir. Tanrı Evi insanlardan uzak değil insanların gönlündedir. Tanrı Evi iyiliktir, iyiliği istemektir, iyiliği temenni etmektir, iyilikle birlikte olmaktır. Tarının evi saflıktır, arılıktır, temizliktir. Tanrı’nın evinde olmak kendi evinde olmak, kendi evinde olmak kötülüklerden uzak olmaktır. İnsanlar Tanrı Evi’ne giderlerken kendi evlerine giderler; dünya işlerinden bunalmış gönül pınarlarını berraklaştırmaya, gönül aynalarını cilalamaya, duygularını saflaştırmaya giderler. Olgunlaşmaya, insanı görmeye, insanı anlamaya giderler. Ev, insanın kendisinde olgunlaştığı, kendisine erdiği, kendisini bulduğu, kendisini gördüğü bir yerdir. Ve Tanrı Evi, insanın gönlü, beyitlerin beyiti, Ana-Beyit’tir. Ana-Beyit’in[14] her ne kadar aşkın imleri olsa da, aslında yine de bu dünyaya, bu dünyada yaşayan insana göndermede bulunur. Ana beyit, bütün evlerin kapısı, bütün anlamların düğüm noktasıdır. Bütün evler, Ana-Beyit’e göre ko14. Bu ifadede Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel adlı romanına gönderme vardır. Aytmatov, küçük demiryolu istasyonunun yakınına ana beyit’i yerleştirirken, oradaki halkı bir arada tutan manevi değerler alanını da oraya yerleştirmiştir. Bir gün uzay istasyonu yapılacağı gerekçesi ile yıkılan Ana-Beyit, insanların manevi bir yabancılaşma içine girerek varoluşlarına anlam katan köklerden kopmalarını, robota, hissizliğe, duyarsızlığa (mankurtlaşmaya) yaklaşmalarını simgeler. İnsanlar ana beyitten uzaklaştıkça, evden, gönülden, gönlün ve yuvanın sıcaklığından da uzaklaşacaklardır. Anlamdan uzaklaşacaklardır. Romanda Ana-Beyit, “ana barınağı”, “ana huzuru” olarak ifade bulur. (bkz. Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel, çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1995, s. 151, vd. Ana-Beyit, bağlılıktır, adanmadır. Özdür, içtenliktir, sahihliktir. Toprağa bağlanmadır. İşarettir, merkezdir. Hatırlamadır, kendine doğru yürümektir.
numlanır, şehir Ana Beyit’e göre anlam kazanır. Kapılardan geçmenin, dört duvarı bir ev hâline getirmenin anlamı, Ana-Beyit’e ulaşmak, AnaBeyit’te yaşamaktır. Evler Ana-Beyit’ten pay aldıkça ışıklanır, güçlenir, yuva olur, dal budak sarar. Evler Ana-Beyit’ten pay aldıkça ev olur. Dört duvar, Ana-Beyit’in sıcaklığı ile ev olur, iki kişi Ana-Beyit’ten çekimi ile bir araya gelir, birbirlerine eş olur, dost olur, arkadaş olur. AnaBeyit, iki kişiyi birbirine çeker, bağlar, bunu aşkın bir tanıklık karşısında yapar. Fizik ötesinden kopuk bir gönül, yeterince kendi yerinde değildir. Gönül evinin tuğlaları, metafizik bir taahhütle birbirine bağlanır. Bunu sağlayamazsam, gönül dediğim her bir anda kendimi söylemiş olurum, kendime ulaşmak için ötekileri bir “araç” olarak kullanmışımdır. Kendim için istemişimdir. Kendi gönül evimi görmeyenler, kendi yüce gönüllülüğümü, kendi sevgi ve hoşgörümü görmeyenleri, hemencecik hoşgörüsüzlüğümle, sevgisizliğimle, gönül darlığımla ötekileştirmişimdir. Aşkın taahhüt ve bağlanma, bana koşulsuz bir şekilde ötekiyle iletişim kurmayı, gönlümü bir Ana-Beyit hâline getirmemi buyurur. Ana-Beyit’te olmak Tanrı huzurunda olmaktır, Tanrı huzurunda el ele vermek, el ele olmaktır. İçinde gönüllerin birbirine kavuşamadığı, birbirine ulaşamadığı duvarlar ev olmaz, dört duvar olarak kalır. Ev olmak için gönül olmak gerekir, evde olmak için gönle girmek gerekir, gönülde olmak gerekir. Evlenmek için gönüllü olmak gerekir. Gönlü olmayan, dört duvarı ev hâline getiremez; bunu başaramaz. Dört duvarı ev hâline getiren gönlün eylemleridir. Dile yol bulmak, gönle yol bulmaktır, varlığa yol bulmaktır. Gönül, evlerin kapısı, yolların nihai noktasıdır. Bütün yollar oradan çıkar, oradan geçer. Oraya çıkan yollar varlığa çıkar, oraya çıkan yollar aydınlığa çıkar, oraya çıkan yollar huzura çıkar. Ev, gönül olmaktan çıkarsa ev olmaktan da çıkar. Ev, gönül olmaktan çıkarsa hayat ve ömür olmaktan da çıkar. Ev gönül olmaktan çıkarsa dünya daralır, hayatın anlamı daralır. Ev gönül olmaktan çıkarsa dünya zindana döner; eziyetin, şiddetin, kasvetin merkezi hâline gelir. Ev gönül olmaktan çıkarsa, insanın yeri olmaktan da çıkar.
3. Uygarlığın çekirdeği olarak ev
10
Söz, evreni bir düzen içinde görmektir. Evren,
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
kaos değil, kozmostur. Düzendir, ahenktir, uyumdur, yasadır. Evrendeki yasalar evreni, insan dünyasındaki yasalar toplumları düzen içinde tutar. Doğası gereği bir arada yaşamaya eğilim duyan, buna mecbur olan insan, evde bir araya gelir ve dünyayı kendi evi hâline getirir. Bir ev içinde aile (femuli) olmak, Vico’ya göre, insanları yeryüzünün vahşi ormanında başıboş dolaşan hayvanlar gibi yok olup gitmekten korumuş, evi de kültürün ve uygarlığın merkezi hâline getirmiştir. Böylece insanlar ev içinde aile olmuş, soy olmuş; aileler evleri, evler şehirleri, şehirler ülkeleri oluşturmuştur.[15] İnsan evlenerek toprağa bağlanır, toprağa bağlanarak doğayı işlemeyi, doğayı kültüre dönüştürmeyi öğrenir. Medeniyet aile olma, toprağa bağlanma, hane kurma ve şehirleşme ile başlar. Civitas “civilisation”u, medine “medeniyet”i oluşturur. Medeniyet şehirdir, şehir evdir. Ev, ailedir. Soydur, neseptir, şeceredir. Ev dağılırsa medeniyet dağılır, ev dağılırsa şehir dağılır, ev dağılırsa yasa dağılır, ev dağılırsa soy dağılır, ev dağılırsa kavim dağılır, ev dağılırsa “nomos” dağılır. Yasa, örf, töre olarak nomos, evsizliği önler.[16] “Nomos”, ailenin dağılmasını önleyerek insanın tekrar geldiği yeryüzünün vahşi ormanına başıboş sürüler gibi dağılmalarının önüne geçer. Böylece onları sürekli iskân hâlinde, aileler olarak bir uygarlık düzeyinde tutar. Vahşileşmelerini önler. Aile, anahtardır. Bu anahtarla insan doğanın kapısını açar, orayı kendi evi, kendi yurdu hâline getirir. İnsan evlenerek evlere yerleşmiş, soy ve nesep belirgin hâle gelmiş, bu şekilde kavimler ve uluslar oluşmuştur. Böylece, evin ve ailenin anlamı daha belirginleşmiştir. Orası neresidir? Evdir: bilimin evidir, dilin evidir, kültürün evidir, sanatın evidir, insanın evidir. İnsanın içinde var olduğu ve var olurken kendisini de var kıldığı tinsel birikimin evidir. 15. Giambattista Vico, Yeni Bilim, çev. Sema Önal, Doğubatı Yayınları, Ankara, 2007, s . 29. 16. Nomos. Yunanca’da “yasa” anlamına gelen bir kelimedir. Namus, nomosun Arapçalaştırılmış hâlidir. Platon, Devlet diyaloğunda, yasanın kökeninin hak ve haksızlık duygusu olduğunu söyler. (Platon, The Republic, çev. Desmond Lee, Penguin Books, London, s. 45). Nomos, göksel yasa olarak birey ve Tanrı arasındaki en eski sözleşmeye, “ahit”e göndermede bulunur. Buna göre “namus”un, Tanrı katından gelen, yeryüzündeki düzeni, adaleti sağlamaya yönelik, öncelikle hukuksal ve ahlaksal içerimli bir kavram olduğu söylenebilir.
Yeryüzüne katılan bu anlam, giderek orayı insanın kendi evi gibi hissetmesine neden olmuştur. Binlerce yıl insanın kendi ruhuyla yoğurup durduğu doğa, giderek insanlaşmış, insani evrene, insanın anlamlar evrenine dönüşmüştür. Bu, bir yandan doğayı işleme, şehirlerle, yollarla, köprülerle, mabetlerle, saraylarla, su kanalları ile, tarlaları ile, hatta mezarlıkları ile orayı işlemek anlamına gelirken, öte yandan fiziksel ve tinsel dünyanın bilgisini elde etmek, yasasını tanımak anlamı da taşır. Hegel, bilgi ile kendimizi dünyada kendi evimizdeymiş gibi hissedeceğimizi söyler.[17] Buna göre insan dünyayı bilerek evi hâline getirir. Bilerek güvenli ve rahat bir ortam hâline getirir. Dünyayı bilgimizle kuşatmadığımız zaman, onu tanıdık ve güvenli bir ortam hâline getirmiş sayılmayız. Orası bizim için hâlâ karanlık, sihirli ve büyülü güçlerle, iyi ve kötü ruhlarla dolu bir yer olarak görünür. Şimşeği, doğanın kızgınlığı, gök gürültüsünü ruhların konuşması olarak anlama eğilimi duyarız. Bizi korkutan her şeyin karşısında tapınma eğilimi duyarız. Bilmek, dünyayı aydınlık kılar. Bilmek evrenin gizlerini açar. Bildiğimiz zaman “bu evren nedir?” ve “bu evren içindeki bu küçücük yaşam nedir?” sorusuna aydınlık bir cevap türetme imkânına kavuşuruz. Bildiğimiz zaman, insan, evren ve Tanrı bilmecesi aydınlık bir çözüme kavuşur bilincimizde. İnsan kendi evini kurarak kendini var etmiş, kendi evini dağıtarak da yok etmeye doğru gitmiş ve gitmektedir. İnsanın kendi evini dağıtmasının çeşitli anlamları vardır. Öncelikli anlamı, evin anlam katmanlarının zayıflaması, yok olması, insanların birbirleri için gönül olmaktan, bir yaşama ve varolma alanı olmaktan çıkmalarıdır. İnsanlar artık giderek ev kurmaktan uzaklaşmakta, bunun yerine barınma makineleri yapmaktadırlar. Barınma makinesinin adı “konut”tur. Bir konuta sahip olmak için evlenmeye gerek yoktur. Çeşitli ilişki biçimlerine açık bir yaşam biçimidir söz konusu olan. Ev, barınma makinesinde giderek işlevlerini yitirir; ilişkiler, derinliğini ve sıcaklığını kaybeder. Bir gönlün bir başka gönle “mecburiyeti”, sevgi bağlılığından giderek “başka seçeneğim yok”a dönüşür. Böylece konutlar genişlese de gönüller daralır, bir başkasını almaz olur. Barınma makinesi, evin ürettiği ruh hâlini, yaşama biçimini üretemez olur. Ev ortamı17. Hegel, Estetik, çev. Nejat Bozkurt, Say Yayınları, İstanbul, 1982, s. 96.
11
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
nın içerdiği değer ve anlam, barınma makinelerinde duyarsızlığa, hissizliğe dönüşür. Evle birlikte evin içindeki hayat, canlılık, anlam, sevgi, şefkat ve bağlılık da ölür. Böylece, evini kaybeden insan kendini kaybeder. Evini kaybeden insan bedenini kaybeder, evini kaybeden insan ruhunu kaybeder, dilini ve anlamını kaybeder. Evi kaybetmek büyük acıdır. Evi kaybetmek tanımı kaybetmektir, evi kaybetmek aşinalığı kaybetmektir. Evi kaybetmek, varlığı kaybetmektir. Evi kaybeden yolu kaybeder, evi kaybeden çareyi kaybeder, imkânı kaybeder. Ne söylenebilir bundan sonra? Hasılı evi kaybetmek büyük acıdır.
Sonuç
Ev, insanın yeryüzüne tutunma çabasının en güçlü göstergelerinden biridir. İnsan yeryüzüne ev kurarak bağlanır, ev kurarak çoğalır, ev kurarak kökleşir. Ev kurarak şehri, ev kurarak kültürü ve uygarlığı oluşturur. Evsizlik, yurtsuzluktur, yersizliktir. Evlenmek, bir gönle girmek, bir gönülde yer bulmaktır. Evsizlik bir gönülde yer bulamamaktır. Ama daha yakından bakıldığında evsizlik insanın yazgısıdır. Ya da insanın yeryüzündeki yürüyüşü, evsizlikten eve doğru, sürekli eve doğru bir yürüyüştür. Bu açıdan bakıldığında insan kendi evinde misafirdir. Kişi, Hegel’in deyişi ile dünyayı bilgisi ve kültürü ile her ne kadar evi hâline getirse de, sonuçta içinde yaşadığı evin gerçek sahibi olmadığı duygusunu bir ömür içinde taşır. Zira ondan öncekiler de kendi evlerinin gerçek sahibi olmamışlardır. Bu keskin fanilik duygusu başlangıçtan günümüze insanı en çok meşgul eden konular arasında yer almıştır. Dünyada bir misafir gibi yaşar. Burada insanın yeryüzündeki temel konumuna, faniliğine, gelip geçiciliğine vurgu vardır. Bu çeşitli şekillerde yorumlanabilecek bir konudur. Dünya görüşlerine göre farklı anlamlar kazanabilir. Antik Yunan kültüründe Dionisos’u bu fanilik duygusunun oluşturduğu söylenir. Fani isen, o zaman yeryüzündeki hayatının her bir anı sonsuz değerdedir. Ama bir başka bakış açısından eğer ölüm varsa gerisi boştur. “Ey ölüm seni tanıyan zenginliği ne etsin!” Bu bakış açısından, insanın yeryüzündeki hayatı, “fanilik evi”nden (darül fenâ) “sonsuzluk evi”ne (darülbekâ) bir yürüyüştür. Ömür bir taşınmadır; ömür bitince
taşınma da biter. Hayat yaşamaya bir hazırlıktır. Ev, eve hazırlıktır. Dünya dünyaya hazırlıktır. Bu açıdan bakılınca evsizlik, faniliğe atıfta bulunur. Ama bir yadsıma değildir bu. Kişi, dünyadaki evinde, kendine ait olmadığını bilerek yaşar. Gerçek evinin farklı bir evrende, farklı bir anlam alanında olduğunu düşünür. Bu da bir tür evsizliktir, evsizlik hâlinde cisimleşmedir. “Beytullah”, Tanrı’nın eviyse insanın da evidir, varoluşun da evidir, varlığın da evidir. Kâbe dildir, gönüldür. Ana-Beyit, ana dildir. Dünya orada kurulur, orada anlaşılır; hayat orada çözülür, orada yaşanır. Anlama isteğinin ortaya çıktığı her bir anda oraya dönüş yapar insan. Nihayet Ana-Beyit Nayman Ana’nın yattığı topraktır. Topraktan gelen insanın yine toprağa dönmesidir. Toprak hamurdur, evdir. Ama sadece bu değildir; ruhuyla da bir başka Ana-Beyit’e, tanrısal ışığa dönüş yapar insan. Bu, ebedi huzurdur, ebedi dinginliktir. Biz varlığı dile getirmekle onu kendi yuvasına götürmüş oluruz. Bu anlamdır, hakikattir, doğruluktur, erdemdir, adalettir. Varlığı dile getirdiğimiz her bir durumda onu kendi evine ulaştırmış oluruz. Ve aslında o ebedi kelamda kendi evindedir, kendi evinden çıkmıştır bile. Orası Âdem’in yeryüzüne düştüğü yerdir. Oraya ulaşmak yeniden sonsuzluğun kapısına ulaşmaktır. Beytullah, insanın dünyaya giriş kapısı olduğu gibi, bir ömür kendisine doğru yürüdüğü ve nihayet açtığı kapıyı katıp gittiği yerdir de. Bu yönüyle de sonsuzluğun, “sonsuzluk evi” (darülbekâ)’nin kapısıdır. Âdem bu binayı yaparak yeryüzünü, yeryüzünün sonlu ve sınırlı varlığını da inşa etmişti. İbrahim bu binayı onarırken kendi sonlu ve sınırlı varlığını da onarmıştı. Bu sonlu ve sınırlı yaşamda, Beytullah, nasıl ki dünyaya girişin, dünyalı olmanın ilk adımıysa, dünyadan göçmenin ve öte âlemlere açılmanın da ilk adımıdır. Bu nedenle o dünya ve dünya ötesi arasında bulunur. Fizik ve metafizik arasında bulunur. İnsanın bu “yön”ü kaybetmesi, yön duygusunu kaybetmesi olacaktır. Bu ise dünyada sanki bir ölümsüzmüş gibi hüküm sürmesine, varoluşunun içtenlikli yapısını yitirmesine neden olacaktır. Böylece gönül, Ana-Beyit olmaktan çıkacak ve giderek tıp biliminin ilgi duyduğu bir organa dönüşecektir. ■
12
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
MAHİR ADIBEŞ
Şimdi Tâceddin Dergâh’ı sessiz, sakin. Mutfakta birkaç parça kap kacak, yatak odasında hazır yatağı, oturmak için köşedeki minderi, abdest almak için ibriği, leğeni, rahlesi, Mushaf’ı, selamlıkta sedirler, ot yastıklar, serili kilim, şilteler ve Ankara keçisinin postundan namazlık her an gelecekmiş gibi Şair’i bekliyor…
B
ir çeşme var bahçesinde, suyu çoktan kurumuş. Taşındaki eski yazılar silindi silinecek. Gelişi güzel vurulan murçların çentikleri, tarak izleri zar zor belli oluyor. Hâlâ sağlam duran sarı dökme kurna zamana meydan okuyor. Bir zamanlar suları kucaklayan mermer kurun Ankara’nın sıcağına soğuğuna direniyor, zaman da sularla birlikte akıp geçmiş üzerinden... Suların akışında, taşlar da zamanla birlikte yıpranmış… Çeşmenin başında geçmişten yansımalar var: Kıyısına çömelip abdest alan adamların, güğümüne su dolduran kızların, kurnasından eğilip su içen çocukların, “hadi biraz oturup dinlenelim.” diyen yorgun yolcuların izlerini taşıyor… Ankara’ya bu sabah geldim,[1] hava kapalı, sıcaklık sıfırın altında, sabah biraz yağmur çiseledi ama şu an durgun. Hacettepe Hastanesinin önü her zamanki gibi kalabalık, etraf oldukça düzenli. Daha önce de buraya birkaç defa gelmiştim. Eskiden çok kötü ve bakımsızdı, sihirli bir el dokunmuş olmalıydı buralara. Çeşmenin önünde dikilip etrafı kolaçan ettim. 1. 14 Aralık 2009
13
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Tam karşımda Mehmet Âkif’in İstiklâl Marşını yazdığı ev, sol yanımda Taceddin Sultan Camii ve türbe, caminin kıble tarafında o dönemlerden kalma mezarlar taşlarıyla tarihî bir görüntü... Sağ taraf düzenlenip yeşil alan yapılmış. Arkamda tarihî bir sokak; eski Ankara evleri tamir edilerek hizmete açılmış. Doğrusu, sokağa döşenen kırmızı taşlar ile cumbalı evlerin rengi çok uyuşmuş.[2] Duvarla çevrili bahçeye çift kanatlı tahta kapıdan girdim. Kapının önünde ayaküzeri konuşan iki kişiye yaklaşıp selam verdim. Pazartesi günleri ziyaret için ev kapalıymış, temizlik yapıyorlarmış ama İzmir’den geldiğimi söyleyince gezmeme müsaade ettiler. Bu iki katlı evin iki girişi var; Biri zemin katta mutfağın bulunduğu yerde diğeri ise üst tarafta cami tarafında, ikinci kata çıkan merdivenlere açılıyor. Önce bahçeye göz attım: Eskiden burası çok bakımsızdı, ağaçların dalları rastgele yayılmış, yabancı otlar etrafı kaplamıştı. Şimdi ise her şey temiz ve düzenli hâle getirilmişti. Binanın dıştan bakımı ve tamir gereken yerleri yapılmış, düzgün ve muhkem eski Ankara evi olarak elden geçirilmişti. Kırmızı kiremitleri, saçaklarıyla aslına benzetilmiş, beyaz boyalı eve ağaçların yeşilliği çok yakışmıştı. Selamlığın kıble tarafındaki cumba doğrusu iyi muhafaza edilmişti. Kafesli pencerelerden her an bir baş uzanacak ya da şiir okuyan şairin sesi duyulacakmış gibi canlı duruyordu. Besmeleyle mutfak tarafındaki kapıdan içeriye girerken heyecanlanmıştım. Sanki sözleşmiştik de Şair’le orada buluşacaktık. Görevli, birkaç adım arkadan geliyordu. Önce selamlığa gitmek için tahta merdivenlerden yukarıya çıkmaya başladım. Her adımımda basamaklardan ince bir ses çıkıyordu. Bir an her tarafı bir sessizlik sardı, vücudumu bir 2. “Kasr-ı ebniye”/selamlık binası, Tâceddin Dergâhı’nın sağlam bir şekilde ayakta kalmış, Cumhuriyet dönemine intikal etmiş en temel yapılardan biridir. Mehmet Âkif 24 Nisan 1920’de İstanbul’dan Ankara’ya geldiği zaman Tâceddin Dergâhı’nın başında bulunan Şeyh Tâceddin Mustafa, misafirlerini kabul edip ağırladığı selamlık binasını Âkif ve arkadaşlarına tahsis etmiştir. Safahat'ın altıncı kitabı “Asım”ı tamamlamış, 17 Şubat 1921’de “İstiklâl Marşı”nı, 15 Nisan 1921’de “Süleyman Nazif’e” şiirini ve 7 Mayıs 1921’de de “Bülbül”ü yazmıştır. (Nazif Öztürk, 2007. Geçmişten Günümüze İstiklâl Marşı’nın Yazıldığı Mekân, Tâceddin Dergâhı, Mehmet Âkif Türkiye’de Modernleşme ve Gençlik, Ankara, Türkiye Yazarlar Birliği.)
ürperti kapladı, Mehmet Âkif’in huzuruna çıkıyormuşum gibi heyecanlandım. Beynim kilitlenmiş bir şey düşünemiyordum, zaman durmuştu sanki. Daha önce geldiğimde bu duyguları yaşamamıştım doğrusu… İlk dönemeçten sonra ikinci kısma ayağımı atınca karşıda selamlığın açık kapısı duruyordu. Karşıdaki duvarda Şair’in resmi asılıydı. Eski tahta kapı içeri girmemizi bekliyordu. Her basamakta biraz daha heyecanım artarak selamlığın kapısına geldim. Mehmet Âkif ve iki arkadaşı selamlıkta oturmuş sohbet ediyorlardı. Şair, sedirde, diğer iki kişi yerde postlar üzerine oturmuşlardı. Bu sohbeti bölmek doğru olmaz diye aklımdan geçti, hemen geçip yanlarındaki bir postun üzerine oturdum… “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.” diye sözü sürdürdü üstat. Sesi selamlıkta duvarlar arasında dolaşıyordu. Bizler susmuş, onu dinliyorduk. Bazen hırçın bir nehir gibi yatağına sığmayıp taşıyor, bazen de durgun deniz gibi sakinleşiyordu. Bir bakıyorsun aslan gibi kükrüyor, bir bakıyorsun mavi gökyüzünde süzülen şahin gibi akıp gidiyor, bir de bakıyorsun ki bülbül gibi dilinden şiirler dökülüyordu… Karşımdaki duvarda eski alfabeyle yazılmış İstiklâl Marşı duruyordu. Gözlerim ona takıldı. Mehmet Âkif tam önümde dikilip gözlerimin içine baka baka; “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?” diye söze başlayarak Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu anlatıyordu. İçeride bir tek onun sesi vardı; bütün cihan olmuş lâl… Bazen İstiklâl Marşı’ndan mısralarla, bazen Bülbül’den sözler sıralayarak o günleri anlatırken heyecanlanmıştı, aniden durgunlaştı, fırtına sonrası gibi ortalık sakinleşti… “Bütün dünyâya küskündüm…” Bir söz kaçırmamak için dikkat kesilmiştim. O söylüyor, ben olduğum yerde sıtma tutmuş gibi titriyordum. Peş peşe söylerken, sözlerini sıralarken, o an ne hissetmiş olabileceğini düşündüm. Tahtaları kare kare kaplanmış tavan, küçük lambalı dörtlü avize, yerdeki tahta döşeme, ayakaltına serili postlar, duvarlar, ağaç kapı, küçük pencereler, perdeler bu seslere aşina ama yine de susmuş onu dinliyorlardı. Sanki dinlemiyor da onunla birlikte şiirin sözlerini mırıldanıyorlardı. İlk defa fark ettim içeride inanılmaz bir huzur olduğunu. Bahçedeki çamlarda kıpırtı yoktu, bulutlar gü-
14
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
neşi örtmüş, hava karamsar, Ankara’nın üzerine duman çökmüştü. Bugün yine Ankara’da hüzün vardı… “Haber geldi” diyordu, “Bursa’yı Yunan işgal etmiş…” Başımı eğdim bu sözler karşısında. Ecdat mezarına Yunan ayağı değmiş!... İçimi bir acı sardı, oturduğum yerde küçülmüştüm, söylenecek söz kalmamıştı. Kendime geldiğimde içeride bir tek ben vardım ve sessizlik çökmüştü. Yere serili postlar ve sedirlerdeki minderler, yaslanmış olduğu ot yastıklar buruk göründü o an gözüme. Şair’in duvardaki resminde tebessüm vardı, yine öyle sakin bakıyordu. Onun bakışları aklımı başıma getirdi… “Tâceddin Dergâhı hakkında konuşulacak, söylenecek çok söz var…” Heyecanım çok artmıştı, sözden söze geçiyorduk… Üstat bu evde Şubat 1921’de yazmış İstiklâl Marşı’nı… Duvarlar, postlar, döşemeler, tahtalar buna şahit. Yer ve tavan tahtayla kaplı, ortada sade bir avize duruyor o günden bu yana. Pencerelerde, pencere yüksekliğinden ot yastıklara kadar uzanan krem rengi perdeler çekiliydi. Selamlık kısmı, o zamanki oturma odası. Misafirler buraya alınıyor, uzun uzadıya sohbetler yapılıyor, eğer varsa kahveler burada içiliyordu. Bu salonda ciddi memleket meseleleri tartışılıyordu. Biraz dalıp gidince o konuşmaları duyuyordum. “Eşin var, âşiyanın var, baharın var ki beklerdin; / Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin ?” Bu sözler karşısında kendimden geçmiştim. Beyaz duvarlar gözlerimin önünden dalga dalga kayıyordu. Dupduru su bütün vadi boyunca akıyor, fecir vakti bir bayrak ufuklarda dalgalanıyordu… Üstat “Bülbül” şiirini bu duvarlar arasında yazmıştı; kim bilir o gün ne sıkıcı bir gün, ne bunaltıcı bir hava vardı. O gün ne çileli bir ömürdü… Bu ev için söylenecek çok söz var, çok... Her çivisini, her kıymığını tek tek dinlemek gerekir... Gözlerim buğulanarak yerimden kalktım. Selamlıktan çıkıp sağa dönüp yatak odasına yöneldim. Karşı duvarda üstadın, eşi ve çocuklarının resmi duruyordu. Hemen duvarın dibinde resimlerden bildiğimiz yatağı, yerden biraz yüksekte serilmiş, başucunda rahle ve Kur’an-ı Kerim, yerde namazlığı serili duruyordu… Namaz vakti mi geldi, ey
post kimi bekliyorsun?.. Öbür taraftaki köşeye bir minder konulmuştu. Kapının girişinde sağ tarafta; bir bakır güğüm, abdest almak için bir ibrik ve leğen o günlerden kalan eşyalardı. Duvarda bir gemici feneri asılı ama doğrusu o zamana ait olup olmadığından endişeliyim. Yalnız diğer eşyaların şairin ellerinin değdiği eşyalar olması kuvvetle muhtemel. Bütün eşyalar hazır bir şekilde yıllardır Şair’in dönüşünü bekliyor. Onun bastığı yerlerde gözlerim izlerini arıyor. “Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar./Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.” sesi evin içinde dolaşıyor. Bu sözlerle yok olmak üzere bir milleti ayağa kaldırıp, Cumhuriyetin kurulmasına vesile olan Şair’in yatak odası sessiz ve sakin. Zamanın içinde zamanı arıyorum, yüzümü yumuşak bir hava okşuyor. Ayaklarını bastığı yerleri tek tek öpmek geliyor içimden. Dışarısı soğuktu ama içeride nedense soğuğu hissetmiyordum. Dalmıştım içerinin şiirimsi, huzurlu sıcak havasına, Millî Şair Mehmet Âkif’in ruhunun izlerini yaşıyordum. Bu külliye hakkında o kadar az bilgi var ki sanki hiç yaşanmamış, hâlbuki kültürü teferruatlarda aramak gerekir. Hafızamızı birileri silmiş olmalı!... Tâceddin Dergâhı, Ankara’nın ortasına imza gibi konulmuş. Hani bir gece yarısı Şair uyanıp kâğıt bulamayınca yatağın sağındaki duvara “Ben ezelden beridir…” diye başlayan dörtlüğü yazar mum ışığında. Türk’ün tarihini bize mısralarıyla böyle anlatır ya… Gözlerim duvarları tarıyor, işte o yatak odası, ya o mısralar nerede? O an aklıma gelenler bunlar. O yazılar yatak odasına girince solda kalan duvara yazılmış; bütün kayıtlarda öyle bahsediliyor. Şu an yatak, tarif edilen yerde, duvar hemen karşısında. Ankara’nın soğuk bir gecesi olmalı… Yazıların üzerini sonra tamir edilirken sıvayla kaplamışlar. “Keşke öylece kalsaydı.” diyorum içimden. Elimi duvara bastırıyorum, sanki harfler elimin altından kayıyor. “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!” Gözlerimden yaşlar akıyor. İstiklâl Marşı’nın mısraları, hürriyetimin ulvi ifadesi, işte bu duvara kazılmış… İstiklâl Marşı anlatılırken mutlaka Tâceddin Dergâhı ile birlikte anlatılmalı. Bu ev, Mehmet Âkif ve içinde yazılan İstiklâl Marşı ile anlam kazanmış, kutsileşmiştir. Bu sebeple manevi değeri vardır, yoksa diğer eski evlerden ne farkı olurdu?... Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu anlatılırken,
15
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
İstiklâl Marşı’nın yazıldığı mekân ve şairi anlatılmadan izah edilemez. Tarihte bazı olaylar ve yerler milletlerin geçmişinde önemli izler bırakmıştır. Ne Ulus’taki ilk Meclis Binası ne de İstiklâl Marşı’nın yazıldığı Tâceddin Dergâhı’nı unutmamız mümkündür. Bahsi geçen iki mekân arasında önemli bağlar vardır. Biraz önce heyecanla çıktığım tahta merdivenden, şimdi daha sakin, huzurlu ama düşünceli iniyorum. İçeride tek duyulan ayaklarımın tahtalara basarken çıkardığı tıkırtılar var. Üstadın, burada geçen günlerini, sohbetlerini, uykudan uyanıp şiir yazmasını düşünüyorum. Bursa’nın düştüğü haberini alınca nasıl hüzünlendiğini ve nihayet evde duramayıp akşam karanlığı çökerken kendini kırlara attığını, “Dün akşam pek bunalmıştım…” diye başlayan sözlerle bize anlattı… Mutfak, bahçeden girip çıktığımız zemin kattaki kapının karşısında. Yanında bir oda bir de içeride sonradan depo olarak kullanılan zamanında çilehane olarak yapılmış bölme var. Mutfak, neredeyse boşalmış. Kap kacak buradan götürülmüş. Yalnız o zamandan kalan yemek yapmada kullanılan dört parça eşya göze ilişen. Duvarlarda birkaç Kur’an levhası asılı. Yani anlayacağınız burası çok sonradan toparlanmaya çalışılmış. Yine de bu ev Türk’ün İstiklâl Marşı’nı yazan Mehmet Akif’in bir süre yaşadığı mekân. Bu ev Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında, manevi mimarını, millî şairini barındırması açısından çok önemli bir mekândır. Kapısının eşiğinden pencere pervazına, post namazlığından perdesine kadar, abdest aldığı ibrik ve leğenden mutfağında yemek pişirdiği tenceresine kadar önemli bir mekân... Bu evin adı Cumhuriyetle birlikte anılacak kadar önemli ve kutsal... Ben bir Türk’üm, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ferdiyim diyen herkes bu eve uğrayıp o günleri düşünerek burayı ziyaret etmeli... İstiklâl Marşı’nı sesli okuyup düşünmeli… Bülbül şiirini bağırarak okuyup hayal etmeli… Tâceddin Dergâhı, İstiklal Harbi boyunca, Cumhuriyetin kurulma yıllarında mücadele veren aydınlarımızı içinde barındırmış, hürriyeti bütün dünyaya ilan eden şiir İstiklâl Marşı bu evde yazılmış ve onu yazan şair bu evde o mısraları, sarı, soluk kâğıtlara kâğıt bulamayınca duvarlara yazmıştır. Bu sebeple Türk milleti için burası önemlidir
ve değerlidir. Bu evin manevi havasında o günleri düşünüp, gezip görmek gerekir. İstiklâl mücadelesi yıllarında kasaba kasaba, köy köy dolaşıp milleti harekete geçiren, Cumhuriyetin mimarları arasında Şair, “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;” dediğinde uzun zaman ayakta alkışlandı ve alkışlanmaya devam etmektedir. Onun sayesinde Cumhuriyeti bir velinimet olarak bilen bu nesil, onu yazanı unutamaz ve yazıldığı mekânı da kutsal bilmek zorundadır. Tâceddin Dergâhı[3]∞, Hacettepe Üniversitesine bitişik eski Ankara evlerinin bulunduğu Hamamönü mevkiinde tevazulu bir sokak olan Mehmet Âkif sokağında bulunmaktadır. Evler aslına uygun olarak onarılmış, doğrusu hoş şeyler yapılmış, burada insanı büyüleyen huzurlu bir hava var. İstiklal Marşı’nın yazıldığı ev geçmişte ihmal edilmişti. İçinde kediler, köpekler barınıyor, sarhoşlar sabahlıyordu. Sonra ev toparlanmaya çalışıldı. Son zamanlarda hem çevresi düzeltilmiş hem de eve bakım yapılıp “Mehmet Âkif Kültür Evi” olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından açılmış. Burada yapılanlar onun hatırasına çok sayılmaz. Mesela burayı çok insan bilmiyor, tanıtım yok denecek kadar az, millî bir kültür şuuru oluşturulamamış. Ev hakkında araştırma yapmaya kalksanız yazılı eser bulmak o kadar kolay değil, bilgi yetersizliği var. Bu evin halk arasında efsaneleştirilmesi korkusunu bırak, bir dönemler ilgi bile gösterilmemiş, bilinmemiş. Bilakis unutturulmaya çalışılmış bir hâli var ya da bana öyle geldi. Peki, biz istiklâl Marşı’nın yazıldığı eve ve onu yazan şairin bir zamanlar yaşadığı mekâna değer vermeyeceğiz de neye değer vereceğiz?... Hani, “Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılır, âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelir”di?..[4] “Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;” derken kabına sığmayıp taşıyordu. Bu mısra bile tek başına bir milleti ayağa kaldırabilecek güçteydi… 3. Gerek mimari özellikleri ve gerekse kullanılan malzemeler ve hepsinden daha önemlisi kapının üzerindeki II. Abdulhamid’in tuğrası altında yer alan dört satırlık kitabeden mevcut yapıların XIX. Yüz yılın son senelerinde inşa edildiği anlaşılmaktadır. Tâceddin Külliyesi binalarının ilk inşasının XVII. Yüzyılın ilk yarısında yapıldığı tahmin edilmektedir. (Nazif Öztürk; Age.) 4. Suyûti, el Câmiu’s Saiğr, nr 10026; İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l- İlm, nr. 139.
16
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Şimdi Tâceddin Dergâh’ı sessiz, sakin. Mutfakta birkaç parça kap kacak, yatak odasında hazır yatağı, oturmak için köşedeki minderi, abdest almak için ibriği, leğeni, rahlesi, Mushaf’ı, selamlıkta sedirler, ot yastıklar, serili kilim, şilteler ve Ankara keçisinin postundan namazlık her an gelecekmiş gibi Şair’i bekliyor… Millet olarak biz, dine, vatana, bayrağa, namusa, ataya çok değer verir, saygı duyar, vatanın toprağını taşını kutsal biliriz. Bayrak hür olmanın sembolüdür, namus insan olmanın, ataya saygı duymamız ise geçmişimize verdiğimiz değeri gösterir. Vatandan bir kaya parçasının bile yabancılara verilmesine razı gelmez yüreğimiz. İstiklâl Marşı’nın yazıldığı, Türk’ün ruhunun fışkırdığı, hürriyetinin haykırıldığı, vatan için günlerce gözyaşı döküldüğü Tâceddin Dergâhı neden bu kadar ihmal edilmiş anlamak mümkün değil. O günlerdeki coşkuyu düşünüyorum!.. İstiklâl Marşı tamamlanmış, TBMM’de tekrar tekrar okunup ayakta alkışlanarak kabul edilmişti. “Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın!...” bu sözler üstadın dilinden tane tane döküldü… O saat üstadı dinlerken orada kahve içmek isterdim… Şiirlerin tamamlanmasından sonra hep yapıldığı gibi, “Marş”ın Mecliste kabul edildiği günün akşamında dergâhta çay demlenerek yakın dostları arasında bulunan milletvekillerinin de iştiraki ile mütevazı bir kutlama yapılmış.[5] İlginç bir heyecan vardı, yüzler o gün gülüyordu… Ey analar / babalar!.. Bir gün çocuklarınızın elinden tutup Tâceddin Dergâhı’na gelin. Orayı gezdirirken “Bu ev İstiklâl Marşı’nın yazıldığı yer” deyin… Ey Türk oğlu… Ey Türk kızı… Eğer hür kalmak, hür yaşamak istiyorsan, Mehmet Âkif’in ruhunu hissederek gel, Tâceddin Dergâhı’nda İstiklâl Marşı’nı ve Bülbül şiirini bir daha yeniden oku… oku… oku... Bil ki, Tâceddin Dergâhı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında emeği geçen en önemli mekânlardan biridir. Her çivisi, her taşı bu milletin istiklâl mücadelesine şahitlik etmiştir. Hürriyeti en çok isteyen, istiklâlin
manevi kahramanını bir zamanlar içinde barındırmıştır… Onun çağrısına cevap verip İstiklâl Harbine katılan millet, Beyazıt Camisi’nde tabutuna sahip çıkanlar, onun hatıralarına da sahip çıkacaktır. Bunun aksini söyleyenlere gülüp geçerim… Biz, Mehmet Âkif Kültür Evi’nden çıkarken Tâceddin Sultan Camisinde öğle ezanı okunmaya başladı. “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli / Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.” diyen Mehmet Âkif haykırıyordu. Ne sancılı bir doğum ne çileli bir ömür ne acı günlerdi... Üstat çoban uykusunda, sabah namaz vakti olmuş farkında değildi. Müezzin Efendi yanı başındaki caminin minaresinde “Allahu ekber…” diye ezana başlayınca yerinden fırlıyor; “Bu ezanlar ki…” diye haykırıyordu… Biraz önce gözlerinin yalazlarına takıldığı mum sönmüş, fitilinden ince bir duman yükseliyordu… O gün selamlıkta dört kişi konuşurken çok neşeliydiler… Tâceddin Dergâhı, şimdi mahzun, şimdi yalnız… Tâceddin Sultan Camisiyle yan yana; kollarını uzatsan biri birine biri diğerine değecek. Bu mekândaki manevi hava, Mehmet Âkif’in İstiklâl Marşı’nı yazmasıyla yeni bir coşku kazanmış, bu mekâna anlam yüklemişti. Arka sokakta Ankara evleri güler yüzleriyle o tarafa bakıyorlardı. Gelip geçenlerin çoğu farkında değil bir zamanlar orada millî şairimizin yaşadığının. Hava soğuk, elleri ceplerinde, başlarını omuzlarının arasına gömmüş geçip gidiyorlar. Birkaç kişi evin güneyindeki şadırvanda abdest alıyor, cemaat camiye doğru taş döşeli yolda yavaş yavaş yürüyordu…■
5. D. Mehmet Doğan, 2006. Camideki Şair Mehmed Âkif, İstanbul.
Faydalanılan Eserler:
1. Mehmet Âkif Ersoy, 1999. Safahat, hzl. M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul Çağrı Yayınları. 2. Nazif Öztürk, 2007. Geçmişten Günümüze İstiklâl Marşı’nın Yazıldığı Mekân Tâceddin Dergâhı, Mehmet Âkif Türkiye’de Modernleşme ve Gençlik, Ankara Türkiye Yazarlar Birliği. 3. Nazif Öztürk, 2009. M. Âkif’in İçerisinde İstiklâl Marşı’nı Yazdığı “Kasr-ı Ebniye”yi İnşa Ettiren Tâceddin Dergâhı Şeyhi Osman Vâfi Efendi, Mehmet Âkif Edebi ve Fikri Akımlar, Ankara Türkiye Yazarlar Birliği. 4. Yaşar Çağbayır, 1998. İstiklâl Marşı’nın Tahlili, Ankara Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. 5. D. Mehmet Doğan, 2006. Camideki Şair Mehmed Âkif, İstanbul.
17
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
KALENDER YILDIZ
Ş
air; yaşadığı dönemin şahidi, toplumun aynası, kültür ve medeniyetin en hassas ve en sağlam hafızasıdır. Toplumun eskitip bir kenara attığı, yakınındaiçinde iken kadir ve kıymetini bilmediği, kaybedince de ah u vah edip ardınca hayıflandığı değerlerin şairin dünyasında ayrı bir yeri vardır. Şair, toplumun sahip olduğu değerlere, topluma ve çevresinde olup bitenlere herhangi biri gibi bakmaz. Birçok insanın kaybettikten sonra eksikliğini fark ettiği şeylere o, herkesten önce sahip çıkar ve onu kaybetme tehlikesine karşı insanları ve toplumu önceden uyarır. Şair, her daim bir kıyaslama, yorumlama, kazanç-kayıp cetveli yörüngesinde hesap halindedir. Geçmişle hesaplaşır, çağıyla/hâlle ve gelecekle hesaplaşır. Burada; şair gelecekle nasıl hesaplaşır diye bir soru akla gelebilir. Şair, gelecekle geçmişi ve günü aracı kılarak hesaplaşır. Geleceği inşa etme adına günü/hâli değerlendirmek ve geçmişten ders çıkarmak sureti ile gelecekle hesaplaşır. Necip Fazıl’ın “Evim” isimli şiiri bir hesaplaşma bir tanıklık şiiridir. Şair, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını tek katlı evlerin, yalıların ve konakların şekillendirdiği bir şehirde (İstanbul) yaşamıştır. Bu dönemde evlerde yapı malzemesi olarak çoğunlukla
EVİM Ahşap ev; camlarından kızıl biberler sarkan! Arsız gökdelenlerle çevrilmiş önün, arkan! Kefensiz bir cenaze, çırılçıplak, ortada... Garanti yok sen gibi faniye sigorta da! Eskiden ne güzeldin; evdin, köşktün, yalıydın! Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın! Bir köşende anneannem, dalgın Kuran okurdu Ve karşısında annem, sessiz gergef dokurdu. Semaverde huzuru besteleyen bir şarkı; Asma saatte tık tık zamanın hazin çarkı... Çam kokulu tahtalar, gıcır gıcır silinmiş; Sular cömert, “temizlik imandandır” bilinmiş... Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler. Ölçülü uzaklıkta, yakın beraberlikler... Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu; Komşuluk, mana ve ruh, ne varsa heder oldu; Bir yeni nesil geldi, üst üste binenlerden; Göğe çıkayım derken boşluğa inenlerden... Seninle sarmaş dolaş, kökten bozuldu denge; Vuran kimse kalmadı bu davayı mihenge... Şimdi git, mahkemede hesap ver, iki büklüm; Cezan, susuz, ekmeksiz, olduğun yerde ölüm! Evim, evim, vah evim, gönül bucağı evim! Tadım, rengim, ışığım, anne kucağı evim! Necip Fazıl Kısakürek
18
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
ahşap kullanılmaktaydı. Necip Fazıl -belki de ahşap sıcaklığına duyduğu özlemden ötürü- şiire ahşap kelimesi ile başlıyor. Şairin şahit olduğu değişim ve bu değişim karşısında duyduğu rahatsızlığı şiiri takip ederek incelemeye çalışalım. Şiirini dörtlükler üzerine bina etmeyi seven Necip Fazıl, bu şiirde belki de evin bütünlüğünü ve kuşatıcılığını anlatmak maksadıyla şekil açısından dörtlük yerine bendi tercih etmiş. Şiire genel bir manzara ile başlayan şair, “evim” dediği o yarı mukaddes mekânın yalnızlığı, zayıflığı, kuşatılmışlığı, sahipsizliği ve gözden çıkarılmışlığı karşısında kendi çaresizliğini ve içine düştüğü açmazı anlatıyor. Bununla birlikte, onu çevreleyen -bir anlamda ona tepeden bakan- yeni dönemin gözdesi gökdelenlerin nazarındaki yerini/ değerini, kabalığını, edepsizliğini ve hoyratlığını “arsız” sıfatı ile anlatmayı uygun buluyor. Modern zamanlarda, kıymetli olan her şeye değerinin üstünde bir paha biçerek onu her türlü tehlikeye karşı garanti altına almaya “sigorta” deniyor. Ahşap evin kıymeti ise sıcaklığında ve “yuva” olmasındadır, yani ahşap ev, maddi anlamda gökdelenlerle kıyası kabil olmayan bir fakirlik ve hatta basitlik içindedir. Modern dünyada yeri ve değeri olmadığı için hâliyle de sigortası yoktur. Oysaki şairin ve onu vücuda getiren toplumun gözünde “ev” eskiden remzi, şahsiyeti ve karakteri olan bir kimlikti. Şimdiki evlerse -yine şairin gözünden- şahsiyetten ve kimlikten uzak, birbirinin uzantısı, benzeri, soğuk ve üst üste binmiş kırk katlı ejderlerdir. Bu ejderlerin gıdası ne yazık ki kimliği, şahsiyeti ve olanca sıcaklığına rağmen ahşap evlerdir… Şair, yaşadığı dönemin, toplumun aynasıdır demiştik. Şiirin yazılış tarihi öyle sanıyorum ki yeni mimari anlayışımızın/anlayışsızlığımızın şekillendiği çılgınca betonlaşmanın ve apartman yapma yarışının başladığı yıllara denk düşüyor. Şiire konu olan apartman kültürü/hegemonyası sadece ahşap evleri alıp götürmemiş, beraberinde geleneksel aileyi de hak ile yeksan etmiştir. Artık zaman çekirdek aile zamanıdır, eski konak ve ev hayatındaki kalabalık aile anlayışı tarih olmuş, komşuluk hatırı ve hatıraları, sarı fotoğraflarla birlikte albümlere hapsedilmiştir. Karşı dairede veya üst katta oturan komşu -isimlendirmeye bakmayın- adı ile değil kıyafeti, memle-
keti veya yaptığı işle tanınır olmuştur. Günlük konuşmalarda insanlardan bahsederken: “Hani üst katta oturan şu deri ceketli var ya…” veya: “Falan şirkette çalışan adam var ya…” tarzında, soğuk ve bir o kadar da yaygın bir diyaloga taraf olmayanımız var mıdır? Oysa evlerin ev olduğu zamanlarda -ki şair bu döneme tanıklık etmiştirbırakın komşuları, bütün bir mahalle birbirini tanırdı, keder paylaşılır, sevgi çoğalırdı. Mahalledeki insanlar, bir bedenin uzuvları gibi her daim iletişim ve dayanışma içinde olduklarından komşunun derdiyle dertlenilir ve sıkıntıyı bertaraf etmek için kimin elinden ne geliyorsa herkes üzerine düşeni en iyi şekilde yapmaya çalışırdı. Sıkıntı el birliği ile aşıldıktan sonra: “Allah komşunun yokluğunu vermesin!” diye dua edilirdi. Yazık ki yeni hayat anlayışında ne komşu bekleyen terlikler ne de “Ölçülü uzaklıkta, yakın beraberlikler…” kalmıştır. “Çam kokulu tahtalar, gıcır gıcır silinmiş;/Sular cömert, ‘temizlik imandandır’ bilinmiş.” “Temizlik imandandır.” düsturu hâlâ yaşatılıyor olsa da çam kokusu ve rahlesi başında Kur’an okuyan sevecen anneanne, çok uzaklardadır artık… Soğuk beton ruhumuza sirayet etmiş, bizi de içinde bulunanları da kendisinden bir parça eylemiştir… Şairin: “Bir tel kopar, ahenk ebediyen kesilir.” dediği gibi olan olmuş, tel kopuvermiştir. Artık ne mihenk kalmıştır ne ahenk ne de hedef. Yeni neslin gözünde; hayaller hedef, ölçü ve değer yargısı ise kazanmak ve daha çok kazanmak olmuştur… Yeni yetmeler, baba yadigârı evleri, birkaç daire karşılığında veya haraç mezat satıvermiştir. Meseleye şairin gözüyle baktığımız zaman bu süreçte; satılan, kaybolan/kaybedilen sadece ev değil, aynı zamanda harap edilen aile yapısı ve heder edilen değerlerdir. Zaman içinde iyiden iyiye kağşayan, iki büklüm olan, yaşadığı topluma ve çevreye her gün biraz daha “yabancılaşan” ahşap ev için sonun başlangıcı gelmiştir. Şair, bu hazin sonu -ahşap ev hakkında verilen hükmü- şu mısra ile ifade eder: “Cezan; susuz, ekmeksiz, olduğun yerde ölüm!” Bu hükümle birlikte, neler kaybettiğini/ kaybettiğimizi bilen ve yapacak bir şeyi olmayan şair, tam bir çaresizlik içinde feryat eder: “Evim, evim, vah evim, gönül bucağı evim!/Tadım, rengim, ışığım, anne kucağı evim!”■
19
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
SAYILARDAN İKİYİ YARATTI İLK ve TEK OLAN Nefisten yaratılan çok suretlinin çoğalan sesi Haram ve yasak olanın kokusuyla buluşunca Üstün mavisinde altın sarısında Sabırlar mum olup eridi bilinmeyen zamanın yarısında İki yanaklı yasak meyveden tatmak için Nefis yuvarını kanlarına katmak için Bırakıp mahremiyetin sesini İhtirasın kör kuyusuna inip çıktılar kaç basamak
Sayılardan ikiyi yarattı ilk ve tek olan Gündüz ve geceyi Ses ve heceyi yaratmadan İki yaratıldı kara ve suya ayrılmadan evvel mekân Eşrefi mahlûkatı yarattı ilk ve tek olan Enineydi zemin boyunaydı asuman Gölgeleri üstlerine düşen dalların arasında Dişil çatlattı erilin kaburgasını Birle zenginleşen dokuzla çoğalan Her adımda nefesleri karışırken nefeslerine Sessizce yürüdüler mahremiyetin sesine
O gün başladı sürgün Doğu batı kuzey güney yaratıldı Eşrefi mahlûkat hürriyet vadisinden atıldı İhtirasın kör kuyusuna uzanan merdiven Dağlarının göğüs olup açtığı sularının süt olup taştığı Yaratılanın yaratanından yedi kat uzaklaştığı Seması iki zemini dört günde var olana uzandı
Mahlûku yaratmıştı ol dediği olan İkinin yaratılmasıyla ayrıldılar Nefes ruha gitti nefis ateşe Nefes yıldızlarla taçlandı Nefis yıldızlarla taşlandı Nefes tek suretli tek sesliydi Nefis çok suretli çok sesliydi İlki ilahın izinde ikincisi ilahtan izinliydi
Ve kemik etle Ayıp balçıkla sıvandı İyiliği ve kötülüğü yarattı ikiyi yaratan Önce iyilik geçti açık kapıdan Sonra her yutkunuşunda nefsin Beden sığınağından içeri kötülük sızdı İyi insan adedince azaldı melek Kötü insan adedince azdı Büyük oyunların büyük ortağı şeytan
Çiçekleri mevsimsiz kelebekleri ölümsüz Eşyaları isimsiz hürriyet vadisinin yeşil ile alından Ateşin harından toprağın havından İkiye bölüne bölüne çoğaldı her ne varsa Yasak olan ve olmayan Günah bölündü ikiye küçük ve büyük Helal bugün olduğu gibi dün de hep öyleydi Haram bugün olduğu gibi dün de albenili meyveydi
Sözün muştucuları da ikiydi Öncekiler ve sonraki O günden beridir İki iyilikten biri karşı gelsin diyen meleklerin Her inişte bir kanadı kırık Her yükselişte bir yanı yaralıdır Ve hiç durmadan çalışır Rengi solmayan
MAHMUT BAHAR
20
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
BEN KENDİMİ SUSADIM SONRA VAR OLDUM Şöyle dışarı çıksam bulut yağsa başıma Kendim gibi bir hayret bırakarak ardımda Nedir nesidir derken birde yokuşa dursam Dalgın hüzün sarkacı, sebebiz çıbanbaşı. Sonra sisler içinden güneşin şavkı vursa Çaresine bakılsa kötülükler şahının Bir günahtan dışarı bir mutluluk pınarı Bitse acısı aşkın, aşk meclisi kurulsa Şöyle bakılsa biraz nasıl kalbi dünyanın Sessiz bir yolcu gibi menzile adım adım Ya hakk diye varılsa ne olur bu hayatın Canına can katılsa budur benim feryadım Budur kalacak olan güneşin doğuşuyla Budur kurtuluş için söylediğim gerekçe
NURETTİN DURMAN
21
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
AYA BAKMA ÇARŞISI Bir güneş geçiyor şehir sorgulanıyor Sonra bir ay geçiyor solgun hareli Derken yağmurlu eylüller Şehrin çarşısında zaman aralanıyor Bu şehrin çarşısında gökyüzü derin Komşular akşamüstü kapılarda münzevi Uçarı bir güvercinin camlarda aksi Yağmur süpürmüş çarşıyı ıslak ve serin Geceyi su getirir tenhalara Bir ikindi pazarlığında rüzgâr Yerler mühürlenir çarşı Yusuf kesilir Müstesna endamıyla doğu kapısında ay Bu çarşıda Belkıs cam ve gökyüzü Bu çarşıda Zühre nöbeti ve ay Bu çarşıda Süleyman’a haber taşınır Öyle başlar alışveriş, öyle başlar aşk
ÖMER KAZAZOĞLU
22
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
MUSTAFA MİYASOĞLU
B
Kaybettiğimiz ev ve aile hayatıyla sadece o dönemlere ait sade ve temiz ilişkilerin çerçevesindeki mutluluğu değil, sokak seslerini ve mahallenin havasını da kaybettik. Bunu o dönemleri anlatan hatıratlarda olduğu kadar şehir kitaplarında da görüyoruz.
üyük mimar rahmetli Turgut Cansever, çocukluk yıllarında babasının evini yenilerken komşularıyla istişare ettiğini ve o yıllarda mahallenin kendi çöplerini topladığını da anlatır. Ona göre, “Kamu eliyle yapılacak genel planlama ne kadar sınırlı olursa o kadar iyi olur; gerisini vatandaş daha iyi yapar”… Cansever, iki katlı bahçeli evin bu milletin doğru tercihi olduğunu da sözlerine ilave ederek Ev ve Şehir adlı kitabında bu konudaki tekliflerini ifade eder. Maalesef 60 yıldan beri Selçuklu-Osmanlı bakiyesi şehirleri yıkıp yeniden yapan belediyelerimizle sağ siyaset sözcüleri, hem klasik Osmanlı mimari anlayışına sahip Cansever gibi mimarlarımızı, hem de çevreyle uyumlu görüşlere savunan yabancı mimarları dinlemediler. İstanbul ve Ankara gibi gecekondusu bol şehirlerimizin yeni yapılanmalarında yüksek katlı apartmanlardan oluşan siteler veya bitişik nizam evler yaptılar ve sağlıksız bir hayat sürülmeye başlandı. Bahçeli evlere gücü yetmediği için apartmanlarda oturmak istemeyenler de gelişmekte olan şehirlerin varoşlarında gecekondu yaptılar. Onlar bu sokak sesleriyle yaşarlar.
23
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Böylece, halkımızın önemli bir kısmı apartman daireleri yerine, ya kendi yaptırdığı bahçeli evlerde veya toprakla iç içe olan gecekondularda yaşadılar. Bunu da bazen ruhsatlı, bazen ruhsatsız olarak kullandıkları, bazıları da gerçekten sağlıksız binalarda yapmayı başardılar. Bu yaşama biçiminin ordu lojmanlarını andıran bir örnek apartmanlarda yaşamaktan daha iyi bir tarafı olduğu muhakkak, çünkü gerek dış cephe mimarilerinin farklılığı, gerekse evlerin açıldığı sokak ve caddelerle kendine özgü bir mahalle oluşturduğu biliniyor. Gönlüne göre yaptırdığı bahçeli bir evde yaşamak isteyen babam da Türk halkının büyük çoğunluğu gibi farklı evlerde oturduktan sonra, ölmeden önceki 10 yılını bahçeli bir evde geçirdi. Ben de böyle bir ev hayalini ancak 60 yaşımdan sonra gerçekleştirebildim. Fakat her özlemi duyulan şey ele geçince hissedilen pek çok eksiklik gibi, sokak ve mahalle ile komşuluk ilişkileri henüz eskisi gibi olamadı. Bu da kültürel değişimin yetersizliğiyle ilgili sayılır... Mahalle ve sınıf arkadaşlığı ilk gençlik çağında başlar, zamanla önem kazanır. Asker arkadaşlığıyla pekişen mahalle arkadaşlığı anlaşılmadan mahallenin namusu kavramını ve bir şehri anlatmanın imkânı yoktur. Bizim çocukluğumuzda bu konular gerçekten çok önemliydi.
Kaybettiğimiz ev, sokak ve mahalle
Lisedeki Coğrafya hocamızdan duyduğum, “Bir toplumun medeniyet seviyesi, o insanların tabiata hakimiyetiyle ölçülür” sözünün doğrulandığını her zaman gördüm. Böyle derslerde edindiğim değer ölçüleriyle hayata ve çevreye farklı gözlerle bakmaya çalıştım. Kitaplarla başlayan doğrudan ilişki, okulun ancak doğru bilgiye nasıl ulaşılacağını göstermesiyle olumlu bir çizgiye oturur. Yoksa ev ve aile hayatından kopuk bir bilgi yüküyle, temelsiz bir kültür hayatına sürgün olursunuz. Bizim nesiller biraz da böyle sürgün yaşadık…
Son 60 yılda lise tahsili yapanların bu talihsizliği sık sık yaşadığı ve siyasetin pençesinde kıvranarak her türlü sosyal ve kültürel parçalanmanın sancısını duyduğu görülüyor. Çünkü ev ve mahalle hayatıyla siyasetteki gündem farklıydı. Okuldan eve, evden sokağa ve mahalleye ulaşamayan bir bilgi yüküyle dolaştık ve doğup büyüdüğümüz yerlere de sahip çıkamadık. Bu ülkenin gençliği iyi yetişemediği için 1950 sonrasındaki kalkınmada, her alanda kalifiye eleman sıkıntısı görüldü. O yüzden de tabii ve tarihi çevreye bize özgü biçimde yaklaşamayan, medeniyet seviyesi taklitçilikten öteye geçememiş mimarları ve mühendisleri sayesinde şehirlerimiz kimliğini kaybetmiştir. Bu ülkede, evleriyle birlikte sokaklarını ve mahallelerini de kaybeden pek çok nesil birbiri ardından Anadolu şehirlerini talan etti, tarihi ve kültürel eserlerini yıkarak beton yığınına çevirdi. Bunları önemseyip sahip çıkanları da sevmedi. Ev ve sokak konusunu mahalle bütünlüğüyle ele almadan, bir şehri anlayıp anlatamayız. Çünkü büyük ailelerin eski şehirlerde akraba mahremiyetini sağlamak için oluşturdukları çıkmaz sokaktan başlayarak cami ve kahve çevresinde toplanan insanların kendine özgü hayatı ile geniş aile kavramları ancak büyük mahallelerde söz konusu olur. Bugün modern mahalle durumundaki büyük sitelerle eski mahallelerin şehirlere göçen şekli olan gecekonduları söz konusu etmezsek, sosyal ve kültürel bakımdan konuyu tam olarak ortaya koymuş olamayız... Elbette şehirlerdeki mahallelerle kentlerdeki sitelerin aynı kültürü yaşadığı ve insani ilişkilerde bu kültürün değerlerini yansıttığı söylenemez. İşte burada Coğrafya hocamızın değerlendirilmesini hatırlamamak mümkün değil: Hangi hayat tarzı daha medeni ve insani? Osmanlı mahallesini yeterince tanımaz ve onlara ait vazgeçilmez unsurları doğru değerlendiremezsek, buradaki bakkal ile manav ve kasabı, mahalle kahvesiyle orada toplanan delikanlı-
24
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
ların mahallenin namusu kaygısını anlayamayız. O mahallelerde zekât ve sadaka verilecek insanların muhtardan önce cami cemaati tarafından nasıl tespit edildiğini de anlayamayız. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla biz yalnız atalarımızın 600 yıl egemen olduğu toprakları kaybetmedik, Osmanlı’nın bakış açısını da kaybettik. Bu bakış açısı okullardan evlere, sokaklardan mahallelere, camilerden kahvelere, tekkelerden meyhanelere kadar egemendi. Bugün ar ve haya duygusuyla edepli davranmayı, buna bağlı olarak da ezana ve oruca saygıyı gereksiz bir mahalle baskısı gibi görenler, aslında dünyada benzeri olmayan bir kimliksiz hayatı savunmak durumunda kaldıklarını neden fark edemiyorlar, anlamak imkânsız...
Edebiyatımızda kültür mirası
Kaybettiğimiz ev ve aile hayatıyla sadece o dönemlere ait sade ve temiz ilişkilerin çerçevesindeki mutluluğu değil, sokak seslerini ve mahallenin havasını da kaybettik. Bunu o dönemleri anlatan hatıratlarda olduğu kadar şehir kitaplarında da görüyoruz. Yalnız folklor değil, Anadolu türküleri ve bin yıllık tecrübelerin ürünü olan atasözlerimiz, aile ziyaretleri ve sohbet geleneğimiz, bize gerçekten şifa verecek şifahi kültürümüzün de kaynağıdır, onların yaşatılması gerekir. Nasıl bazı eski eser kalıntılarının bulunduğu yerlerdeki tarihi ve tabii alanlar koruma altına alınarak maddî kültür değerleri korunmaya çalışılıyorsa, manevi ve kültürel değerler de öyle korunmaya çalışılmalı, bunun için de belgeseller yapılmalıdır. Sıra geceleri yalnız belli bir çevrenin eğlence kültürünü yaşatıyor, benzerleri her yerde özel gayretlerle canlandırılmalı, yeni nesillere aktarılmalıdır. Belki bunların korunması için her şehirde kültür evleri kurulup devlet ve belediye imkânlarıyla ecdat yadigârı olan maddî ve manevi kültür mirası olan eserler toplanmalıdır. Belki sonraki yıllarda bunlardan yararlanılır.
Osmanlı’nın son döneminde yaşamış pek çok sanat ve edebiyat adamımızın eski İstanbul’un konak ve mahalle hayatından büyük bir hasretle söz ettiklerini biliyoruz. Yahya Kemal ile Abdülhak Şinasi Hisar’ın bu konuda yazdıkları çok önemli bir yekûn tuttuğu gibi, kendine özgü bir yaşama biçimi de sunarlar. Ahmet Rasim, A. H. Tanpınar, Peyami Safa, Necip Fazıl, Samiha Ayverdi ve Semavi Eyice gibi yazarların bu kaybolan İstanbul kültürüne dair yazdıkları pek çok yazı ve eser var. Bunların önemi üzerinde durmaya bile gerek yok, çünkü her büyük yazar belli bir şehir kültürü içinde doğup büyür ve o kültür çevresinde eser verir. Ziya Osman Saba ile Behçet Necatigil evlerin şairi olarak bilinirler; bunlar yaşadıkları evi yaşadığımız dünyanın ilgi çekici birer sembolü olarak ele almışlardır. Munis bir ses tonu ile nostalji bunların şiir diline egemendir. Sabri Esat Siyavuşgil’in Odalar ve Sofalar adlı şiiri ise, bu eski evlerde rahat ve gamsız bir misafir edasıyla dolaşır, odaları-sofaları anlatır. Fakat sokak ve mahalleler Anadolu hayatındaki gibi daha çok hikâye ve romanlarda söz konusudur. Halide Edib’in Sinekli Bakkal adlı romanı ile Mithat Cemal’in Üç İstanbul adlı romanı, İstanbul’un belli dönemlerini anlatması bakımından önemlidir. Hüseyin Rahmi, Reşat Nuri, Yakup Kadri ve Refik Halit de Osmanlı’dan Cumhuriyet’e doğru değişen İstanbul’un kroniğini yazmış gibidirler. Bunların romanlarından yola çıkarak o dönemin hayatı anlaşılabilir. Ahmet Kutsi Tecer’in Köşebaşı adlı tiyatro eserinden sonra eski eve ve mahalleye dönüş tiyatro edebiyatında ilgi çekmiştir. Mahalle arkadaşlığı da Orhan Kemal’de epeyce önemlidir. Perihan Abla, Süper Baba, İkinci Bahar ve Ekmek Teknesi gibi televizyon dizileri de sırf mahalle kültürüne özel bir önem verdikleri için sevildi, benzerleri de yapılıyor. Demek ki milletin şuur altında hep bir eski mahalle özlemi var, o yüzden sanatçılar bunu canlandırıyor.■
25
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
NÂMIK AÇIKGÖZ
H
er sokak bir yaşanmışlıktır. Her sokak, duvarların arkasında kalanı gizleyerek sergiler… Her sokak hatıraların iziyle kimlik bulur. Biz o sokakları yaşanmışlıklarıyla severiz. O yaşanmışlıklarla biz sokağı, sokak bizi zenginleştirmiştir. Yıllar sonra döndüğümüzde, o sokak hatıralarımızla vardır. Şayet bir duvar değişmiş, bir kapı yenilenmiş, bir sıva değiştirilmiş, bir badana renk değiştirmiş ise, hatıralarımız da sökülüp atılmıştır. O zaman içimizde bir yerler acır. Eskiden evler, sokaklar, mahalleler, bir insan ömrünü aşan zamanlarda yüz değiştirirlerdi; şimdi bir insan ömrüne birkaç değişim sığacak neredeyse. Toprak veya taş duvarlarda çocukça izlerimiz çizgilerimiz olurdu. Duvarlarla aynileşirdik. Ham malzememizin aynı olması mı etkilerdi ne?... Betonlara bir türlü ısınamadık… Badanalar duvarları güzelleştirdi ama içimizi tek renge soktu; bunaldık. Tek katlı, hadi bilemedin iki katlı evlerin arasındaki sokaktan gökyüzü daha geniş görünürdü. Şimdi evler yükseldi, sokaklar daraldı, gökyüzü daraldı. Sokaklardaki ağaçlara rakip olarak önce elektrik direkleri geldi, ardından da telefon direkleri…
Direkler ağaçlardan daha yüksekti… Sokak ağaçlarıydı nihayetinde ağaçlar… Özgürce gökyüzüne doğru yükselemezlerdi. Direkler ağaçlardan büyük oldu hep… Kuşlar ağaçlara konmayı özlediler. İlk defa, elektrik direğine yuva yapmış kumruyu gördüğümde ne kadar üzüldüğümü bilemezsiniz… Telgrafın tellerine kuşlar konuyormuş… Yuva yapamadıktan sonra, konsa nolur, konmasa nolur… Elektrik, telefon ve telgraf telleri, kuşların gecekondularıdır; ağaçlara hasret kuşların gecekonduları… Sokaklarda çeşmeler olurdu eskiden. Gelip geçenler su içsinler, hayvanlarını da suvarsınlar diye… Önce hayvanlar çekildi hayattan, yerlerine otomobiller geldi; çeşmelerin yerine de benzin istasyonları… Pencerelerde rengârenk çiçekler olurdu… Dalları dışarı sarkardı… Aşk kokan çiçekler… Güzellik, merhamet, şefkat kokan; kısaca insan kokan çiçekler… Kapı önlerinde oturan kadınlar, sohbete tat verirlerdi, bir yandan da sokakta oynayan çocuklarına torunlarına göz kulak olurlardı. Ahmet Uluçay da bunların hikâyesini yazardı, “Sacayağı” diye… Bizler de yıllarca okur okur, hüzünlenir; hüzünle-
26
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
nir hüzünlenir okurduk… Sokaklarda akşamüstleri bir başka olurdu. Biz çocuklar için sokağın tadı akşamüstleri gelirdi. Toza toprağa bata çıka oynardık o serinlikte. Ne trafik kaygısı vardı ne de çocuk hırsızları endişesi!... Gölümüzce oynardık… Hollywood stüdyoları halt etsindi bizim sokakların karşısında. Yahya Kemal, Atikvalde’den inen sokakta ramazan akşamüstlerini bir başka hüzünle yaşarken, bizim oralarda, işinden evlerine dönen mümin ve mutekid esnaflar, işçiler, memurlar, sokaklara mutluluk ekerek geçerlerdi. Çoğunun elinde birkaç parça mutfak gereği olurdu. Mevsimine göre, bir demet marul, yarım kilo yoğurt, ekmek falan… Fakir mahallesinin insanları işte… Cilâlı Poşet Çağı’na daha yıllaaar vardı ve insanlar mutfak gereklerini ya ip filelerle veya kese kâğıtlarıyla taşırlardı. Anlayacağınız, hayat sentetize olmamıştı henüz; her şey doğaldı. Sokaklardaki toz toprak kadar tabii... Oyun oynarken incinen dizimizdeki dirseğimizdeki acı kadar tabii… Her sokak ayrı bir renk cümbüşüydü… Her ev farklı boylarla badanalanırdı… Çivit mavisinden sarının her tonuna kadar… Rengârenk… Tarif etmesi de kolay olurdu evleri. “Sarı evin yanındaki mavi boyalı ev.” falan denirdi. Şimdiki sokaklar öyle mi? Birbirinin aynısı duvarlar… Birbirinden kopya edilmiş kapılar… Hele site evlerindeki, insanı ümitsizliğe düşüren tek tiplilikler… Büyüdüğüm mahalle, rençperlerin çoğunlukta olduğu bir mahalle idi. Sabahın ilk ışıklarıyla, sokakta bir hareketlilik başlardı. Demir tekerlekli at arabaları, ovaya gidiş için hazırlanmaya başlar, sonra da ovaya doğru, şehir at arabası tekerleklerinin çıkardığı tıngırtı seslerinden soyunur giderdi. Bu arada rahmetli Bahaeddin Özkişi’den ve onun Sokakta adlı romanından söz etmek gerek. Orada, bir sokağın hikâyesi, entrik bir eksen etrafında anlatılır. Hele o “Kaptanlar” dedikleri ailenin yaşlı erkeğinin anlatıldığı bir kısım vardır ki, yürekler yakar. Emekli bir kaptanın, tahtaya açılmış bir deliği dürbün olarak kullanarak, hiçbir şey yazılmamış seyir defterine yıllarca seyir serencamını yazması… Sonunda ne dürbüne, ne de deftere ihtiyaç duyması!… O sokakta olgunlaşan ruhların yücelmesi… O sokak bir başka sokakmış…
Sonra Sevinç Çokum’un Bir Eski Sokak Sesi’ndeki eski İstanbul sokakları… Müslimiyle, gayrimüslimiyle yaşanan eski İstanbul sokakları… Hüzünler… Ümitler… Kahırlar… Sokağın şahit olduğu hüzünler, ümitler, kahırlar… O sokakların baskısı vardı. Bizler o sokaklara şekil verdiğimiz kadar, o sokaklar bizlere şekiller verirdi. Büyükler, yaramazlık yapan çocukları, kendi çocukları gibi gözetir, çekip çevirirdi. Çocukta saygı uyandıran, toplumsal sorumluluğun gereği olan gözetmeler, çekip çevirmelerdi bunlar. Üzmeyen, ve içinden “Babama söylemezin değil mi amca?” diyen çocuklarla büyüklerin sırdaş olduğu sokaklardı onlar. Şimdi o sokaklar yok… Müteahhitlerin yazdığı kimliklerin giydirildiği sokaklar var artık… Belediye Nizamnamesi'nin tek tipleştirdiği sokaklar… Gökyüzünü ve ruhumuzu daraltan sokaklar… Ben eski sokağıma dönmek istiyorum… Hatıralarımla nakış nakış işlediğim sokaklara; hüznümün de sevincimin de sindiği sokaklara dönmek istiyorum. Her duvarında her taşında çocukluğumu gizlediğim sokağıma dönmek istiyorum. Sentetik sokaklar size kalsın; size ve dizi dizi park etmiş arabalarınıza… Bulabilirsem, ben çeşmeli, kumrulu, ağaçlı, çiçekli ve rengârenk badanalı sokaklarıma geri dönüyorum. Ey sevinç!.. Dondurmacıyla, macuncuyla, şambaliciyle, simitçiyle, leblebiciyle geldin hatıralarıma… Oyunun en tatlı anında evden çağrılmayla, toz toprakla, yara bereyle geldin… Ey kahır!.. Kaybolmayla, yitip yıllar arkasına gizlenmeyle, döndüğümde bulamadığım sokakla geldin hatıralarıma… Oyun parklarına kovalanan çocukluğumla, kafese konmuş yavru kuşlayın geldin hatıralarıma… Ey hüzün!... Sokakta oynadığımız saklambaçla geldin, en firkatli zamanımda sobeledin beni. Ebe ben oldum. Gözlerimi kapattım ve kireç kokulu duvara “yum”dum. Hadi, saklan bakalım ağaçların arkasına… Ben “sevinç” diye sobeleyeyim seni, sen “Çanak çömlek patladı!...” diye ortaya çık. Evet, çanak çömlek patladı… Ben hüznümü aradım çocukluk sokağımda, karşıma sentetik ormanı çıktı ve gerçekten çanak çömlek patladı. Bana ne!.. Ben oynamıyom!…■
27
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Bizim sokak M. NACİ ONUR
Ş
ehrimizde sokak ve caddelerin birbirini dikine kestiği yerlerden biri de bizim sokaktır. Küçük, dar ve şirin bir sokak. Yarım asrı aşkın bir süre önceydi; bizler 9-10 yaşlarındaydık, zamanımız sürekli o sokakta geçerdi. O dönemde boş zamanda, okulun dışında bir çocuğun yapacağı ne olabilirdi? Şimdiki gibi sinema, tiyatro, televizyon, internet, internet cafe, çocuk bahçesi, oyun bahçeleri gibi oyalayıcı yerlerin bulunmadığı o dönemde bizlerin, çeşitli oyunları oynamaktan başka çaremiz yoktu. Gerçi ebeveynimiz sokakta bu oyunları oynamamıza, terlememize, düşüp kalkmamıza, yaralanmamıza, bazen hastanelik bile olmamıza şiddetle karşı çıkıyorlardı bazen bu yüzden bizi okşuyorlardı; ama biz yine o çocuksu ruh hâli ile arkadaşlarımızdan ayrılmıyor, inatla, futbol, voleybol, aşık, eğir, yakan top, istop, uzun eşek oyunu ve telden yapılan arabalarımızla oyunlarımıza devam ediyorduk. Okul umurumuzda bile değildi; orada bile sokağımızı ve oyunlarımızı özler, tatilleri ve boş zamanları iple çekerdik. Yine bir pazar günüydü; ben de dâhil çocukların hepsi sokağı doldurmuş, takım kurmuş futbol oynuyorduk. Yukarıdan elinde iki tane kızarmış tırnak
ekmeği bulunan yaşlı bir zat geliyordu. İçimizden biri, “Şişt, durun durun!” diye bağırdı; durduk, gelen yaşlı, nurani yüzlü, yavaş adımlarla ve biraz da yan yan yürüyen, elindeki ekmeğin düşmemesine çok dikkat sarfeden o kişiyi gördük. O sokakta oyun oynayan yirmiye yakın çocuktuk ve bir anda oyunu durdurduk, kaldırıma geçmeye başladık, bir kısmımız kaldırımın kenarına otururken bir kısmımız da ayakta bekledik. Bu kişinin sokağın başından alt kısmına kadar geçişini seyrederken oyun durmuş, büyük bir sessizlik hâkim olmuştu. Sanki bir kuvvet bizi oyun oynamaktan, gürültü yapmaktan, itişip kakışmaktan alıkoymuştu. Elimizde olmadan donduk kaldık. Acaba neden oyunu durdurmuştuk? Bizi böyle bir harekete iten sebep neydi? Aradan geçen elli beş yıla rağmen, hâlâ bugün bile bu sorunun cevabını bulmuş değilim. Ancak manevi bir iletişim veya gönül bağı ile böyle bir engellemenin olduğunu düşünebiliyorum. Sokağımızdan geçen zatın Şeyh Kazım Efendi olduğunu öğrendik. Kendine mahsus tavrıyla, vakarıyla, sessizliği ve tevazuu ile Kazım Efendi, sokağına ve orada bulunan kendi evine doğru gidiyordu.■
28
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
SUAT BULUT
İ
Gerçekten de toplumsal hayatta aynı mahalleden, sokaktan, köyden, ilçe veya ilden ve en son nokta da aynı vatandan olmanın önemli bir toplumsal ve psikolojik müşterek sayıldığı ülkemiz özelin oldukça önemli bir tespittir. Toplumsal ilişkilerde tanışma ve tanıma formu olarak mekâna aidiyet, geleneksel bir tavır olarak hâlâ varlığını sürdürmektedir.
nsanoğlunun mekân-zaman kavramlarıyla ilişkisi, bu kavramlara bakışı ve kavramları algılayışı onun gerçek dünya görüşünü oluşturan farklı iki kategoridir. Her ne kadar günümüzün sığ anlayışında “ dünya görüşü” kavramı ideolojik ya da siyasi bir nitelik olarak kabul görse de bunlardan bağımsızdır. İdeolojik ya da siyasal görüşü biçimlendiren veya temellendiren esas olgu zaman ve mekân algısıdır. Çünkü insanı yaradılışı itibariyle diğer varlıklardan farklı kılan, daha doğru bir ifadeyle sınırlayan ve ona sınırlı ve eksik bir güce sahip varlık (İslami terminolojide kul) olduğunu sürekli olarak hatırlatan iki temel olgu zaman ve mekândır. İnsan bu iki kayıtla, bağla sınırlandırılmıştır. Gerçekten de, zaman itibarı ile sınır (belirli bir süre yaşaması) veya mekân bağlamında – gelişmiş ulaşım araçları kullansa dahi – sınırlı bir alanda bulunmak zorunda olması, insanı kendisi hakkında düşünmeye ve bu düşünme sürecinde elde ettiği sonuçlarla kendisini tanımaya, bir dünya görüşü oluşturmaya doğru ilerleyen düşünce sürecini başlatmaktadır. “Dünya görüşü” bir paradigma olarak aslında, insan-insan, insan-
29
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
çevre, insan mekân, insan-zaman gibi dünyayı ve olguları algılama biçimi olarak tanımlanır. Oysa çok zaman insanın, kendisini tanımladığı, ideolojik ve siyasi nitelikli (sözde) dünya görüşü ile düşünce, algı ve davranış olarak çeliştiği bir vakıadır. Temelde insanın kendisini dünya görüşü bağlamında tanımlamasının, herhangi bir çelişik duruma düşmeden çoğu zaman doğru kabul edilmesinin de sakıncaları kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bazen kendisini maddeci olarak tanımlayan birisinin oldukça idealist bazen de maneviyatçı olduğunu iddia eden kişilerin oldukça materyalist düşündüğünü ve davrandığını görmekteyiz. İşte bu çelişkinin temelinde, daha önce de ifade edildiği gibi dünya görüşü kavramının herhangi bir siyasi parti veya ideolojiyi tercih etmiş olmanın çok ötesinde bazı değişkenlerin esas belirleyiciler olarak dünya görüşünü oluşturduğu gerçeği yatmaktadır. Burada asıl inceleme konusu ise, insanın mekânla ( evi, mahallesi, sokağı, yaşadığı şehir ve ülkesi, kâinata bu perspektiften bakışı ve onu algılaması ) ilişkisidir. Türk kültüründe mahalle, sokak ve evin farklı bir misyon ve fonksiyonu vardır. Çoğu zaman edebî eserlere konu olan fonksiyonların sosyolojik açıdan değerlendirilmesinin bizi götüreceği ilk sonuçlardan birisi, Türk kültüründe birlik ve dayanışmanın temelinde ortak mekânların paylaşılmasının önem kazanarak müşterek bağ sayılmasıdır. Gerçekten de toplumsal hayatta aynı mahalleden, sokaktan, köyden, ilçe veya ilden ve en son nokta da aynı vatandan olmanın önemli bir toplumsal ve psikolojik müşterek sayıldığı ülkemiz özelin oldukça önemli bir tespittir. Toplumsal ilişkilerde tanışma ve tanıma formu olarak mekâna aidiyet, geleneksel bir tavır olarak hâlâ varlığını sürdürmektedir. İlk tanıştığımız kişilere, adından hemen sonra, nereli olduğunu sormak ve karşıdaki insanın bilinmezliğinin verdiği tedirginliği ortadan kaldırmak için nereli ise o yere ait daha önce oluşturduğumuz ön kabullerden hareketle coğrafi, kültürel ve sosyal verilerle bir sonuca varmak, toplumumuzda oldukça önemli bir tanışma şekli ve sürecidir. Modern öncesi döneme ait olan bu algı biçiminin geleneksel toplumlarda varlığını
sürdürdüğü de bir gerçektir. Bu sebeple yaşanılan mekân olarak mahalle ve sokak, geleneksel toplumsal yapıda öncelikli olarak dışarıya (şehrin diğer mahallelerine) karşı dayanışmayı ve kimliğin bir parçası olma görevini ifa eden bir yapıya sahipti. Mahalle ya da sokak, iç ilişkilerde terbiye, bireyler arası ilişkileri tanzim edici ve onları koruyucu, sürdürücü misyon ifa ediyordu. Ancak modern zamanlarda toplumsal hayatın değişimine paralel olarak mahalle ve sokağın artık eskisi gibi bahsedilen bu misyonları olmadığını, sadece mekanik bir ortaklaşa yaşam alanı dışında başka tür ilişki ve düzene imkân tanımadığı rahatlıkla söylenebilir. Bu gün “mahallenin namusu” ilgilileri dışında kimseyi ilgilendirmemektedir. Mahallede yaşayan fakir veya kimsesizler resmî kurumların insafına terk edilmiş ve mahallenin köpekleri dahi yabancı muamelesi görmeye başlamıştır. Mahalle veya sokağın düzeni, imar planlamacıları ve yeşil alan tasarımcıları tarafından mahallenin yapısına uysun ya da uymasın tek tip olarak bilimsel (!) raporlarca belirlenmektedir. Çoğu insan adres belirleme dışında sokağının adını dahi bilmeyecek durumdadır. Özetle bugünün dünyasında mahalle ve sokak burada yaşayan insanlara yabancılaştırılmış ve eski sıcaklığını ve koruyuculuğunu yitirmiştir. Mahallelerin ve sokağın bahsettiğimiz bu yönleri artık pek az yerde hayatiyetini sürdürmekte ve sadece edebî eserlere konu olabilecek şekilde hayatın dışına itilmektedir. Ev ise insanın yaşadığı mekânlar içinde en küçüğü olmakla beraber en önemli ve sürekli olanıdır. İnsan hayatını her yönüyle kapsayan ve kuşatan bir niteliğe sahiptir. Kültürel geleneğimizde olduğu gibi evrensel olarak da önemli bir konuma sahip olan ev, inşa edildiği zeminden başlayarak iç dekorasyonuna kadar pek çok açıdan dikkatle ele alınması gereken bir konudur. Ancak öncelikle söylenebilecek olan ise evin insanı yabancılaştırmayan ve fonksiyonel olması gereken bir içerikte olmasıdır. Popülerleşmenin her şeyi tek tipleştiren eğilimi evlerimizin de mimari ve iç dekorasyon bakımdan geleneksel özelliklerini yitirmesine sebep olmuştur. Bir evde aranacak en önemli iki özellik olan mimari ve iç dekorasyon bire bir algılama
30
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
ve tasavvurla ilgili, bir başka ifadeyle yukarıda tanımını yapmaya çalıştığımız dünya görüşüyle bağlantılıdır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de mimarinin olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Son dönemde inşa edilen binaların estetikten yoksunluğu, en ciddi yapıların dahi sıradan ve hiçbir estetik kaygı gözetilmeden sadece barınmak içgüdüsünün tatminine yönelik oluşundandır. Bu durum ise sadece asgari ihtiyaçların karşılanması anlamına gelir. İnsanın adil tasarrufuna verilen dünyanın, tabii güvenliklerinin dışında kendi çabası ve fiilleriyle kâinatı güzelleştirmesi insani ve manevi bir görevdir. Genellikle tabii güzelliklerin dışında başkaca bir güzellik anlayışına yer vermeyen tasavvurumuz, bizi kısır bir yaklaşıma zorlamakta ve insanın çevresine katkısını sınırlamaktadır. Oysa insan; yapıp ettikleriyle çevresini güzelleştirmekle mükelleftir. Bu husus bir hadiste şöyle belirtilir: “İnsanın dünyadaki esas vazifesi dünyayı güzelleştirmektir.” Mimarinin, insan ve kâinat telakkisi ile doğrudan bağlantısını Mimar Turgut Cansever ‘in İslam’da Şehir ve Mimari adlı eserinde görmek mümkün. Bu kitapta mimarinin “farklı varlık düzeylerinde ortaya çıkan problemleri değerlendirmek tercihlere dayalı kararları almak ve mümkün seçenekleri ayıklamak suretiyle geliştirilen bir insan ürünü olması hasebiyle estetiğin ve teknolojinin alanında yer almaz. O, ahlak ve din alanın bir ürünüdür.” (s.17) tespitinde bulunur. Ülkemizde acilen mimarinin yeniden teşekkülü konusunda ciddi tedbirler alınmalı ve kültürümüze yakışan bir anlayışla bina yapımı sağlanmalıdır. Peki, bu amaca yönelik tedbirler alınabilir mi? Evet, müteahhitlik hizmetlerinin yapılmasında hiçbir vasıf taşımayan insanların bu işlere girmesinin yasaklanması ve asgari şart olarak da mimarlık eğitimi almamış kişilerin ülkemiz inşaat sektöründe söz sahibi olmalarının engellenmesi öncelikli tedbirlerden olabilir. Konumuzun bir başka yönü ise önce de belirtildiği gibi evlerimizin iç düzeni ve ev eşyaları ile olan münasebetlerimizin tayinidir. Mimaride olduğu gibi evlerimizin içinin de ülkemiz açısından eşya fetişizmi ile dolup taştığını söyleyebiliriz. Evlerin iç düzenin ve özellikle de ev
eşyaların tanzimi konusunda insani ve asude bir geleneğimizin olmadığını söylemek acı ama doğru bir tespittir. Evlerimizin düzeninde hâkim olan mantık “teşhir” mantığıdır. Rüküş ve sonradan görme yaklaşımlarla evler bir eşya deposuna döndürülmüş, kullanılabilir esas alan bu eşyaların işgaline uğramış ve insana huzur vermesi gereken evler boğucu ve sıkıcı bir ortama dönüşmüştür. Oysa evlerde bulundurulan eşyaların tamamının fonksiyonel ve uyumlu olması gerekmektedir. Bu yüzden Ülkemizde ev kültürünün çok sağlıklı olduğu söylenemez. Evlerde öncelikle bir misafir odası ayrılır ve burası güya misafir için döşenir. Bu kararla birlikte evin toplam kullanım alnında peşin olarak bir düşüş yaşanır. Artık bu bölge “yasak bölge” hükmünde olduğundan, misafir dâhil hiç kimsenin kullanımına açık değildir. Evlerimizde en önemli eksikliklerden biri de çalışma odası veya benzeri bir oda kavramının olmayışıdır. Hiç gelip gitmeyen muhayyel misafire tahsis edilen odaya karşı, bir çalışma odası ve kitap odası bulmak zordur. Bulunsa dahi hane halkı ile yapılan çok uzun müzakerelerden sonra elde edilmiş arızi bir mekândan ibarettir. Eşya fetişizmi öylesine bir hal almıştır ki, evin asıl gayesi olan rahatlık ikinci plana atılarak – rahatsız olma pahasına – devasa boyutlarda ve kullanımı da oldukça zor eşyaların istilasına uğramıştır. Bu ise hayatın her alanında olduğu gibi yabancılaşmanın bir başka boyutudur. Yabancılaşmış bir toplumunda sağlıklı düşünmesi yaşaması (bu durum dünya görüşünün tahrip olmasıdır) mümkün değildir. Sonuç olarak, mahalle ve sokağın geleneksel yapılarının artık kalmadığını ve bu yönüyle de buna bağlı fonksiyonlarını icra edemedikleri gibi zaman içinde daha fazla bu niteliklerini kaybederek sadece idari birimler niteliğine bürüneceklerini ifade etmek gerekir. Hayatımızın önemli bir bölümünü geçirdiğimiz evlerimiz için ise olumlu şeyler söyleminin imkânının olmadığını sıradan bir gözlem yapan herkesin anlaması zor değildir. Evlerimiz insanın fıtratını baskı altına alan ve ilgili ilgisiz pek çok nesnenin istilası altında sadece teşhir mekânları olma vasfı ağır basan sadelikten uzak bir anlayışla varlığını sürdürmektedir. ■
31
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
S E RV E T-İ F ÜNÛN R OMANI NDA mekânın yalnı z l a ş t ı r d ı ğ ı i n s
ve insanın tüketti ğ i m e k â n
a n
BEYHAN KANTER*
S
ervet-i Fünûn romanı, mekânın bireyin yazgısıyla bütünleştiği ev içi romanıdır. Dışa kapalı aristokrat ev/mekân yaşamının anlatıldığı Servet-i Fünûn romanında bireylerin ruh dünyalarının, yaşam alanlarıyla birebir ilintisi vardır. Mekân, bu dönem roman kahramanlarının ruhlarını şekillendiren ve onların ruhların etkileyen belirleyici bir unsurdur. Mekânın belirleyici özelliği, bireylerin iç dünyalarından sıyrılarak dış dünya algılarına yansır. Mekânın bireyin ruhuna bulaşan ve dönüştürücü/değiştirici yönü, kahramanların hem ruh dünyalarını hem de sosyal çevreyle olan ilişkilerini şekillendirdiği gibi zaman zaman bireyler üzerinde yıpratıcı ya da başkaldırıyı destekleyici bir baskı kurar. Bu anlamda mekân da ruhsal bir özelliğe büründürülür. Mekânın bireye ve sosyal çevreye etkisi ve içe dönüklüğün mekânla bütünleştirilmesi, sosyokültürel değişimin mekâna yansıyan yüzüdür. Bu dönem romanlarında, sosyal çevrenin ev ve aile ile sınırlı tutulduğu sokak ve sokağa açılan kapıların pek üzerinde durulmadığı görülür. Ev içine hapsedilme yazgısından kurtulma *
Yard. Doç.Dr. Artuklu Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi
mücadelesi veren bireylerin sosyal hayatları yine ev içi ya da salon yaşamıyla sınırlı kalır. Geleneksel Osmanlı kültüründeki mahalle yaşamının yerini artık çay partilerinin yapıldığı Batı tarzı döşenmiş konaklar ve apartmanlar almıştır. Mekândaki değişim ve mahalle kültüründen uzak kalma, kimlik arayışındaki bireyin kendini modern yaşama kabullendirme arzusunun bir sonucudur. Bu dönem roman kahramanlarında mekânı küçümseme eğilimi ve mekâna dayalı kompleks ise bireylerin kendilerini üstün gösterme arzularının dışavurumudur. Toplumdan yalıtılarak özelleştirilen mekânlar, yeni yaşam algılarının gösteri alanı olarak karşımıza çıkar. Nitekim Servet-i Fünûn roman kahramanları için “mekân korkunç bir ‘dışardalık-içerdelik’ten başka bir şey değildir.”(Bachelard, 1996: 231) Bu dönem romanlarında aristokrat ailelerde ev, zenginliğin/gösterişin ve Batıyı yansıtan kültürel yapının en belirgin atmosferidir. Aşk-ı Memnu romanında Adnan Bey’in ev dekorasyonunda Avrupai tarzda eşyaları tercih etmesi, onun da Batılı yaşayış tarzının görüntü düzeyindeki kısmını benimsediğini örneklendirir. Evini tamamen Batı tarzı eşyalarla donatan Adnan Bey, gösterişe düş-
32
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
kün özentili bir kişilik olmaktan ziyade tamamen zevkli bir yaklaşımla evini döşeme gereği görmüştür. Ancak Türk evlerinin Doğu çizgisini yansıtan dekorasyonuna hayranlık duyan Fransız mürebbiye Matmazel Courton, yalıdaki geridonları, oyma XV. Lois ceviz sandalyeleri ve Japon yelpazelerini görünce şaşkınlığını gizleyemez. Zira yalının tamamıyla Batılı bir yaşam çizgisini yansıtması ve Loti’nin tasvir ettiği Doğu evlerinden uzak olması, mürebbiyeyi hayal kırıklığına uğratır. Bu hayal kırıklığı, o dönem evlerinde görülen genel bir döşeniş tarzının Batılı bireyin gözünde cisimleşmesidir. Dışa kapalı bir yaşam süren Adnan Bey ve ailesinin yaşam alanları ev ile sınırlıdır. Adnan Bey’in evi; mutlulukların, mutsuzlukların, ihanetin, masumiyetin, tedirginliklerin ve zıtlıkların hepsinin birden yaşandığı bir mekân olma özelliği gösterir. Ancak Bihter’in bu eve gelmesiyle evin huzur hâli/ sükûneti yok olmaya başlar. Çünkü “bir kötülük havası taşıyan birinci dünyadan Bihter’in Adnan Bey’in yalısına gelin gelmesiyle bu mutlu dünya gölgelenir, bulutlanır, birkaç kişi arasında büyük tutkuların, korkunç kıskançlıkların ve şiddetli nefretlerin alıp yürüdüğü bir cehenneme dönüşür ve sonunda bir kasırgayla temelinden sarsılır” (Moran,1997:72). Nitekim kendi anlayışlarına göre modern bir yaşam süren Firdevs Hanım ve kızları, kendi çürümüş yaşantılarını, geleneksel anlayıştan kopmadan batılı bir yaşam sürdüren Adnan Bey’in yalısına/mekânına getirerek bireylerdeki kopmanın ve çözülmenin toplumsal alana/mekâna yayılışını örneklendirirler. Bihter’in bu yalıya geliş amaçlarından biri de namuslu ve temiz bir yaşam sürmek ve yalının masumiyetini kendi benliğiyle bütünleştirmektir. Ancak yozlaşma ve benliğindeki zayıflık nedeniyle ortaya çıkan davranışlarıyla, bu evin temiz ve masum havasını taşıyamadığı gibi kirletmeyi de başarır. Toplumsal yapıdaki zedelenme, bu evin içine Bihter ve Behlül tarafından sıçratılır. İlk geldiği zamanlar yalının ruhuna sahip olamadığı düşüncesiyle zaman zaman mekânla arasında bir yabancılık hisseden Bihter, kısa sürede bütün ruhsal çatışmalarını mekâna bulaştırır ve mekânı tüketme yolunda davranışlar sergiler. Ancak Bihter’in yalıdan gitmesiyle ev, eski havasını yeniden kazanarak kozmosa dönüşür. “Dış dünyanın somut toplumsal acılarından enikonu kopmak zorunda kalmış olan romancı, Aşkı
Memnu’da acının şiddetini artık hep iç mekânda arayacaktır. Bu büyük yapıtta, kişiler arasındaki yasak aşklar, hem toplumsal özgürlüksüzlüğü yansıtır, hem de kararmakta olan iç mekânların boğuncunu. Adnan Beyin yalısı, hatta “Hisar’ın eski duvarları” bile yerinde dururken; her şey tıpkı imparatorluk gibi ağır ağır kavşayıp çökecektir birdenbire”(İleri, 1981:16). Değişen toplumsal yapıyla kültürel bellekteki çözülmenin en net şekilde yaşandığı mekânlar Aşk-ı Memnu romanında, Kâğıthane, Göksu, Kalender, Bendler ve Beyoğlu’dur. Bu yerler, Batı tarzı yaşam sürmek adına tüketilen ya da yeni kimlikler kazandırılan modernize edilmiş mekânlardır. Cahit Kavcar, Kâğıthane ve Göksu arasındaki farkı şöyle belirtmektedir: “Kâğıthane’deki erkek arayan kadınların, kadın avcısı erkeklerin, kocalarını izleyen kadınların ve her türlü halkın yerini Göksu’da Boğaziçi’nin zengin ve modern halkı, daha sessiz bir kalabalık alır” (Kavcar, 1985:241). Bu tür yerler, evlenmek isteyenlerin tanışmalarını sağlayan aracı mekânlardır. Nitekim Aşk-ı Memnu’da Adnan Bey, Bihter’i buradaki sandal gezintileri sırasında görmüştür. Peyker’in kocası Nihad, Adnan Bey’e Göksu’nun tam anlamıyla alafranga bir yaşamın merkezi olduğunu uzun uzun anlatır. Bu anlamda, bu mekânlara gelen aileler, toplumsal dönüşümün ve kurgulanmış kültürün buralarda daha çok kabul gördüğü inancını taşırlar. Ferdi ve Şürekâsı’nda Hacer’in genç kızlık dönemine gelinceye kadar ev dışında bulunduğu tek mekân, evlerinin alt katındaki muhasebe odasıdır. Ferdi Efendi’nin evi, doğu ve batı eşyalarının karışımı ile döşenmiştir. Ferdi Efendi’nin Batılı yaşam tarzında aydın bir kimlik görülmemesine karşın o tam anlamıyla dejenere bir tip değildir. Ancak onda da eşyaya dayalı bir gösteriş merakı görülür. Ferdi Bey’in Avrupai yaşamında eşyayı ön planda tutması, onun eğitimsizliği ve kişiliğiyle ilintilidir. Paranın gücünü her şeye hükmedecek kadar önemli gören Ferdi Bey, bu anlamda Batılı yaşayışı, eşya ve maddi güçle sınırlandırmış materyalist biridir. Onun maddi gücünde aristokrat bir aileden alınan kültürün ve zenginliğin değil çalışarak kazanılmış paranın hâkimiyeti söz konusudur. Bu durum, onun yaşam tarzını etkileyerek mekânı/ evini hırsına esir etmesine sebep olur. Onun bütün
33
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
gücü ve saygınlığı, parasının hatırınadır. Parasının hesabını çok iyi bilmesine ve çok cimri olmasına karşın kızının rahat yaşaması için Adnan Bey gibi o da elinden geleni yapar. Ancak Hacer’i evle sınırlı dar bir mekâna hapsetmesi, genç kızın ruhsal anlamda da darlaşmasına yol açar. Nitekim zengin ve gösterişli evin tek sahibi olan Hacer, kendisini dünyanın merkezinde görür. Dış dünyanın karmaşasından uzak olan Hacer, kendi sınırlandırılmış dünyasında ev merkezli bir yaşam sürer. Mai ve Siyah’ta Ahmet Cemil ve Hüseyin Nazmi arasındaki sınıfsal fark yaşadıkları mekânla belirginlik kazanır. Babası hayatta iken ev, Ahmet Cemil’in mutluluk kaynağıdır. Ancak babasının ölümü ve özellikle kardeşi İkbal’in evlenmesiyle eve yabancı birinin/damadın gelmesi onun eve yabancılaşmasına ve kendisini evden soyutlamasına neden olur. Yaşadığı bütün sıkıntılara rağmen Ahmet Cemil’in bir düş evi vardır. Zira “ sıkıntı odakları, yalnızlık odakları grup halinde bir araya gelerek düş evini oluşturur; bu ev, doğduğumuz evin içinde dağılıp giden anılardan daha uzun ömürlüdür”(Bachelard,1996:44). Ahmet Cemil de böyle bir mekân hayaliyle ruh dünyasına yön verir. Ontolojik kaygılarla, ruhsal doyuma ulaşacağı bir mekân arayışında olan Ahmet Cemil’in yaşadığı mekân ise geleneğin izlerini taşır. Yaşam algısındaki zıtlıklar nedeniyle Ahmet Cemil, mekânın tükettiği/yalnızlaştırdığı biridir. Ancak “arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin evi, bir arzular ve idealler deposudur onun için; hem zengin olma hem de estetik yücelme istekleri, o evin uzak yakınlığının yarattığı karşılaştırma imkânından türüyordur”(Koçak,1996:110). Bu anlamda Ahmet Cemil’in Lamia’ya duyduğu aşkta da mekânın etkisi yadsınamaz. Zira Lamia, onun sahibi olmak istediği mekânın kızıdır. Tabakalar arası farklılık ve ortamın değişken yapısı, Ahmet Cemil’in ruhundaki sarsıntıları dinamitler. Mekânın gücü, bu anlamda Ahmet Cemil’i yıldırmıştır. Ondaki karamsarlık, mekân algısının bireyi kuşatan yönüyle ilintilidir. O, mâi bir mekâna kavuşma arzusu duyumsar. Ancak “Ahmet Cemil karanlık, bakımsız, insanda daha çok ölüm duygusu uyandıran pis sokaklardan geçip gider sık sık” (İleri, 1981:21). Bu sokaklar, Ahmet Cemil’in ruh dünyasındaki zıtlıklarla “siyah”lıkla bağdaştırılabilir. Ahmet Cemil’in iç dünyasındaki
bu çalkantılar aracılığıyla eşyaya ruh verilmiştir. Çevresel faktörlerin de etkisiyle bireyin ruh dünyasının mekâna sinen yönü, Ahmet Cemil’in bulunduğu yerden uzaklaşmasına ve kurgula(ma) dığı zorunlu bir yalnızlık mekânına doğru yola çıkmasına neden olur. Kırık Hayatlar’da muhafazakâr bir aile babası ve “uslu koca” olmanın çatışmasını yaşayan Ömer Behiç için ev, masumiyetinin ve huzur hâlinin yegâne sığınağıdır. Ev, onun günahlarından arınma merkezidir. Aidiyet duygusunu yaşadığı yerdir. Ömer Behiç, büyük hayallerle taşındığı yeni evinin dekorasyonunun Batı tarzı olmasına özen gösterir. Bu nedenle Avrupa’dan gelen kataloglara bakar. Londra’nın “Mapple” adlı büyük mağazalarına ilişkin eşya listesini anlamasa da karıştırarak Avrupa modası hakkında kendince fikir edinmeye çalışır. Maddi açıdan eşyalarını ne Londra’dan ne Paris’ten ne Stockholm’den ne Berlin’den getirtebilecek güce sahiptir. Ancak Beyoğlu’nda, kesesine uygun alacağı mobilyalarda Mapple katalogundan esinlenecektir. Londra’dan mobilya getirtmek arzusu, onun eşya konusundaki batı hayranlığını gözler önüne sermektedir. Ancak Ömer Behiç’in de mekân algısında ruhsal çatışmalar hâkimdir. Ev ve dışarı arasındaki zıtlık, onun yıllarca savunduğu değerlerinin yitip gitmesine yol açar. Ömer Behiç ve karısı Vedide, evlerinin penceresinden eleştirdikleri yaşamları izleyip kendi evlerinin masumiyetiyle gurur duyarlar. Ancak mekânın dönüştürücü yönüne ruhsal baskılarının sonucunda yenik düşen Ömer Behiç, bastırılmış duygularını mekânın etkisiyle dışa vurur. Zira evden uzaklaştığı anda Ömer Behiç, kendisini kirlenmiş bir çaresizlik mekânının içinde bulur. Bu mekân, bilinçaltının arzuladığı ama mantığının ötelediği bir terzi odasıdır. Sevgilisiyle buluştuğu bu oda, Ömer Behiç’i benliğinden uzaklaştırır ve yalnızlaştırır. Bu romanda da Kâğıthane, Avrupai tarzda yaşam sürmeye çalışan ve yanlış batılılaşmayla yozlaşan tiplerin görüldüğü bir mekânı sembolize eder. Özellikle Veli Bey’in kızlarının sık sık gezip tozdukları ve varlıklarını hissettirdikleri bir yerdir. Bu anlamda Kâğıthane, modern yaşam kültürünün yansıtıldığı bir yer olarak karşımıza çıkar. Veli Bey’in kızları, kendilerini tamamen dejenere bir yaşama adamışlardır. Bu bakımdan, toplumun geleneksel kesiminden soyutlanarak kendi küçük
34
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
dünyalarında yaşamlarını sürdürürler. Kendi ördükleri ve içtenlikten uzak birtakım yapay kurgularla düzenlenmiş bir mekânın parçası olan bu aile, toplumsal yapıdaki başkalaşımı hayat tarzlarıyla bütünleştirerek geleneksel kültürel yapının kabuklarını kırmış ve mekânı kendilerine uydurmayı başarmışlardır. Nitekim hayranlık duydukları ve kendilerini bütünleştirmeye çalıştıkları hayat, onları sadece toplumdan değil aynı zamanda kendilerinden de koparır. Tam anlamıyla sindirilmeyen bir yaşamın mekâna sinmesine neden olmak ve mekân üzerinden modern bir yaşamı sindirmeye çalışmak bu bireylerin yaşamını şekillendirir. Eylül’ de mekânın yalnızlaştırdığı birey olan Süreyya için ev, hapishanedir. Yaşadığı evle kendi iç dünyası arasında mesafeli bir tutum söz konusudur. Zira Süreyya, mekânın kendisini esir aldığını ve tükettiğini düşünmektedir. Bu düşünüş tarzında, mekânla arasında aidiyet duygusunu destekleyici bir yakınlıktan uzak oluşunun etkisi görülür. Mekânın bireyin algısında biçimlenmesinde, aidiyet duygusunun etkisi göz ardı edilemez. Mekânı benimseyememe sonucunda ortaya çıkan yalnızlık duygusunun oluşturduğu bunalım yüzünden mekân ve insan arasında bir mesafe belirir. Nitekim Süreyya’nın sorumluluğu/suçu mekâna yüklemesi, mekân ve insan arasında ruhsal dinamikleri tetikleyici bir işlev ortaya çıkarır. Bireyde oluşan tedirginlik, mekân-birey çatışmasının yansıması olmakla beraber aynı zamanda yabancılaşmanın da habercisidir. Süreyya’nın yaşadığı yeri olumsuzlaması/değersizleştirmesi, buna karşın başka bir mekânı yüceltmesi, içsel baskının bir sonucudur. Zira tutsak olma hissinin oluşturduğu baskı ve yıpranma, kendini boşlukta hissetmeye yol açar. Süreyya’nın mekâna karşı bu ön yargılı tutumunda, mekâna anlam yüklemesinin ve mekânın yutuculuğunu hissetmesinin izleri sezilir. Nitekim mekânın boğuculuğunun oluşturduğu hırpalanma ve yaşanan uyumsuzluk bireyi mekândan kaçmaya ve kendini mekândan soyutlamaya sürükler. Yalı, bu anlamda Süreyya için tutku ve ihtiraslarını yaşayabileceği düşsel bir sığınaktır. Eylül’de mekân olarak Beyoğlu’nun da hâkim bir yer tuttuğu görülür. Bütün şikâyetlerine rağmen Necip’in Beyoğlu’ndaki hayattan uzak kalamaması, onun yaşamdaki amaçsızlığının ve ruhsal boşluğunun bir göstergesidir. Bu yaşam tarzının
yaptırımlarına ve her türlü çirkinliğine alışan Necip’in ayrı kaldığı zamanlarda Beyoğlu’nu özlemesi de onun bu yaşam tarzını benimsemesinin bir sonucudur. Bu hayatın sahteliği ve samimiyetsizliği, Necip’i huzursuz etmesine rağmen o, bir ikilem içindedir. Ona göre, buradaki insanlar gerçek kimliklerinden başka bir kimlikle hareket etmektedirler. Burada her şey, mevki ve gösteriş için yapay bir hâl almıştır. Âdeta her şeyi önceden ayarlanmış, kurgulanmış küçük sahte bir dünyadır Beyoğlu. Oysa Necip’in iğrendiği Beyoğlu hayatından arınmak amacıyla gittiği Boğaziçi/Süreyya ile Suat’ın yanı, onun için sessizliğin hâkim olduğu bir huzur ortamıdır. Buradaki içtenlik ve mahremiyetin onu etkilemesi, samimiyete duyduğu özlemi yansıtır. Kirlerinden arındığı, temizlendiği bir mekândır burası. Necip, bu mekânda kendini “uzun bir ahlak hastalığından” çıkmış olarak hisseder. Mehmet Rauf’un Karanfil ve Yasemin romanının kahramanları için ev, modern yaşam tarzının yansıtıldığı gösterge aracıdır. Kadri Paşaların köşkü ve Samim’in sevgilisi Nevhiz’le buluşmak için Moda’da tuttuğu ev, bu anlamda dikkat çekicidir. Nitekim bu evler, kültürlerini mekânla gösterme ve mekânla bütünleştirme arzusundaki bireylerin kendilerini üstün gösterme amacına hizmet ederek farklı bir işlevsellik kazanır. Sokağa kayıtsız kalan ve hayatı salon yaşamından ibaret gören bu bireylerde özenti sonucunda mekânlar aracılığıyla tüketimin gösterime sunulduğu görülür. Zira bu yaşam tarzını benimseyen “türedi tipler,” “mesafeli bir ortamda kendinde veya kendisi için değil, ardılları için, böyle bir benliğin ardıllarına bırakmayı öngördüğü anı için var olur” (Bakhtin, 2001:201). Sosyalleşmeye dayalı cisimleştirme ve ölçüsüzlük mekâna da yansıtılır. Maddenin kışkırtıcı yönü ve yaptırım gücü, piyano gibi sembollerle donatılan yapay mekânlar kurulmasına ve eşyanın pragmatik boyuta indirgenmesine yol açar. Karanfil ve Yasemin’de hedonist bireylerin karşıt koşulluluk içinde küçük sahte dünyalarda yaşayarak sokaktan kopması/ uzaklaşması, yeni tüketim mekânları ortaya çıkarmıştır. Danslı çay partilerinin yapıldığı salonlar, bu dönemde, Avrupai kültürü benimseyen bir topluluğun ve sosyete içinde bulunmuş olmanın en belirgin fenomenlerinden biridir. Bu salonlar-
35
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
da verilen partilere ev sahipliği yapanlar, büyük bir güç ve modernlik savaşı verirler. Üstünlüğü ve farklılığı elde tutma, tahakküm kurma ve başkalarını küçük düşürme, bu partilere katılan bireylerin temel gayesidir. Yapaylığın ve dedikodunun egemenliği altındaki bu aileler, yaşamda tutunmanın amacı olarak Avrupai yaşamın/mekânın gösterişine bağlanırlar. Onlara göre, başkaları üzerinde hayranlık bırakarak kendilerine saygınlık kazandıracağına inandıkları bir yaşamın parçası olmak, aynı zamanda bu mekânları yönetmektir. Buraya gelen “sosyal grup sosyal hayat alanında ve sosyal varlık alanında, sosyal ilişkileri kapsayan, sınırları içinde belirli ilişkilerin yaşamasına meydan veren, kendi özüne dayalı kavramları yaşatıp taşıyan somutlaşmış bir bütün”(Nirun,1994:6)ün temsilcileridir. Fransız kültürünü benimsemişlerdir. Zira örnek aldıkları Fransız kadınlarının büyük çoğunluğu kendilerini en iyi salon yaşamında ifade ettiklerine inanmaktadırlar. Bu anlamda Karanfil ve Yasemin romanındaki kadınlar, salon hayatı içinde “arzulanan nesne” olma ve bu mekânlarla yeni bir kültürel kimlik kazanma amacındadırlar. Romanda Kadri Paşa ve ailesi, Avrupai yaşamın eğlence yönüyle özdeşleşmişlerdir. Bunun yanı sıra onlar, ev dekorasyonlarında da gösterişe dayalı bir yaşam biçimini benimsemişlerdir. Kadri Paşa, Nişantaşı ve Beykoz’daki konaklarında sık sık danslı çay partileri düzenleyen batı hayranı biridir. Kadri Paşa’nın Nişantaşı’ndaki konağı, tamamıyla Batılı bir tarzda dekore edilmiştir. Bu da Batılı tarzda yaşayışı arzulayan kesimin en belirgin özelliklerinden biridir. Zira “19. yüzyılda gündelik hayatta değişim, en çok mekân tasarımında karmaşaya sebep olmuştu. Mekânların Avrupai tarzda dizayn edilmesi, belli bölgelerden başlamak üzere kademeli olarak görülmüştür. İç mekânda başlayan batılılaşma, daha sonra dışa yansıyacaktır” (Özer, 2005:34). Nitekim Avrupa’dan yeni dönen Samim, İngiliz tarzıyla döşenen binanın üslubunun İstanbul için fevkalade olduğunu düşünür. Bu dekorasyon tarzı, ona göre kadınlardaki ilerlemenin bir yansımasıdır. Samim, Şişli’de küçük bir apartman dairesinde hizmetçi bir kadınla bekâr bir mirasyedi hayatı yaşamaktadır. Samim’in Nevhiz’le buluşmak için Moda Burnu’nda tuttuğu ev de tamamen Avrupai tarzda döşenir. “Bu hizmet için tahsis edilmiş yarım bir bodrum katı üzerine biri
büyük ikisi ufak üç oda bir sofa ile tam bir garsoniyerdi.” Samim, evi kiralar kiralamaz Pisalti’ye, Luvr’a ve Franko’ya uğrayarak yeni moda eşyalar hakkında fikir edinir. Mekânla kimlik kazanma çabası, “kültürel mekân” oluşturmaya yönelik adımlardır. Samim’in gittiği bu mağazalar, devrin Avrupai eşyalarının bulunduğu ve genellikle aristokrat kesime hitap eden yerlerdir. Ayrıca Samim, İngiliz ve Alman eşya kataloglarına bakar. Yemek odası için İngiliz tarzında bir büfe, bir masa, altı sandalye ayırır. Odanın tam merkezine, “iki tarafı arkalıklı, önde de arkada da oturulabilecek alarekamye geniş bir şezlong”, “bunun sağına ve soluna iki moris çer, bir balansuvar” ve “bir iki geridon” (s.218) sipariş eder. Salon için devrin vazgeçilmez medenilik ölçütü olan bir piyano alır. Evin her köşesinin Avrupai tarzda döşenmesine özen gösteren Samim, kendi apartmanında “Avrupa’nın meşhur sanayi-i nefise talebelerinden almış olduğu gayet güzel fotogravür levhalarını, stauetleri, vazoları, meşahirin heykelleri ve bazı kadın büstleri”(s.220)ni getirir. Özellikle salona ve odalara resim astırmak devrin modasıdır. Salona, İngiliz hayatına ait bir aşk levhasını gösteren “Marcos Satn’ın “aşk İçinde “adlı tablosunu; Leh ressamlardan Kovalski’nin “Kış gecesi” isimli resmini, Palastiriyarı’nın meşhur Beethoven levhasını ve Fransız ressam Eçeveri’nin “Serkice” adlı meşhur bir tablosunu asmıştır. Son Yıldız romanında da, değişen kültürel yaşamın bireyler üzerinde oluşturduğu yıkım ve değişim, mekân üzerinden anlatılır. Karanfil ve Yasemin’de olduğu gibi bu roman da danslı bir çay partisinde yaşananların anlatılmasıyla başlar. Romanın başkahramanı Perran, modern yaşam tarzını benimsemiş ve bu yaşam tarzının içinde olmaya istekli genç bir kadındır. Özlemini duyduğu hayat tarzına kavuşmasıyla Perran, yıllardır bu tür bir yaşamın içinden gelmiş gibi yeni sosyal çevresine hemen uyum göstererek mekânı Batı kültürü aracılığıyla deneyimleyen bireyler arasına katılır. İçine girdiği bu materyalist çevredeki rekabet ve kendini gösterme eğilimiyle sosyal hareketliliğin vazgeçilmez isimlerinden biri olur. Mekânın yutuculuğu ve bireyi kalabalık içinde yalnızlaştırması, bu roman kahramanlarının yaşadıkları sahte dünyanın içinde açık bir şekilde görülür. Fahri Cemal’le tanışana kadar bu hayata olduk-
36
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
ça uzak olan Perran, en uzak hayallerine Fahri Cemal sayesinde kavuşur. Gazetelerde takip ettiği bu yeni hayata dair haberlerin içinde bulunmak ve bu yeni hayatı kendi dünyasında yaşamak, onun vazgeçemeyeceği bir durumdur. Perran, yeni katıldığı bu “yabancı dünyaya kendi özlemine ait içeriklerin damgasını vurmaya çalışır”(Lukacs, 2003:81). O, kendisine sunulmayanı gençliğini ve güzelliğini kullanarak zorla almayı başarır. Özendiği dış dünyaya kavuşmasının neticesinde, modernizmin salt uygulayıcısı olarak kendini gösterme çabasındaki genç kadın, geldiği toplumsal yapıyla içinde bulunduğu toplumsal yapı arasındaki farklılıktan şikâyetçi olmadığı gibi ortamın değişken işleyişine birdenbire gömülür. Mekânikleşen ortak yaşantının “ötekileşen” bir bireyi olmaktan dolayı memnuniyet duyarken ben-merkezci kişiliğini yansıtacağı uygun zemini de bulur. Perran ve çevresinin apartmanda oturmaları, aynı zamanda köşk yaşamının yerini lüks apartman dairelerinin aldığının bir işaretidir. Perran ve kocasının oturduğu lüks apartman dairesinin bütün giderleri genç kadının aşığı Fahri Cemal tarafından karşılanır. Evin içi de tamamen Avrupai tarzda döşenmiştir. Zira “evin dekorasyonu, ev sahibinin sosyal statüsünün bir göstergesi olarak karşımıza çıkmakla beraber ilerleyen zaman diliminde Batı tarz ev dekorasyonlarının oluşması aynı zamanda evin tefrişi ev sahibinin kim olduğu, özelliklerini zevkini yansıtır bir özellik taşıyacaktır”(Özer, 2005:146). Eşyalardaki modern çizgiler, Perran’ın yerli kültüre uzak oluşunun simgesi niteliğindedir. Perran’ın evinde görenlerde hayranlık uyandıran büyük bir itinayla döşenmiş bir musiki salonu vardır. Bu odaya, yurt dışından getirtilmiş bir çalgı mekânizması kurulmuştur. Ayrıca Amerika’dan ona sürekli gramofon plağı gelmektedir. Evinde böyle bir müzik odasına sahip olmanın gururunu yaşayan Perran, müzik konusunda kendini yetiştirir. Avrupalı bestecilerin hayatlarını çok iyi bilir. Müzik bakımından kendini yetiştiren Perran, kolaylıkla yeni çevresi ve karşıtlıklar evreniyle bütünleşir. Servet-i Fünûn romanında kahramanların mekânla olan ilişkileri, mekânı kendi içsel kaygılarına göre anlamlandırmalarıyla belirginlik kazanır. Bu anlamlandırma kimi zaman kolektif bir duruşu yansıtmaktadır. Ancak bu kolektif duruşu ortaya çıkaran da içsel çatışmalardır. Yeni bir ya-
şam tarzını içselleştirmeye çalışan kahramanlar, hem iç dünyalarıyla hem de çevresel faktörlerle bir mücadele hâlindedirler. Mekânın baştan çıkarıcılığı ve kışkırtıcılığı, kahramanlar arasında önce ce yayılır. Daha sonra kahramanlar, yaşadıkları mekânları da özendikleri mekânlara dönüştürme çabası verirler. Medeniyet değişiminin mekânda kendini göstermesi, ortak bir bunalımın sonucudur. Yaşanılan mekânda Avrupai bir görüntü oluşturma ve eşyaların alınmasında seçicilik arzusu, çağdaşlaşma sürecini cisimleştirmeye yönelik bir tutumdur. Yeni sosyokültürel yaşamın maddi boyutuna indirgenen bu tüketim gösterişi, çevreye karşı bir üstünlük kurma ve kültürel değişimi eşya bazında kanıtlama arzusudur. Bu anlamda mekânın nüfuzlaştırılması, mekânı sembolik anlamda yıkıp yeni bir mekân kimliği oluşturma amacına hizmet eder.■ KAYNAKLAR Bachelard, Gaston(1996), Mekânın Poetikası, (çev.Aykut Derman), Kesit Yayınları, İstanbul. Bakhtin, Mikhail(2001), Karnavaldan Romana, (Çev. Cem Soydemir) Ayrıntı Yayınları, İstanbul. İleri, Selim(1981), Aşk-ı Memnu ya da Uzun Bir Kışın Siyah Günleri, Yazko Yayınları, Ankara. Koçak, Orhan (1996) “Kaptırılmış İdeal: Mai ve Siyah Üzerine Psikanalitik Bir Deneme” Toplum ve Bilim S.70 İstanbul. Kavcar, Cahit,(1985), Batılılaşma Açısından Servet-i Fünun Romanı, Kül.ve Tur.Bakanlığı Yay. Lukacs, Georg(2003), Roman Kuramı, (çev. Cem Soydemir) Metis Yayınları, İstanbul. Mehmet Rauf(2006), Eylül, Akçağ Yayınları, Ankara. Mehmet Rauf, (1915), Karanfil ve Yasemin, Amedi Matbaası, İstanbul. Mehmet Rauf, (1927), Son Yıldız, Suhûlet Kitaphanesi, İstanbul. Moran, Berna(1997), Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I, İletişim Yayınları, İstanbu. Nirun, Nihat(1994), Sistematik Sosyoloji Yönünden Aile ve Kültür, AKM Yayını, Ankara. Özer, İlbeyi (2005), Avrupa Yolunda Batılaşma ya da Batılılaşma, Truva Yayınları, İstanbul. Uşaklıgil, Halit Ziya(1984), Ferdi ve Şürekâsı, İnkılâp ve Aka Kitâbevi, İstanbul. Uşaklıgil, Halit Ziya(2005), Mai ve Siyah, Özgür Yayınları, İstanbul. Uşaklıgil, Halit Ziya(1963), Aşk-ı Memnu, İnkılâp ve Aka Yayınları, İstanbul. Uşaklıgil, Halit Ziya(1989), Kırık Hayatlar, İnkılâp Kitabevi, İstanbul.
37
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
BAHTİYAR ASLAN
İ
lhan Berk, “kurşun kubbeler şehri” diyordu, İstanbul’a yazdığı meşhur şiirinde. O şiirde; Karaköy çarşısından geçen tramvayların camlarına yağmur yağıyordu. O şiirde; Yenicami Süleymaniye arkalarını kirli bir göğe vermişler hiç kımıldamıyorlardı. O şiirde; Ayasofya elleriyle yüzünü kapamış bütün iştahıyla ağlıyordu. İlhan Berk, bu şehirde şiiri kurşun kubbelerden damıtıyordu şüphesiz. Çünkü İstanbul böyle istiyordu. Çünkü İstanbul demek biraz da/en çok da kurşun kubbeler demektir. Şehrin silueti bu kubbelerle belirir, yanlarında incecik çizgilerle; minarelerle… İstanbul, mutlak bir şiir metni olan şehirdir. Mutlak bir şiir metninin sahibidir hem, hem de o metin bizzat kendisidir. Günü geldiğinde karnındaki manadan dağıtır şairlere; eksilmeden… Sonra her yazılan metin gelip o manaya eklenir ya da o mananın içinde kaybolur. Büyüyen Taş gibi bir şeydir işte… Yazılanlar hep o mutlak metne bir basamak, bir dipnottur aslında. Nedim’in bir (yek) sengine yekpare acem mülkünü feda ettiği şiir de bir dipnottur, İlhan Berk’in şiiri de, arada kalanlar da… İstanbul’un mutlak metni hep ötede bir yerde durmaya devam eder. Ama yine de her şair bu imkânsıza bir yerinden dokunmaya yeltenir. Şaire düşen sadece ve ancak budur. Bize düşense bu dokunmalara, bu dipnotlara bakmak ve zihnimizde esas metne dair bulutsu/tozsu bir gerçekliğin oluşması için çabalamaktır. Bu bulutsu/toz-
su metin, bizi mutlak metne bağlayan yegâne araçtır. Mutlak metni maalesef ve ancak böyle bir gerçekliğin imkânlarıyla okumak zorundayız. Elbette bu zorunluluğu bir hayıflanma vesilesi olarak algılamak meselenin akla ilk gelen ve en kolay çözümüdür. Fakat onu bir avantaja çevirmek gibi bir seçeneğimiz daha vardır. Bu bulutsu/tozsu gerçekliğin sınırsızlığı, yumuşaklığı, çerçevesiz oluşu tılsımlı bir rüya ve yaratma atmosferi sunar bize. Sanatçının, bu türden bir gerçeklik karşısında kendini daha özgür hissedeceği, daha cesur bulacağı muhakkaktır. İşin meselemize taalluk eden boyutuna bakacak olursak; zihnimizde bir çatallanmanın, yılandili gibi zehirli bir yarılmanın baş gösterdiğine şahit oluruz. Gerçekte İstanbul bir edebiyat muhiti midir yahut edebiyatın malzemesi midir, yoksa edebiyatı kendisine malzeme olarak benimseyen bir şehir midir? Hatta İstanbul için edebiyat, kendisine malzeme olarak benimsediği şeylerden sadece biri midir? Eğer, İstanbul’un bir mutlak metninin olduğunu kabul edersek, edebiyatı bir malzeme derekesine indirmenin ve bunu içimize sindirmenin zehirli tadıyla buluşacağız; aksi hâlde İstanbul’u böyle bir denklemde kurban etmek ve malzeme derekesine düşürmenin zehri ve tatsızlığıyla yüz yüze geleceğiz demektir. Belki de en kolayı ve de en doğrusu bu denklemin yanlışlığını ileri sürüp meselenin dışına çıkmaktır.
38
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Ne olursa olsun İstanbul’u edebiyat muhiti yapan şartların başında onun edebiyatı, edebiyat yapanları, şair ve sairleri kışkırtan boyutu durur. İstanbul, edebiyata konu olan edilgen bir şehir, bir varlık değildir. Şair ve sairler bir nesnenin karşısına kurulur gibi kurulup oturamaz onun karşısına. O, aktif bir sanatkâr olarak sanata katılır. Bu hâliyle karşımızda bir özne, bir yazan İstanbul vardır. İstanbul, kendisi edebiyat yapan bir muhittir her şeyden önce; kendi kendisinin edebiyatın yapan… İstanbul’un hem bizzat kendisi hem de sahibi olduğu o mutlak metni okumaktır İstanbul’u yazanlara/ anlatanlara kalan. İstanbul’a dair yazılanların hepsi bir okuma biçimidir aslında. Şairler ve sairler yazarken aslında bir okuma biçimiyle okumakta, sonra o okuma biçimini bir metin olarak önermektedirler. İstanbul’a dair yazılan metinlerin bundan öte anlamı yoktur. Bu hâliyle o, sahip olduğu metin okunan/yazılan, edebiyatı yapılan bir muhittir. Hâsılı, İstanbul’un mutlak metni kurşun bir kubbe yahut kubbeler gibi yukarıda bir yerde durmaktadır. İstanbul’a dair yazılan her şey kurşun kubbe(ler)den damıtılan bir şeydir. Metin mutlak oldu mu, şair körleşir. Okur-kör olur önce, sonra yazar-kör; metnin şiddetinden… Bir de içinde edebiyat yapılan muhit tarafı vardır İstanbul’un. Yılda aşağı yukarı bin beş yüz kültürel faaliyet gerçekleşir bu şehirde. Sadece resmî kayıtlara giren rakamdır bu. Belki bir o kadar da kayıt dışı faaliyet vardır. Bu yekûnun önemli bir kısmının merkezinde edebiyat vardır. Bir günde en az dört beş farklı mekânda edebiyatın nabzı atar. Meraklısı hangi mekânda bu nabzı yakalayacağını şaşırır. İstanbul, edebiyatın kitaplardan okunduğu bir muhit değildir; edebiyat orada aramızda dolaşan, bir dalgınlık anında omzuna çarptığımız, ayağına bastığımız bir canlıdır. Edebiyat, kendi evinde olmanın, kentinde ve kendinde olmanın rahatlığıyla vardır orada. Başka nerede olabilir ki? Bu soru bile ne kadar tabii soruluyor; edebiyat İstanbul’dan başka nerede olabilir ki? Liseli çocuklar için söylenebilecek cinsten sözlerle anlatacak değilim. Bunun için de şairlerin ve sairlerin orada yattığını; herhangi bir köşeden dönerken, köşeden dönen/köşeyi dönen bir edebiyatçıyla karşılaşabileceğinizi söylemiyorum. İstanbul’u edebî muhit kılan onlar mıdır? Yoksa onları şair kılan İstanbul mudur? Cağaloğlu’nun, Claude Farrere’in nasıl kıpır kıpır olduğunu anlatmalı mıyım, bilmiyorum. Sokaklarına
sinen mürekkep ve selülozun nasıl tiryakilik yaptığını; matbaadan çıkar çıkmaz kitaba ilk burada dokunulduğunu; yeni doğan bebeğe dokunur gibi… Ya da Türk Edebiyatı ile Dergâh’ın arasının bir sigara içimi bile olmadığını… Ne kadar kitap basıldığını, kaç dergi çıktığını kimsenin bilmediğini… Bütün bunları ve belki de bunlara ilaveten İstiklâl Caddesi’ni, Beyoğlu’nu ve arka sokaklarını, Şişhane’yi, Sıraselviler’i, Yüksek Kaldırım’ı anlatmalı mıyım, bilmiyorum… Dolayısıyla Haldun Taner’i, Sait Faik’i, Can Yücel’i, bir parça da Orhan Veli’yi, hatta Selim İleri’yi, İlhan Berk’i… Belki Sezai Karakoç’u, Cemal Süreya’yı… Hatta Hilmi Yavuz ve kasten aynı cümlede olmak üzere İsmet Özel’i… Belki Baylan Pastanesi’ni ve dolayısıyla Attila İlhan’ı, Demir Özlü’yü, Ahmet Oktay’ı ve diğerlerini… Hatta artık sadece hatıraları süsleyen Küllük’ü ve Tanpınar’ı, Peyami Safa’yı, Neyzen’i, Oktay Akbal’ı, Orhan Veli’yi, Necip Fazıl’ı… Hatay Meyhanesi’ni ve Cemal Süreya’yı, Tomris Uyar’ı, Feyyaz Kayacan’ı… Markiz’i ve Yahya Kemal’i, Haşim’i, Yakup Kadri’yi ve Faruk Nafiz’i… Bunları ve daha başkalarını anmalı mıyım acaba? Bunu kendi kendime ve okuyanlara sormak suretiyle de olsa anarak, o büyük/mutlak metnin okurlarını; o büyük/mutlak metnin okunuşlarını çoğaltarak bir okur olabilir miyim, yeni bir okuyuş çıkar mı buradan, bilemiyorum. Sonra bütün bunlara romanın ve hikâyenin geçtiği mekân/muhit olarak İstanbul’u eklemek gerek. Felatun Bey ile Rakım Efendi’den Huzur’a, Fatih-Harbiye’ye, Yeni Hayat’a kadar yüzlerce romanın mekânıdır bu şehir. İstanbul, okur/yazarlarına kendi mutlak metninden kelimeler verir, cümleler dağıtır. Romancılar onun sokaklarını dolaşan dilleriyle anlatırlar Doğu ve Batı arasındaki gerilimi yahut ikisinin sentezini. Medeniyetin yorumu onun sahip olduğu mabetlerin karşısında durularak, kubbelerinden ilham alınarak yapılır. Peyami Safa ve Tanpınar’ı mı hatırladınız? Öyleyse hangi sokaklarının ne kadar polisiye roman koktuğunu da düşünün, Ahmet Ümit’i anın öyleyse… Neden daha fazla sayayım ki… Hiçbir şehir bir yazara İstanbul’un verdiğinden daha fazlasını vermez. Hiçbir şehrin kubbeleri ve o kubbelerin üstündeki gök kubbe İstanbul’unki kadar cömert değildir. Hiçbir şairin başı, hiçbir şehirde İstanbul’da olduğu kadar ilham sağanakları altında değildir. Hangi şiiri bıraksanız yersiz yurtsuz, gider İstanbul’u bulur…■
39
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Memduh Şevket Esendal’ın eserlerinde toplumsal değişmenin “ev”e yansımaları İSMAİL ÇETİŞLİ*
Esendal’ın hikâye ve romanlarında görülen “konakyalı-köşkapartmanpansiyon” çizgisindeki değişme/küçülme/ yozlaşma, öncelikle Türk ailesinin nicelik ve nitelik bakımından yaşamakta olduğu değişme/küçülme ve yozlaşmanın da açık ifadesidir.
İ
nsanı diğer canlı varlıklardan ayıran en önemli farklılıklardan biri, atalarından devraldığı mirası geliştirip devam ettirmek suretiyle bir “kültür” ve “medeniyet” yaratabilmesidir. Hayatın her alanında görebileceğimiz bu yeteneğin en somut görünümlerinden biri, insanın mekâna bağlı hayatında karşımıza çıkar. Doğal mağaralarda başlayan insanın mekâna bağlı hayatı, dünden bugüne uzanan süreçte çadır, kulübe, ev, konak, yalı, köşk, saray, apartman, gökdelen, gecekondu, pansiyon adı altında pek çok farklı mesken tipi; sokak, mahalle, cadde; köy, kasaba, şehir/kent adı altında da pek çok farklı yerleşim biriminde değişerek gelişmiştir. Mesken tipleri ve yerleşim birimlerinin, genel çerçevede belli bir evrensellik gösterse de, yakından bakıldığında belirgin biçimde millî ve yer yer de mahallî bir kimliğe sahip olduğu görülür. Zira insanın bu bağlamda var ettiği her türlü somut değer, doğrudan doğruya kültürün temel unsurları arasında yer alır. Türk milleti tarihi boyunca, içinde yaşadığı coğrafya, sahip olduğu dünya görüşü ve hayat tarzına paralel bir şekilde mesken tipleri ve yerleşim birimlerine sahip olmuştur. Dolayısıyla sahip olunan mesken tipleri ve yerleşim birimlerinden onun içinde yaşadığı coğrafya şartlarını, sahip olduğu hayat tarzını ve dünya görüşünü tespit etmek mümkündür. Çünkü “insan-zihniyet-mekân” arasında sıkı bir ilişki mevcuttur. *
Prof. Dr., Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi
40
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Bu gerçekliğin somut yansımalarından biri, Osmanlı-Türk toplumunun Batı kültür ve medeniyetine yönelmesinden sonraki dönemde mesken tiplerindeki; bir başka ifadeyle “ev”indeki değişmede karşımıza çıkar. Tanzimat yıllarından günümüze kadarki -yaklaşık- yüz elli yıllık dönemde Türk insanının içinde yaşadığı “ev”indeki değişme, yine aynı dönemde yaşanan sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel değişmelerin; bir başka söyleyişle Batılılaşmanın doğal sonuçlarından birisidir. Söz konusu değişimin araştırılıp incelenmesi, öncelikle antropoloji, etnoloji, sosyoloji, mimarlık tarihi gibi disiplinlerin işidir. Bizim buradaki konumuz, edebiyat ve özellikle hikâye ve roman türlerinden hareketle Tanzimat sonrası dönemde yaşanan sosyal/toplumsal değişmenin “ev”e yansımalarını ortaya koymaktır. Hemen belirtelim ki Türk edebiyatı bu konuda zengin bir birikime sahiptir.[1] Ancak yazımızı “makale” çerçevesine almamız, konuyu sadece Memduh Şevket Esendal’ın hikâye ve romanları ile sınırlı tutmamızı zaruri kılmıştır. *** Kırk yılı aşan sanat hayatında üç yüze yakın hikâye ve üç roman kaleme alan Memduh Şevket Esendal (1884-1952), bu eserlerinde önemli ölçüde Türk toplumunun XIX. yüzyılın başlarından XX. yüzyılın ortalarına kadarki yıllarda yaşadığı “geçiş dönemi” sancıları ile yeniden yapılanma gayretlerini ele almıştır. Bu bağlamda yazar, toplumumuzun sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik hayatına ait değerler manzumesindeki bozulma, çözülme, yozlaşma veya değişme olgusunu; bunun fert, aile ve toplum hayatına yansıyan sonuçlarını tespit, tasvir ve tahlil etmeye çalışırken belirgin biçimde “odak”a “aile kurumu”nu yerleştirmiştir. Esendal’ın pek çok hikâyesi (Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı, Büyük Hızır Bey Konağı, Gençlik, Komiser, Bir Kucak Çiçek, Bu Sıska Karı, Muzaffer, Berrin’in Evliliği, Adnan’ın Karısı, Hatice, Arife, Bayan Nazmiye, Murat Ali, Kayışı Çeken vb.) ile Miras, Ayaşlı ile Kiracıları ve Vassaf Bey romanlarında aileyi alâkadar eden ilk ve en önemli husus, kurum1. Bu konuda bkz: Handan İnci Elçi, Roman ve Mekân Türk Romanında Ev, Arma Yay., İstanbul, 2003; Hilmi Yavuz, “Apartman: Kentleşme ve İnsan”, Roman Kavramı ve Türk Romanı, Bilgi Yay., İst., 1977, s.100105; Selim İleri, “Yakup Kadri’de Konak”, Türk Dili, S.281, Şubat 1975, s.111-118.
daki “yapı” değişikliğidir. Bu değişim, ailenin hem iç hem de dış yapısıyla alâkalıdır. Yani aile, kemiyet/nicelik ve keyfiyet/nitelik itibariyle değişirken aynı ölçüde, içinde yaşadığı mekân bakımından da değişmektedir. Bu sebepledir ki, Türk toplumu çok kısa bir zaman içinde hem “büyük aile”den “çekirdek aile”ye hem de “konak”tan “apartman”a geçişi bir arada yaşanmıştır. Özellikle Miras ve Ayaşlı ile Kiracıları romanlarında bu süreci bütün açıklığıyla görebiliriz. Esendal’ın eserlerinde gerçek manadaki “büyük aile”yle Miras romanı ile Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı ve Büyük Hızır Bey Konağı isimli hikâyelerde karşılaşırız. Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı’nın büyük ailesi Tirazîzâdeler’dir. Nimet Molla ailesi, Nimet Molla’nın üç ayrı evliliği ve bir hizmetçisinden olan toplam altı evladı; bunların evlenmeleriyle konağa gelen gelin ve damatlar; geçen zaman içinde dünyaya gelen torunlar; halayıklar, cariyeler, beslemeler, uşaklar, vekilharçlarla bir hayli kalabalıktır. Ancak bu büyük aile, değişen ekonomik, siyasi ve kültürel şartlar; zamanla içine düştükleri ekonomik sıkıntılar ve ahlaki yozlaşma yüzünden dağılmanın eşiğindedir. Oğullar ve damatlar, ayyaş, hırsız, yalancı, hazır yiyici; kızlar ve gelinler süse ve asalete düşkün, ama cahil ve tembeldirler. Bu sebeple hepsi, her gün biraz daha tükenen Nimet Molla’nın parasına muhtaçtırlar. Ailede ekonomik çöküntü ile ahlaki çöküntü at başı gitmektedir. Bunun doğal sonucu olarak konağın ahengi, birlik ve bütünlüğü bozulmuştur. “Konakta herkes ayrı apartmanda oturur gibidir. Ortada müşterek yalnız selamlıkta çıkan yemektir.” / “Haremde herkes kendi evinde gibidir. Herkesin yemekleri ayrı pişer, çamaşırları ayrı yıkanır. Yalnız selamlıkta umumî bir sofra kurulur ve bu sofrada ekseriye evde bulunan erkeklerin hepsi toplanır, hatta Efendi’nin kendisi de gelirdi. Fakat, dünyanın hiçbir yerinde lokmalar bu kadar sayılı ve kapışmak bu kadar harisane değildir.” (GKK, Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı, s. 201/203)[2] 2. Yazıdaki alıntılar, adı geçen eserlerin şu baskılarından yapılmıştır. Otlakçı (O), Bilgi Yayınevi, Ank., l983, 3. baskı. “Hacı Dedemin Evi”, İhtiyar Çilingir (İÇ), Bilgi Yayınevi, Ank., l984. “Büyük Hızır Bey Konağı”, “Yurda Dönüş”, “Çamlıcada’ki Konak”, Gödeli Mehmet (GM), Bilgi Yayınevi, Ank., l988.
41
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Büyük Hızır Bey Konağı’nda da benzer bir durumla karşılaşırız. XIX. asrın sonlarında, “zamanın, paranın, memleketin değişen hesaplarının, artan ihtiyaçlarının çıkardığı sebeplerle” Kara Hızır Bey’e dayanan büyük aile fertleri birbirleriyle anlaşamaz; bir arada yaşayamaz hâle gelmişlerdir. “Kardeşler birbirine darıldı. Babalar analar, dayılar amcalar ki hepsi şu büyük konakta mesken tutmuş asırlık, büyük bir ailenin dalı budağı idiler. Yavaş yavaş zamanın, paranın, memleketin değişen hesaplarının, artan ihtiyaçlarının çıkardığı sebeplerle birbirine darılarak, ayrılmağa, buradan alınabilecek bir şey, bir parça ekmek varsa onu aldıktan sonra çekilmeğe başladılar. Ölümler de araya giriyor ve büyük davalar bırakıyor, aileyi birbirine bağlayan son ipleri, son sevişleri, menfaatleri çürütüyordu. Böylece, evvela büyük dairelerde boş odalar peydah olmağa başladı. Sesler azaldı, sonra yalnız bir büyük baca tüten bu yerde ayrı ayrı küçük iki üç ocak yanmaya, iki üç sofra kurulmağa başladı. Geniş sofalar, büyük setli eski zaman odaları tenhalaştı.” (GM, Büyük Hızır Bey Konağı, s.90) Bir aile romanı durumundaki Miras’ta ise büyük aile, hatıralara bağlı ve art zamanlı olarak söz konusu edilir. Bu, Silahtar Ali Paşa ailesidir. Silahtar Ali Paşa ailesi de, XIX. yüzyılın ikinci yarısında, büyük ananın ölümü üzerine önce iç bütünlüğünü, bir çatı altında yaşamanın ahengini kaybetmiş, çok geçmeden de parçalanıp dağılmıştır. Nitekim Silahtar Ali Paşa ailesinin parçaları durumundaki Şefik ve Canip Bey aileleri, ebeveyn, çocuk/çocuklar ve tek bir hizmetçiden teşekkül eden birer çekirdek ailelerdir artık. Vak’a zamanları 1930 ile 1940’lı yıllarını kapsayan Ayaşlı ile Kiracıları ve Vassaf Bey romanları ile pek çok hikâyede (Sıdıka, İhtiyarlık, Komiser, Bir Kucak Çiçek, Bu Yollar Uzar, Bu Sıska Karı, Berrin’in Evliliği, Kerim Bey vb. ) ise tamamıyla çekirdek aile esastır. Çoğu ailede hizmetçi olmadığı gibi, çocuk sayısında da düşüş vardır. Aile müessesindeki değişme olgusu, yukarıda “Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı”, Gönül Kaçanı Kovalar (GKK), Bilgi Yayınevi, Ank., 1993. Ayaşlı ile Kiracıları, Bilgi Yayınevi, Ank., l983, 3. baskı. Vassaf Bey, Bilgi Yayınevi, Ank., l983. Miras, Bilgi Yayınevi, Ank. l988.
vurgulamaya çalışıldığı gibi, sadece bir kemiyet meselesinden ibaret değildir. Bundan çok daha önemli ve o ölçüde de tehlikeli bir başka olgu daha yaşanmaktadır ailede. Bu, keyfiyetteki; yani kurumun varlık ve bekasını sağlayan kıymet hükümlerindeki bozulma, çözülme, yozlaşma olgusudur. Zaten yapı itibariyle küçülmenin arkasındaki asıl sebeplerin başında bu husus gelir. Onun içindir ki, yapıdaki değişme çekirdek ailede durmaz. Bir adım sonra çekirdek aile de iç bütünlüğünü kaybetme ve sadece sembolik bir kurum olmanın eşiğine gelir. Çünkü -öncelikle- fedâkârlık, sadakat, namus, aile sorumluluğu ile bunların teşekkülünde önemli rol oynayan ahlaki ve dinî değerler çok büyük ölçüde erozyona uğramıştır. Bunlara kendini ispatlama arzusu, “ben” duygusunun körüklediği egoizm ve birtakım moda cereyanların tesiri de eklenince, karı kocanın bile çarpık bir “ferdîleşme” çukuruna düşmeleri kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Miras’ta başlayan bu süreç, Ayaşlı ile Kiracıları’nda en uç noktaya ulaşmıştır. Ayaşlı ile Kiracıları romanındaki Haki-Turan, Abdülkerim-İffet, Fuat-Faika çiftlerinden oluşan ailelerdeki çözülme; dolayısıyla eşlerin ferdîleşmesi çok daha ileri seviyededir. Resmî veya dinî nikâhın maddi ve manevi bağlayıcılığından söz etmek son derece zordur artık. Metres hayatı, yasak ilişki, neredeyse tabii addedilir olmuştur. Toplumda karısını başka erkeklere peşkeş çekebilecek veya yasak ilişkisine göz yumabilecek “karnı geniş” koca tipi ile gözüne kestirdiği her erkekle ilişkiye girebilen, sabahtan akşama kumar masasında oturmaktan bir tek çocuğuna bile bakamayan, sonradan görme, moda düşkünü kadın tipi yan yanadır. İki Kadın, Bayan Nermin, Bir Kadının Mektubu, Bir Aile Hayatı Üzerine Etüt, Kızımız, Artist Olacak Kız, Mumuşcuğum, Saide, İntikam gibi birçok hikâyede de, değişik sebepler yüzünden aile kurumundaki yozlaşma ve bunun sebep olduğu sıkıntı ve yıkımlar öne çıkmaktadır. Kısacası; Türk toplumu XIX. yüzyılın ikinci yarısı, -özellikle- XX. yüzyılın başından itibaren aile kurumunda büyük bir değişim süreci yaşamış ve yaşamaktadır. İlk bakışta sadece kemiyete yönelik olduğu intibaı uyandıran bu değişim süreci, çekirdek aileyi de tehdit eder hâle geldiğinde sırf kemiyet meselesi olmadığı gerçeği daha iyi anlaşılır. Aile kurumumuz, aslında keyfiyet itibariyle de değişmektedir. Kurumu ayakta tutan değerler manzumesindeki
42
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
bozulma, çözülme ve yozlaşma olgusu, ilk aşamada büyük aileyi çekirdek aileye dönüştürmüş, bir adım sonra da onun varlığını tehdit eder hâle gelmiştir. Esendal, böyle bir muhtevayı türün imkânları dâhilinde işlerken mekân unsurundan faydalanmaya çalışmıştır. Hatta bazı hikâye ve romanlarında muhteva yükünün önemli bir bölümünü mekâna yüklediği söylenebilir. Bunun için onun eserlerinde sosyal yapıdaki değişme sürecini, mekâna bağlı kalarak takip etmek mümkündür. Kimi zaman açık biçimde ifade edilen bu süreç, kimi zaman mekân-insan ilişkisiyle, kimi zaman da metaforik görünümün arkasından sezdirilmeye çalışılır. Söz konusu hikâye ve romanlar dikkatle incelendiğinde, Osmanlı-Türk toplumunun son bir buçuk asır içinde ne ölçüde değiştiği/yozlaştığı; bunun mekâna bağlı hayatına nasıl yansıdığı açık biçimde görülür. Çünkü hikâye ve romanlarda üzerinde durulan ailelerdeki yapı değişikliğinin bir başka yönünü, kurumun içinde yaşadığı “mekân”daki değişmeler oluşturur. İç yapıdaki kemiyet/nicelik-keyfiyet/nitelik değişmeleri doğrudan doğruya dış yapıya/mekâna da yansımıştır. Bu sebepledir ki, konaktaki büyük aileden apartmandaki çekirdek aileye geçiş süreci bir arada ve iç içe yaşanmıştır. *** Memduh Şevket Esandal’ın hikâye ve romanlarındaki Osmanlı-Türk toplumu veya ailesinin Tanzimat dönemi hayatında en eski ve en geniş mesken tipi “konak”tır. Büyük Hızır Bey Konağı, Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı, Çamlıca’daki Konak isimli hikâyelerle Miras romanında, konaklarda yaşayan ailelerle karşılaşırız. Üstelik söz konusu metinlerin mekânları ve önemli ölçüde konuları da konaktır. Bu bağlamda üzerinde durulması geren en önemli hikâye Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı ve Büyük Hızır Bey Konağı’dır. Birinci hikâyede, Tirazîzâdeler olarak anılan büyük ailenin değişen ekonomik, siyasi ve ahlaki şartlar sebebiyle içine düştükleri ekonomik sıkıntı ve ahlaki yozlaşma yüzünden dağılmaya sürüklenişleri; buna paralel olarak da çatısı altına sığındıkları konağın çökmeye yüz tutması anlatılmaktadır. “Asırlardan beri yaşamış ve bir hayli hayırsever yetiştirmiş olan Tirazîzâdeler ailesinin, Baba Haydar tarafından, tenha bir mahallede, bir dört yol ağzında, bir ufak karakol, bir küçük çeşme karşısındaki bu eski konağı, denilebilirdi ki, bu Nimet Mol-
la Beyle artık son günlerini yaşıyordu. Belli idi ki, Molla, kalıbı dinlendirdikten biraz sonra, burası da İstanbul’un diğer birtakım büyük konakları gibi yıkılıp arsasında fakir bir mahalle vücuda gelecekti.” (GKK, Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı, s.215) Bir önceki hikâyenin devamı mahiyetinde olan Büyük Hızır Bey Konağı’nda da, adı geçen konağın yine değişen şartlar sebebiyle terk edilişi, zamanla harap hâle gelmesi ve mirasçıları tarafından satılması; sonunda da yıkılıp yerine bir mahalle kurulması anlatılmaktadır. Dolayısıyla metin bir anlamda, Büyük Hızır Bey Konağı’nın hazin hikâyesidir. “Tenhalaştıkça büyük konağı, ilkin her zaman demir kapısı kapalı duran taş odadan başlayarak cinler, periler sarmağa başladılar. Geceleri kapılar çalmağa, gümbürtüler, çıtırtılar duyulmağa, sesler işitilmeğe başladı.” / “Zaman bu eski konakla yalnız kalınca onu güzelce ezmeğe, sarsmağa başladı. Pencerelerini kopardı, kiremitlerini düşürdü, saçaklarını kopardı, büyük bahçeyi yabanileştirdi, ona korkunç bir hal verdi.” (GM, Büyük Hızır Bey Konağı, s. 90/91) Osmanlı-Rus Harbi esnasında bir süre muhacirlere mesken olan konak, onların da ayrılmasıyla büsbütün kaderine terk edilir. En sonunda yıktırılarak yerine otuz altı evlik “Hızır Bey Sokağı” kurulur. Roman kurgusu ile kaleme alınmış uzun metinlerden biri olan Çamlıca’daki Konak’ta ise Besime’nin babası İsmail Efendi ve komşuları Hasip Efendinin konağı ile karşılaşırız. “Langa’da tramvaydan indiler, Hasip Efendinin konağı birkaç adım ötede idi. Besime, dışarıdan ufak ve basık görünen büyük konağın, bir basamak aşağıda kalan, boyası, rengi solmuş kapısı önünde başını kaldırıp pencerelere baktı, kapısının üstünde, tahtadan yapılmış güneş şeklinde bir parmaklık ile kapanmış bir delik görünüyor, onun hizasında arasına derz edilmiş, bir parça sokağa meyletmiş bir taş duvarda iki ufak pencere, sonra, yukarıda yüzü sıvalı duvarında sık sık pencereler, bir harap cumba, daha yukarıda altı gene sıvalı saçak görünüyordu. (…) Kapıyı açtılar, zemini toprak, tavanı basık geniş bir avluya giriliyordu, karşıda, maltataşlarıyla döşenmiş geniş bir binektaşı görünüyordu ki, bunun bir tarafını ta tavana kadar yüksek, eski bir kafes örülmüştü. Sol tarafta ikinci bir binektaşı, çift bir merdiven ve avluya küçük bir penceresi olan bir asma oda
43
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
vardı.” (GM, Çamlıca’daki Konak, s.54-55) Esendal’ın aile hayatından önemli izler taşıyan Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı ve Büyük Hızır Bey Konağı hikâyelerindeki konu, Miras romanında Silahtar Ali Paşa Konağı olarak karşımıza çıkar. Pek çok yönüyle bir hayli ortaklıklara sahip bu üç metin, aslında aynı konunun üç farklı yazımı olmalıdır. Şefik Bey’in hatırlamalarından Miras’taki büyük ailenin (Silahtar Ali Paşa ailesi) konakta (Silahtar Paşa Konağı) yaşamış olduğunu öğreniyoruz. Çocukluğu burada geçen Şefik Bey, yıllar sonra konağı “geniş odaları, uzun koridorları, taş odaları, hamam daireleri” ile hatırlar. Ancak Silahtar Paşa Konağı, büyük ananın ölümü üzerine önce iç bütünlüğünü kaybetmiştir. Çünkü miras kavgaları yüzünden birbirlerine düşen büyük aile fertleri, konağın bölüm ve dairelerini birbirine bağlayan ara kapıları, koridorları kapatmış; dışarıdan yeni kapılar açmışlardır. Çok geçmeden “artık bir çatı altında” yaşayamaz duruma düşünce, konağı birer birer terk etmişlerdir. “Konak boşaldıkça ne hazin bir hâl alıyordu! Boş ve perdesiz kalan odalarda, örtüsüz kalan minderlerden keskin bir küf kokusu intişar ediyor, boş dairelerde hüznengiz kış rüzgârları ötüyordu.” (Miras, s.17) Uzun süre tabiat, yaramaz mahalle çocukları ve kadirbilmez insanların saldırılarına göğüs germeye çalışan Silahtar Paşa Konağı, Doksanüç Harbi’nde bir süre muhacirlere mekân olur. Onların da ayrılması ile birlikte tamamen kaderine terk edilir. “Konak artık metruktu; bahçelerini ot basmış, duvarları yıkılmış ve büsbütün cinlerin ve perilerin istilasına uğramış, bütün mahalle halkını korkutan bir yer olmuştu. Mahallenin yaramaz çocukları gündüzleri bahçesine giriyor, meyve ağaçlarını yoluyor, geniş kuyularına taş atıyor, fakat binadan içeri girmeğe cesaret edemiyorlardı.” (Miras, s.19) Konak sonunda mirasçıları tarafından yıktırılır; enkazı ve arsası satılır; yerine de kırk beş evli “Silahtar Ali Paşa Mahallesi” kurulur. Miras romanında, konağın ömrünü tamamlamasından sonra “yalı” ve “köşk” tipi mekânların aile ve sosyal hayatımızda bir parça ön plana çıktığı gözlenir. Fıtnat Hanım ailesi Çiftecevizler’deki köşkle, Atiye Hanım ailesi ise Kuruçeşme’deki yalıda oturmaktadır. Ancak söz konusu mekân tiplerinin de vak’a zamanında ömrün tamamlamakta olduğu sezilir. Çünkü onlara hayat veren büyük aile, gerek
ekonomik, gerekse kemiyet-keyfiyet açısından yaşama gücünü yitirmiş veya hızla yitirmektedir. Atiye Hanım’ın Kuruçeşme’deki yalısı, “beyaz boyaları dökülmüş, haraplaşmış” ve âdeta “metruk” bir mekân intibaı vermektedir. Ethem Efendi’nin yalısı çok daha haraptır. “Bu yalı, harap ve korkunç bir yerdi. Bir köşesini bir taraftan rüzgârlar, denizler yıkıyor, çöktürüyor; diğer taraftan Ethem Efendi’nin ailesi söküp yakıyorlar; diğer taraftan da oturuyorlardı. Yalının yukarı katı hemen kâmilen haraptı. Camları, çerçeveleri kırılmış, sökülmüştü. Bazen selli bir yağmur yağınca dam akıyor ve en alt katta oturanlar, odanın içine leğenler, tencereler dizip öyle barınabiliyorlardı.” (Miras, s.209) Fıtnat Hanım’ın köşkü, yalılara göre daha “muntazam” ve “mefruş” bir görüntüye sahiptir. “Burası, Çifteçevizler’de, geniş bir bağ içinde, muntazam, mefruş bir daireydi. Harem, selamlık, aşçıları, uşaklarıyla bu daire Asım’ın hemen ilk defa tanıdığı bir âlemdi. Her yer döşenmişti. Bir tarafta kırılmış bir ayağı iğreti takılmış bir masaya, bozulmuş bir koltuğa tesadüf olunuyordu. (...) Ağır perdeler örtülmüş salonlar, masaları, avizeleriyle sessiz duruyordu. Yerlere yumuşak halılar döşenmişti.” (Miras, s.128) Ayaşlı ile Kiracıları’nda konak, köşk ve yalılardan hiç söz edilmezken; Vassaf Bey’de ise adı geçen mekânların yerinde “yeller estiği” söylenir. “Senin sorduğun o eski yalıların yerlerinde yeller esiyor. Tuğrul’un büyük babasından kalan yalı, daha Tevhit Bey Peşte’deyken yanmış. Arsasının yarısı da satılmış, oraya da yan yana iki yalı yapılmış, bugün onlar da eskimiş. Boyaları dökülmüş, tahtaları kararmış..” (Vassaf Bey, s.204) Esendal, Türk ailesinin mekâna bağlı hayatındaki değişim veya yozlaşma sürecinin en çarpık sonucunu, Ayaşlı ile Kiracıları romanında dikkatlere sunar. Toplumumuzun yeni tanımakta olduğu bu mekân, “apartman” kavramında ifadesini bulur. Yeni Türk devletinin başkenti Ankara’nın mesken sembolü “apartman”dır artık. Üstelik her dairesinde bir ailenin oturduğu bir apartman değil; mutfak, banyo ve tuvaletinin müşterek olarak kullanıldığı, dokuz odasının her birinde farklı kültür, meslek, yaş ve cinsiyetteki insan ve ailelerin oturduğu bir apartman dairesi. “Pansiyon” kelimesinden başka bir kavramla ifade edilemeyecek söz konusu mekândaki bu insan
44
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
ve aileler (toptan 16 kişi) her türlü mahremiyetten uzak, âdeta “komün hayatı” yaşarlar. “Yeni yapılmış büyük bir apartmanın dokuz odalı bir bölüğünde oturuyoruz. Bu bölüğü Ayaşlı İbrahim Efendi adında biri tutmuş, isteyenlere oda oda kiraya veriyor... Odalar, loşça bir koridorun iki yanına sıralanmış, dizilmiş. Koridorun en sonunda banyo odasıyla mutfak var.” (Ayaşlı ile Kiracıları, s.11) Centilmen Asilzadeler Pansiyonu isimli hikâyenin ne iş tuttukları, nereli ve kim oldukları bilinmeyen sözde “asilzâde” yozlaşmış genç kahramanları da pansiyonda yaşarlar Öte yandan Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yeni başkent Ankara’da konut ile ilgili bir başka sıkıntı, ev yokluğu ve kiraların yüksek oluşudur. Bakanlıkların neredeyse bir odada oturduğu günlerde, memurlar hanlarda kalmakta, samanlıktan bozma odalarda yaşamaktadırlar (Ankara’da Kiralık Ev). Bazı ev sahipleri kiracılarından “hava parası” isterler (Hava Parası). Ev ve işyeri kiralaması konusunda aracılarla pazarlık ederler (Kira Pazarlığı). Ev sahipleri kötü kiracıların hoyratlığı; kiracılar da kötü ev sahiplerinin kaprisleri yüzündenden sıkıntı çekerler (Ev Ona Yakıştı). Hemen belirtelim ki Memduh Şevket Esendal’ın aile için uygun gördüğü ve arzuladığı ideal mesken tipi “ev”dir. Apartmana olan eleştirisi bir tarafa; onun pek çok hikâyesindeki aileler evde yaşarlar. Daha da önemlisi, bilinçli olarak kurguladığı ideal aile öreklerine hep evi uygun görür. Mesela Ayaşlı ile Kiracıları’nda Bankacı kahraman ve arkadaşı Dr. Fahri’nin kurdukları mutlu aileler, apartmana değil, eve taşınırlar. Olay örgüsü 1930 sonrası Ankara’sında yaşanan Vassaf Bey’de ise, ailenin apartman çarpıklığından kurtulup tekrar “eve” geçtiği görülür. Yukarıdaki hikâye ve romanlarda da yer yer sezilebileceği gibi, aslında Esendal, Türk toplumunun aile kurumunda yaşamakta olduğu değişimden muzdariptir. Bu duyguyu, Hacı Dedemin Evi hikâyesinde, ev ve aile ile ilgili kaybedilen güzellik ve kıymetlerin hüznünü kahramanı Zehra Hayriye’nin dilinden ifade ederken daha iyi anlarız. Çocukluk yıllarını Karadeniz kıyılarındaki bir kasabada, Hacı Dedesinin sevgi, huzur, gönül rahatlığı dolu mütevazı evinde yaşamış olan kahraman, Merzifon ve Samsun’daki tahsilinden sonra zengin bir koca ile evlenmiş, Avrupa’nın birçok ülkesini gezip görmüştür. Evliliğinde mutludur da. Bütün bunlara
rağmen Hayriye, Hacı Dedesinin evinde yaşadığı o güzel yılların rahat, huzur ve sevgi ortamını bir daha bulamamıştır. “Nerede o, gözlerinin içi gülen saatçi Hayri Efendi. (...) Nerede o anam, o güzel ince kadın; (..) Onu, kır çiçeklerine benzetirdim. Hamamdan çıkıp da ıslak saçlarını taramakla bir güzel oluşu vardı. Nerede o Hacı Dedem, kış günü daha ortalık ağarmadan kalkar, ninemin koynundan çıkıp soba başında oturan Hacı Dedemin kürkü içine sokulur, otururdum. (...) Nerede o ninem, o Zarife Kadın? İki gözlüğünü üst üste takıp yemenisinin kıyısına oya yapar, beni de yanına oturtup masal söylerdi. Nerede o ilk yazlar, o çiçekli kırlar. O Dereköyü, o Tekkiraz’ın bahçeleri! (...) Nerede o evimiz, o döşeme tahtaları silinmiş, üstüne ev dokuması kilimler serilmiş odalarımız. (...) Tertemiz yaygılarla örtülmüş minderler. Mis gibi kokan bohçalar. (...) Nasıl oluyor da birtakım evlere bu rahat havası siniyor? Bu rahat, zenginlik demek değildir. Çok zengin yerler gördüm, oralarda insanlar cehennemin ta ortasında yaşıyorlar gibiydi. Benim dedemin evindeki o gönül rahatlığı neydi? Onu ne kadar özlüyorum!” (Hacı Dedemin Evi, İ.Ç., s.104105) Memduh Şevket Esendal, Türk toplumu için hayal ettiği ideal hayat düzeyini, ütopik bir metin olan Yurda Dönüş isimli hikâyesinde dile getirir. Doğu Anadolu’dan itibaren kahramanı şaşırtacak ölçüde gelişmiş bulunan “yurdumuz”da en çok dikkati çeken gelişmelerden biri meskenlerdir. Söz konusu meskenler, bahçe içinde tek katlı (en çok iki katlı), kırmızı kiremitli ve aşı boyalı “ev”lerdir. “Çok geçmeden, yol, bizi bir sırtın arkasına saklanmış bağlar, bahçeler içine soktu. (…) İki yanımızda tarlalar, bağlar arasında pencere kapakları, saç damları kırmızı aşı boyasına, duvarları fildişi akına boyanmış, birer katlı evler görüyorum.” (G.M, Yurda Dönüş, s.150) “Buralarda yaşamak ne kadar kolaylaşmış, nasıl rahatlamış. Buraya kadar geçtiğim yerlerde büyük, iri, kocaman yapılar görmedim. Yalnız ne yana baksanız evler, bağlar, bahçeler ve şenlik gözden kaybolmuyor. Ben yurdumuzdan çıktığım yıllarda buraları hemen de boş ovalardı.” (G.M, Yurda Dönüş, s.175-176) Kemal Satır’ın Memduh Şevket Esendal’la
45
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
alâkalı hatıralarında naklettiği bir anekdot, yazarımızın aile ve onun mekânı konusundaki düşünleri hakkında çok daha aydınlatıcıdır. Kemal Satır, İkinci Dünya Savaşı yıllarının sıkıntılı günlerinde CHP Genel Sekreteri olan Esendal’ı ziyaret eder. Gayesi, memleketin içinde bulunduğu kötü durumu, bunun çözüm yollarını anlatmak, fikir alışverişinde bulunmaktır. Kemal Satır’ı sanki hiç dinlemeyen Memduh Şevket Esendal durmadan şu cümleleri mırıldanmaktadır: “ - Patatesli güzel bir et (yemeği)... Sağlıklı çocuklar... Güzel bir kadın, aile öyle olmalı... (...) Bahçe içinde güzel evler olmalı... Çiçekler ekilmeli... İnsanlar mutlu (olmalı)...”[3] Hülasa; Esendal’ın yukarıdaki hikâye ve romanlarında görülen “konak-yalı-köşk-apartmanpansiyon” çizgisindeki değişme/küçülme/yozlaşma, öncelikle Türk ailesinin nicelik ve nitelik bakımından yaşamakta olduğu değişme/küçülme ve yozlaşmanın da açık ifadesidir. “Konak”la aynîleşen “büyük aile”, “apartman dairesi” veya “pansiyon”da “çekirdek aile” hâline gelmiş; hatta bu seviyede de birlik ve bütünlüğünü kaybetmiştir. Aile kurumuna bağlı olarak ortaya konmaya çalışılan bu olgu, toplumumuzun sosyo-kültürel sosyo-ekonomik ve sosyo-politik hayatına ait kıymet hükümlerindeki bozulma, çözülme ve yozlaşma olgusunun da boyutlarını gözler önüne sermektedir. Bu açıdan, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçişimizin serüveni ile ailenin yaşadığı değişim süreci arasında bir paralellik kurmak, hiç de mübalağa olmayacaktır. Konak-köşk-yalı-apartman-pansiyon çizgisi, aynı zamanda sosyal zamanın ve devrin sezdirilmesinde de önemli fonksiyona sahiptir. Aslında söz konusu mekân tiplerinin “sembolik” niteliklere sahip olduğu açıktır. İlk üç mekân tipi, hem büyük ailenin hem de Tanzimat-Meşrutiyet devrinin; apartman -romandaki hâliyle- hem yozlaşmış çekirdek ailenin hem de Cumhuriyet döneminin; ev ise, ideal çekirdek ailenin sembolüdür. Unutulmamalıdır ki, her bir mekân tipi belli bir aile yapısı ve belli bir zihniyet, dünya görüşü, hayat tarzı, ekonomik gücün mekâna yansımış somut ifadesi ve sonucudur. ■
DIŞARDA Yandı sokak lambaları, mum alevi pervane Şeytanca sırıtır fosforlu camlar Gördüm zifir sarısını dükkân vitrinlerinde Belliydi biliyordu bezgindi Evimize gidelim. Alay eder küçümser eziliriz girsek Hep paraya saygı camlar Camların ardı sırnaşık kirli Yapışkan çarpar Evimize gidelim. Bir yanı var ömrümüzün kırık Farlar büyütür gecede Garipsi türküler üzgün Başlamadan yollar Evimize gidelim.
BEHÇET NECATİGİL
3. Mehmet Kemal, “Raftaki Demokrasi -3-”, Cumhuriyet, 26 Nisan l980.
46
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
YAHYA AKENGİN
K
Edebiyat metinlerinin yapı örgüsündeki mekân ve insan birlikteliği, cansızı canlının yanına katarak onu bir kişiliğe büründürmektedir. Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar”ı da nefes alıp verirler.
lasik romanlardaki mekân tasvirlerinden şikâyet edenlere rastlanır. O kısımları atlayarak olayların akışını ve merak duygusunu gidermeyi düşünenler için bu normaldir. Ancak olayların mekânlarla ilişkisi, bu ilişki sonucu çıkan özün peşinde olmak ise, üst katman okuyucusuna mahsustur. Bununla birlikte iyiden iyiye tasarlanmış bir işlevi olmaksızın, tasvir olsun diye yapılmış mekân anlatımları da yok değildir. Ayrıca, görsel sanatların sınırlı olduğu dönemlerde edebiyat eserleri öyle bir ihtiyacı da karşılama görevini üstlenme gereğini duymuşlardır. Eserin nabzı ile mekânın nabız atışlarını buluşturan yazarlar için mekân, olay kahramanlarının yazgı arkadaşı olurlar. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndaki Peyami Safa’nın hasta kahramanını mekânlardan soyutladığımızda romanın iskeletinin çöktüğünü görebilirsiniz. Sözgelimi, hasta kahramanımız yoksul mahallesinin evleri arasından geçerken onlarla ne kadar özdeşleştiğini dile getirir. Birbirine yaslanmış bu eskimiş evler birbirlerine tutunarak ayakta durmaya çalışırlar. Roman kahramanımız da hastalıklı bacağı dolayısıyla hep bir şeylere dayanmak, yaslanmak zorundadır. O yüzden yoksul mahallenin zar zor ayakta duran, birbirine sıkıca tutunan evleri kendisine çok yakın bulduğunu, yazgıdaşları olmaları hasebiyle de onları sevdiğini söyler. Yine aynı eserin hastane koğuşu tasvirleri ile hasta kahra-
47
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
manın ruh hâli birbirinin tamamlayıcısı olarak karşımıza çıkar. Eserin psikolojik roman türüne girdiğini de hatırlarsak, mekânlarla ruh hâlleri arasındaki ilgi ve etkileşimin daha çarpıcı bir yörüngeye oturduğunu anlarız. Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Yüzyıl Olur” romanındaki Almatı şehri tasvirleri, Sarı Özek bozkırlarındaki tren yolu ve istasyon anlatımları, eserin kahramanlarının yazgıları ve ruh hâllerinin özdeşliğinim sergilenmesi, okuyucuyu alır götürür. O yüzden olacak ki ben yıllar sonra Almatı’ya gittiğimde o romandaki mekânları bulma duygusuyla dolaşmıştım. Dolayısıyla henüz gördüğüm bu şehir bana eski bir aşina gibi gelmişti. Sarı Özek bozkırlarındaki demiryolları ve istasyonların serüvenlerini özümsedikten sonra da Anadolu’daki yol ve istasyonlara daha farklı nazarlarla yönelmeye başladığımı belirtmeliyim. Hemen ekleyeyim, Nazım Kurşunlu’nun “Osmanlı’da Tabiî ki Var”, Necati Cumalı’nın “Mine” isimli tiyatro eserleri de tren istasyonlarına bakış açılarıma katkılar sağlamıştır. Reenkarnasyon inancına itibar etmem. Ancak bazen yeni gördüğümüz bir mekânı eskilerden görmüş ve tanımış olduğumuz gibi bir duyguya kapıldığımız olur. Reenkarnasyoncular bu durumu, eski hayatımızda buralarda yaşamış olmakla açıklayadursunlar, ben kendi hesabıma çözümü yakaladım. “Ben buralarda bulunmuş, buraları eskiden görmüşüm.” duygusuna kapıldığımda, “Acaba okuduğum hangi edebî eserden kalan mekân izlenimleri bunlar?” diye sormaya başlarım. Şehrin kenar bir mahallesinde, önünden bir derenin geçtiği balkonlu küçük bir evde yaşamanın çekiciliğini ise, Ahmet Muhip Dranas’ın “Fahriye Abla” şiirinden sonra keşfetmiş olduğunu söyleyebilirim: “Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede” Gel de burada “açık seçik şarkılar” söyleyen “Fahriye Abla” yı hayalinden sil… Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” şiiriyle tarihi mekânlarda, camilerde, türbelerde ruhların harekete geçtiğini hissederiz. Buraları her gün görerek yanından geçenlerin, onlara gerçek anlamlarını
verebilmeleri için o şiirin canlandırdığı gerçeklikten biraz nasiplenmesine ihtiyaç vardır diye düşünürüm. Zamanın akıp giden bir kavram olmadığını, suyun sesine karışıp, güvercinlerle kanatlanarak başımızın üstünde dönüp durduğumuzu görür gibi oluruz. Kur’an’a göre her nesnenin bir dili vardır, evrendeki her varlık zikir hâlindedir. Sanat eseri de bu zikir hâline karışıp, o nesnelerin iç sesini yansıtmak gibi bir imtiyazı elde edebilmektedir. T.S.Eliot buna “imtiyazlı zamanlarımızın titreşimi” demektedir. Lale Devri köşkleri ve bahçeleri, devrinin seçkinleri ile dolup taşar. Zannedilir ki o insanlar hep mutluymuşlar. O mekânlara iki yüzyıl sonra uğrayan Yahya Kemal’in bir beytinden yola çıkarak durumun hiç de öyle olmadığını düşünmeye başlarız. çe
“O şuh ağlar bugün Kasr-ı Şerefabad’a geldikO nüşamüş demler dil-i naşada geldikçe”
Görkemli Şerefabad Köşkü yerinde durmaktadır ama temsil ettiği devir bir isyan dalgası ile yok olup gitmiştir. Geçmişte o köşkte yaşadığı güzel günlerini unutamayan genç, güzel, alımlı kadın oraya her gidişinde hatıralarına dalıp ağlamaktadır. Çünkü o köşk ve kendisi bir daha o dolu dolu yaşanmışlıkları bulamamaktadır. İnsan ve mekân bir kere daha aynı yazgının birer ögesi olmaktadır. Edebiyat metinlerinin yapı örgüsündeki mekân ve insan birlikteliği, cansızı canlının yanına katarak onu bir kişiliğe büründürmektedir. Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar”ı da nefes alıp verirler. O şiirin havasını solumuş bir insanın, gecenin ortasında bir kaldırımda yürüdüğü sırada kendini yalnız hissetmesi imkânsız gibidir. Edebiyat ürünlerinden bazı örneklerini kısaca vermeye çalıştığımız tabiat-insan birlikteliğinin, gerçek hayatta karşılığı yoksa etkileyici gücü de olamaz. Şu hâlde insan, tabiat ve mekânın birbirlerinin tamamlayıcısı olduklarını ihmal eden bir hayat tarzı, biraz kör, biraz topal olsa gerek. Ancak çağımız insanına dayatılan hayat tarzı, kendisinin kör ve topal olduğunu algılamasına bile fırsat vermeyecek zorlayıcı olmaktadır. Gözden düşmüş eski mahalleler, terk edilmiş yollar, korunmaya alındığı söylenerek unutulmaya bırakılmış yaşlı sokaklarla benim de bazen söyleştiğim, onlara kulak verdiğim olur.■
48
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
YAŞLI SOKAK Asırlık bir sokağım korunmaya alınmış, Kaldırım taşlarım ve saçaklarımla Nice yaz bahar ve nice kış, Bir can gibi yaşadıklarımla Sevdalı gramofonları duya duya, Bataryalı tek tük radyoların kulak misafiri, Akşam alacasında iğde kokularıyla, Yolunu beklediklerimin esiri Ha bu gün ha yarın derken, Uzaklaştı benden ayak sesleri Dönmeyen âşığını pencerede düşünen kız, Badem dallarıyla sarardı soldu Üç ev ötesinde düğün oldu o güz, Üstüne türkü yakıldı halay tutuldu Eski sevinçlerim eski hüzünlerimle, Sizi karşılamak için yalnızlığımla, Korunmaya alınmış bir sokağım Akıyor saçaklarımdan, süzüyorum zamanı Zamanın bana aldırdığı yok İki yakam iki cihan harbi, Ortasından gaziler geçer bastonuyla Sonra ekmek karneleri, hasretli mektuplar gibi Göz göz oldu rüyalarım, odun kömür, Çocuklara şeker beklemekten Derken pençe üstüne pençe yedi ömür Hiç unutmam ilk benzin kokusunu aldığım gün, Bir Tatar arabasına çöken hüznü… Ezelden sakinlerim Aslı, Leyla, Şirin, Yorgun atlarla bir bir gittiler Rüzgâr girdi güngörmüş beylerimin konaklarına İşte suyu kesilmiş çeşmelerin, İçin hatıralarımdan kana kana
YAHYA AKENGİN
Asırlık sokağım korunma altında, Ölülerin sırdaşı, özlemini saklarım dirilerin Uçurduğum kuşların kanadında, Müjdeler vardı bana konmayan, Belki sizin olur gelin, Gelin geçin kaldırımlarımdan
49
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
MEHMET NARLI ile edebiyat-mekân üzerine
Cennetten bir köşe olan ev, temiz, düzenli ve aydınlıktır. İçindeki aile, dünyanın hırslarından, benliğin oyunlarından kurtulmuştur. “Dünyada mekân, ahrette iman” diyen kültürde ev, sanıldığı gibi sadece ev mülkiyetinin öneminin metaforu değildir. EMRAH GÜRSU Destandan roman, hikâye, şiir gibi modern türlere kadar her edebî varlığın mekânla çeşitli ilişkileri olduğu muhakkak. Fakat toplumların kültürel, coğrafi ve tarihî şartları edebiyat ürünleriyle mekân ilişkilerini etkiliyor mu? Özellikle bizim gibi kültürel değişmeler ve kırılmalar yaşayan toplumlar da edebiyatın mekân algısı ve ilgisi nasıl değişiyor? Elbette destan ve efsanelerden modern türlere kadar hikâyenin tasvirin ve hayalin mekânlarla doğrudan ilişkisi var. Eski kültürlerin mekânlarının coğrafya olarak belirsiz olması bu ilişkinin yüzeyde kaldığını göstermez. Hatta destanlarda bazı mekânsal ögeler bütün hikâyenin kutsal anlamlarını kendilerinde taşıyan simgelere dönüşürler. Belki modern zamanlara doğru mekânların daha da sınıflandırıldığını ve somutlaştırıldığını söylemek gerekir. Belirttiğiniz gibi toplumların kültürel, coğrafi ve tarihî şartları edebiyat ürünleriyle mekân ilişkilerini etkiliyor. Çünkü mekânların dinsel, sosyal, kültürel, sanatsal hatta siyasal kimlikleri vardır ve bu kimliklerin imgesel ve simgesel içerikleri, onlarla ilişkide olan insanların kimliklerinin oluşmasında önemli etkilere sahiptirler. Bu açıdan bakıldığında, insanların yaşamış ve düşlemiş oldukları bütün yaşantılar ve bu yaşantıların yansımaları, mekânların hafızalarında durmakta ya da bu zaman ve mekânlar, bilinçli- bilinçsiz hafızanın arketipleri olarak yaşamaktadırlar. Dağlar ve denizlerin
Takdim 1963’te Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini bu şehirde gördü. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Bir süre edebiyat öğretmeni, araştırma görevlisi ve okutman olarak çalıştı.1996’da Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi’nde, 1950 Sonrası Türk Şiirinde Bahattin Karakoç adlı teziyle yüksek lisansını, 2000’de Hacettepe Üniversitesi’nde Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme adlı teziyle doktorasını tamamladı. Hâlen Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde öğretim üyesidir. Bazı akademik ve kültürel dergilerde özellikle roman - şiir eleştirileri/incelemeleri ve şiir ve denemeler yayımlıyor. Bilimsel Kitapları Şiir ve Mekân, Hece Yayınları, 2007 Ankara Roman Ne Anlatır, Akçağ Yayınları, 2007, Ankara Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri, 2006, Balıkesir Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme, Kültür Bakanlığı yayınları 2002, Ankara Şiir Kitapları: Ruhumun Evvelyazıları, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1998, Ankara Çiçekler Satılmasın, Dolunay Yayınları, 1988, Kahramanmaraş.
50
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
inanış sistemleri içindeki yeri, yaratılış ve türeyiş efsaneleri, dinsel, kültürel ve tarihsel muhayyilenin temel kaynakları olarak görülüp incelenmektedirler. Yapılan mekânlar da, onları yapanların ruh ve akıl dünyalarını içlerine sindirdikleri için, aynı zamanda bu ruh ve akıl dünyasını yansıtıcı bir nitelik kazanırlar. Edebiyat ve mekân ilişkisi, bir bakıma, mekândaki bu hafızayı ve hafızalaşmış mekânı, hatıra ve düşler yoluyla çözümlemeye; mekânın yansıtıcı niteliğini görmeye dayanır. Bu bakımdan mekânların, insanlar; insanların, mekânlar üzerindeki izlerini, edebiyat eserlerinde aramadan yapılan her çözümlemenin eksik kalacağını söylemek bile mümkündür. Edebiyatın ya da hikâyenin, hayalin, tasvirin ilişkide olduğu ilk çevre, kuşkusuz doğal çevredir. İhtimal ilk şiirler, dağ deniz gibi yüce ve engin unsurları, kendi varlıkları ile ilişkili ama kendilerini aşan gerçeküstü varlıklar olarak algılamışlar ve giderek üzerinde yaşadıkları toprakla organik bir bütünlüğe ulaşmaya çalışmışlardır. İlk şiirler, ilk tasvir ya da öyküler, insanlar arası yaşantılardan çok, insanın doğal çevre içindeki yerini anlatırlar. Bu yüzden, masal ve destanlarda bulunan mekânların taşıdıkları pratik ve imgesel anlamlar, ırkların ve toplulukların kültürel tarihleri için yapılan temellendirmelerde başlıca kaynaklar olarak değer görmektedirler. İlginç olan şudur ki, insanoğlu mekân yapmaya başladıkça, organik bütünlükten ayrılmaya başlar. Doğal çevreyle kendi yaptığı mekânın arasındaki gerilme, insanın, bazen doğal olanı, bazen de yapılanı kutsallaştırmaya yöneltmiştir. Bu anlamda her uygarlık, doğal olanla “yapılan” arasındaki gerilim ve etkileşimden beslenmiştir. İlişkiyi “bizim edebiyatımız bağlamına taşırsak” Bizim için de edebiyatın ilişki de olduğu ilk çevre dağlar denizler gibi doğal çevrelerdir. Altay yaratılış destanında Altın Dağ’ın yerle gök arasında, yeryüzünün temel direği olarak algılandığı bilinmektedir. Manas Destanı'nda dağlar, yiğitlere olağanüstülükler kazandıran kutsal mekânların simgeleridirler. Kaşgarlı’nın Divanü Lügati’t-Türk’ünde yeryüzünün direği, dağ; milletin direği, bey’dir. Dede Korkut Hikâyeleri’yle birlikte dağlarla kurulan mitolojik ilişkinin rengi, biraz yaşanılan hayatın rengini alır. Yine simgesel anlamlara sahiptirler; yüceliğin, yiğitliğin, özgürlüğün istiaresidirler. Türk halk şiirinin, en temel çıkış yeri doğal çevredir. Her anonim eser, her âşık, içinde yaşadığı doğal mekânın kardeşi ve çocuğudur. Âşıklar, dağlara zalim derken bile, dostlarına kahreden bir insan davranışı koyarlar ortaya. Halk şiiri, doğal ve kozmik olanla çelişkili ve çatışmalı duygular içinde değildir. O, kendini
doğal olanın içinde; doğal olanı da kendi içinde duyar. Karacaoğlan şiirlerinin en güçlü duygusu olan gurbet, sadece sevgililerinden ayrılmanın doğurduğu bir duygu değil; içinde yaşadığı, halleştiği doğal çevreden ayrılmanın da büyüttüğü bir hüzündür. Halk şiiri, kendi iç dünyasıyla doğayı birbirine sindirir Sabri Esat’ın dediği gibi “bu harikulâde terkip ile insan-tabiat muadelesinin bir hâl suretini sunar”. Yunus Emre de “dağlar ile taşlar ile mevlasını” çağırır. Pir Sultan için, dağ, dış dünyanın bir manzarası değildir. Pir Sultan, dağda olduğu kadar, dağ da Pir Sultan’dadır. Yıldız Dağı’nın başından eksilmeyen duman, eksilmeyen dertler, kahırlar, ihanetler ve engellerdir. Dadaloğlu için dağ, bir sığınma ve kurtuluş mekânı olarak görünse de daha derin anlamların göstergesidir. Yar elinden tutup dağlara yönelen Emrah, insanların dedikoduları içinde, ruhun şevk ve heyecanını tartamayan kurallar içinde, sevgili ile halleşemeyeceğini bilir. Aşkın hâllerini ancak dağlar taşır; ruhun hâlden hâle geçişine ancak dağlar iklim olur. Âşık Veysel’in “Benim sadık yârim kara topraktır” nakaratlı şiiri, Müslüman Türk insanının kültürünün bütüncül algısını ortaya koyar. Gök, yer ve insan birbirinden ayrı varlıklar değil; birbirini tamamlayan varlıklardır. Doğal mekânın hangi görüntüsü içinden doğarsa doğsun; halk şairi, doğal unsurların hangisiyle hemhâl olursa olsun, halk şiiri, insana bir yurdu olduğunu duyurur; insana, akıp gelen kültür içinde bir yer edindirir. Divan şiirinde, toprağı, suyu, dağı, bitkileri ile doğal çevrenin algılanışı, bilgi kuramsal olarak aslında halk şiirinden çok farklı değildir. Divan şairi de doğal olanı, bütüncül varlığın bir parçası olarak görür. Fakat Divan şairi, kuralları edebî olan bir estetiğin ve şehrin şairi olduğu için, doğal çevreden fazla düzenlenmiş çevrede yaşadığı için, onun şiirlerinde doğal çevre, hayatın her aşamasında ve her yaşama biçiminde var olan, insanla birlikte yaşayan bir çevre değildir. Bu şiirde geçen tağ, kûh, kûhsar, cibâl, Bîsütun, Tur-i sina, Kafdağı, Serendip Dağı gibi kelimeler tamamen simgeseldirler; bazen yüceliğin, güzelliğin ve güçlüklerin simgesi; bazen de peygamberler tarihindeki olaylara telmihtirler. Yeni Türk edebiyatının doğal mekânlarla ilişkisi, kuşkusuz halk ve divan edebiyatlarının izlerini taşır. Fakat Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadarki edebiyatta mekân algısı, esas olarak, yukarda değinilmeye çalışılan modern Batı edebiyatlarının izinde değişmeye başlamıştır. Tanpınar, yeni edebiyatta tabiatla insanın yan yana yürümeye çalıştığından bahseder. Fakat henüz göz ve muhayyile birbirinden ayrı çalışmaktadır. Abdülhak Hamit’in Sahra’sında yüceltilen ve sevilen doğa, Rousseau ile William Wordsworth arasında oluşur. Hamit’in doğal mekânı, bir yanda mükemmel düzeni
51
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
ile Rousseau’ya; diğer yandan da panteistik göndermeleriyle Wordsworth’e uzanır. Hamit’in, “Belde halkında görmedim hayfa/ Gördüğüm ünsü ehl-i vahşette/ Biri endişeden aman bulmaz/ Biri endişeye zaman bulmaz” diye şikâyet ettiği “belde halkı”, şehrin hayatıdır. Bu tür bir şehirden kaçış, ne halk şiirinde ne de divan Şiirinde vardır. Halk şairi, bütün hayatıyla doğal olanın içindedir ve onunla adeta işteş bir biçimde yaşar; ama onun şehir hayatı yoktur. Divan şairi, şehrin şairidir ama o da şehirden bu türlü şikâyet etmez; onun şikâyeti zamanedendir, felektendir. Açıktır ki Hamit’in bu vahşi doğa sevgisi, romantiklerden gelmektedir. Batının romantik ve parnas atelyeleri, Fikret ve arkadaşlarına yeni tahayyüller icbar eder. Londra’da, doğal dünyanın simgesi hâline gelen Yeni Zelanda adalarına insan göndermek için kurulan derneğe başvurmak Hamit’in değil, onun çocukları olan Fikret ve arkadaşlarının aklına gelir. Tanzimat’ın özellikle birinci nesli, içerik ve muhayyile açısından batıdan izler alsa da, kendi bilgi kuramının çocuğudur ve hâlâ, hafızası, aklı ve hayaliyle onun malıdır. Fikret ve arkadaşları ise artık geleneksel içinde “modern”dirler. Onlar artık eşyayı ataları gibi kullanmazlar; mekânlarına onlar gibi bak(a)mazlar. Tevfik Fikret’in şiirlerinde mekânsal algı çelişik bir renk taşır. Onun doğal manzaralarla kuşatılmış mekânlarında mutlaka deniz ve/veya su vardır. Fakat bu su ve yeşil içindeki Fikret, hüzünlü ve melankoliktir. Psikanalitik bir yorumlamayla bunun narsist benlikle ilgisi kurulabilir; her yanı denizle çevrili İstanbul, narsizmin içine aldığı Fikret’tir sanki. Aynı Fikret’te, mavi deniz, şehrin bayağılıklarından, yalan ve çirkinlikliklerinden ruhu arındıran bir etkiye de sahiptir.
di zamanındaki insanın hâlleri arasında dünü bugünü yarını solutturan bir atmosfer yaratır. Sadece ev ve şiir ilişkisine bir atıf yapalım. Şiirde evin ilkel barınma ve korunma işlevleri silinir; şair evden ya da evin bölümlerinden söz ettiğinde artık ev, orijinal olanı ve sonsuz yenileneni hafızasında saklayan bir varlığa dönüşür. Edebiyat metinlerinde ev, yalnızlığı ve çaresizliği barındıran bir kabuk olarak göründüğü gibi, görkemin ve nobranlığın sembolü olarak da görünebilir. Yine metinlerde ev, aile dediğimiz içindeki ilişkiler ağı ile sevgiyi örerken; mülkiyet dediğimiz sahiplenme duygusunu da besler. Edebiyatçıların özellikle şairlerin, dil içinde kendilerine özgü bir ev kurmak isteyişleri, ruhlarının aradığı evin imgesidir çoğu zaman. Göçebe ve kırsal kültürün ürünü olduğu hâlde halk türkülerinde ev, temel bir değer olarak vardır. “Evlerinin önü” diye başlayan çok sayıda türküde evler, öncelikle, önlerindeki çeşitli bitkilerle, çeşitli pratik işlevleriyle doğayla uyum içinde görünürler. İlk mısradan sonra düz veya mecazlı söylenilen bütün hâllerin, istek ve ümitlerin bu uyumla bağlantısı vardır. Genellikle bu uyumun aydınlığını sağlayan temel değer sevgidir. Ölüm ve ayrılıklarla bütünlüğü bozulan ev yalnızlaşır, kabuğuna çekilir. Divan şiirindeki Dâriyeler, devlet adamlarının yaptırdığı köşkleri, konakları işlevsel ve estetik açıdan tasvir ederler. Divan şiirinde geçen hâneler, ev anlamında kullanılsa da, genellikle, eğitim veren, sanatçılığı öğreten, eğlendiren, siyaset yapılan toplumsal mekânlardır. Ev anlamında kurulan beyt, aynı zamanda bir istiare ile nazım birimi olarak da kullanılmaktadır. Son dönem divan şiirinde görülen ev kelimesi doğrudan doğruya kişinin veya ailenin özel alanını ifade eder.
Romanlarda mekân içinde ruhsal değişimleri yansıtmak amacıyla “nesneler belleği” kullanılır. Şiirde de nesneler belleğinden söz edebilir miyiz? Bu soru biraz mekânın içindeki eşyayla insan ilişkisine kayıyor. Elbette bir mekân, içinde ve üzerindeki eşyayla bütünleşmiş olarak vardır. Eşya ve insan arasındaki ilişki kültür tanımlarını belirleyecek kadar etkindir. “Kültürü, eşyanın kullanılış biçimi” olarak belirleyenler vardır ki bu tanımlama kültürün ne olduğunu işaret ettiği kadar eşyanın işlevlerini, imgesel ve simgesel değerini de işaret eder. Aslında eşyanın ya da mekânın bir hafızaya sahip olması, insanla yaşamış olmasına bağlıdır. Yani aslında eşya ve mekân hafızasında, insanların evren hakkındaki tasarımlarını, ideallerini, umut ve korkularını, sosyal ilişkilerini, bireysel gizlilik ve yalnızlıklarını saklar; sakladıklarıyla insanlaşır. Elbette şiir için de sizin deyiminizle bir “nesneler belleği” vardır, hatta şiir başından beri bu hafıza ile ken-
Şiir ev ilişkisine girmişken hemen sormak istiyorum. “Ev”i tek boyutlu mekân olmaktan çıkarıp ona ontolojik bir kimlik kazandıran Behçet Necatigil’in “ev”i diğer şairlere göre nasıl bir farklılık gösterir? Aslında Necatigil’in “ev”inin farklılığını sorunuzda “eve ontolojik bir kimlik kazandıran Behçet Necatigil” diyerek işaretlediniz zaten. “Ben mum alevinde pervane gibi hep aynı odakta yazdım şiirlerimi: Ev ve her günkü yaşamalar. Rilke’nin ponter’i gibi, aynı parmaklıklar içinde. Toplumun ve imkânlarımın bana bağışladığı dar dörtgende gözlerimi her açtıkça, karşımda büyük şehrin orta-fakir sınıf ev, aile ve çevrelerini gördüm.” diyen bir şairin, kendine, sokağa, şehre ve insana evden çıkarak girmek isteyeceği açıktır. Necatigil’in bütün hayata ve dünyanın hâllerine evden çıkarak girişi ve herkesi/ her şeyi ev merkezine doğru çağırması, evin bir mikro kozmos olarak algılandığını gösterir. Ev, böyle algılandığında, evle ilgili her düz anlatım, her simge her görün-
52
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
tü, hayata ve insana dair bir durumu ortaya koyar. Bu ortaya konuluş, evden geldiği için, bir içtenlik değeri de taşır. Evin içindeki insan ve eşya, açık ilişkilerden gizemli ilişkilere kadar, bu içtenliği taşıdığı için, şiirsel gerçekliğin vazgeçilmezi olurlar. Necatigil’in bütün şiirlerinde ev ve çevresinde kalmasının sebebi budur. Hatta bu durum, şiirsel bir gerçeklik düzleminden öteye giderek şairin karakteri olur. Bir şiirinde “Sağ çıkıp günlük savaştan/ Evin yolunu tutmuşum/ Yemek yedik, çocuklarım uyudu. / İniyor üstüme yavaştan/ Allahın beyaz bulutu,/ Kederlerimi unutmuşum./ Kahvem içime sindi,/ Başladı gecelik saltanatım” diyen Necatigil, daha başından beri evi, dış dünya ile birlikte aldığını gösterir. Dış dünyanın katı ilişkilerine karşı, ev, mutluk, güvenlik ve sakinlik merkezidir. Evin, kültürel ya da ideolojik bir bilinç kaynaklı değil de, gerçek ve sıradan ilişkiler bakımından yansıtılması, şairin, evin mutluluk ve huzur verici gücünü, verili bir değer olarak algıladığını işaret eder. İnsan, evi için ekmek mücadelesi verir; az ya da çok evine galip bir şekilde döner. Ev, aydınlık odalar, eş, çocuklar ve aile reisi ile bir bütündür; mutluluğu sağlayan da bu bütünlüktür. Evdeki ışık, çoğu zaman “ısı”yla birlikte anılarak evi, içinde ailenin yaşadığı, dayanışma ve güvene dayalı bir barınağa ya da sığınağa dönüştürür. “Bak, masa, işte/ Yerini bulmuş şimdi. /Biz yokken bu eve /Besbelli biri girdi” Türkçe’de “evi cennete çevirmek” şeklinde bir deyim vardır. Necatigil, dört dizesini örneklediğim Evler kitabındaki Perili Ev şiirinde, içine doğduğu kültürün, bu dünya ve öbür dünya arasındaki anlayışını somutlayan bu deyimini açıklar gibidir. Cennetten bir köşe olan ev, temiz, düzenli ve aydınlıktır. İçindeki aile, dünyanın hırslarından, benliğin oyunlarından kurtulmuştur. “Dünyada mekân, ahrette iman” diyen kültürde ev, sanıldığı gibi sadece ev mülkiyetinin öneminin metaforu değildir. Garip Şiiri’ne de değinsek. Garip şiirinin mekânı” var mıdır? Garip Şiiri’nde mekânın kadın hali nasıl işlenir. Elbette Garip şiirinin de evleri, şehirleri, sokakları, sinemaları, denizleri vardır. Hatta Garip Şiirindeki avare, aylak, hüzünlü, yoksul kişiler, bütün bu mekânlar için de çok daha hareketli olarak bulunurlar. Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet merkezinde toplanan yeni şiirin Garip şairleri için şehir, “küçük adam”ın yaşadığı yerdir. Öyküde Sait Faik’in, şiirde Orhan Veli’nin günlük ilişkiler içinde mutluluğu ve hazzı bulmaya çalışan şairavare ve umarsız kişileri, sinemalarda, kahvelerde, deniz kenarlarında, pencere önlerinde, kaldırımlarda, adalarda yüzer gezer halde yaşarlar. Orhan Veli’nin şiirleri, hem mekânsal hem de tematik bağlamda Sait Faik’in
öykülerinin simetrisidirler. İstanbul’u kutsallığından ve romantik düşselliğinden uzaklaştırıp, yaşanılan günlük hayatın mekânı haline getiren, özellikle öyküde Sait Faik, şiirde Orhan Veli’dir. Açık bir gerçektir ki, Orhan Veli’nin yaşanılan, paylaşılan ve özlenilen mekânları Nedim’in Yahya Kemal’in mekânlarından farklıdırlar. Kapalıçarşı, hisarlar, Beyoğlu, deniz, kahvehane, meyhane, vapur, sokak gibi yerlerin hepsi farklı algılanan ve günlük yaşama sevinci ve hüzünleri içinde yaşanan yerlerdir. Dedikodu adlı bu şiirde geçen Yüksekkaldırım, Alemdar, Galata, tramvay, deniz gibi mekânlar da aşk ve cinsellik bağlamında yaşanan anların mekânları olarak görünürler. Orhan Veli şiirinin getirdiği önemli yeniliklerden biri de, cinselliği, mahrem alanlardan hayatın günlük pratikleri içine çekmektir. Eros, meyhanede, sokakta, vapurda, kadın ve erkeğin göründüğü her yerde konuşmaya başlar. “İstanbul’u Dinliyorum” şiiri duyumsal bir şiirdir; fakat bütün duyular işlevlerini kulağa yüklemişlerdir. Orhan Veli bu şiirinde “sinestezi (bir duyu organının işlevini başka bir duyu organına yükleme) bakımından değişik bir yöntem uygulayarak, İstanbul’a gözleriyle değil; işitme duyusu aracılığıyla ‘bakar’. Böylesi bir tutum, kentin daha geniş açıdan değerlendirilmesine zemin hazırlar. Garip şiiri “ev”i de genel anlamda şehre benzer biçimlerde ve anlamlarda algılar. Fakat hemen belirtilmeli ki garip şiirindeki insanlar pek “ev”de oturamazlar. Pencere veya balkonlarda görünseler bile “eve kapanmak” onları sıkar. Bu yüzden genel olarak ev sokakla beraber vardır. Şoförün Karısı adlı şiirde “Şoförün karısı, kıyma bana;/ El etme öyle pencereden,/ Soyunup dökünüp” dizelerinde görülen sahne sahne, evin içinde, görülüp görülmediğini önemsemeden soyunup dökünen hafif meşrep bir kadın ve kadını pencereden gözetleyen (dikizleyen) bir kişiden oluşur. Evin içindeki kadının cinselliği ile algılanması Orhan Veli’den önce başlar. Fakat o şiirlerin hemen hepsinde ya erkekle kadın aynı odadırlar ya da odadaki erkek sevgilisinin yanında olduğunu hayal eder. Böyle durumlarda genelde perdeler kapalıdır. Yani her şekilde ev özel alandır ve gayri meşru da olsa bir mahremiyeti vardır. Oysa bu şiirde hem evin içindeki hem de evin dışındaki için mahremiyet kalkmıştır; biri görünmek biri de görmek ister. Orhan Veli şiirinin getirdiği önemli yeniliklerden biri de, cinselliği, mahrem alanlardan hayatın günlük pratikleri içine çekmektir. Garip şiirinin önemli bir mekânı da denizdir. Hem Garip Şiiri’nin hem de bu şiirin olgucu, anlamcı ve gündelikçi ortamı içinde yaşayan diğer 1940 kuşağı şairlerinin şiirlerinde deniz, insanı mutlu eden şehrin bir parçası olan, yaşanan yerle, hayal mekânlar arasında bir
53
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
denge kuran, doğal olana davet eden, umutsuz insanı kendi derinliğinde teselli eden, üzerindeki gemilerle, yelkenlilerle, şehirden usanan insanı kayıtsız, uzak ve sakin mekânlara götüren işlevleri ile görünür. Bu şairler, artık denizin aynasından veya hafızasından geçerek evrenin metafiziğine, sezgisel anlamlara gitmezler. Garip şiiri için deniz, yaşama sevincini oluşturan toplam enerjinin bir ögesi, şehrin vazgeçilmez güzelliği, bazen de bu kütlenin ağırlığından kaçanın adresi ve tesellisidir; ama bazen de âşık küçük adamın tarifsiz kederlerine tanık ve dost olan bir mekândır. İkinci Yeni şairlerinin “mekân algısı” birbirlerine benzemektedir. İlk olarak Ülkü Tamer’in Uzak Ev, Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak, Sezai Karakoç’un Kapalı Çarşı şiirleri aklıma geliyor. İkince Yeni’de ortak mekânlar ve mekânları anlatmada ortak imgeler nelerdir? Her şiir hareketinin her şairin çok çeşitli mekânlarla olan ilişkilerini değerlendirmek bu görüşmemizin sınırlarını aşar. Hele İkinci Yeni gibi bütün mekânsal ögelerle ilk defa karşılaşıyormuş gibi ilişki kuran bir şiir hareketini bu açıdan değerlendirmek başka bir zamana kalsın. Ama Kapalı çarşı demişken Cumhuriyet dönemindeki üç şairin Kapalı Çarşı şiirlerine atıf yapılabilir. Kapalı Çarşı, geçmişten güne uzanan ruhun; eski ile yeni arasında adı konulamayan özlemlerin; fizik ve metafizik çağrışımların; ritimli ve karmaşık iç dünyaların simgesel mekânı olarak, birçok şair tarafından dile dökülmüştür. Orhan Veli’nin Kapalı Çarşı’sı, İstanbul’un sosyal ve kültürel zenginliği olmaktan çok, giyilmeyen elbiselerin konulduğu bir sandık odasıdır. Fakat hangi sandık odası, onunla karşılaşanın hayal dünyasını kışkırtmaz ki! “Ablamı tanımazsın/ Yaşasaydı hürriyete gelin olacaktı/ mısraları, ölen bir kültürün zihinsel görüntülerini, duyarlık alanına aktarmaktan çok, mekândan yola çıkarak ruhsal bir anın gizemli hâline vurgu yapmak içindir. Kapalı Çarşı şiirleri üzerinde çözümlemeler yapan Doğan Hızlan, Kapalı Çarşı’nın tarihî perspektifiyle, doldurulmaya elverişli şiir hücreleri barındırdığını söyler. Ona göre Orhan Veli, Sezai Karakoç ve Ece Ayhan gibi şairler, bu hücreleri kendi şiir kuramlarına göre bu hücreleri doldurmuşlardır. Kapalı Çarşı, Orhan Veli’de hüzünlü bir humor, Ece Ayhan’da eskiye dönük çağrışımlar yığını; Sezai Karakoç’ta dünyevi ve semaî çağrışımlar tablosundan oluşan bir imge dünyasıdır. Evin ara mekânlarına romanlarda geniş yer verilir. Şiirde “merdiven, pencere önü, balkon, cumba, sofa” gibi ara mekânlara nasıl yer verilmiştir? “Ara mekânlar” dediğiniz ev ögelerinin şiirde görü-
nüşü yeni şiirle başlar. Örneğin “balkon”un şiirimize eni konu girişi Beş Hececiler içinde şiirlerinde evi en çok yansıtan şair, Halit Fahri Ozansoy’la olur. Onun Balkonda Saatler adlı kitabındaki şiirler bu konudaki ilk şiirlerdir. Bu kitaptaki şiirlerin tamamı, evinin balkonunda ve çoğu zaman sevgilisiyle birlikte, bahçeyi, doğayı ve onun içindeki sesleri gözlemleyen ve dinleyen, romantik ve hüzünlü bir insanın çizdiği tablolardan oluşur. Bu tabloların önemli bir özelliği daima bir müzik eşliğinde seyredilmesidir. Bu ses ya gerçekten uzaklardan duyulan bir piyano sesi ya da tabiattaki uyumdan doğan bir opera müziğidir. Pitoresk tasvirler, hüzün ve mutluluğun iç içe olduğu ruh hâli, müzik ve ruh sevişmesinden ibaret aşk, neredeyse Millî Edebiyat Hareketi’ne kadar, Yeni Türk şiirini kuran temel yapılardır. Fikret’in, Cenab’ın, Hâşim’in ve Beş Hececiler’in ilk dönem şiirleri tarandığında, şairlerin, romantik, parnas ve sembolist batı şiirinden komplike bir şekilde beslendikleri görülür. Fakat Balkonda Saatler’in öncekilerden farklı bir özelliği olduğunu da söylemek gerekir. Bu da, doğadaki ses ve manzaraları aşarak evlerdeki, konuşmalara, tabak tıkırtılarına, sokaklardaki satıcı seslerine kadar açılan kulaktır. Doğanın orkestrasına bu sesleri eklemek, dönem için yeni bir duyarlık sayılmalıdır. Balkon deyince Sezai Karakoç’un Balkon şiirini hatırlamamak mümkün değil. Fakat artık onun balkonu, Halit Fahri’lerin penceresi, balkonu değildir. Balkon, geleneksel, kültürel anlamları olan “ev”e “yabancı” bir müdahaledir. Biçimsel olarak iğreti bir eklemedir; çünkü balkon, ne evin içidir ne de dışı. İmgesel olarak da daima evden yani evin medeniyet içindeki mikro kozmolojik bütünlüğünden bir uzaklaşmayı işaret etmektedir. Bir imtidat içinde oluşmamıştır balkon. Modernizmin katı ekonomik ve ideolojik ilkeleri, mekânları, içerdikleri anlamlardan kopararak, pragmatik işlevlere göre düzenlemiştir. Toplumsal ve bireysel benlik, hızla akan hayat ve paylaşılan imkânlar karşısında telaşa ve korkuya kapılmış; evin içinde inşa edilen dünyanın değerler siteminden evin dışına saçılan çıkarlar sistemine adapte olmaya başlamıştır. Evin içine girince, bu hızlı ve çıkarcı dünyadan kopma korkusu yaşayan modern insan, eve girdiğinde de dışarıyı gözleme ve kontrol etme imkânı olarak balkonu icat etmiştir. Bu yüzden balkondaki kimse evinde ya da kendinde değildir, evde bulunduğu hâlde dışarıdadır. Bu modern süreçten önce insan ya evde yani medeniyetinin mikro kozmolojik dünyasında ya da şehrin içinde yani makro düzeyde yine medeniyetinin içindedir. Her iki durumda da hem maddi olarak hem ruhsal olarak güvendedir.
54
Sayın hocam, söyleşi için çok teşekkür ederiz. ■
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
HASAN AKÇAY
Böyle bir ortamda dinlenilen “kıtlık” ve “işgal” hikâyeleri bir sinema perdesi gibi açılır gözler önünde. Bunun içindir ki, evlerin de bir ruhu olduğuna inanırım hep. O sesler, o gölgeler, yaşanılan acı tatlı anlar, yüzeyde uçup kaybolmuş gibi görünse de, derinde ve gerçekte her daim yaşarlar.
H
ayat üç kelimelik bir cümleden ibaretti ve ilk kelimesi “doğmak”tı. Doğar, yaşar ve ölürsün… Bu üç kelime üç günlük dünya gibidir. Bir güne çok şeyler sığdırabileceği gibi insan; üç kelimelik cümlenin her bir kelimesinin açılımı yapıldığında belki onlarca roman olacak ölçüde çoğalır cümleler. Nihayetinde her şeyin bir özeti olduğu gibi, ömrün özeti de bu üç kelimedir. Dünya hayatı öyle bir şey işte… Yaşadığı an itibariyle farkında insanoğlu yaşadığının. Yunus daha da kısaltmış ömür denilen süreci, “bir göz açıp yummuş gibi” diyerek. Dünya yolculuğunda, hayata göz açtığımız yerin ayrı bir anlamı vardır bizde. Zaman içerisinde değişik mekânlarda konaklasak da o yer, o mekân ilk heyecanımız, ilk göz ağırımızdır. İster bir şato olsun ister bir kulübe, özlenen, aranan hep odur. Aile sıcaklığını, duyduğumuz, ilk sevip sevildiğimiz, ilk ağlayıp güldüğümüz, ilk yürüdüğümüz düştüğümüz… Her nereye gitsek, dönüp geleceğimiz; sığınağımız, evimiz. Ev denildiğinde aklıma ilk gelen, fındık, elma bahçeleri içinde bir yamaca tırnaklarıyla tutunmuş gibi duran; uzaktan bakıldığında her an aşağılara doğru yuvarlanacak izlenimi veren köyümdeki evimizdir. Bütün Karadeniz evleri gibi o da ömrünü yalnızlık içinde geçirmiş, yıllara büyük bir direnç göstermiş, buna rağmen yaşlandığı her hâlinden belli olan o ahşap evi her nereye gitsem özlediğimi hissederim. Ömrümün en güzel yılları olan çocukluk
55
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
çağımın hatıralarıyla dolup taşan o ev de beni özler duygusu içimden hiç eksik olmaz. Gurbet dönüşlerinde onunla uzaktan göz göze geldiğimizde en az benim kadar heyecanlandığını görür gibi olurum. Yıllardan beridir kış yalnızlığında yaşadığı hüzünlere tanık olmadıysam da, her yaz buruk bir tebessümle beni karşıladığına şahit olurum. Ev, dört duvarıyla dışarının tehlikesine, sıcağına, soğuğuna karşı koruyucumuz, sığınağımız olduğu gibi, daha farklı özellikleri de taşır derununda. O dört duvar arasında yaşanan günler geceler; acı ve sevinçlerdir asıl o mekânı anlamlı kılan. Onun içindir ki her nereye gitsek, hatıraları bir bohça gibi sarıp sarmalayıp bizimle birlikte taşır arkamızdan. Zaman zaman o bohçayı açıp içindekileri yeniden yaşamak, yaz gününde bir pınarın serin suyundan kana kana içmek gibi bir dirilik, bir tazelik verir benliğimize. O ilk göz ağrısından uzak kalmak, her zaman bir gurbet havası estirir ruhumuzda. Hüzünlü bir şarkı gibi oturur ortasına yüreğimizin.
Masal dünyamın d/evi
Çatısını kaplayan küçük oluklar şeklinde ve toprak renginde kiremitlerini, pencerelere ve kapılara takılmış kilit ve menteşelerini bir yana bırakacak olursak, evimizin geri kalan her şeyi ağaçtandı. Evin dış kısmında boydan boya uzatılmış kirişlere geniş tahtalar tutturulmuş ve bu tahtalar arasında zamanla boşluklar oluşmuştu. Yılların yağmuru, rüzgârına karşı çok fazla direnemeyen bu tahtalarda yer yer çürümeler de kendini gösteriyordu. Çok eski hâlini hatırlamadığım bu ev, ilkokul çağlarımda birkaç usta tarafından elden geçirilmişti. Benim gözümde yeniden inşa edilmiş gibi bir güzellik kazanmıştı. Dış cephesini kaplayan tahtaların arası küçük taş parçalarıyla doldurulup, gelişigüzel sıva yapılmıştı. Her ne kadar taşlar ve tahtalar dış cephede bir pürüz olarak dursa da, en üste yapılan badana ile bütün kusurlarını gizler gibiydi. Köyde, kireç badana ile boyanan ilk ev bizim evimizdi. Her okul dönüşünde evimizin karşısındaki yamaçta oturup o güzelliği bir süre seyretmek bende tutku hâline gelmişti. Kimi zaman ağaçların içindeki bir kuş yuvası gibi duruşunu; kimi zaman da yeşillik denizinde beyaz bir yelkenli gibi demirleyişini seyretmek doyumsuz bir mutluluk veriyordu kalbime. Çocuk kalbim kanatlanıp, bir an önce yanına varmak için sabırsızlanıyor, o heyecanla kendimi bıraktığım yamaçlardan uçar gibi
iniyordum. İki tahta parçasının yan yana çakılışıyla oluşturmuş pencere kanatlarını akşamın ilk karanlığıyla birlikte artık kapatma gereği duymayacaktık. Çünkü evimizin pencerelerine çerçeveler yapılmış, üstelik krem rengi yağlı boya ile de boyanmışlardı. Daha önemlisi o çerçevelerle birlikte, “pencere camı” diye bir kavram girmişti dünyamıza. Dedem bundan böyle, pencerelerin kanatlarını kapattınız mı yerine, pencerelerin camlarını kapattınız mı, diye soracaktır evdekilere. Köy yerine akşamlar daha bir erken iner. Etrafta ışığa koşan, sinekler, kelebekler eve doluşmasın diye veya başka sebeplerden kapı, pencere bir an önce kapatılır. Dışardan bakıldığında, ev âdeta ellerine koynuna koymuş, derin ve karanlık bir düşünceye gömülmüş gibidir. Bir de kanatları kapanmışsa pencerelerin; artık gözlerini yummuş, uykuya dalmış bir devdir ev. Gecelerin büyülü sessizliği ta evin içine kadar sirayet eder köy yerinde. Hele elektriğin olmadığı; evin ortasında duvarda bir çiviye takılan ve ihtiyaç doğrultusunda gidilen her yere taşınan, tek bir gaz lambasının aydınlığı varsa ortada, orada masallar dinlenmez, yaşanır. Koca kütüklerin ateşlikteki çıtırdayarak yanan sesine, ateşin aydınlığında etrafa düşen gölgelerin karışması hayal iklimine yeni ufuklar açar. Böyle bir ortamda dinlenilen “kıtlık” ve “işgal” hikâyeleri bir sinema perdesi gibi açılır gözler önünde. Bunun içindir ki, evlerin de bir ruhu olduğuna inanırım hep. O sesler, o gölgeler, yaşanılan acı tatlı anlar, yüzeyde uçup kaybolmuş gibi görünse de, derinde ve gerçekte her daim yaşarlar. Doğduğu köyden başka bir yer görmeyen, okuma yazması olmayan ve her durumda “cahil” kaldığını büyük bir iç geçirişle dile getiren büyük annemden öğrendiklerimi, okuduğum okulların hiçbirinde öğrenemedim. Kendini cahil zanneden büyük annemin, aslında ne derin ve engin bir halk kültürüne sahip olduğunu sonradan öğrenecektim. İlk deyimleri, atasözlerini, bilmeceleri kendisinden duyduğum; Yunus Emre şiirlerini, peri masallarını, halk hikâyelerini yine ilk kendisinden dinlediğim bir insan nasıl cahil olabilirdi ki… Fakat o her zaman, okuyamamış olmanın yarasını yüreğinde taşıdığını da belli ederdi. Özellikle uzun kış gecelerinde, rüzgârın ve yağmurun sesine karışan sesiyle, büyük annemin bana
56
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
anlattığı masallarla birlikte büyümenin ayrıcalığını yaşadım. O masallar ki, kimi zaman gözlerimi pencereden dışarı taşırıp bir yıldıza beni konuk ediyor; kimi zaman da, ninemin tabiriyle, kalaylı bir kazan gibi gökyüzünde gülen ay ışığının, ağaçların rüzgârda salınan gölgelerini yattığım odaya düşürmesiyle birlikte “hayâl-i zıll” perdesinde anlatılanları seyrettiriyordu. Büyük annem belki de kendisi dahi farkında olmadan ruhuma, kişiliğime şekiller veriyor, hayal dünyama geniş ufuklar çiziyordu.
İLTİCA Kurşun benizli bulutlar gelir ufuklardan Sıkar üstümüze gömleklerini Çılgın bir sağnak vurur bahçemin güllerini Arsız böcekler iri yapraklara sığınır Ben sana...
O ev bizim evimiz
O ilk evden sonra çok evlerde yaşama zorunda kaldım. Hayat mecbur kılmasaydı, hep o evde yaşamak isterdim. O da, ruhumun sevdiği gibi bir yalnızlığı seçmişti kendine. Bu bir zorunluluktu belki. Bu yönüyle de bana benzediği için ya da ben ona benzediğim için aradaki bağın daha kuvvetli olduğunu hissederim. Karadeniz köylerinde birbirine en yakın olan evler arası en az yirmi dakikalık mesafedir. Anadolu’nun çoğu köylerinde olduğu gibi evler toplu hâlde değil, dağınık, birbirinden çok uzaktır. Bunun içindir ki, bir köy odası, bir kahve kültürü yoktur. Dolayısıyla evler ne bir sokağa ne de bir mahalleye dâhil değildir. Bu anlamda ne sokağımız oldu ne de sokak oyunlarımız. Biz bütün oyunlarımızı fındık bahçelerinde, ağaç dallarında, ırmak kenarlarında oynadık. Evler arasındaki uzaklık, zorunlu olarak komşuluk ilişkilerine de mesafeler oluşturdu. Modern çağın getirmiş olduğu yalnızlık ve yorgunluğu da ömrümüze dâhil edince; her sabah kuş sesleriyle uyanıp içindeki saadeti bacasından ince bir duman gibi gökyüzüne duyuran; biraz aşağısından akan ırmağın sesine sessizce söylediği türkülerin sesini katan ve tam ortasındaki kirişe asılan salıncaktaki mesut çocukluğun, masum yaramazlıkların, velhasıl en güzel zamanların sinesinde saklandığı bir evin unutulması mümkün mü? Evet, şairin de söylediği gibi, o ev bizim evimizdir. Her ne kadar istediğimiz zaman gidemesek de. Ve bütün güzel anılar gibi gittiğimiz yere yüreğimizle, hayallerimizle, özlemlerimizle götürdüğümüz o ev, en son dönülecek, varılacak bir son durak gibidir. Ve yeni yolculuklara yine o evden başlanacaktır…■
Uyanır denizlerin bahâdır askerleri Göklerse davranır kılıçlarına Ateşler düşer dervişimin avuçlarına Sefineler kaçışır limanlara sığınır Ben sana... Masal kaçkını devler gezinir şehirlerde Kenetlenmiş sarı seyrek dişleri Söner birden bebeğimin pembe gülüşleri Ürperir örümcekler ağlarına sığınır Ben sana... Uğultular gelir geceleri koyaklardan Rüzgârlar eser İsrafil nefesi Çatırdar tutsak ruhumun çürümüş kafesi Doruklarda kartallar kayalara sığınır Ben sana... Güneş kanlar içinde yavaş yavaş boğulur Karanlık kuşanır pusatlarını Titretir bozkırların başıboş atlarını Yıldızlar uzakta Kehkeşanlara sığınır Ben sana...
DİLÂVER CEBECİ
57
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
YAVUZ BÜLENT BÂKİLER
Ü
sküp Türk kesiminde, beni hep sıcak bir Anadolu havası kucakladı. Çocukluk günlerimin taş döşeli sokaklarından birisine benzer bir sokaktan geçerken sordum: İsminin Evliya Çelebi Sokağı olduğunu söylediler. Evlerin kapıları, pencereleri, perdeleri, boyaları beni bırakmıyorlardı. Büyük kervansarayların, yıkılmış camilerin, hamamların karşısında durdum -“Burası Demirciler Çarşısı'dır. Devamı bizi Kazancılar Çarşısı'na götürür. Sonra yolumuzun üzerinde Bit Pazarı var!” dediler. Demirciler Çarşısı, Kazancılar Çarşısı, Bit Pazarı bugün Anadolu’da hemen hemen her şehirde rastlayacağımız yerler! Demirciler ve Kazancılar Çarşısına hâkim olan Kurşunlu Han 400 yıldan beri ayakta. Muslihiddin Abdülgani isimli bir müezzin yaptırmış. Molla Muslihiddin, II. Selim’in âlimlerinden. Kurşunlu Han, iki katlı. İçerisinde 64 odası var. Muhteşem kapısı enikli bir kapı. Merhum Arif
Küçücük dükkânlarından, taşlı sokaklarına bizim türkülerimiz yayılıyor. Bir Sivas türküsü, bir Gaziantep halay havası, sıcak bir selam gibi... Erkek ve kadın kazağı satan dükkânlar, renkleriyle, desenleriyle Anadolu’ yu sergiliyorlar âdeta.
* Üsküp'ten Kosova'ya' adlı esreden
58
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Nihat Asya’yı hatırladım. Kitaplarından birine Enikli Kapı ismini vermişti. Hana gelen kervanlar için büyük kanatlar açılıyormuş. Yolcular için ise, sadece küçük kapı!... Anadolu’da hâlâ enikli kapılar vardır. Kurşunlu Han, Osmanlı İmparatorluğu’nun (ondan önce Selçukluların) bize gurur veren eserlerinden biri. Han içerisinde, yolcuların 100 kadar hayvanını barındıran bir de ahır yapılmış. İmparatorluk Türkiye’sinde bu hanlarda, Müslüman ve Hristiyan farkı gözetilmeden bütün yolcular parası olarak üç gün yer, içer, yatar, kalkar, hasta yolcular için hekim ve ilaç bulundurulurmuş. Kurşunlu Han’ın çatısını kaplayan kurşunları, Bulgarlar sökerek götürmüşler. Yugoslavlar Kurşunlu Han’ı bir süre hapishane olarak kullanmışlar. Sonra onarıp müze hâline getirmişler. Han, çok akustik olduğu için, şimdi zaman zaman orada konserler veriliyormuş. Kurşunlu Han’ı dolaşırken yaşlı bir Üsküp Türkü’nün kahkahası hâlâ kulaklarımda: “Evlatçığım, bir zamanlar bu handa Osmanlının atları kişner, eşekleri anırır, koyunları melerdi. Şimdi ise burayı adını bilemediğim çalgıların gürültüleri dolduruyor Atların, eşeklerin ruhlarına mevlit mi okuyorlar acaba?” Yugoslavlar Üsküp’teki kervansaraylarımızı onararak ticaret merkezleri hâline getirmişler. Bit Pazarı’nda İsa Bey Vakfiyesi'nden olan iki kervansaray daha var: Sulu Han ve Yapan Han. Sulu Han’ın bütün odaları mağaza olarak kullanılıyor. Geniş avlusu ise, lüks bir kahvehane hâline getirilmiş. Günün her saatinde renkli ve hareketli. Yapan Han’ın birinci katında bakırcılar, kalaycılar, demirciler çalışıyorlar. İkinci katında ise sıra sıra avukat yazıhaneleri var. Hanın beş yüz yıllık şadırvanı, yapıldığı gibi: Sağlam ve güzel. Kurşunlu Han karşısında, yerden birkaç karış yükseklikte kalan temeller Kazancılar Camii’ne aitmiş. Bir şehidin kesilen veya koparılan kolları
gibi duruyorlar toprakta. Hanın hemen yakınında, kubbeleri çöken, duvarları yer yer yıkılan bir hamam harabesi hıçkırıyor. İsmi, Şengül Hamamı. Hemen hemen bütün Anadolu illerinde gördüğümüz Bit Pazarlarının bir benzeri de aynı isimle Üsküp’te beni dost duygularla karşıladı. Küçücük dükkânlarından, taşlı sokaklarına bizim türkülerimiz yayılıyor. Bir Sivas türküsü, bir Gaziantep halay havası, sıcak bir selam gibi... Erkek ve kadın kazağı satan dükkânlar, renkleriyle, desenleriyle Anadolu’ yu sergiliyorlar âdeta. Atlara, arabalara koşum takımları hazırlayan eller, bizim ellerimiz. Vitrinleri süsleyen yazmalarla Anadolu Türkmen kadınlarının başlarındaki yazmalar birbirlerine ne kadar benziyorlar. Bit Pazarı’nda 15. yüzyılda, İsa Bey tarafından yaptırılan mükemmel bir Çifte Hamam, artık hamam olmaktan çoktan çıkmış. Uzaktan sadece kubbeleri görünüyor. Etrafını tamamen kargacık burgacık dükkânlar çevirmiş. Boş, bakımsız, virane Çifte Hamam, utancından dövünüyor, kendisini herkesten gizliyor gibi geldi bana. Bit Pazarı çevresinde, iki katlı eski Türk evleri gördüm. Hepsi de artık son nefeslerini güçlükle alıyorlardı. Pazarın Murat Paşa Camii, çarşı esnafı için yapılmış. Cami 19. yüzyıl başlarında yıkılınca, Üsküp Türkleri, onu yeniden onarmışlar. 1963 depreminde minaresinin şerefeden sonrası yıkılmış ve yarım minare öylece kalmış. 500 yıl önce, Molla Muslihiddin tarafından yaptırılan Dükkâncık Camii, eski Üsküp’ü bir kuğu güzelliğiyle süslüyormuş. Bir yürek kadar sıcak, bir şiir kadar güzel olduğu, camiin ayakta kalan kısımlarıyla da belli. Dükkâncık Camii 1963 yılındaki büyük depremde hemen hemen bütünüyle yıkılmış. Şimdi sapasağlam ayakta kalan mahzun minaresidir. Dükkâncık Camiinin çatlamış duvarlarından, her gün birkaç taş daha, toprağa gözyaşları gibi dökülüyor. Dükkâncık Camii çöken bir imparatorluk gibi. Çaresiz kalmış... Bitmiş... Terk edilmiş...■
59
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Allah'ın evi NECATİ KANTER
Hangi güzelden söz ettiysem hep senin güzelliğinden kinayedir Hangi evi anlattıysam hep senin “beyt”inden söz ediyorum Muhiddin İbn. Arabî
İnsan yoktu… Melekler ve zaman yoktu... İlm-i ezelide yokluk da yoktu. O vardı… Gizli bir hazine iken bilinmek isteyen… Âlemlerin Rabbi, kıyamet gününün sahibi, zatı ile kaim olan…/ Sözle başladı öykü. Onun dileği, onun buyruğu ile.. İki âlemin başı da sonu da sözdü. Onun sözü, onun buyruğu... “Kün” den var oldu, “la tekün”le yok olacak. Elest günündeki ruhlar meclisinde Varedici’nin “ Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna: “Beli.” denilen mekân… Cenetev’e atılan ilk adım… Yaratılış öyküsünün ilk durağı... Bezm-i elest: Eşik. Âdem ile eşi Havva’nın yaratılışlarının ardından yerleştirilen ebedilik yurdu. Cennet: Ev… Cennetev. Ve yüce Rab buyurdu: “Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan insan yaratacağım; ona ruh verdiğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın.” “Yeryüzünde fesat çıkaracak kan dökecek birini mi yaratacaksın?” demişlerdi de… “Ben sizin bilmediğiniz şeyi bilirim.” buyurmuştu vacib-ül vücud olan…
60
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
“Güç Rabbimizin değil mi; bizleri yarattığı gibi elbette başka varlıklar da yaratabilirdi.” demişti melekler. Nurdan, ateşten, ateşin alevlerinden yarattığı gibi, topraktan da yaratabilirdi. “Ama toprak,” dedi İblis, “bir toprak, bir çamur, nurdan ve ateşten nasıl üstün olabilir?” Utandı ehl-i cennet!... Aralarında böyle bir asinin, böyle bir nankörün çıkmasına inanamıyorlardı doğrusu. Cennet yalnızdı da onunla bitmişti bu yalnızlık, onunla şenlenmiş, onunla süslenmiş, onunla taçlanmıştı. Onundu sanki bu mülk… Gerçek mülk, gerçek mekân, gerçek ev Rabbinin olsa da, kendi ruhundan üflediği Âdem’di bu. Gıptayla bakılan… Cennetev’in efendisi... Coşkuluydu melekler. Sevinçliydiler. Önünde eğiliyorlar, secdeye kapanıyorlardı. Saygıyla, hürmetle… Rabblerinden emir almışlarcasına... Öyleymiş meğer. Sonradan öğreniyordu bütün bu olanların nedenini Âdem. Ancak melek olmamakla birlikte meleklerin çevresinde bulunan, onlara katılmayan ateşlerden bir ateş; meleklerin bu yaptıklarından kendini uzak tutmuş, onların coşkularına, sevinçlerine ve heyecanına katılmadığı yetmiyormuş gibi bir de çekememezlik ve büyüklenme sonucu secdelerine de katılmamıştı. İlginçti gördükleri Âdem’in. Tuhaftı!... Bu muhteşem manzara karşısında mahcup olmuş, hem sevinmiş hem korkmuş hem de heyecanlanmıştı!... “Kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir insana benim secde etmem doğru olmaz. Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın.” Donmuştu ehl-i cennet!.. Şaşkındı… Hayretler içindeydi Âdem. Kendi kendine mırıldanıp duran bu nankör, kibirli, küstah, ukala varlıktan ilk kez duyuyordu kendinin kuru, şekillenmiş bir balçıktan yaratıldığını... “Rabbim öyle dilemiş,” dedi Âdem. “Hikmetinden sual olunmaz...” Havva ile birlikteydi Âdem. Mutluydular... İkisini de büyülemişti cennetin güzellikleri. Ama İblisin o hain bakışları yok muydu; hele o büyüklenip böbürlenmesi… Ya o cüretine, o başkaldırısına, ona ne demeli?... . Doğrusu bütün bu olan bitenlere bir anlam veremiyordu ne Âdem ne Havva ne de melekler. Bu mutluluğu bozmanın, saptırmanın, tek yolu vesvese diye düşündü kibirlenip kovulmuş olan… “Kovulmalı,” dedi, “ikisi de; mutlaka kovulmalı… Tıpkı benim lanetlendiğim gibi, kovulduğum gibi… Bu mülk, bu güzellikler, bu mekân, bu ev, yâr olmamalı… Ne ona ne de eşi Havva’ya!...” Peşlerine düştü İblis!.. Adım adım izledi onları. “Bir fırsatını bulup ağıma düşürmenin, ayaklarını kaydırmanın yolunu bulmalıyım.” dedi. “Ey Âdem! Eşinle birlikte cennete yerleş; orada çekinmeden istediğiniz her yerde cennet nimetlerden yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın; sonra zalimlerden olursunuz.” ayetini içinden yineleyip duran İblisin gözleri parladı… İlk iğvayı sunarken bir gülümsemenin ardından fısıldadı: “Sana sonsuzluk ağacını ve çökmeyecek devleti göstereyim mi?” Uzaklaşmak istedi Âdem, ama bir merak fırtınası esti yüreğinde. İlgilenmiyormuş gibi görünse de ilgisiz de kalamadı. Adımlarını küçülttü, kulak kesildi. Yeniden fısıldadı İblis. “Rabbinizin sizi bu ağaçtan menetmesi melek olmanızı veya burada temelli kalmanızı önlemek içindir.” Hışımla döndü ve bağırdı: “Yalan,” dedi Âdem, “defol!” dedi. Ama sarardı. Yaprak gibi titredi. Ateşli bir kezzap dolandı damarlarında. Oysa meleklerden daha üstün olarak yaratıldığını biliyordu. Yaratılmışların en üstünü…
61
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Yine de mahzunlaştı. Bir kuşku saplandı yüreğine. Zehirli bir bıçak gibi... Hele hele sözlerinin doğru olduğuna dair ant içmesi yok muydu İblisin. Yıkıldı. Doğru olabilir mi bu? Omuzları düştü, boynu buruldu. Sükut-ı hayale uğramanın kırıklığı ile kendi kendine mırıldandı: “Demek efendisi olduğum, ya da öyle zannettiğim bu ev meğer benim değilmiş. Konukmuşum. Yolcuymuşum…” Güzel eşi Havva geldi aklına; “Kim bilir duyunca ne kadar da üzülecek!” dedi, hayıflandı. Cennette sürekli kalabilme ve ebedi olabilme düşüncesi giderek bir tutkuya dönüşmüş, şeytanın bu iğvası, bu vesvesesi, bu telkinleri akıllarını başlarından almıştı ikisinin de. Ama direniyordu Âdem. “Yalan!” diyordu, “yalan, düpedüz yalan söylüyorsun.” diyordu. Bu İblisin bir hilesi, bir desisesi, bir tuzağı… Havva mahzundu, günlerdir yemiyor içmiyor, tek kelime bile konuşmuyordu. Âdem, Havva, melekler, şeytan ve yılan bir arada. Âdem kandırılan… Havva kandırılan ve kandıran… Şeytan baş yanıltıcı, baş isyancı… Yılan saflığın kurbanı… Havva uzattı, Âdem aldı. Yasak meyveden tadar tatmaz açılıveren örtülü yerlerini utançlarından cennet yapraklarıyla örtebilme telaşına kapıldılar. Buyruklara karşı gelmiş olmanın yol açtığı korkuları, kaygıları, şaşkınlıkları ve mahcubiyetleri henüz geçmemişti ki Rablerinden gelen bir nida ile sarsıldılar. “Ben sizi o ağaçtan alıkoymamış mıydım? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?” Dizleri titredi Âdem’in... “Eyvah!” dedi Havva!... Ağacın arkasında sırıtıyordu Şeytan! El açıp af dilediler. “Ey Rabbimiz, kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen kuşkusuz kaybedenlerden oluruz...” Kovuldular! Düşüş ya da sürgün: Dünyaya, toprağa, yaratılış malzemesinin olduğu yere. Ev’den ev’e, insandan insanlığa… Perişan, korunmasız, çarnaçar… /Yeryüzünde halife olsun için yaratılan insan, yasak ağaca yaklaştıktan sonradır ki, halife olarak yeryüzüne, dünyaya, geçici bir eve, toprağa yani yaratıldığı malzemeye indirilmiştir. Yaratılıştaki amacın gerçekleşmesi, yüce Allah’ın hikmeti gereği, bir başka olaya bağlanmış; Atamız Âdem ve eşi, dolayısıyla “Ademoğulları” Cennetevden çıkarılmış Dünyaevine indirilmişlerdir../ Tavanı, tavan arası, duvarları, sütunları, mahzeni, lambası, aplikeleri, döşemesi, bahçesi, kuyuları, çeşmeleri, havuzları olan bir büyük ev… Evrende bir gezegen, Dünya, Dünyaev!.. Omuzlarında yürüdüğü ve rızıklarından yararlandığı sabit ve sağlam dağlarla desteklenmiş yeryüzü, ikameti ve istirahatı için yayılıp döşenmiş bir döşek, bir yaygı, bir karargâh. Yıldızlarla süslenmiş harika bir tavanın altında yayılmış olan döşek… Bir yorgan gibi sarıp sarmalayan geceler; ay bir lamba, yıldızlar bir aplike… Dere, deniz dağ… Ama yalnız. Korkularıyla, umutlarıyla yapayalnız… Vesvesesi ile yanında İblis… Sevgilisi uzaklarda. Âdem’in eksiği Havva... Âdem’siz toprağın, Havva’sız Âdem’in anlamı yok. Toprak, Havva’ya daha yakın, cinsiyetleri daha bir ortak. Arz’ın çiçekleri için Havva daha bir sempatik. Toprak ve Havva ikili bir bütün...
62
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Ve yüce Rab vahyetti: “Sizin için dünyada ikamet edebileceğiniz bir yerleşme yeri…” Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle insanlar için yeryüzünde kurulan ilk mabed’in bulunduğu mekân. Arzın merkezi. Havva ile Âdemin işledikleri günahtan dolayı cennetten kovulduktan sonra af diledikleri Cebel-i rahme’nin bulunduğu belde. Âdem’den Hz peygamber’e nebevi sesin yankılandığı şehir… İsmi Kâbe ile anılan, dünyanın yaratılışındaki başlangıç noktası. Âdem tarafından ilk inşasından sonra tufan olunca iki atlas arasına konarak göğe kaldırılan sonra Cebel-i Ebu Kubeys’e tevdi edilen, daha sonra da Hz İbrahim ve oğlu İsmail’in Kâbe’nin duvarlarının yükseltisi sırasında Allah’ın işreti ile yerine konulan “kozmik” taşla mukaddes kılınan bir ev’i bünyesinde barındıran belde. Sevgililer sevgilisinin doğum yeri. Mekke. “O zaman biz beyt’i insanlar için gidip gelip ziyaret edecekleri bir makam ve bir güvenlik yeri yaptık. Siz de İbrahim’in makamından kendinize namaz kılacak bir yer edinin. İbrahim ve İsmail’e de; hem tavaf edecekler için hem de rükû ve secdeye gidenler için evimi tertemiz tutun diye talimat verdik.” Onun evi… Allah’ın birliği ve benzersizliğinin simgesi olarak yeryüzünde yapılan ilk mabet, ilk ev… Yedi kat göğün üstünde ve arşın altında bulunan, ‘Beyt-i Mamur, yani Darrah’dır onun karşılığı... Temeli Tur-i Sina, Tur-i Zeytun, Lübnan, Cudi ve Hıra dağlarından getirilen taşlarla yükseltilen, cennete ve ona duyulan özlemi sembolize eden, Hacerü’l-Esved aracılığıyla da yine cennetle ebedi bağlantısı kurulan mabet... Kâbe… …. “Rabbim! Burayı güvenli bir şehir yap, halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları da çeşitli ürünlerle rızıklandır. Bizi sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olacak bir ümmet çıkar!...” Böyle dua etmişti Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’nin duvarlarını yükseltirken. Şeytan devrede. Günler, aylar, yıllar, yüz yılar geçse de!.. İbrahim’in tertemiz tuttuğu “ev” onun tebliğ ettiği dininden uzaklaşıp sapanlarca putlarla dolduruldu. Kirletildi. Üç yüz altmıştı müşrik Arapların putlarının sayısı. Her gün için bir put!... Görmeyen, işitmeyen, yararsız nesnelerdi tahtadan ve kaya parçalarından yapılan bu ilah ve ilaheler. Lat, Menat, Hubel ve Uzza!... Rabb’in sözde kızları ve yeryüzündeki yüce temsilcileri!... Vahşet çağını yaşıyordu insanlar. Ama kutsaldı Kâbe. Dokunulmazlığı vardı. İsa Peygambere, Ruhü’l Kudüs’e ve meleklere inanan Yemen Valisi Ebrehe, Arapların içinde putları barındıran bir tapınağa secde etmelerine ve her yıl belli zamanlarında tavaf etmelerine içerliyor, bu sapkınlığın önüne geçmenin çarelerini arıyordu. Kureyş kabilesi ile yandaşlarını kendine çekebilmenin bir yolu olmalı diyordu. Akıl danıştı, planlar kurdu, projeler üretti, nihayet muhteşem bir kilise yaptırmayı düşündü. Görkemliydi San’a kentinde yaptırdığı kilise. Çeşitli bölgelere propagandacılar gönderdi, bu muhteşem mabedi ziyaret için halkı San’a’ya çağırdı. Olmadı. Tutmadı. Kâbe’nin kutsiyetine ve şerefine inanan Arabistan halkı bu kiliseye itibar etmedi. Kudurdu kesik burunlu Ebrehe! Sıktı yumruklarını, kükredi. Hedef ; Beytü’l Mamur!... Dehşet saçıyordu. Yakıp yıkıyor, taş üstünde taş bırakmıyordu. Mekke önüne geldiklerinde,
63
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Abdulmuttalib’e ait iki yüz devenin de bulunduğu, Mekkelilerin çok sayıda develerine el koydu. Malını geri isteyen Abdulmutalib’e kesik burunlu Ebrehe sırıtarak sordu: “Ülkeni talan etmeye, Kâbe’yi başına yıkmaya gelmiş olmam umurunda bile değil!.. Sen hâlâ develerin derdindesin öyle mi?” “Onların sahibi benim,” dedi Peygamberin dedesi. Rahattı. “Sen bana sahip olduğum şeyi geri ver, ötesine karışma. Elbet onun da bir sahibi vardır...” Alaylı bir tebessümden sonra kızıl tüylü develeri sahiplerine iade etti Ebrehe. Duaya durdu Muttalib. “İlahi!... dokunulmazlığı tehlikeye düşmüş olanları koru!... Kâbe’yi, Kâbe halkını koru!” Kılıcının yönü Kâbe’yi gösteriyordu Ebrehe’nin. En önde devasa bir fil... Adı Mamud. Kıpırdamadı fil. Olduğu yerde mıhlandı. Her biri yelken büyüklüğündeki kulaklarını oynatmakla yetindi. Sonra da hortumunu kıvırıp arka ayakları üzerine çöktü, uyudu… Kısa bir uykudan sonra kalkıp koşmaya başladı. Kâbe’ye doğru değil. Yönü başka tarafa çevrilince koşuyor hem de delici bir süratle... Ama Kâbe’ye doğru döndürülünce yüzü, kapanıyor dizlerinin üstüne. Ucu sivri demirler sokuluyor Mamud kalksın ve yürüsün diye, ama nafile... Yemen tarafından bir karartı... Kapkara bir bulut gibi deniz üzerinden gitgide yaklaşan, yaklaştıkça netleşen bir karartı… Ve dehşetle açılan gözler ve sapsarı kesilen yüzler… Bir ses, “Dayanabilecekseniz bakın!” diyor. Gökten ebabiller yağıyor. Yeryüzünde hiç görülmemiş kuşlar!... İrili ufaklı, bölük bölük, fırka fırka, birbiri ardınca… Başları vahşi hayvanların başı gibi.. Gagalarında ve ayaklarında taşlar; pişirilmiş çamurdan. Kanatları benek benek kar beyazı o ilahî nurdan. Ve alınlarında bir yazı “ El – Kahhar!” Belli ki azap için yaratılmışlar. İşte başlıyor azap! Ebrehe’yle altmış bin kişilik ordusu ve sicim gibi yağan taşlar… Cehenneme döndü ortalık. İsabet alanların derileri pul pul dökülüyor, inleyerek can veriyorlardı. Çığlık çığlığa çöküyordu askerlerin üzerlerine ebabil kuşları. Zırhları delip geçtikçe parça parça oluyordu gövdeler. Kol ve bacaklar lime lime dökülüyor, eriyip toprağa karışıyorlardı. Taşlar ve kuşlar küçük, hasar büyüktü. Fil yılında olanlar Habeş ordusunun bozgunundan ibaret değildi elbet. O yıl, ağustos sıcağından sonra karanlık çöküp ortalık biraz serinlenince, gündoğumuna doğru henüz tan yeri ağarmadan, Kureyş kabilesinin Haşimi boyundan Abdulmuttalib’in oğullarından Abdullah ile Zühre kabilesinden Vehbi’n kızı Amine’den milyonlarca Müslümanın sevgilisi Allahın Resulü Muhammet Mustafa yeryüzüne teşrif buyurdular. O gün Kâbe’deki putlar da birer birer yüzüstü yere devrildiler. Hubel’in kafası koptu, Lat ve Menat ortalarından çatladı, Uzza secdeye kapandı. Ukaz panayırında Araplara bir nebi gönderildiğini haber veren Kus bin Saide kızıl devesine binip Kâbe’nin yolunu tuttu. Hayber’de bir Yahudi kâhin peygamberliğin kendi kavminden değil de Mekke’de doğan kutlu bir bebeğe geçeceğini anlayıp kahroldu. Hz. İbrahim’in tek tanrı inancında olan Kureşli Hanifler’den Varaka bin Nevfel, Osman İbnü’l-Hüveyris, Ubedullah bin Cahş ve Zeyd bin Amr, bundan böyle hak dinin yeni doğan bu çocukla geleceğini sezip onu başka ülkelerden başka kavimlerden aramaktan
64
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
vazgeçtiler. Onarımı sırasında Hacerü’l-Esved’i Kâbe’deki yerine koyma şerefi daha yirmi bir yaşında iken müşrik Arapların güvenini kazanan “Muhammedü’l-Emin” unvanını alan Hz. Muhammed’e nasip oldu. “Soyumuz içinden, onlara, senin ayetlerini okuyacak kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder Rabbimiz! Çünkü yalnız sensin kudret ve hikmet sahibi.” Hz. İbrahim’in duasıydı bu. Kırk yaşındaydı Muhammed (s.a.v.) Bir ses duydu Hıra’daki bir mağarada tefekkür hâlindeyken. “Oku!..” “Yaratan Rabbinin adıyla oku!...” Günler, haftalar, aylar sonra yeniden duydu o ilahî sesi. “Ey üzeri örtülü! Kalk ve uyar!...” O günden sonra tebliğ görevi başlamış oldu. Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’e Mekke uluları dirense de sonuçta biat ettiler. Putlardan temizlendi Kâbe. Allah’a ve Resulüne inananlar teslim oldu, arındı. “Gir cennetime!...” dedi yüceler yücesi. İşte Kapı: Kâbe. Allah’a kulluğun nişanı… Âdem’in ve Âdemoğullarının tövbe kapsı... Nebevi tarihin başlangıç notası... Kur’an’da Beyt, Mescid-i Haram, Beytullah, Beyt el Mükerrem, Beyt-i Atik, Mamur adları ile anılan kutsal ev. Ümmü’l Kura, yani memleketlerin anası, Kâbe-i Muazzama. Bayezıd-ı Bistami’nin; “Yaptığım ilk haccımda Kâbe’yi gördüm; ikinci haccımda Kâbe’yi de, Kâbe2nin sahibini de gördüm. Üçüncü haccımda her şeyi Rabü’l Beyt olarak gördüm. Kâbe’yi hiç görmedim.” dediği. Mekân-ı ilahî... Gökle bağlantılı olan bir simge… Müslümanların kıblesi, hac ibadetinin yapıldığı yer. Geçici evden sonsuzluk evine varış yolu. Allah’ın Ev’i... _______________ Kaynakça
Kur’an Yolu: Türkçe Meal ve Tefsir: I, Diyanet İşleri Başkanlık Yayınları, Ankara, 2006. İslam Tarihi, Prof. Dr. Sabri Hizmetli, Bizim Büro Basımevi, Ankara, 1999. Peygamberimizin Hayatı(Siyer-i Nebi), M. Zekai Konrapa, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1975. Sevgilinin Evi, Ö mer Lekesiz, Selis Kitapları, İstanbul, 2006. İnsanın Serüveni, Zübeyr Yetik, Beyan Yayınları, İstanbul, 1984. Şeytan, Zübeyr Yetik, Beyan Yayınları, İstanbul, 1985. Elli İki Gün (şiir), Dursun Ali Erzincanlı.
65
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
YASEMİN AKKUŞ
Altı kız kardeş oyunlar oynuyor, koşturuyor Sadi’nin bahçesinde. Boy boy altı Acem kızı… En büyükleri on yaşlarında ve diğerleri yaş yaş küçülüyor. Üstleri başları perişan, belli ki fakir bir ailenin çocukları. Dünya umurlarında değil ve nerede olduklarının da farkında değiller belki. Fakat bir gerçek var ki; o da bu küçük kızlar Sadi’nin arka bahçesinde büyüyorlar.
Ş
iraz, tarihiyle nazlanan bir şehir. İlk bakışta sıradan bir şehir görüntüsü verse de tarihinin içine girdikçe derin kimlik çıtası gitgide yükseliyor, siz farkına varmadan. Yüreğindekileri tarihine gizlemiş; ruhunu herkese göstermemeye ant içmiş sanki Şiraz. Her bakan yolcu göremez gibi geliyor bana, nazının altında saklı gizemleri. Her gören de kolay kolay çözemez, Şiraz’ın için için var olmuş sırrını, sırlarını. Şiraz deyince Taht-ı Cemşid, Kerim Han Külliyesi, dillere destan İrem Bağı, Hafız’ın Türbesi, Sadi’nin Türbesi ve daha bir sürü tarih kokan eser ve şehre has turunç ağaçları en başta zikretmemiz gereken zenginliklerdir. Şüphesiz tüm bu eserler kendi hikâyeleriyle var olmuş ve her biri bir izaha muhtaç. Fakat bu yazının konusu olan Sadi, naçizane fikrimce ilk sıraya yerleşiverdi. “Ârâmgâh-ı Sadi” ya da “Sadiye” adlarıyla dile gelen türbe şehir merkezinin biraz dışında kalıyor; ama daima turist akınına uğradığı için ulaşım gayet rahat oluyor. Sırtını dağlara yaslayan Sadi, ömrünü gezerek geçirmekten yorulmuş dinlenirken gezginlerin, hayranlarının uğrağı olmuş ve onları izliyor sanki. Gezgin şair olarak adlandırılan Sadi, artık ev sahibi ve misafirlerini ağırlıyor o güzel bahçesiyle. Şiirlerinden bir demet her köşede konuşuyor ve onu dillendiriyor.
66
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Türbeyi çevreleyen büyük bahçenin kapısında ilk cümlesini söylüyor; misafirini kapıda karşılayan ev sahibi gibi: “Şirazlı Sadi’nin toprağından aşk kokusu gelir, ölümünden bin yıl sonrasında bile.” Kapılar bu beyitle açılıyor aşk kokulu bahçeye. Şiraz’ın meşhur servinâzları sıralanıyor sağlı sollu. Rengârenk çiçekler, yemyeşil ağaçlar, yeşilin arasında saklambaç oynayan çocuklar gibi saklanan turunçlar kalbe neşe veriyor. Baharın bitmediğini müjdeleyen turunçlar küçük sevinçler gibi gülümsüyor. Yeşile renk katıyor, Şiraz’ı anlatıyor ve Sadi’ye eşlik ediyor, aşk kokusunu taşımada; bir şairin ölüme meydan okuyan yolculuğunda. Gülistan’daki güller ondan bir eser gibi bir açılıyor bir kapanıyor yaprak yaprak: “Çenân be-mûy-ı to âşüfte-em be-bûy-ı to mest Ki nîstem haber ez her çi der do-âlem hest” Sevgilinin kokusuna vurgun olan ve saçının bir teliyle mest olan Sadi, kendinden öyle geçer ki artık bu âlemde yoktur; çünkü her iki âlemden de haber vardır. “Mûy” ve “bûy” âlemlerinden gelen haberler, âşığı mest eder ve âşık varlıktan yokluğa geçer. Sadi, her ne kadar yokluk âlemine göçmüş olsa da varlık âleminde adından söz ettiriyor. Belki de var-
lık âlemindedir ve oradan yokluk âlemine haberler gönderiyordur. Mûy bu âlem, bûy öte âlem. Sadi aşk kokusunu, sevgilinin kokusunu öte âlemden Şiraz’a yolluyor. Şiraz’daki türbesi, ötelerden gelen bu kokuyu tıpkı bir mûy gibi içine çekiyor ve her zerresine sindiriyor. Sadi varlık ile yokluğun anlamını biliyor ve aşkla gelen her yolcuya ölümdeki yaşamı, yaşamdaki ölümü öğretiyor. Servinâzların arasından görünen mavi çini kubbesiyle ve pembe renkli sütunlarıyla karşımıza çıkıyor “Sadiye”. Türbenin içi ve dışı çini süslemelerle bezenmiş. İçeri girildiğinde ortada üstadın üzeri mermerle kaplanmış mezarı, arka bahçeye bakan bir pencere ve her köşede lacivert renkli çini üzerine yazılmış şiirlerini görüyoruz; Bostan’dan, Gülistan’dan şiirler… Aşk kokan şiirler.. Burası hem huzur veriyor insana hem de tuhaf bir serinlik. Dışarıda Şiraz’ın sıcağı adından söz ettirirken Sadi dostlarına cenneti vaad ediyor, huzurun serinliğine davet ediyor; arka bahçesini gösteriyor penceresinden. Türbenin sol tarafında dergâhlarla uzayan bir koridor ve bu koridorun sonunda birkaç şairin daha mezarı var. Bahçenin soluna doğru ilerlediğimizde ise yerin altında bir çayhane ve balıklı havuzla karşılaşıyoruz. Balıklı havuzda yüzen kırmızı balıklar
67
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
ve onların kaderini mecburen paylaşan bozuk paralar. Dilek havuzu olmuş burası, insanların dilek tutup attığı paralarla. Eee… O kadar yolu gelmişken dilek tutmamak ve balıklı havuza para atmamak Sadi’ye ayıp olurdu doğrusu; tabii bir de çayhanede demlenen çayın tadına bakmamak… Çayımızı alıp Sadi’nin arka bahçesine doğru ilerlerken serin bir huzura doğru seferdeyiz, aynı zamanda. Aslında başka bir zamandayız, yüzyıllarca öncesinden gelen serin bir aşk esintisi ile an değişiveriyor, her geçen saniye geçmişe yol alıyor. Beyit beyit aşıyoruz dakikaları, Sadi’yle olan yolculuğumuzda. Tarih anbean hissettiriyor kendini, Sadi’den devşirdiği mısralarla: “Gofte-bûdem çü beyâyi gam-ı dil bâ-to begûyem Çi be-gûyem ki gam ez-dil be-reved çün to beyâyi” Sevgili geldiğinde ona derdini, yüreğindeki kederi anlatacağını söyleyen Sadi, sevgiliyi gördüğünde ise ne söyleyeceğini bilemez, çünkü artık gönüldeki keder ve gam gitmiş, sevgili gel-
miştir. Tahminime göre sevgili gelmiş ve bir daha hiç gitmemiştir, Sadi’nin türbesini, arka bahçesini şenlendirir hâldedir. Belki de servinâzlar arasında geziniyorlardır ve misafirlerine aşkın kokusunu saçıyorlardır. Gülistan onların aşk bahçesi; Bostan dünya bahçesi. Gülistan’daki gül kokulu şiirler daim onları anlatadursun; şiir kokulu güller bekçi misali Bostan’da Sadi’yi bekleyedursun. Altı kız kardeş oyunlar oynuyor, koşturuyor Sadi’nin bahçesinde. Boy boy altı Acem kızı… En büyükleri on yaşlarında ve diğerleri yaş yaş küçülüyor. Üstleri başları perişan, belli ki fakir bir ailenin çocukları. Dünya umurlarında değil ve nerede olduklarının da farkında değiller belki. Fakat bir gerçek var ki; o da bu küçük kızlar Sadi’nin arka bahçesinde büyüyorlar. Birçok insanın büyük şairi ziyaret etmek için başka şehirlerden ve başka ülkelerden buraya gelmesine karşılık onlar burada büyüyorlar. Sadi ve uğruna beyit beyit şiirler söylediği sevgilisinin altı küçük kızı gibi büyüyorlar, bu bahçede. Aşk kokusunu içlerine çekiyorlar, farkında olmadan. Sadi’nin arka bahçesi bu kızlar için bir oyun bahçesi. Onun beyitleri arasında dolaşıp tarihin üzerinde serpiliyorlar. Asırlar öncesinden şiirin ölümsüzlüğünü keşfederek baki kalabilmiş şairle ölümün dahi varlığını kavrayamamış yeni neslin toprak üzerinde buluşması, bu latif manzara. Sadi’ye yoldaşlık ederken yavaş yavaş hayatın farkına varacaklar, bir gün gelecek oyun zamanları bitecek ve arka bahçeye gelmeyecekler, belki de gelecekler, sevgilileriyle bakışmak için. Ve yıllar sonra çocuklarına oyun bahçelerini anlatacaklar anlamını kavramış ve değerini bilir bir hâlde. Şimdi ise altı kız kardeş, Sadi’nin arka bahçesinde büyümeye devam ediyor, oraya gelenleri anlamsız gözlerle süzüyorlar ve nerede olduklarının farkına varmak gibi bir dertleri yok, gamları hiç yok. Çünkü sevgili geldi ve dile getirilecek keder kalmadı, gönülde. Sadi, ziyaretçilerini aşk kokusuyla karşıladığı gibi uğurlarken de bu kokunun sarhoşluğuyla gönderiyor. Mest olan misafirler geri gelme vaadleriyle vedalaşıyor; arka bahçeyle, balıklı havuzla, turunç ağaçlarıyla, servinâzlarla, Sadi’yle ve sevgilisiyle… Yanlarına getirdikleri bohçalarında bir tutam aşk kokusu, huzurlu bir serinlik, geçmişten beyit beyit dökülen şiirler kalıyor; paylaşmak ve dillendirmek umuduyla… ■
68
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Sezai Karakoç şiirlerinde “evren”den “köşe”ye bir medeniyet unsuru olarak mekân MUHAMMED HÜKÜM*
G
ecenin karanlığı gelir önce ellerimizle çizdiğimiz ülke sınırlarına, sonra kentimize, sokağımıza. Biz evlerimizin içinde karanlığa teslim olur ve evimizin rüyalarını görürüz. Oysa yazarlar ve şairler çizdiğimiz tüm sınırlardan öte medeniyetimizin rüyalarını görürler ve bize anlatırlar. Sezai Karakoç, doğu medeniyetinin rüyalarını gerçekleşmesi umuduyla tabir eden bir şairdir. Ondaki mekân düşüncesi çok geniş bir perspektif üzerine kuruludur. Mekânın sınırlarını evrenin sonsuzluğundan alıp “Samanyolu’nda Veba”dan kaçıran ve sıkıştıkça özleşen, “Köşe”ye yaklaştıkça çok geniş bir dünya görüşünün dar bir alana hapsedilmesinin yoğunluğunu imgelere gizleyen bir anlayış sezilir. “Evren” tasavvuru Sezai Karakoç şiirlerindeki tüm mekân algılarında hissedilebileceği gibi batı düşüncesindeki kozmolojik merak düşüncesi ile oluşturulmuş Ptolemios’un dünya odaklı Galileo ve Copernicus’un güneş merkezli düşüncelerine karşı doğunun “yaratılış” ve “hikmet” odaklı bir kültürel algı biçimi üzerine oturtulmuştur. “Samanyolunda Veba” şiirinde açıkça Batı modernizmine karşı yerli bir evren algısını savunur. Ve bağbozumları bizden bozulan Artık kendimize bile o kadar yakın değiliz Gece yarıları samanyolu yok Gün doğmuş doğmamış… * Kilis 7 Aralık Üniversitesi Öğretim Elemanı
“Samanyolu” burada her gece şehrin ışıklarından uzakta mahalleden, sokaktan ve evden ziyade sınırları çizilmemiş bir evren algısından izlenen dinî-kültürel bir evren algısıdır. Batının aklın sıkı kurallarıyla örülmüş evren algısı bir veba gibi insanların iliğine işlemişken doğu medeniyetinin ve İslam inancının şekillendirdiği düşünce Sezai Karakoç’un önerdiği çare olarak görülür. Karakoç’un bu evren algısı dünyayı dahi sürgün yeri olarak düşünebilecek düzeyde dinîdir. “Uzatma dünya sürgünümü benim.”dizesi İslami perspektife göre şekillenmemiş bir dünyayı yadsımak gibi bir anlamı da içinde barındırır.
Sürgün ülke…
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır… Sezai Karakoç’un şiirlerinde somuttan başlayarak ötelere ulaşan metafizik bir mekân anlayışı sezilir. Çıkış noktası olarak kasabayı alan, gittikçe genişleyen bu mekân boyutu, Anadolu’ya, sonra bir zamanlar onunla kan bağı bulunan coğrafyalara uzanarak bütün bir İslam coğrafyasına açılır. “Yabancılarca işgal edilip, toprakları gittikçe daraltılan bir ülkenin, çatısı kırmızı kiremitli tahta evlerinde oturan basma entarili kız çocukları, elinde oyuncak mantar tabancası, şalvarlı ve yalınayak erkek çocukları, Allah tarafından sürekli kurtarıcı bir sahip gözleyip duran ve yabancıların tango’lukları karşısında bütün mahareti kendine zarar verdirmeksizin bir akrebin neresinden tutulacağını bilmekten ibaret olan ve tabii ölülerin dervişlerle konuşabileceğine, yağmuru, bir demir parçasının üze-
69
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
rine oturmuş meleklerin yağdırdığına bütün kalbiyle inanan mü’min ve mütevekkil doğulu; işte şairin halkı ve ülkesi...1” Günümüzde Türk halkının “ülke” düşü yeni kurulan cumhuriyetin değerleri ve ortaya koyduğu yaşam tarzını yansıtır. Ama aslında bu düş bir imparatorluğun çocuklarının yarattıkları büyük medeniyetin özlemi içinde uyudukları gecelerin düşüdür. Ülke, her sabah uyandıklarında gördükleri rüyanın gerçekteki olmazlığının acısını tekrar tekrar yaşayan bir halkın ülkesidir. İşte Karakoç’un bir penceresi doğuya açılan, bir penceresi batıya kapanan şiir evinde çektiği çile budur. Her sabaha güneşin doğuşunu umutla izleyip her gurup vakti hüznünü ülkesine yağmur duasıyla yağdıran bir şairdir o. Birinci Dünya Savaşının ardından 20 milyon kilometreden 814 bin kilometrekareye düşen bir ülkenin terk ettiği topraklarda bıraktıkları aslında ülke kavramının bugün eksik kalan kısmını ifade etmektedir. Sezai Karakoç’un ülke algısı bu imparatorluğun algısıdır. Ve sürgün ülkeyle kastedilen imparatorluktan çekilen ve sıkışan bir medeniyetin ülkesidir. Ve haberi sorulan kuşlar bu ülkenin yitik kuşlarıdır.
bir kere kente girdin felçli kadın karyolaya bağlı haliç….. Kentse yüzyıllarca ilerde ve ötede Özellikle masal şiirinde doğunun yedi oğlu da batının en büyük şehrinde yitip gider. Birincisi törenlere ve şölenlere aldanır, ikincisi aşka, üçüncüsü kapitalizme, dördüncü oğul bilime ve akıla, beşincisi şiire, altıncısı içkiye aldanır ve baba kederinden ölür. Batı şehirleri bu bağlamda tüm kötülüklerin kaynağı olarak zihnimizde yer bulur. Yedinci oğlu abideleştiren değişime karşı direnişidir. Bu; bir kültürün, coğrafyanın ve yaşam tarzının direnişidir. En büyük Batı kentinin en büyük meydanında Durdu ve tanrıya yakardı önce Kendisini değiştiremesinler diye… Gömün beni değiştirmeden Doğulu olarak ölmek istiyorum ben Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var: Karşınızdakini değiştirmek…
Denizin kentini yakmak…
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki Fakat değişmeyecek ruhum…
Kentse yüzyıllarca ilerde ve ötede…
Sezai Karakoç’un şiirinin çıkış noktasında kent imgesinden ziyade bir kasaba ve yerel bir kaynak vardır. Kaldırımlar yerine toprak, sokak lambaları yerine dut ağaçları, binalar yerine kerpiç duvarlı evlerle başlar yaşamaya şair. Ve bu evlerin içinde televizyonla zehirlenen insanlardan ziyade, gaz lambası ışığında Hz. Ali cenkleriyle kendini dünyaya bileyen çocuklar vardır. Gördüğü her şehirde görmediği şehirleri var eden; İstanbul’da, Bursa’da, Diyarbakır’da, Konya’da Isfahan’ı, Filistin’i Şam’ı arayan gözler vardır. Denizlerin yerine nehirler vardır. Ve deniz batıda, nehir ise doğudadır… Deniz mi dedin ne denizi ben kristof kolomb’un uşağı değilim ben ırmakçıyım denizci değilim kulağımda ne bir aşk ne de bir kürek sesi bir meydan uğultusu barbar bir inşaat sesi bir kere kente girdin… (Köpük’ten) Şehir bu bağlamda lanetli bir imgedir Karakoç şiirlerinde. Özellikle batı şehirleri kaçılan, sakınılması gereken mekânlardır. Tıpkı Sodom ve Gomorra gibi…
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar En onulmaz yarası olanlar Ta kalplerinden vurulmuş olanlar Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar… (masal’dan) Batı karşısında bu duruş sadece şikâyetten ve kızgınlıktan oluşan bir tavır değildir. Zira Karakoç eleştirel bakışın ötesinde içinde aksiyonu ve çözüm önerilerini de barındıran bir Diriliş düşüncesi yaratmıştır. Batı medeniyetinin karanlık şehirlerinin yerine Yahya kemal ve Necip Fazıl’dan damıtılmış bir İstanbul düşüncesi Kudüs’le yıkanmış olarak karşımıza çıkar. Kudüs Alınyazısı Saati’nde yenilginin, ıstırabın, utancın çaresizliğin ve direnişin şehri olarak tanımlanır. …. Ve Kudüs Şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir. Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri. Ve Kudüs şehri. Artık yer şehri, toprak şehri.
70
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Ev miras değil mirasın hayaleti…
Bakır yaprakların, çelik göğdelerin, acımasız yüreklerin Demir köklerin, tunçtan ve uranyumdan dalların. Kurşundan çiçeklerin şehri.
Sizin evin duvarı taştan Dumanı da mı taştan?
Bu yenilginin yanına inşa edilecek medeniyet belki de Kudüs’ü tekrar kurtaracaktır. Bu inşanın yeri elbette ki İstanbul’dur. Ama önce “denizin kenti”nin hurma şırıltılarıyla yıkanıp kadın kabuklarından soyulması gerektir. Veli ağaçlarla ve kalbi atan mermerlerle donanması gerektir. Denizin kentini yaktım Hurma şırıltılarıyla …. Beni çocukluğumdan koparan Denizin kentini yaktım Bir kent kadın kabuklarından ……. İstanbul ey sevgili şehir Dön dön karadan gelen sesime Son veren zaman yatırında Denizden getirilen biçimine (denizin kentini yaktım’dan) Yıkanan, arınan ve Kudüsleşen denizden karaya ya da çöle yaklaşan bir İstanbul artık başkentler başkenti olmaya hazırdır.
Sezai Karakoç’taki medeniyet temelli kapsayıcı bakış şairin “ev” kavramını da çok geniş bir perspektifte algılamasını sağlar. Bu bağlamda ev düşüncesi ile medeniyet düşünü anıştıran kullanımlar görülür. “Ev miras değil mirasın hayaleti” dizesi imparatorluktan kalan mirasın Karakoç’taki yansımalarını belirtir nitelikte bir memnuniyetsizliği belirtir. İmparatorluk toplumundan sonra insanların metafizikten kopuşu “ev”in de metafizikten kopuşu olarak algılanır. Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere Anne gitti ve sular buruştu testilerde Her evde kutsal kitaplar asılıydı Okuyan kimseyi göremedim Okusa da anlayanı göremedim
Bana ne Paris’ten Newyork’tan Londra’dan Moskova’dan Pekin’den Senin yanında Bütün türedi uygarlıklar umurumda mı Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu Geceme gündüzüme Gözlerin Lale Devrinden bir pencere Ellerin Baki’den Nefi’den Şeyh Galib’den Kucağıma dökülen Altın leylak Son durak İstanbul İlk durak Ankara… İlk durak sürgün ülkenin resmî başkenti iken son durak medeniyetlerin başkentidir. Başkentler başkentidir. Bütün batı ülkelerinin karanlığının, esrikliğinin, ıslak kaldırımlarının ve korkutuculuğunun alternatifidir. Kutsanmış bir şehirdir.
Bu dizelerde şairin önerdiği ya da düşlediği ev kavramının toplumda karşılığını bulmadığı açıkça sezilir. Buna karşı bir aksiyon ve medeniyet tezi olarak “Diriliş” düşüncesi gelişir. Özellikle Taha’nın Kitabı bu yıkımdan yeniden dirilişe giden yolun hikâyesidir. Evin yitirilişinden Taha’nın yeniden dirilişine bir yol haritasıdır. Zira “Taha’nın Kitabı’nda Önce evini yitirmiştir Taha. Bu ev bir bakıma bütün bir vatandır. Ev ölmüştür. Başkaları (batı) evi tutsak etmiştir. Ev artık topyekûn batının toplama kamplarına hem de gönül rızasıyla akın akın koşup gitmektedir. Yani ev bir açıdan kendi kendini öldürmektedir. Bu intihara, evi, dünyevi bir muştu, şeytani bir muştu ikna etmiş, aldatmıştır.2” Daha özel anlamda ev romantik ve halk edebiyatı unsurlarında çıkmış gibi yerli gibi görünürken birdenbire kuvvetli metaforlarla estetik bir duruşa yönelebilir.“Sizin evin duvarları taştan dumanı da mı taştan” dizelerinde bu estetik dönüşüm birinci dizeden ikinci dizeye geçişte somut ve kırsal bir ev imgesinden soyut ve romantik bir boyuta dönüşümünü örnekler niteliktedir. Bu, Karakoç’un yerli motiflerden soyut ve kültürel boyuta geçişinin işaretçisidir.
71
Ölümün Cesur Körfezi Evlerde… İçimde ve evlerde balkon Bir tabut kadar yer tutar… Şehir kültürüne geçişte modern dünyanın insan-
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
larda yarattığı yıkımı ve sıkıştırılmışlık duygusunu “Balkon” şiiri eyvan özlemi içinde taşır annelere. Modern yaşam tarzı karşısında içine düştüğü şaşkınlığı anlayamadan eyvanlardan balkonlara göçen insanlar, bahçelerini ve enginliği arayan gözler, korkuyla aşağı bakan çocuklar, hayattan ve kiraz bahçelerinden uzaklaştırılan ruhlar bu hâlleri anlatmak için bir dehayı beklemiştir belki. Modern dünyanın doğadan kopardığı anneyi ve çocuğu, yaşamdan kopardığı erkeği anlatan bir şiirdir balkon. Hatta insanların bu insanların dünyadan kaçıp ahrette rahat edeceklerine dair inançlarını bile onların ellerinden alan bir balkon imgesi geliştirmiştir bu şiir de Karakoç. Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen Şezlongunuza uzanırsınız ölü… Şezlong pratikliğin, yersizliğin toplanıp gitmenin kelimesidir. Açarsınız küçücük balkonunuzda uzanırsınız, zaman dolunca toplar ve sorumluluklarınızın başına dönersiniz. Bu bağlamda balkon şehrin ve esirliğin hikâyesini anlatır. Gelecek zamanlarda Ölüleri balkonlara gömecekler İnsan rahat etmeyecek Öldükten sonra da Dizeleri teknolojiden ve şehirleşmeden samimi bir korkuyu dile getirerek şehirleşmenin insanların metafizik dünyalarındaki etkisini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bana sormayın böyle nereye Koşa koşa gidiyorum Alnından öpmeye gidiyorum Evleri balkonsuz yapan mimarların Medeniyet bağlamında şekillenen bir mekân olgusunun Avrupa’nın dayattığını bir düzlemde yaşam bulması -özellikle de doğu dünyasında yaşam bulması- insanların özüne kaçması ve sığınması gibi bir durumu ortaya çıkarır. Bu dizeler bu kaçışın göstergesi olarak düşünülmelidir. “Köşe”den Yeni Bir Evrene… Sen geldin benim deli köşemde durdun Bulutlar geldi üstünde durdu Merhametin ta kendisiydi gözlerin… Sezai Karakoç’un mekân anlayışının ilk noktası
belki de köşe şiiridir. İlk bakışta halk edebiyatı imgeleri üzerine kurulmuş beşeri bir aşk şiiri olarak görünen “Köşe” yerel halk kültüründen geleceğe dair bir medeniyet tasavvuruna dönüşen bir akışın şiiridir. Fabrika dumanlarında resmin Kirli ve temiz haritaları doldurmuşsun Hatırasız ve geleceksiz bir iç deniz gibi Aşka veda etmiş topraklarda durmuşsun Dizeleri Karakoç’un şiir omurgasını oluşturan medeniyet-din ve aşk düşüncesinin harmanlandığı bir alana kurulmuştur. Şiirin ikinci kısmında her dörtlük “Evlerinin içi” tamlamasıyla başlar. Bu, şiirin insana en yakın durduğu yerden –evden- başladığını ifade eden bir durumdur. Metaforların hepsi halk edebiyatı motiflerinin çağdaş şiir düzlemi içine yerleştirilmesiyle oluşturulmuştur. Evlerinin içi kabartma bahar Köşelerde keklik gibi bakıp duran saksılar Halıları öpe öpe nakış yapar nakış gibi ayaklar Siz söyleyin insan seve seve ölmez ne yapar Köşelerde keklik gibi bakıp duran saksılar Halk edebiyatı motiflerinin ustaca kullanılışı şairin medeniyet tasavvurunun kökleri hakkında bilgi edinmemizi sağlayacak kadar kuvvetli bir ipucu hüviyetindedir. Bu köşeden yükselen ses önce Leyla’yı sonra İstanbul’u, medeniyeti ve doğuyu kucaklayıp muazzam bir şiir evrenine ulaşır. Londra’da kalsa değişmeyecek Leyla, çeşmeler, Eyyub, atlar, güneş ve aynalar… Şairin şiirlerinin şifrelerinin hepsi belki de bu köşede gizlidir. İşte Sezai Karakoç’u Türk şiiri için bir “Diriliş” umudu yapan köşeden tüm evrene ulaşan bu kelimelerde gizli medeniyet düşüncesidir. Bunun için medeniyetimizin onun “Deli Köşesi”ni algılaması şarttır. Hangi köşesinde huzur o köşesinde sen Hangi köşesinde yeniçağlara uygun odalar Ben bölünmez bir şairsem Sen bölünmez bir anne Bir çeşme…■ Kaynaklar 1 Hanefi, İzzettin ,“Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde İslam İmajı” İktibas Dergisi Mayıs 2002 2 Medeniyet ve Diriliş (Hece Yayınları; 2004)
72
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
MEHMET NURİ YARDIM
Sokaklar bir bakıma büyük evlerimiz gibiydi. Yabancılar yoldan geçse de fazla durmazlardı. En fazla, türbenin önünde ellerini açıp dualarını okuduktan sonra çekip giderlerdi. Ve sokak sakinleri yine biz bize kalırdık. Dost yüzler, aşina simalar ve tanıdık çehreler...
S
okağımız nereye gitti, mahallemiz niçin kayboldu, onları bilen gören var mı? Bugün sadece levhalardan meydana gelen, adreslerde kaydı geçen sokak ve mahalleleri kastetmiyorum elbette. Sahici sokakları, gerçek mahalleleri arıyorum uzun zamandır. Bu arayış yıllar öncesine dayanıyor aslında. Büyükşehirlerde yitirdim ben o iki nazenin sevgiliyi. Seneler var ki, görünmez oldular. Önce bir tül perdenin ardına saklanıp sonra da sırra kadem bastılar. Onları özlediğimde geçmişe uzanıyorum şimdi, hasretimi dindirmek için maziye dalıyorum ve o aydınlık mekânları seneler öncesinden, çocukluk yıllarımdan çekip çıkarıyor, bir süre film seyreder gibi zihnimde canlandırıyor, hayalimde yaşatıyorum. Ev bir sığınaktı bizim için ama sokak da meydanımız, neşemiz, ümidimiz, haz ve heyecan merkezimizdi. İlk yaşlarımızda biraz ürkek adım atmıştık kapıdan dışarıya. Korkarak çevremize bakınmıştık, büyüklerimizin ellerini bırakmasak da evin dışındaki bu âlem bizi büyülemiş, biraz da ürkütmüştü doğrusu. Ne de olsa evin dışındaydık artık. Denizden çıkmış bir balık gibi hissettik önce kendimizi. Sonra alışık, aşina simalardan başka yüzler fark ettik, onlara bakıp durduk. İnsanların dışında atları, eşekleri ve başıboş gezinen inekleri ayırt etmeye başladık. Kedilerle yakınlığımız, ünsiyetimiz vardı, çünkü ev halkından sayılırlardı, ama ‘sokak kedileri’ni de görüp
73
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
şaşırdık. Kendi başlarına dolaşıp duran serseri tabiatlı sokak kedilerini... Sonra pencerelerden siluetini gördüğümüz kuşları sahiden ve daha yakından tanıdık. Kuşlar büyük bir rahatlıkla semada süzülürken bizi de kendilerine hayran bıraktılar. Uzun uzun seyrettik bu gökyüzü sakinlerini... Serçeleri, güvercinleri, leylekleri... İlk sokak oyunlarımızı evlerimizin önünde oynardık genelde. Çünkü çok uzaklaşmamız istenmezdi evden. Ne de olsa küçüktük henüz. Kapı önünde başlayan bu tatlı serüven, giderek büyüdü ve sokağımızı biraz daha yakından tanımaya başladık. Önce evimizin karşı köşesindeki türbenin önüne kadar izin verildi bize. Türbeden uzağa gidemezdik. Çünkü bu hem göz mesafesi için hem de manevi açıdan lüzumluydu. Evin penceresinden orası gözlenebilir, annemiz ablamız bizi göz ucuyla takip edebilir, gerektiğinde seslenip çağırabilir, çocuklarla bir kavgaya karıştıysak imdadımıza yetişebilirlerdi. Bir de türbenin bizi koruyacağı düşüncesi hâkimdi. Türbede yatan Şeyh Mahmut, mahalle sakinlerini korurdu ama en çok da yakınlarında oturanların çocuklarına sahip çıkardı. Yaşımız büyüdükçe, boyumuz uzadıkça adımlarımız da açıldı, mesafeleri rahatça kat etmeye başladık. Artık uzun olan sokağımızın bir ucundan öbür ucuna kadar gidip gelebiliyorduk, bu izin bize veriliyordu. Sokağın dilediğimiz köşesinde arkadaşlarımızla oynayabiliyorduk, ama sınırı aşmamak kaydıyla. Harabeden ötesi yasaktı yine de. Çünkü başka bir sokağa açılıyordu orası. Ve gözden ıraktı. Ne olur ne olmazdı, gözden de gönülden de ırak olmaya gelmezdi. Sokak oyunları sabah başlar, güneş tepemize varana, öğlene doğru biterdi. Ve biz kurt gibi acıkmış olur, evlerimize kan ter içinde dönerdik. Önce elimizi yüzümüzü yıkar sonra yer soframıza oturur, sininin altındaki örtüyü ayaklarımızın üstüne örterdik. Sofralarımızın biricik yemeği olan mercimek çorbasına dalardık. Hayatımda yediğim en lezzetli yemek, bilhassa kış aylarında çocukken tahta kaşıkla ‘götürdüğüm’ o sıcak çorbalardı. Tandırda annemin pişirdiği ev ekmeği taş gibi katı olur, onu bakır tas içindeki suda ıslatır, sonra da çorbamıza katık ederdik. Aman ya Rabbi, o ne lezzetti öyle? Şimdi lüks otellerin şaşaalı lokantalarında o lezzet bulunmuyor, inanın. Sokağın daimi sakinleri vardı. Yaşlılar bunların başında gelirdi. Ve biz o çocuk aklımızla Hamdi Dede evden dışarı çıkmış, camiye doğru yürüyorsa, öğle vaktinin yaklaştığını anlardık. Ardından Hakkı
Dayım geçerdi. Şefik Amcam ve diğerleri... Bu bir resmigeçit idi ki her gün mutlaka bıkmadan usanmadan tekrarlanırdı. Camiye genelde yaşlılar giderdi. Çünkü onlar çarşıya inemez, evde bulunurlardı. Namaz vakitlerinde dışarı çıkar, camiye yollanır, öğle namazından sonra cüzlerini okur, hatim dualarını eder, ikindiyi de cemaatle kıldıktan sonra evlerine dönerlerdi. Yaşlılar yoldan geçerken mutlaka oyunlarımıza ara verir ve geçip gitmelerini beklerdik. Hele top oynuyorsak hemencecik kenara çekilir, büyüklerimize hürmette kusur etmezdik. Bunu anne ve babalarımız tembihlerdi. “Evladım, sokakta oynarken yaşlılara yol verin, aman ha! Onlar geçerken top oynamaya devam etmeyin, Allah korusun, onlara çarparsanız, düşer yaralanırlar. Sakın evladım, aman ha!” Bu tembihleri kulağımıza küpe etmiştik. Bunu bilen yaşlılar camiye giderken bizim kenarda durduğumuzu ve kendilerini beklediğimizi gördüklerinde tebessüm eder ve bizi selamlardı. Fazla sürmezdi bu ara. En fazla birkaç dakika… Sonra aynı coşku ve heyecanla lastik toplarımıza vurmaya devam ederdik. Tabii ki, evimizin önündeki sokağın dışında, yukarı mahalleye çıkan ve aşağı mahalleye inen sokaklar da vardı. Ve onlar da bir bakıma bizim sayılırdı. Zaman zaman oralara da gider, komşu çocuklarıyla birlikte büyük bir coşkuyla top oynardık. Sadece oyun mu, hayır, türlü oyunlarımız, uğraşlarımız vardı. Misket, en başat oyunlarımızdandı mesela. Saklambaç ve diğerleri... Biraz daha büyüdüğümüzde Tommiks, Teksas gibi çizgi romanları okumaya başladık. Kitaplarımızı arkadaşlarımızla takas ediyor, birbirimize okuyorduk. Bu ilk okuma alışkanlıkları zamanla kütüphanelerin yolunu açtı. Okula başladıktan sonra kitaplarla ünsiyetimiz, dostluğumuz daha da arttı. Sokaklar bir bakıma büyük evlerimiz gibiydi. Yabancılar yoldan geçse de fazla durmazlardı. En fazla, türbenin önünde ellerini açıp dualarını okuduktan sonra çekip giderlerdi. Ve sokak sakinleri yine biz bize kalırdık. Dost yüzler, aşina simalar ve tanıdık çehreler... Sokaklar bize dar gelmeye başladığında mahalleleri keşfettik. Mahalleye çıkana kadar dünyayı evimizden ve sokağımızdan ibaret sanıyorduk. Sonra mahalleye açıldığımızda dünyanın çok daha büyük ve hareketli olduğunu gördük. Ben önce süt almak için sokağımızdan diğer mahalleye gittim. Annem
74
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
küçük bakracı elime tutuşturur, “Evladım, sütçü teyzeye git, selamımı söyle, parayı kendisine ver ve sütü al getir, yolda gelirken dikkat et aman evladım, sakın dökme!” diye de sıkı sıkıya tembihler, ikazını baştan yapardı. Elime de o zaman ortası delik kuruşlar sıkıştırırdı. Bu iş, benim için bir şehrayin gibi olurdu. Büyük bir istek ve heyecanla evden çıkar, doğrudan doğruya sütçü teyzelerin evine giderdim. Sokağımızın ucundan sağa sapar, Hakkı Dayımlara varmadan o eve ulaşırdım. Evin bitişiğinde küçük bir ahır vardı. Yaklaşıldığında kokusundan anlaşılırdı. Ve sütçü teyze, bu ahırda bulunan inekten sütü sağar, bakracıma doldurup bize verirdi. Acırdım hayvancağıza. “Bu ineğin yavruları yok mu? Niçin kendi sütünü biz insanlara veriyor da kendi çocuklarına içirmiyor. Üstelik parayı da sütçü teyze alıyordu?” diye isyan ederdim. Hatta bu durumu bir gün, sinirli bir şekilde anneme de sordum. Bana meseleyi anlattı, içimi ferahlattı. Allah’ımız hayvanları insanlara hizmet etsinler diye yaratmıştı. Mahalleyi sütçü vasıtasıyla tanıdım diyebilirim. Ama daha sonra annemlerle un değirmenine gittiğimizde çevrem daha da genişledi. Sütçülerden çok daha uzaktaydı değirmen. O da ayrı bir şölendi benim için. Götürdüğümüz buğday, beyaz una dönüşüyordu. Ama değirmenci amca, bunun için büyük zahmetlere giriyor, elimizden aldığı çuvalı çelik makinesine dolduruyor, sonra da un olarak çekiyor, torbaya dolduruyor ve bize veriyordu. Eli yüzü beyaz un içinde kalırdı. Getirdiğimiz unu daha sonra annem hamur hâline getiriyor, ev ekmeği hazırlıyor, bunu tandıra götürüyorduk. O da ayrı bir hazırlık ve çaba isterdi. Tandırdaki ateşe büyük bir korkuyla bakar, ekmeğin bu ateşe düşmemesi için yaradanıma yalvarırdım. İlk başta hoşlandığım bu eylem zamanla mekânikleşti. Ama mis gibi ekmekleri eve taşıdığımızda doğrusu hepimiz bayram ederdik. En çok da babam sevinirdi. “Şükürler olsun ev ekmeği yiyoruz, büyük bir nimet. Çarşı ekmeğinin beti bereketi yok. Çabucak bitiveriyor üstelik.” Böyle söylerdi ama, daha sonra çarşı ekmeğinin pahalı olduğunu ve babamın bu yüzden iktisatlı olan ev ekmeğini tercih ettiğini, anneme sürekli ev ekmeği yapmasını bunun için istediğini öğrenecektim. Ev ekmeği esmerdi, çarşı ekmeği ise bembeyaz. Babamın mutlu olması için yerdim o ekmeği ama, doğrusu aklım fikrim hep çarşı ekmeğindeydi. Çünkü çok daha güzel, yumuşak ve beyazdı. Mahalle sokak gibi değildi. Pek çok sokağı bün-
yesinde barındırıyordu. Nasıl bir sokakta onlarca ev var idiyse, bir mahalle de onlarca sokağa açılırdı. Tabii bütün sokakları bilemezdik, hepsini dolaşamazdık. Ama artık bir mahallemiz olduğundan haberdardık. Bizim mahallenin adı Tınaztepe idi. Bu ismi kim ve ne zaman vermiş, bilemezdik. Ama ben Tınaztepe ismini severdim. Evimizin bulunduğu yer biraz yüksekçe idi. Belki de bu yüzden Tınaztepe ismi uygun bulunmuştu. Hiç önemli değil, ne olacak ki? Mahallemizin adı başka bir şey olsaydı da sevecektim. Çünkü ben önce evimizi, sonra sokağımızı, ardından mahallemizi çok sevdim. Küçük şehrimize o zaman da hayrandım, hâlâ severim. Bu sevgi nereden kaynaklanıyor? Çünkü çocuksu şölenimizi ilk oralarda yaşadık. İlk oyunlarımızı sokağımızda ve mahallemizde oynadık. Ramazan eğlencelerini, bayram neşesini o zamanlar tattık. İlk arkadaşlıklar, ilk aşinalıklar, ilk çocukluk aşkları oralarda geçti. İlk okumalar, okula başlangıçlar, Kur’an kursuna yollanmalar hep o devirde oldu. Ve ben bugün o sokağı ve mahalleyi İstanbul’da arıyorum. Kendi adıma değil aslında, büyükşehirlerde yaşayan talihsiz bütün çocuklar adına arıyorum, ne yazık ki bulamıyorum. Bundan sonra bulabilecek miyim, hiç sanmıyorum. Çünkü o bir devirdi, geldi geçti, bir rüzgârdı esti gitti. Bir daha da o sokakları, o mahalleleri göremeyeceğiz kuşkusuz. Anadolu’da yaşayanlar elbette şanslı. Ama biliyorum ki dev binalar yükseldikçe şehir ve kazalarda o eski sihirli hayat yok olacak. Bloklar, siteler yaygınlaştıkça sokaklar kaybolacak, mahalleler başını alıp bir yerlere gidecek. Ve biz o dönemi bütün renkliliğiyle yaşayan eski zaman adamları, teselliyi herhâlde hatıralarda arayacağız. Yüreğimizde kökleşen ve sevgiyle andığımız sokaklarımızı ve mahallerimizi rüyalarımızda, hülyalarımızda bulmaya çalışacağız. Eh, bu da bir ümittir elbette. Yaşananları büsbütün unutmaktansa kendi hayal dünyamızda yaşatmak da bir tesellidir belki... Galiba şu hakikati kabul etmek zorundayız. Birlikte yaşadığımız o eski zaman adamları, annelerimiz, babalarımız, amcalarımız, dayılarımız, dedelerimiz, ninelerimiz kendi vücutlarıyla birlikte eski evlerimizi de güzelim sokaklarımızı da içimizde yer eden o mahalleleri de hatta o şahsiyetli şehirleri de beraberlerinde alıp götürdüler. Ve biz bir daha o sevimli mekânları bulamadık, bundan sonra da hiç bulamayacağız.■
75
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
ÖMER KEMİKSİZ
A
talar ne güzel ifade etmişler “Dünyada mekân, ahrette iman.” diye. Şu fani âlemde âdemoğlunun bütün çalışıp didinmesi şöyle başını sokabileceği, içinde huzur bulabileceği bir eve sahip olmak içindir. Her insanın rüyalarını süsler kendine ait bir evinin olması. Kira sıkıntısından kurtulmak, küçük de olsa kendinin olan bir eve yerleşmek hülyaların en güzelidir insan için. Bununla birlikte toplum içinde bir grup vardır ki onlar kiralık evlerde oturmaya biraz da mecburdur. Her şehirde üniversite açıldığına göre herkesin aşina olduğu bu kişiler üniversite öğrencileridir. Üniversite sınav ve yerleştirme sonuçlarının açıklanmasının akabinde bir fakülteyi kazanmanın verdiği sevinç kısa süre sonra yerini barınma problemine bırakır. Kendilerine yurt çıkan öğrenciler, çıkmayanlara nazaran şanslı addedilebilir. En azından tanımadıkları bir şehre gittiklerinde sağda solda barınacak yer aramayacak, doğrudan yurtlarına gidip, kayıt yaptırarak yeni mekânlarına yerleşeceklerdir. Yedek kontenjandan kayıt hakkı kazananlar ise, sıralamadaki yerlerine göre içlerindeki ümidi soldurmadan sıranın kendilerine gelmesini bekleyecekler, o zaman zarfında da yaşayacakları sıkıntılara göğüs germeyi öğreneceklerdir. Üniversitenin yurtlarında kontenjan sayısı azsa işte bu noktada devreye “kiralık evler” girecektir. Barınma sıkıntısı yaşadığı için
bir ev kiralamaya zorunlu olan öğrenciler olduğu gibi, yurtta kalmayı istemeyen, ev hayatı alışkanlıklarıyla üniversite tahsilini tamamlamayı düşünen öğrenciler de vardır. Üniversite birinci sınıfa yeni başlayanlardan barınma sorununu halledemeyen öğrenciler, ilk günlerde birbirleri için teselli kaynağıdır. Yurtta kalmaya başlayan arkadaşlarına şanslı insanlar muamelesi yapan bu kişiler, birbirlerini “kafa dengi” bulup anlaşabileceklerini düşünürlerse ev arkadaşlığı için ilk adımı atarlar. Nedense insan, sıkıntılı zamanlarında kendi gibi olan herkesle çok iyi anlaşabileceğini, huzur dolu bir dönem süreceğini düşünür. Onun içindir ki birbirleriyle anlaşması zor gibi görünen öğrencilerin, bir anda aynı evde kendilerini bulmaları oldukça normal kabul edilir. Otel köşelerinde kalmaktan veya varsa bir tanıdığın yanında rica minnet birkaç gün “sığıntı” olmaktan çok daha güzeldir içinde özgürce yaşanabilecek bir ev. Eve çıkmanın hayali bile mutlu eder bu düşüncedeki öğrencileri. Ders esnasında/aralarında belirlenen ev arkadaşları, dersin nihayetinde çay, kahve içmek için gittikleri bir mekânda hayallerini gerçeğe dönüştürmek için önemli kararlara imza atarlar. Daha düne kadar birbirlerine bigâne olan öğrenciler, nasıl bu kadar iyi anlaştıklarına aslında kendileri bile şaşırırlar ve mükemmel ev arkadaşları olacaklarına dair sözler
76
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
verirler. Böyle ortamlarda, ortaklığın bozulmaması için ortaya atılan düşüncelere pek itiraz edilmediğinden kararların çıkması daha çabuk olur. Ne yazık ki çoğu zaman, çarşıdaki hesap eve uymaz ve tabiri caizse cicim ayları bittikten sonra problemler de başlar. Bu her zaman böyle midir? Tabii ki hayır. Fakat birkaç sene aynı sınıfı paylaşan ve çok güzel dostluklar kuran öğrencilerin dahi okulun son senesinde eve çıktıklarında hiç ummadıkları sorunlarla karşılaştıkları da malumumuzdur. Sonuç olarak dört duvarın arasında bazı şeylerin dışardan görüldüğü gibi olmadığı idrak edilir. Üniversite öğrenciliği esnasında kiralık ev macerasına atılan gençler için bu süreç bazen sıkıntıları beraberinde getirse de sonraki yıllarda özlemle anılan bir zaman dilimi olarak hatırlanır. Neler yoktur ki bu süreçte: Ev arkadaşlarının belirlenmesinin ardından sıra kiralık ev aramaya gelmiştir ve bu iş biraz da şansla ilgilidir. Bazen günlerce dolaşılır, ayaklara kara sular iner ve hiçbir eve rastlanılmaz. Kafalar yukarıda mahalle mahalle, sokak sokak gezen öğrenciler için, penceresinde perde olmayan ev yeni bir umut ışığıdır. Zira perdelerin varlığı o evlerin kiraya/kiracıya kapalı olduğunun göstergesidir. Camlara asılı “Kiralık” yazılarının altındaki telefon numaraları itina ile bir yere yazılır. Velev ki camlarda “Aileye Kiralık Ev” yazısı varsa o numaraları kaydetmenin bir anlamı yoktur. Demek ki o evin sahibi, önceden orayı öğrencilere vermiş ve sütten ağzı yanmış gibi bir düşünceye sahip olunabilir bu durumda. Müstakbel ev sahibi adaylarını aramak için telefona sarılan –eğer kontörleri varsa- gençler, karşılarındaki insanın ses tonuna göre evin tutulup tutulamayacağını bile tahmin ederler. Telefondaki ses babacan ve hâlden anlayan bir tondaysa heyecanlar artar, öğrenciye ev vermeye pek yanaşmayacak ses tonlarında ise sıradaki numaralar çevrilmeye başlanır. Aslında bu kiracı- ev sahibi ilişkileri şehirden şehre bile farklılık arz eder. Bazı yerlerde evin öğrencilere verilmesinde herhangi bir mahsur yokken, bazı yerlerde çocuklu aileye bile ev verilmediği görülür. Benzer farklılık üniversite öğrencileri arasında da yok değildir. Evini sadece kız öğrencilere kiralık veren ev sahipleri de mevcuttur. Gurbette okuyan öğrenciler için, öyle gösterişli bir evi kiralamak fikri hasıl olmayacağından, bu noktada en önemli husus kira bedelidir ve biraz da kendilerini anlayabilecek bir ev sahibinin varlığıdır.
Etraftaki komşuların kim olduğu, neci olduğu öğrencileri pek ilgilendirmez. Onlara göre bunu düşünecek olan kendileri değil, komşulardır. Üniversiteler şehirlere yeni kurulduğunda ev sahipliği konusunda acemi olanlar, zaman ilerledikçe bu işi de öğrenirler ve ellerine gelen fırsatları kolay kolay kaçırmamaya çalışırlar. Özellikle küçük şehirlerde öğrencilerin, o yöreye ekonomik bir canlılık getirdiğini sanırım kimse yadsıyamaz. Ev sahibi- kiracı öğrenciler rekabeti kâh tatlı kâh sıkıntılı sürer gider. Bazen ev sahiplerinin fendi öğrencileri yenerken bazen de durum tam tersi olur. Öğrenciler, ne kadar çok ev arkadaşına sahip olurlarsa kendilerine düşen kiranın o kadar düşeceğini düşünedursunlar, ev sahipleri keskin zekâlarıyla bu probleme de çözüm üretmişlerdir: “Birey sayısına göre kira bedeli” adını verebileceğimiz bu uygulamada kişi sayısı arttıkça kirada da artışa gidilir. Tabii bu vahim durum karşısında öğrenciler de boş durmazlar ve yeni formüller üzerinde kafa yorarlar. Bu formüllerden en çok uygulananı da ev sahibine söylenen kiracı sayısıyla, evde yaşayan kiracı sayısının farklı olmasıdır. Dört arkadaş evde kalacağız diye tutulan evlerde bazen beş, bazen altı öğrencinin mevcudiyeti bu teorik bilginin uygulamaya dökülmüş hâlidir. Eve kiracı olarak gelen her öğrenci arkadaşlarının gözünde kendi maddi sıkıntılarını bir nebze de olsa hafifleten bir kurtarıcı iken, ev sahibin gözünde arkadaşlarını ziyarete gelen dost canlısı bir misafirdir. Çünkü ona, daha eve adımını atmadan ev sahibine yakalandığı takdirde misafir olduğunu söylemesi sıkı sıkıya tembih edilmiştir. Maazallah, yapılan eylemin ortaya çıkması kiranın artmasına sebebiyet verebileceği gibi, hiç ummadıkları bir vakitte kapı dışarı edilmelerine de neden olabilir. Olayların bu noktaya gelmemesi, misafir kiracının ağzını tutmasına bağlıdır. Eğer böyle davranırsa kendisi arkadaşlarının yanında, bazen iki üç sene misafir olarak kalabilir. Misafirlikten bahsetmişken öğrenci evlerinin vazgeçilmez mefhumlarından biri olan bu kelimeyi biraz açmamız gerekir. Zira bilenler bilir, öğrencilerin misafiri eksik olmaz. Bazen vize-final çalışmak bazen maç seyretmek bazen doğum günü kutlamak gibi sebeplerle bu tür evlerin geleni gideni çoktur. Her ne kadar kâğıt üstünde isimleri yazılı olan kiracı öğrenciler birkaç kişiyse de evi kullanan öğrenci sayısı her zaman kira ödeyenlerden birkaç kat fazladır. Bu bağlamda olaya yurtta kalmaktan sıkılan
77
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
öğrencilerin gözüyle bakmakta fayda vardır. Bu öğrenciler için, evde kalan arkadaşlar bulunmaz bir nimettir. Bu arkadaşların sayısının artması onlar için çok mühimdir. Bir gün falancada, bir başka gün filancada kalma şeklinde başlayan misafirlikler, yurttan iyice soğumaya sebep teşkil ettiğinden ve sürekli yurt ile misafirlik arasında mekik dokumak zor olduğundan günün birinde en iyi anlaşılan arkadaşların evine postu sermekle sona erdirilir. Ev kiralamaya karar veren gençler, daha işin başında etraflarındaki arkadaşlarının da kendi evleri için “gönüllü üye” olduklarını ve istediklerinde gelip kalabileceklerini, ne kiraya ne de diğer giderlere herhangi bir katkıda bulunmayacaklarını kabul etmelidirler. Buna rağmen, ince düşünceye sahip olan ve misafirliğe giderken ara sıra yanına ekmek, kuruyemiş, çikolata tarzı şeyler alarak arkadaşlarına götürenler gittikleri yerde baş tacı edilebilirler. Öğrenci evlerinden bahsetmişken ev işlerinden bahsetmemek olur mu!... Hani hiçbir öğrencinin yapmaya yanaşmadığı şu ev işleri… Ola ki içlerinden birinin sırf insaniyetlik adına ilk günlerde yapmaya kalktığı ve sonraki zamanlarda hep kendine yıkılmaya çalışılan ev işleri… Sonuçta öğrenci okumaktan, ders çalışmaktan, sınavlara girmekten vakit bulamadığı(!) için bu işler hep eksik bırakılır. Yatakların dağınıklığından tutun da mutfakta biriken bulaşıklara kadar her şey bu eksikliğin sonucudur. Hele ki mutfak kısmı… Öğrencilerin yemek yerken girmeye can attıkları ama yemeklerin yenmesinden hemen sonra arkalarına bile bakmadan çıktıkları ve bir sonraki yemeğe kadar da girmedikleri mutfakta biriken tavalar, tencereler, tabaklar kendilerine uzanacak bir yardım elini bekleyip dururlar. Herkesin diğerinden beklediği bu temizliği birisi kalkıp yapmazsa ve iş inada binerse mutfaktaki enkazın günden güne artması kaçınılmaz olur. Artık yemek pişirilecek tencere ve yemek yenecek tabak kalmazsa işte o vakit iş başa düşer. Böyle durumlarda evdeki gençlerden birinin annesinin kendilerini ziyarete gelmesi Allah’ın bir lütfüdür. Çünkü böyle anlarda, öğrenciler için temiz bir ev ve dersten sonra eve geldiklerinde kendilerini bekleyen sıcacık ve değişik türde yemekler piyango gibidir. Ev işleri hususunda bayan öğrencilerin bu konuda erkek öğrencilere göre daha titiz oldukları gerçeği kabul edilebilirse de bu durumun tam tersinin görüldüğü de olmuştur. İşbu öğrenci evlerindeki eşyaların çoğu da “ikinci
elci”den alındığından ve okul bittiğinde yine böyle bir yere veya ihtiyaç sahibi öğrencilere cüzi bir miktarla satılacağından pek itibar görmezler ve günü kurtarmak için odalara yerleştirilen nesneler olmaktan öteye geçemezler. Ev sahibi ve komşularla yaşanabilecek küçük çaplı sıkıntılar da öğrenci evlerindekiler için kaçınılmazdır. Kiranın ödemesinin gecikmesi, su ve elektrik faturalarının ihmal edilmesi sonucu ev sahibinin; müzik sesinin fazlalığı, eve gelen arkadaşların yüksek sesli konuşmaları neticesinde komşuların kapıyı çalması, gençlere eğitimden, toplu yaşama saygıdan bahsetmeleri öğrenciyken evde kalanların pek de yabancı olmadığı hâllerdir. Herhangi bir şey sormak istermiş gibi yapıp kapıya gelen ev sahiplerinin, kafalarını içeri doğru uzatıp, çaktırmadan evi gözetlemeleri, duvarları dahi incelemeleri, bazı zamanlar da yüzlerini buruşturarak evin kullanımından memnun olmadıklarını ihsas etmeleri tanıdık vakalardandır. Ev sahibiyle aynı apartmanda oturanların bu tür olayları yaşama ihtimalleri daha fazladır. Her zaman sıkıntı dıştan gelmez tabii. Ev arkadaşları arasındaki problemlerin bazen içinden çıkılmaz hâllere geldiği de olur. Arkadaşlarından memnun olmadığı için başka kişilerle gizli anlaşmalar yaparak aniden evden ayrılanlar olduğu gibi, memnun olmadıkları arkadaşlarından kurtulmak için gecelerini gündüzlerine katarak çareler arayan biçare öğrenciler de olmaktadır. Bütün bu sıkıntılar sürüp giderken gün gelir bir de bakılır ki okul hayatı sona ermiş. İşte o vakit, geçen yıllar içinde yaşanan meseleler tatlı birer anı olarak mazinin tozlu sayfalarına gömülür. Okul sonrası hayatta çeşitli ortamlarda anlatılan öğrenci evi hatıraları bazen askerlik hatıralarıyla bile rekabet eder. Her şeye rağmen… Kiracı olarak kaldığı evden ayrılma zamanı geldiğinde kapıyı çekerken geriye dönüp bakınca gözünden birkaç damla yaş döken öğrenciler yok mudur acaba? Kaldığı odanın duvarına evden ayrılırken, “Falanca bu evde yaşadı!” diye not düşenler içlerinden bir parçayı orada bırakmak istemiş olabilir mi? Yıllar sonra, üniversiteyi okuduğu şehre yolu düşenler, oturdukları evin/evlerin bulunduğu caddeye/sokağa uğramadan o şehirden ayrılabilirler mi? Sahi, öğrenci evlerinde kalanlar o yılları, o evleri unutabilirler mi?■
78
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
KEMAL BATMAZ
Ç
Çocuk için ev daha çok güvenlik anlamını taşır. Oyuncakları ve alıştığı koku ile günü geceye ulaştırabileceği sıcak ve yer çekiminin en az işlediği anne karnı gibi bir yer anlamını taşır diye düşünüyorum.
ocuk edebiyatı konusunda yakın döneme kadar başarılı eserler ortaya koyduğumuzu ve zengin bir birikimimiz olduğunu söyleyemeyiz. Buna birçok sebep saymak mümkün. Örneğin “Çocuk edebiyatı mı yoksa çocuklara edebiyat mı?” sorusunun doğru cevaplanıp doğru kategorize edilememiş olması bunlardan sadece biridir. Çözümü için ise çocukların doğru gözlemlenmesi yollardan biri olabilir. Çocuk eserlerinin çocuk yaşantısından uzak oluşu ya da yazarlarımızın çocuklarla empati kurmayışları, yazdıklarının çocukluk hatıralarından öteye gidemeyişi de sorunlardan bazılarıdır. Bu sorunlar uzadıkça uzayacaktır. Ancak tüm bu sorunlar çocuklarımız için bir edebiyat olmadığını göstermez. Çocuk edebiyatı gündeme her geldiğinde kaçınılmaz bir faydacılık düşüncesi eserin merkezine gelip oturur. Bu da eserin edebî değerini tartışılır hâle getirir. Çocuk hikâyelerinde ‘çevrenin hem yalın ve pürüzsüz bir şekilde, hem de
79
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
iyi anlatılması’ esası nitelikli eserlerin oluşturulmasını güçleştirir. Buna mukabil fayda düşüncesinin edebîlik ile bir arada işlenebilmesi eserin ve yazarının değerini artıracağı da dikkatlerden kaçmaması gereken önemli bir gerçektir. Bu noktada genel olarak amacımızın çocuk edebiyatının yetersizliğinden söz etmekten ziyade hâlihazırda var olan çocuk eserlerinin durumu hakkında bazı tespitlerde bulunmak ve çocuk edebiyatının önemine dikkat çekmek olduğunu belirtelim. Durumun önemini ortaya koyma açısından; çocuğun okuduğu ya da dinlediği eserden aldığı anlık mesajlar ile ileride edebî bir zevk oluşturması, bir estetik duygu geliştirebilmesi, güzel olanı algılayıp ayırt edebilmesi, bu dönemde alacağı alt yapı ile oluşup şekillenecektir diye düşünüyorum. Bilim, ‘çocukluk’ dönemi için genel olarak 2–14 yaş arasını esas almaktadır. Takdir edersiniz ki 2–14 yaş aralığında çocuğun gelişim süreci düşünüldüğünde çok uzun bir zaman dilimi olduğu görülmektedir. Bu sebeple bu aralıkta öngörülen eğitim boyunca eğitim materyallerinin en az birkaç defa değiştirilmesi, eğitimcinin araçlarını yenilenmesi, her yaş gurubu için zincirleme bir şekilde farklı metotlara başvurulması bir zorunluluk hâlini alır ki eğitim gerçekleşebilsin. Çocuk, bebelik evresinden çocukluğa doğru gelişirken algıları bütünden parçaya, yüzeyselden derinliğe doğru bir gelişim süreci geçirir. Çocukluk insanın henüz parçayı tam olarak algılayamadığı bir dönemdir. Bu hiçbir zaman göz ardı edilmemeli, eserler de buna göre hazırlanmalıdır. Çocuk edebiyatı denilince akla ilk gelen türler; masal, hikâye ve şiirdir. Bu türler içerisinde yoğun olarak kullanılan iki tür üzerinde duracağız: Masal ve hikâye. Masal ve hikâye nesir türünün en eski ve en çok kullanılan türlerindendir. Vakaya dayalı eserlerdir. Vakaya dayalı anlatı türlerinde de zaman, mekân, kişiler, bakış açısı ile dil ve anlatım özellikleri vakayı tamamlayan unsurlardandır.
Mekân
Yazımızın bu bölümünde çocuk eserlerinde sadece ‘mekân’a dair bazı tespitlerde bulunacağız: Çocuk eserlerinin mekânı ifade edişte çocuğa ne kadar yaklaştığı ya da çocuğun eğitilmesine ne kadar katkı sağladığının tespiti önemli bir husustur. Çocuğun oyun alanı ve vaktini geçirdiği iç mekân ile dış mekân, sokak, cadde, okul vs. hakkında tespitlerde bulunmak; bu mekânı dolduran oyuncakların ya da oyuncak yerine geçen araçların mekân içindeki kullanımları hakkında söz söylerken zaman zaman masal zaman zaman da hikâyeleri esas alacağız. Mekân eserin yapısı içinde bir yer ya da herhangi bir yer olmanın dışında bir başka amaç için de kullanılabilir. Yani sanatçının amacına ulaşmasında vakadan sonraki en değerli araç hâlini alabilir. Bu durumda yazar, mekân tasvirlerine ne kadar çok ve dengeli yer verirse vakayı da o derece etkili ve dengeli ya da tutarlı hâle getirebilir. Çünkü çocuk eserlerinde mekân ile vakanın birbiriyle olan ilişkisi çocuğun ileriki hayatındaki gerçeklik duygusunu oluşturacaktır Çocuk hayatın gerçeklerini algılamada ileriki hayatındaki başarısını ya da başarısızlığını edindiği bu bilgilere borçludur. Özellikle teknolojinin kuşatması altında çocukluğunu yaşamak zorunda kalan günümüz çocukları gerçeklik duygusunu kaybederek ait olduğu ailenin çevrenin ve beraberinde toplumun travmalar yaşamasına sebep olmaktadır. Çocuk hikâyelerinde psikolojik anlamda mekânı bölümlere ayırmak gerekir. Çünkü iç mekân ve dış mekânın çocuğun dünyasında ayrı ayrı yeri vardır. Bu iç mekân karanlık ve kasvetli ise dış mekândan daha tehlikelidir. Yalnızlığı çağrıştıran mekânlar çocuğun olumsuzladığı ve ömrü boyunca da olumsuzlayacağı mekânlardır. Çocuğun duygu dünyasında yoğun bir korkudan başka bir anlam ifade etmez. Ayrıca çocuk hikâyelerinde mekân kavramı-
80
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
nı, mekânı dolduran nesneler ve varlıklar açısından da ele almak gerekir. Şöyle ki mekânda güneş, ay, yıldızlar; peri, melek, cüce vb. olumlu nesneler ile çocuğun yetişmesi boyunca edindiği ya da dışardan öğretilen dev, canavar, cadı vb. olumsuz varlıklar yer alır. Aslında bunların çoğu masal anlatılarına ait unsurlar olmasına rağmen hayata hazırlanan çocuğun en çok muhatap olduğu mekân unsurları ya da mekânı dolduran kahramanlardır. Ancak şimdilerde bu kahramanlar da yerini kaybetmiştir. Dijital ortamda üretilen kahramanlar teknoloji yolu ile çocuklara öğretilerek paket hâlinde verilmekte, böylelikle çocuk sadece gerçeklik duygusunu değil hayal gücünü de kaybetmektedir. Çocuk eserlerinde mekân ilk zamanlarda görmeye ve tanımaya dayalı iken sonraları hayal ile şekillendiğinden çoğu zaman yaşanılan mekân ile örtüşmez. Soyut bir mekân oluşumu söz konusu olabilir. (masallar) Çocuk hikâyelerinde mekân unsurları genelde dış mekân olmakla beraber doğayı dolduran her türlü varlık da olabilir: rüzgâr, yağmur, dere, ağaç, böcek, kuş vb. dijital olmamak koşulu ile… Bu noktada teknoloji karşıtı olduğumuzu düşünenler olabilir. Bu sebeple sadece teknoloji değil, insan unsurunu yok etmeye yönelik her şeyin karşısında olduğumuzu belirtmeyi bir görev ve sorumluluk saydığımı ifade etmek isterim. Çocuğun mekânı algılayışı içinde ev sözcüğünden ne anladığı konusuna gelince; herhâlde duvarları olan bir yapıdan ziyade sıcaklığı ve kokusu olan et ile kemik arası bir şey olarak ifade etmek en isabetlisi olacaktır. Bu sebeple çocuk için ev daha çok güvenlik anlamını taşır. Oyuncakları ve alıştığı koku ile günü geceye ulaştırabileceği sıcak ve yer çekiminin en az işlediği anne karnı gibi bir yer anlamını taşır diye düşünüyorum. Çünkü ev denilen o yerde evler kurarlar, gerçek hayatta gördüklerini o evde oluştururlar ve yine aynı evde kurdukları evin babası, annesi ya da yaramaz çocuğu olurlar. Kurdukları bu evin horozu olup oyuncak araba-
ları ve uçakları ile mesafeleri bir kalemde tüketirler. Kurdukları o küçücük evde büyür büyür ve büyürler. İnsanın çocukluk dönemi vakaların tesirinde tamamlanır. Ve ne yazık ki çocuklarımız mekânın içinde yaşamazlar vakayı; vakanın içinde mekânı yaşarlar. Mekân masal geleneğindeki gibi "bir varmış bir yokmuş” niteliğinde olayı merkezlemekten başka bir işe yaramaz. Var olan şey önemlidir nerede, ne zaman ya da nasıl olduğu pek de önemli değildir. Çocuğunuza anlattığınız bir hikâyenin sonradan mekânını anlatmasını isterseniz o size olayı anlatır. ‘Beş N Bir K’ içinde önemli olan ilk ‘N’dir. Çünkü “Evvel zaman içinde kalbur saman içinde…”dir Çocuğun anne karnındaki mekânı metafiziktir, ancak sonraki de aynıdır 14 yaşına kadar. Soyuttan somuta bir geçiş yaşanır büyüyen çocuğun dünyasıyla. Eğer tekâmül tamamlanırsa tekrar soyuta dönecektir gelişme ve olgunlaşma ile. Çocuklar akşam olunca sokaktan eve gitme zamanı geldiğinde, “Evi olan evine, evi olmayan sıçan deliğine.” der. Bu söz, ya evi olmayan insan sınıfından değildir anlamına yorulmalı ya da insan sınıfından olmayanların bile bir eve ihtiyacı vardır anlamında yorumlanmalıdır. Çocuğun oyun alanında oluşturduğu mekânlara baktığımız zaman genellikle kutu gibi dış duvarları alabildiğine ince ve çocuğun vücudunu saracak kadar sıkışıktır. Bunun da anne karnına benzemesi son derece normaldir. Belki biraz abartılı bulacaksınız ama insan ömrü boyunca o anne karnındaki sıcak mekânı arar durur. Çocuğu dış dünyaya açan ‘pencere’lerin soyut ve somut anlamda hikâye ve masallarda çok sık kullanıldığını biliyoruz. Vakaya konu olan birçok şeyi çocuk pencere ya da hayal penceresi, rüyalar yolu ile görür. Bu sebeple çocuk hikâyelerinde mekân ne kadar canlı anlatılırsa anlatılsın-ki böyle değildir zaten- çocuk bunu olayla doğrudan ilişkilendirebildiği müddetçe anlamlıdır. Ayrıntıları çocuğun algılayamadığı düşünüldüğü için pek kullanılmaz.■
81
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
BİZİM SOKAKLARIMIZDI BUNLAR Akşamın karanlığı çökünce sokağın yüzüne Anlardı çocuklar eve gitme zamanının geldiğini Sonra kısalırdı ve yok olurdu gölgeler Evlerinin yolunu tutan çocuklar gibi Eriyen zamanı geri getirmek Mümkün değildi ama Sabah olunca çocuklar Kaldıkları yerden Devam ederlerdi oyunlarına
Bizim sokaklarımızdı bunlar Kaygısız ve uçarı El ele tutuştuğumuz Oyunlarımız orda kaldı Saf çocukluk aşklarımız da
Sokağın değişik yüzüydü Aşina olunmayanların sokağa uğrayışı Bazense kavgalar doldururdu sokağın göğünü Bir de kadınların bağırışı Hele yazın İnsanın sokaktan ayrılası gelmezdi Ve tatlı bir esinti dokunduğunda sinelere Sokaklar bir başka olur Yürekleri muhabbetle çarpanlar Eve gitmeyi bilmezdi
Ve Salkım söğütlerle süslü bahçelerin yerini Devasa binalar aldı Şimdi kim ağlar kaybolan sokak seslerine Mazinin derinliğinde kalan İnsan nefeslerine Şimdi kim ağlar Akşam inince sokağa Evlerde çizilen mutluluk resimlerine
Bizim sokaklarımızdı bunlar Neşeyi kahkahayı içlerinde unuttuğumuz
İSMAİL BİNGÖL
82
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
ŞİNASİ GÜLAÇTI
B
eden ruhun kafesi, ev insanın… Ancak birinde mahpusluk ikincisinde sığınma
var. Evde dışarıda olamadığımız kadar özgürüzdür. Dört duvar, bir çatı bir de üstümüze sürgülediğimiz kapı bize kimselere söyleyemediğimizi söyleme fırsatı verir; kendimizle baş başa kaldığımızda kimselere fısıldayamadığımızı fısıldamak gibi. Biz bütün pencerelerin, bütün kapıların sokağa açıldığını sanıyoruz; oysa onlar açılmak için olduğu kadar kapanmak içindir de. Evden her çıkışımızda dinginliğin ama ayrılığın, eve her dönüşümüzde yorgunluğun ama kavuşmanın parmak izini bırakırız kapıya. Eve dönmek, evden çıkmanın şartıdır. Dönüşte önce kapı sonra arkasındakiler karşılar bir kapı ve arkasındakilerin uğurladığı gibi. Bunlar hayatın tekdüzeliğini mi işaret eder? Hayır, bilâkis hayatın devam ettiğini… Evden elimiz boş çıksak da eve elimiz boş dönsek de içimizde bir yerlerde dolup boşalan bir şeylerin olduğu, onu bir şeylerin anlamlı kıldığı muhakkak. Ev kapısı ile ekmek kapısı arasındaki gidip gelmelerin ara istasyonlar gibi üçüncü kapılardan girip çıkmaların günün kaybından değil hayatın kaydından ibaret olduğunu fark ettiğimiz an mutluluğun şifresini
çözdüğümüz andır. 14.1.Mağara ve ev aforizmaları Evler biraz bize benzer ya da evlerimizi bize benzetiriz. Evler, sosyal statümüzün tapularıdır: zengin evi, yoksul evi, orta tabaka evi… Alt Gelir Toki evi… Evlerin meslek sahibi olanları var: öğretmenevi, orduevi, doktor evleri… Evlerin yaşını başını almış olani var: huzur evi… Evlerin terbiye ve tecziyeye dair olanları var: halkevi, ıslahevi, tevkif ve ceza evi… Evlerin en güzeli: dünya evi. Evlerin en misafirperveri: Devlet Konukevi… Atalarımız ne güzel buyurmuşlar : “Dünyada mekân, ahrette iman.” Yüksek yapılar, geniş salonlar, iç merdivenler, atlas halılar, ahşap oymalar, çiniler, kemerler, sütunlar, yaldızlı endam aynaları, balkonlar, cumbalar, taraçalar… Piyanolu, matmazelli, mürebbiyeli halayıklı, uşaklı evler…servet ve mevkiin aşina yüzü, kaşı gözüdür. Lakin onca makam ve mevkiye rağmen kutsal mekânların dar ve alçak kapısı bir sultanı dahi rükûa zorlar, “Haddini bil, tevazuu elden bırakma!”der. İyi de biz bunca kelamı niye ediyoruz? Hatırlatma
83
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
vazifesini ifa için. 14.2.Selim İleri Beyefendi’nin Yaşadığı Evler 31 Ekim 2009 Cumartesi tarihli Zaman gazetesinde Selim İleri’nin, “Yaşadığım Evler” başlıklı bir yazısına göz atıyoruz: “Frankfurt Seyahatnamesi’nin o sayfalarını ben de çok severim. Hâşim’in Goethe’ye duyulmuş saygı karşısında hüzünlenişi okura çarçabuk geçer. Hele o ‘mürekkep lekeleri’. Bu korunmuşluk, bu koruyuş “O Belde” şairinin ruh dünyasını allak bullak eder.” 14.2.1 Faust’un mürekkep lekeleri Söz Frankfurt Seyahatnamesi’nden açılınca biz de üşenmeyip eseri şöyle bir karıştıralım istedik. Frankfurt’a Ahmet Haşim’in penceresinden bir göz atalım: “Bütün ikinci derece Alman şehirleri gibi ahalisi saat onda horlayan tatsız bir aile şehri.” olarak tavsif edilir ancak halkı vefalıdır. “-Eski şehri gezdin mi? -Goethe’nin evini gezdin mi? …Goethe’yi ölümünden yüz sene sonra ziyaret edecek iki kişi bile bulunamaz diye düşünüyordum. Meğer aldanmışım. …Evin içi talebe yaşında çocuklardan, kızlardan, şık kadın ve erkeklerden, yaşlı efendilerden meydana gelmiş gayet temiz ve heyecanlı, büyük bir kalabalıkla dolu idi. Goethe’nin konağı kuyulu idi… Mutfağın duvarları üzerinde dizili duran elli altmış tatlı ve pasta kabı annesinin ne sıcak bir ev kadını olduğunu gösteriyordu. Ev olduğu gibi muhafaza edilmişti. Şairin hatırası bu evin her tarafında nefes alıyordu.” Şimdi gelelim yazının en vurucu kısmına. “Nihayet şairin çalışma odasına vardık. Kafileye kılavuzluk eden memur, üstü baştan başa mürekkep lekeleriyle kaplı eski bir yazı masası önüne gelip de ‘Goethe Faust’u bu masa üzerinde yazdı. Bu lekeler, Faust’un lekeleridir!’ dediği zaman kalabalığın son dereceye varan merakı ve heyecanı, ışık halinde gözlerden taştı. Herkes o mukaddes gölgeleri yakından görmek için, medenî nezaketi unutarak masaya yaklaşmak üzere kendine bir yol açmağa çalışıyordu. Bu hayran gözlerde lekeler, mürekkep lekeleri değil, fakat bir ebedî lâcivert semada, nâmütenahi yıldız serpintileri idi.”[1] 1. Bize Göre, Gurebâhâne-i Laklakan, Frankfurt Seyahatnamesi, Ahmet Haşim, hzl. Mehmet Kaplan, Kültür Bak. yay. s.184-186, Ank. 1981.
Bizim millet müze ziyaretine gitmez. Biz daha çok kabir ve türbe ziyaretçisiyizdir. Mübarek bayramlarda mezarlıkları doldurarak merhumun kabir azabını hafifletmek için Yasin ve Fatihalar okuruz. 14.2.2 Aşiyan Müzesi’nin Ne Kadarı Orijinal “Derken Aşiyan Müzesi’nin iç yüzüne geçilir.: Eşya savrulup gitmiş. Müze zaten Fikret’in ölümünden otuz yıl sonra var olabilmiştir. Şairin kitaplığı ortalarda yok. Karyola Fikret’in değil ama, onunmuş gibi sergileniyor. Asıl orijinal möble savrulup gitmiş.” “Neyse ki yazı masasıyla koltuğu Fikret’in sahte değil.’Gerçi bunlar bir vakitler Edebiyat Fakültesi’ne armağan edilmiştir ama Müze kurulurken, Fikret’in arkadaşlarından birinin anımsamasıyla, Fakülte ambarına atılmış olan kanepe ve koltuklar oradan çıkartılarak Müze’ye alınmıştır.’ Salah Birsel’in bütün bunlara rağmen umutlarını söndürmez…” 14.2.3 6-7 Eylül Kepazeliği “6-7 Eylül kepazeliğiyle Rum yurttaşlarımızın İstanbul’u terk etmedikleri zaman dilimiydi…. Komşumuz Madam – Ah adı neydi?!- ellilerine merdiven dayamışken, o eski kocaman pikaplarda bütün günler Elvis Presley ve Adriano Celentano dinlerdi, kömür plakları Atina’daki akrabaları göndermiş. Celentano’nun “Kiss me good-by”ı bugün de kulaklarımda yankır.” O madamın adını nasıl unutursunuz beyefendi?! “6-7 Eylül’den sonra Rum yurttaşlarımız Cihangir’den, İstanbul’dan parti parti gittiler. Gözyaşlarıyla örülü ayrılık, veda ediş sahnelerini unutmadım.” 14.2.4 “Özgür Ansiklopedi Vikipedi” der ki Şimdi gelelim Özgür Ansiklopedi Vikipedi’ye. Okursanız üslup açısından Selim İleri ile bir örtüşme olduğunu görürsünüz. Merak etmeyin, ansiklopedi maddesinin bu kısmını Selim İleri yazmamıştır; bundan eminiz. “6-7 Eylül 1955 olayları, Rumların büyük göç dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden oldu. Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için, yaşananlar, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı olmuştu. Hangi parti iktidarda olursa olsun, gelecekte de ayrımcılıklara maruz kalacakları düşüncesiyle ve kendilerini güvende hissetmedikleri için, özellikle Rumlar yurtdışına göç kararı vermişlerdir. Nesiller boyu bu toprak-
84
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
larda yaşamış olan İstanbul’un gayrimüslim yerlileri, bu gibi davranışlar sonucu evlerini ve anavatanlarını terk etmek durumunda bırakılmışlardır. Ancak hükümetin o dönemde kabul etmediği olaylar 1998 yılı içinde bir meclis önergesi sırasında kabul edildi. Tazminat değeri olan 70.000 Lira vermeye yanaşmayan hükümet bu konuyu da hızla örtbas etti.” Pekiyi, söz konusu parayı versek Özgür Ansiklopedi bu maddeyi sayfalarından silecek mi? Ya da Hürriyet gazetesi halktan özür dilese… Ne alaka derseniz buyurun: “O dönem Türkiye’de en çok satan gazete olan Hürriyet, başlığında İstanbul’daki Rum azınlığın aralarında bağış toplayarak Kıbrıs Rumlarının ENOSİS çetelerine gönderdiğini yazıyordu.” Adım gibi eminim ki bizim Rum azınlığımız asla böyle bir şey yapmaz. O zamanki çok satan Hürriyet’in asparagasıdır bütün bunlar. 14.2. 5 Kıbrıs Maraş Bölgesi Trabzon Caddesi Kıbrıs’taki Maraş bölgesine Rumların dönmesi de bizim azınlık vatandaşlarımızın kaygısı değildir. Evlerin bomboş durması en çok beni tedirgin ediyor. Oraya bin kadar Kahramanmaraşlı bir o kadar Trabzonlu gönderip iki mahalle oluştursak, caddelerden birine Trabzon diğerine Maraş Caddesi adını versek ve ortaya da İsviçre tarzı bir cami kondursak ne hoş olurdu. Yoksa işgal mi olurdu? Öyle ya, doğulu ve batılı kimi dostlarımıza(!) göre biz Anadolu’nun işgalcileriyiz. Bu toprakları kan ve ter dökerek almamış da referandumla almış gibi tavırlar takınanlar da bunların mantıkdaşları. Bu kez Selim İleri’nin Yaşarken ve Ölürken[2] romanından bir kesit: “…bu kentte niçin yaşadığımı bilmiyorum. Yoksa aylak, serseri, işe yaramaz bir adam mıyım ben? Ne zaman yaşayışımı bambaşka özlemlerle birleştireceğim. Ne vakte kadar bu pisliğin içinde debelenip duracağız? Ve çöpçüler yaşamımız denli çirkefleşmiş anacaddeyi temizliyorlardı…”(s.188) Bu sözleri kime söyletelim? Güney Kıbrıslı ya da Türkiyeli bir Rum’a mı, Kuzey Kıbrıslı ya da Türkiyeli bir Türk’e mi? ‘Yaşamını bambaşka özlemlerle birleştiremeyen’ o kadar insan var ki şu dünyada! Biz her halükârda yazarımızın Bir Akşam Alacası[3] 2. Selim İleri, Yaşarken ve Ölürken, Everest yay. İst. 2009. 3. ________, Bir Akşam Alacası, Everest yay. İst.2010.
adlı romanında yer alan “Bir uygarlığı aramak ve beslemek zorundayız.”(s.104) dileğine katılıyoruz. Aynı eserin sonunda yer alan bir röportajında[4] söylediklerine katıldığımız gibi: “Ve ben hâlâ umuyor, inanıyorum ki, güncel çirkin siyaset aradan çekildiğinde, bu toprağın insanı inanılmaz uygar! Beş bin yıldan bu yana.” Türkler, öğünmek gibi olmasın ama, Anadolu toprağındaki beş bin yıllık sürecin en asli, en asil, en şerefli unsurları ve ev sahipleridir. 14.3 Türk geleneği Türk mahallesi Evden bahsedildiği yerde mahalleden bahsedilmezse olmaz. Bizim mahalle anlayış ve ahlakımız, mahalle arkadaşlığımız elbette yine bize özgü. Bizim mahalle arkadaşlıklarımızın birçoğu öyle ilerler ki bunun bir adım ötesi uğrayarak mahalle akrabalığıdır. Merhum Samiha Ayverdi Hanımefendi’nin İbrahim Efendi Konağı’na bir göz atalım. “Binlerce yıllık gelenekleşmiş Türk Psikolojisi, bir merkez etrafında toplanmayı çok sevmiştir. Tâ atlı medeniyet çağlarında yüzlerini Şark’a da Garb’a da çevirmiş olan Hun, Uz, Peçenek ve Kıpçak akınlarının muvaffakiyetleri, ancak kuvvetli bir reise sâhip olmak tâlihine eriştikleri zaman tahakkuk etmiştir.” Gittikçe demokratikleşen toplumlarda aile reisi karı mı koca mı olmalı tartışmaları yasama organlarını zora soktuğundan kuvvetli reislerin çıkması mümkün gözükmüyor. Mümkün mü derseniz, bunun cevabını herhâlde ben veremem. Önce-tabii bulursanız- “……. hanım diyor ki” lerle söze başlayan siyasetçilere sorun. Söz konusu eserde mahallenin kuruluş felsefesine göndermeler de yer alır: “Bir mahalle, cemiyet bünyesi içinde sağlam bir hücre, üreme ve devam vazifesini bir ibadet kutsiyetiyle üstüne almış bir kale demekti.” “…Böylece de çeşmesi, sebili, imâreti, medresesi, meydanı, ağacı ve çarşısıyle mahalle, bir amme hizmetleri müesseselerinin sosyal ve bediî dekoru içinde, uzlaşmış ve anlaşmış, bir bütün olmuştur.” Bence yukarıda vurgulanan mahalle “bütünlüğü”nün korunması ve geliştirilmesi noktasında acilen bir sokak ve mahalle açılımına ihtiyacı var. Aksi hâlde Madam Bovary’nin muhterem kocası Charles’ın sözleri gibi kaldırımlar daha çok aşınacak.■ 4. ________, age., s. 304.
85
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
İHSAN YAŞA
Ş
ehirlerin insana verdiği değişik bir karakter ya da şehirliye mahsus bir davranış biçimi var mı? Veya köyde, kasabada yaşayan insanlarla şehirde yaşayanlar arasında hâl ve hareketlerde, kişilikte, hayata ve olaylara bakışta ne gibi farklar var? Köylük yerlerde olmayan yüksek apartmanların, büyük tarihî eski binaların, ışıltılı kalabalık caddelerin, tanınmadık yabancı yüzlerin, tespih gibi dizilen renk renk arabaların, korna seslerinin, egzoz dumanlarının, kalabalık ve gürültü kirliliğinin insan kişiliği üzerinde bir miktar etkisi olduğu muhakkak. Şehirde bulunan çarşıların, albenili giyim kuşam ürünlerin, göz kamaştıran parlak avizelerin, vitrinlerdeki renkli, süslü oyuncakların, ağız sulandıran çikolata, şeker ve envai yiyeceklerin, yarı çıplak bayan ve erkek maketlerin veya caddede dolaşan makyajlı, açık, köydekilere göre kısa giyimli bayanların ve daha nicelerinin insan ruhunda bazı teheyyüçler meydana getirmesi de mümkündür. Ama bizim asıl merak ettiğimiz ve üzerinde
Şehir insanını bencilleştiren, gerginleştiren ve çevresiyle her an kavga edip kalp kırmaya hazır bir hâle getiren faktörlerden biri de günlük telaş, endişe ve medyanın devamlı gündemde tutuğu süfli arzu ve zevklerdir. 86
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
durmak istediğimiz, şehirdeki kültürel atmosferin ve yaşama biçiminin insan üzerindeki tesirleridir. Ayrıca köyde sürekli olarak bildik simalarla beraber olan bir insanın, şehirde hiçbir tanıdık yüzle karşılaşma ihtimali olmadan, dolayısıyla dünyevi manada kendisini kontrol altında hissetmeden dolaşırken hangi duygu ve düşünceler içinde olduğudur. Bu anlık özgürlük ve serbestliğin şehre yeni gelmiş taşralı üzerindeki etkisini, bu durum süreklilik arz ettiği takdirde, yani o kişi şehirde devamlı oturan biri hâline geldiğinde, söz konusu olan hür ve serbest hayatın kişinin şahsiyeti ve davranışları üzerinde ne gibi değişiklikler meydana getirdiğini de çoğu kere düşünmüşüzdür. Sinema, tiyatro ve eğlence merkezlerinin olmadığı ortamlarda yetişenler ile bu sanatların bulunduğu ortamlarda yetişenlerin kişilik, davranış ve zevkleri arasında da mutlaka belirgin farklar vardır. Diğer sanat dallarıyla (musiki, resim, heykeltıraşlık vs.) ilgilenmek, edebiyat ve kültürel faaliyetlerde bulunmak ve başka sosyal aktivitelere katılmak da muhakkak ki, insanlar üzerinde farklı bir tesir icra edecektir. Onların da davranış ve karakterler üzerindeki olumlu ya da olumsuz rolü olacaktır. Hülasa, yukarıda örneklerini verdiğimiz, köy veya kasabalarda olup da şehirlerde olmayan, ya da şehirlerde olup da köy ve kasabalarda bulunmayan fırsat ve imkânların insanları şu veya bu istikamette etkilediğine hep inanmışızdır. Daha ziyade Sosyal Psikolojinin meşgul olduğu bu gibi konular merakımızı hep celp etmiştir. Bu iki kesimin herhangi birine üstünlük veya düşüklük payesini vermeden hemen şunu söyleyebiliriz ki, iki ayrı sosyal muhitten gelen bu insanların birbirlerinden istifade edebilecekleri pek çok özellikleri vardır. Biz bunlardan birkaç örnekle konuyu biraz açalım.
Şehirdeki insanlarla köydekilerin bazı özellikleri
Şehirdekiler daha ziyade bireysel hayat biçimini benimsemişler. Bu bir tercih mi, yoksa farkında olmadan içine düştükleri ve mecburen yaşadıkları bir durum mu? Bu hususta kesin bir şey söylemek zor. Belki de içtimai hayatın zaruretlerinden biri olan başkalarının maddi ve manevi sıkıntılarına ortak ve destek olmak için yeteri kadar vakitleri
ve imkânları yoktur. Artık geçim sıkıntısından mı, gelecek kaygısından mı, yoksa günlük koşuşturmanın tesirinden midir, şehirde herkes kendi derdine düşmüş gibidir. İnsanlar sadece kendini düşünmekte, sadece ailesiyle ilgilenmektedir. Oysa köylük yerde yaşayanlar maddi varlığı iyi olmasa da, karınca kararınca birbirlerine sürekli destek olmakta, dayanışmayı en üst seviyede tutmayı becerebilmektedirler. Mesela bir köy veya kasabanın sokağında kimsesizlikten dolayı insanların öldüğü vaki olmamıştır. Köylük yerde deliler, özürlüler, kimsesizler, yoksullar yıllarca beslenirler. Şehirdeki insanda ne böyle bir sabır ne de böyle içten gelecek bir fedakârlık mevcuttur. Hayata ve insanın yaradılış gayesine bakış köydekilerde daha nettir. Kâinatı, Yaradanı, cemiyeti, kendi hâllerini, öbür dünyayı etraflıca düşünmeye (tefekkür) vakit ayırabildiklerinden olsa gerek, bu fani dünyaya fazla bağlanmak istemezler ve dünya malı için aşırı hırslanmayı doğru bulmazlar. Aşırı hırsın başkalarına zarar verdiğini anlamışlardır. Yaşadığımız dünyanın, öteki ebedî dünyayı kazanmak için geçici bir konaklama yeri, bir han olduğuna inanırlar. Ölümün her an, herkes için mümkün olabileceğini düşündüklerinden ve böylesi bir durumda köydeki akrabaların veya diğer insanların çoluk çocuğuna sahip olacaklarından emin oldukları için, vefat hâdiseleri veya diğer felaketler karşısında metanetini koruyabiliyorlar. Zaten ölümü ‘bir yok oluş’ olarak değil de bir dünya değişikliği ve hakka yürüme olarak görüyorlar. Bir ölüm vakası karşısında şehirdekilerin çoğu gibi -istisnalar dışında- saçını başını yolarak, onu bunu suçlayarak, âdeta bir isyan duygusu içine girmezler. Gök kubbe başına yıkılmış, her şeyini kaybetmiş gibi bir boşluk içine düşmezler. “Veren de, alan da Allah’tır, demek ki vadesi dolmuştur…” diyerek kolayca teselli bulurlar. Şehirdeki insanlar kadar yıkılmaz, kendilerini harap etmezler. Depresyona girdikleri nadirdir. Kısa zaman içinde hayata avdetle kaldıkları yerden işlerine devam ederler. Gönül zenginliği, insani özelliklere sahip olma, huzuru ve mutluluğu yakalama bakımından köylülerin daha donanımlı olduğu görünmektedir. Olaylar karşısında soğukkanlılığı muhafaza etme, sabırlı olma, her meseleye temkinli yaklaşma gibi melekeler de gene köylülerde daha fazla gelişmiş-
87
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
tir. Aklıselim ve kalbiselimleri sayesinde köylüler daha tutarlı davranışlara sahiptirler. Siyasetçilerin ve sosyal bilimcilerin sık sık ‘halkın engin sağduyusu‘ dedikleri şey, galiba şehirlilerden ziyade köylülerde görülen bu güçlü meziyetlerdir. Aslında şehirlilerde de eskiden bu hasletler vardı ama dünyadaki ve ülkemizdeki insanların pek çoğunun medyanın ve sanal âlemin tesiri altında kalarak âdeta robotlaşmaya doğru gitmeleri yüzünden, hislerinin ve insanî özelliklerinin bir kısmını kaybetmişlerdir. Bu olumsuz gidişe bir çare bulunmadığı takdirde televizyon ve internetin menfi etkileri sebebiyle köylülerin de uzun vadede bozulması mümkündür. Şehirdeki sosyal hayatın gevşemesinden dolayı, saldırganlık, kavga, geçimsizlik, okuldan kaçma, hırsızlık, ırza geçme, sapıklık, uyuşturucu madde bağımlılığı, soygun ve cinayet gibi pek çok suç köydekilere nazaran artmıştır. Suç oranlarının köyde daha az görülmesinin sebeplerinden biri, çocukların önünde kötü değil, iyi örnek teşkil eden olgun insanların bulunması olduğunu sanıyorum. Çünkü davranışlar da diğer bazı hastalıklar gibi bulaşıcıdır. Anne babaların ve diğer büyüklerin bazı iyi davranışları gibi kötü davranışları da çocuklar ve gençler tarafından kapılır ve aynen taklit edilir. (İnsanların anne ve babalarına benzemesinin irsiyetten başka, bir diğer sebebi de budur) Köylük yerdeki insanlar konuşmaktan ziyade dinlemeyi tercih ederler. “Söz gümüş ise sükût altındır.” düsturu en çok köylülerde görülür. Belki bundan dolayıdır ki köydeki çocuklar büyüklerin yanında konuşmaktan âdeta utanır, çekinirler. Hatta bu suskunluk bazen ölçüyü aşan bir dereceye vardığı için köy gençleri zaman zaman kendilerini ifade etmekte yetersiz kalıyorlar. Oysa şehirde yaşayan günümüzün çocukları ve büyükleri -eski kuşaklardan farklı olarak- dinlemekten ziyade fazla konuşmaya alışmışlardır. Bu yüzdendir ki, birçok konudaki bilgileri yüzeyseldir, hatta söylediklerinin bir kısmı: ‘çok konuşan çok yanılır.’ misali yanlıştır. Genel kültür ve ansiklopedik bilgi bakımından şehirdeki insanın kafası belki daha doludur ama muhakemeleri, meselelere çok yönlü bakma yetenekleri zayıf olduğu için beyinlerindeki bilgileri yerli yerinde ve doğru bir şekilde kullandıkları söylenemez. Çünkü izan ve irfan eksik. Çoğu zaman olaylara tek pencere-
den bakıp sadece gördükleriyle yetinirler. Meselelerin arka planında neler olabileceğini, görünenin gerisinde görünmeyen faktörleri düşünme, hesaba katma kabiliyetleri az. Şehirdekilerin insanları değerlendirme ölçüleri de değişiktir. Kişilerin şık ve uyumlu giyinip giyinmediğine, düzgün konuşup konuşmadığına, aksanına, maddî varlığına, görgüsüne fazla önem verirler. Köyde ise bunlardan ziyade kişilerin özüne, huyuna, niyetine, kısacası dışına değil içine bakılır. Çabuk sinirlenip hemen ağız kavgasına tutuşan, çabuk alınganlık gösteren, tez heyecanlanıp ani tepkiler veren, hiçbir şeyi yeterli görmediği için tam olarak tatmin olmayan, daima daha fazlasını isteyen şehir insanına karşılık, köy insanı daha sakin, mütevekkil, kanaatkâr, tefekkürü elden bırakmayan huzurlu bir yapıya sahiptir. Köy veya kasabadakiler kanaatkâr oldukları için elindekilerle ve bulduklarıyla yetinirler, dolayısıyla daha mesutturlar. Dünyaya fazla tamah etmezler; aşırı tüketici değillerdir. Şehirdekiler gibi üst baş, ev eşyası, araba ve evini sık sık değiştirmezler. Muhtemelen bu özelliklerinden dolayı teşebbüs ruhları ve yaratıcılık kabiliyetleri şehirdekiler kadar kuvvetli değildir. Bütün insanlar köyde yaşamış olsaydı, bilim ve teknoloji belki gene ilerlerdi ama herhâlde bugünkü hızla değil. Şehir insanındaki bu girişimcilik ve yaratıcılık ruhu ile köy insanındaki bu sükûnet, tevekkül ve huzur aynı kafada bulunsaydı, bu ince denge sağlanabilseydi, işte o zaman dünyada, hem teknoloji, hem de insana mutluluk veren hususlarda daha büyük gelişmeler olur, fert, aile ve insanlığın saadeti gerçekleşebilirdi. Şehir insanını bencilleştiren, gerginleştiren ve çevresiyle her an kavga edip kalp kırmaya hazır bir hâle getiren faktörlerden biri de günlük telaş, endişe ve medyanın devamlı gündemde tutuğu süfli arzu ve zevklerdir. Kıskançlık da aynı sebeplerden kaynaklanmaktadır. Köydekilerin aksine şehirdeki insanların hemen her davranışının altında tatmin olmayan duygular, gösteriş ve şatafatın izlerini bulmak mümkündür. Nasıl eğleneceğim, nereye takılacağım, sınır tanımayan nefsimi nasıl tatmin edeceğim veya kişi geçim sıkıntısı çekiyorsa nasıl para kazanacağım, nasıl ay sonunu getireceğim, çocukların tahsili ne olacak gibi düşünceler sürekli kafasını meşgul etmektedir. Kentli bu zihinsel yorgunluklarla boğuşurken bir de bakar ki
88
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
gün bitmiş, ay bitmiş hatta ömür bitmiştir. İnsanî meseleleri, toplumun ve ülkenin geleceğini, ezelî ve ebedî davaları hatırlayacak vakti ve takati kalmamıştır artık. Bilim, sanat, edebiyat ve kültür alanlarındaki diğer gelişmeler, şüphesiz şehir hayatı sayesinde olmaktadır. Zira köy ve kasabalarda bu atmosfer ve imkânların bulunması kabil değildir. Ayrıca fikir erbabı insanlar, bilim, sanat ve kültür adamları şehirlerde bulunmaktadır. Dolayısıyla üst seviyedeki fikir münakaşaları, konferanslar, sergiler, bilimsel kongre ve seminer gibi çalışmalar ancak şehirlerdeki üniversitelerde ve kültür mahfillerinde mümkündür. Bu faaliyetlerin, ilgilenenlere kazandırdığı genel kültür, bedii güzellikleri tanıma, vizyon ve yaratıcılık kabiliyeti şüphesiz şehirlinin artılarındandır. Gene şehirlilerde daha fazla bulunduğunu sandığım uyanıklık ve girişkenlik gibi üstün meziyetler, sadece şahsî menfaatler için değil de toplumun ve milletin yararı istikametinde kullanıldığı takdirde, kentli için artı bir değer olarak kabul edilebilir. Bütün bu faktörlerin insanların zihniyet yapısına, dünya görüşüne, görgü ve zevklerine, hatta ruhî ve fikrî kişiliğine tesir etmemesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu iki kesimin davranışları arasında bir fark olması tabiidir. Fizikî çevre, coğrafya ve iklimin de insan karakteri üzerinde bir miktar etkisinin olduğu bilinmektedir ki, bu Ekolojinin mevzuu olup ayrı bir şeydir. Köy yaşantısından uzaklaşıp şehir hayatının içine katılan insanların, yukarıda belirtmeye çalıştığımız bazı özelliklerini kaybederek, yeni davranış biçimlerini kazanmaları genellikle bir tereddüt ve bocalamadan sonra gerçekleşmektedir. Yeni hayat tarzına karşı evvela bir direnme olmakta ama bir süre sonra söz konusu değişim ve dönüşüm yaşanmaktadır. Keşke bu süreçte insanlar köyde iken sahip oldukları erdemlerini kaybetmeden, kişiliklerini şehir hayatının verdiği estetik duygular, ufuk açıcılık, girişimcilik ve yaratıcılık ruhuyla taçlandırabilselerdi. Bu iki kesimin zihniyetini ve kişiliklerini karşılaştıran, zaaflarını ve üstünlüklerini işleyen, olumlu taraflarını öne çıkaran ama aynı zamanda sanat kaygısı da taşıyan gerçekçi bir roman okumayı ne kadar çok isterdim.■
EV
Ev, ne kadar güzel evdir, İçinde huzur olursa. Gönüller alev alevdir, Cumhuru cumhur olursa! Bin çile-dert bu hayatta; Her işaret tabiatta. İz iz belirir sanatta; Aşk, billûr billur olursa! Gün dönüp ışık sönünce; Renkler, tek renge dönünce; Yönler sonsuzun yönünce; İman nefse sur olursa! Kıvranışın ve yanışın, Pırıl pırıl için-dışın. Ve gönülden yalvarışın Özünde umûr olursa Mesut, rahat, güçlü, zinde: Yol aranmaz ise kinde. Sevgi örülür kabinde Bir ilahi nur olursa! Dolsun neş’e, coşku civar; Şahlan artık, uç şehsuvar! Cihânı güzellik sarar Türk evi mamur olursa!
M. HALİSTİN KUKUL
89
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Hastanede bir sabah ÜMİT FEHMİ SORGUNLU
B
ir yaz gününün aydınlık sabahlarından biriydi. O gün Devlet Hastanesi'nin bütün poliklinikleri erkenden dolmaya başlamıştı. Ultrason bölümünün önü de diğer kısımlar gibi kalabalıklaşmaya başlamıştı. Üç gün önce aldığım randevu kâğıdını sekretere uzattım. Umarsız bir biçimde elimdeki kâğıdı alıp bilgisayara baktı. Sonrada birtakım tuşlara basıp yazıcıya gönderdi. Çıktıyı aldı, yüzüme bile bakmadan bana uzattı. - Buyurun beyefendi 4 numaralı oda, 5. sıradasınız. Sıramatiği takip edin lütfen. Sekreterlikten ayrılıp 4 numaralı odayı buldum. Sıramatiği iyi takip edebilmem için karşısındaki sandalyelerden birine oturdum. Hemen yan tarafımda bir delikanlı ile genç kız oturuyordu. Ben oturur oturmaz delikanlı bana yanındaki kıza hava atmak ister gibi afili bir bakış fırlattı. Kardeşi ya da nişanlısı olmalıydı. Kara, hafif etine dolgun, orta boylu bir kızdı. Delikanlı, elinde tespih, ayak ayaküstüne atmış, gelen geçen erkekleri yanındaki kıza bakıyorlar mı bakmıyorlar mı diye sürekli kontrol ediyordu. Göz ucuyla beni süzdükten sonra, kendileri için zararsız birisi olacağıma kanaat getirmiş olmalı ki, bakışlarını üzerimden alıp kalabalığın arasında amaçsız gezdirdi. Henüz doktorlar gelmediği için sıramatikler çalışmıyordu, ama her gelen kendi gireceği odayı iyi görebilecek sandalyelerde birer ikişer yerlerini alıyorlardı. Bir kısmı da ayakta gezinmeyi tercih ediyordu. Yaşlı, kirli sakallı, kasketli bir adam, ilkokul çocukları gibi bir kusur işlemekten korkarcasına yanındaki çocuğun ellerini sıkı sıkı tutmuş, bir numaralı odanın yanında dikiliyordu. Esmer cılız bir çocuk. Torunu olmalıydı. İğreti, isteksiz bakışlarla etrafı süzüyordu. Bir numaralı odanın kapısı açıldı ve bir hemşire çıkıp doğruca adama yöneldi. - Çocuk kaç yaşında? Adam çekinerek sessizce konuştu. Bulunduğum yerden ne söylediğini duymamıştım. Ama hemşirenin çıktığı odaya yüzünü bile dönmeden bağırmasından herkes çocuğun yaşını öğrenmiş oldu. - Beş!
90
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Anlık bir süre bekledi. İçerden hiçbir ses gelmeyince, yine odaya arkası dönük olarak bağırdı. - Beş yaşında!... Yine ses alamayınca bu kez odaya dönüp yürümeye başladı. - Çocuk beş yaşında! Ya Gülşen uyuyor musun be!.. İşledin mi? Hemşire çıktığı odaya tekrar girdi. Sonra tekrar çıktı ve sekreterliğe doğru yürüdü. Giderken de yaşlı adama: - Tamam amca, dedi. Doktor gelince önce senin çocuğu alacaklar, acilmiş. Bu arada tekerlekli bir sandalyeyi sürerek yetmiş beş seksen yaşlarında uzun beyaz sakallı bir adam bir numaralı odanın kapısının önüne geldi. Eğilip sandalyede oturan yaşlı kadının kulağına bir şeyler söyledi. Sonra da odayı parmaklarıyla tıklattı. Çıkan hemşireye elindeki kâğıdı uzattı. Hemşire şöyle bir baktıktan sonra: - Tamam amca, henüz doktorlar gelmedi. Gelince önce senin hastanı alacağız. Demek her numaranın bir acili oluyormuş. Bakalım 4 numaralı odanın acili kim? Henüz gelmediğine göre belki de yoktur. Saatime baktım 9 a 5-6 dakika vardı. Ultrason odalarının bulunduğu ara bölüm yaşavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Bu arada bizim bıçkın delikanlının yanındaki kız başını erkeğinin omzuna koymuş, el ele bir pozisyonda, fısıldaşıyorlardı. Böylece kardeş olmadıklarını anlamıştım. Bir ara delikanlı elindeki tespihi düşürdü. Kız hemen eğilip aldı ve gülerek nişanlısına uzattı. İkisinin de ilkbaharı henüz başlıyordu. Karşımdaki sıralarda oturan altı bayanın beşi başörtülü, biri açıktı. Kendi aralarında gülüşüyorlardı. Hele içlerinde biri vardı ki, taze gelin olduğu yanındaki yaşlı kadının ha bire çekiştirip bir şeyler söylemesinden anlaşılıyordu. Başörtüsünün çevrelediği esmer yüzü makyajsız olmasına rağmen o kadar güzeldi ki, sanki bir film artisti rol icabı başını örtmüş, gelip o sandalyelere oturmuştu. Kaynanasının yanında fazla gülemiyordu, ama yanındaki kadınlara tebessümlerle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Genç bir delikanlı tekerlekli sandalyelerden birinde taşıdığı, iki büklüm hasta bir kadını sürerek geldi ve 4 numaranın önünde durdu. Nihayet bizim odanın acili de gelmişti. Gencin sakalları daha yeni yeni çıkmaya başlamıştı. Lise talebesi olmalı diye düşündüm içimden. 4 numaranın kapısı açıldı. Bunu fırsat bilen genç elindeki kâğıdı hemşireye uzattı. Hemşire kâğıdı aldıktan sonra bir hastaya bir de delikanlıya baktı. - Tamam, dedi, doktorlar gelmek üzere,bir yere ayrılmayın. Saatime baktım 9'u çeyrek geçiyordu ama henüz doktorlardan hiçbiri gözükmüyordu. İçeri iyice kalabalıklaşmıştı. Bir kısım hasta merakla koridordan tarafa bakarak doktor bekliyordu. Nihayet beyaz önlüklü iki kişi gözüktü. Biri 1 numaraya, diğeri de 4 numaraya girdi. Gayriihtiyari gülümsedim. Aradan beş dakika kadar geçtikten sonra sıramatikler çalışmaya başladı. Ancak numara yazmadı. Her iki odanın da acilleri içeriye alındı. Sonra sırayla diğer odaların doktorları geldiler. Üç ve beş numaraların acili olmadığı için, kapıların üzerindeki rakamlar melodiye benzeyen mekanik bir sesle işlemeye başladılar. Kapının üzerinde kırmızı rakamlarla 005 rakamını görünce yerimden kalktım. Doktorun karın bölgemi elindeki aletle iyice tetkik ettikten sonra: - Tamam bir şeyin yok gidebilirsin. Hemşire hanımdan raporunu al, doktoruna götür, sesiyle birlikte rahat bir nefes alıp oh çektim. Yerimden kalkıp üstümü başımı düzeltmeye başladım. Dışarı çıktığımda güneş hastaneden çıkan bütün insanları alnından şefkatlle öpüyordu. Güneşe gülümseyerek polikliniklere doğru yöneldim. ■
91
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
A. FARUK GÜLER
A
nadolu insanının yüzlerce yıllık mazisine tercüman olacak; denizin çağrısına, bozkırın sesine kulak verecek hikâyelere yaşadığımız şu günlerde o kadar çok ihtiyacımız var ki. Siyasi düşüncelerin uzağında insanımızın saf, temiz ve bir o kadar içten, çileli dünyasını Türkçenin duru, akıcı üslubuyla anlatan eserlerin azlığından yakınırken İmdat Avşar’ın “Çiğdemleri Solan Bozkır”ı yeni bir soluk getirdi hikâye dünyasına. Kıymetli şair Ali Akbaş ağabeyimizin yazmış olduğu takdim yazısı da hikâyeler kadar güzel ve bir o kadar düşündürücü. Bozkır kültürüne sahip bir milletin gün geçtikçe kendine yabancılaştığı bir dönemde hikâyelerdeki kahramanların millî-manevi değerlere bağlı fakat değişen hayata alışamamış hayat hikâyelerine eserde yer verilmekte. Yazar, değişen toplum ve değişen kültür karşısında kendilerine yabancılaşan bu insanların şahsında unutmaya yüz tuttuğumuz değerlerin tıpkı hikâye kahramanları gibi birer birer aramızdan ayrıldığını göstermekte. Okuyanı hikâyenin atmosferine çabuk bağlayan ve karakterlerle bir samimiyet kurduran yazar Hamdi Kirve gibi, Muhterem gibi toplumun dışında kalmış garibanların iç dünyalarını bütün çıp-
laklığıyla ve sıcaklığıyla o kadar güzel anlatmaktadır ki elden bırakılmadan bir solukta okunabilecek bir kitap çıkıyor karşımıza. Ömer Seyfeddin’den Sait Faik’e, Bahaeddin Özkişi’den Haldun Taner’e Türk edebiyatının önemli hikâyecilerinin eserlerini okurken zihinlerimizde yer alan hafif buruk ama lezzeti dimağlarımızda kalan hikâyelere bu eserde de rastlamaktayız. Cümlelerindeki ustalık, benzetmelerinde yer alan orijinalite yazarın üslup sahibi olduğunu daha ilk sayfalardan belli etmekte. Sözcüklerin yöresel söyleyişlerle metnin içinde yer alması iğreti olmaktan öte kahramanın sosyal konumu ile orantılı olduğundan yazar bu hususta da hayli başarılı. Bazı hikâyelerde kullanılan yöresel deyimler, o bölgenin insanı olmayan okuyucular için bir sıkıntı oluştursa da Türkçenin zenginliğini eserin içine yansıtma açısından oldukça güzel. "Çiğdemleri Solan Bozkır", bizi bizden biri olarak anlatan bir yazarın kaleminden dökülen sessiz çığlıkları yansıtıyor. Bu çığlıklara kulak verecek okuyucular için raflarda yerini çoktan aldı bile. Çiğdemleri Solan Bozkır, İmdat AVŞAR, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2009
92
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
NAMIK YUSUF AKENGİN, Yahya, Dönüş Acıları, Akçağ Yay, Ank. 2009 ________, Oğuz Dede, Akçağ Yay, Ank. 2009. ________, Yaralı Dağlar, Akçağ Yay., Ank. 2009. ________, Sarkaç, Akçağ Yay., Ank. 2009. ________, Özlem Yokuşları, Akçağ Yay., Ank. 2009. ________, Aşka Verilmiş Muhtıra, Akçağ Yay., Ank. 2009. ________, Hücumdadır Mezar Taşları, Akçağ Yay., Ank. 2009. ________, Eski Çarıklar-Enver Paşa ve Büyük ÜmitlerAile Bağları, Akçağ Yay., Ank. 2009. ________, Son Köylü-Kulübe-Sağlık Olsun, Akçağ Yay., Ank. 2009. ________, Kırk Yıldan Şiirler, Akçağ Yay., Ank. 2009. ÇİÇEK, Şeyhmus, Ağlamanın Ardından, Edebiyat Yolcuları. PARLAK, Lütfi, Bağdat Kapılarında Bir Serdengeçti Genç Osman, Popüler Kitaplar, İst. 2009. ŞİRİN, Ömer, Sen Ne Dersen Amenna, 2009. YAPICI, Süleyman, Osmanlı Salnamelerinde Harput (1869–1908), ELESKAV Yay. ELAZIĞ 2009. GÜNGÖR, Recep Şükrü, Kayıp Ruhlar Kıraathanesi, Sütun Yay. İst. 2010. AKPINAR, Arif, Kardan Kanatlar Sarıkamış, Sütun Yay. İst. 2010. Bu sayımızda öncelikli olarak Yahya Akengin’e ait ilk defa basılan ve yeni baskıları yapılan roman, tiyatro, senaryo ve şiir türünde birkaç kitabı tanıtacağız. İlk eserimiz Dönüş Acıları adlı roman. Bilindiği üzere roman 1980 öncesi olayları konu ediniyor. Eserin dördüncü baskısı. Eserde, aynı zamanda şair olan Akengin’in dil işçiliğini ne kadar önemsediği açıkça görülmekte. Oğuz Dede romanı iki ayrı ödüle layık görülmüş günümüz değer yargılarının oluşturduğu sosyal baskının bireyi nasıl
93
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
etkilediğini anlatmada oldukça etkili bir eser. Bu eser de yine dördüncü baskısını yapmış. Yazarın Yaralı Dağlar romanı hızla şehirleşirken değerlimizi nasıl kaybettiğimizi ve medyanın insanı nasıl değiştirdiğini görebiliriz. Eser Akçağ Yayınları’ndan üçüncü baskısını yapmış. Yaşadığımız dramın yüzümüzü nasıl yansıttığını ve kendimize ne kadar yabancılaştığımızı görebileceğimiz bir eser. Sarkaç romanı da Akçağ Yayınları’ndan üçüncü baskısını yapmış. Bir çırpıda okuyabileceğimiz bir eser. Akengin Sarkaç’ta hayat gerçeğini uç noktalarıyla gözler önüne sermiş. Özlem Yokuşları gerçek bir hayat hikâyesinin satırlarla buluşması sonucu hayat bulmuş bir roman. Okuma sevdasının başarıyla kucaklaşmasının romanı. Aşka Verilmiş Muhtıra romanı ülkemizin son otuz beş yılına dair. Kalbimizin değil de kalplerimizin adına attığı bir aşkın muhtırası konu edinilmiş. Eser beşinci baskısıyla tekrar okuyucularımızın beğenisine sunulmuş. Hücumdadır Mezar Taşları eseriyle Akengin, bir senaryo ile okurlarının karşısına çıkıyor. Alparslan ve Malazgirt’i konu alan eser tarihimizin önemli bir kesitini gündemde tutuyor. Eski Çarıklar-Enver Paşa ve Büyük Ümitler ve Aile Bağları, Son Köylü-Kulübe-Sağlık Olsun adlı eserleri ise yazarın altı ayrı tiyatro eserini iki kitap şeklinde okuyucularına sunduğu tiyatro kitapları. Özellikle anlatımındaki duruluğu belirterek okuyucularımızın dikkatine sunduğumuz eserler Türk dilinin en güzel örnekleri arasındadır. Akengin’in bir diğer eseri ise Kırk Yıldan Şiirler adı ile yayınladığı şiir kitabı. Eser, bir şiir kitabına göre oldukça hacimli. Şiir meraklılarının ilgiyle okuyacakları bir eser. İsteme Adresi: Akçağ Basım Yayım Pazarlama A.Ş. Tuna Cad. 8/1 Kızılay/ANKARA Hükümet Cad. No: 8/C Ulus/ANKARA 312.432.17.98 - 433 86 51 Bu sayımızda tanıtacağımız bir diğer eser ise Yazar Lütfi Parlak’a ait Genç Osman romanı. Roman yazarının ifadesi ile: “‘Genç Osman;’ tarihî roman olmasına rağmen tarih değildir. Çünkü vaka gerçek olsa da konuyu işlerken
muhayyilemi ön plana çıkarıp olayı hayallerle süslediğim, mesajlarımı renklendirip daha güçlü hâle getirdiğim ve dolayısıyla Genç Osman’ı tarihin derinliklerinden çıkarıp taze zihinlere gerçeküstü bir kahraman olarak takdim ettiğim muhakkaktır. Böylece insani ilişkileri yakalayıp okuyucularıma sunduğum, açık renkleri karıştırıp karanlığa sürdüğüm ve zamanı geri döndürüp herkesin kendisine göre mana çıkarmasına yardımcı olduğum açıktır. Genç Osman romanı; toplumu ilgilendiren meseleleri farklı bir açıdan ele alıp okuyucusuna sunarken yaşamakla yaşanılanı seyretmenin farkını ortaya koyar. En müşkül olaylar karşısında bile çokluğa değil, inanmış insana ihtiyaç duyulduğunu anlatır.” İsteme Adresi: PARLAK, Lütfi, Bağdat Kapılarında Bir Serdengeçti Genç Osman, Hayat yayın Grubu. Tel: 0 212 483 10 10 Ağlamanın Ardından, Şair Şeyhmus Çiçek’e ait. Şair hissettiklerini içten geldiği gibi yalın bir şekilde dile getirmiş. Dili kullanmaktaki rahatlık ve söyleyiş kolaylığının okuyucularımızın ilgisini çekeceğini düşünüyoruz. İsteme Adresi: ÇİÇEK, Şeyhmus, Ağlamanın Ardından, Edebiyat Yolcuları, Orka Matbaa Tel:0352 322 17 00 “Sen Ne Dersen Amenna” diyor, şair Ömer Şirin. İlk şiir kitabıyla edebiyat dünyasına merhaba diyen şair; aşkı, yalnızlığı, ayrılığı ve mistik derinliğini, son derece doğal, samimi ve duru bir anlatımla dile getirmiş. Şiirlerinde geleneksel formların ve tasavvufî söyleyişlerin etkisi hemen fark edilebiliyor. “Duyarlar mı zarımızı? Satıp dağıt kârımızı, Yağmala tüm varımızı, Bir parça çul, kilim kalsın.” Ömer Şirin; dünyaya bel bağlamamış, derin teslimiyet içerisindeki şair dervişler zümresine katılmayı arzuluyor. Geleneğin imajları ve söyleyiş özellikleri, onun gibi şairlerin eliyle yaşatılıp devam ettirileceğe benziyor. İsteme Adresi: Pusula Kitap Kırtasiye/Elazığ 424 2337036
94
ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 0
Osmanlı Salnamelerinde Harput (1869–1908), İsmail Yapıcı’ya ait. Eser araştırmacılar için değerli bir kaynak olmakla birlikte Elazığ şehri ve tarihi için de önemli bir eksikliğin giderilmesi şeklinde kitaplığımızdaki yerini alacak bir eser. İsteme Adresi: YAPICI, Süleyman, Osmanlı Salnamelerinde Harput (1869–1908), ELESKAV Müdürlüğü Tel: 0532 2642716 Recep Şükrü Güngör’e ait “Kayıp Ruhlar Kıraathanesi” ve Arif Akpınar’a ait “Kardan Kanatlar Sarıkamış” adlı eserler Sütun yayınlarının okurlarımıza kazandırdığı iki eser. Eserlerimizi editörün diliyle sunalım siz okuyucularımıza: “Kayıp Ruhlar Kıraathanesi” insan ruhunun inceliklerini işlediği 17 hikâyeden oluşuyor. Recep Şükrü Güngör’ün konuları ele alış ve yaklaşımı, canlı ve yaşayan bir hayatın yansıması olarak ses buluyor okuyucuda. Yazar, aynı mahallede doğup büyümüş, çoluk çocuğa karışmış, her gün yüz yüze bakan insanların nasıl birbirlerine düşman edildiklerini, gerçekçi bir dille anlatıyor. Hikâyelerin akışındaki doğallık, sağlam kurgu ve üslûp, sizi gerçek dünyadan alıp kahramanın yaşadığı zamana götürüyor adeta. “Kardan Kanatlar Sarıkamış”ta Yazar; kahramanına “Han Duvarları” şiirinde adı geçen Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’tan mülhem, Maraşlı Şeyhoğlu Hafız ismini vermiş. Bu tercih bir sembol olarak Anadolu toprağında yaşayan insanların ortak kaderinin adıdır aynı zamanda. Yaklaşık yüzyıl önce yaşanan ve Osmanlı’nın yıkılışını hazırlayan olaylara temas edilen bu romanda, Hafız’ın şahsında vatan için can veren adı sanı unutulmuşların hikâyesini bulacaksınız… İsteme Adresi: Sütun Yay. Üsküdar / İST Tel:0316 3184288
Dört kitap, bir şair Mücahid Koca Günümüz edebiyat dünyasında bazı isimler vardır ki adlarını popüler yazar/şairler arasında bulamazsınız. Televizyonda, gazetelerde göremezsiniz. Ama onlar sessiz dünyalarında çağlayanları andıran eserler meydana getirmeyi başarabilmiş isimlerdir. Mücahit Koca da bu isimlerden bir tanesi. 1987 yılında “Ebcedhan” adlı ilk şiir kitabıyla adını duyurmuş ve arkasından 1990 yılında “Ermiş Sevinci”, 1994’te “Yıldızdan Feleğe”, 2009’da “Alaturka Divan” ve yine aynı yıl “Kılıç ve Kelebek” adlı şiir kitaplarıyla okuyucunun karşısına çıkmış. Yirmi yılı aşkın şiir serüveni içerisinde sürekli bir sorgulayış ve İslamî düşünce yapısının izleri şiirlerinde yer almış. Yaşanan acıların, çekilen ıstırapların sessiz çığlıklarını sözcüklerin dünyasında var eden şair; isyanlarını, gözyaşlarını şiir olup akıtmış gönüllere. Sezai Karakoç’un izinde ama kendi yol haritasını çizebilecek kadar yetkin bir şair olduğunu daha ilk şiir kitabıyla ispatlamış. Mücahit Koca, hiçbir zaman tarafsız olmamış aksine içinde yaşadığı toplumun milli, manevi unsurlarını yani bizi biz eden tüm değerlerin farkında olarak yaşadığı medeniyet dairesinin savunucusu ve mücahidi olmuş bir isim. Kudüs’e, Bağdat’a şiirleriyle adeta ağıt yakmış. Anadolu coğrafyasına sığmamış, mekânlarla tarihe uzanmış geçmişten bugüne taşımış tüm yaşananları. Karanlıktan alacakaranlığa Yol gidiyor ışığa doğru Her şiir bir ışık Bir bir atarak ağırlıklarımı Kimden ne aldımsa verdim geriye (Gül Baba) Her şiiri karanlığa açılan bir ışık, sözcüklerin kavramsal ağırlıklarında tarihe uzanan sözcüklerden oluşmakta dizeler. Ve her şair ölümsüz olur şiirleriyle. Şiirin mücahidi olan şaire selam olsun. Ebcedhan, Mücahid KOCA, Sur Yayınları, 2.Baskı, İstanbul, 2009 Ermiş Sevinci, Mücahid KOCA, Sur Yayınları, 2.Baskı, İstanbul, 2009 Alaturka Divan, Mücahid KOCA, Sur Yayınları, İstanbul, 2009 Kılıç ve Kelebek, Mücahid KOCA, Sur Yayınları, İstanbul, 2009
95
mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 0