Muhterem Okurlar, Bu sayımızın belirlenmiş bir konusu yok. İstedik ki yazarlarımız, şairlerimiz; köyünde, yaylasında, sahil kenarlarında tatlı esintilerle baş başa kalsınlar. Onları herhangi bir konuya yönlendirip can sıkıntısı peydahlamayalım. Biz de merceğimizi artık birçok ilimizde gerçekleştirilen şiir şölenlerine tutalım. Türkçe şenliği olarak algıladığımız Elazığ’da Hazar Şiir Akşamları’na, Sakarya’da Sapanca Şiir Akşamları’na, Bayburt’ta Dede Korkut Kültür ve Sanat Şöleni’ne bu niyetle katıldık. Oralarda gördüklerimizi, hissettiklerimizi yazdık.. Şiir Akşamları olacak da “Miskin kul Hoca Ahmet, yedi atana rahmet,/ Fars dilini bilir de, sevip söyler Türkçeyi” diyen inancımızın ve Türkçemizin kıymetlisi Hoca Ahmet Yesevi, hatırlanmayacak! Olur mu? Dört yazarımız –Alimbay Botakaraev, Necdet Tosun, Hayati Bice, Necati Kanter- Yesevi’yi ve Yesevi’nin hoşgörüsünü anlattılar. Şiirimizin ve zihin dünyamızın mihenk taşlarından Hilmi Yavuz ile “Edebiyat”, Alman Prof. Dr. Armin Burckhardt ile “Dil” üzerine, küçük bir söyleşi yaptık. Evet, bu sayımızda belirlenmiş bir konu yok, ama konularımız arasında kopukluk da yok. İnancımızın, kültürümüzün mevzularını ince bir damarla elden ele, dilden dile aktarmaya çalıştık. Bütünlük kendiliğinden oluştu: Nazım Payam; Ses ve Yaz, Fırat Kızıltuğ; Kopuz Coğrafyası ve Musikimiz, Mustafa Miyasoğlu; Mimar Sinan’ın Dünyası, Mahir Adıbeş; Ayakları Mühürlü Atlar, Ünal Taşkın; Argamak, İhsan Yaşa; Türkülerde Sağlık Temaları, Ömer Kemiksiz; Ramazanda Çocuk Olmak üzerine düşüncelerini belirttiler. Ayrıca yazarlarımızın, şairlerimizin yeni çıkan kitaplarına dair okuma notları, incelemeler… Hikâyesiz, şiirsiz edebiyat dergisi olur mu? Ümit Fehmi Sorgunlu ve İmdat Avşar’ın hikâyelerini, Nurettin Durman, Abdullah Satoğlu, Yusuf Dursun, Süleyman Daşdağ, Gökşad Özkaynar ve Ömer Demirbağ’ın şiirlerini zevkle okuyacağınıza inanıyoruz. Gelecek sayımızın dosya konusu: Edebiyat ve felsefe ilişkisi Nice bayramlarda buluşmak dileğiyle hoşça kalınız. Bizim Külliye
NAZIM PAYAM
Ö
nceleri tasarladığım yazı yaşayamamış isem güneşin sıcağı yük olmuştur bana. Karabasanlar çöker üstüme. Sıkıntıdan terlerim. “Bir yaz daha geçti” hayıflanmasıyla meşgul dimağım, sonbaharın eşiğinde bütün bir ömürle hesaplaşır. Eğer yaz, yazlığını yapmış, sesinde, gölgesinde barındırmışsa beni Yahya Kemal’in “Geçmiş Yaz”ını mırıldanadururum.
Ses ve zaman arasındaki sarsıcı birlikteliği sanırım çokları düşünmüş, düşündüklerini bilimlik çerçeveye yerleştirmişlerdir. Ama Yahya Kemal kadar, Tanpınar kadar öylesine berrak sesten tablolar çıkarabilmişler mi, bilmem.
“Rü’yâ gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle, Her ânını, her rengini, her şi’rini hazdan. Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle! Bir gün, bir uzak hâtıra özlersen o yazdan” Huzurlu yaz, sesi çoğaltır. Böcek, kuş, çocuk, sünnet, düğün en tatlı sesleriyle eşlik
3
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
ederler yaza. Yaz mevsimini biraz da, belki daha fazla hatırlattığı seslerden dolayı severim. Sevdiğimiz seslerle doludur yaz. Bizim yazlarımız artık kurutulacak meyvelerin, sebzelerin yazı değil. Kendi sesinin yazı… Öyle ya; yaz yazlığını yapmayınca kış neler yapmaz ki insana. Bu yaz tabiatın, çocukların sesine şairlerin sesi de karıştı. Hazar Şiir Akşamları tertip komitesinde görevliydim. Sapanca ve Bayburt şiir akşamlarına katıldım. Elazığ’da, Sapanca’da, Bayburt’ta yapılan şiir şölenleri Türkçenin yaz şenliğine dönüştü. Tanığıyım bu şenliklerin. Sapanca’ya Nurettin Durman da geldi. İlk karşılaşmamızdı bu. Durman’la yıllardır telefonla görüşürüz. Birbirimizin sesine aşinaydık. O, Sapanca’da durmadı. Sapanca’ya akşamüzeri gelen Yavuz Bülent Bâkiler’le gece yarısı İstanbul’a döndü. Yavuz Bülent Bâkiler, Sapanca’da olduğumu öğrenince, bana ve Vakıf Başkanımız Nihat Eriş’e daha hamuru kurumamış “1944- 1945 Irkçılık-Turancılık Davasında Sorgular Savunmalar” getirdi. Allah sağlığını artırsın. Böylece Bâkiler’in bütün eserlerine sahibim. Sapanca’da, göl kıyısında sesin ve zamanın toleransını yaşadım. Hazar Şiir Akşamlarına katılan Yahya Akengin’e verdiğim sözü tuttum. 15 Temmuzda Mahmut Bahar ile Bayburt’taydık. Bayburt Dede Korkut Kültür ve Sanat Şöleni’ne Meksika, Polonya, Gürcistan, Kazakistan, Azerbaycan, Pakistan ve Elazığ halk oyunları ekipleri de katılmıştı. Ekipler ilkin Dede Korkut otağı önünde oyunlarını sergilediler, sonra Bayburt’un ilçelerini, köylerini dolaşadurdular. Bayburtlular, Elazığlılar aynı şehrin çocukları gibi. Aynı yerelliği taşıyorlar. Yurt içinde yalnızca Elazığ halk oyunları ekibinin bulunması da Elazığlılara muhabbetten… Bir hafta boyun-
ca her akşam bir ses sanatçısını da ağırladı Bayburtlular. Kahkahalar… Islıklar… Alkışlar… Alkışlar… Çoruh Nehri bu alkışlarla akıyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar “Bursa’da Zaman” şiirinde zamanı “su sesi ve kanat şakırtısından billur bir avizeye” benzetir. Tanpınar’ın benzetişinde yalnızca “ses” vardır aslında. Zamanın gerçek tanımlayıcısı ses… Su, kanat ve billur avize “ses”i, yani “zaman”ı hoşlandığımız esintide duyurur. “Bursa’da Zaman”, sesin zevk ve heyecanıyla türbelerin, camilerin, eski bahçelerin, şanlı erlerin hikâyelerini dinletir bize. Sonra ‘bir zafer müjdesi’yle dikkatlerimizi yeşile, çinilere sinmiş anın saf neşesine çeker. “Yeşil türbesini gezdik dün akşam Duyduk bir musiki gibi zamandan Çinilere sinmiş Kur’an sesini Fetih günlerinin saf neşesini” Ses ve zaman arasındaki sarsıcı birlikteliği sanırım çokları düşünmüş, düşündüklerini bilimlik çerçeveye yerleştirmişlerdir. Ama Yahya Kemal kadar, Tanpınar kadar öylesine berrak sesten tablolar çıkarabilmişler mi, bilmem. Şimdiye dek ses ve zaman üzerine herhangi bir bilimlik esere baktığımı sanmıyorum. Ben, sanat eserlerindeki sesin anlattığı zamandan; zamanın sakladığı sesten etkilenmişimdir hep. Sanatçının eserinde kullandığı dil, konu, mekân ve şahıslar onun bilincinde durmaksızın işleyen birer his ve fikir şubeleridir. Sanatçıya ait olanı temsil ederler. Oysa eseri kuşatan zamanda herhangi bir nesneye aidiyetlik yoktur; zaman, sonsuzluğun temsilcisidir. Zaman dilimleri sanatçıya ancak ödünç olarak verilir. Ödünçlüğün süresini belirleyen sanatçıdır. Sesini zamanla eşleştirebilen iade edeceğinden arınır. Her şairin her mevsimin bir tonu var. Fakat başakları olgunlaştıran yazda “Güvercin bakışlı sessizlik bile” bir başka ahenk çınlatır.■
4
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
VAY BAŞIMA BİR BENİ Meğer benim böyle bir işim varmış burada Can sıkıntısı, salkım söğüt, Türkî esintiler Bilmiyor kimse peşinden gelecek olan nedir Kaygısız başım ağusuz aşım zehir olsun mu? İşte akıp gidiyor nasıl olsa toprağın iniltisi Volkanın lavı, güneşin ışınları, korna sesleri Hepsi birer birer sıra sıra sanki bir yıldız Kaymasıdır dünyanın öğüten değirmeninde Bakındım durdum bu ben miyim uçurum Bu yükü kim kaldıracak omuzlarımdan Çiçeklerden nilüfer dedim gölde kamışlar Beni bilen olmadı bilenin ışıldayan sesi Doğudan nefes alıp batıya savurduğunda İşte bu muhtemelen kalacak olan bu İnsanın insana armağanı böyle olmalı ki Eliyle mahareti diliyle muhabbeti taşısın Demek böyleymiş dedim oturup çay içtim Seyrettim gelip geçenleri yolcu otobüslerini Söylendim durdum hiç yokken mazeretim Böylece tuhaf kaçmazdı belki konakların Varisleri tarafından öldürülüyor olması Sahibül hayrat ve hasenat el hac falan filan Doğu ile batı ikiz kardeşi değil mi dünyanın Bir zafer işareti olarak kapısında asılı duran Demek bir şey için değil çok bir şey için Bırakıp şehri göl kıyısına varmışım.
NURETTİN DURMAN
5
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
HİLMİ YAVUZ ile edebiyat üzerine
Sıradanlık, popüler kültürün kitch’e dönüşmesidir. Farklı toplumsal sınıfların beğenileri arasındaki ayırt edici farklılıkların silinmesi, hepsinin aynı düzeye (ya da, düzeysizliğe) indirgenmesidir. Edebiyat da, başta roman ve şiir olmak üzere, sıradanlaşıyor. Mesele, budur… TANER NAMLI İlhan Berk’i ve Dağlarca’yı kaybettik geçen yıl. Şiirin kaleleri düşüyor hissine kapılıyor insan bazen. Artık büyük şairler gelmeyecek, büyük şiirler yazılmayacak diye korkabilir miyiz? ‘Büyük şair’ sıfatı, öyle kolay kolay edinilemiyor. ‘Büyük şair’lik için objektif kıstaslar getirmek gerek. Aksi hâlde, herkes, birilerine, bazı gerekçelerle de olsa, sübjektif yanı ağır basan bir yaklaşımla, ‘büyük şair’ sıfatını yakıştırabilir. Benim bir objektif kıstasım yok. Bir olasılık, klasik olmak, şiiriyle zamana karşı koyabilmek, denebilir. Mesela, Shakespeare, büyük bir şairdir; niçin? Çünkü soneleri aradan dört yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, bugün büyük bir hazla okunabiliyor da ondan! Onun için kaygılanmaya ya da korkmaya gerek yok. Kimin büyük şair olduğunu bugünden kestirmek mümkün değil çünkü… Bir gazete yazınızda, Camus’nün “şiir elleri kirli olduğu için sofraya alınmayan yaşlı amcaya benzemeye başladı artık…” sözünü kullanarak Türk şiir geleneğini, dünya şiiri ile birlikte tehlike içinde gördüğünüzü ifade etmiştiniz. Geçen sayımızda yaptığım bir röportajda Ataol Behramoğlu’na bu yargınızı hatırlatmıştım. Kendisi de: “Şiir hiçbir zaman yaşlı bir amca olmadı, olamaz, doğasına aykırıdır. Zaten sofrada ne yeri ne de bu konuda
bir talebi vardır…” gibi bir yorum getirmişti. İki şairin aynı konuya getirdiği bu farklı yorumu nasıl okuyabiliriz? Benim, Camus’den bir mecaz olarak alıntıladığım sözü, o arkadaş, gerçeklik zannetmiş. Maalesef, böyle şeyler oluyor: Biz, gençken, böyle oyunları şakacıktan oynar, mesela, ‘bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor’ deyimini, bir arkadaşımızın başından aşağı bir bardak su dökerek, gerçekleştirirdik. Zekâ, incelikleri anlamaktır. Şairin ‘yaşlı amca’ olmadığını söyleyen o arkadaşa hatırlatayım: Şiiri, şimdiden çoktaaan ‘yaşlı amca’ olan şairler var… “Günümüz toplumunun şiirle olan ilişkisi” ve “yazılan şiirin günümüz toplumuyla ilişkisi” üzerine fikirlerinizi öğrenmek istiyorum. Aralarındaki uzaklık ve yakınlıkları nasıl ölçebiliriz? Başka bir açıdan da nasıl bir şair figürü ile karşı karşıyayız? Şiire, toplum tarafından eskisi kadar rağbet edilmediği bir gerçek. Edebiyat metalaşıyor: Edebiyat yapıtı, ürün olmaktan çıkıp ticari mala dönüşüyor. İyi şiir, bugünün Türkiye’sinde ‘müşterisiz meta’dır. Kötü şiire gelince, o da ancak gitar eşliğinde müşteri buluyor. Bugünün edebiyatı, şüphesiz, roman türünün öne çıktığı bir edebiyattır. Octavio Paz’ın sözünü her zaman tekrarlarım: “Çok satan kitap-
6
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
lar, edebiyat ederi değil, ticari mallardır. Edebiyatın mantığı, piyasanın mantığı ile örtüşmez.” Şiir-gerçeklik ilişkisi üzerine fikrinizi öğrenmek istiyorum. Bu meseleyi Türkiye’nin bugünkü meselelerini gözönünde bulundurarak nasıl ele alabiliriz? Şiirin, gerçeklikle olan ilişkisi, problematiktir: Gerçekliği, herhangi bir değiştirime uğratmaksızın dile getirdiğinde şiir olmaz; gerçekliği, değiştirime uğratarak dile getirdiğinde ise, gerçeklik, gerçeklik olmaktan çıkar. Bu problematik ilişkinin çözümü, şiir dilini, gündelik konuşma dilinden ayırmak; şiir dilini ‘sembolik dil’; gerçekliğin dilini de ‘gündelik konuşma dili’ olarak belirlemektir. Böylece gerçeklik, dünyaya ait bir gerçeklikten, şiire ait bir gerçekliğe dönüşür: Dünyaya ya da doğaya ilişkin gerçeklikle, sanata, dolayısıyla da şiire ait gerçeklik ayrımı ortaya çıkar. Gündelik dilin işaret ettiği gerçeklik, empirik olarak doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir önermelerle dile gelir. Mesela, ben şimdi ‘Dışarıda lapa lapa kar yağıyor’ desem, bu hemen pencereden dışarı bakılarak yanlışlanabilir. Oysa örneğin, Paul Eluard’ın: “Dünya mavi bir portakaldır” dizesi, yanlışlama ya da doğrulama eyleminin ötesindedir; bugüne kadar hiç kimse, dünyanın mavi bir portakal olmadığını kanıtlamak, dolayısıyla da Eluard’ın bu dizesini yanlışlamak gereğini duymamıştır. Gazete yazılarınızda “Türkiye’de her şeyin sıradanlaştığından” bahsediyorsunuz. Eleştiri yazılarınızın çoğunun karşılığı bu yargıya çıkıyor. Bu
süreci doğuran sebepler nelerdir? Sıradanlık, popüler kültürün kitch’e dönüşmesidir. Farklı toplumsal sınıfların beğenileri arasındaki ayırt edici farklılıkların silinmesi, hepsinin aynı düzeye (ya da, düzeysizliğe) indirgenmesidir. Edebiyat da, başta roman ve şiir olmak üzere, sıradanlaşıyor. Mesele, budur… Böyle bir sosyal ortamda nasıl bir entelektüel figürü ile karşı karşıyayız? İki olasılık var: Ya, kitchleşen edebiyata ayak uydurmak, ya da kitchleşmeye direnmek… Çağdaş Türk şiirinin bugünkü yönelimleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Çağdaş Türk şiirinde bana göre, en anlamlı ve en değerli yönelim, ‘sahih şiir’ yönelimidir. Öteden beri tekrarladığım gibi, ‘sahih şiir’, şiirin entelektüel tarihle birebir bir mütekabiliyet içinde olmasıdır. Hem doğunun hem de batının poetik müktesebatını temellük etmek! Deleuze’nin kavramsallaştırmasıyla söylersem, ‘ya o, ya öteki! (ya doğu ya batı!) yerine, köksap modelini ikame etmek: Hem o hem öteki (‘Hem doğu hem batı). Somut şiire, şiirde görselliğe yönelimin ne bir yeniliği vardır ne de entelektüel arka planı… Genç arkadaşlar ‘heves’ ediyorlar işte! Hocalığınız üzerine konuşabilir miyiz? Üniversitelerde hocalık yaptınız ve kesinlikle de bir şiir mektebisiniz…Takipçileriniz var. Bir Hilmi Yavuz ekolünden bahsetmek mümkün. Bu sevgi ve hayranlık hâlesini nasıl yorumluyorsunuz? Şöyle yorumluyorum: ‘Marifet, iltifata tâbidir.’
7
Sohbetiniz için teşekkür ediyoruz efendim.■
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
ARMIN BURKHARDT* ile dil üzerine
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizcenin etkisi, Almanya’da hala devam ediyor. Almanya’da, Almancanın yabancı kelimelerden kurtarılmasına yönelik birçok kurum var ve bunlar mücadele veriyorlar.
TANER NAMLI-A.FARUK GÜLER çev. MUSTAFA YAĞBASAN**
Öncelikle sizi tanımak istiyoruz Efendim. Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Almanya’da, Magdeburg Üniversitesi Germanistik Bölümü’nde Almanca (Germanistik) profesörü olarak çalışmaktayım. Politika Derneği ve Alman Dil Kurumu üyesiyim. Bir Erasmus programı kapsamında Türkiye’de bulunmaktayım. Fırat Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü ile bir anlaşmamız vardı. Bu anlaşma kapsamında bölümün hoca ve öğrencileri bizleri ziyaret etmişlerdi. Bizler de iade-i ziyarette bulunduk ve ben de Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencilerine ders vermek amacıyla buraya geldim. * Prof. Dr., Magdeburg Üniv. Öğretim üyesi ve Alman Dil Kurumu üyesi ** Doç. Dr., Fırat Üniv. İletişim Fak.
Hocam, öncelikle Alman dili hakkında görüşlerinizi alarak başlamak istiyoruz sohbetimize. Bizim dilimiz, tarih boyunca birçok dillerin etkisi altında kaldı. Din değişimi ve kültürel değişmelerle birlikte dilimiz de bu sosyal olaylardan etkilendi ve değişimlere uğradı. Almanca bizim dilimize benzer serüvenler yaşadı mı? Yaşadığı koşullar ve değişimler Almancayı nasıl etkiledi? Bunu fark etmek zordur, ama yıllar geçtikçe dilin bir değişim içerisine girdiğini gözlemlemek mümkündür. Bu diğer dillere de bağlı. Tarihsel süreç içerisinde insanlar birbirleriyle ilişki içerisinde bulunurlar. Diğer yandan komşu diller ve komşu ülkelerin etkisi de söz konusu. Dolayısıyla dillerin bir etkileşim içerisinde olmasını doğal karşılamak gerek. Almanca, tarihin ilk dönemle-
8
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizcenin etkisi, Almanya’da hala devam ediyor. Almanya’da, Almancanın yabancı kelimelerden kurtarılmasına yönelik birçok kurum var ve bunlar mücadele veriyorlar. rinde Latin dilinden ve Yunancadan çok etkilendi. Roma dilinden de epeyce şeyler aldı. Şu anda bir Alman, bazı Almanca sözcüklerin Almancaya Roma dilinden girdiğini bilmeyebilir, ama biz dilbilimciler olarak biliyoruz. Tabii Hıristiyanlaşma süreci içerisinde teolojik kavramlardan da dilimize ister istemez kelimeler girdi. Latince, bütün Avrupa’da bir bilim dili olarak kabul ediliyordu o zamanlar. Örneğin benim uğraştığım bilim dalının adı Linguistik. Linguistik de Latinceden gelen bir sözcük ve bu savımın bir örneği. Alman dili, 16. ve 17. yüzyıllarda Fransızca’dan da çok etkilendi. Özellikle iletişim ve posta terimlerinin Fransızca’dan dilimize geçtiğini söylememiz mümkün. Ancak daha sonra İngilizce’den de etkilenmeye başladık. Bazı dillerde, çeşitli dönemlerde dilleri etki etmenin kabul edilir bir tarafı var ama burada dikkat edilmesi gereken temel nokta gerekli olanları almak, olmayanları bertaraf etmektir. Diğer dillerin Almanca üzerindeki etkisi devam ediyor mu? Elbette ki devam ediyor. Özellikle İngilizcenin büyük bir etkisi var. Bunun küreselleşme ile doğrudan ilgisi var. Bütün iletişim terimleri, özellikle bilgisayar terminolojisinin İngilizce olduğunu sizler de biliyorsunuz. Fransızcadan aldığımız bazı kelimelerin de şu anda İngilizce’nin tehdidinde olduğunu söylememiz mümkün. Bunu bir tehlike olarak görüyor musunuz?
Tehlike olarak görmek abartılı olur, ama kendiliğinden gelen bir etki bu, doğal karşılamak lazım. Şunu söyleyebiliriz, Amerika’nın, dolayısıyla İngilizce’nin etkisi çok fazla. Ve bu küreselleşme sürecinde elbette etkilenmeler olacaktır. Bizim İngilizce’den aldığımız birçok kelime var. Burada dikkat edilmesi gereken şey; dilin temel yapısının, gramatik yapısının değişmesini engellemek. Bu konuda gerekli tedbirlerin alınması lazım. Bunun önüne geçmek de mümkün değil. Global bir dünyada İngilizce’nin etkisi elbette olacaktır, çünkü şu anda dünya dili olarak görülüyor. Maalesef bu Almancada da böyle. Fakat bir dilin temel yapısını etkileyecek etkilerden, dillerden korumak lazım. Bu açıdan önemli. Türkiye’de de gördüm. Burada da aynı durum söz konusu. Birçok kelime Fransızcadan girmiş. Ama Türkçe bunu kendi morfem yapısına uydurarak morfolojisine uyarlamış ve kendi ses uyumuna da uydurarak bir noktada bu kelimeleri Fransızcadan almasına rağmen Türkçeleştirmiştir. Bizdeki Türk Dil Kurumu’nun görevlerinden biri de, Türkçeye giren yabancı sözcük ve terimlere karşılıklar bulabilmek. Alman Dil Kurumu’nun bu yönde çalışmaları var mı? Almancada, Fransızcadan aldığımız birçok kelime var. Bu durum, milliyetçilik akımının yoğun olduğu dönemlerde, özellikle Nazi döneminde, dilin temizlenmesi adına önemli girişimler oldu. Dilin temizlenmesine yönelik, altını
9
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
çizerek söylüyorum yabancı kelimelerin temizlenmesine yönelik çalışmalar gerçekleştirildi. Örneğin Almancada olup da diğer Batı dillerinde olmayan bizim bulduğumuz karşılıklar var. Buna karşı direndik, yeni sözcükler bulduk. Örneğin futbol dilinde kullanılan terminolojinin büyük bir çoğunluğu da Almancadır. Alman futbol terminolojisi genelde İngilizceden alınmaydı önceden. Korner gibi birçok kelimeler, İngilizceden gelmiş, ancak bizim Nazi döneminde yaptığımız temizlikten dolayı Almanca karşılıklar bulunmuştur. Şu anda futbol terimleri, yüzde yüz olmasa da kendi bulduğumuz kelimelerdir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizcenin etkisi, Almanya’da hala devam ediyor. Almanya’da, Almancanın yabancı kelimelerden kurtarılmasına yönelik birçok kurum var ve bunlar mücadele veriyorlar. Şu anda bulunduğum kurum gibi. Biz Alman Dil Kurumu olarak ciddi bir mücadeleyi de uygun bulmuyoruz. Dil, hiçbir zaman bir devlete bir kuruma ait değildir. Dil halkındır, dil nasıl konuşuluyorsa öyle kullanmak gerekir. Bu konuda bir baskı gereksizdir, çünkü dil herkese aittir. Aslında bunu dili kullananlara bırakmak gerekir. Yani Arapçadan veya farklı dillerden bir dile kelime transferi yapılıyorsa, bunun da çok karşısında olmamak gerekir. Burada belirleyici olan devletler olmamalı, bunu halka bırakmalıdır. Bu konuda Alman aydınları arasında farklı görüşler var mı? Biraz önce söylediğim gibi kurulmuş dernekler var, kurumlar var, karşı tarafta da bunu kabullenmiş insanlar var. Her iki taraftan da görüşler var. Çoğunlukla büyük Alman dilbilimcileri yabancı kelimelere karşılar. Dünyada iki milliyetçilik akımının etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar Fransız Milliyetçiliği ve Alman Folk Milliyetçiliği. Alman Milli-
yetçilik akımı, dille milliyetçilik ilişkisi kuruyor mu? Mesela aydınlar, milli düşüncelerinin dilin bir uzantısı olarak değerlendiriyorlar mı? Yani birçok milliyetçi ve marjinal akım var. Ama katı ve radikal bir dil milliyetçiliğinin olduğunu söylemek biraz zor. Türkiye’de iki yüz yıl önce yazılan bir metni, günümüz Türk gençleri anlayamıyor. Harf devrimi ve dil devrimi neticesinde Almanya’da bir genç iki yüz yıl önce yazılmış bir Almanca metni anlayabiliyor mu? Bu problemi bizde yaşıyoruz açıkçası. Latince’nin Almanca üzerindeki etkisi iki yüz yıl öncesinde, üç yüz yıl öncesinde daha fazlaydı. Bu etkinin çok derin olduğunu söylememiz mümkün. O dönem Almancasının anlaşılamıyor olmasının temel nedenlerinden biri Latince’nin çok etkin bir şekilde Almanca’ya girmiş olmasıdır. Bu birinci problem. Ama şimdi böyle bir problem yok. Almanca’da günümüzde de dramatik açıdan çok değişimler oldu. Dolayısıyla iki yüzyıl önce yazılmış bir metnin anlaşılması sorunu bir yana, gramatik açıdan da yanlış anlamalara neden olabiliyor. Böyle sorunları bizde yaşıyoruz. Bu arada noktalama işaretlerinde de değişiklikler oldu. Bu da bir diğer problemdir. İkinci Dünya Savaşı öncesinde de basım teknikleri açısından bazı sıkıntılarımız vardı. O tarihlerde basılan eserlerin birçoğu eski olduğu için yeniden anlaşılmasının zorluk yarattığını söyleyebiliriz. Yeni metinler için çok da marjinal şeyler söylemek doğru değil. Özellikle eski Latince yazılmış eserlerde, sizinde yaşamış olduğunuz problemleri, bizim de yaşadığımızı söyleyebiliriz. Devlet politikası olarak özellikle eğitim sistemi içerisinde, çocuklara dil bilinci aşılama konusunda Almanya’nın nasıl bir programı mevcut? Almanca dil eğitiminin etkin biçimde ve-
10
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
kümetlerin devletlerin dile müdahale etmesini de doğru bulmuyorum. Dil sadece konuşanlara aittir. Devlete değil halka aittir. Buna karşı ne yapılabilir? Bu eğitim sistemi içerisinde gayret gösterilerek halledilebilir. Bunun devlet eliyle yapılmasını, bir baskı unsuru olarak devletin ağırlığını koymasını doğru bulmuyorum. Burada şunun altını çizmek gerekir. Diller, çeşitli kurumlar tarafından baskı altına alınmamalıdır. Bu kültürlerarası iletişim açından da çok önemlidir. Diğer dillerin tanınması, yaşaması ve dil öğrenimi bu açıdan önem arz ediyor. Bu nedenle İngilizce’nin tüm Avrupa’da kullanılmasına da çok karşı durmamak gerekir. Çünkü dünya dili olarak kabul ediliyor. Amerika ve İngiltere kültürünü de dil üzerinden aşılıyor ama? Elbette ki İngilizce’nin bu etkisine ve tahribatına karşı durmamak mümkün değil. Ama şunu da göz ardı etmemek gerekir. Farklı toplumların ve farklı kültürlerin iletişim kurmasında bir dünya dili etkilidir ve bu dil de maalesef İngilizce’dir. İnsanların birbirlerini anlamasında önemli katkıları vardır. Ama İngilizceyi devletin değil, halkın reddetmesi gerektiğini düşünüyorum.
rilmesine çalışılıyor Almanya’da. Eskiden Almanca’ya Alman dil kurallarına uyma gayreti daha yaygındı, ancak bugün dilin yapısına ve gramerine uyulduğunu söyleyemeyiz. Özellikle Almanca derslerinde, Almanca’nın Alman öğrencilere stilistik ve dilbilimsel açıdan iyi öğretilmesi gerekmektedir. Bu dil kullanımı problemleri kültürel dejenerasyona neden oluyor mu? Alman devletinin bu dejenerasyonu önleme politikası var mı? Elbette böyle bir durum söz konusudur. Hü-
İngiltere dil politikası gütmesine rağmen Almanya bunu yapmıyor, dilini pompalama gayreti gütmüyor? Alman devletinin böyle bir çabası hemen hemen yoktur. Goethe Enstitüsü ve DAD adı verilen kurumların bu anlamda Alman dilini farklı ülkelerde de öğretmeye yönelik faaliyetleri var. Örneğin Çin’de bulunduğum dönemlerde Fransızca ve İngilizcenin daha etkili şekilde götürülmeye çalışıldığını görüyorum. Ama Almanca’nın böyle bir çabası olmamıştır, en azından onlar kadar. Bizim öyle Amerika gibi çok agresif ve katı bir dil yayma siyasetimizin olmadığını düşünüyorum. Ben de Amerika’nın bu politikasına
11
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
elbette karşıyım. Fakat burada şunu göz ardı etmemek lazım. Amerika’nın teknik bir ülke olması ve güçlü olması, beraberinde birçok kelimelerin başka dillere girmesine neden olmaktadır. Amerika’nın bu duruma yönelik bir programı da olmayabilir. Fakat teknolojik kelimelerin çok açık biçimde başka dillere girmesi kaçınılmaz olmaktadır. Göçmenlik meselesine de değinmek istiyorum. Almanya’da yoğun olarak Türkler yaşıyor. Onların dil uyumu meselesi var, karşılıklı dilsel etkilenmeler kaçınılmaz oluyor. Türkçenin Almancaya etkisi var mıdır? Amerika’ya giden bir İtalya’nın İngilizce öğrenmesi gerekir. Almanya’daki Türkler yaygın olarak Almancayı kullanıyor. Bu nedenle çok yaygın olarak etkilendiğimiz söylenemez. Fakat özellikle yemek kültürüne bağlı olarak çeşitli yemek isimleri transfer ettik. Bu nedenle Türkiye’de yemek yerken mönülerdeki yemekleri seçerken çok zorluk çekmediğimi söyleyebilirim. Döner, lahmacun ve köfte gibi… Türklerin bu anlamda Almancaya etkileri söz konusu zannederim. Almanya’da bir göçmen edebiyatı da oluştu. Siz Almanca ürün veren Türk yazarlarını nasıl buluyorsunuz? İkinci ve üçüncü jenerasyonda hemen hemen Almancayı kendi anadilleri gibi konuşan Türkler çoğunlukta. Onlar, o ülkeye elbette Türk gözüyle bakıyorlar, değerlendiriyorlar. Açık söylemek gerekirse çok takip edemedim Almanca yazan Türk yazarlarını. Kabare yazan bir Türk yazarı olan Serdar Sabuncu ile tanışmıştım. Almanya’daki tecrübelerini anlatan birkaç kitap yazmıştı. Sahneye koyduğu eserleri de çok ses getirdi. Kendi bakış açısıyla bizi sunumu, kendimizi farklı bir gözle görmemizi sağlıyor. Biz Almanlar için bazı acı tecrübelerin olduğu metinleri okumaktan kaçmamıza rağmen, bazı Türk yazarların de-
ğerlendirmeleri bizim için önemli. Bir Almanın, Türk edebiyatı söz konusu olduğunda aklına ilk hangi şair ve yazar gelir? Orada yeterince Türk edebiyatı tanınıyor mu? Ben çok okuma imkânı bulamama rağmen Orhan Pamuk’u biliyorum. Elbette ki birçok yazarın da Almancaya girmesi ve tercüme edilmesi gerekir. Biz Türklerle yaşıyoruz ama Türkiye’yi tanımıyoruz. Sadece Orhan Pamuk’la kalmamalı. Türkiye bu konuda gayret göstermeli, Türk yazarlarını orada tanıtmalıdır. Edebiyat bir noktada da farklı kültürleri tanımak demektir. Almanya’da etnik gruplar var mıdır ve devlet onların kendi dillerini kullanımlarına nasıl bakıyor? Almanya’da birçok diyalekt de var, dil de var. Bunlardan bir tanesi Zorbiş denen bir dildir. Bunlar Alman kimliğine mensuptur ve Sırp kökenlidirler. Lehçe ve Çekçeyi andıran bir dildir. Sakson eyaletinde bir bölgede yaşamaktadırlar. Danimarka kökenli bir grup da var Almanya’da yaşayan. Bunlar Danimarkaca’ya yakın bir dil kullanırlar. Daha buna pek çok örnek verebiliriz. Kendi dillerinde eğitim görebiliyorlar mı? Böyle talepleri var mı? Bunlar kendi bölgelerinde kendi dillerini rahatça konuşabilirler, ama okullarda Almanca ile eğitim görmek zorundadırlar. Devlet okullarında ancak kendi dilleri ile ilgili kurslar alabilirler. Eğer Almanya’da yaşıyorsanız, Almanca ile eğitim görmek zorundasınızdır. Çünkü bu kendi hayatınızı kolaylaştıracaktır. Bu etnik grupların kendi yararına olmaktadır.
12
Hocam sohbetiniz için teşekkür ederiz. İlginiz için ben teşekkür ediyorum. ■
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Türk musikisi, en doğru ve eksiksiz hâliyle Türk dünyasında haşmetini sürdürür. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Makamlarımız, usullerimiz, en kolayından en karmaşık klasik örneklere kadar, her duyguyu, her düşünceyi, her olayı güçlü musiki lisanıyla anlatacak imkânlara sahiptir.
FIRAT KIZILTUĞ
K
opuz coğrafyasında epeyce farklı diller konuşulur. Hâkim dil Türkçemizdir. Ama bu coğrafyada bir dil daha vardır ki, herkes bu dilden konuşmak zorundadır. Bizim ısrarla vurguladığımız ve ikinci dilimiz diye tarif ettiğimiz Türk musikisi! Bizim musikimiz, batıya doğru uzaklaştıkça değişir. Zevksizleşir, yabancılaşır. Orta Avrupa’da tamamen yabancı kılığa bürünür. Güneye inildikçe, tesiri devam eder fakat basitleşir. Türk musikisi, en doğru ve eksiksiz hâliyle Türk dünyasında haşmetini sürdürür. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Makamlarımız, usullerimiz, en kolayından en karmaşık klasik örneklere kadar, her duyguyu, her düşünceyi, her olayı güçlü musiki lisanıyla anlatacak imkânlara sahiptir. Günümüzde bu imkânları tam anlamıyla kullanamadığımız doğrudur. Tıpkı bir okyanustan sadece bir bardak su alıp onunla iktifa etmek gafleti içinde olduğumuz gibi doğrudur. Çoğunlukta olan bireylerimizin sanatımızı tanımadığı, tanıdığını iddia edenlerin çoğunun ilkel duyarlıkla algıladığı da doğrudur. Ama bu doğruların karşısında, yerçekimi kadar gerçek, manyetik çekim kadar hakiki ve tabiatın gerçek seslerine dayalı bir sanat, şan ve
13
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
şerefiyle hayatiyetini sürdürmektedir. Türk ırkından gelen her bireyin, genetik kodlarında yaşayan bir sanat türüdür Türk musikisi! Başka milletlere mensup olanlar, asla ve kat’a beceremezler; çalamazlar, söyleyemezler. Bu sanatı icra edebilmenin bir tek yolu vardır: Türk ırkından gelmek! Türk gibi hissetmek, duymak ve yaşamak şartı en öncelikli olaydır. Kopuz coğrafyasının dağları, ırmakları, gölleri, sözlü ve yazılı edebiyatımızın en önemli membaıdır. Dolayısıyla bu edebî yaratıcılık, Türk musiki sanatına da kaynak görevi yapar. Düşüncemizi şöyle örnekleyelim: Türk dünyasında iki nehir vardır - ki gerek edebî gerek musiki ürünlerinde, çok fazla yer alır- Aras ve Tuna! Azeri kültür sahasında, Aras’ın anılmadığı şiir, mahnı, marş, hatta senfonik eser yok gibidir. Türkiye kültür sahasında da Tuna Nehri, şiirlerin, şarkıların, baş tacıdır. Hatta Türkiye kültür dairesinden de Aras’a seslenen özlem pervaneleri kanat çırpmıştır.
MEVLÂNÂ’YIM AŞKTANDIR SESİM Ben ki Mevlânâ’yım aşktandır sesim, Bir ölümsüz canda aşktır adresim. Dinle benden bir hikâyem var sana, Âşık olsan cümle âlem yâr sana. Hak’tan aldık halka sunduk aşkı biz, Âşıkın gönlünde bulduk köşkü biz.
Aman Aras, han Aras, Bingöl’den kalkan Aras, Al başımdan sevdayı; Hazar’da çalkan Aras!
Aşkı gönlün bahçesinden seyre dal, Gördüğün her sahneden bir ibret al. Bil ki yavrum bahçe sensin, gül de sen; Gül yüzünden inleyen bülbül de sen.
Yüzyıldan fazla zamandır, elimizden çıkan Rumeli vatanı için seçtiğimiz özlem abidesi, Tuna Nehri’dir. Akma Tuna akma ben bir dertliyim Yâr peşinde koşar kara bahtlıyım.
Yine gel, tövbeni bozsan yine gel; Rahmetin yağdığı en son dine gel. Aşk içinden nûru seyret aşka dön, Nûr içinden aşkı seyret Hakk’a dön.
Şunu vurgulamak istiyoruz: Bizim gibi hissetmek için, coğrafyanızı Türk gibi yaşamak mecburiyeti vardır. Başka kökenden olanlar, mutlaka yüzüne gözüne bulaştırır. İçimizde doğmuş olsalar bile… Musiki ile uğraşmış olsa bile, Hüseynî makamını idrak edemeyenin Türklüğünden şüphe ederiz. Yabancı müziklere kul köle olup sanatımızı küçümseyenler vardır. Bunların mutlaka kanları bozuktur, karışıktır. Büyük Türk denizinde eriyip yok olmaları kaçınılmazdır. Türk sanatı son günlerde, bütün kültür değerlerimize karşı uygulanan, hem içten hem de dıştan hıyanete uğramaktadır. Bütün bunlar geçicidir. Türk sanatı, çok güçlüdür. Bin yıllara direnerek günümüze ulaşmıştır. Yarınlar daha görkemli olacaktır. Türk dünyası, ortak paydada buluşacak, sanatına, kültürüne sahip çıkacaktır. “Yarından daha yakın”da…■
YUSUF DURSUN
14
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
ALİMBAY BOTAKARAEV
“Aşksızların hem canı yok hem imanı” Ahmet Yesevî
Aşk insana doğru yönü gösteren, ruhunu arıtan ve eğiten güçtür, yani insanın manevi olgunlaşması ve toplumun gelişmesinde çok önemli bir değerdir. Yesevî düşüncesinde, insanın insani varlığını muhafaza eden, onu nefis ve gafletten alıkoyan da aşktır:
H
oca Ahmet Yesevî düşüncesinin temelinde aşk vardır. Bu sıradan bir muhabbet değildir, ilahî aşktır. İlahî aşk, Allah’ı, insanı tüm yaratılmış varlıkları sadece Allah için sevmektir. Ancak böyle bir aşk, insanı, insanî zihniyete, insan denen şerefli ada layık olmaya yönlendirmeye muktedirdir. İnsanın insanlığı da kendini işte bu aşka yönlendiren ana ilke ve ideleri, duygu ve düşüncede, gönül ve dilde, akıl ve davranışlarda, ibadet ve inançta insani ve toplumsal ölçüleri ilahî ölçülerle uzlaştırabilmede, kendini gösterir. Yani, insanı Allah’a yaklaştıran her şeyi, Allah’tan gelmiş gibi kutsal bilmek gerekmektedir. Çünkü her şey Allah’ın işi, onun sanatı ve kudretinin eseri olduğundan sevilmesi ve sayılması gerekir. Allah’a giden yol sadece insan ve toplumdan geçer. Bu Allah’a giden en doğru ve en kısa yoldur. Öyleyse, her yerde, her şeyde Allah’ı görebilmek, Yesevî düşüncesinin temel ilkesidir. Yesevî düşüncesinde ilahî aşk, “işk” kavramıyla irdelenir. Divan-ı Hikmet’te, “pak aşk”, “aşk ateşi”, “aşk bahçesi”, “işk babı”, “işk camı”, “işk dükkânı”,
15
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
“işk yolu”, “işk makamı”, “işk defteri”, “işk derdi”, “işk bazarı”, “işk deryası”, “işk şarabı”, “işk cevheri”, “hum-i aşk” vs. gibi, aşkla ilgili tanım ve sembolik kategoriler çoktur. Tasavvuf felsefesinde Hak, Aşk’tır. Yesevî düşüncesinde, aşk, “mey[1]”, “padişah[2]”, “vahdet[3]”, yani, öz, cevher, ruh, birlik mertebeleri anlamındadır. Burada Yesevî, aşkı, “hakikat”, “Muhammet deryası”, “didar”, “varlığın birliği”, “öz” ve “ruh” olarak algıladığı için, “bütün işten aşkı yüce buldum” demektedir. Böylece Yesevî, ilm-i hâlin mânâsını, insanın aşk ile varlığa sahip olabileceğini net bir şekilde göstermiştir. Yesevî için aşk, marifetullaha ulaşmanın yoludur. Tasavvufta, Allah, evrene sığmayabilir, ama insanın kalbine pekâlâ sığabilir. Sebebi, insan ruhu hem Allah’tan verilmiş bir cevher hem de onu tanımanın ana objesidir. Yesevî için, aşk, Hak ile insanı uzlaştırıcı güçtür: “Aşk olmadan bulmak zordur, Mevlâm Seni[4]”. Burada insanın en büyük amacı Hakk’ı bilmek için, ilk önce, Allah’a âşık olmak ve onun emirlerine teslim olmak gerekir. Allah’ı bilmek her zaman aşkı doğurur. Aşk da Allah’ın tanınmasına götürecektir. İnsan Hakk’ı arayıp, onun didarını talep ederek, sabırla ve büyük özlemle onu beklemektedir. Bu büyük bir derdi doğurmaktadır. Ancak, bu derdi insan kendi hür iradesiyle seçmektedir. Yesevî’nin, “İşk derdini talep ettim, dermanı yok[5]”, dediği dert, 1. 2. 3. 4. 5.
“didar talep” derdidir. Bu dert, Dede Korkut dünya görüşündeki dertten farklıdır. Hakk’ın cemaline olan aşktan doğan derttir. Aşk derdi ise, Hak cemaline olan özlemden gelmektedir. Cemal ise, Hak sıfatlarından bir tanesidir. Hak cemali insanı marifete götürecektir. Burada, Hak ve cemal eşit ölçü ve esas amaçtır[6]. Allah, hem âşıktır hem maşuktur hem de aşktır: “Hem âşıkım ve hem maşukum, özüm canan[7]”. Burada, gerçek aşkın, insanın tüm kişilik kabiliyetlerini düzenleyip varlığın birliğine kavuşturacağını görmek mümkündür[8]. Yesevî, Hakikat yolunda canını satarak, Allah aşkını satın almaya davet etmektedir. Bu kendini feda etmek veya Allah yolunda kendisini kurban etmektir. Fedakârlık, ahlaki değerlerin en yüksek derecesidir. Burada, Allah’a âşık olmak, Allah yolunda diğer tüm değerleri feda etmek demektir. Yesevî, aşkla ilgili hikmetlerinde şöyle demektedir: “Hak önünde, akl-i kâmil, dura almaz, Aşk gücünden bir an (dem) bile dura almaz[9]”. Burada Yesevî’nin, akıl ile aşkı karşılaştırarak, aşkı yok saymak gibi bir niyeti yoktur. Aksine, Yesevî düşüncesinde, akıl, insanın hür iradesiyle, kendisini aşk yoluna adamasına sebep olan güçtür. Buradan da, aklın aşka zıt bir şey olmadığı, bilakis, aşkın destekleyici olduğunu görmek mümkündür. İnsanın davranışlarında akıl ve aşk birbirlerini muhasebe ederler. Aşksız akıl, insanı nefsani işlere götürecektir. Aklı böyle işlerden alıkoyabilecek ve kurtarabilecek tek güç de aşktır. Bunun gibi, akılsız aşk da insanı doğru yolundan şaşırtır ve
Divan-ı Hikmet, H-8.
Divan-ı Hikmet, H-17. Divan-ı Hikmet, H-12.
6. 7. 8. 9.
Divan-ı Hikmet, H-33. Divan-ı Hikmet, H-33.
16
Divan-ı Hikmet, H-41.
Divan-ı Hikmet, H-54.
Burckhardt T., İslam Tasavvufı Doktrinine Giriş. s.41. Divan-ı Hikmet, H-12.
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
batıl inançlara sürükleyebilir. Dolayısıyla, aşk ile aklın arasında uyum olması gerekmektedir[10]. Aşk insana doğru yönü gösteren, ruhunu arıtan ve eğiten güçtür, yani insanın manevi olgunlaşması ve toplumun gelişmesinde çok önemli bir değerdir. Yesevî düşüncesinde, insanın insani varlığını muhafaza eden, onu nefis ve gafletten alıkoyan da aşktır: “İşk değse, viran eyler, ma ü meni, İşksız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin[11].” Görüldüğü gibi, insan hayatının anlamı aşktır. Bu yüzden, Yesevî, “Aşksızların hem canı yok hem imanı[12]”, demektedir. Gerçekte, Yesevî’nin Allah’ın aşkını istemesindeki amacı, toplumun huzuru ve saadeti içindir. Yesevî düşüncesinde, Hak didarını görmek bu dünyada, yani, toplumda gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, bu yolda, Yesevî toplumunun Hızırı, halkın Hakk’a giden yolunda üzerinden geçeceği toprak ve köprü olmak amacıyla aşka sarılmaktadır. İnsanları aşkla birlik ve beraberliğe, toplumsal dayanışmaya davet ederek, Allah aşkının insan ve toplumu sevmekten geçeceğini ilk hikmetlerinden itibaren dile getirmiştir. Bu yüzden Yesevî, ahlak, aşk ve toplum arasındaki ilişkilerin önemini devamlı vurgulamaktadır. Yesevî düşüncesinde, insanların, Allah’ın yarattığı tüm varlıkların dili, dini, rengi ve ırkına bakmaksızın, manevi kardeşliği, toplumsal dayanışma ve birliği bu dünyada gerçekleştirmek için çabalamaları gerekmektedir. Her bir insan, diğer insanları kendi yerine koyarak ve Allah’ın yarattığı kulu olarak bakıp onları “benden” diyebilmesi gerekmektedir[13]. Ruhani kardeşlik, Allah’a ve insana olan aşkın ve saygının kaynağıdır. Sebebi ise, Yesevî düşüncesi, öz bakımından insanı, onun milliyeti, jeografik sınırı, inancı ve diline bakmaksızın, tüm insanlığı, “ben” ve “bir” olarak görmektedir. Yesevî’nin meclisinde Müslüman da puta tapan da, ateşe tapan da kâfir de birdir. Bu yüzden, o, 10. 11. 12. 13.
Bayraktar M., Yunus Emre ve Aşk Felsefesi, s.67.
Divan-ı Hikmet, H-54, s.74. Divan-ı Hikmet, H-140, s.179. Bayraktar M., age., s.89.
gerçek sufi olarak, yanında oturan insanın hangi din ve milletten olduğuna önem vermeyen insandır. İlahî aşk ile donanmış gerçek dindarlık insanı ruhani hoşgörüye götürecektir. Hoşgörü ise, insanları, dinî inancına ve politik mensubiyetine göre değerlendirmemektir. Dolayısıyla, Yesevî’nin hoşgörü anlayışı, sadece, din içi değil, dinlerarası, hatta dinlerüstü bir ilahî hakikati esas almaktadır. Hoşgörü olmazsa, insanlar arasında aşk da sevgi de, eşit sohbet de barış da olmayacaktır. İlahî yaratılışın amacına göre, insanlar, birbirlerini tamamlayan ve birbirlerine ayna olan ilahî hakikatin tecellisi olduklarına inanmaktadırlar. Yesevî, aşka ulaşmanın yollarını şu aşamalarla ortaya koymaktadır: Birinci olarak, tarikatta, ilm-i hâli vakfetmek (İşk bahçesini dolaşmayan âşık olmaz[14]); ikinci olarak, riyazet ile ruhu eğitmek (Cürm ve cefa çekmeden nefsin ölmez[15]); üçüncü olarak, Allah’a, dünya ve ahiretteki nimetleri ve mükâfatları için değil, onun zatı ve özüne âşık olmak (İki âlem işretlerini Mey’e sattım, Hakk’ı sevdim[16]); dördüncü olarak, Hakk’a zikir, vecd, sohbet gibi yöntemlerle ulaşmaktır (Zakir olup, şakir olup Hakk’ı buldum[17]). Gördüğümüz gibi, Yesevî düşüncesinin temelinde sohbet, hoşgörü ve aşk vardır. Düşünce ve düşünce özgürlüğü vardır. Bu ise, iş ve davranışın özgürlüğü demektir. Zikir, sohbet, vecd gibi psikoteknik yöntemler, hastalıklara maruz kalan kalbi tedavi ederek kalbi Allah’ı sevebilecek duruma ve dereceye getirmeye yarayan araçlardır. Bu araçlar ise, Yesevî için hiçbir zaman amaç olmamıştır. Sonuç itibariyle, Yesevî düşüncesinde, aşk, hayatın gerçek anlamı, aynı zamanda insani varlığa ve insani zihniyete ulaşmanın temel şartıdır.■
14. 15. 16. 17.
17
Divan-ı Hikmet, H-102. Divan-ı Hikmet, H-77.
Divan-ı Hikmet, H-12. Divan-ı Hikmet, H-13.
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Hz. Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî’nin “Aşk” Söylemi HAYATİ BİCE*
1
993 yılında Pîr-i Türkistan Hazret Sultan Ahmed Yesevî’nin Divan-ı Hikmet eserini ilk baskısına hazırlarken doğrudan doğruya “aşk” kelimesinin ve “aşk” kavramı ile ilgili “âşık”, “maşuk”, “muhabbet” sözcüklerinin çok sık kullanılmış olduğu dikkatimi çekti. Şunu hemen belirtmek isterim ki, Divan-ı Hikmet’te başka hiçbir ‘soyut’ kavram, bu yoğunlukla kullanılmamıştır.
laştırılan Türkçenin en nadide sözlerinden birisi de “aşk” oldu. Önce, tercüme edilen Hollywood filmleri artistlerinin diline uydurulmağa çalışılarak formatı değiştirilen bu “nazenin” kelime -bugün hormonların tesirindeki gövdelerin köpüklü ağızlarında- en yaban güdüleri tanımlama derekesine indirildiği de acı bir gerçek. Prof. Dr. İskender Pala’nın şiir gibi sözleriyle “aşk ilahîdir; imanla başlar, vahdete götürür. GöBüyüsü ‘taammüden’ bozulan bir nülde doğar, gönülde yaşar. Sırrı saklamayanlar, kavram: Aşk başını verir. Aşk, Allah’ın “Bilinmeyi istedim; Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlük’ünde aşk, kâinatı yarattım.” buyurduğu noktada başlar. Varlı“aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi” olarak tanım- ğımızı sürdürdüğümüz medeniyet birikiminin içinlanıp aslına uygun bir şekilde, Yunus Emre’den “ de aşkın bütün çeşitleri mevcut… Divan edebiyatı Gel gör beni aşk neyledi” mısraı ile örneklendiri- ve tasavvuf itibariyle beşeri aşkın (mecazi aşkın) liyor.(1) ilahî aşka dönüşmesi tabii bir seyir. Pek çok mutaFakat son yıllarda güncel Türk kültürünü be- savvıf ilahî aşk için beşerî aşkı ilk basamak olarak lirleyen kodların dejenerasyonu ile bozulan, yoz- görür… Gönlümüzle, Allah’ın işaretlerini görebilmemizi sağlayacak en önemli vasıtalardan birisidir aşk. Gönlü açmak ancak sevmekle olur… İlahî aş* Dr., Araştırmacı-Yazar
18
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
kın içerisinde beşeri aşkın cüzleri zaten mevcuttur. İlahî aşka vasıl olmak bilakis beşeri aşkların temelini sağlamlaştırır. Denizin içinde damla vardır; ama deniz damladan ibaret değildir… Türk coğrafyasının en bereketli olduğu husus aşktır.” (2)
“Divan-ı Hikmet” bir “Divan-ı Aşk” imiş meğer!
Hazret Sultan Yesevî’nin 144 adet ‘Hikmet’ adı verilen şiirini içeren Divan-ı Hikmet’inde “aşk” kelimesi tam tamına 55 şiirde kullanılmıştır. Oran olarak bakıldığında bu % 38’lik bir yaygınlığa işaret eder. (Divan-ı Hikmet’te başka hiçbir kavram -sanıyorumbu yoğunlukla kullanılmamıştır.) İnceleme bir de aşk ile doğrudan ilişkili “âşık, maşuk, muhabbet” kelimelerini kapsama alanına alarak genişletildiğinde çok daha büyük bir oran ortaya çıkacağı kesindir. Divan-ı Hikmet’te aşk kavramı tek başına bir duygu durumunu anlatmak için kullanıldığı gibi “aşk ateşi” gibi bazı tanımlamaların bileşeni şeklinde de kullanılmaktadır. Aşk kelimesinin Divan-ı Hikmet’te çeşitli formlarda 173 (yüz yetmiş üç) kez kullanıldığını görüyoruz. Aşk kelimesinin sıklıkla kullanıldığı tamlamalar olarak “aşk yolu”, “aşk derdi”, “aşk ateşi”, “aşk sırrı”, “aşk sevdası”, “aşk kapısı”, “aşk ehli”, aşk pazarı” ve daha pek çok deyiş dikkati çekmektedir. Bu incelememizde bu deyişlerin yer aldığı hikmetler sırası ile verilecektir. (3)
“Aşk Yolu”
Hazret Sultan Yesevî’nin yolunun bir sevgi ve muhabbet yolu olduğunun en kesin kanıtı aşk kelimesinin en sık kullanıldığı kavram “aşk yolu”dur. Yesevî’de tasavvuftaki kemal makamlarına ulaşmanın yolu olarak tarif edilen “aşk yolu” kavramı on dokuz yerde kullanılmıştır. 12 Tarikatın yollarıdır çetin azap Bu yollarda nice âşık oldu toprak Aşk yoluna her kim girse hâli harap Erenlerden yolu sorup yürüdüm ben işte 77 Âşık olsan aşk yoluna koy adımı Dünya kaygısını boşayıp koy Edhem gibi Akıllı isen dünya için yeme gam Kıyamet günü cezalarını verir dostlar 81
19
İşbu aşkın yolu dilim olmaktır Burada ağlayıp ahirette gülmektir. Gül renkleri zeferan gibi solmaktır. Böyle olmadan, âşıkım, deyip söylemeyin dostlar. Sırdan anlam duymayanlar yabancıdır O âşıkın mekânları viranedir Aşk yolunda can verenler sevgilidir Candan geçmeden candan haber bilmeyin dostlar. 4 Yirmidokuz yaşa girdim, hâlim harab Aşk yolunda olamadım misali toprak Hâlim harab bağrım kebab, gözüm dolu yaş O sebepten Hakk’â sığınıp geldim ben işte. 11 Aşk yolunda âşık olup Mansur geçti Belini bağlayıp Hakk işini sıkı tuttu Melâmetler ihanetler çok işitti Ey müminler hem Mansur oldum ben işte 29 Pişman olmuş âsi kulum, aşk yolunda bülbülüm, Arslan Baba’ya köleyim, kölen olur Hoca Ahmed. 33 Aşk yolunda yok olayım Hakk Bir ve Var Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım. Elimi açıp dua kılayım, Azim Cebbar Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım. … Aşk derdini talep eyledim, dermanı yok; Aşk yolunda can verenin korkusu yok; Bu yollarda can vermese, imkânı yok; Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım. … Aşk pazarı ulu pazar, sevda haram; Âşıklara senden başka kavga haram; Aşk yoluna girenlere dünya haram; Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım. 51 Aşk yolunda damla damla kanlar yutarım Rahman adı rahmetinden ümit tutayım Şarap kadehini doyası versen candan geçeyim Hasretinde iki gözümü yaşlasam ben 96 Dinmeden âşıklar Hű derler Allah’ına yalvarıp; Yürür O’nun aşkında, gece gündüz sararıp.
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Çok ağlatıp âşıkı aşk elinde Allah’ım Aşk yolunda melâmeti ona görür münasip.
“Aşk Ateşi” Kimi Yakar?
Hazret Sultan Yesevî aşk yoluna düşen aşığın “aşk ateşi” ile yanmağa başlayacağını bildirir. Aşk ateşi Divan-ı Hikmet’te en sık kullanılan kavramlardan birisi olarak hikmetlerin dokuz yerinde yanar. Yesevî, tasavvuf yolundaki olgunlaşmanın bir metodu olarak kişinin bilerek ve bilmeyerek aşk ateşine düşmesini gösterir. Aşk ateşi aşığı yaktıkça benliğinin negatif unsurları yok olarak batınındaki kemal mertebeleri açığa çıkacaktır. 139 Şevki, zevki muhabbetten ayan eyle Âşıklara aşk ateşinden beyan eyle Hor görülme-ağlama, meşakkati nişan eyle Gerçek âşıklar ateşten ne diye çekinsin? 61 Aşk ateşini gizli tutup saklar idim, Canı yakıp, yürek bağrımı kebap etti. Pirden yardım olmaz olsa, şimdi bana, Bu dert bizi dostlar hadsiz harap etti. 118 Her kim yanar cana alır aşkın ateşini Canı yansa uzuvlarından çıkar duman Bağrı onun paramparçadır yoktur bütün Halka zahiren görünüp duran yarası yok 12 Aşk ateşine yanan âşığın rengi uçar Ahirete doğru çekip alıp burada geçer Burada olan düğümlerini orada açar Rasul dünya leştir dedi bıraktım ben işte 85 Kulum diyen daima dinmeden zikrini söyler Aşk ateşine bağrı yanıp feryad eder Habersizler bağrı ömrünü bilmeden yele satar Gaflet ile cehenneme gider dostlar 93 Seher vakti kalkanlar, canı feda eyleyenler, Aşk ateşinde yananlar seher vakti olanda. 94 Halka içinde “ Hû “ deyiniz, aşk ateşine yanı-
nız, Beden-can ile tâlipler, tekbir başlayıp deyiniz. 126 Gece kalkıp yürümeden, durmadan ağlayanlar Aşk ateşine yürek-bağrını dağlayanlar Rüsva olup sırdan mânâ anlayanlar Halk içinde rüsva olup yürüse olmaz 120 Kul Hoca Ahmed kabul eyledi gizliliği Kabul eyledi aşk ateşinde yanmaklığı Canını verip satın aldı yanmaklığı Gerçek sözümdür asla onun yalanı yok
“Aşk Derdi”nin dermanı
Aşk yolunda ilerlerken aşk ateşi ile yanmağa başlayan âşık düştüğü aşk derdinin dermanını aramağa başlar. “Aramakla bulunmaz ancak bulanlar arayanlardandır” sırrına erince anlar ki aradığı zaten kendisini derde düşüren aşk imiş. Hazret Sultan Yesevî “aşk derdi”ne ve dermanına Divan-ı Hikmet’in on yedi yerinde değinmektedir: 17 Ey arkadaşlar, aşk derdine deva olmaz; Diri oldukça aşk defteri tamam olmaz Dar lahidde kemikleri ayrık olmaz Lamekân’da Hakk’tan dersler aldım ben işte. 18 Riya tesbihi elinde, zünnar iyi bilseniz; Hak rızası budur aşk derdini eyleseniz Aşkını alıp mahşerde rezil olup dursanız; Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük. 33 Aşk derdini talep eyledim, dermanı yok; Aşk yolunda can verenin korkusu yok; Bu yollarda can vermese, imkânı yok; Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım. … Kul Hoca Ahmed aşktan ağır belâ olmaz; Merhem sürme, aşk derdine deva olmaz; Gözyaşından başka bir şey tanık olmaz; Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım. 102 Ey dostlar aşk ehlinin serveti yok Deva sormayın aşk derdinin devası yok Bu yollarda âşık olsa dönüşü yok
20
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Canı bedenden ayrı eyleyip yürür olmalı 118 Gerekli değil aşk derdine deva sormak Viran edip gider imiş devası yok Canını incitip yaşın akıp aklın gidip Aşk derdinden dostlar acı belası yok … Kul Hoca Ahmed söyledi dostlar işitin bunu Kafdağı gibi taşlar değse çıkmaz sesi Kime söyleyip kime ağlayıp aşk derdini Vallahi-billahi aşk derdinin devası yok 123 Muhabbetin deryasına batmayınca Ey dostlarım aşk mücevherini alsa olmaz Tan atana kadar feryad edip ağlayıp inlemedikçe Sarraf olup aşk derdini bilse olmaz Aşk derdini bilen kişi dünyayı bulur Erenlerin izin alıp dinmeden öper Muhabbetin şevki ile yaşını döker Yaşı akmadıkça riyazette solsa olmaz 133 Aşk derdine deva soran hazır tilbe Zâhirde yok batın içinde eyler cilve Mazı sarın hepsinin içinde eyler galip Aşk derdine deva eylese Rahman eyler 140 Aşk derdini dertsizlere söyleyip olmaz; Bu yolların engeli çok, geçip olmaz; Aşk cevherini her nâmerde satıp olmaz; Habersizlerin aşk kadrini bildiği yok Aşka düştün, ateşe düştün, yanıp öldün; Pervane gibi candan geçip kor ateş oldun; Derde doldun, gama soldun, tilbe oldun; Aşk derdini sorsan, asla dermanı yok. Ey habersiz, aşk ehlinden beyan sorma Dert iste, aşk derdine derman sorma Âşık olsan, zâhidlerden nişan sorma Bu yollarda âşık ölse, tavanı yok.
“Aşk Sırrı”na Ermek
bir kulluk ve başa gelecek “yüz bin bela”ya sabır gerektiğini ve bu yolla Hakk cemaline vuslatın mümkün olacağını bildirir. Ancak dikkat edilmesi gereken incelikli nokta aşk sırrının ancak âşıklara beyan edilebileceği ve aşk sırrını herkese söylemenin caiz olmadığıdır. 61 Aşk sırrını her nâmerde söyleyip olmaz; Nice yaksan, rüzgârlı yerde çıra yanmaz; Yolunu bulan merdleri bilse olmaz; Ağlaya ağlaya gözyaşını habap etti. 86 Aşk sırrını beyan eylesem âşıklara, Tâkat eylemeyip, başını alıp gider dostlar. Dağa, taşa başını vurup, şuursuz olup Çoluk çocuk, ev barktan geçer dostlar. 82 Hakk’a yanıp mü’min olsan, ibadet eyle İbadet eyleyen Hakk cemalini görür dostlar. Yüz bin belâ başa düşse, inleme Ondan sonra aşk sırrını bilir dostlar. 137 Candan geçmeden aşk sırrını bilse olmaz; Maldan geçmeden ben benliği koysa olmaz; Utangaç olmadan yalnız kendini sevse olmaz; Öyle âşık halk gözünden gizli olur.
Yesevî’nin Tarifiyle : “Aşksız Kişi”
Hazret Sultan Yesevî, Divan-ı Hikmet’te dört yerde “aşk sırrı”ndan söz eder. Aşk sırrına erme yolunu da gösteren Yesevî; aşk sırrına ermek için yakin derecesinde bir iman; takva derecesinde
“Aşk ehli” tabirini Divan-ı Hikmet’teki sadece bir mısrada kullanan Hazret Sultan Yesevî’nin, “aşk” üzerine söyledikleri kadar dikkat çeken bir husus da “aşksız” insanları ayrıntılı olarak tarif etmesidir. Yesevî “Allah’a erme yolunda “aşksız” ilerlemenin çok zor olduğuna işaret eder. “Aşksız” olma üzerinde Hazret Sultan Yesevî’nin gösterdiği hassasiyet bu tarifin hikmetlerde tam on üç yerde işlenmesi ile ortaya çıkmaktadır. 59 Aşksız kişi insan değildir anlasanız Muhabbetsizler şeytan kavmi dinleseniz Aşktan başka sözü eğer söyleseniz Elinizden iman-İslam gitti olmalı 54 Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın
21
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin Gönlünüzde aşk olmasa, bana ağlayın Ağlayanlara gerçek aşkımı hediye eyledim. 82 Arif âşık öz canını ateşe yakmaz Dertsizlere çakmağını yakıp çakmaz Dünya gelip cilve eylese dönüp bakmaz Aşksız kişi hayvandan beter dostlar 104 Allah der eğer ki kulum neylerse eylesin Her ne eylese melekler ikram eylesin Aşksız adam aşk makamını görüp yürüsün Hakk kudretini ifşa eyleyip yürür olmalı 123 Aşksızları gördüm dostlar şaşkın yürür Müminim deyip imanları viran yürür Mahşer günü cemal görmeden sersem yürür Pir-i kâmil nazar eylemeden görse olmaz 115 Meleklerinden aşığı çok ey habersiz Bir “ahh” eylese âlem olur altın ve mücevher Zâhid, âbid, sâliklerin aşkı beter Aşksız âdem vallahi yolda kalır imiş 3 Her sabah vakti ses geldi kulağıma “Zikr söyle!” dedi, zikrini söyleyip yürüdüm ben işte. Aşksızları gördüm ise, yolda kaldı; O sebepten aşk dükkânını kurdum ben işte. 20 Kul Hoca Ahmed, aşksızların işi kötü Sabaha varsa, Hakk göstermez ona cemal Arş ve Kürsű, Levh ve Kalem hepsi bizar; Aşksızlara cehennem kapısını açar dostlar. 102 Gerçek dertliler dertsizliği göze almaz Zâhid-âbid mesleklerini dile almaz Fayda görse aşksızlara bakış iliştirmez Gerçek dertliye deva eyleyip yürür olmalı 108 Gelin toplanın zâkir kullar, zikr söyleyelim; Zâkirleri Allah şüphesiz sever imiş. Aşksızların imanı yok ey arkadaşlar;
Cehennem içinde dinmeden devamlı yanar imiş. 86 Aşksızların hem canı yok hem imanı; Rasűlullah sözünü dedim, mânâ hani Nice desem, işitici, bilen hani? Habersize desem, gönlü katılaşır dostlar. 140 Zâhid olma, âbid olma, âşık ol Mihnet çekip aşk yolunda sâdık ol Nefsi tepip dergâhına lâyık ol Aşksızların hem canı yok imanı yok.
Divan-ı Hikmet’teki diğer “aşk” kullanımları
Divan-ı Hikmet’te yukarıda verdiğimiz sık kullanımlar yanında “aşk” kelimesi ile birlikte kullanılan bazı deyimleri de -sadece ismen bile olsa- vermek isterim. Divan-ı Hikmet’te “aşk kapısı” ise beş kez ; “aşk bağı”, “aşk sevdası” dörder kez; “aşk dâvası”, “aşk pazarı”, “aşk şarabı”,”aşk şiddeti” üçer kez; “Hakk aşkı”, “aşk ehli”, “aşk makamı”, “aşk cevheri”, “aşk dükkânı”, “aşk defteri”, “aşk küpü” ikişer kez ‘aşk bağlamı’nda kullanılmış olan deyimler olarak görülmektedir. Divan-ı Hikmet’te “aşk ışığı” , “aşk incisi”, “aşk dalgıçı”, “aşk rüzgârı”, “aşk hançeri”, “aşk yâdı”, “aşk belâsı”, “aşk darağacı”, “aşk yakarışı” deyimleri sadece birer kez kullanılmış ilginç deyişlerdir. “Aşk olsun” Ya Hû…■ DİPNOTLAR: 1. TDK Güncel Türkçe Sözlük: http://tdk.org.tr/TDKSOZLUK/ SOZBUL.ASP 2. Prof. Dr. İskender Pala ile ( M. Mehmet Gündem ) : “Aşk imiş her ne var âlemde!..” ; ZAMAN Gazetesi, 13.02.2000. 3. Kıta başlarındaki rakamlar, bu makalenin yazarı Dr. Hayati Bice tarafından hazırlanan ve Türkiye Diyanet Vakfı yayınları arasında yayınlanan Divan-ı Hikmet neşrindeki “aşk” kelimesinin geçtiği hikmetlerin sıra numarasını göstermektedir. (Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet, Yayına Hazırlayan: Dr. Hayati Bice; T.Diyanet Vakfı yayınları, 4. Baskı, 2005- Ankara)
22
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
NECDET TOSUN*
İ
slamiyeti basit bir şekilde ve tasavvufî motiflerle halka sunan Hoca Ahmed Yesevî (ö. 562/1166), Orta Asya Türklerinin Müslüman oluşunda önemli bir rol oynamıştır. Pîr-i Türkistân lakabıyla anılan Yesevî, gerçek hayatından ve tarihî kişiliğinden ziyade menkıbeleri ve fikirleri ile tanınmıştır. Onun tasavvuf kültürüyle beslenmiş olan ve günümüz insanına ışık tutan fikirlerinden en önemlileri, sevgi ve hoşgörü hakkındaki görüşleridir. Burada gerek Hoca Ahmed Yesevî’nin ve gerekse diğer bazı mutasavvıfların “sevgi ve hoşgörü” konusundaki düşüncelerine temas edilecektir.
1) Hoca Ahmed Yesevî’de Sevgi a) Ahmed Yesevî ve takipçilerinde Allah ve Peygamber sevgisi
kereksen”[1]. Yani: Aşkın beni çılgına çevirdi, herkes beni bildi, gece gündüz düşüncem sensin, bana sadece sen lazımsın ey Allah’ım! Âlimlere kitap gerekir, sûfîlere mescit. Mecnûnlara Leylâ lâzım, bana ise sen lâzımsın Allah’ım! Ahmed Yesevî’nin talebesi Hakîm Süleyman Ata da Allah aşkı konusunda şöyle der: “Âşıkdın sormangız dünyâ ve ukbâ, Âşık maşûk içün her dem öledür”[2]. Yani: Âşığa dünya ve ahreti sormayın; âşık, sevdiği için her an ölmektedir. Hakîm Süleyman Ata başka bir hikmetinde de şöyle der:
Hoca Ahmed Yesevî, Allah sevgisini şiirlerinde sıklıkla dile getirmiştir. Bu şiirlerden bazıları şunlardır: “Aşkıng kıldı şeydâ meni, cümle âlem bildi meni, Kaygu sensin tüni küni, menge sen ok kereksen… Âlimlerge kitâb kerek, sûfîlerge mescid kerek, Mecnûnlarga Leylâ kerek, menge sen ok
“Ming yıl ibâdet kılsang, tâat içinde kalsang, Muhâldur Hak’nı bilseng, arada aşk bolmasa. Tesbîhin zünnâr bolur, seccâdeng murdâr bolur, Barçası agyâr bolur, arada aşk bolmasa”[3]. * Doç. Dr., Marmara Ü. İlahiyat Fak. İstanbul. 1. Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet (nşr. Kuanışbek Kârî, Galiya Kambarbekova, Rasûl İsmailzâde), Tahran: el-Hüdâ, 2000, s. 1 (Arap harfli bölüm), s. 186187. 2. Hakîm Süleyman Ata, Bakırgan Kitabı, Kazan 1884, s. 22. 3. Hakîm Süleyman Ata, age. s. 39.
23
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Yani: Bin yıl ibadet etsen, ibadet içinde kalsan bile içinde Allah aşkı olmadıkça onu tanıyamazsın. Tespihin papaz kuşağı olur, seccaden murdar olur, herkes sana yabancı olur, eğer Allah ile aranda aşk yoksa. Ahmed Yesevî’nin takipçilerinden Hoca İshak b. İsmail Ata, insanın gönlünde Allah sevgisinin oluşup gelişebilmesi için, o gönülden dünya sevgisinin gitmesi gerektiğini şöyle ifade etmiştir: “Pes, bilgil, kul birle Mevlâ azze ve cellening arasında muhabbet-i dünyâ ve nefs hicâb turur. Her kim muhabbet-i dünyânı köngül közgüsidin kiterse hicâb aradın kiter. Andın keyin bu bende perverdigârnı körer, inşâallâhü teâlâ”[4]. Yesevî yolunun temsilcilerinden Şemseddin Özgendî[5] de Allah aşkını şöyle dile getirmiştir: “Yâ Rab özüng bilür-sen, sendin özge kimim bar, 4. Hoca İshak b. İsmail Ata, Hadîkatü’l-ârifîn, Özbekistan Fenler Akademisi Bîrûnî Şarkiyat Enstitüsü Ktp., nr. 11838, vr. 29b. 5. Silsilesi şöyledir: Ahmed Yesevî, Hakîm Ata, Zengi Ata, Sadr Ata, Elemîn Ata, Şeyh Ali Şeyh, Mevdûd Şeyh, Kemâl Şeyh Îkânî, Seyyid Ahmed Velî (Şeyh Aliâbâdî), Şemseddin Özgendî.
Bir ü barım irür-sen, sendin özge kimim bar… Közüm seni közleyür, tilim seni sözleyür, Könglüm seni isteyür, sendin özge kimim bar”[6]. Ahmed Yesevî’de Peygamber sevgisi de ön plandadır. Hz. Peygamber 63 yaşında vefat ettiği için, 63 yaşına gelen Ahmed Yesevî, peygambere olan sevgisinden dolayı artık toprağın üzerinde yaşamak istememiş ve yer altında bir ibadet yeri kazıp kalan ömrünü onun içinde geçirmiştir. Yesevî, peygamber sevgisiyle söylediği şiirlerde şöyle diyor: “Başımga tüşüp na‘ra-i sevdâ-yı Muhammed, Men anı üçün kuyıda şeydâ-yı Muhammed”[7]. “On sekiz ming âlemge server bolgan Muhammed, Otuz üç ming ashâbga rehber bolgan Muhammed”[8]. Allah ve Resulüne karşı gönlünde derin bir sevgi besleyen Hoca Ahmed Yesevî, Allah’ın kelâmı olan Kur’an-ı Kerim’e son derece saygılı idi. Bir 6. 7. 8.
24
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Hakîm Süleyman Ata, Bakırgan Kitabı, s. 74. Yesevî, age. s. 53. Yesevî, age. s. 55.
defasında Kur’ân öğrenmek için camiye giden çocukların mushaflarını boyunlarına asıp aşağı sarkıttıklarını, içlerinden bir tanesinin ise sevgi ve saygısından dolayı Kur’an’ı başının üzerinde taşıdığını görmüş, bu manzaradan çok memnun olup bu çocuğun zahiri ve bâtıni eğitimini üstlenmişti. Bu çocuk zamanla hem din ilimlerini hem de tasavvuf ve ahlâk konularını hakkıyla öğrenip Hoca Ahmed Yesevî’nin önde gelen talebelerinden biri olan Hakîm Ata lakaplı Süleyman Bakırgânî’den başkası değildir[9]. Yesevî şeyhlerinden Süksük Ata bir miktar çamaşır alıp çamaşır yıkayıcısına gitmişti. Yıkayıcı: “Adınız nedir, yazayım da diğer çamaşırlarla karışmasın.” dedi. Süksük Ata: “Adım Firavun’dur.” diye cevap verdi. Çamaşırcı: “Başka isim bulamadınız mı da böyle isim koydunuz.” diye sorunca, Süksük Ata: “Adım Muhammed’dir. Ama Allah Resulü’nün adı olan bu ismi yazıp kazana çer çöp ile birlikte atarsan bu isme hakaret olur diye düşündüm.” diye karşılık verdi. O gece Süksük Ata rüyasında Hz. Peygamber’i gördü. Hz. Peygamber ona: “Ey Süksük Hoca! Sen mademki benim ismine hürmet ettin, ben de sana, senin evladına ve sana tâbi olanlara ahrette şefaat edeceğim.” buyurdu[10]. Bu rivayetlerden, Ahmed Yesevî ve takipçilerinin duygu dünyasında Allah ve peygamber sevgisinin önemli bir yer tuttuğu anlaşılmaktadır.
b) Mahlukata karşı sevgi ve merhamet
Ahmed Yesevî, şiirlerinde mahlukata merhamet, fakir ve yetimlere yardımcı olmak gibi konulara sıkça temas etmiştir. Bu şiirlerden bazıları şunlardır: Kayda körseng köngli sınuk merhem bolgıl Andag mazlum yolda kalsa hemdem bolgıl Ruz-i mahşer dergahıga mahrem bolgıl Mâ vü menlik halayıkdın kaçtım mena.
Kaytıp tüşüp fakirlerni halin sordı Gariblerni izin izlep tüştüm mena.[11] Yani: Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaş ol Mahşer günü dergâhına yakın ol Ben-benlik güden (kibirli) kişilerden kaçtım ben işte. Garip, fakir, yetimleri Resul sordu O gece Miraca çıkıp Hakk cemalini gördü Geri gelip indiğinde fakirlerin hâlini sordu Gariplerin izini arayıp indim ben işte. Muhammed aydılar her kim yetîmdür Bilingiz ol meni hâs ümmetimdür Yetîmni körsengiz agrıtmangızlar Garibni körsengiz dag etmengizler.[12] Yani: Muhammed (a.s) dediler: “Her kim yetimdir, Biliniz, o benim has ümmetimdir.” Yetimi görseniz, incitmeyiniz; Garibi görseniz, dağ etmeyiniz (incitmeyiniz). Hoca Ahmed Yesevî’nin yolunu devam ettirenlerden İsmail Ata şöyle derdi: “Güneşli günde insanlara gölge ol, soğukta elbise ol, açlık zamanında ekmek ol!”[13]. Yesevî yolunun takipçilerinden Şemseddin Özgendî de yetimlere karşı sevgi ve merhamet konusunda şöyle der: “Bolsang Resûl’ga ümmet, kılıng yetîmge şefkat, Bolgay sanga köp rahmet, Rasûl andag tidi ya”[14]. Yani: Eğer Hz. Muhammed’e ümmet isen, yetime şefkat göster. Bu sayede sana çok rahmet olacaktır, peygamber böyle söyledi ya.
Garib, fakir, yetimlerni Resûl sordı Uşal tüni mi’râc çıkıp dîdâr kördi 9. Anonim olan Hakîm Ata Kitabı’ndan naklen bk. Karl G. Zaleman, “Legenda Pro Hakim-Ata: Hakîm Ata Risâlesi”, Bulletin de l’Académie Impériale des Sciences de St. Pétersbourg (İzvestiya İmperatorskoy Akademii Nauk), cilt: IX, sayı: 2, (Septembre 1898), s. 107-108. 10. Hoca İshak, age. s. 74a.
11. Yesevî, age. s. 17. 12. Yesevî, age. s. 99. 13. Muhammed Şerîf Buhârî, Huccetü’z-zâkirîn lireddi’l-münkirîn, Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi, nr. 372, vr. 100a. 14. Hakîm Süleyman Ata, age. s. 127.
25
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
2) Hoca Ahmed Yesevî’de ve tasavvuf kültüründe hoşgörü
Hat sanatımızın en anlamlı ürünlerinden biri “Hoş gör yâ hû” levhalarıdır. Bu levha tekkelerde sadece bir duvar süsü olarak kalmaz, aynı zamanda tekke ve tasavvuf ehli için bir hayat düsturu olurdu. Eskilerin müsamaha, yenilerin tolerans dediği “hoşgörü” toplumun ve fertlerin huzuru için anahtar bir kavramdır. “Yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü” diyebilmek engin bir gönül ister. Bu gönle sahip insanların hoşgörü örneklerine tasavvuf tarihinde sıkça rastlanır. Tasavvuf kültürüyle beslenmiş olan Hoca Ahmed Yesevî’nin hayatında ve şiirlerinde de hoşgörü ile alâkalı örnekler bulunmaktadır. Bunlara kısaca temas edildikten sonra, konunun daha iyi anlaşılması için tasavvuf kültüründe hoşgörü hakkında başka rivayetlere de yer verilecektir. Hoca Ahmed Yesevî Müslüman olmayan kişilere karşı da hoşgörülü olmak gerektiğini ifade etmek için şöyle demiştir: “Sünnet irmiş kâfir bolsa berme azar Könglü kattıg dil-âzârdın Hudâ bîzâr”[15], Yani: Karşındaki insan kâfir bile olsa onu incitme, bu Hz. Peygamber’in (a.s) sünneti ve yolu imiş. Kalbi katı, gönül incitici kişileri Allah Teâlâ sevmez. Rivayete göre, Ahmed Yesevî hazretlerinin şöhreti her tarafa yayılıp talebelerinin sayısı artınca kendisini çekemeyenler dedikodu yapmaya başladılar. “Sohbet ve zikir meclislerine kadınlar geliyor, erkeklerle birlikte oturup zikrediyorlar.” diye eleştiren medrese hocaları çıktı. Hoca Ahmed Yesevî kendisini teftiş için gönderilen âlimlere, “Bizim meclisimizde kadın ve erkeklerin beraber bulunması, onların gönlüne zarar vermez.” mesajını vermek için, gelen heyetin huzurunda bir kutunun içine bir parça pamuk ve ateş koru koydu. Sonra kutuyu onlara verdi. Heyet kendi memleketine dönüp kutuyu açtığında ateşin pamuğu yakmadığı gördüler[16]. 15. Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, s. 20. 16. Hüsâmeddin Sığnâkî, Menâkıb-ı Hoca Ahmed Yesevî, Özbekistan Fenler Akademisi Birunî Şarkiyat Enstitüsü Ktp., nr. 11084, vr. 12b; Muhammed Âlim Sıddîkî, Lemehât min nefehâti’l-kuds (nşr. M.Nezîr Rânchâ), İslamabad 1986, s. 47; Necdet Tosun, “Ahmed Yesevî’nin Menâkıbı”, İLAM Araştırma Dergisi, c. III, sy. 1 (1998), s. 76, 79.
Eski Türk geleneklerinde ve özellikle tarımla uğraşan küçük yerleşim bölgelerinde kadınların erkeklerle birlikte toplumsal hayatın içinde olduğu bilindiğine göre, o dönemde tekkede insanların birlikte bulunmuş olması mümkündür. Hoca Ahmed Yesevî kendi dönemindeki bazı din adamlarının eleştirisine göğüs germiş ve kadınların da aynı çatı altında tasavvufî sohbetlere ve zikre iştirak etmesine izin vermiş, bunu hoşgörü ile karşılamıştır. Bu rivayette Yesevî’nin hem zikre katılmak isteyen kadınlara, hem de kendisini eleştiren kişilere karşı hoşgörü sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Rivayete göre bazı kendini bilmez kişiler Hoca Ahmed Yesevî’nin oğlunu öldürmüş ve başını bir beze sarıp Yesevî’ye göndermişlerdi. Oğlunun başını gören Hoca, sabır ve metanet göstermiş, sadece, “Kavunu olgunlaşmadan koparmışlar.” demekle yetinmiştir[17]. Ahmed Yesevî’nin bağlı bulunduğu tasavvuf kültüründe hoşgörünün yeri ve önemi konusunda aşağıda verilecek olan örnekler konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Müslümanlar içinde ibadette veya günlük işlerde hatalı olan kimseler bulunabilir. Bunlara hoşgörü ile yaklaşmak konusunda tasavvufî eserlerde birçok rivayet bulunmaktadır. Bu örneklerden bazıları şunlardır:
a) İbadetlerdeki kusurlara karşı hoşgörü
Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde anlattığı bir rivayete göre Peygamber Efendimiz’in (a.s) müezzini Bilâl-i Habeşî ezan okurken dili tam dönmediği için “hayye ale’s-salâh” yerine yanlışlıkla “heyye ale’s-salâh” dermiş. Peygamberimizin arkadaşlarından bazıları: “Ey Allah’ın Resulü! Bilâl bir harfi yanlış okuyor, ezanı başka birisi okusa daha iyi olmaz mı?” diye sormuşlar, ancak Hz. Peygamber (a.s) samimiyetle okuduğu için ezanı Bilâl’in okumaya devam etmesini uygun bulmuştur[18]. Başka bir rivayete göre Bilâl “Eşhedü” yerine yanlışlıkla “Eshedü” dermiş. Şikâyet olunca Hz. Peygamber: “Bilâl’in s harfi, Allah katında ş harfidir”, diyerek onu hoş görmüştür. Mesnevî’deki bir başka hikâyeye göre, Hz. Musa yolda giderken kenarda oturup dua eden bir çoban 17. 18.
26
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Muhammed Âlim Sıddîkî, Lemehât, s. 46. Mevlânâ, Mesnevî, c. III, beyit: 172-177.
görmüştü. Çoban: “Yâ Rabbi! Bana misafir olsan, sana en güzel yemeklerden ikram etsem, ayağına çarık (ayakkabı) yapsam, saçlarını yıkasam, saçındaki bitleri kırsam.” diye dua ediyordu. Hz. Musa bunu duyunca çobana: “Ey çoban! Allah Teâlâ’ya böyle dua edilmez, onun yemeye içmeye ihtiyacı yoktur, insana benzemez.” dedi. Bunun üzerine çoban: “Ey Musa! Ben cahil bir çobanım, bana nasıl dua edeceğimi öğret de öyle dua edeyim.” diye karşılık verdi. Hz. Musa ona Allah’ın şanına yakışır bazı dualar öğretti, sonra yoluna devam etmek için yürümeye başladı. O esnada Allah Teâlâ’dan kendisine şöyle bir hitap geldi: “Ey Musa! Ben o kulumun duasından mutlu oluyordum, çünkü samimi idi. Niçin onun duasını değiştirdin?” Bu hitap üzerine Hz. Musa tekrar çobanın yanına döndü ve: “Sen nasıl istiyorsan öyle dua et.” dedi ve yoluna devam etti[19]. Bu hikâyelerde verilmek istenen mesaj, insanın ibadetlerinde samimi olmasının çok önemli olduğu, ihlas ve samimiyetle yapılan ibadetlerde bazı şeklî hatalar olsa bile Allah Teâlâ ve resulü tarafından hoş görüldüğüdür.
b) Günlük işlerdeki hatalara karşı hoşgörü
Bazı insanlar Müslüman olmalarına rağmen nefsinin isteklerine uyarak Müslümanlıkla bağdaşmayan işler yapabilirler. Onların yaptığı yanlış işlere kızmak ile o insanlara kızmayı birbirine karıştırmamak gerekir. O insanlara acımak ve merhametle doğru yola çağırmak en doğrusudur. Tasavvufî eserlerde sufîlerin bu konudaki bazı söz ve hikâyeleri bulunmaktadır. Hamdûn-i Kassâr şöyle demiştir: “Bir sarhoşla karşılaşırsan, ona buğzetme, kötü söyleme, çünkü o duruma sen de düşebilirsin.” İbrahim b. Edhem bir gün bir sarhoşun yanından geçiyordu. Onu ağzı bulaşmış, yerde yatar vaziyette gördü. Su getirip ağzını yıkadı ve “Allah Teâlâ’nın isminin anıldığı bir ağzı böyle kir bulaşmış bir hâlde bırakmak hürmetsizlik olur.” dedi. Sarhoş kendine gelince İbrâhim b. Edhem hazretlerinin yaptığı şeyi ve söylediği sözü kendisine bildirdiler. O sarhoş tövbe etti ve salih insanlardan oldu. Sonra İbrâhim b. Edhem’e rüyasında: “Sen bizim için onun ağzını 19.
Mevlânâ, Mesnevî, c. II, beyit: 1720-1786.
yıkayıp temizledin, biz de senin kalbini temizledik.” buyurdular[20]. İmam-ı A‘zam Ebû Hanîfe’nin komşusu bir genç vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün devletin görevlileri onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A’zam: “Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu.” deyince, bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı A’zam valiye gitti. Vali, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. “Teşrifinizin sebebi nedir?” dedi. O da hâdiseyi anlatınca, Vali: “Böyle önemsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kâfi idi.” dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A’zam o gence; “Bak, seni unuttuk mu?” diye sordu. Genç: “Hayır…” dedi, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, İmâm-ı A’zam’ın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişti[21]. Sa‘dî Şîrâzî Gülistân isimli eserinde anlattığına göre bir zahidin evine hırsız girmiş, ancak çalacak bir şey bulamamış. Üzüntüyle evden çıkarken durumdan haberdar olan zahit sarınıp içinde uyuduğu kilimi hırsızın yoluna atmış ki alsın da eli boş ve mahzun gitmesin[22]. Benzer bir hikâye de Ahmed er-Rifâî hakkında anlatılır. O, evine gelen hırsıza bir miktar kaliteli un ikram etmiş ve helâllik isteyip yolcu etmiştir. Onun bu şefkatinden etkilenen hırsızın tövbe edip doğru yola geldiği nakledilir[23].
c) Gayrimüslimlere karşı hoşgörü:
Bir toplumda her dinden insan bulunabilir. Toplumların asayiş ve huzur içinde yaşayabilmesi için farklı din mensuplarının birbirine hoşgörü işe bakması çok önemlidir. İslam hukukuna göre Müslüman ülkelerde yaşayan gayrimüslimlere “zimmî” denir ve devlet onların güvenliğini sağlamakla gö20. Ferîdeddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (nşr. Muhammed İsti‘lâmî), Tahran 1374/1995, s. 125. 21. Muhammed b. Yûsuf es-Sâlihî ed-Dımaşkî, Ukûdü’l-cümân fî menâkıbi’l-İmâmi’l-a‘zam Ebî Hanîfeti’n-Nu‘mân (nşr. Ebu’l-Vefâ el-Afgânî), Haydarabad (Hindistan): Lecnetü ihyâi’l-ma‘ârifi’n-Nu‘mâniyye, 1974, s. 289-290. 22. Sa‘dî Şîrâzî, Gülistân (nşr. Gulâm Hüseyn Yûsufî), Tahran 1384 hş., s. 87. 23. Ken‘an er-Rifâî, Ebu’l-Alemeyn Seyyid Ahmed er-Rifâî (hzr. Mustafa Tahralı- Müjgan Cunbur), İstanbul 2008, s. 24-25.
27
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
revlidir. Tasavvuf tarihinde sufîlerin Müslüman olmayanlara karşı hoşgörü ile muamele ettiğine dair birçok örnek bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır: Bayezid-i Bistami’nin Mecusi olan (ateşe tapan, zerdüşt) bir komşusu ve bu komşunun süt emme çağında bir de çocuğu vardı. Bu Mecusi bir gün yolculuğa çıktı. Evlerini aydınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk ağlıyordu. Bayezid-i Bistami her gün bir çıra alıp komşusunun evine götürdü. Mecusi yolculuktan dönünce durumu haber alıp kendisinde değişiklikler hissetti. Bayezid’e karşı kalbinde bir sevgi hâsıl oldu ve: “Mademki o zâtın aydınlığı geldi, bizim kendi karanlığımızda yaşamamız uygun değildir.” deyip Bayezid-i Bistami’nin huzuruna gitti ve Müslüman oldu[24]. Hz. Mevlânâ’ya da nispet edilen fakat ondan daha önce yaşamış olan Ebu Said-i Ebu’l-Hayr’ın şiirleri arasında yer alan şu rubai meşhurdur:
diyerek bütün insanlara (72 millete) aynı gözle bakmak gerektiğini ifade etmiş, böyle bakamayanların görünüşte evliya gibi olsalar bile aslında asi ve günahkâr olduklarını kaydetmiştir. İlk dönem sufîlerinden Mâlik b. Dinar’ın komşusu Yahudi idi. Bu kişi Mâlik b. Dinar’ın evinin duvarını tuvalet olarak kullanır ve bahçesini kirletirdi. Mâlik de her gün duvarını ve bahçesini temizlerdi. Bir gün komşusu Mâlik’e: “Bu necasetten rahatsız olmuyor musun?” diye sordu. Mâlik: “Evet, rahatsız oluyorum ama temizliyorum.” dedi. Komşusu: “Bu sıkıntıyı niçin ve kim için çekiyorsun?” diye sorunca, Mâlik: “Allah rızası için, çünkü Allah
öfkesini yutup insanları affedenleri muttakilerden saymaktadır.[26]” diye cevap verdi. Bunun üzerine Yahudi komşusu: “Ne güzel bir din! Allah dostu, Allah düşmanının sıkıntısına katlanıyor ve sabır ediyor.” dedi, Müslüman oldu[27]. Bu hikâyenin bir benzeri de İmam-ı A‘zam Ebu Hanife için anlatılır[28]. Mevlânâ Celâleddin Rûmî ve dostları sema ederlerken meclise bir sarhoş daldı ve sağa sola çarpıp meclistekileri rahatsız etmeye başladı. Oradaki müritler o sarhoşu azarlayınca Mevlânâ müritlerine mâni oldu ve: “Şarabı o içmiş ama sarhoş siz olmuşsunuz.” dedi. Müritler: “Bu adam Hristiyan’dır.” dediler. Mevlânâ: “Siz niye Allah’tan korkmuyorsunuz.” diye cevap verdi[29]. Bu menkıbelerden anlaşılmaktadır ki, gayrimüslimlere karşı hoşgörü ile yaklaşmak sufîlerin hayat felsefesi olmuştur. Ve bu hoşgörü, birçok gayrimüslimin İslamiyete girmesine de vesile olmuştur. Hoşgörünün bulunduğu yerde muhabbet ve ülfet olur. Gayrimüslimlerin İslama ısınması ve hidayete ermesinde en önemli unsurlardan biri de hoşgörü olmuştur. Hoşgörünün zıddı olan kabalık ve sertlik ise insanları küstürmek ve uzaklaştırmaktan başka işe yaramaz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi” (Âl-i İmrân, 3/159). Güzel söz, hoşgörü ve fedakârca davranışlar tarihte olduğu gibi bugün de insanların İslama yönelmesine sebep olmaktadır. Netice olarak Hoca Ahmed Yesevî’de ve onun bağlı bulunduğu tasavvuf kültüründe “sevgi ve hoşgörü” en temel kavramlardır. Bu iki kavramı yitiren toplumlar huzursuzluğa ve kargaşaya mahkûmdurlar. Diğer taraftan toplumda sevgi ve hoşgörüyü özümsemiş insanlar çoğaldıkça, huzur ve asayiş de artacaktır. Bu sebeple bütün felsefelerin eskiyip modasının geçebildiği dünyamızda, Hoca Ahmed Yesevî ve Mevlânâ gibi büyük mütefekkir sufîlerin hayat felsefesi ve ilkeleri eskimeden, hatta her zamankinden daha fazla önemi anlaşılarak devam etmekte ve insanlığa ışık tutmaktadır.■
24. Ferîdeddin Attâr, age. s. 176. 25. Ebû Sa‘îd-i Ebu’l-Hayr, Sühanân-ı Manzûm-i Ebû Sa‘îd-i Ebu’l-Hayr (nşr. Sa‘îd Nefîsî), Tahran 1334 hş./1955, s. 4 (rubâî no: 21). Rubâî’nin metni şöyledir: Bâz â bâz â her ânçi hestî bâz â/ Ger kâfir u gebr u but-perestî bâz â/ În dergeh-i mâ dergeh-i nevmîdî nîst/ Sad bâr eger tevbe şikestî bâz â.
26. Âl-i İmrân, 3/134. 27. Ferîdeddin Attâr, age. s. 52. 28. Abdülvehhâb eş-Şa‘rânî, et-Tabakâtü’l-kübrâ, Kâhire 1374/1954, I, 54. 29. Ahmed Eflâkî, Menâkıbu’l-ârifîn (Frs. nşr. Tahsin Yazıcı), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1976, I, 356.
Yine gel, yine gel, ne olursan ol, yine gel, Kâfir, mecûsî, putperest olsan da yine gel, Bu bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir, Yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel.[25] Anadolu sûfîlerinden Yunus Emre: Yetmiş iki millete birlig ile bakmayan Şer‘ ile evliyâsa hakîkatde ‘âsîdür.
28
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
NECATİ KANTER
Allah’ı bilerek anma, önce ilahî lezzetlenmeğe neden olur; sonra bu lezzet ilahî muhabbete çevrilir ki bu da manevi mutluluğun elde edilmiş olduğunun alametidir. Hikmet kuşağını sıkı sıkı beline sarmayan insan, dünyaya meyil ve muhabbetten kurtulamaz.
S
ayram’da Hz. Ali’nin oğlu Muhammet bin Hanefi neslinden gelenlere “Hace”, bu silsileye bağlı olanlara da “Hacegan” denilmekteydi. Ahmet Yesevi de Hacegan silsilesine bağlı olduğu için “Pir-i Türkistan Hace Ahmed-i Yesevi” namı ile anılmıştır. Batı Türkistan’daki Çimkent Şehrinin doğusunda bulunan Tarım Irmağına dökülen Şehriyar Nehrinin küçük bir kolu olan Sayram Kasabasında doğdu. Adı, Ahmet bin İbrahim bin İlyas olup, Pir-i Türkistan, Hazreti Türkistan, Hace Ahmet, Kul Hace Ahmet olarak anılır. Babası Hacı İbrahim’in nesebi Hz. Ali’nin oğlu Muhammet bin Hanefi’ye ulaşır. Soyu Hz. Fatma validemize dayanmadığı için Seyyid değil, Hace’dir. Annesi evliyadan Şeyh Musa’nın Ayşe isimli kızıdır. Bazı kaynaklarda onun Yesi’de bugünkü adıyla Türkmenistan’da doğduğu kaydedilmektedir. Doğum yılı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Yusuf el-Hamdemi’ye intisabı ve onun halifelerinden oluşu XI. Yüzyılın ikinci yarısında dünyaya geldiğini gösterir. Kerametleri ve menkıbeleriyle tanınmış evliya bir zat olan babası Şeyh İbrahim’in, Gevher Şehnaz adlı kızından sonra ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmet Yesevi, önce annesini ardından da babasını kaybetti.
29
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Yesevi’nin İbrahim adlı bir oğlu olur, daha küçük yaşta iken vefat eder. Gevher Hoşnaz, Gevher Gülnaz adlarında iki kızı dünyaya gelir. Soyu Gevher Gülnaz adlı kızından devam eder. Türkistan ve Maveraünnehir bölgelerinde olduğu gibi Anadolu’da da kendilerini Yesevi soyundan kabul eden pek çok müellif bulunmaktadır. Bunlar arasında şair Ata ve Evliya Çelebi zikredilmektedir. Ahmet Yesevi’nin Yesi’de irşada başladığı sıra Türkistan’da Su havalisinde İslamlaşma cereyanı yanında İslam ülkelerinin her tarafına yayılan tasavvuf cereyanı da sürmekteydi. Bu uygun şartlar altında Ahmet Yesevi, Taşkent ve Sirderya havalisinde, Seyhun’un ötesindeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında kuvvetli bir nüfuz sahibi olmuştu. Etrafında İslamiyete bütün benliği ile bağlanan yerli halk ile göçebe köylüler toplanıyordu. Bu yüzden Ahmet Yesevi etrafında toplananlara İslamın esaslarını, şeriat ahkâmını, tarikatın adap ve erkânını öğretmek gayesi ile sade bir dille halk edebiyatından alınma şekillerle hece vezninde manzumeler söylüyordu. Diğer manzumelerden ayırt etmek için “ Hikmet” adı verilen bu manzumeler dervişleri vasıtası ile en uzak Türk topluluklarına kadar ulaştırılabiliyordu. Hikmet’ler, bilhassa Türkler arasında bir inanç ve düşünce birliğinin teşekkülüne hizmet etmesi bakımından oldukça önemlidir. Yesevi’nin şöhreti Türk ülkelerine yayıldıkça, Yesevilik de buna bağlı olarak gittikçe büyüyen ve yaygınlaşan bir tarikat hâlini alıyordu. Özellikle Sirderya (Seyhun) ve Taşkent yöresindeki bozkırlarda İslam inancının gelişmesinde etkili olan Ahmet Yesevi, çeşitli bölgelere halifeler göndererek tarikatını kolaylıkla yaymayı başardı. Göçebe Türkler arasında eski Türk âdet ve törelerini içeren bir öğreti olarak yerleşti. Etkisi sonraları Türkistan sınırlarını aşarak Horasan ve Hazar’ın doğu ve kuzey kıyılarına XII. Yüzyılda da Azerbaycan yoluyla Anadolu’ya yayıldı. Öyle ki zamanla Türkler arasında Babailik ve Bektaşilik gibi tarikatların kurulmasına yol açtı. Menkıbeye göre yedi yaşında Hızır’ın delaletine nail olan Ahmet Yesevi, Yesi’de Aslan Baba’ya intisap ederek ondan faydalanmaya başladı. Ashaptan olan Aslan Baba’nın Yesi’ye gelerek Ahmet Yesevi’yi bulması ve Hz Peygamberin kendisine teslim ettiği emaneti vermesi, terbiyesi ile meşgul
olup onu irşat etmesi Hz. Peygamberin bir manevi işaretine rivayet olunur. Çok sevdiği ve ziyadesiyle bağlı bulunduğu şeyhinden ayrı düşünce Aslan Baba’dan söz eden şiirler yazdı: Ahir zaman ümmetleri dünya fani bilmezler Gidenleri görürler de ondan ibret almazlar Erenlerin kıldığını görüp rağbet etmezler Aslan Baba’m sözlerini dinleyiniz teberrük Aslan Baba’nın vefatından sonra Buhara’ya gider, devrin önde gelen âlim ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf Hamdani’nin vefatı üzerine, önce Abdullah-ı Berki, onun vefatı ile Şeyh Hasan-ı Endaki, onun vefatından sonra da Ahmet Yesevi irşat postuna oturur. Bir müddet sonra da makamını Abdulmelik-i Gücüduvani’ye bırakarak Yesi’ye döner. Vefatına kadar burada irşadına devam ederek Türklere İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya başlar. Talebeleri günden güne çoğalır. Büyüklüğü ve kıymeti kısa zamanda Türkistan, Maveraünnehir, Horasan ve Harzem’e yayılır. Zamanında bulunan âlim ve evliyanın en büyüklerinden, en üstünlerinden olur. Yetiştirdiği talebelerden her biri birer ülkeye gider, İslamiyeti en doğru şekliyle öğreterek yayarlar. Yesevi Dergâhı, fakir, yetim ve çaresizler için sığınak yeri idi. Kerametlerinin görülmesi, onun ününü daha da artırdı. Onun zamanında bölgeye ilk Türk-İslam devletlerinden Karahanlıların hâkimiyeti, Seyhun Nehri boyları ile ahalisi göçebe olan Kazak ve Kırgızlar arasında İslam dininin ve Yesevilik tarikatının daha kolay yayılmasına neden oldu. Sade bir Türkçeyle söyleyip yazdığı derin manalı “ Hikmet” denen sözleriyle tekke edebiyatının ilk temsilcilerinden oldu. Ahmet Yesevi, İslamda şeriat-tarikat ayrılığı bırakmamış, İslam şeriatını en az tarikat erkânı ölçüsünde tanıtarak din ve tasavvufu sade söyleyişlerle birleştirmiştir. Ona göre Allah’ı çok zikretmek, çok anmak, kemale ulaşmanın şartıdır. Allah’a yaklaşabilmek ise ibadet etmek ve onun adını anmakla mümkündür. Peygamberimiz de: “Bir şeyi çok anmak muhabbete, muhabbet de yakınlığa neden olur.” buyurmuştur. Muhabbet ve yakınlık ise aşka atılan adımdır. Allah’a ulaşmak için onu anmadan başka çare yoktur. Nitekim Kur’anda: “Allah’ı çok
30
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
zikrediniz.” ayetiyle kullarına anmayı öğretmiş ve bununla da onlara merhamet ve şefkatini açıklamıştır. Allah’ı bilerek anma, önce ilahî lezzetlenmeğe neden olur; sonra bu lezzet ilahî muhabbete çevrilir ki bu da manevi mutluluğun elde edilmiş olduğunun alametidir. Hikmet kuşağını sıkı sıkı beline sarmayan insan, dünyaya meyil ve muhabbetten kurtulamaz. Günahlar nedeniyle paslanan gönüllerin kurtuluşu Allah’ı düşünmek, onu çokça anmak, onun razı olduğu, beğendiği işleri yapmak ve hiçbir zaman ondan gafil olmamakla mümkündür. Yesevi’ye göre hayat, uzun bir ibadet yoludur ki, Hak âşıkları için bu yol ne kadar uzun olursa yine de kısa sayılır. Bu hayat aşkın Allah’a olan kulluğunu tamamlaması için yeterli değildir. Bu nedenle ömrün her anını, gönlün Allah sevgisiyle dolu ve uyanık bir ibadet anı bilmek, öyle yaşamak gerekir. Biricik hakikat olan Allah’a varabilmek, ancak aşk yoluyla mümkündür. Aşk yolu ise çok zorlu bir yoldur. Aşk, çaresi güç, sabrı güç bir hâl olmakla beraber gerçek âşık bütün bela ve felaketlere göğüs gererek en sonunda kemale erip Allah’a ulaşır. Âşık olmak için nefsi ıslah etmek, kendi benliğinden uzaklaşıp sevgi bağına girmek gerekir. Aşk ateşiyle yanan âşıkların rengi uçar, kendi hayran, gönlü viran ve gözyaşları tufan olur. Ancak bu da çilelerin ve yenilen zorlukların sonunda olur. Pir-i Türkistan Hace Ahmet Yesevi, vakitlerini üçe ayırırdı. Günün büyük bölümünde ibadetle meşgul olur, ikinci bölümünde öğrencilerine zahiri ve bâtıni ilimleri öğretir, üçüncü ve en kısa bölümde ise alın teri ile geçimini sağlamak üzere tahta kaşık ve kepçe yaparak geçimini sağlardı. Hz Peygamberin sünnetine aşırı bağlılığı nedeniyle 63 yaşına vardığında tekke’sinin avlusunda müritlerine bir“ Çilehane” kazdırarak ancak bir insanın sığabileceği büyüklükte bir hücre hazırlattır. Altmış üçe yaşım yetti bir künce yok Vadiriğa Hakkını tapmay gönglüm sunuk Yir istide “ Sultan men” tip boldum buluğ Pur-gam bolup yir astığa kirdim mına Bugünkü Türkçesi: Yaşım altmış üçe vardı bana bir günden az geldi Eyvah! Yazık! Tanrı nerede gönlüm kırık Yer üstünde “Sultan benim” diyerek ululandım Gamla dolup yer altına girdim işte
Çilehanesine girerken kısa ve özlü bir konuşma yapar. “Ey gönül dostları! Yüce Allah’ın sevgili kulu olan peygamberimiz Muhammet Mustafa 63 yaşında bu dünyadan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım. Artık şu gördüğünüz çilehaneye çekilecek, ömrümün kalan günlerini bu hücrede tamamlayacağım.” buyurdu. Müritlerin gözleri yaşlı: “Ey sultanımız, sensiz bizim hâlimiz nice olur!” “Sizi Allaha emanet ediyorum!” dedi, sonra merdivenle çilehaneye indi. Mezar misali olan o yerde vefat edinceye kadar devamlı ibadet ve Rabb’ini düşünmekle meşgul oldu. Ahmet Yesevi Hazretleri yetiştirdiği öğrencilerin her birini bir ülkeye göndermek suretiyle İslamiyetin doğru bir şekilde öğretilip yayılmasını sağladı. Onun bu şekilde gönderdiği Alperenlerden bazıları, Moğolların katliamından kaçıp Anadolu’ya geldiler. Bu suretle onun yolu Anadolu’da yayılıp tanındı. Anadolu’nun Müslüman Türklere yurt olması bir bakıma Pir-i Türkistan’ın manevi işaretleriyle hazırlandı. Daha çok didaktik şiirler yazan Ahmet Yesevi, kurduğu tarikatla birçok mürit yetiştirdi. “Horasan Erleri” diye şöhret bulan bu müritler XIII. Yüzyıldan itibaren Anadolu’ya yayılan Türk halkının İslam dinini öğrenmelerinde etken rol oynamış, eski İran kültürünün hüküm sürdüğü bölgede faaliyet göstermelerine rağmen hiçbir zaman Acem mutasavvıflarının etkisinde kalmamışlardır. Tasavvufi Türk şiirinin de öncüsü olan Ahmet Yesevi hece vezni ve yalın bir Türkçe ile yazdı. Hikmet adı verilen bu şiirlerin iki belirgin özelliği, öz açısından tasavvufa, biçim açısından Türk halk edebiyatına dayanmaktadır. Sanat kaygısıyla değil, düşüncelerini anlatmak amacıyla yapılan bu tasavvufi şiirler, “Divan-ı Hikmet”te (1882) derlenmiştir. Yapıtta Ahmet Yesevi’nin Hikmet’lerinin yanı sıra başka Yesevi dervişlerinin Hikmet’lerine de yer verilmiştir. Hikmet söyleyen Yesevi dervişleri, şeyhlerine duydukları saygıdan dolayı kendi adlarını anmamışlardır. Böylece anonim bir Hikmetler kitabı ortaya çıkmıştır. “Divan-ı Hikmet”in eldeki en eski yazma nüshası, XVII. Yüzyıldan kalmıştır. Ahmet Yesevi, Türkistan’ın geniş bozkırlarında
31
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
yaşayan göçebe halk kitlelerine hem İslamı hem tasavvufu tanıtma yollarını iyi kavramış bir mürşit sıfatıyla, sözlerini dönem Türklerinin çok iyi anlayacakları sade bir dille söylemiş, halka çabuk öğrenip hemen terennüm edeceği bir vezin ve şekille söyleyerek Orta Asya’da tasavvufi bir halk edebiyatı oluşturmuştur. Onun gerek Türk tekke edebiyatı gerek halk arasında hızla gelişen Türk tasavvuf edebiyatı üzerindeki etkisi bu yüzden geniş ve devamlı olmuştur. Ahmet Yesevi’nin şiirleri öğretici mahiyette ve yüksek sanat seviyesinden uzak söyleyişlerdir. Bu manzumeler, güzelliklerini ve telkin kudretini, yazarının insani ve söyleyişlerindeki samimiliğinden almıştır. Bu nedenle içinde saf, samimi ve bazen deruni bir lirizm ile rüzgârlanmış manzumeler de vardır. Bu manzumelere “Hikmet” adı verilmiştir. Bu isim bir tasavvuf terimi olarak manalıdır. Hikmet’lerinde kullanılan kafiyeler de halk şiirinin karakteristik yarım kafiyeleridir ve pek çok kere rediflidir. Şiirlerin iç âleminde daha sonraki tasavvufi şiirlerinde görülen taşkınlıklar ve cezbe anında söylenmiş, anlaşılması zor ifadeler kullanılmaz. Ahmet Yesevi, yerinde bir düşünüşle bu hikmet’leri daima çevresinin hazmedebileceği ölçüde, tartılı sözler hâlinde söylemiş, çok kere, dinî, ahlaki öğütler veren bir Müslüman hüviyetinden uzaklaşmamıştır. Ahmet Yesevi’nin Hikmet’lerini içine alan mecmuanın adı “Divan-ı Hikmet”tir. Hikmet adı altında ve sade bir halk diliyle yazılan şiirlerinden müteşekkil olan bu divan, çeşitli tarihlerde İstanbul, Taşkent ve Kazan’da bastırılmıştır. Zaman zaman aruz vezni de kullanan Yesevi Hikmet’lerinde hece veznini tercih etmiştir. Yesevi’nin dili yaşadığı bölge göz önüne alınırsa doğu Türkçesi özellikleri taşıyordu. Nitekim Kazan baskısında yer alan Kazan Tatarcası, Taşkent yazma ve basma nüshalarında Özbekçe, hatta Türkmence özellikleri görülmektedir. Hikmet’lerin büyük bir kısmı dörtlükler şeklindedir. Bu dörtlüklerde hece vezninin 12’ li ölçüsü kullanılmıştır. Bir kısım Hikmetler ise gazel tarzında olup aruz vezni ile yazılmıştır. Bu Hikmet’lerin samimi ve coşkun söylenip, dinî tasavvufi halk edebiyatının en güzel örneklerini teşkil ettiğini kabul etmemiz gerekmektedir. Onun için şiir amaç değil, araçtır. Ahmet Yesevi, edebî kişiliğinden ziyade fikri kişiliğiyle tanınır.
Divan-ı Hikmet’te Ahmet Yesevi’nin derin aşkla sevdiği Hz. Muhammet için şiirler, tanınmış İslam sofilerine ait manzum menkıbeler vardır. Dervişliğin güçlüğü anlatılır. Allah aşkına ibadete, cennet ve cehenneme, kıyamet gününe, dünyanın geçici oluşu nedeniyle dünyaya duyulan sevginin gönülden çıkarılması lüzumuna dair manzumeler sıralanması; Muhammet ümmetinden olmanın saadetine dair şükürler belirtmiştir. Yesevi’nin şiirlerindeki lehçe XIII. Asırda Orta Asya edebiyatının hâkim lehçesi olan Kaşkar-Hakaniye lehçesidir. Bu lehçe Karluk Türkçesinin edebî Uygur lehçesinin hâkimiyeti altında gelişmesiyle meydana gelmiş bir dildir ki, İslam Türk Edebiyatının Orta Asya’daki ilk eseri, o çağlarda Orta Asya’nın ortak edebiyat dili hâline gelen bu lehçe ile yazılmıştır. Evliya Çelebi Anadolu’da gezdiği yerlerdeki Ahmet Yeseviye mensup Alperen evliyanın türbelerini birer birer anlatır. Avşar Baba, Sarı Saltuk, Merzifon’da tekkeleri bulunan Pir Dede, Karadeniz kıyılarında Batova’da tekkesi bulunan Akyazılı, Filibe yolu üzerinde Gazi Antep’te metfun olan Kıdemli Baba Sultan, Bursa’da Geyikli Baba, Unkpan’ında metfun Hoca Dede, Bozok sancağı diyarında tekke yaptıran Emir Çin Osman, Zile sahrasındaki Şeyh Nusret, Tokattaki Gaj gaj Dede. Ahmet Yesevi’nin Yesi’deki ocağında pişerek Rum diyarına gönderilen ve Alp-Eren denilen Gaza dervişlerini yetiştiren halifelerdir bunlar. Hatta Hacı Bektaş Veli gibi Anadolu’da büyük etki bırakmış bir sofinin Ahmet Yesevi’nin müridi kabul edilmesi, Anadolu Türklüğünün Ahmet Ysevi’den ne kadar etkilendiğini göstermesi açısından önemlidir. Yine Anadolu’da büyük bir menkibevi ün kazanan Sarı Saltuk’un da( Muhammet Buhari) Horasan erlerinden 700 kişi ile birlikte Ahmet Yesevi tarafından Anadolu ve Rumeli’ye gönderildiği rivayet edilir. Ahmet Yesevi’nin efsanevi bir kimliğe bürünmüş olan Anadolu’daki halifelerinden söz açmışken onun yerine geçen halifelerini sıralamak yerinde olacaktır. Yesevi vefat edince yerine Aslan Baba’nın oğlu Mansur Ata geçti. Onun 1797 Miladi yılında vefatı üzerine oğlu Abdulmelik Ata halife oldu. O vefat edince oğlu Tac Hace, ondan sonra da oğlu Zengi Ata irşat mevkiine getirildiler. Tarikatlar tarihinde önemli bir yeri olan Nakşiben-
32
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
diye ve Bektaşilik tarikatları Yesevi tarikatlarından doğmuş olan kollardır. Muhammed Bahauddin Nakşibend hem Yesevi şeyhlerinden Kasım Şeyh ve Halil Ata’dan feyiz almış hem de asıl müridi olan Abdulmelik Gücüdüvani vasıtasıyla tarikat silsilesi Ahmet Yesevi’nin şeyhi Yusuf Hemdani’de birleşmiştir. Hoca Ahmet Yesevi’nin kerametleri vefatından sonra da devam etmiştir. Yesevi’den iki asır sonra yaşayan Timur (Miladi 1336- 1405)’un rüyasına girer ve zafer müjdesinde bulunur. Timur zaferler peşinde koşarken Seyhun Nehrini gerçek Türkistan ve Kırgız bozkırlarında şöhreti ve nüfuzu iyice yayılmış bulunan Ahmet Yesevi’nin kabrini ziyaret için Yesi’ye gelir.(M.1396) Ziyaret ettikten sonra kabrinin üstüne o devrin mimari şaheserlerinden olan bir türbe, cami ve dergâh ile bir külliye yaptırmasını buyurur. Özbek Hanı Abdullah Han, daha sonra da Nakşibendî tarikatı mensubu olan Şeybani Han’ın Hace Ahmet’in türbesini onarması Yesevi’ye karşı duyulan aşırı hürmeti gösterdiği gibi, nüfuzunun Özbekler arasında da yayılmış olduğunu gösterir. İngiliz Müsteşrik Eugane Schuyler, “Türkistan Seyahatnamesi” adlı eserinde Ahmet Yesevi Camii ve Timur tarafından kabri üzerine yaptırılan muhteşem türbesi hakkında şöyle der: “Bu büyük caminin arka kısmında türbeli ikinci bir mescit daha ilave edilmiş olup, caminin dış avlu kapısı fevkalade büyük ve kemerlidir. Kapının yanında penceresiz, üstü çentikli iki yuvarlak kubbe yükselir. Kapının büyük bir sanat eseri olarak işlenmiş iki kanatlı tahta kapısı üzerinde bir pencere vardır. Duvarlar işlenirken iyi pişmiş dört köşeli tuğlalar kullanılmıştır. Kufi yazılarla süslenmiş kubbe, binayı daha da güzelleştirmiştir. Caminin avlusunda çok güzel bir medrese ile arkasında bir kubbe içinde Aslan Baba’nın, Ahmet Yesevi’nin ve ailesinin yer aldığı birer türbe vardır.” Maverünnehir halkı ve Bozkır göçebeleri için bir ziyeretgâhtır Yesevi Türbesi. Her yılın belli bir ayında Yesi’de toplanan on binlerce Türkmen, Özbek, Kazak, Kırgız Türkü bir hafta süreyle burada ibadet ve ayin yaparlar. Bilhassa Bozkır göçebelerinin yakınları ölünce Ahmet Yesevi’nin türbesi civarına gömülmesi ayrı bir değer taşır. Bu nedenle daha hayatta iken toprak satın alarak kabirlerini hazırlatırlar.■
(YESİ’DE) HALVET Hâlî Ben geldim. Birikmiş bin yıllık gözyaşım var, Ve dahi günahlarım. Günahlarım boşluk kadar! Leyl Seherde saf saf sekiz tekbir, Gecede karadarı çorbası. Boşlukta yıldızlar tek tektir, Günahları toplar gecenin torbası. Vuslat Aklımı iplik iplik yol etsem. Yoktan vara hangi yol ulaşır? Kim bende secde eden kendine, Kim kendi etrafında dolaşır? Hidayet Ve O, Mudil ve Hâdî. Duamızı işiten her sabah. Biz ki yalnız kulluk ederiz, El hidayet’ül lillah.
GÖKŞAD ÖZKAYNAR
33
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
MUSTAFA MİYASOĞLU
Büyük devlet olmakla büyük kubbeli mabet yapmak arasında her zaman vazgeçilmez bir alâka kurulmuştur. Sözlü rivayetlerden efsanelere kadar üzerinde durulan bu husus, devlet gücünün temsili gibi algılanmakta, tarihçiler bile bu türden rivayetleri çalışmalarında dikkate almaktadırlar.
M
imar Sinan’ın büyüklüğü konusunda yerli yabancı hemen herkes söz birliği hâlindedir. Fakat onu anlatma konusunda o kadar belirgin bir yetersizlik var ki, bu dünya çapındaki mimarımız hakkında ne devlet destekli ne de özel kitapçılarda onunla ilgili herkesin okuyup anlayabileceği iki kitabı kitapçılarda göremezsiniz. Aynı şeyi Bâkî, Kanûni ve benzeri bir Osmanlı için de söyleyebiliriz. Buna rağmen, Mimar Sinan’ın hayatı ve eserleriyle ilgili o kadar çok şey yazılıp çizilerek yayınlandı ki, bunların bir araya getirilmesinden büyük bir kütüphane ortaya çıkması mümkündür. Pek çoğu sanat tarihçisi veya tarihçi tarafından yazılan bu kitaplar genellikle teknik nitelikte olduğu için herkes okuyamaz. Bunların okunmasıyla bile tam bir Sinan portresi ortaya çıkarmanın mümkün olmadığını biliyoruz. Çünkü bu kitapların büyük çoğunluğu ya mimarlık bilgisi yahut da tarihî kaynakları ortaya koymak kaygısıyla yazılmıştır. Bazıları da onun devşirmeliği veya Türklüğü gibi konulara ağırlık vermiş, Sinan’ı ortaya çıkaran ruhu ve klasik Osmanlı toplumunu dikkate almamıştır. Hâlbuki bir insanı yetiştiren şartları, bulunduğu çevreyi ve yaşadığı dönemin temel düşüncelerini dikkate almadan onun ortaya çıkışını anlatabilmeniz mümkün değildir. Bütün bu unsurlarla bir insanı anlatmak da mimarlarla tarihçilerden çok edebiyat adamlarıyla sanatçıların meselesi… Bilindiği gibi, ABD ve Batı Avrupa’da yalnız batılı
34
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
devlet adamlarıyla ilgili biyografik kitaplar yazılmıyor; mimarlar ve müzisyenlerle de ilgili çok zengin bir kütüphane var. Millî kültür, ana edebiyat türleri sayılan şiir, hikâye, roman ve tiyatro eserleri kadar, yardımcı türler sayılan biyografi, seyahatnâme ve portre kitaplarıyla da zenginleşir. Edebî eserlerin ortaya çıkışı biraz da sanatçının mizacı ve temel tercihlerine bağlı olduğu için, yan türlerde eser verilmesi daha çok toplumla yöneticilerin alâkasına bağlı. Pek çok tarihî romanla biyografik eserin yazımında, kültür çevreleri kadar millî kültüre önem veren kamu görevlileriyle devlet yöneticilerinin de etkisi vardır. Çünkü bunların ortaya çıkışı kadar etkili olması da tamamen marifet-iltifat hususuyla ilgilidir. Bugün Mimar Sinan’ın hayatıyla ilgili kitapların hemen hepsini bir araya toplasanız iki elin parmaklarını aşmaz. Bunlar çoğu da onun Mustafa Sâi Çelebi’ye not ettirdiği kitapların tıpkıbasımıyla sadeleştirmelerinden ibaret. Sinan’ı anlatan edebî eserlerin sayısı üçü beşi geçmez. Çoğu da yetersiz…
Sinan'ın kubbeleri
Osmanlı dili ve kültürü gibi, Osmanlı mimarlığının da devletin gelişimine paralel bir gelişim içinde olduğunu görüyoruz. Özellikle çok kubbeli yapıdan tek kubbeli yapıya doğru gelişen cami mimarisinde, Osmanlının Anadolu birliği yanında İslam birliğini de sağlamayı başaran ve “imparatorluk gücü”ne ulaşan iradenin eserlerini ortaya koyduğu görülebilir. Bu iradenin sözcüleri olan Fatih, Yavuz ve Kanunî gibi büyük şahsiyetlerin iddialarını somut mimarî yapılara kavuşturan Mimar Sinan’ın dünya çapındaki eserleri klasik Osmanlı çağının bütün özelliklerini çarpıcı bir tarzda temsil etmektedir. Büyük devlet olmakla büyük kubbeli mabet yapmak arasında her zaman vazgeçilmez bir alâka kurulmuştur. Sözlü rivayetlerden efsanelere kadar üzerinde durulan bu husus, devlet gücünün temsili gibi algılanmakta, tarihçiler bile bu türden rivayetleri çalışmalarında dikkate almaktadırlar. O yüzden, Süleyman Peygamberi sadece devlet adamı gibi gören Yahudi geleneğine itibar eden Yunanlı tarihçi Stefanos Yerasimos, Süleymaniye adlı kitabının ön sözünde şöyle bir yorum yapar: “İmparator İustinianus’un, Süleyman’ı ve
onun Kudüs Tapınağı’nı alt ettiğini açıkladığı 27 Aralık 537 günü ile Süleyman’ın, adaşı Muhteşem Süleyman aracılığıyla öcünü aldığı 15 Ekim 1557 günü arasında kalan bin yıllık iktidar düşleri, Ayasofya’nın kubbesiyle Süleymaniye’nin minarelerini ayıran zaman-mekân içinde birbiri ardınca tespih taneleri gibi sıralanırlar.” Kanuni Sultan Süleyman’ın Süleymaniye Camii ve külliyesini Sinan’a yaptırırken Stefanos Yerasimos’un sözünü ettiği türden bir öç alma duygusunu taşımadığını elbette biliyoruz. Fakat İmparator Justinianus’un Roma İmparatorluğunu yeniden kurmaya çalışmasıyla Osmanlının dünya hâkimiyetine yürüyüşü arasında paralellik kuran ve “Ayasofya’nın ilk rakibi: Fatih Sultan Mehmed Camisi” diyen Yunanlı tarihçi, mimarî eserleri siyasi bakış açısıyla değerlendirirken önemli bir tavır ortaya koyuyor. Konstantinopolis’i yeni Roma’nın merkezi yapmaya çalışan imparatorunkiyle ondan dokuz yüzyıl sonra İstanbul’u fetheden Fatih’in hedefini karşılaştırırken, Süleymaniye’yi yaptıran Kanunî’nin bunu her alanda gerçekleştirdiğini de vurgulayarak, Ayasofya gibi Süleymaniye’yi de dinî olduğu kadar siyasi bir eser olarak nitelendirir: “Böylece Süleymaniye, imparatorluk başkentinin göğünde ikinci kez, hem bir saygı duruşu hem de bir meydan okuma gibi yükselen kubbesinin kusursuz biçimiyle, tarihte yaşanan değişikliklerin ötesinde bir sonrasızlığın peşine düşmüş gibidir.” Burada, Süleymaniye için kullanılan, “kubbesinin kusursuz biçimi” ile “bir sonrasızlığın peşine düşmüş gibidir” ifadelerine dikkat çekmek istiyorum. Doğrusu Sinan’ın kubbeleri için söylenen takdir ifadeleri arasında bu kadar net bir sonsuzluk iştiyakı tespitine az rastlandığını belirtmek zorundayız. Yakın zamana kadar pek çok sanat tarihçisiyle mimarın, Sinan’ın büyüklüğünü anlamak ve anlatmakta yetersiz olduğu ve kof övgülerle bir dehayı anlamaktan uzak kaldığı ortadadır. Hâlbuki büyük eser ancak ona benzer bir eserle anlaşılıp anlatılabilir. Sakarya Türküsü’nde, “Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu” diyen ve Osmanlı kubbelerinin her birini çil çil altınlara benzeten Necip Fazıl, “Mermerlerin nabzında çarpar mı hâlâ tekbir” mısraıyla camilerin manasını vurgularken yapılış amacını da belirtmiş olur. Büyük şairimizi Yunan-
35
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
lı tarihçi haklı çıkarır: Kubbeler gücün ve inancın semboldür... Evet, Sinan’dan önceki Osmanlı ve İslam mimarisi, Arap ve İran mimarî eserleriyle sanki onu hazırlamaya memur edilmişlerdir. O yüzden Mimar Sinan, kendinden önceki bu İslam eserleri yanında, pek çok mimarî eserle Ayasofya gibi büyük bir Bizans eserinden de faydalanarak Osmanlı kubbelerini muhteşem bir âbide hâlinde İstanbul’un pek çok tepesiyle devletin dört bucağına dikmesini bilmiştir. Bunlar arasında dünyanın incisi bilinen İstanbul’daki Süleymaniye ile külliyesinin kubbeleri gerçekten çok önemlidir, farklı bir yeri vardır. Ayasofya’ya yaptığı desteklerle kubbesini korumuştur. Cami kubbesinin Müslümanları gök kubbeye benzer bir çatı altında topladığı ve toplanan cemaatın aynı mekânda İslamın ruhuyla bütünleştiği görülüyor. Bunlar ne kadar büyük ve çok sayıda olursa o kadar güç ve güven vereceği ortadadır. O yüzden, yüzlerce cami kubbesi yapan ve cami mimarisinde hâlâ aşılamamış bir üslup formu oluşturan Sinan’ı iyi değerlendirmek zorundayız. Batılılara göre de Sinan, hâlâ gelmiş geçmiş mimarların en büyüğüdür.
Sinan'ın öteki mimarlardan farkı
Bugüne kadar Sinan hakkında yazılan kitapların pek çoğu, ya ona sahip çıkma hevesine kapılanlara karşı çıkmak ya eserleri üzerinde ilmî çalışma yapmak ya da 500. ölüm yıldönümü vesilesiyle yapılan sempozyumdan sonra oluşan bilimsel kamuoyunun beklentilerine cevap vermek maksadıyla yazılmıştır. Pek çoğunun takdire değer bir çaba eseri olduğu muhakkaktır. Bu arada, iki tiyatro eserinden sonra yayınlanan edebiyat iddialı kitaplar da maalesef son derece yetersiz. O yüzden bu kitaplar itibarlı yayınevlerinde yayınlanmasına rağmen genel kabul görmemiş, tarih bilgisinden mahrum olarak yazıldıkları için de Sinan’la ilgilenenlerin dikkatini çekmemiştir. Hâlbuki bilindiği kadarıyla eski dünya mimarları arasında Sinan kadar kendini ve eserlerini anlatma, yaptıklarının listesini yazdırarak unutulmasını ve karıştırılmasını önlemek maksadıyla çaba gösteren yoktur. Çağımıza kadar pek çok mimar, ya meslek sırlarını saklama çabası yahut da eser üzerine koyduğu kitâbedeki tarihi yeterli görme
kaygısı yüzünden yazılı belge bırakmamıştır. Bunun sonucu olarak da pek çok bilgi ve tecrübe yok olup gitmiştir. Mimar Sinan, kendi çağının bütün önemli sanatçılarından pek çok bakımdan farklı bir tavır sahibidir. Eserlerindeki üslup birliğinde olduğu kadar hayır dualarla anılmak isteğinde de farklıdır. Ondan sonra Osmanlı mimarisinde damgası vardır. Ölümünden bir süre önce Mimar Sinan, genç şair ve nakkaş dostu Mustafa Sâi Çelebi’ye kendini ve eserlerini tek tek ifadeye, Süleymaniye ve Büyükçekmece Köprüsü gibi önemli eserlerinin de yapılış serüvenlerini anlatıp yazdırmaya çalışmıştır. Mimar Sinan’ın eserleriyle ilgili yazmalardan, Mustafa Sâi Çelebi’nin yazdığı Tezkiretü’l Bünyan ve Tezkiretü’l Ebniye adlı risalelerden başka, onun eserlerine dair pek çok yazmanın bulunduğunu biliyoruz. Bunlardan yazarı bilinmeyen Adsız Risale’nin daha büyük bir eserin bir bölümü olduğu sanılırken, 18. yüzyılda Dayezâde Mustafa Efendi tarafından yazılan Selimiye Risalesi sadece bir eserini konu edinmektedir. Mühimme Defterleri ile Süleymaniye Vakfiyesi ve caminin yapımı sırasındaki muhasebe kayıtlarından çıkarılan bilgilerin de Sinan’ın mimarî tavrıyla ilgili farkları vurguladığı açıktır. Sonraki dönemlerde yabancı seyyahlarla Osmanlı tarihçilerinin, bu arada Evliya Çelebi’nin Sinan’ın eserleriyle ilgili verdikleri bilgilerin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye gerek yok. Bütün bunların Ahmet Refik’in yayınladığı dokümanlarla birlikte yerli yabancı araştırmacılara cesaret verdiği söylenebilir. Bugün bu türden çalışmaların sayısının bini geçtiği görülüyor, fakat bunların çokluğu sanat ve edebiyat adamlarımızı nedense harekete geçirmekte yetersiz kalıyor. Hâlbuki eserleri arasında çok da önemli bir yeri olmayan Drina Köprüsü bile İvo Andriç gibi bir yazarın romanına konu oluyor. Ortada bulunan eserler, belki sanat tarihi ve mimarlık bakımından önemli bir birikim oluşturuyor, ama bir dünya devletinde 50 yıl Başmimarlık yapan ve üç kıtaya Osmanlı mührünü vuran Mimar Sinan’ı ve onun dünyasını anlatmaya yetmiyor. Bunun sorumluğu elbette hepimize ait... Ben bu sorumluluğu Mimar Sinan Üniversitesinde düzenlenen sempozyumda hissettim de romanını yazmaya o yıllarda karar verdim. Bu ko-
36
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
nuda, Mimar Sinan’la ilgili çalışmalarıyla dikkati çeken araştırmacılardan başta Suphi Saatçi ile Zeki Sönmez olmak üzere, pek çok dostun teşviklerini ve yardımlarını gördüm, epeyce bir zaman okuyup hazırlandım. Eserlerini uzunca bir zaman tasarladıktan sonra ortaya koyan bir sanatçının dünyasını anlatmak da galiba onun tarzında uzun soluklu bir çalışmayı gerektiriyor. Çünkü Sinan, bir bakıma tek başına Osmanlıyı temsil eden nâdir sanatçılardan... Mimar Sinan’la ilgili yaptığım okuma çalışmalarında, onun Osmanlı mührünü 16. yüzyıl dünyasına nasıl vukuflu ve şuurlu bir tarzda vurduğunu fark ettim. Onsuz Osmanlı kimliğini anlamanın imkânı olmadığı gibi, Osmanlının ruhunu anlamadan da onu ve eserlerini tam olarak değerlendirmenin mümkün olmadığı ortada. Bu hususları sanat tarihçisi Selçuk Mülayim ile tarihçi İlber Ortaylı kadar mimarlık felsefesi geliştiren Turgut Cansever ve Suphi Saatçi de eserlerinde bütün boyutlarıyla ortaya koymuşlardır. Bunlar kadar o ruha âşina sanat ve edebiyat adamları için yeterli malzeme oluştu bence.
Mimar Sinan'ın romanı
Değerli sanat tarihçisi Selçuk Mülayim, Ters Lâle adlı Osmanlı Mimarisinde Sinan Çağı ve Süleymaniye’yi konu edinen eserinde, öteki sanat eserleri yanında “büyük sanatlar” grubunda mütalaa ettiği mimari eserlerini, “bir yandan teknik olarak mühendisliğin, bir başka yönden de sanatın” konusu olarak ele alır. Kazancakis için antik çağın Partenon Tapınağı şudur: “Bana aklın, rakam ve geometrinin eseriymiş gibi göründü. (...) İnsanın yüreğine dokunmuyor.” V. Loon’ göre de Mısır piramitleri “Mimarlıktan çok mühendislik işidir. Onlar güzellik tutkusundan doğmamıştır;” sadece firavunların cesetleri için “banka gibi düşünülmüştür”... Bunlar elbette Hristiyan aydınların pagan dönemi yapılarına kendi bakışlarını ortaya koyuyor. Osmanlı sanat anlayışı çevresinde konuya yaklaşan Selçuk Mülayim, Rönesans sonrası Avrupa mimari anlayışıyla bazı yönlerden paralellik gösteren ve özgün bir şehircilik anlayışı sergileyen Osmanlı mimarisinin evrensel yönleri üzerinde dururken, Sinan çağının ortak özelliklerini de vurgular. Kitabını da “Sinan’ın mimarlık tavrı etrafında
dönemin toplumsal tarihini ele alan bir deneme” olarak sunar. Bu arada konusuyla ilgili olarak şöyle bir tespit yapar: “Mimari bütün yerleşik toplumlar için, kent kültüründeki standardı anlatan başlıca övünç kaynağıdır, uygarlığın göstergesidir. Paris, Atina, Persopolis’in çekiciliği buradan gelir. Edebiyat için aynı şeyleri söyleyemiyoruz.” Gerçekten edebiyattan çok mimari somut bir biçimde “uygarlığın göstergesi” sayılabilir. Çünkü gözle görülebilen eserlerle Eski Yunan ve Roma medeniyetlerini tanımak ve tanıtmak, edebî eserlerle tanıtmaktan kolaydır. Fakat onları yapanlardaki ruhu anlayabilmek o kadar kolay olmuyor. Olabilseydi, Partenon Tapınağı’nı oluşturan ruhu en kolay kavrayabilecek insan, o çevrede yaşayan Kazancakis olurdu. Demek ki taşların oluşturduğu yapıyı anlayabilmek için de ortak bir ruh gerekir. O yüzden olsa gerek, Selçuk Mülayim eserinin başında şöyle der: “Bu kitabı noktaladığım anda, Yahya Kemal Beyatlı’nın “Süleymamiye’de Bayram Sabahı” adlı şiirinin bir tek mısrasına bile ulaşamayacağımı anladım. Bir mimarlık kompozitörünü kavramak yeni bir yaratıcılık gerektiriyor.” Bunlar, haddini bilen bir bilim adamının tespitleri olarak son derece önemlidir. Gerçekten de Yahya Kemal’in mısraları bu değerli sanat tarihçisine hak verdiriyor: “En güzel mâbedi olsun diye en son dînin Budur öz şekli hayâl ettiği mîmarînin.” Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi, Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsî tepeyi; Taşımış harcını gâzîleri, serdarıyle, Taşı yenmiş nice bin işçisi, mîmarıyle.” Mimar Sinan’ın romanını, konuya ancak bu çerçevede yaklaşmakla yazabileceğimizi düşünüyorum. Çünkü Sinan 50 yıldan fazla süren Başmimarlığı ile görevde en uzun süre kalan Osmanlı sanat ve devlet adamıdır. En önemli yanı ise, her bakımdan ruhumuzu temsil eden bizden bir sanatçı oluşudur. Bizi biz yapan değerleri bütün dünyaya anlatmakta Mimar Sinan ve eserlerinin eşine ender rastlanacak nitelikte zengin bir birikim oluşturduğu hususuna sanatçılarımızın dikkatini çekmek istiyorum.■
37
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
BU ŞEHİR Bu şehir bir evliyalar şehridir Metfundur bir nice pîr bu şehirde Zamanlı bir sevgi bir aşk nehridir Görülmez kimse hakir bu şehirde
Işık ışık kubbe kubbe mazimiz Şahlanır vecd ile Melik Gazi’miz Biz kaptan-ı Derya, şehit Nazım’ız Ondan kan rengi nehir bu şehirde
Kızıl ırmak coşup coşup durulmuş Erciyes bir şahtır ufka kurulmuş Hamuru nur mayasıyla yoğrulmuş Olmaz meleke ne kir bu şehirde
Kabe yollarında Karani’yiz biz Muhabbet telinde Seyrani’yiz biz İbrahim Tennuri hayranıyız biz Duygu, düşünce, fikir bu şehirde
Nice müftü, âlim, şair, üdeba Bir nice seziş ki sığmaz kitaba Davut-ı Kayseri, Somuncu Baba Bir o şehirdedir, bir bu şehirde
Osmanlıdan kalma şu mangal, sedir Bünyan halısı bir çini kâsedir. Doğan gün, Seyyit’den nur nur busedir Gönül dergâhına gir bu şehirde
Surlarda izi var, Sultan Mesut’un Sinan’dır şu minare, bu sütun Gevher Nesibe’yle Mahberi Hatun Eser bırakmış bir bir bu şehirde
Bir İrem bağıdır Erkilet, Gesi Uzanır sularda mabet gölgesi Dört mevsim Hisarcık, Talas yöresi Zümrütten bir ziynettir bu şehirde
İnler at sesiyle meşhet ovası Keykubat’ın otağ yeri burası Titretir dağları yiğit narası Yatmada kaç cihangir, bu şehirde
Altın çağı seyret, gözünü kapa Gümüş gümüş sebil, bakır maşrapa Gereme’den tut da Kaniş-Kültepe Kurulmuş nice şehir bu şehirde
ABDULLAH SATOĞLU
38
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Soğuk şeker EYVAZ ZEYNALOV* çev. İMDAT AVŞAR
K
adın, uzun zamandan beri hastaydı. Kaç gündür yataktan kalkamıyordu. Dünden beri ağzına ne bir lokma ekmek ne de bir yudum su koymuştu. Sık sık dalıp gidiyor, neden sonra kendine geldiğinde ise inleyerek, birinin ismini sayıklıyordu. Evde yapayalnızdı, feryadını duyan, yardımına gelen hiç kimse yok... Gelinini ve iki torununu, her ihtimale karşı, komşu köye, gelininin babası evine göndermişti. Ermeniler köyü dört bir yandan kuşatmışlardı. Oğlu ise cephedeydi, düşmanla çarpışıyordu. Her taraf düşman askerleriyle doluydu. Yurdunu yuvasını terk etmek istemeyen insanlar, evlerine kapanıp korku ile bekliyorlar, başka yerlere gitmeye de çekiniyorlardı. Çünkü her an düşmanla yüz yüze gelme tehlikesi vardı... Kadın birden garip sesler duymaya başladı. Sağdan soldan kadın sesleri ve çocuk bağırtıları geliyordu. Feryatlar, figanlar, ağıtlar... arşa yükseliyordu. Köpek ulumaları ve ara ara duyulan, anlaşılmaz, vahşi bağırtılar, bu kadın ve çocuk seslerini karın altına gömüyordu. Sesler gâh yakınlaşıyor gâh uzaklaşıyor, sonra tüm sesler alacakaranlıkta eriyip kayboluyordu. Kadın, neler olduğunu bir türlü anlayamadı. Neydi bu sesler? Kıyamet mi kopmuştu? Dünyanın sonu muydu? Öbür dünyadan mı çağırıyorlardı? Nefesi tıkanıyor, göğsü daralıyor, kalbi sıkışıyordu. Yorganı üstünden atmak, ayağa kalkmak istedi. İçinden garip bir ses, ona ‘kalk’ dese de bu sese uymakta zorlanıyordu. Ansızın kapıya vurulan tekmeler ve dipçik darbelerinin şiddetiyle derme çatma kulübe sallandı, titredi. Az önceki köpek ulumaları, meçhul, anlaşılmaz sesler, bir de askerlerin karda yürüdükçe çıkardığı karç kurç sesleri duyuluyordu. Sesler kulağının dibindeydi artık. Sonra, kapı şiddetle sarsıldı. Bu darbenin içerden mi, dışarıdan mı olduğunu anlayamadı. Biraz sonra * Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinde, Ağdam şehrinde doğan, Ermeni işgali ile yurdunu kaybeden Azerbaycanlı yazar.
39
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
kapı gıcırdayarak açıldı. Ayaklar altında ezilen karın sesini duydu yeniden. Sesler hemen uzaklaşmaya başladı. Uzaklaşan ayak seslerine, az önceki köpeklerin havlamaları eşlik ediyordu. Sonra otomatik tüfek sesleri geldi ve köpek sesleri aniden kesildi... Rüzgâr estikçe, menteşeleri yağsız olan eski kapı, sinir bozucu bir şekilde gıcırdıyordu. Kadın üşümeye başladı. Ayaz, onun damarlarındaki kana hücum ediyor, onu âdeta donduruyordu. Kapıyı örtmeyi düşündü. Ama nasıl? Bir şekilde kapıyı kapatmak lazımdı. Kadın birden duman kokusu hissetti, ardından yanan bir şeylerin kokusu... Yoksa komşusu gelip sobayı mı yakmıştı? Hani söz vermişti, bir yerlerden odun bulup getirecekti; ama neden nefes almak gittikçe zorlaşıyordu? Duman genzini yakıyor, gözlerini acıtıyordu. Göz kapaklarını iyice açtı. Odadaki dumanlar, eğilip kıvrılıyor, binbir şekle giriyordu. Odaya bir sis perdesi inmişti sanki. Duman git gide daha da kesifleşiyor, bir şeyler çıtırdayarak yanıyordu. Tavandan aşağı uzanan kızıl alevler, yüzünü gözünü yalamaya başladı. Bağırmak istiyordu; ama öksürükten fırsat bulamıyor, boğulurcasına öksürüyordu. Çırpınıyor, çabalıyor, sudan çıkmış balık gibi ağzını bir açıp bir kapatıyordu. Gözleri yuvasından fırlayacak gibi oldu. Gözlerinde bir dehşet kıvılcımı yandı. Olanca gücünü toplayıp, âdeta yataktan aşağı yuvarlandı. Yüzüne çarpan soğuk rüzgârın geldiği yöne doğru emekleyerek ilerlemeye başladı... Rüzgâr, açık olan kapıdan esiyordu. Sürüne sürüne dışarıya çıktı. Temiz, buz gibi soğuk havayı büyük bir istekle ciğerlerine çekti. O anda titredi, takati kesildi ve kendinden geçmiş hâlde karların üzerine serildi. Kapıya kadar gelen ve yüzünü yalayan alevin sıcak nefesiyle kendine gelir gibi oldu. Yarı baygın bir hâlde, çevresine bakıyor, başına gelenleri hatırlamaya, olanları anlamaya çalışıyordu. .. Alevler bir anda tahta kulübeyi yuttu, kulübe yanarak yan tarafa doğru çöktü. O, mucize eseri sağ kurtulmuştu. Biraz gecikse, alevler amansız bir şekilde, yüzünü, gözünü, bütün vücudunu yakıp kavuracaktı. Ölüm korkusu, bütün bedenini titretti. O an, bedenine bir kudret eli değmişti sanki. Dehşetle bağırarak birkaç adım öteye sıçradı. Bunu nasıl, ne zaman yaptığını kendisi de anlayamadı... Az ötede toparlanıp yavaş yavaş ayağa kalkmaya çalıştı; lakin ilk denemesinde başaramadı. Mecali kalmamıştı. Susuzluktan dudakları kuruyor, içi yanıyordu. Yerden biraz kar avuçlayarak ağzına götürdü. Avcunda hissetmediği soğukluğu, ağzında duydu o an. Kar, diline yapıştı önce, erimedi, öylece kaldı. Sonra ağzında eriyen kar, boğazını ıslatsa da su tadı hissetmedi; ama gözlerine bir hayat ışıltısı geldi, ölgün gözleri hafiften parladı. Ellerini yere dayayarak güç bela yerden kalktı, etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Her taraf alevler içindeydi, dört bir taraf yanıyordu. Yürümeye çalıştı, birkaç adım attı. Birilerini bulmak ve ne olduğunu öğrenmek istiyordu; lakin ortalıkta in cin top oynuyordu. Ermeniler, sanki köyün ahalisiyle birlikte, inekleri, koyunları, kedileri, köpekleri de bir yerlere doldurup yakmışlardı... Ayakta çok duramadı. Başı dönüyor, titriyor, gözleri kararıyordu. Sanki derin, zifiri karanlık bir kuyunun dibine yuvarlanıyordu. Yüzüstü düşmemek için, boşluğa asılıyormuş gibi ellerini ileriye uzattı. Ama direnemedi, dizlerini yere koyamadan dirseğine kadar kara battı. Parmakları, karın altında bir şeye temas etti. Beyninde aniden bir yıldırım çaktı, bir ümit ışığı peyda oldu. Belki ellerine değen bir parça ekmekti? Eline değen o şeyi tutup çıkarttı. Elini gözlerinin ta önüne getirerek baktı. İlahi! Bu bir şekerdi! Nereden, nasıl düşmüştü? En son ne zaman şeker yediğini hatırlamaya çalıştı. Şekerin karını, buzunu ağaç gibi olmuş parmakla-
40
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
rıyla temizledi ve dışındaki kâğıdı koparttı. Elindekinin şekere benzer bir yanı kalmamıştı, bir buz parçasıydı... Çocuk gibi şekeri sağa sola çevirmesi tuhaf geldi ona. Karnı açtı. İçi geçiyor, gözleri süzülüyordu. Şekeri yemek istedi. Çocukken, şekeri önce emer, ağzına biriken tatlı sıvıyı büyük bir zevkle yutardı. Şekeri ağzına götürdü ama çenesi artık kıpırdamıyor, şeker dudaklarına yapışıyor, ağzına girmiyordu. Dudaklarında şekerin karını buzunu ısıtıp eritecek sıcaklık da yoktu. Dili damağı kurumuştu. Öfkeyle dudaklarına yapışan şekeri geri çekti, dudakları acıyla yandı. Sanki dudaklarına milyonlarca iğne batırmışlardı. Bir çare bulmalıydı. Çenesini iyice açmak, şekeri ağzına atmak istiyor, atamıyordu. Allah Allah! Ne kadar garip bir durumdaydı. Öfkelenmenin zamanı değildi. Sadece ihtiyatlı davranmalı, özel bir gayret ve maharet göster meliydi! Şeker elinden kayarak düşebilir, yeniden karların arasında kaybolabilirdi. En kötüsü de buydu!..Çenesini deminkinden daha da fazla açtı. Ona öyle geldi ki, ağzını hiçbir zaman, bu kadar geniş açmamıştı ve bir daha da açamayacaktı. Şekeri ağzına atmak istediğinde yan tarafından bir ses geldi. Korktu, yüreği yerinden fırlayacak gibi çarptı. Şekeri gayrıihtiyari, bir çocuk gibi avucunda sakladı. Bunu öyle hızlı yaptı ki, kendi de şaşırdı. Hâlbuki demin parmaklarına söz geçiremiyordu. Korkuyla ayak sesinin geldiği tarafa döndü. Üstü başı yanmış, yüzü gözü kapkara olmuş, sadece dişleri parlayan, başı açık, ayağı yalın bir kız çocuğuydu! Karın içinde, bir kuş gibiydi. Yalın ayaklarının birini kaldırıp tek ayak üzerinde duruyor, sonra onu kaldırıp diğer ayağının üzeride duruyordu. Bir çift köz gibi parlayan gözlerini, kadının şekeri gizlediği avcuna dikmişti. Kızın ağzı açıktı ve dişleri parlıyordu. Kızcağızın kadına bakan gözlerdeki ifadeyi tarif etmek mümkün değildi. Koskoca kadın, kendini kaybetmişti; ne yapacağını kestiremiyordu. Kızcağızın da kendisi gibi aç olduğu belliydi. O da ümidini, şekerlikten çıkmış, bu buz parçasına bağlamıştı. Kız, neler olup bittiğini bilmiyordu, hâlâ olanlardan habersizdi ancak kadının ağzına götürdüğü şeyin yiyecek olduğunu anlamıştı. Bu buz parçası, onlardan birine hayat bağışlacaktı sanki. Kadının hiç mecali kalmamıştı. Kızcağızın durumu da hiç iyi değildi. Belki şekeri ikiye bölmeliydi. Kararı verecek olan kadındı. İstese, kıza şekerden vermeyebilirdi. Şeker onun avcundaydı. O bulmuştu. Onun kısmetiydi. Acaba? Belki de tam tersi idi. Onun elindeki şeker, o kızın nasibiydi. Öyle olmasaydı, kız birdenbire ortaya çıkar mıydı? Kızın yüzüne baktı. Kızın ağzı hâlâ açıktı. Gözlerini aç, vahşi hayvan yavrusu gibi onun yumulu elinden ayırmıyordu. Sanki o an üstüne atılacaktı. Kadın, kendi torununu hatırladı. Sevimli, şirin, şeytan torununu... Bir yanı tıpkı bu kızcağızaca benziyordu. Kadın ileri doğru süründü. Avcundaki şekeri, torununa benzeyen kızın ağzına koydu. O da şekeri alır almaz ağzını kapadı. Şeker kızın ağzında erimeye başladı. Kızın dudaklarının kenarında bir ıslaklık belirdi. Kız ağzına biriken şekerli sıvıyı yuttu. Kadın da yutkundu. O an da gözleri tuhaf oldu kadının. Boş bakmaya başladı. Önce ağzında, daha sonra boğazında garip bir tat hissetti. Gözlerindeki hafif pırıltı bir yıldız gibi akıp gitti. Dizleri büküldü. Yüzüstü karın içine, kızın ayaklarının dibine devrildi. Alacakaranlıktı. Etrafta sessizlik vardı. Gümüş renkli karın üzerine, ayın donuk ışıkları vuruyordu. Hâlâ için için yanan kulübelerden, gökyüzüne doğru koyu bir duman yükseliyordu...■
41
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Dağlar var ara yerde ÜMİT FEHMİ SORGUNLU*
A
Değerli hikâyecimiz Ümit Fehmi Sorgunlu 26 Haziran Cumartesi günü vefat etmiştir. Kendisine Allah’tan rahmet, yakınlarına, Berceste ailesine, okurlarına başsağlığı ve sabırlar diliyoruz. Bizim Külliye dergisi.
rabanın içinde üç kişiydiler. Üçü de yorgun ve hâlsizdi. Dokuz saattir yol almanın ezikliği çökmüştü üzerlerine. Buna rağmen biraz olsun uyumamış, bir yerde durup dinlenmeyi dahi düşünmemişlerdi. Beş yılın getirdiği hasret, yüreklerini bir kor gibi yakıyor, en ufak bir zaman kaybına dahi tahammül edemiyorlardı. Gözleri hiç bitmeyecek gibi uzayıp giden asfaltın, ufukta kaybolan çizgilerine bakıyordu. Tek kelime dahi konuşmadan, her biri kendi hayalleriyle yaşıyor, çocuklarını, karılarını, ağzı dualı analarını ve içlerine burgu burgu işleyen vatanlarını düşünüyorlardı. Direksiyondaki orta boylu, ince yapılı biriydi. Kalın siyah kaşların çevrelediği gözleri kısılmış, bütün dikkatini yola vermişti. Çok hızlı ve delicesine araba kullandığı için, arkadaşları süratli gitmesini önlemek amacıyla ona “Tekbas Nuri” lakabını takmışlardı. Şoförün yanında oturan Kara Mehmet sabırsızlıkla elinde oynadığı iri taneli, püsküllü tespihini cebine koyup gözlerini yoldan ayırdı. Saatine baktı. “Tam dokuz saat!” diye düşündü. Dokuz saattir yüreğinin ta içine oturan vatan hasreti son haddini bulmuştu. “Oğlumuz beş yaşına bastı.” diyordu mektubunda Zehra. “Gel gayrı Mehmet’im. Buralarda herkes başka şeyler söylüyor. Kimi gâvur kızına tutuldu, seni unuttu kimi de üstüne evlendi diyorlar. Oğlumuzun adını ‘Hasret’e çevirdim. Babasına ve bir koruyucu erkeğe hasret kaldığından...” içini çekti. Beş yıldır görmediği oğlunu ve karısını hatırlamak yüreğinin içindeki özlem ateşini alevlendirdi. “Gâvur kızı ha!” diye söylendi belli belirsiz. Gözlerinin önüne bir süre gönül eğlendirdiği Monika geldi. Acı acı güldü. Onların hiçbiri de buram buram toprak kokan, elleri nasırlı, başı yaşmaklı
42
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Zehra’sına denk olabilir miydi? Derin bir nefes aldı. Yan gözle Nuri’ye baktı. Sonra gözlerini arabanın camından dışarı kaydırıp amaçsız seyretti, dağları, ovaları. Neredeyse hava kararmak üzereydi. Arka koltuktaki şişman, iri yapılı Selami, yuvarlak, kıllı elleriyle karnını ovuşturarak: - Acıktım, dedi. Bir yerde durup bir şeyler yesek mi?... Tekbas Nuri söyleneni duymadı bile. Gözleri dağların arasında kara bir yılan gibi gittikçe uzayan yoldaydı. Anasının mektubu aklından hiç çıkmıyor, sağ ayağı gaz pedalına daha bir gömülüyordu. “Oğlum, karın sık sık annemlere gidiyorum diye evden çıkıyor. Lâf anlatamıyorum. Söylentilere bakılırsa Tilki Selim’le kırıştırıyormuş. Gel ne yapacaksan yap ...” Nuri hırsından dişleriyle dudaklarını ısırıyor, karısının böyle bir şey yapabileceğine akıl erdiremiyordu. Bir an için söylentilerin asılsız olabileceğini düşündü. Karısını çekemeyenlerin ya da onda gözü olanların uydurduğu sözler olabilirdi. Fakat “Ateş olmayan yerde duman tütmez.” derler. - Allah kahretsin! Belli belirsiz hırsla söylenmişti. Göz ucuyla, duyup duymadığını anlamak için Kara Mehmet’e baktı. Kendi havasında, dışarıyı seyrediyordu. Nereden çıkmıştı sanki yurt dışında çalışmak! Köyünü, evini terk edip, el içinde çile çekmeye değer miydi! Çok para kazanmak hırsıyla geldiği Almanya’da, kendisi eğlenceye dalıp benliğini unutmuş, karısı hakkında da pis dedikodular çıkmıştı. Altındaki araba bütün bunlara değer miydi! Üstelik de her geçen gün artan, Türk işçisinin horlanmasına rağmen. Selami cevap alamayınca teklifini üstüne basa basa tekrarladı. Kara Mehmet can sıkıntısıyla Selami’ye çıkıştı. - Daha çok yolumuz var. Acıktıysan arabada sandviç olacak, bir iki atıştır. Gözleri yeniden pencereden dışarı kaydı. Ağaçlar birbiriyle yarış edercesine önlerinden hızla geçiyordu. Selami arkasına yaslandı. Uyur gibi yaptı. Aslında uyumuyor, babasının hastalığını ve köyünü düşünüyordu. Anasının “...Baban hasta, ölmeden seni görmek istiyor. Gurbete kök salmadıysan kalk da gel gayrı...” diye yazdırdığı mektup, memleket hasretinin üstüne eklenmiş, içindeki vatan özlemini kat kat artırmıştı. Bir an önce köyünün ağaçlarıyla, toprağıyla kucaklaşmayı o da istiyordu. Tekbas Nuri sağ eliyle konsüldeki kasetleri karıştırdı. Sonra rastgele birini alıp arabanın teybine sürdü. Yanık bir ses hoparlörden çıkıp üç gurbetçiyle kucaklaştı. Sonr a içlerindeki yurt özlemiyle birleşip otomobilin kelebek camlarından dışarı taştı ve rüzgârla birlikte bilinmeyen istikametlere doğru uçup gitti. “Yol uzun gurbet acı/ Dağlar var ara yerde/ Yol verin geçeyim dumanlı dağlar./ Dağların ardında nazlı yar ağlar.” diye boşa yakarıp durdu. Bitmez tükenmez bir dağ yığını, sanki masal kaçkını devler gibi önlerine dikiliyor, yol vermiyordu. Nuri, sinirle farları yaktı. Ön lâmbalardan çıkan kuvvetli ışık huzmesi, kıvrılıp uzayan karayolunun pürüzlü sırtını yalayıp bilinmeyen karanlıklarda eridi. Taksinin ışığında buluşan kelebekler ön cama çarpıp kayboluyordu. Kara Mehmet’in esmer yüzü buruştu. Şarkının sözleriyle birlikte, karısının hayali gözlerinin önünden bir kez daha geçti. Beyninde ses olup yankılandı. “...Oğlumuzun adını ‘Hasret’e çevirdim. Babasına hasret kaldığı için ..” Elleri gayri ihtiyarî cebindeki tespihine gitti. Can sıkıntısıyla mırıldandı. “Geliyorum Hasret, az kaldı sabret.” Sonra Nuri’ye döndü:. - Topuklayıver Nuri... Tek basma, artık çift bas... Tekbas Nuri sanki böyle bir teklif bekliyormuş gibi, gaz pedalına daha sıkı bastı. Sürat ibresi yukarılara doğru tırmandı. Bir an önce memleketine ulaşmayı istiyordu. Gittikçe uzayan asfaltın üstünde karısının hayalini görüyor, hırslanıyordu. Yüz hatları gerilmiş, hiç konuşmadan yolu takip ediyor, karısının hayalini ezmeye çalışıyordu. Araba ileri atıldıkça karısı kaçıyor, Nuri pedala daha bir yükleniyordu. Yurt dışına gittiği zaman, evini ihmal edip para biriktirerek aldığı son model araba rüzgârla yarış edercesine uçar gibi gidiyordu. Akşam karanlığında karşılarından gelen arabalar bir sinek vızıltısı gibi geçiyordu yanlarından. Bir an asfaltın altlarından kaybolduğunu ve yıldızlara kavuşurcasına uçtuklarını gördüler. Teyp hâlâ çalıyordu. “…Dağlar var ara yerde...”■
43
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
GAZEL Budur senden niyâzım hâcetim yâ Rab budur senden Yönüm döndürmesin artık hevâ gaflet gurur senden Bu kalp bir levhadır müthiş yazıp bozmak senin her iş İçim iklîmi sendenmiş keder senden sürûr senden Muhît’sin çevrelersin hep kulun kendin sokan akrep Gazab etsen amân yâ Rab kimi kimdir korur senden Her ân var yok bütün eşyâ ne olmaz sen dilersin ya Eğer sahrâ eğer deryâ taşar senden kurur senden Kulun kul olsa kimdendir esenlik bulsa kimdendir Yanıp kavrulsa kimdendir bütün “zıll u harûr” senden Kerem senden Kerîm’sin sen ve Rahmân’sın Rahîm’sin sen Celîl’sin sen Azîm’sin sen cihânlar dem vurur senden Bu kul bîçâredir her dem yarım asroldu ömrüm hem Kerem yâ Ekreme’l-Ekrem doyur nûrunla nûr senden
ÖMER DEMİRBAĞ
44
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
MAHİR ADIBEŞ
Türkler, attan cesaret, attan kuvvet, attan can almıştır! Yeryüzünde at sütünü içen Türklerden başka bir millete daha rastlayamazsınız. Bu bir akrabalık gibi kabul edilebilir.
“Bir çivi bir nalı, Bir nal bir tırnağı, Bir tırnak bir ayağı, Bir ayak bir atı, Bir at bir kumandanı, Bir kumandan bir vatanı kurtarabilir.” Cengiz Han
R
oman yazmak, tarih yazmak anlamına gelmez. Ama roman da yaşanarak yazılır; tarihe not düşer, tarihten bir sayfadır. Eğer şu yeryüzünde “at” üzerine roman yazılacaksa bunu da Türkler yazmalı, diye aklımdan geçerdi. Yaşanmış bir at medeniyeti, oluşmuş bir at kültürü varsa o da Türklerde mevcuttur. Türk tarihinde atın yerini görmezlikten gelmek bir kültürün büyük bir bölümünü yok saymaktır ki bu da nesiller arası kopukluklara sebep olacaktır. Cengiz Han’ın yukarıdaki sözü söylediği günden bu yana at ile bilinen bir tarihî geçmişe sahibiz. Türklerdeki at uygarlığını şehirleşmenin dışında düşünmek gerekir. Her ne kadar bu me-
45
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
deniyet Taşkent, Semerkant, Buhara gibi şehir medeniyetleri meydana getirmiş olsa da sürekli olarak taşradaki insanın gönlündeki sıcaklığını korumuştur. Türk tarihi ve toplumu hakkındaki asıl ve sağlam görüşlerden hareket edilerek hem mahallî ağızları hem de Türkçenin küçümsenmiş ve unutulmuş nesir dilini yeni gelişmelerle kaynaştırarak kullanmak gerekir. Yazılmayan/konuşulmayan kültür zamanla hafızalardan silinir. Önce konuyla ilgili terminoloji bilinmelidir. Eğer Türklere koyun ile at arasında bir tercih yapma hakkı sunulsaydı, belki çok düşünülebilir. Koyun ve at kültürü çok eskilere dayanır. Hayatını sürdürmek ve geçim için koyun kaçınılmaz ve çok tercih edilmesine rağmen bu göçebe millet sanırım atı seçerdi. Yalnız hayatta kalmak, yeni otlaklar elde edebilmek, yurt kurabilmek, millet olmak, bağımsız kalabilmek için, sözün kısası Kafdağı’nın ötesindeki hedeflere (Kızılelma’ya) varabilmek için ata ihtiyaç vardı. Kızılelma ülküsü, elbette atın kısa zamanda ulaşacağı bir yer değildi ama başını dikip keskin gözlerle en iddialı bakış ondaydı. Bakışlarıyla uzak hedefleri en iyi gözüne kestiren ve hayalini kuran sanırım ki atlardır. Bir tepenin üzerine çıkıp sonsuzluğa gözlerini dikerek dakikalarca kıpırdamadan bakabilir. Onsuz da o hedeflere ulaşmak mümkün görünmüyordu. Türkler, attan cesaret, attan kuvvet, attan can almıştır! Yeryüzünde at sütünü içen Türklerden başka bir millete daha rastlayamazsınız. Bu bir akrabalık gibi kabul edilebilir. Kımız olarak kullanılmanın yanı sıra, annesi ölen ya da annesinin sütü olmayan bebeklere at sütü çoğu zaman atın memesinden emzirilmiştir, sütanne olmuştur, taylara kardeş olmuştur. “Yiğit yiğidin yoldaşı / At yiğidin öz kardaşı...” derken Karacaoğlan bunu kastetmiş olmalı. At sütünün bebekler için şifalı olduğu düşünülmektedir. Anam; “Allah, atların ayaklarını mühürlemiştir.” derdi. Yıllarca bu kafama takıldı. Halk arasında da, “Atların ayakları mühürlüdür ya da atın girdiği yerde bereket vardır.” sözlerini duyardım.
Mutlaka bu sözlerin bir dayanağı olmalıydı… Uzun yıllar aradım durdum. Ta dört bacağında o işareti bulana kadar. Hz Süleyman’ın atların bacaklarını sıvazlamasını, düşünüyorum, ayette öyle geçiyordu
(Sâd suresi 33). Mührü yıllarca ben atların tırnaklarında aramışım meğer. Annemin mühür dediği bu olsa gerek!... Ön bacaklarının iç tarafında, dirsek ekleminden dört/beş parmak üste ortanın biraz gerisine düşecek şekilde, elips bir oluşum durur. Orada tüy olmazdı. Neden şimdiye kadar gözümden kaçtı, ona hayıflandım. Aynı şeklin benzeri ama daha küçük, arka ayakların diz eklemlerinin bir/iki parmak aşağısında, iç kısımda oldukça geriye doğru yer almaktadır. Bu oluşum diğer hayvanlarda bulunmaz, yalnız atlara mahsus bir oluşumdur. Bu oluşumdan dolayı halk arasında, “ayakları mühürlü atlar” denmiş olmalı. Doğrusu bu mührün hikmeti henüz çözülememiştir. 1894’te Tolu Biğ (Dolu Bey) adında bir Türk beyinin emriyle yazılmış olan (Kitab’ı Riyazat’ı Hayil) isimli bir risalede “El hayru makûdun bi-nevasıyıl hayl ilâ yevm’ilkıyame” hadis’i şerifi Türkçeye nakledilerek şöyle denilmektedir: “Eş’şumu Yani Nebi eydür kim ercellik üç nesnede türür. Biri apcıda ve biri atta ve biri evde (Uğur ya da uğursuzluk üç şeydedir: Kadın, ev ve at.)” İşte dinî cevaz hâlinde kendilerinden uğur beklenmesi gereken üç şeyin içinde at... Bu peygamberin sözü... Sanırım Türklerdeki, kadın, at ve silah kutsallığı buradan gelmektedir ve kimseye emanet edilmez. Dilimizde bu olay; “at,
46
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
avrat, silah” darbımesel hâlini almıştır. İnsanlığın ufku, kâinatın efendisi ve Allah’ın sevgilisi peygamberimizi Miraç gecesinde ilahî visal âlemine uçuran ışıktan hızlı vasıtanın “Burak” isimli kanatlı at şeklinde yaratılışındaki hikmet, Allah tarafından atın manasına bağışlanmış ne büyük şereftir. Kâinatın efendisine ait her kelime, her hareket, her eda bir hadis olduğu- na göre, Allah’ın sevgilisi, Allah’ın ve kendisinin sevdiği ata dair, söz, hareket, iş ve eda hâlinde birçok hadis vermişlerdir: “Hayır, atların alınlarına nakşedilmiştir.” ya da “Dünya saadeti atların sırtındadır.” Ata dair ne söylense, bu muhteşem sadeliğin kavrayışı içinde atı çepeçevre kuşatamaz. Son derece sade bir ifade içinde öyle girift ve derin bir mana kuyusu ki, ancak, peygamber sözü olabilir. Allah, Kur’an’da, bazı mahluklar üzerine yemin eder. Bunlardan biri de at. Allah’a mahsus sır... Kur’an’ın “El’âdiyât” suresinden, (âdiyât, koşan atlar demektir) dört ayet meali: “Kasem olsun, soluk soluğa koşanlar üzerine... Tırnaklarıyla taştan kıvılcım fışkırtanlar üzerine... Sabah vakti düşmanı basıp etrafı toz dumana boğanlar üzerine... Peşinden doğruca düşman saflarının içine dalanlar üzerine...” Dış perdeden bakıldığında muazzam bir nur cümbüşü içerisinde atı seyrediyoruz. İşte asil atın koşu ve yarış tablosu... Sâd suresinin 31, 32 ve 33. ayetlerinde; “Akşama doğru kendisine, üç ayağının üzerine durup bir ayağını tırnağının üzerine diken çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştur. Süleyman: Gerçekten ben mal sevgisini, Rabbimi anmak için istedim, dedi. Nihayet güneş battı. (O zaman:) Onları (atları) tekrar bana getirin, dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.” Yahya Kemal’in “Rindlerin Ölümü” şiiri-
nin; “Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.” mısrasında olduğu gibi Türk edebiyatında gül ve bülbül mazmunları çok fazla kullanılmaktadır. Bülbülün sesi, gülün rengi ve kokusu Türk edebiyatının içine oldukça fazla sinmiştir. Çoğu yerde gül ve bülbül beraber zikredilmektedir. Bu birliktelik Türk edebiyatında bir aşk hikâyesine dönüşmüştür. Bülbül ve gül anlatımı daha çok bir şehirli olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan fazla birlikte olduğumuz, iç içe yaşadığımız “at” ise taşralı bir bakış açısı ile ele alınmıştır! Yazmaktan çok sözlü edebiyatımızda rastlanmaktadır. Neredeyse Köroğlu hikâyeleri olmasa edebiyatımızda atlara rastlayamayacağız. Hâlbuki dünyada en çok ata yakın olan, seven, sırdaş olan daha ileri gidersek kardeş (karındaş) olan Türklerdir. Türkler atı bir hayvan, bir ticari mal, ya da iş gücünden faydalanılan bir araç olarak düşünmemişlerdir. Onu bir dost, kardeş, aileden bir birey olarak görmüşlerdir. Türkler atı kendilerinden bir parça olarak bilmiştir. “Aynı dili değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşırlar.” diyor Mevlana, yoksa rüzgârlarla yarışan atlarla insan nasıl bu kadar iyi anlaşırdı?... Canlılar arasında erkek ile dişi kıyaslandığında; erkeği kadar gösterişli, albenili, hızlı ve cesur sanırım yalnız atlarda çıkar. Şu yeryüzünde erkeğine meydan okuyan canlı, bir kadın bir de at. Başarıda erkeğinden geri kalmazlar… Dede Korkut’ta; kız ve delikanlı yarışlarına çok zaman şahit oluruz. Atla olan bağlılığımız, cesaret ve hayat tarzı olarak olmasının yanında duygusal bir yaklaşımdır. Bu sebeple eski Türklerde at ile insan aynı çadırda kaldıklarına şahit oluyoruz. İnsanlarla atlar arasında ilginç bir benzerlik daha vardır. “Kısrağı döversen huysuz olur, aygırı döversen sessiz (pısırık) olur” sözü incelendiği zaman ortaya benzerlikler çıkmaktadır. Mesela, kadını dövmekle sövmekle sindiremezsin, itaat ettiremezsin; severek, yüzüne gülerek, okşayarak onu yola getireceksin. Kısraklara da vurursan azar, huysuzlanır ve itaat etmez. Kısrağı döverek emir altına alamazsın. Erkekler ise dövülmeyi onurlarına sığdıramazlar; onlar için küçümsenmek, küçük düşmek, hakaret sayılır. Yani atlar korkuyu bilir. Aygırlara vurmaya kal-
47
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
kışırsan siner. Yarışlarda kamçılarsan ya hedefi göğüsler ya da koşarken ölür (çatlar). Bu karakterlerin iz düşümleri insanlarla çakışmaktadır. Baş eğmeyen, yükseklere bakan/yüksekten bakan at, beraber olduğu insanla yan yana, omuz omuza yürürken ortak bir benzerlik bulmuştur. Asildir, onurludur, dik başlıdır diye birçok meziyetini saysak da her şeye rağmen atlar yarı yabani hayvanlardır. Göçmen toplumlarda şehirli dışında meziyetlere sahiptir. Mesela, ikisi de dağları, hür yaşamayı sever. Yılkı atlarında görüldüğü gibi serbest kaldıkları an dağların en yüksek tepelerini, yaylaları tercih ederler. Kar düştükçe ovalara doğru inerler. Bu bir Yörük yaşantısıdır. Bu birliktelikte elbette karşılıklı çıkar ilişkileri olduğu gibi çok daha ayrı sebepler bulabiliriz. Şirazlı Sadi’nin dediği gibi; “Önemli olan olaylara kuş bakışı bakmaktır kuş gibi değil.” Kısacası bu bir ailenin birlikte yaşaması gibidir. Aslında bu iş; bir sevda bir aşktır. Hâlâ Anadolu’nun köylerinde atın yeri özel yapılır ve altı tahtayla kaplanır. Atın kaşağısı, gübresi, toz bezi, ter bezi vardır. Atın soğuk ve yağmurlu günler için sırtına atılacak minderi vardır. Atın nafakası ayrı hazırlanır, yatsıdan sonra yem verilir. Son dört bin yıllık verilere baktığımızda şunu söyleyebiliriz: Galiba bu millet ata âşık... Her şeye rağmen Türk edebiyatında at hak ettiği yeri alamamıştır, yani bülbül kadar hatta mizahlarda önemli yer tutan eşek kadar bile boy gösterememiştir. Benim anladığım manada, Türk edebiyatında at istendiği gibi şahlanamamıştır. Bunun da sebepleri vardır. At kültürünün çok eski olmasına rağmen yazılmamasında önemli bir sebep, yazarların atın çok uzağında olması, at terminolojisini bilmemeleri veya ata yakın olanların yazmaya meyilli olmamasıdır. At, Türklerde hiçbir zaman şehirli olamamıştır, taşrada kalmıştır. Mevlana diyor ki: “Yeryüzünde söylenmedik söz yok ancak bunu söyleme şekli var.” Hâlbuki at konusunda daha söylenmedik çok söz var. Eğer edebiyatta konuşulmaya/yazılmaya başlanırsa karşımıza çok zengin bir arşiv çıkacağından eminim. Kaşgarlı Mahmut, “At Türk’ün kanadıdır” sözünü, gününde düşünürsek ufuk ötesi geçişleri
görmek mümkündür. Zaman zaman kanat, en sadık dost, iş arkadaşı, yoldaş, kara gün dostu olmuştur. Türkler at ile o kadar içli dışlı olmuş ki kendinden bir parça görmüş, yazmaya gerek bile görmemiştir. Bu samimiyeti normal bir yaşantı olarak kabul etmiştir. Zaman içerisinde de bazı yazarlar heveslenip bir şekilde ata yaklaşmışlar. Ama bu da tam olarak anlaşma değil, uzak bir akrabalık gibi olmuş. Atı tanımaya yetmemiştir. Her dönem, atın cazibesi, albenisi insanları etkilemiştir. Bu şekilde yazılan yazılar öze dönük değil ufki/geriden bakış şeklinde bir çalışma olmuştur. Uzak, at tarifinden öteye geçilemediğine rastlıyoruz. Bu bakış açısı fotoğraf çekme/resim yapma anlayışıdır. Atlar özenilerek yaratılmış, kibar, estetik, sevimli, gösterişli oluşlarıyla insanların dikkatini çeken tablo yaratıklardır. Genç ve yakışıklı bir kız/delikanlı kadar düzgün olan vücut, onunla uyumlu insanın aklını başından alan parlak tüyler, dalga dalga yeleler, kâkül, uzun bir kuyruk ve mükemmel bir duruş. Hâlbuki bunun bir de duygu, ruh ve görülmeyen yanları vardır. Hırslı, sevimli, sevilen/sevmeyi bilen, korkusuz, duygu tarafı da vardır. Türk edebiyatında öyle efsanevi atlara rastlanmaz. Yani uçan, olağanüstü koşan, acayip şekillere giren, boynuzlu atlar olmaz. At olduğu gibi kabul edilmiştir. Yeterince özenerek yaratıldığı için ona başka bir sıfat vermek yakışık almazdı. Türkler, hayatındaki güzellikleri, zorlukları, çileleri atıyla paylaşmış; sırrını ona anlatmıştır. Çoğu zaman ölüme beraber gittiklerine rastlıyoruz. Bu sebeple at bir şekil değil bir “tür” aslında bir “boy/soy” olarak anlatılmıştır. Türkülerde, şiirlerde, yazılarda atı kendimiz gibi bilerek yer vermemişiz. Hâlbuki onun Türk tarihinde çok özel bir yeri var. Fatih Sultan Mehmed Hanın, İstanbul surlarının önünde Venedik gemilerini durduramadığı için Çandarlı Halil Paşa’ya kızarak denize sürdüğü kırata bakın!... Kıratın azametini ve binicisinin zapt edilmez hâlini göreceksiniz. Bu tablo, atla insanın en iyi birlikteliğini, kararlılığını, uyumunu gösteren tablodur. Denize dalan kırat ile sultanın kararlığı aynı. Bu bir düğün değil, bayram değil, tören değil, neden sultan kıratın üzerinde?...■
48
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
ÜNAL TAŞKIN
İlginç rivayetlerden biri de atlara fecr İnsanoğlunun vaktinde duaya düşünüş tarzını izin verildiğinin derinden etkileyen söylenmesidir. evcil at, kendi Bu rivayete göre coğrafyasını atların duası terk eden muzaffer Yarabbi beni savaşçıları taşıyarak insanlardan bellikime bir düzen her ihsan ve hukuka sahip edersen, onunbüyük imparatorlukların ehl-i malının oluşmasına zemin ziyade sevgilisi kıl hazırlamıştır. şeklindedir.
B
ozkır kültürü at üstünde doğmuş, attan beslenmiş ve atla yayılmıştır. Türklerin yaşamında çok önemli ve özel bir yeri olan at, özel adlarla nitelendirilmiştir. Törenle gömülen atlar, zekâ sahibi olan kutsal hayvanlar olarak kabul edilmişlerdir. At, Türk destanlarının en önemli motiflerindendir. Birçok destanda, destan kahramanının hem bu dünyada silah arkadaşı olduğu için hem de öldükten sonra yoldaşı olacağı için, ayrı ve eşsiz bir değer taşır. Atın evcilleştirilmesi ile ilgili tartışmalar sürmekte olup genel kanaat Türkler tarafından evcilleştirildiği yönündedir. Atın evcilleştirilerek insanın hizmetine sunulması tarihte büyük bir hamle sayılır. Evcilleştirme insanoğlunun hayvan türleri üzerinde hâkimiyet kurmasını ve “çoban kültürü” olarak adlandırılan kültürel aşamanın gerçekleşmesini sağlamıştır. Atın evcilleştirilmesi, insan topluluklarının birbirleriyle ilişki kurmasına vesile olmuş ve medeniyetlerin gelişmesinde etkili olmuştur. İnsanoğlunun düşünüş tarzını derinden etkileyen evcil at, kendi coğrafyasını terk eden muzaffer savaşçıları taşıyarak belli bir düzen ve hukuka sahip büyük imparatorlukların oluşmasına ze-
49
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
min hazırlamıştır. Asya bozkırlarının iklimine uygun bir şekilde hayatlarını sürdürmek zorunda olan Türkler, güttükleri hayvanları için yeni otlaklara göç etmek ve su kaynaklarına yakın yerlere gitmek zorunda kalmışlar ve hayvanları uygun mevsimde bu yerlere sevk etmek için hızlı ve dayanıklı araçlara ihtiyaç duymuşlardır. Atın insanlığın hizmetine kazandırılması süreci bu ihtiyaçlardan hareketle başlatılmıştır. Bu aşamadan sonra at Türk insanın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Sadece etinden, sütünden, derisinden faydalanılan bir hayvan olmanın dışında gerektiğinde sahibiyle konuşabilen, düşmanın kokusunu alıp sahibini uyarabilen, kahramanın anası, babası, kardeşi, yoldaşı olan, sahibini tenkit eden, ona hatırlatmalarda bulunan, kahramana yardım eden ve hatta onunla ağlayan bir canlıya dönüşmüştür. Bazen atlar, Dede Korkut Hikâyeleri’nde olduğu gibi, kahramanlarıyla birlikte zikredilmiş; bazen de Bey Böyrek ve Şah İsmail hikâyelerinde olduğu gibi mucizevî bir şekilde sahipleriyle birlikte dünyaya gelmişlerdir. Dünyadaki bütün toplumlar içinde özel bir yere sahip olan atın, Türk mitolojisinde kendine has özellikleri olduğu görülür. Türkler atların sudan, dağdan, gökten, rüzgârdan, mağaradan zuhur eden kutsal aygırlardan türediğine inanmışlardır. Buradan hareketle günümüz Türk edebiyatında atlara ilişkin efsaneler, gök, rüzgâr, mağara-toprak ve su menşeli atların bulunduğu efsaneler olmak üzere dört başlık altında toplanmaktadır. Bu türden bir ayırım, ilkçağlardan beri evrenin özünü oluşturduğuna inanılan dört unsur (anasır-ı erbaa) görüşünü akla getirmektedir. Eski Türkler tarafından atın gök ve su bağlantılı olduğu, daha fazla kabul görmüş bir anlayıştır. Bu inanışın izlerini destan, masal ve hikâyelerde görmek mümkündür. Mesela Akhan ve Atın Taycı adlı Altay masalında, kahramana atı ve elbisesi tanrı tarafından gönderilmiştir. Yakut destanında kahramanların atları, at sürüsü ilahesi tarafından güneş memleketinden gönderilir. Bir Teleut efsanesine göre ise, tanrı atına binerek yeryüzüne iner. Manas’ın Kula Tay’ının görünmez kanatları ve olağan üstü güçleri vardır. Yine Başkurtlar, “tulgar” adını verdikleri kanatlı atın, kendilerine yukarı âlemden haber getirdiklerine inanırlar. Atın yukarı âlemle aşağı âlem arasında birleştirici işlevi olduğu Anadolu Türkmen geleneklerinde de görülür. Mesela Baba İlyas, Amasya Savaşı’nda öl-
memiş, atına binerek gökyüzüne çıkmıştır. Atın kanatlı olması ve uçabilmesi, su menşeli atların bir özelliğidir. Abdal söylencelerine göre, Kaf Dağı’nın ardındaki süt gölünde yakalanamayan atlar yaşarmış. Hızır, ölüme çare ararken bunları görmüş ve yakalayamamış. Bir gün göle şarap dökerek atları sarhoş etmiş. Atlardan bir çiftini alarak kanatlarını koparmış ve bunları çiftleştirmiş. İlk at böylece zuhur etmiş. Yine Avşar söylencelerine göre Âdem Ata, Allah tarafından ata bindirilerek cennetten çıkarılmış. At o zamanlar kanatlıymış. Âdem Ata, at tekrar cennete dönmesin diye onun kanatlarını yolmuş. Kanatları yolunan atın kanat gücü ayaklarına geçmiş. Atın Burak soyu ise hala cennette yaşamaktaymış. Bu inanış kimi baytarnamelerde işlenmiştir. Mesela, Hz. Peygamber’e sorulan Cennette at var mıdır? sorusuna; Cennete girdiğinde yakuttan iki kanatlı bir at sana yanaştırılacak ve cennet içinde istediğin yere uçacaksın cevabı verilmiştir. İlginç rivayetlerden biri de atlara fecr vaktinde duaya izin verildiğinin söylenmesidir. Bu rivayete göre atların duası Yarabbi beni insanlardan her kime ihsan edersen, onun ehl-i malının ziyade sevgilisi kıl şeklindedir. Gök ve su menşeli at efsaneleri Türklerin en meşhur atı olan Argamak’ın hayat hikâyesine köken oluşturmaktadır. Asya bozkırlarında, Fergana’da “kanatlı atlardan türemiş olan ve kan terleyen asil atların (argamak)[1]” yaşadığı söylentisi yaygındı. Divan-ı Lügati’t-Türk’te tanımlanan, yaban aygırıyla evcil kısrağın çiftleşmesinden doğan ve “arkun” denilen atlar muhtemelen argamaklar olmalıdır. Atın Türkler tarafından hafif teçhizatlı süvari birliklerinde kullanılması, dünya savaş tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu sayede kolay hareket edebilen, uzun mesafeleri kısa zamanda kat edebilen, manevra yeteneği fazla ve oldukça etkili atlı birlikler ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Çinliler, Türklerin hâkimiyet sırrının, onların atlarından kaynaklandığına inanıyorlardı. Diğer yandan denizden veya dağdan çıkan ilahi aygırlardan türeyen, hızda rakipsiz atların, Allah tarafından Türklere bahşedilmesi, Türklerin diğer milletlere üstün oldukları inancını beraberinde getirmişti. Türk usulünü örnek alarak ordularını ıslaha girişen Çinliler, Hun atlarının en iyi yetiştirildiği bölge olan Fergana’dan yetişip 1. Bu atların omuzlarında, parafiliaria multipapilosa’nın neden olduğu bir cilt hastalığı nedeniyle, hafif kanamalar olup, terlerine hafif bir kızarıklık vermesinden dolayı, atlar kan terleyen adıyla meşhur olmuşlardır.
50
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
hanedanın geleceğini tehlikeye sokmuştu”.
“kan terleyen atlar” ya da “Gök Tanrı atı” diye adlandırdıkları bu atları temin etmek için büyük gayretler göstermişlerdir. Zira o dönem itibariyle Asya’nın en cins ve en uzun koşan atlarını Hunlar yetiştiriyorlardı.
Argamak
İmparator Wu-ti (M.Ö. 140–87) döneminde Çin, batıya doğru yönelmiş, büyük kaynaklar aktararak zaferler kazanan bir ordu kurmuştu. Ancak Hun Devleti’ni bir türlü bastıramamış ve yok edememişti. Kurulan süvari birlikleri Hun atlılarıyla boy ölçüşemiyordu. Çinliler buradaki başarısızlığı süvarilerinin kullandıkları atların kalitesiyle ilişkilendiriyorlardı. Bu sırada İmparator Wu-ti’ye Fergana’daki “kanatlı atlardan türemiş olan ve kan terleyen asil atlardan (argamak)” söz edildi. Bunun üzerine İmparator Wu-ti kan terleyen atları elde etmek için hareket geçti. Kan terleyen atlara ilişkin Argamak hikâyesinin devamı ise şu şekildedir: “Fergana’daki yüksek dağlarda asla yakalanamayan atlar yaşardı. Bu atlar, seçilerek dağ eteklerine salınan benekli kısraklarla çiftleşirler ve bu kısraklardan kan terleyen taylar doğardı. Wu-ti bu hikayeyi duyunca ne pahasına olursa olsun argamakların ele geçirilmesini istedi. Fergana üzerine iki sefer düzenleyen Wu-ti, ilkinde hiçbir şey elde edemedi. Fakat ikinci sefer oldukça etkili oldu ve yapılan savaşta Fergana ileri gelenleri ya esir edildi ya da öldürüldü. Geride kalanlar kaleye çekilerek, müzakerelere başlandı. Ferganalılar, Çinlilerin geri çekilmesine karşılık olarak argamakları vereceklerini; aksi halde onları öldüreceklerini söylediler. İçinde bulunulan durumu değerlendiren Çinliler, şartları kabul ederek bir miktar argamakla 300 adet kısrak alarak geri döndüler. Ancak Fergana seferleri Çin’e çok pahalıya mal oldu. Savaş için yönetimin yaptığı hesapsız harcamalara karşı, savaş sonunda elde edilen başarı son derece mütevazı gibi görünüyordu. Bu durum Çin’de
Hikâyeden de anlaşılacağı üzere Türk atı çok değerliydi ve onu elde etmek her şey demekti. Ama bu tutku sadece Çinlilere has bir şey değildi. Bu atların hızına ve güzelliğine Büyük İskender de hayran kalmıştı. Abbasi Devleti’nin ordularında Türk nüfuzunun görüldüğü yıllarda, Türkler, göl aygırının neslinden türediğine inandıkları bu atları halifeler için yetiştiriyorlardı. Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türklerin yetiştirdiği atların Türkistan neslinden olduğu ifade edilmektedir. Bu dönemde, en değerli atların Kastamonu-Sinop bölgesinde yetiştirilen atlar olduğu söylenmektedir. Yine aynı dönemde Doğu Anadolu ve Urmiye civarındaki Türkmenlerin yetiştirdikleri atlara da itibar edilmiştir. Karakoyunluların yetiştirdikleri güzel argamaklar, XV. yüzyılda Timurlular vasıtasıyla Çin’de tekrar gündeme gelmiş ve Çin imparatoru tarafından talep edilmiştir. Türk toplumunun belleğinde ayrı bir yeri olan at, efsane, destan, masal ve halk hikâyelerinde ayrı ayrı rollere bürünmüştür. Sadece etinden, sütünden, derisinden faydalanılan bir hayvan olmanın dışında, gerektiğinde sahibiyle konuşabilen, onun kardeşi, yoldaşı olan, kahramana yardım eden bir canlıya dönüşmüştür. En eski çağlardan beri Türklerin siyasal, dinsel ve toplumsal yaşamında at önemli bir yere sahiptir. Folklorik ve dinsel değerinin yanı sıra, binit ve savaş aracı olarak kullanılması, atı sosyal ve siyasal hayatın vazgeçilmez bir parçası haline getirmiştir. Atın Türkler tarafından hafif teçhizatlı süvari birliklerinde kullanılması, kolay hareket edebilen ve oldukça etkili atlı birlikler ortaya çıkarmış ve bu birçok topluma örnek teşkil etmiştir. Siyasi olaylara neden olabilecek kadar değerli olan Türk atı, her devirde istenilen ve aranılan bir varlık olmuştur. Türklerin değişik sebeplerle, eski dünyaya yayılmaları, beraberlerinde oldukları atlarının geniş bir alanda tanınmasını sağlamış ve Türk atı, insanlık tarihindeki en önemli at ırklarından biri haline gelmiştir.■
51
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
İHSAN YAŞA
Ş
üphesiz türküler yalnızca gönül tellerimizi titreterek ruhumuzu dinlendiren birer sanat eseri değildir. Onlar aynı zamanda ortaya çıktığı dönemlerin acı, hüzün veya sevinçlerini, darlık veya ferahlık gibi ekonomik gelgitlerini, toplumsal huzursuzluk veya gerginlik gibi sosyal dalgalanmalarını da aksettiren sözlü verimleridir. Büyük oğlan esker, öteki çırak Han için param yok, oteli bırak Mevsim kış, yollar sarp, köy hayli uzak Bir değil, beş değil yara dohdur beg
Türkülerin analizini yapanlar, aynı zamanda halk kültürünün de analizini yapmış oluyorlar. Dolayısıyla kültürümüzün çeşitli konulardaki tespit ve telkinlerini gün ışığına çıkarmış, böylece milletimizin yaratıcı ve üretken bir zekâya, geniş bir zihin yelpazesine sahip bulunduğunu kanıtlamış oluyorlar.
Keza türküler, halkımızın sağlık, gençlik ve aşk ile ilgili düşüncelerini de yansıtır; bazı bedenî ve ruhî hastalıkların sebepleri ve çareleri ile ilgili olarak da bir şeyler söyler. Kısacası Türkülerimizde milletimizin çeşitli konulardaki temel görüşleri, hayata bakışı, dünya ve ahret anlayışı, insanlar arası ilişkileri vardır. Farzımuhal gurbet hasretliğinin kimi insanı hasta edebileceğini, bunun çaresinin ise sılaya gitmek olduğunu birçok türküde görmek mümkündür. Şu mısralar gurbette hasta olup hekime giden vatandaşın hâlini gösteriyor:
52
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Valla doktor bana dedi Dön artık çaren yoktur (Çukurova türküsü)
de unutulmamış:
Bilhassa yâre kavuşamamak yüzünden pek çok insanın hasta olduğunu anlatan türküler çoktur. Mesela aşağıdaki Şanlıurfa türküsünde vuslatın gerçekleşmemesinin sebep olduğu rahatsızlık belirtiliyor ve buna ciğer hastalığı deniliyor. Burada ve daha pek çok başka türküde geçen ciğer tabiri bildiğimiz karaciğer veya akciğer değil, gönül yorgunluğundan kaynaklanan genel bir düşünlük veya çökkünlük (depresyon) hâlidir. Türkülerde sık geçen ve ‘gönül yarası’ olarak da ifade edilen, yâr’dan başka dermanının bulunmadığı iddia edilen durum da budur. (Hemen hatırlatalım ki günümüzde artık bu tip rahatsızlıkların da çaresi vardır.) Kara giydim yastayım ben Yâr yüzünden hastayım ben Derman kâr eylemez bana Ciğerimden hastayım ben Türkülerde hekimlerin yapması ve yapmaması gereken davranışları veya halkın tabiplerden ne beklediğinin ipuçlarını bulmak da mümkündür. Mesela hastalar herkesin yanında, kalabalık bir ortamda doktora bütün şikâyetlerini söylemezler. Çünkü bunun bir sır olduğunu düşünüp hekimin de bu sırra riayet etmesini ve hasta ile yalnız olarak konuşmasını beklerler. Hastane polikliniğinde başı çok kalabalık olan hekime şikâyetini söyleyemeyen vatandaş yaşadığı hayal kırıklığını ve hekime serzenişini –onu incitmeden- bakın ne de güzel dile getiriyor: Diyeceğim çok ama Pek kalabalık yerdesin (Kırşehir türküsü) Vatandaşın hekimden bir başka beklentisi de onun bacı kardeş gibi olmasıdır: Üreklerin tacı olan Bize kardaş bacı olan Dermanları acı olan Ağ halatlı doktorlar
Benim güzel hemşirem İğne düşmez elinden Hastalarını çok sever Bal akıyor dilinden Bu arada hemşireye gönlünü kaptıran hastalar da oluyor. İnsanlık var olduğundan beri hep yaşanmış ve yaşanacak olan zaafları da türkülerinde dillendiriyor halkımız. Bazen aşk bazen de nefis ile karşımıza çıkan bu ezeli duygu da elbette türkülerde yer alacaktı: Giymiş beyaz önlüğü Başına takmış tacı Senin gibi güzele Diyemiyorum bacı Bilindiği gibi sağlık denilince akla sadece ‘beden sağlığı’ ya da ‘ruh sağlığı’ gelmez, bunlarla birlikte ‘fikren sağlıklı olmak’ hâli de gelir. ‘Sağlıklı düşünebilmek’ kabiliyeti veya keyfiyeti biraz sübjektif bir hüküm olmakla beraber farzımuhal “Pire için yorgan yakan” veya “nefsanî arzuları için bütün varını yoğunu tüketen” bir kişinin sağlıklı bir düşünce yapısına sahip olduğunu söylemek de mümkün değildir. Hakeza ertesi gün okulda imtihanı olduğu hâlde akşama kadar sokakta oyun oynayıp hiç ders çalışmayan bir öğrenciyi -yanaklarından kan damlasa da- tam olarak sağlıklı kabul etmek doğru değildir. Aynı şekilde gece gündüz yârini düşünerek Mecnun’a dönmüş, böylece zihin ve ruh sağlığını kaybetmiş bir kişiye de normal denilemez. Yani vücudunda herhangi bir hastalık belirtisi olmayan, bedenen sağlam gibi duran nice insan vardır ki aslında ruhen ve fikren maluldür. Türkülerimizde (ve onun gibi anonim atasözlerimizde) bunlara ait değerlendirmeler de var. Mesela ‘Duvarı nem, yiğidi gam bitirir’ deyişi bunu gösteriyor. Aslında halkımız uzun süren derin üzüntü ve düşüncenin ne kadar zararlı olduğunu bilir; lakin gene de sosyal tarihimizde bu tip vakalar az değildir. Üzüntü ve karasevdadan dolayı hasta olanlar, maalesef türkülerimizin çoğunun konusunu teşkil etmiştir:
Türkülerde hastayı anlayan müşfik hemşireler
53
Sevda çekenlerden gülen olmamış
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Doktorlarda bulamadım Zalim yârda çaresi var
Ağlamış gözyaşın silen olmamış Veya aşağıdaki türküde gördüğümüz gibi yârden ayrılmaya ölüm yeğ tutulmuştur: Karadır kaşların benzer kömüre Yârdan ayrılması zarar ömre Kollarımdan bağlasalar demire Kırarım demiri koşarım yâre İnsanımızın gönül yarasına çok çabuk kapılmış olmasının sebeplerini anlamak ayrı bir konudur ama bu hususta da birkaç şey söylemekte yarar var sanırım. Bizce sebeplerin en önemlisi türkü, hikâye ve masallardaki bu yöndeki telkinlerdir. Yani böylesi söz ve deyişler karasevdanın sebebini teşkil ettiği gibi sonucunu da etkilemiştir. Bir bakıma birbirini etkileyerek artıran karşılıklı tesirler söz konusudur. İnsanlar bu telkinleri yapan türkü, hikâye ve masalları dinleye dinleye hassas, nazlı ve karamsar bir kişilik ve zihniyet yapısını bürünmüş oluyorlar. Tersi de varittir. Yani fazla duygusal ve hassas bir şahsiyet yapısına sahip bulunanlar bu tip söz ve deyişleri yaratmaya daha yatkın oluyorlar.
Türkülerdeki psikolojik ve sosyal tespitler
İnsan ne kadar iradeli ve erdemli olursa olsun gene de nefsinin etkisi ile sonradan pişman olacağı yanlışlıklar yapabilir. Hem toplumumuzda hem de insanlık tarihinde bu hakikatin sayısız örnekleri vardır. İşte bu gerçeği de türkülerimizde görmek mümkündür. Bir türkünün şu güftesi hem bu ezeli gerçeği ifade ediyor hem de kişinin kendini tanıması gerektiğini hatırlatıyor: Suda balık yan gider Açma yaram kan gider Açma güzel sineni Cahilim aklım gider Aslında insanımız bir taraftan yâri her şeyin dermanı olarak görürken diğer taraftan onun da zalim bir tarafının bulunduğunu söylemekte ama gene de ondan vazgeçmemektedir:
Bazı âşıklar ise hem sevdiğini yücelterek yere göğe sığdıramaz hem de onun da el olduğu için tam bir bağlılık içinde bulunmadığından yakınır. İnsanın kafasının zaman zaman karışık ve çelişkilerle dolu olduğuna bir örnek teşkil etmesi bakımından şu Kırıkkale türküsü çok manidardır: Altın yüzük ulanmaz Suya atsan bulanmaz Elkızı değil mi ki Kurban olsan inanmaz Bu farklı iki türkü de gösteriyor ki âşıkların, uğruna her şeyini feda ettikleri güzel yârin de kusurları var. Bu kusur yalnızca ‘her beşerde kusur bulunur’ vecizesi ile açıklanacak bir durum değil, daha karmaşık duyguların hâkim olduğu bir şaşkınlık ve tutarsızlık hâlidir. İnsanların zaman zaman hata yapabilmesi başka bir şey, güvenmeme ve inanmama hissiyatı daha başka bir şeydir. Hata yapan kişi kusurunu fark ederek düzeltir, izahını yapar, mesele tatlıya bağlanır. Fakat inanmamak ve güvenmemek daha yaralayıcı ve etkileyici bir olumsuzluktur. Bu zaafın yârde bulunması az bir uyumsuzluk değil. Buna rağmen âşıklar bunu da tam olarak değerlendiremezler. Sanıldığının aksine halkımız çok eşliliği tasvip etmez. Birkaç karısı olan kişilere bazı bölgelerde ender olarak rastlansa da çoğunluk bunu doğru bulmaz ve yadırgar. İşte bir Orta Anadolu türküsü: Bir yiğide bir gelin yeter İki alanın derdi artar Hayat felsefesine ait önemli tespit ve tavsiyeler de vardır türkülerde. Her şeyin zamanında yapılması gerektiğini telkin eden, yaşlanma olmadan gençliğin değerinin bilinmesini öğütleyen şu Elâzığ türküsüne kulak verelim:
İki dağın arası var Bu gönlümün yarası var
54
Yüce dağ başını aştıktan sonra Olmamış yaramı deştikten sonra İster ölüm olsun ister ayrılık Neden bu genç ömrüm geçtikten sonra
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Başkalarına özenip onları taklit etmenin insana, dolayısıyla topluma zarar verdiğini telkin eden türkülere de rastlıyoruz. Ama gene de toplumumuzda, bilhassa aydınlarımızda başkalarına benzeme meyli var. Hatta bu durum bazen o derece ileri gitmiş ki yabancı kültürleri üstün tutma noktasına kadar varmıştır. ‘Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür’ misali, milletimizin yöneticileri ve zenginleri Orta Asya’da iken Çinlilere benzemeye çalışıyorlardı, günümüzde ise Avrupalıların yaşantısına özenti var. İşte heveslenme ile ilgili bir Gaziantep türküsü: Yağmur yağdı ben ıslandım Geldim kapına yaslandım Eller de yârim dedikçe Ben ellere heveslendim Hayatta hiçbir suçun cezasız kalmayacağını, bu dünyada olmasa bile öbür dünyada herkesin ettiğinin karşılığını bulacağını telkin ederek insanları dürüstlüğe ve fazilete teşvik eden türküler de çoktur. Bu deyişler toplumsal dokumuzun sağlam kalmasına yardım ettiği gibi dürüstlükten ayrılmayanlara moral ve destek vererek onların kendine olan güvenini artırmakta, böylece insanların doğru yolda yürüme kararlılığını diri tutmaktadır: Ağlama sen garip anam bu işler olur Beni vuran zalim Allah’tan bulur Malum, hastanelerdeki hasta ziyaretlerinin gerekli olup olmadığı, hastaların bundan rahatsızlık duyup duymadığı hususu zaman zaman tartışılmaktadır. Ancak türkülerden öğreniyoruz ki, hastalar dostlarının ziyaretinden memnun olmaktadır. İşte bir Şebinkarahisar türküsü: Geçen yıl bu zaman sapa sağlamdım Serum şişesine bağlandım kaldım Yatmadan dostlarım var idi sandım Kimseler gelmiyor yanıma benim Günümüzde gelişmiş tıbbın önerileri varken, psikoloji ve sosyoloji gibi modern bilimlerin verileri ortada iken eski insanlarımızın bu mevzulardaki tespit ve tavsiyelerine değer vermeye ne gerek var’ diye düşünenler olabilir. Bunun açıklamasını yapmadan önce bir hususu belirtelim: Türkü ve
atasözlerindeki bazı bilgi ve tavsiyeleri günümüzdeki modern hekimliğin alternatifi ve zıddı olarak görmemek lazım. Zaten dikkat edilirse bu bilgilerin çoğu çağımızın verileriyle bir tezat teşkil etmiyor, bilakis uyuşuyor. Dolayısıyla bunları birbirlerinin karşıtı gibi değil, tamamlayıcısı olarak kabul etmek daha doğru olur. Zira herkesçe malum olduğu üzere herhangi birimiz -Allah korusun- amansız bir hastalığa yakalandığımızda bugünkü tıbbın tedavisinin yanında manevi telkin ve dualardan da medet umuyoruz. Biri maneviyatımızı yükselterek hastalıklara karşı direncimizi kuvvetlendirirken, diğeri bedendeki hastalığı yok ediyor. İkisi birbirini desteklemiş ve tamamlamış oluyor. Çağımızın sosyal bilimleri ve tıp teknolojisi fevkalade gelişmiş, birçok hastalığa çare bulunmuş ama mutluluk ve huzurun reçetesi maalesef henüz tam olarak bulunamamıştır. Dolayısıyla çağımızın insanı tedirgin ve mutsuzdur. İnsanlar, yaşadıkları endişe ve sıkıntılardan kurtulmak için eski metotlara başvuruyorlarsa demek ki yeterince rahat ve huzurlu değiller.(Allaha sığınıp ondan yardım dilemenin anlamı da budur.) Türkülerimizde ve atasözlerimizde de bunlara ait tavsiyeler var. Şu veciz ifade ne kadar etkileyicidir: ‘Ayağını sıcak tut, başını serin; düşünme derin derin.’ Bu deyiş hem bedenî hem de psikolojik sağlığı korumayı amaçlayan önemli bir düsturdur. Eskilerin kafası şimdikilerden daha rahat ve huzurlu olduğuna göre demek ki onlar kendilerini rahatlatmak ve mutlu olmak için daha tesirli yollar bulmuşlardı. O yolları şimdi bizim de bilmemizde fayda var diye düşünüyorum. ‘Damdan düşenin hâlini en iyi gene damdan düşen anlar’ deyişi hikâye ve masallarda olduğu gibi türkülerde de var: Hastanın hâlinden ne bilir sağlar oy Döşek melûl mahzun yastık kan ağlar oy
Yâr’dan çok şey beklemek
Türkülerimizde en fazla konu edilen hususlardan biri de yukarıda bir iki örneğini verdiğimiz ‘sevda’ hissiyatıdır. Türkülere bakılırsa kişi her sıkıntıyı yâr ile aşar. Uykusuz geceleri hep yârden bilir. İştahsız, yorgun ve işlerine karşı isteksiz olmasının sebebi de yârdir. Hatta bedensel hastalıkların kaynağında da yâr hasreti vardır. Yani yâr varsa her şey güzel,
55
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
o yoksa her şey kötüdür. Bu tespitler günümüzün tıp anlayışına tam olarak uymasa da tespitlerde kısmen gerçeklik payı var. Çünkü her şeyin başında moralin geldiğini tıp camiası da kabul ediyor. Hatta amansız hastalıkların sebepleri arasında, büyük ve uzun süren üzüntü ve streslerin bulunduğunu iddia eden hekimler de var. Ancak yâre kavuşmanın her şeye deva olması, yokluğunun ise neredeyse her hastalığa davetiye çıkarması gibi telkin ve düşünceler bizce doğru değil. Çünkü bu görüş hem gerçeklerle tam olarak bağdaşmıyor hem de terbiye sistemi bakımından, çocukları ve gençleri tutarlı yetiştirme açısından isabetli değil. Yâre bu kadar çok şey yüklemenin ve ondan çok şey beklemenin sebebi nedir acaba? Evvela, türkülerde bu konuda bir abartı olduğunu söyleyelim. Çünkü toplumda yaygın olan bir durum değil bu. Vuku bulan böylesi tek tük hâdiseler türkülere ve hikâyelere konu olup defalarca dinlenince karamsarlık ve bedbinlik meydana geliyor. ‘Bir insana kırk kere deli denirse o da kendisini deli zanneder’ misali insanlar uzun süre bu tip sözlere maruz kaldığında olumsuz etkileniyor. İkinci sebep türküleri ortaya çıkaran insanların kişilikleriyle alakalıdır. İnsanımız bir şeye bağlanırken de bir şeyden uzaklaşırken de maalesef bazen aşırıya gidiyor. Yani övgülerinde de, yergilerinde de ölçüyü kaçırıyor. Bu mizaç yapısı böylesi karasevdayı ortaya faktörlerden biridir. Üçüncü olarak, insanlar eskiden birçok şeyi aileleri ve yakınlarıyla paylaşmıyorlardı. Çekingenlik ve aile içindeki yetersiz diyalog yüzünden şahsi duygular ve düşünceler kâfi derecede konuşulmuyordu. Dolayısıyla gençler her şeyini paylaşan bir evdeşin hayalini kuruyorlardı. Hatta gerçekte onda olmayan özellikleri de varmış gibi düşünüyorlardı. Aşk böyle başlıyordu. Âşıklara göre yâr, hem sırdaş hem eş hem de önemli bir güç kaynağı idi. O, kusursuz, her bakımdan mükemmel bir insan, her derde deva bir varlık idi. (Malum, âşıklar birbirlerinde kusur göremezler). O varsa dünya var, yoksa dünya anlamsızdır. Başka nedenler de sayılabilir ama netice itibariyle genel kültürümüzde ve özel olarak türkülerimizde rastladığımız yârle ilgili telakkiler bize göre gerçekçi bir bakış değil. Yâr gerçekten önemli ve insanı hayata bağlayan unsurlardan biridir elbette ama her şey değildir. O duyguyu ne gereğinden
fazla büyütmek ne de önemsiz bir duyguymuş gibi görmezlikten gelmek doğru olmaz. Bazı kimselerin amiyane tabirle söyledikleri ‘dünya karşı cins üzerine kurulmuştur’ sözü isabetli ve doğru değildir. Kişiler yârini kaybettiği zaman her şeyini yitirmiş gibi bir duyguya kapılmamalı veya derin bir yeise düşmemeli ya da vuslat olmadan da ayakları üzerinde durmasını becerebilmelidir. Bu şekildeki telkinlere daha fazla ihtiyaç var. Tıp uzmanı Dr. Sait Eğilmez, ses sanatçısı ve araştırmacı Salih Turhan ve yazar Osman Güzelgöz’ün birlikte hazırladıkları ‘Türkülerde Hekimlik ve Sağlıkla İlgili Türküler” isimli kitabı okurken bunları aklımdan geçirdim. Sağlık Bakanlığı yayınları arasında yeni çıkan bu önemli kitap kanaatimce bir boşluğu doldurmuştur. Göz hastalıkları doçenti S. Eğilmez’in, Âşık Veysel’e atfen yazdığı ve halk müziği sanatçısı Salih Turhan’ın notaladığı şiir de çok manidar: Sesin duydum Veysel, dengin aradım Sözünün üstüne söz bulamadım Görmenin ilmine ömrüm adadım Veysel’ce gören bir göz bulamadım Bu çerçevede ‘kansere sitem’ diyebileceğimiz şiirin sahibi değerli şairimiz Yavuz Bülent Bakileri de hatırlayalım: Sanma ki ben senden korkan biriyim Ha bugün ha yarın, ölüm mukadder. Bir kız torunum var; dünya güzeli Ki şimdi burada ne söylesem az Sabah akşam bir gül gibi elimde eli Onu gözyaşlarıyla bırakıp gelsem olmaz Sonuç olarak, Türkülerin analizini yapanlar, aynı zamanda halk kültürünün de analizini yapmış oluyorlar. Dolayısıyla kültürümüzün çeşitli konulardaki tespit ve telkinlerini gün ışığına çıkarmış, böylece milletimizin yaratıcı ve üretken bir zekâya, geniş bir zihin yelpazesine sahip bulunduğunu kanıtlamış oluyorlar. Ayrıca Türk Kültürünün çok köklü ve engin bir yapısının bulunduğunu da göstermiş oluyorlar. Politikacıların, bir kısım aydınların ve bazı sosyal bilimcilerin ‘halkın engin sağduyusu’ ya da ‘halkın şaşmaz feraseti’ dedikleri şey bu olsa gerek.■
56
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
ÖMER KEMİKSİZ
R
amazana günler kala evimizde tatlı bir telaş başlardı. Her taraf baştan aşağı temizlenir, bu esnada ayakaltında dolaşmamızı istemeyen büyüklerimiz, bizleri evin dışına göndermenin planlarını yaparlardı. Açılan yufkalar, biz çocukların ulaşamayacakları yerde saklanırdı. Ne olduğunu o zamanlar pek anlamasak da bu koşuşturmaca hoşumuza giderdi, eğlenirdik. Ramazan geliyor derlerdi bize. Biz, çocuk aklımızla gelenin bir misafir olduğunu düşünür, nasıl biri olduğunu merak eder dururduk. Oruç tutmanın anlamını bilmezdik. Tutmak deyince somut olarak elle kavramayı gözümüzde canlandırdığımız bir dönemdeydik. Büyüklerden dinlediğimiz kadarıyla oruca bir “mana” yüklemeye çalışıyorduk. Çocukluğumuzun ramazanları hep kış günlerine rastlardı. Soğuk kış gecelerinde sahura kalkmak bize hep zor gelirdi. Akşam yatmadan önce kahramanlık gösterip sabahleyin kesin uyanacağımızı ve ertesi gün oruç tutacağımızı söylesek de o vakit geldiğinde yan çizmeye başlardık. Kar yağınca köyümüzün elektrikleri –özellikle gecelerisık sık kesilirdi. Gaz lambasının ışığı ve kokusu altında kalktığımız sahurlarda uyku sersemliğiyle kardeşler arası çarpışmalar sıkça yaşanan kazalardandı. Her ne kadar soğuk suyla yüzümüzü yıkasak da sofraya oturduğumuzda gözlerimizden uykunun aktığı hemen belli olurdu. Sabah ezanını duyar duymaz bütün lokmalar olduğu gibi sofraya bırakılır, oruç başlardı. Ezana yakalanmadan su içmek ve oruca niyet etmek için acele ediyorduk.
Ne vakit sahura kalksam, bir iftar sofrasında ezanı beklesem, teravih namazı için evden çıksam, bayram sabahı kapımı çalan çocuklarla göz göze gelsem, bayram ziyaretlerinde büyüklerimin elini öpmek için davransam aklıma hep o çocukluk günlerimin ramazanları gelir ve şimdilerde sıkça duyduğumuz “Nerede o eski ramazanlar?” sözündeki özlenen eski ramazanların o ramazanlar olduğunu düşünürüm. 57
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Bazı sabahlar uykumuz kaçmış ve elektrikler de bizi terk etmemiş olursa sahur programlarını takip ediyorduk. O günlerde televizyonlarda yüzlerce kanal ve sahur programı adı altında magazin türü etkinlik yapanlar yoktu henüz. Ailenin bütün üyelerinin bir arada aynı sofra etrafında buluştukları ramazan günleriydi o günler. Sonra sırası gelen ayrıldı o sofradan. Evlenenler, okumaya gidenler derken büyüdükçe koptuk sahur sofralarından. Okula gittiğimiz hafta içi günlerinde oruç tutmamızı istemezdi anne babamız. Herhalde açlığa dayanamayacağımızı düşünürlerdi. Biz de hafta sonları için onlardan söz alırdık. Ama bazen kendi sözümüzü bile tutamazdık. Kışın günler ne kadar kısa olsa da belli bir saatten sonra midemiz hareket geçmeye başlardı. O zaman devreye giren büyükler öğleye kadar tutulan orucun da kabul olacağını söylerler, bizi rahatlatırlardı. Hatta ara sıra “Yarın da öğleden akşama kadar tutar, ikisini tam gün yaparsınız.” şeklinde de takılırlardı bize. Orucu bozup karnımızı bir güzel doyurduktan sonra pişman olurduk. Keşke biraz daha dayanıp akşama kadar sabredebilseydik diye düşünürdük. İnsanın karnı aç olunca düşünemiyor işte böyle şeyleri. Her zaman böyle olmazdı tabi. Yıllar ilerledikçe oruç tuttuğumuz gün sayısında da artış olurdu elbet. Evde kardeşler, okulda arkadaşlar arasında kaç gün oruç tuttuğumuzun yarışını yapardık. Bu rekabet hem bize oyun gibi gelirdi, hem de ramazanları ve orucu daha çok sevmeye başlardık. Oruçlu olduğumuz günlerde iftar sofralarına zafer kazanmış bir edayla oturur, bu iftarı fazlasıyla hak ettiğimizi düşünürdük. Ailemizden aldığımız övgü dolu sözler de işin bir başka güzelliğiydi. İftar sofralarının hazırlanması ne çok sevindirirdi bizleri. İkindi vakitlerinde evdeki kadınlar arasında yapılan iş bölümü sonrası yemek hazırlıkları başlardı. Tencerelerden taşan yemek kokuları akşama doğru dayanılmaz bir hâl alsa da o vakte kadar açlığa dayanmış olan biz çocuklar, öyle hemencecik pes etmeyeceğimizi gösterirdik onlara. Dışarıda yağmur, kar varken bahçeye çıkıp oyun oynayarak vakit geçiremeyeceğimize göre çaresiz dayanmak zorundaydık o kokulara. Çorbası, salatası, kadayıfı… Şu ezan bir okunsun hepsinden fazla fazla yiyeceğiz derdik de iş yemeye gelince bir anda kesilir, doyardık. Ramazanın bereketi derlerdi bu duruma. Tek kanalda iftar programı başladığında ekranın herhangi bir köşesinde hangi ilin iftar saati olduğu yazardı. Şehirlerin adını okuduğumuzda oradakileri içten içe kıskanırdık. Şimdi iftar sofrasında doya
doya yemek yiyorlar diye hayal ederdik. Gözümüz bir ekranda, bir duvardaki imsakiyede, bir de saatte; kulağımız ise ezanda olurdu. İftar yaklaştıkça zaman sanki durur, vakit geçmezdi. Köyde olduğumuz için daha sonra şehirlerde duyacak olduğumuz top sesini de bilmezdik. Hele elektrikler de kesikse evde çıt çıkmazdı. Televizyonda da iftar saatini takip edemeyeceğimize göre okunacak ezanı duyabilme gayesiyle susardık. İmamın “Allahu Ekber” nidası ne büyük bir mutluluk ve huzurdu bizim için! Hem günü oruçlu geçirmiş hem de yer soframızdaki yemeklere rahatça dokunabileceğimiz anı yakalamıştık. Önce dualar edilir, ardından sular içilirdi. Sonra derin bir sessizlik… Herkes karnını doyurmakla meşgul olurdu. Yemeğin akabinde imsakiyeden o günün üzerini çizme görevi bana verilmişti. İlk günler bitmeyecekmiş gibi görünen ramazan günleri sona doğru sanki çifter çifter azalırdı. Sayılı günler çabuk geçermiş. Öyle derlerdi. Teravih namazı hazırlığı mutluluğun zirveye çıktığı anlardı. İbrikten alınan abdest, ellerimize sürdüğümüz esans, giyilen temiz elbiseler teravih hazırlıklarından yalnızca birkaçıydı. Yollar çamur içinde olduğundan paçalarımızı çoraplarımızın içine sokar, o şekilde giderdik camiye. Namaz esnasında çocukların yeri hep en arkalardı. Ön saflar yaşlılara ayrılmıştı. İnsanlar saflarda ilerledikçe yaşlanıyorlardı ya da yaşlandıkça saflarda ilerliyorlardı. Saflara veda edenlerin yerini başkası alıyordu. Namazın uzun olmasından mı nedir camideki çocuklar bir süre sonra sıkılmaya, kendi aralarında gülüşmeye hatta son cemaat yerinde koşuşturmaya başlarlardı. Bu yaramazlıkların büyüklerin tepkisine neden olduğunu hatırlamıyorum hiç. Ne onlara kızmak ne de onlardan orayı terk etmelerini istemek… Hiçbirine başvurmuyorlardı. Yaşlıların çocuklara olan sevgi ve tahammülü o dönemde daha fazlaydı. Ramazanda soframıza katılan misafirlerin içinde en çok pideyi severdik. Babamın pazardan getirdiği pidelerin evimize girdiği günlerin oruçları daha bir güzel gelirdi bize. O gelene kadar sofrada saltanat süren mısır ekmeği onun karşısında ikinci plana atılmış gibi olurdu. Evimize pidenin girmesi gerçekten olağanüstü bir şeydi. Sanki farklı bir dünyadan gelmiş gözüyle bakardık ona. Önce teravih namazları ayrılırdı bizden. Sonra son sahur… Arife günleri bayram coşkusunun arttığı günlerdi. Yine temizlik başlardı evde. Tatlıların kokusu buram buram yayılırdı etrafa. Arife hangi güne denk gelirse gelsin o gün ilçede pazar kuru-
58
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
lurdu. Babam alışveriş yapmak için çarşıya inerdi. Biz sabırsızlıkla onun getireceği şekerleri beklerdik. Elbet ayakkabı, elbise de getirirdi fakat biz yine de şekeri yeğlerdik. Bizim oralarda arife gününe “Ekmek günü” derlerdi. Niye öyle dendiğini bilmezdik, merak da etmezdik. Bizim için o günün tek anlamı bayramın habercisi olmasıydı. Elimize pirinç ve su tutuşturan büyüklerimizin emriyle mezarlığın yolunu tutardık. Kuşlar istifade etsin diye suyu ve pirinci mezarların üzerine bırakır, öğrendiğimiz duaları okur, gerisin geri eve dönerdik. Teravih ve sahurun ardından bizi terk etme sırası iftara gelirdi. Son iftarlar hep buruk geçerdi. Önümüzdeki seneye kimin çıkıp kimin çıkmayacağı bilinmediğinden bu iftarın belki de bu fani dünyadaki son iftar olma ihtimali düşündürürdü büyükleri. Hepsinin dilinde daha nice ramazanlara ulaştırması için yaratıcıya gönderilen dua olurdu. Biz susardık. Ölüm düşüncesi çok uzaktı henüz bizlere. Tek düşüncemiz bir an önce sabahın olması ve bayramın başlamasıydı. Sofradan kalkınca babamın pazardan getirdiği torbalar ortaya dökülür, herkese bayram hediyeleri takdim edilirdi. Bayram şekerleri gizli bir yere konur, bizden sabaha kadar onlara dokunmamamız istenirdi. Ama annem, annelik içgüdüsünden kaynaklanan bir şefkatle gizlice verirdi o şekerlerden bize. Şimdi düşünüyorum da galiba bayramlarda en çok lezzet aldığımız şekerler, gizlice yediğimiz o şekerlerdi. Çocuklar bayram sabahlarının en erken uyanan bireyleridir belki. Zaten çoğu geceleyin doğru dürüst uyuyamamış, sabahı iple çekmiştir. Sahuru olmayan bir sabaha uyanmak biraz garip gelirdi bize. Bayram namazlarını mezarlık içindeki eski camide kıldığımızdan yola erken çıkmak icap ederdi. Ayrıca bayram için köye gelenlerin fazla olması sebebiyle camide yer bulmak da başka bir sıkıntıydı fakat kalabalık bir ortamda bayram namazını eda etmenin de tarifi imkânsız bir iç huzuru vardı. Namaz sonrası cami avlusunda gerçekleştirilen bayramlaşma, ardından mezarların ziyaret edilmesi, arabayla veya yaya olarak evlerine dönen insanların yollardaki görüntüsü, eve girişlerde önümüzde hazır bulduğumuz kahvaltı sofraları, el öpmek ve şeker toplamak için kapıyı çalan çocukluk arkadaşlarımızın sesi… Hepsi bayramın güzelliklerini tamamlayan unsurlardı. Ramazanları kış günlerinde yaşayan çocuklara sanki Allah’ın bir lütfüydü bayram günlerinde havanın güneşli oluşu. Kahvaltıdan sonra evdekiler arasında gerçekleştirilen mini bay-
ramlaşmadan sonra dışarı çıkma sırası bize gelirdi. Arkadaşlarla toplaşır, köyün en ucundan başlardık bayramlaşmaya. Hiçbir evi atlamadan dört dönerdik köy içinde. Ziyaret ettiğimiz evlerde önümüze uzatılan şeker tabaklarından biraz da utanarak şekerlerimizi alır, atardık torbalara. Torbamızdaki şeker sayısı arttıkça artardı mutluluğumuz. Çikolatalar o dönem için oldukça “lüks”tü. Bunun için yalnızca birkaç evden alabildiğimiz çikolataları cebimize bırakır, onları torbadaki şekerlerin arasına karıştırmazdık. Bayramlaşma bitip de eve döndüğümüzde de önce şekerlerden başlardık yemeye. Çikolataları en sona saklar, yemeye kıyamazdık onları. Şimdi büyüdük… Ne ramazanlarımız ne bayramlarımız eski güzelliğini taşıyor. Dört gözle beklenen günler değil artık o günler. Bir ramazana daha afiyetle eriştiğine şükretmek bir yana yaz sıcağında ramazanı yaşamaktan şikâyet eder olmuş bazıları. Sahur ve iftar sofralarımızın etrafı çekirdek ailelerle çevrelendi. Sofralarımız çekirdek misali küçüldü. Özlemle evimize girmesini beklediğimiz pide ve hurma ramazan haricinde de evlerimizde bulunabiliyor ama hiçbiri eski tadı vermiyor. Bir zamanlar büyüklerimizden beklediğimiz bayram hediyelerini şimdi bizim çocuklarımız bizden bekliyorlar. Teravih namazlarında son saflardan ortalara doğru ilerledik. Arife ve bayram günleri ziyaret ettiğimiz kabristanlıklardaki mezarların sayısı arttı. Nice sevdiğimiz ramazanlara veda edip göç etti bâki âleme. Bayram sabahları ellerinde torbalarla kapımızı çalan küçükler tıpkı bizim gibi mahcubiyetten dolayı kızaran bir yüzle elimizi öpmek için davranıyorlar ve kendilerine verilecek bir şeker bekliyorlar. Bayramlar tatil amaçlı eğlencelere döndü. Yaşlılar, çocuklarını gözleri yollarda boş yere bekliyorlar. Bavulunu arabasına atan soluğu tatil köylerinde, otellerde alıyor. Bizim, bayramlarda giymek için can attığımız ayakkabı ve elbiselere şimdiler modası geçmiş gözüyle bakıyorlar. Bayram kutlamaları adı altında ekranlardan türlü rezaletten fışkırıyor. Ne vakit sahura kalksam, bir iftar sofrasında ezanı beklesem, teravih namazı için evden çıksam, bayram sabahı kapımı çalan çocuklarla göz göze gelsem, bayram ziyaretlerinde büyüklerimin elini öpmek için davransam aklıma hep o çocukluk günlerimin ramazanları gelir ve şimdilerde sıkça duyduğumuz “Nerede o eski ramazanlar?” sözündeki özlenen eski ramazanların o ramazanlar olduğunu düşünürüm. ■
59
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Leylâk kokulu bahçemiz İBRAHİM ÇAPAN “ Ağlama dillerim dolaşmadan yumruğum çözülmeden gecenin karşısında şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı üzerime yüreğimden başka muska takmadan konuşmak istiyorum.” İsmet Özel
Ç
ocukluğumu terk etti leylâk kokulu rüzgâr. Götürdü birlikte hatıralarımın çağ sürgünü ayak izlerini de. Çocukluğumun geçtiği, Ruslardan kalma, toprak damlı bahçe içerisinde yedi hanelik bir evdi. Bahçenin girişi, taş kemerli Kars’ta nadiren bulunan mimarî bir özelliğe sahipti. Tahtadandı, evimizin kapısı ve pencere çerçeveleri. Başlardı damlamaya evimizin damı; karlar erimeye başladığında. Davetsiz misafirimizdi Nisan yağmurları. Annem, evin damlayan her bir köşesine bez yaydığı plastik leğenler ve kovalar koyar; yetmediğinde nenemin (babaannem) değer biçemediği bakır taslarını çağırırdı imdada. Vardı huzur “hayat bahçesi” dediğimiz yedi farklı renk mozaiği taşıyan bahçemizde. Akraba ilişkisi tazeliğindeydi, komşuluk bağlarımız. Malakan idi ev sahibimiz. Etmedik hiçbir zaman merak Rusça ismini. Vermemiştik izin meraka. Aslan ve Şükrü isimli oğulları vardı. Hatta annem, Şükrü abinin askerliğini Asteğmen olarak yaptığını anlatırdı, uzun kış günlerinde masal yerine. Lâle Teyze; uzun boylu, deniz mavisi gözleri ve buğday sarısı kıvırcık saçlarıyla barbi bebek güzelliğindeydi. Kırmızıya gönlünü kaptırmış gibiydi Lâle Teyze. Eksik olmazdı dudaklarından kırmızı ruju, tırnaklarından da kırmızı ojesi. Vardı incecik parmakları. Bakımlıydı uzunca tırnakları. Benzemiyordu hiç annemin, nenemin, diğer komşu kadınların tırnaklarına.
Benziyordu burnu “ Tatlı Cadı” televizyon dizisindeki Sementa’nın burnuna. Merak etmişimdir hep, oynattığında burnunu neler yapabileceğini. Güzelliğine güzellik katardı yuvarlık altın sarısı gözlüğü. Mümkün değildi unutmak beyaz çoraplarını ve kot pantolonlarını. Hatasız konuşurdu Türkçeyi. Tek tek dökülürdü ağzından Türkçe kelimeler. Benzemezdi konuşması bizim konuşmalarımıza. Hele anneme “ Meloş ” demesi giderdi çok hoşuma. Azdı anneme ismiyle hitap edenlerin sayısı. Ya “ yenge ”, ya “ gelin ” ya da “ g(k) ız ”dı adı annemin. Duymamıştım babamdan da adını annemin. Benim için de “anne” idi. Güzelleşirdi Lâle Teyzenin, o güzel Türkçesiyle annemin adı. Lâle Teyze, kışın yaşardı İstanbul’da. Nevruz bayramını kutlamak için gelir, kar yağıncaya kadar çıkarırdı Kars’ın tadını. Bahar tazeliğiyle gelirdi “hayat bahçemize” Lâle Teyze. Yan yanaydı evlerimiz. Kapı bir komşuyduk. Gelişine, sadece biz değil; sevinirdi kendi elleriyle diktiği leylâk ağaçları da. Belirtirlerdi sevinçlerini dallarında göstererek tomurcuklarını. Leylâk ağaçlarının annesi Lâle Teyze, sulardı ağaçlarını bûselik makamıyla. Özellikle sabahları, farklı bir kokuyla karşılardı güneşi, musikişinas ağaçlar. Sadeydi evi Lâle Teyzenin. Evin tek süsü, Hz. Îsa’nın çarmıha gerilişini kompoze eden altın kaplama ikonaydı. Sayısız plâk… Soba borusuna benzeyen; ama soba borusu olmayan, sonraları öğrendim ismini, gramofon… Öğrenebilmiştim, iki şarkının tamamını
60
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
bu gramofonda çalan plâklardan. Taş plâktan çıkan ses ederdim vokalistlik bile zaman zaman. Değildi o zamanlar da sesim güzel. Dinledik akşam ezanından sonra defalarca hayran olduğum Müzeyyen Senar ve Kamuran Akkor’u. Verirdi önceliği Müzeyyen Senar’a. Çevirdikten sonra gramofonun kolunu sese gelirdi taş plâk: “ Benzemez kimse sana Tavrına hayran olayım Bakışından süzülen İşvene hayran olayım.” Devreye girerdi sırasını sabırsızlıkla bekleyen Kamuran Akkor: “Talihin elinde oyuncak oldum. Kader böyle imiş buymuş alın yazım Zalim elinden sarardım soldum Şimdi gönlü kırık yaralı kuşum.” Kendini arıyordu şarkılarda Lâle Teyze sanki. Gramofondan yayılan bu sesle birleşince leylâk kokusu; ayaklarını yerden kesiyor insanın; “ gökyüzünde yalnız gezen yıldızlara ” yolculuğa davetiye çıkartıyordu. Tercih ederdi erken kalkmayı sabahları Lâle Teyze. Ederdi sohbet, sevgi dolu sözleriyle leylâk ağaçlarıyla. Dinlerlerdi manevî annelerini, sakin sakin ve sessizce leylâk ağaçları. Ağzından çıkan her bir kelimeyi anlarcasına kulak kesilirlerdi leylâk ağaçları, Leyla Teyze’ye. Denedim birkaç kez ben de; ama ciddiye almadılar beni, mis kokulu leylâklar. Yerleştirmişti, duvarın dibine pirinç semaverini. Bakır leğeni ve bakır maşası altındaydı pirinç semaverin. Vardı horozlu kurnası pirinç semaverin. Kaynardı, Lâle Teyzenin çam kokulu külfet masasının yanı başında mütevazı dost sohbetleri pirinç semaverde. Yankılanır hâlâ “ Meloş! Gel Müslüman işi sabah çayı iç ” deyişi iç kulağımda. Yalnızdı Lâle Teyze. Uğraşırdı örtmeye gecenin astarsız laciverti ile yalnızlığını. Dökülürdü, ele avuca sığmayan; yalnızlık, ıstırap, korku ve sıkıntı deniz mavisi gözlerinden. Saklardı, koynunda ve udunda hüzünlerini Lâle Teyze. Talipti paylaşılmayacak yalnızlığa gecenin perisi. Çalışırdı, aydınlatmaya, gecenin karanlığında yüreğini. Kaldırırdı kadeh, yıldızların en karasının şerefine, Lâle Teyze. İçerdi kırmızı şarap.
Gazabından korkmazdı şarabın. Dönüşürdü leylâk rengine kırmızı şarabı, tükenince parası Lâle Teyzenin. Terk etmemişti, göz bebeklerini korkunun rengi Lâle Teyzeyi. Vardır, bir ağıdı her yalnızlığın, duymamıştı ne başkaları ne de ben yalnızlık ağıdı Lâle Teyzeden. Ağlatıyordu, sessiz sessiz onun ağıtları kendi yüreğini. Giyindirirdi naftalin kokulu gömlekler, New York ve Köln’de yaşayan; oğullarının, gelinlerinin, torunlarının ilgisizlikleri karşısında ezikliğine. Etmezdi sitem kimseye. O, çakır keyf olunca, baş kaldırırdı gecenin ihtiraslarına ve yalnızlığına; uduna ( o müzik aletine şişman saz derdim ben); oğullarına, gelinlerine, torunlarına sarılır gibi sarılır; geceye, yalnızlığına, hüzünlerine, leylâk ağaçlarına ve komşularına Müzeyyen Senar ve Kamuran Akkor’u aratmayacak sesiyle, başlardı iki parçalık konserine Lâle Teyze. Suzînak bir şarkıydı yalnızlığı Lâle Teyzenin. Tiryakisiydi bütün içeceklerin. İçerdi, kare beyaz kutulu, üzerine kırmızı puntolarla “Bahar ” yazılı sigaradan günde üç paket. Sararmıştı sol elinin parmakları sigarayla buluşmaktan. Yakışmıyor değildi parmaklarına nikotin sarısı Lâle Teyze’nin. Ramazan ayına denk geldiği dönemlerde “ hayat bahçemizin” bahçıvanı; çay, kahve ve sigaranın dışındaki içeceklerine koyardı ipotek. Pişirmezdi öğlen yemeği, bayram sabahına kadar. Etmezdi kabul, tek ziyaretçisi olan Peder Vovo’yu bile. İlkokul beşinci sınıftaydım. Geçirdik; sönük, hüzünlü, neşesiz Nevruz Bayramı’nı Lâle Teyze’siz. Onsuz geçirdiğimiz ikinci Nevruz’dan sonra kurudu leylâk ağaçları. Yoktu artık bahçemizde leylâk kokusu. Takıldı peşine, suları yangınlarla ısıtmaya giden Lâle Teyze’ye, leylâk kokusu. Çok sesli bir orkestra yalnızlığı idi Lâle Teyze. Seviyorum seni çocuk kalbimin sıcaklığıyla; eserken kendi ruhunda fırtınalar, kendi içine gömdüğü yalnızlığında bana hayâl kurmayı öğreten Lâle Teyze. Geleceğim sana, kendi ellerinle yetiştirdiğin leylâkların torunlarıyla kabrinin yerini öğrendiğim zaman. Çocukluğumu terk etti leylâk kokulu rüzgâr. Götürdü birlikte hatıralarımın çağ sürgünü ayak izlerini de. Yalnızım şimdi ben de. “Gündüzler geceler boyu.”■
61
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
BÜKREŞ’TE EYLÜL Yine ünlem yüzlü insanlarda Bir şeyler yankılanıyordu geçmişe dair. Sancılı bir doğumdu belli 1990 Romanya’sının ilkbaharında. Bir devirim tasını toprağını alıp kaçarken, Yeniden bir devirim yaşanıyordu bu topraklarda. Ve bir toplantı erteleniyordu; Mayıstan eylüle, Cluj Napoca’da. Bir eylül akşamı vardık Bükreş’e üç kafadar İnsanlar gördük bir yanları mahşer, gözlerinde yaş ve telaş Oymalar yapılmıştı mermi izlerinden binalara Ve süsler kardeşkanından bir çağı dört duvar İnsanlar ürkek, insanlar perişan, insanlar yorgun. Adanmış mum islerinden bir bulut Göbeği karaborsada bir dolar yirmi lei olan Her zamanki yerinde yine cüzdan “Work, work, work no money” diyor taksici, Eski ve yeni zamanlardan bahseden bir eskici “İnsanoğlunun sahip olma duygusu” Engel tanımadan yine, her şeyi devrediyordu
SÜLEYMAN TAŞDAĞ
62
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Siyasetin, memleketi ‘medeniyetin bekleme odası’ndan çıkarıp AB’nin saadet halkasına dâhil etmek, batıdan dalga dalga gelen ekonomik krizin teğet geçmesi için gerekirse coğrafyamızın enlem ve boylam ayarlarıyla oynamak, gençlerimizi onların ruh ve beden sağlığını bozan her tür SSS sınavlarından kurtararak aş ve iş sahibi eylemek adına yapılan bir hizmet yarış ve nöbeti, içinde hiçbir hile ve desisenin barınamadığı bir temsil mücadelesi olduğunu biliyor, her seçimde sandık başına gitmeyi asla ve kat’a ihmal etmiyorsanız bu yazıyı ivedilikle okumalısınız.
ŞİNASİ GÜLAÇTI
Ş
Milletin mukadderatını etkileyecek olan bu tarihî 12 Eylül gününde(!) memleketimin insanları sandık kuyruğunda vicdanları tirtir titreken ben ne süt içeceğim ne de kahve.
inasi Gülaçtı’yı hep dil, edebiyat, sanat ve kültür üzerine yazıp çizen bir kelam meraklısı sanmayın. Gülaçtı, aynı zamanda partilerüstü bir siyaset meraklısıdır da. Amma şimdiye kadar hangi partiye oy verdiğini hiç kimseye söylememiştir. Keşke “açık oy, gizli tasnif” sistemi yeniden devreye girse de memleketin bu münevver(!) evladının hangi zamanlarda, hangi partiye oy verdiğini bir görsek diye aklınızdan geçirmeyin sakın. “Evet” mi “hayır” mı tartışmasının memleket sathına yayıldığı şu günlerde onun kalemine elbette ihtiyaç vardır, hem de acilen. Çünkü memleketin en önemli meseleleri, evet ya da hayır’ın sayım dökümü neticesinde yarı yarıya çözülmüş olacak. İster evet’te hayır vardır ister hayır’da hayır vardır yanlısı olun, ama mutlaka oyunuzu kullanın, renginizi belli edin… Şimdi size Alfred Adler’in “Psikolojik Aktivite” adlı eserinden bir bölüm aktaralım. Örneğin anne, arsız çocuğuyla arasını düzeltmek ister ve ona ,”Sen seviyorsun diye portakal aldım.” der. Çocuk hemen bağırır:”Ben portakalı canım istediği zaman isterim, sen getirdiğin zaman değil.” Aynı anne bir keresinde, “İstersen süt, istersen kahve iç.” dediğinde, çocuk şöyle cevap vermiştir:
63
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
“Sen süt iç dersen, kahve içerim; sen kahve iç dersen, süt içerim.” Milletin mukadderatını etkileyecek olan bu tarihî 12 Eylül gününde(!) memleketimin insanları sandık kuyruğunda vicdanları tirtir titreken ben ne süt içeceğim ne de kahve. Televizyonun başına oturup keyifle sütlü kahve içeceğim. Çünkü tatildeyim. Hayatımda ilk kez oy vermezlik edeceğim. Ben ki 12 Eylül öncesinin mükerrer seçmenlerindenim... Tek seçimde, biri Topkapı Suriçi’ndeki bir kilisede -zangoç odasının bitişiğinde- biri cami avlusunda, biri mektepte, diğerini hatırlamıyorum, olmak üzere dört oy kullanmış ideolojik seçim kahramanıyım. Hâşâ, suçlu ben değilim. Suç, memlekete Hindistan’dan boya, Yemen’den kahve, Çin’den ipek, İngiltere’den kumaş, Afganistan’dan haşhaş, Amerika’dan blucin getirmeyenlerde. Şimdi değiştim; adam olana tek oy yetiyor... Mükerrer oy kullanma suçunun ağır, vebalinin büyük olduğunu biraz geç anladık. 12 Eylülde bana “Sen git, bağında bahçende çalış, senden memur olmaz.” diyenler, şimdi “Paşa paşa gel, oyunu kullan.” diyor. Ölçek sağlam: “Her vatandaştan memur olmaz, ama her vatandaştan seçmen olur.” Ve bu sayfadan sesleneyim: Doğu vilayetlerimizin kırsal kesimlerinde hâlâ, “Bu annemin, bu yengemin, bu halamın, bu teyzemin, bu bacımın yerine...” diyerek başkalarının yerine ‘rey’ kullanan çok oylu seçmenlerimiz; “Ağamızın köyünden bu partiye nasıl oy çıkar!” deyü, belki de sandık başkanının attığı tek oyu yakmaya kalkışan vatandaşımız var, desem kimse inanmaz. Niye siyasetten söz ediyoruz? Bir esinlemeyle cevap verelim bu zor suale: Çünkü siyaset, siyasilere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir. Bu yazının maksad-ı âlisi nedir diye bir sual ile karşılaşacak olursak, “yazımızın maksadı yine kendisidir, yani yazıdır.” diyerek sıyrılırım işin içinden. Şerif Mardin’in Kemal Karpat’tan aktardığı “Türkiye’de siyasi düşünce ve yazılar inanılmayacak kadar gelişmiş bir tarihçeye sahiptir.” tespiti, beni hiç mi hiç ırgalamaz. Bu girişi okuyanlarımız, yukarıdaki iddiaların ‘Güler Yüzlü Yazılar’ tefrikasının form ve mantığına uysun diye ‘siyaseten’ söylenmiş olduğunu bilirler. Şimdi sizlere Nizamü’l-mülk Hasan bendelerinin 1077-1080 yıllarında ‘tertib ettiği’ Siyâset-
Nâme’ adlı eserden ilginç bulduğumuz hikâye, yorum ve hükme dair fasıllar aktaracağız ki onca sözümüz havada asılı kalmasın. Niye Nizamü’lmülk’ün ‘Siyâset-Nâmesi’ derseniz, cevaben, okuyunca anlarsınız efendim, derim. Lakin kitabın muhtevası hakkında müellifin ettiği kelamı da vebal altında kalmayalım diye olduğu gibi aktaralım: “...bu kitapta hem nasihat, hem hikmet, hem atasözü, hem peygamberlerin hikâyeleri, hem velîlerin faaliyetleri, hem âdil padişahlarla ilgili hikâyeler vardır. Bütün uzunluğuna rağmen kısadır ve adil padişahın siyasetini söz konusu eder.” Eminim ki bu kitap Millî Maarifimizin anlı şanlı Tebliğler Dergisi’nde “Okunmasında bir sakınca yoktur” listesi dâhilindedir.
1.1.Arapça bilmeyenler de âlim olur
SEKİZİNCİ FASIL – Din işlerinin nasıl olduğunun arayıp sorulmasına dair Hikmet: Lokman Hekim; “Dünyada bana ilimden daha iyi yardımcı yoktur. İlim hazineden (daha) iyidir. Çünkü, sen hazineyi korumak zorundasın; ilim ise seni korur.” diyor. Hasan Basri, “ Âlim Arapçayı daha çok konuşan ve bilen, Arap sözlerine ve diline hâkim olan değildir. Âlim bütün bilgiye vakıf olan kimsedir. Sahip olduğu her dil yerindedir. Eğer bir kimse Türk ve Fars ve Rum dilinde (yazılmış) bütün Kur’an ve şeriat ahkâmını ve tefsiri bilip de Arapça bilmezse âlim olur. Fakat Arap dilini bilirse daha iyi olur.”diyor. Hüküm : “...din ve padişahlık kardeş gibidirler: Memleketinde her ne zaman bir karışıklık olsa, dinde de bozukluk olur; kötü din sahipleri ve müfsidler baş gösterirler. Her ne zaman ki din bozulur, memleket karışır; müfsidler, kuvvetlenirler; padişahı güçsüz kılarlar. Gönüllerde ıstırap husule gelir.” Yorum: Hasan Basri’nin sözlerini bir daha, bir daha, olmadı bir daha okumak lazım gelir diye düşünüyorum. Zira ülkemizde ‘Cennet dili Arapçadır.’ diyen onlarca din âlimi var... “Ben Arabım, dilim Arapça, cennet dili de Arapçadır.” hadisini –ki sahih olup olmadığı bilinmiyor- söylemek için fırsat kollayan, Divanü Lügati’-t-Türk’te geçen “Türk diliniz öğreniniz; zira bu millet için uzun bir saltanat mevcuttur.”hadisinin mevzu hadis olduğunda ısrar eden din adamlarımız, dünyanın bilmem hangi ülkesinde -Arap ülkeleri değil- üç beş aylık çocuğun
64
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
çatır çatır Arapça konuştuğu asparagası var. Bütün bunları bir tarafa atın; “Türkçe bilim dili değildir; olacağa da benzemiyor.” diyen YÖK Başkanımız bile oldu çok şükür!
1.2 Atı gemi ile götürmek
ONUNCU FASIL - İstihbarat sahiplerine, memleket işleri için alınacak tedbirlere dair Hikâye: Sultan Mahmut, Irak’ı aldığı zaman bir kadın gelerek eşyalarını Deyr Keçin’den olduğu bilinen hırsızlar tarafından çalındığını söyler. Sultan’dan, “Kirman vilayeti mülkümün dışındadır.” karşılığını alan kadın, “Şu hâlde raiyyeti koruyamadığına göre, niçin cihan kethüdalığı yaparsın? Ve ne biçim çobansın ki koyunları kurttan koruyamazsın? Şimdi ha benim zayıflığım, ha senin kabiliyetsizliğin.”dedi. Mahmut’un gözünden yaşlar aktı... Hüküm: “...eğer bir kimse, haksız yere bir tavuğu veya bir torba samanı almışsa 500 fersahlık mesafedeki padişahın bundan haberi olmuş ve bu kimseyi cezalandırmıştır.” Yorum: Eloğlu minareyi çalmak için kılıf diktirir, deveyi hamutuyla, atı gemi ile götürür.
1.3 Nedim, her şeye ‘iyi yaptın’ ve ‘bravo’ demelidir
ON YEDİNCİ FASIL- Padişahların nedimlerine dair Hikâye: Bir toplantıda konuşma yapan hatibin konuşmaları esnasında ağlayanların yanlarında mendilleri olmadığı için oturdukları minderleri ve dahi yere serili Acem işi halıları, gözlerdeki sürmelerin ise akarak yüzlerdeki maskeleri tahriş ve tahrip ettiği görülmüştür. Hüküm : “Padişahın büyükler, vilayetler erkânı ve sipahsalarla çok oturması, padişahın kudret ve haşmetine ziyan verir ve onlar cüretli olur. Nedimler padişaha arkadaşlık eder. Padişahın ruhu nedim sayesinde açılır. Padişah, rahat yaşamak, maskaralık ile şakayı birbirine karıştırmak, nedimlerin önünde güldürücü ve nadir hikâyeler söylemek isterse haşmetine ve padişahlığına ziyan vermez. Nedim küstah olmazsa, padişah ondan hiç zevk almaz, dinlenmez. Bir tehlike vuku bulursa, nedim, ceket ve kravatını çıkarıp vücudunu belaya siper etmekten korkmaz. Padişah her ne yapar ve söylerse, nedim ona ‘iyi yaptın’ ve ‘bravo’ demelidir.
Padişaha ‘bunu yap, onu yapma’ diye öğretmenlik yapmamalıdır. Sonra nefrete götürür. “Gazneyn sultanının 10’u ayakta, 10’u da oturmuş 20 nedimi olur. Onlar bu âdeti ve düzeni Sâmânilerden almışlardır.” Yorum: Nedimler, bir yandan kendileri eğlenirken bir yandan da padişahı eğlendirirler. Zaman zaman padişahın küfür ve hakaretlerine maruz kalsalar da padişah efendimizin deşarj olmalarını temin ettiklerinden nedimler asla bu kabilden sözlere aldırmayarak içtimai bir vazifeyi zevk ve dahi şevkle edaya devam ederler. İşbu sebeple yeni nedim kadrolarının ihdasına ihtiyaç vardır.
1.4 “Elçiye lüzum yok, Mısır’a ben geliyorum.”
YİRMİ BİRİNCİ FASIL- Elçilerin ahvaline dair Hikâye: “...ben kendi çadırımda oturmuş satranç oynuyordum. Arkadaşlardan birini satrançta yenmiştim ve yüzüğünü rehin olarak almıştım. Sol parmağıma geniş geldiği için yüzüğü sağ parmağıma takmıştım.’Semerkant elçisi kapıdadır.’ dediler. ‘İçeri getiriniz dedim.’ Elçi içeri girdiği zaman söyleyeceğini söylüyor; ben de sağ parmağımdaki yüzüğü dalgınlıkla çeviriyordum. Elçi parmağıma ve yüzüğüme bakıyordu. Şemsü’l-Mülk, Alp Aslan’ı nasıl bulduğunu sordu. Elçi, ‘Efendimizi, görünüş ve gösteriş, yiğitlik, siyaset ve heybet... bakımından hiçbir eksiği yoktur. Ancak vezirinin bir kusuru vardır. Onun sağ parmağına bir yüzük takmış olduğunu gördüm. Hem parmağında döndürüyor hem de benimle konuşuyordu.’dedi. Bu söz sultanın kulağına gitmesin diye otuz bin dinar sarf ettim.” Hüküm: “Elçiler daha fazla kusur arayıcıdırlar... söz söylemekte cesur olan, her ilimden nasibi olan, hafız ve ileriyi gören, boyu ve gösterişi iyi olan bir adam elçiliğe layıktır.” Yorum: Elçi, zeki ve uyanık olmalı; kapıda asla üç dakikadan fazla beklememeli; oturup kalktığı yeri iyi bilmeli; iskemle ya da minder seviyesinin muhatap olduğu kimselerinkinden alçak olması hâlinde ya oturmamalı ya da maiyetindekilere minder getirmelerini emretmeli. İlle de Ömer Seyfettin’in ‘Pembe İncili Kaftan’ını okumuş ve hatmetmiş olmalı. Reşat Ekrem Koçu’dan: Yavuz Sultan Selim, 1515 yılında Dulkadiroğlu’nu
65
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Turnadağı Savaşında mağlup ederek, bu ülkeyi sınırları içine katmıştı. Ancak Mısır Sultanı Gansu Gavri elçi göndererek yapılan işgali protesto ediyordu. Türk hakanına, “Hutbelerde sultanımızın adı okunan memleketleri iade ediniz.” dediğinde Yavuz da şöyle cevap verdi: “Sultanınıza söyleyin, hutbe ve sikkede adının muhafazasını bizim memleketimiz olan Anadolu’da değil, Mısır’da düşünsün.” Elçi başını yere eğip: “Ben bunları sultanıma nasıl söylerim, siz bir elçi gönderin de o söylesin.” deyince Yavuz da, “Elçiye lüzum yok, Mısır’a ben geliyorum.”dedi.
1.5 Herkesin kendi sürahi ve sakisini getirmesi caiz değildir
OTUZUNCU FASIL – İçki meclisi tertip edilmesine dair Hikâye: IV. Murat, içki yasağı getirmiş ama kendisi de hatırı sayılır bir içici olduğundan yasağı dinlememiş, yani kendi koyduğu yasayı – diğger büyüklerimizde görüldüğü gibi -ara sıra delmiştir. Mesela, şarapla dolu kadehi eline alıp mübarek dudaklarına götürüp bir iki yudumda boğazlarından midelerine yolcu eyleyip ağzını şapırdatıp kadehi masaya koyuncaya kadar geçen zaman zarfında içki yasağı kalkmıştır; bu asla hile-i şeriyeden sayılmaz. Hüküm: “Neşe ve eğlence olan bir hafta içinde 1 gün veya 2 gün de umumi kabul vermek lazımdır ki, her kime âdet olmuş ise gelsin; kimseyi geri çevirmesinler. Onların huzura geliş günü olduğu kendilerine bildirilsin... Herkesin kendi sürahi ve sakisini getirmesi caiz değildir; asla âdet olmamıştır ve çok beğenilmemiştir. Çünkü, her devirde yiyecek, meze ve şarabı kendi evlerinden meliklerin meclisine getirmezler; aksine, meliklerin ve padişahın sarayından kendi evlerine götürürlerdi. Çünkü, sultan cihanın aile reisi, cihandakiler de hep kendisinin çoluk çocuğudur. “Padişah şarabı sarhoş olmak için içmemeli; ne daima neşeli ne de birdenbire asık suratlı olmalı.” Yorum: Kethüdanın meclise Fransız ve İtalyan mamulü şaraplar yerine El-aziz, Şarköy, Ürgüp mamullerini getirmeleri memleketin istifadesi babındandır. Ancak haram olduğundan içmek istemeyenlerin ellerinde kadehleri ile dolaşıp bir yudumluk gargarayı en yakın çiçek ya da nebat saksısına adabı ilen püskürtmelerinde bir mahsur yoktur.
1.6 Muaviye’den annesini istemek
OTUZ DÖRDÜNCÜ FASIL- Yüksek makam sahiplerinin azarlanmalarına dair Hikâye: “Bir kabul resminde eski püskü elbiseli genç bir adam içeri girdi, selâm verdi. Muaviye’nin önünde küstahça oturdu. ‘Muaviye, ben bugün mühim bir iş için huzuruna geldim. Eğer yerine getirirsen söyleyeyim; eğer yapmazsan bileyim.’ Muaviye, ‘Mümkün olan her şeyi yerine getiririm.’dedi. Adam, ‘Bil ki ben yabancıyım; karım da yok. Senin bir annen vardır; kocası yoktur; onu bana ver ki, ben hanımlı o da kocalı olsun; sana bu işten sevap hâsıl olur.’dedi. Muaviye, ‘Sen genç bir adamsın; annem ise ihtiyar bir kadındır; ağzında bir tek dişi yoktur. Bu işe neden rağbet ediyorsun?’dedi. Adam, ‘Onun sevgi konularında büyük hüneri olduğunu işittim; ben de bunun için istiyorum.’dedi. Muaviye cevap verdi, ‘Vallahi babam da onunla aynı sebepten evlenmişti ve kendisinin bundan başka bir hüneri de yoktu. Lakin bu sözü anneme de söyleyeyim; eğer o rağbet ederse, bu dellalığa benden daha uygun başka bir kimse yoktur.’dedi. Kızgınlık da göstermedi. Hüküm: “İnsanın mükemmelliği ve aklı, kızmamasındadır; sonra eğer kızarsa, kızgınlığının aklına değil, aklının kızgınlığına galip gelmesi lazımdır. Onlar bir yanlışlık ve hata yaptıkları zaman, açıktan açığa azarlanırsa haysiyet kırıcılık hâsıl olur. Bir kimse hata yapınca, ‘Şöyle şöyle yaptın, biz kendi yükselttiğmizi alçatmamak için seni affettik. Bundan sonra kendine dikkat et.’ demeleri daha uygun olur. Yorum: Hata küçükten af büyüktendir, velâkin kimi devlet büyükleri, azarlamak için fırsat kollar. Hz. Ali’nin kızdığı zaman kendisini tutan ve bir şey yapmayan kimseyi daha savaşçı olarak nitelendirmesi dünyadaki liderin kaçında görülür? Muaviye, sabır ve tahammül göstermiş, neredeyse ‘al validemi götür!’ demeye getirmiş.
1.7 Dünyanın iki büyüğü: ABD ve d’si’ düşmüş AB
ELLİNCİ FASIL – Zulme uğrayanların işlerine cevap vermeye dair Hikâye: “Derler ki, Yezdgird Şehryâr, Müminlerin Emiri Ömer b. Hattab’ın katına şöyle bir mektup yazdı: ‘Bugün bütün dünyada bizim
66
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
dergâhımızdan daha kalabalık bir dergâh, bizim hazinemizden daha mamur bir hazine, bizim ordumuzdan daha fazla bir ordu yoktur; bizim sahip olduğumuz alet ve teçhizata hiç kimse sahip değildir.’ Müminlerin Emiri, cevap vererek, ‘Evet, sizin söylediğiniz gibidir. Dergâhınız zulme uğrayanlardan dolayı kalabalıktır; hazineniz, haram servetlerden dolayı mamurdur; askeriniz fazladır, lakin ferman dinlemezler. Talih (devlet)i sona eren birinin alet ve teçhizatı olur, lakin devam etmez. Bütün bunlar sizin talihsiz (bîdevlet)liliğinizin, memleketinizin yıkılacağının delilidir.’dedi” Hüküm: “Bu dünya meliklerin ruznamesidir. Eğer iyi olurlarsa, onları iyilikle anarlar; eğer kötü olurlarsa, keza kötülükle anarlar. Unsuri’nin söylediği gibi. Tahtını gök yapmak istiyorsan meşhur olacaksın. Kemerini yıldızdan yapmak istiyorsan, tanımış olacaksın...” Yorum: Doğuda Çin ve Rusya, batıda AB ülkeleri, daha batıda ABD gibi güçler dünyadaki eşsiz demokrasinin, hürriyet, eşitlik ve adaletin kurucusu ve kollayıcısıdırlar. Özellikle ABD, nerede adalet, hürriyet, müsavat üçgeni eşkenar olmaktan çıkmışsa düzene koymak için oraya derhal apoletlerini yığar, aydınlatmak için de yıldızlarını gönderir. Akabinde de “d”si düşmüş AB’nin lojistiği yetişir. “Kemerini yıldızdan yapmak isteyenler”lerin, kemerlerini kendi kafa derileriyle süslemeye çalışanlara tahakkümünün neticesidir bu.
1.8 Benin divitim ve sarığım ile senin tacın ve tahtın…
Yazının bu kısmında soyca İranlı olan Nizamü’lMülk’le Alp Aslan’ın oğlu Melikşah arasındaki söz düellosunu kitabın ‘ÖNSÖZ’ünden naklediyoruz. Sultan Melikşah devlet dizginlerini ele alıp git gide İranlılaşmaya doğru yol alan devleti, her yönü ile bir Türk Devleti yapmaya girişerek, ordusunun başında yer aldığı zaman, karşısında vezirini bulur. Melikşah vezirin büyük nüfuz kazandığını ortaya çıkaran bir hâdise üzerine, kendisine “Başında bulunduğum devlete ortak mısın, ister misin ki önündeki divit ile başındaki sarığın alınmasını emredeyim? Melikşah bu sözü ile, vezirliğin iki alametini geri almak suretiyle, Nizamü’l-Mülk’ü azledeceğini söylemek ister, ona ilk defa meydan okur. O zamana kadar tedbirli ve ihtiyatlı davranmayı elden bırakmayan ve böyle durumlarda genç Selçuklu sultanını yatıştırmanın yollarını bulan
ihtiyar vezir, bu defa sultanın meydan okumasına, bir meydan okuma ile karşılık verir. “Sen benim fikrim ve tedbirim sayesinde bugünkü ikbâle ulaştın. Baban öldürüldüğü gün seni nasıl idare ettiğimi, ayaklanmaları nasıl bastırdığımı hatırla ve unutma ki benim divitim ve sarığım ile senin tacın ve tahtın birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Devlet bu ikisi ile ayakta duruyor. Divitin ve sarığın ortadan kalkmasıyla tac ve taht da ortadan kalkar. Yorum: “Bu saydıklarımız Nizmü’l-Mülk’ün müsbet rolleridir. Onun burada açıklanması uzun sürecek olan menfi rolleri de vardır ki, bunda da suç, İranlıları devlet hayatına ortak eden, başta hükümdar olmak üzere, hâkim Türklerindir.” Hüküm: “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” Demokrasimiz, ömrü, içindeki ‘a’ harfinden daha kısa partilerin, ayrık otu gibi her tarafa kök salmış partilerle aynı mekânda varlık mücadelesi verme gibi bir çelişkiyi de barındırarak güçlenmektedir. İlk mektep mezunu ve askerliğini yapmış her vatandaşın, bir partinin kapısını çalarak üç nüshalık “Hizmet Yarış ve Nöbeti Formu” doldurmasıyla demokrasimiz daha da güçlenecektir.
1.9Fasl-ı Şinasi- Şiir
Bu bölüm, 51.Faslın sonunda yer alıyor. “Dünyanın hâlini âlim adamdan sordum; ‘Ya uykudur ya rüzgârdır ya da efsane.’dedi. “Gönül rahatlığı hususunda ne nasihat verir, söyle.”dedim. ‘Ya bir deli ya sarhoş ya da divane.’dedi. Şimdi ey kari! Yukarıdaki satırları ister ciddiye alın ister elinizin tersiyle itin. Çünkü his ve fikir atmosferinizi etkilemeyen bu sözler ya bir deli divaneye ya da bir sarhoşa ait olsa da Jung Psikolojisinde buyrulduğu üzere “Toplum, her bireyin kendisine düşen rolü mümkün olduğunca kusursuz oynamasını bekler.” sözünden ilham alarak, siyasetten çok particiliği seven rahmetli pederimin aziz ruhunu üzmeden içtimai bir vazifeyi yerine getirmiş olmanın verdiği gönül hoşluğu ile huzurlarınızdan ayrılıyorum.■ KAYNAKÇALAR
1.Nizamü’l-Mülk, Siyâset-Nâme, çev. M.Altay Köymen, 1000 Temel Eser dizisi, Kültür Bakanlığı, İst. 1990. 2. Alfred Adler, Psikolojik Aktivite, çev. Belkıs Çorakçı, Say Yay., İst. 1993. 3. Frieda Fordham, Jung Psikolojisi, çev. Aslan Yalçıner, Say Yay., İst. 1994.
67
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Orhan Koloğlu ve "Oklu Kirpi"leri M. NACİ ONUR
S
Şair Koloğlu, görmüş geçirmiş, eskilerin deyimiyle umurdide bir kişiliğe sahip, gönlü zengin, Arapça, Farsça ve Türkçeye hâkim, kelime hazinesi engin, hafızası kuvvetli, son derce mütevazı bir insandır.
ayın Orhan Koloğlu, okuduğum ve incelediğim “Harput” isimli eseriyle “Oklu Kirpi” serisinin 12. şiir kitabına imza atmış oluyor. Kendisi 1926 yılında Elazığ’da doğmuş, ortaokulda Türkçe öğretmeni Hasan Fehmi Erginol’dan, lisede Zeki Ömer Defne, Faruk Nafiz Çamlıbel’den feyz ve ders alarak edebiyata karşı sevgi hisleriyle dolmuş, üniversite tahsili sırasında da İbnü’l-Emin Mahmut Kemal İnal’ın edebiyat sohbetlerine katılmıştır. Orhan Koloğlu, ticaret ve ekonomi tahsili yapmasına ve bu alanda mesai sarf ederek uzman olmasına rağmen; edebiyata ve şiire de o derece zaman ayırmış, bu sahada da çalışmalarını başarılı bir şekilde sürdürmüş, Türk edebiyatı ve şiirini iyi derecede bilen, şiir alanında da 12. eserini yayınlayacak şekilde maharet sahibi olmuştur. Şiirlerle dolu bir ömür ve yine o şiirlerin yer aldığı bir düzine koca eser… Şair Koloğlu, görmüş geçirmiş, eskilerin deyimiyle umurdide bir kişiliğe sahip, gönlü zengin, Arapça, Farsça ve Türkçeye hâkim, kelime hazinesi engin, hafızası kuvvetli, son derce mütevazı bir insandır. Benim yayınladığım kitapların son üç tanesine yayınlanış tarihlerini belirten ve ebced hesabıyla, yani Arap harflerinin her birinin taşıdığı rakam değerlerine göre hesap edilerek düşürülmüş tarihleri ihtiva eden manzumeleri oldukça orijinaldir. Mesela 2004 yılında “Harputlu Şair Hacı Hayri Bey”(İnceleme-Metin) ismiyle yayınladığım kitabın neşir zamanını hicri tarih olarak veren şiiri şöyle: “Unutmak işlemişdi Derinden içimize Onur lutfeylemişdir Sunup faidemize Yeniden hayat verdi Sağ olsun Hayri’mize Tarihimden eylesin O elem istifaze (H.1425/ M.2004)
68
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Harput’un isminde sihir her daim yad eylerem Azm ile nazm eyleyüp bir kutlu serhad eylerem
Yine 2007 yılında “Harputlu Şair Mustafa Sabri Efendi” adıyla yayınladığım eser için de ebced hesabıyla tarih manzumesi yazmıştır.
Düşse dilimden n’ola zihinden zikre başlarım Gönlüme kazdım adını geçmişe ad eylerem
“Doktor ONUR geç kalmadı bu işde Farkeylemek üstadı fark etmekde Çok şey zayi eyler tarihim O’nu Terkeylemek nisyana terk etmekte (M. 2007)
Bir talakat hoş belağat nur semahat dağıdır Her gazelde dikkat eder lafza eb’ad eylerem Çekdim ucundan hayalin İzmir’e demirledim Bir Recai-zadeyim Harput’u Nijad eylerem
2010 yılında çıkardığımız “Elazığlı Güftekarlar” isimli eserin çıkış tarihini işaret eden şiiri de şöyledir. “ Sn ONUR’a Tuğları Orhan tozutur kirletir Şahane kitap emek heder olur Seksen ikiden zibil çıkarılsa Güftekarlar şehri şahaser olur. (H.1470-39= 1431 /M.2010) Oklu Kirpi serisinin son 12.sinden önceki on birincide yüzlerce şiir meydana getiren şairimiz, 12.sinde şiirlerinin çoğunu Harput ve Harputlulara ayırmıştır. Şiirlerinin bir kısmı serbest vezinle bir kısmı hece, bir kısmı da aruz vezniyle ortaya konmuştur. Bir kısım şiirler de Ömer Hayyam’ın rubailerini andırır şekilde felsefi ve didaktik özelliklere sahiptir. Aşağıdaki şiir buna örnek olur diye düşünüyorum: “ ÖMÜR Haysiyetten bahse hakları yoktur Bir ömür boş gövde taşıyanların Geçmişi şanlarla doludur bence Toprağın altında yaşayanların”
Muhtac-ı himmettir Orhan yüz sürer toprağına Tab’ımın fevkinde eş’arımla imdad eylerem” “Oklu Kirpi 12”, Sayın Orhan Koloğlu tarafından 2010 yılında bastırılmış. 108 sayfalık bu değerli şiir kitabının başlangıcında layık olmadığım halde benim de ismimin geçtiği şaire ait özlü bir ‘Önsöz’ ardından ‘Harput’ isimli Elazığ ve Harput’un kimliğini belirleyen bir manzume var. Bunu takiben eğitimci şair Nazım Payam’ın, “Koloğlu’nun Oklu Kirpisi” başlığıyla şairin şiirlerine ve şiir tekniğine dair yazısı ve daha sonra da eserde, şaire ait kendi şiirleri yer alıyor. Şiirlerinin birçoğu çeşitli isimlere ithaf edilmiş; Kerim Sunguroğlu, Şükrü Kacar, Nurettin Ardıçoğlu, M.Naci Onur, Avni Anıl, Nihat Eriş, Nazım Payam, Cahit Kıraç, Fikret Memişoğlu, Celal Koloğlu, Zekeriya Bican bu isimler arasında yer alıyor. Nazım Payam’a ithaf edilen şiir şöyledir: “BUZLUK BAĞLARI Vakt eriyor gül sarardı, dalda durmaz ey gönül Gülzare yalnız inen bülbül eder naz ey gönül Kuytu serin bir yerin hayali bendetti canı Vuslat ile mest olan diller kararmaz ey gönül”
Yine on birli hece vezniyle yazılmış “Yukarı Şeher” başlıklı şiir oldukça güzeldir: “Şarkın üzerinde kuru yaşlanmış Kuytularda bir özerliktir Harput Göz görür ancak sevgiyle bakarsa Örselenmiş bir güzelliktir Harput” Aruzun ‘Failatün / Failatün / Failün’ kalıbına göre yazılan, Harput’a özlemini dile getiren şu şiiri de Fuzuli’ye nazire olmakla beraber, hisli ve duyguludur. “FUZULİ GİBİ Ney gibi her dem ki bezm-i vaslını yad eylerem Ta nefes vardır kuru cismimde feryad eylerem
Bence, Orhan Koloğlu’nun yukarıda saydığımız vasıfları çerçevesinde zihninin, yaşına göre dinç oluşu, “Oklu Kirpi 12” yi vücuda getirmesinde en önemli faktördür. Bu eserde Harput’un ön plana çıkışı, şairin doğup büyüdüğü beldeye vefa borcunu ödeme isteğinden kaynaklanıyor. Çünkü “Oklu Kirpi”lerin diğerlerinde, ağırlıklı olarak sosyal içerikli, isimlere ithaf edilmiş ve İzmir’le ilgili şiirler bulunmaktaydı. Sayın Orhan Koloğlu ağabeyimiz ve üstadımızın daha nice yıllar sağlık içerisinde o güzel tarzı, dili, üslubu ve hayalleri ile “Oklu Kirpi”lerini vücuda getirmesini temenni ediyoruz; zihnine, yüreğine, diline ve kalemine sağlık diyoruz.■
69
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
"Dil gölgesi"nde bir şair: Mehmet Aycı'nın şiir kitaplarının yeni basımları üzerine HAKAN ORHAN
"...kullandığı dil, okuyucuyu çok yoran dil oyunlarından çok uzak. Sezdiren bir üslupla geniş ve zengin bir hayal dünyası sunuyor okuruna. Geleneğin ve İslam yaşayış hafızasının insana dokunan en ince bağlantı noktalarını keşfediyor ve kaydediyor. "
M
ehmet Aycı’nın; Mor Kitap, Aşk Bir Deniz Rüyası, Yakı, Derin, Bağ(d)at Kitabı, Dil Gölgesi, Bunlar Yazmaz Kitapta, Yalnızlık Vergisi ve Aramadığım Günler adlı 9 şiir kitabı, 4 Kitap Yayınları (Birleşik Dağıtım Kitabevi) tarafından yayınlandı. Daha önce başka yayınevlerinden çıkmış olan şiir kitapları da, yeni kitaplarıyla birlikte böylece yeniden yayınlanmış oldu. Aycı, şiir tutkunlarının yakından tanıdığı modern Türk şiirinin genç ustalarından. Modern insanın yalnızlığını, aşkı algılayışını, acılarını, uyumsuzluğunu çağdaş şiir dilinin imkânlarını kullanarak işliyor. Halk şiirinin biçim ve içerik imkânlarından da nasıl ustalıkla faydalandığını; divan şiirinin imge dünyasından nasıl siluetler ve sesler taşıdığını Aycı’nın şiirlerinde görebiliyoruz. Divan şiirinin ve halk şiirinin inceliklerini keşfederek kendi şiirinin kaynaklarından biri haline getirdiğini görüyoruz. Akıcı, kuşatıcı ve ilgi uyandırıcı sağlam bir dille şiirini kuruyor. “Açık Bir Deniz Rüyası” kitabındaki gazeller, koşmalar eski şiir geleneğimizle olan yakınlığını gösteriyor. Bağ(d)at Kitabı, şairin insanlığın acılarına ortak olduğunu sosyal meselelere de ilgisiz kalmadığının güzel bir örneği.
70
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Dil Gölgesi’ndeki “semah II” şiirinde; insanın bu dünyadaki yalnızlığını anlatmaya çalışıyor. Hayatın anlamını sorgulayan bir zihin ve yürekle yola çıkıyor. İnsanın dünya macerasındaki yalnızlığını, gerçeğin aldatıcı görüntüler altında kayboluşunun uyandırdığı arayışlarını paylaşıyor ve anlatmaya çalışıyor. “herkes kendine döner, yalnızlık dediğimiz ne acıdan giysiler, ne bilinmeyen ada susayınca varlığın kıyısına ineriz adımız taş atımı bir anlık dalga suda” Yakı’daki “”bunlar yazmaz kitapta…” başlıklı şiirinde; Aycı belki bütün hatırladıklarını, yaşadıklarını, şahit olduklarını imge imge şiirine yerleştiriyor. Fakat şunun hep farkında olarak; her şeyi anlatmaya kalemin gücü yetmiyor ve her şey kitaptan öğrenilemiyor, öğretilemiyor. Aycı için çocukluğun insan hafızasında bıraktığı anılar ve hayaller kadar zengin bir hayal sığınağı olamaz. Şair, hayatın en onulmaz çıkışlarına karşı çocukluğundan hep güç almaya çalışıyor. “tahta silahım vardı, ah ne güzel oyuncak, Bilmezdi kimsecikler ateşten ve baruttan Korktuğumu usulca/şeytandan korkar gibi Kömürlük cadılarından kuyu analarından Karanlıkta geçilen mezarlık kenarından Kırk haramiden ya da / -biraz da ondan sarıldım tahta oyuncağımaBüyüdüm, işe yaradı silahım Namlusu toprak saksıda bir çocukluk anısı Sanki dünyayı sarıyor odamdaki sarmaşık o yeşermez ağacın minick kabzasında -bu yazmıyor kitapta!-
rüya gün gider hüzün gider ben hep aynı yerdeyim ne camda arap kızı kafdağı’nda hüzün giden günle beraber eskir elbiselerim giden günle beraber yağmura çalar yüzüm bütün esrik kızların gül koydum avucuna sonra şiir söyledim bir güle yaslanarak ondan bağlıdır dilim bulutların ucuna ondan ayaklarımı aşina bulur toprak şair hep aynı yerde bir yangın avaresi ellerim ateş sunar çeşmelerin diline ben kimim çeşme nerde ellerim neyin nesi bilmeden süzülürüz ölümün kandiline!
MEHMET AYCI
Aycı’nın kullandığı dil, okuyucuyu çok yoran dil oyunlarından çok uzak. Sezdiren bir üslupla geniş ve zengin bir hayal dünyası sunuyor okuruna. Geleneğin ve İslam yaşayış hafızasının insana dokunan en ince bağlantı noktalarını keşfediyor ve kaydediyor. Aycı’nın, modern Türk şiirinin usta bir sesi olarak uzun yıllar ürün vermesini ve şiirlerini zevkle okumayı diliyoruz. ■
71
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
"Gel gitme gençliğim ömür bildiğim." ÖMER KAZAZOĞLU
A
nı türü edebiyatımızda teknik bakımdan yeni olmakla birlikte diğer türlere varlığını sindirmiş ve hep var ola gelmiştir. Eleştirmenler tarafından ciddiye alınmamış, zaman zaman ağır hücumlara da uğramıştır. Hatta anı türünü edebiyatın içerisinde saymayanlar bile çıkmıştır. Bu tartışma ve eleştirilerin kaynağında anıyı meydana getiren dil, üslûp ve yaşanmışlık, okuyucu nezdinde kadir kıymet bulması yazarın kamuoyundaki durumunun ilgi uyandırmasıdır. Anı türünün edebi yolculuğunda işinin hiç de kolay olmadığını edebi muhit içerisinde görmek mümkündür. Anı türünde yazarının en önemli çıkış sebebi yaşadıklarını yazma ihtiyacından, geçmişe sarılma mecburiyetinden değil, geçmişin alınyazısındaki çoğulculuğundan ve paylaşımdan kaynaklanmaktadır. Okuyucunun ilgi ve tarafgirliğini her edebi tür gibi anı da taşımak zorundadır. Anın işlevsel ve şiirsel dili, coşkulu anlatımı ve yaşanan olayların bölüşülmesi tarihe ve sosyolojiye de payanda olmaktadır. Anı bir noktada romanın alt yapı problemini ortandan kaldırmaktadır düşüncesindeyim.
Yahya Akengin denilince elbette Hisar Dergisi akla geliyor. O Hisar’ın şairidir. Yahya Akengin edebi üslûp sınavını Hisar dergisinde vermiştir. “Bir Semaverlik Muhabbet”in demlenmesi de o yıllarda başlamıştır. 72
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Nasıl ki güçlü roman toplumsal tabakaların yaşam alanlarından beslenmiş ise anı yazarlarının yaşadıklarını yazıya ve kitaba dönüştürmeleri de onların edebi türle beslenmeleridir. Halit Ziya Uşaklıgil’in Kırk Yıl’ında olduğu gibi. Edebiyatımızda birçok edebi üründe varlığını hissettiren anı türü başta sosyoloji, tarih ve psikoloji olmak üzere bunun gibi bilim dallarına da kaynaklık etmiş, rehber olmuştur. Hele anı yazarı edebiyatın içerisinde ise yani şair, romancı, hatip, siyaset adamı kimliğini taşıyorsa yaşadıklarını tarihin tanıklığına geleceğin sorumluluğuna sunmuştur. Kimliğini Tanzimat’la onaylayan edebiyatın bu şanssız türü şiirin romanın ve hikâyenin karşısında tutunabilmek için dilin istisnasızlığına ihtiyacı vardır. Yazar bu bilinci unutmamalıdır. Yazar, mensup olduğu dilin vakarıyla gerçek bir edebi zevk içinde yaşadıklarını realist yalın ve muhattabını ciddiye alan tutum içerisinde olmalıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Günlüklerinde olduğu gibi… Yukarıdaki satırları bana yazdıran son dönemde zevkle okuduğum Yahya Akengin’in “Bir Semaverlik Muhabbet” adlı anı kitabıdır. Üstadın anılarını okurken her şeyden evvel kullandığı dilin hakkını veren ve diline âşık bir yazarla karşılaşıyorsunuz. Kitabın tamamı bittiğinde dolu dolu yaşamış bir şairin yaşadıklarını paylaşıyorsunuz. Yeri gelmişken şu satırı da eklemek durumundayım; anı salt yazarın yaşadıklarından ibaret değildir. Gündelik hayattan hiyerarşik çekişmeye, siyasetten ekonomiye hülasa yaşanmışlıklardaki bütün derin renkleri barındırır. Yine yaşanmışlıktan okuyucu payına düşen o soylu hisseyi çekinmeden helâlinden alır ve dilin huzuruna varır. Yazarımız Yahya Akengin anılarına Bayburt ve Erzurum’dan başlıyor. Bu iki şehir onun için önemlidir. Erzurum Gar’ında bir tren, Sırtına sonbaharı yükleniyor Dalından düşmüş yapraklar gibi yolcular, Rüzgârlara boyun eğmiş, bir de ben..
hayatına en önemlisi de şiire başladığı yıllar… “Isparta’da askerlik”, “tabur çeşmesi”, “tekmil şiiri”… Bu anılar yolculuğunda Akengin’in önemli yönlerini keşfediyorsunuz: Milli manevi duyarlılık, mesleki duyarlılık, anadiline yaşadığı dile duyarlılık. Bir şairden daha ne beklenir ki. Ayrıca anılarda devlet kurumlarının sebepsiz çekişmelerle yıpratıldığı açıkça ortaya konulmuş. Bazı kurumları işgal eden yazarların sanıldığı kadar dil erbabı olmadıklarına tanık oluyorsunuz. Yazar, inandığı dünya görüşünü, inancından dolayı başına gelenleri bütün içtenliği ile okurla paylaşıyor. Milliyetçi duruşundan dolayı başına gelenler okuru hayretler içerisinde bırakıyor. Milliyetçilerin entrikalarla nasıl dışlandığını görüyorsunuz. Yahya Akengin denilince elbette Hisar Dergisi akla geliyor. O Hisar’ın şairidir. Yahya Akengin edebi üslûp sınavını Hisar dergisinde vermiştir. “Bir Semaverlik Muhabbet”in demlenmesi de o yıllarda başlamıştır. Bize ait değerlerin bir edebi türle var olması Türk yazarının dikkatle üzerinde durması gereken bir konudur. Akengin, edebi akımlara kısmen mesafeli, fakat kendine has zevki ve derinliği eserlerine yansıtmayı bilmiştir. Yahya Akengin, Yazarlar Birliği’nin kuruluşu, çalışmaları kurduğu kurumda devre dışı bırakılması, İLESAM’ın kuruluşu, yaptığı hizmetler, son olarak TÜRKSEV’in kuruluşu Türk dünyası ile birlikte yapılan çalışmalar. Anlatılanlar kuru yaşanmışlıklardan ibaret değil kullanılan yalın dil okuyucuyu isteyerek o anılar dünyasına çekiyor. Hem yazarımızın başka yönlerini de açıyor. Yahya Akengin’de olan seçkinci bir duruş mertçe bir tavır tavizsiz bir dünya görüşü. Milli duyuş, düşünüş yaşayış… Çok yakın tanımakla bahtiyar olduğum Yahya Ağabeyin “Bir Semaverlik Muhabbet”e isim babalığı yapan “Erzurum” şiirinin ilk dörtlüğünü veriyorum.
Doğduğu Bayburt’tan ayrılış heyecan ve burukluğu, ilk gençlik yılları bir şairin ayak izlerini belirliyor. Yazarın “Gençliğim Eyvah” demediği diyemediği buna zaman bulamadığı yıllar meslek
73
Bir semaverlik muhabbettir ömür dediğin Ve göz ufkunda bir kağnıdır göçer gider Palandöken yaylasında bir türküdür zaman Ötesi karlı bir düş uçar gider■
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Kırım'ın ebedi sesi Cengiz Dağcı
BEYHAN KANTER
E
debi eserler, kaderlerini yayınlandıktan sonra yaşarlar. Ancak edebi eserlerle ilgili yapılan çalışmalar da kimi zaman bu eserlerin kaderlerinde belirgin bir rol oynar. Zira yazarların ne söylediği kadar bu eserlerle ilgili söylenenler ve yapılan çalışmalar da edebiyat dünyası için birer kazanım niteliğindedir. Nitekim İsa Kocakaplan’ın “Kırım’ın Güçlü Sesi Cengiz Dağcı” kitabı, Cengiz Dağcı’nın bilinmeyen yönlerinin ortaya çıkarılmasında ve onun yaşam algısının aktarılmasında bir aracı rolü üstlenmektedir. Kırım edebiyatının güçlü yazarı Cengiz Dağcı’nın yaşamının ve edebi yönünün samimi bir üslupla anlatıldığı kitap, bir devrin anatomisini yapması bakımından dikkat çekicidir. İsa Kocakaplan, önsöz, bibliyografya ve fotoğraflar hariç dört bölümden oluşan kitapta Cengiz Dağcı’nın bütün yönlerini detaylarıyla ve belgeler/kaynaklar ışığında ortaya çıkarır. Önsözde yazar, kitabın yazılma serüvenini yine samimi bir dille aktarırken Cengiz Dağcı’nın kendisine yazmış olduğu bir mektubu da ekleye-
İsa Kocakaplan, Dağcı’yı anlatırken onu tek başına bir fert olarak değil Kırım topraklarında güçlüklere, dayatmalara katlanan biri olarak tanıtır. Bunu yaparken de onu yaşadığı çevreden ve ailesinden soyutlamak yerine onlarla bütünleyerek anlatır. 74
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
rek okurun duygu dünyasını harekete geçirir. Bu mektup, bir yazarın kendisiyle ilgili yapılmış bir çalışma hakkında düşüncelerini, çalışmayı yapan araştırmacıyla birebir paylaşması açısından önemlidir. Sanıyoruz, bu da pek az araştırmacıya nasip olur. Kırım edebiyatından doğup tüm Türk Dünyası içinde güçlü kalemiyle kendine bir yer edinen Cengiz Dağcı’nın romanlarının, hikâyelerinin ve mektuplarının tanıtıldığı ve tahlil edildiği kitaba yazar, öncelikle Kırım Hanlığının tarihsel geçmişinden bahsederek başlar. Zira bir edebiyatçıyı, bir yazarı anlamak için öncelikle onun yetiştiği sosyal çevreyi ve onun ruhuna işleyen tarihsel zemini bilmek gerekir. Birinci bölümde Kırım tarihi hakkında kısa bilgi veren İsa Kocakaplan, daha sonra ikinci bölümde Cengiz Dağcı’nın biyografisine değinir. Bir yazarın aile ortamı ve yetiştiği şartlar, onun sanatına olgunluk kazandıran ve sanatını tetikleyen unsurlardır. Bu bağlamda, bir yazarın eserlerini iyi anlamak için onun hayat öyküsünün ve yaşamındaki geçiş dönemlerinin de bilinmesi, gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Her eserin bir doğuş öyküsü vardır ve bu öykü genellikle yazarların yaşamlarıyla ilintilidir. İsa Kocakaplan da Cengiz Dağcı’nın biyografisini verirken onun yaşamındaki dönüm noktalarına değinmiş ve bu dönüm noktalarının yazar üzerindeki etkilerinden bahsetmiştir. Bu bölümde kullandığı alt başlıklarda araştırmacının Cengiz Dağcı’nın yaşamındaki dönüm noktalarını ve onun kişiliğini ve ruh evrenini şekillendiren unsurları anekdotlarla açıklaması okuru farklı mecraların içine çeker.
Kitabın ikinci bölümüne, yazarın biyografisini verdikten sonra “Kırımda Açan Kardelen” başlığıyla giriş yapan Kocakaplan, bu bölümde yazarın kişiliğini ve eserlerini/sanatını tahlil eder. Araştırmacının, öncelikle Dağcı’nın edebi yönünü geliştiren ve ortaya çıkaran ortamlardan bahsetmesi, eserlerde geçen mekânların ve olayların zemininde yatan gerçekliklerin açığa çıkması bakımından önemlidir. Zira zor bir yaşam süren ve çeşitli dayatmalara maruz kalan Cengiz Dağcı’nın sanatında, yaşamsal süreçte karşılaştığı güçlüklerin yansımaları/izleri görülür. Edebiyat dünyasına şiirle giren Cengiz Dağcı, komünizme yönelen Sovyet insanını değil de şiirlerinde, dağları, sisleri, duvarları ve mezarlıkları işlediği için eleştirilir. Çektiği maddi sıkıntılarla beraber baskıcı rejimin dayatmaları da Cengiz Dağcı’yı zor bir yaşam sınavının içine hapseder. İsa Kocakaplan, Cengiz Dağcı’nın sanatına etki eden bu unsurları yazarken onun çevresiyle olan ilişkilerine de vurgu yaparak etrafındaki insanların onun üzerinde kurduğu baskının Dağcı’yı yıldırmadığını örneklerle gözler önüne serer. Cengiz Dağcı’nın şairliğe, yazarlığa giden serüvenini onun yaşamından kesitler/anekdotlar sunarak yansıtan İsa Kocakaplan, böylelikle kitabın sade bir biyografi çalışması olmasının da önüne geçer. Yazarın, Dağcı’nın kişiliğini anlatırken özellikle onun ailesinden ve sosyal çevresinden detaylı olarak bahsetmesi, onun edebiyat dünyasına girişinde bu unsurların önemini yansıtması bakımından dikkate değerdir. Kanaatimizce, özellikle Cengiz Dağcı gibi kendi yaşadığı çevreyi eserlerine konu alan bir yazar incelenirken onun sadece
75
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
kısa özgeçmişinden bahsetmek bir yazarın tam anlamıyla anlaşılması noktasında bazı eksiklikler kalmasına neden olabilir. Nitekim bu bilinçle yazılan kitapta İsa Kocakaplan, Dağcı’yı anlatırken onu tek başına bir fert olarak değil Kırım topraklarında güçlüklere, dayatmalara katlanan biri olarak tanıtır. Bunu yaparken de onu yaşadığı çevreden ve ailesinden soyutlamak yerine onlarla bütünleyerek anlatır. Böyle bir anlatım/tanıtım hiç şüphesiz ki bir yazarın geçmişini, şimdisini okurlara sunarken eserlerinin yaşamıyla bağlantısını da gözler önüne serer. Yazar, Cengiz Dağcı’nın portresini de adeta romanlaştırarak anlatır. Cengiz Dağcı’yı ailesi, sosyal çevresi, bulunduğu ülkenin siyasi durumu ve yaşadığı mekânın özellikleri ile birlikte tanıtan araştırmacı, üçüncü bölümde öncelikle eserlerin kronolojik sırasını verir. Bir yazarın edebi değişim sürecini takip edebilmek için onun eserlerinin kronolojik sırasını bilmek elbette önemlidir. Bu sıralamadan sonra araştırmacı, Cengiz Dağcı’nın eserlerini özetleme tekniğiyle tahlil eder. Kırım halkının sadece sesi değil aynı zamanda çığlığı olan Dağcı’nın romanlarında savaşın izlerinin ve savaş yıllarının
yer tutması yaşanılan ortamın kaotikliğiyle ilintilidir. Dağcı’nın romanları hakkında fikir verebilmesi açısından on yedi romanının özetini veren İsa Kocakaplan, aynı zamanda bu romanların doğum tarihlerinden ve kaderlerinden bahsederek okuru genel olarak bilgilendirmektedir. Cengiz Dağcı’nın hikâye ve mektuplarının toplandığı Haluk’un Defteri ve Londra Mektupları’nın tanıtıldığı bölümde araştırmacı, yine bu eserlerin içeriklerinden bahseder. Özellikle mektuplar, tür olarak bireyin yaşam içindeki konumlanışının ipuçlarını verir. Cengiz Dağcı’nın mektupları da onun sürekli sorguladığı yaşamının, eserlerinin ve kendisinin aynasıdır. Cengiz Dağcı’nın hatıralarının ve günlüklerinin olduğu bölümde ise onun günlük yaşantısı ve hayallerinin izlerini süren İsa Kocakaplan, Cengiz Dağcı’nın özlemlerini ve onun şahsında Kırım Türklerinin acılarını ayrıntılarıyla yansıtır. Kitabın dördüncü bölümünde İsa Kocakaplan, samimi bir üslupla Cengiz Dağcı’yla tanışmasını anlatır. Önce kitaplarıyla tanışıp hayran olduğu bir yazarla ilgili çalışma yapmanın hazzını yaşayan Kocakaplan, bu kitabın yazılış serüvenini de okurlarıyla paylaşır. Özellikle Cengiz Dağcı’yla tanışmasını, onunla ettiği sohbeti ve Dağcı’nın samimi söylemlerini aktarması, okurun bu kitabı doğuran şartları görmesi açısından önem arz eder. Cengiz Dağcı’yla yapılan söyleşi, bir yazarın dünya görüşünü kendi ağzından yansıtması bakımından önem taşımaktadır. Dağcı’nın içten bir şekilde kendini/geçmişini anlatması, kırgınlıklarından, mutluluklarından ve mutsuzluklarından bahsetmesi, ömrü boyunca hayata meydan okuyan bir yazarın belki de ömrünün sonbaharında yaptığı en samimi itiraflardır. İsa Kocakaplan’ın “Kırım’ın Ebedi Sesi Cengiz Dağcı” kitabı, içeriği ve samimi üslubu ile Türk kültürünün geniş bir coğrafyaya yayılan edebi mirasını tanıtması açısından bir eksikliği doldurduğu inancındayız.■
76
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Bir varmış bir yokmuş A. FARUK GÜLER
Ağabeyim Şükrü Güler’e
Ç
ocukluğumda masallar hep bir varmış, bir yokmuş ile başlardı. Ama adı üstünde masaldı onlar ve daima iyiler kazanır, kötüler cezasını bulurdu. Büyüdükçe masalların gerçek olmadığını anlıyor insan. Tekerlemelerin ise anlamsız olduğunu sanıyorsun. Oysa tekerlemeler çocukların dünyasında büyük anlamlar taşımasa da insan büyüdükçe fark ediyor tekerlemelerdeki gerçeği. Çevremizdeki insanları sevme nedenlerimizden birisi ve belki en önemlisi kendi hayatımıza olan tanıklıkları. Bir anlamda onların sayesinde kendi yaşamlarımızı somutlaştırıyor ve yaşadığımız gerçeğine şahit kılıyoruz. Tanıkların birer birer bu dünyadan çekilip gitmeleri hem kendi yaşam gerçeğimize olan inancımızı azaltıyor; hem de bizleri yalnız kılıyor. Yalnızlaştıkça yalanların içerisinde büyüdüğümüzü fark edip hayatın ne denli boş ve bir o kadar gelip geçici olduğunu kavrıyoruz. Masallar işte bu noktada devreye giriyor. Ve her masalın başlangıcında büyük bir zevkle söylediğimiz “bir varmış; bir yokmuş” ifadesi kendisini gerçeğe bir adım daha yaklaştırıyor. Oysa insan inanmak istemiyor, gidenlerin ardından bakakalınca kabullenmek zor geliyor. Gitmek belki kolay olan, ya arkada bırakılanlar? Arkada bakakalmak, hafızalarda yer alan onlarca hatıranın ağırlığının yanı sıra sırtımıza yüklenen onlarca sorumluluğu beraberinde getirmiyor mu? Ta ki kendi yolculuğumuzun başlayacağı o ana kadar. Dünyaya gözünüzü açıp da aile içerisinde yaşam kavgasına ortak olduğunuz kardeşinizin bu mücadeleden erken vazgeçmesine ne dersiniz? Oysa ailenize dair tüm birikimlerin devamını sağlayacak olan iki kardeşten birisinin erken vedası karşısında duyulan o şaşkın ve bir o kadar yalnız kalışa hangi merhem
derman olacaktır ki! Geleceğe dönük kurduğunuz tüm hayallerde yer verdiğiniz, varlığından güç aldığınız biraderinizin hayatı boyunca yaptığı tek yanlış sizi yarı yolda bırakmak olsaydı hayata boş gözlerle bakmak dışında ne söyler, neler hissederdiniz? “Güçlü ol” diyenlere küfredercesine baktıktan sonra onların sözlerindeki içi boş ama çaresiz ifadeyi görünce cevaplar da anlamsız kalmıyor mu? Susmak, belki de en güzeli. Sözcüklerin değerlerini yitirdiği bir ortamda 14 ay süren bir mücadeleden yenik ayrılan tarafın imzaladığı bir sözleşmedir yazdığım cümleler. Kardeşim bıraktığı için kaybettim kendi savaşımı. Ve yeniden doğmak gerekiyor küllerin içinden. Kendim için değil elbet bu uyanış, geride kalanlara karşı; biraderin bıraktığı tüm yarım kalmışları tamamlama gayesi. Ve bir dönüm noktası aynı zamanda. Kaknüs her zaman aynı şarkıyı söylemiyor maalesef. Artık neşeli değil tüm şarkılar. Her yeniden doğuş beraberinde yeni bir melodiyi mırıldanıyor. Bu bazen hüzzam oluyor bazen nihavent. Seçmek mümkün değil, seçileni söylemeye başlıyorsun. Nefesin tükenip de bir başkasına nefes verdiğin o ana değin. Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’si limandan böyle ayrılmıyor muydu? “Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli / Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli” Bir siyah ufka bakarcasına fotoğraflara bakıyor insan. Zamanı dondurduğumuz o karelerde geçmişe dönük hatıraları yeniden yeniden yeniden yaşamaya çalışıyoruz. Ama hiçbiri o ânı bir daha yaşatmıyor ve asıl korkunuz baktıkça unutmaya başladığınızı fark ettiğiniz zaman çıkıyor ortaya. Masalları severim çocukluğumdan beri. Kocaman bir hayatın özetidir başlangıcındaki tekerlemeler. Bir varmış, bir yokmuş ile başlayan…■
77
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
KEMAL BATMAZ Şehrin şiirle buluşması Hazar’da şiir her sene yeniden çalışılır, şehir; kültür, sanat, edebiyat insanlarının toprağı sürer gibi sürmesiyle nefes alır. Havasını, suyunu, toprağını, güneşini sürer şiir yazan eller. O eller cümle hayali yazar, kaleme dokunmadan kelamı işletir. Hazar da hezar verir daim. Cömerttir… 18. Uluslararası Hazar Şiir Akşamları 1013 Haziran 2010’da 12 ülke ve Türkiye’den toplam 35 şairin katılımıyla gerçekleştirildi. Bu yılki Hazar Şiir Akşamları, Ahmet Yesevî anısına yapıldı. Sevgi ve hoşgörü başköşede yer aldı. Yesevî olur da “sevgi ve hoşgörü” olmaz mı? Program çerçevesinde Sevgi ve Hoşgörü konulu panelde katılaşan kalpler
Şairlerin asıl yürüyüşü yüreklerinden dillerine gelen şiir sözleriyle anlamını buluyor gecede. Onlar sözün hızlı atlarıyla Hazar kıyılarından geçiyorlar ta Orta Asya’dan, Balkanlar’dan gelip doğudan ve batıdan, kuzeyden ve güneyden süzülüyorlar göğümüzde. Bize ise bu lezzeti idrak etmek görevi düşüyor. 78
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
için ilham reçeteleri yer aldı. Biz de unutturulmaya çalışılan köklü tarihimizi hatırlayıp mirasımıza sahip çıkmak gerektiğini hatırladık, bağlarımızın kuvvetini fark ettik. Hazar Şiir Akşamları çerçevesinde birçok etkinliğe imza atıldı. Bu etkinliklerin bazıları geçmiş yıllardan tekrar ede ede gelirken bazıları da 18. Hazar Şiir Akşamları’nda ilk defa yerini aldı. Etkinlikler 10 Haziran Perşembe akşamı, Harput musikisinin sunulduğu Kürsübaşı tanışma toplantısı ile başladı. 11 Haziran Cuma günü saat 11.15’te açılan sergiyi ilklerden saymak gerekir. Sergi, “Sevgi ve Hoşgörü” temalı afiş, illüstrasyon, fotoğraf ve kitap içerikli idi. Ancak asıl açılış 11 Haziran Cuma günü 15.00’te şairlerin, önde Elazığ Belediyesi’nin mehter takımı olmak üzere Gazi Caddesi’ndeki eski belediye binasının önünde toplanıp açılış töreninin yapılacağı öğretmenevine doğru yürümeleri ile başladı. Bu yürüyüş; şiir ile şehrin buluştuğu, şairin şehre sunulduğu, şehrin şairi damarlarına çektiği sembolik bir yürüyüştü. Bu, şiirin ayak seslerinin şehrin sesiyle buluştuğu şairler caddesinde şairden başka, yazar, bürokrat, gazeteci, esnaf, memur, çocuk, kadın, yaşlı genç, yediden yetmişe herkesin hem yürüdüğü hem de kendini temaşa ettiği bir yürüyüştü. Öğretmenevinde tamamlanan yürüyüşü birçok ajans izlerken TRT canlı yayınladı.
Açılışta, Türkiye’den Yahya Akengin bir konuşma yaptı. Şiir Akşamlarıyla ilgili heyecanını dile getirdi. Sonra Dua Okuyucu Bekarys Shoıbekov, domra eşliğinde dua okudu. Dualarla başladı 18. Uluslararası Hazar Şiir Akşamları. Açılış programı protokolün konuşmaları ile devam etti. Konuşmaların merkezinde, şiir vasıtasıyla gündeme gelen “sevgi ve hoşgörü” yer aldı, Elazığ’ın tarihî ve kültürel değerleri, insanlık tarihinde Yesevî’nin tesis ettiği sevgi ve hoşgörü, bu hoşgörü dilinin Türkçenin şiirini gündeme taşımakta ve gündemde tutmadaki gücünün dile geldiği düşünceler vardı. Açılış programı Yesevî Sanat Topluluğu’nun yaptığı dans gösterileri ile tamamlandı. Cuma günü 17.00’de “Ahmet Yesevî ‘Sevgi ve Hoşgörü’ konulu panel gerçekleştirildi. Prof Dr. Osman Horata’nın yönettiği panelde Doç. Dr Necdet Tosun, Dr. Bahtiyar Aslan, Dr. Hayati Bice ve Alymbay Botakarayev konuşmacı olarak yer aldı. Konuşmacılar; Yesevî’nin “Orta Asya Türklerinin Müslüman oluşunda oynadığı rolü, Pîr-i Türkistân lakabıyla anılan Yesevî’nin, gerçek hayatından ve tarihî kişiliğinden ziyade menkıbelerini ve fikirleri ile tanınmasını, onun tasavvuf kültürüyle beslenmiş olan ve günümüz insanına ışık tutan “sevgi ve hoşgörü” yaklaşımını, ayrıca Yesevî’nin hikmetlerinin nasıl ezberden okunduğunu, bu okumaların günümüz insanlarını nasıl
79
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
derinden etkilediğini dile getirdiler. Böylelikle Hikmetler ve Yesevî’nin hayatından hareketle “Sevgi ve Hoşgörü” kavramı panelistlerin sözlerinde can buldu. Cuma günkü program ‘Hoşgörü Senfonisi’ ile sona erdi. Programda, Yesevî bestelerine yer verildi. 12 Haziran Cumartesi günü program iki koldan başladı. Şairlerin bir kısmı ilçelerdeki programlar için erkenden yola çıktılar. Şiiri tüm şehre ve şehrin uzuvlarına taşımak için yaydan boşanır gibi dağıldılar dört bir yana. Yesevî dervişleri gibi ellerinde ve gönüllerinde Yesevî hikmetlerinden süzülmüş sevgi ve hoşgörü sözcükleri... Heybelerinde Türkistan mayası, gönüllerinde sözün gücünden başka bir şey yokken… Diğer program ise Hazar Şiir Akşamları’nın önemli etkinliklerinden biri olan Dergicilik Paneli idi. Şair Nazım Payam’ın yönettiği panelde, “Şiir Akşamlarının Kültürümüze Katkısı” üzerinde duruldu. Cumartesi günü saat 14.30’da Türk Dünyası Hizmet Ödülü için AKM’de bir tören düzenlendi. Geleneksel olarak verilen Türk Dünyası Hizmet Ödülü bu yıl TİKA’ya (Türk İşbirliği ve Kalkın-
ma İdaresi Başkanlığı) verilecekti. TİKA’nın başta Türk dilinin konuşulduğu ülkeler ve Türkiye’ye komşu ülkeler olmak üzere, gelişme yolundaki ülkelerin kalkınmalarına yardımcı olmak, bu ülkelerle; ekonomik, ticari, teknik, sosyal, kültürel, eğitim alanlarında işbirliğini projeler ve programlar aracılığı ile geliştirmek gibi amaçları ve hizmetleri dolayısıyla verilen ödül, TİKA adına Eğitim, Kültür ve Sosyal İşbirliği Dairesi Başkanı Mehmet Yılmaz tarafından kabul edildi. Ödül, Milletvekilimiz Necati Çetinkaya tarafından verildi. Ödül töreninden sonra Mehmet Yılmaz teşekkür ederek ödülü öncelikle Türkmenistan ve Afganistan’da kaybettikleri görev şehitleri, çok fedakârca çalışan mesai arkadaşları ile kamu ve sivil toplumdan işbirliği, çözüm ortakları adına aldığını, söyledi. Ödül töreninden sonra Yesevî Sanat Topluluğu’nun konseri vardı. Aslında bu sadece kulağımıza hitap eden bir konserden ziyade hislerimizi doyurmaya yönelik bir gösteri idi. Gösteri boyunca kâh en tatlı anılarıyla Asya topraklarını bir uçtan bir uca gezindik kâh Anadolu’da bağdaş kurduk. Kardeşlerimizin görsel ve işitsel gösterilerini sanatın dilinden seyreyledik. Gösteri müzik eşliğinde Ahmet Yesevî Sanat
80
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Topluluğu’nun sahneyi 18. Hazar Şiir Akşamları’na katılan ülkelerin bayraklarıyla doldurmasıyla son buldu. Tablonun oluştuğu anlar kendimizden geçtiğimiz anlardı. Damağımızda Ahmet Yesevî sanat topluluğunun yaptığı gösterinin tadıyla asıl program olan şairlerin şiirlerini okuyacağı geceye geldik. Şiirler Hazar Gölü kıyısında okunacak. Şairlerimiz sesini Hazar Gölü’nün suyuna Hazarbaba Dağının toprağına, doruklarına Hazar’ın güneşine duyuracak. Bu sene katılan ülkeleri ve şairlerden bazılarının adlarını anmak istiyorum. Azerbaycan: Naringül Babayeva, Faik Abas Sefer – Kazakistan: Muhtar Şahan, Yesdevlet Ulubeğ, Begari Şoyibeko, Alimbay Botakara – Türkmenistan: Ogulcennet Başhimova – Kırgızistan: Kozhogeldi Kulu, Ömer Sultan – Özbekistan: Babahan Şerif – Kırım: İsmail Kerim, İsmet Zato - Karaçay / Malkar: Yürüzlan Bolat – Makedonya: Fahri Ali-Kerkük: Metin Abdullah Kerküklü – Suriye: Muhammet Mevlüt Faki - Başkurdistan Cumhuriyeti: Kısmetullah Yoldaş - Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti: Beste Sakallı. Türkiye: Bahaeddin Karakoç, Yasin Boztaş, Yahya Akengin, Cemal Safi, Bahtiyar Aslan, Ozan Taşdemir, Fazıl Ahmet Bahadır, İlter Yeşilay, Mehmet Nuri Parmaksız, Hikmet Yavuz, Hıdır Toraman Elazığ: Ömer Kazazoğlu, M. Faik Güngör, R.Mithat Yılmaz, İhsan Nazik, Mahmut Bahar. Akşam programında 18. Hazar Şiir Akşamları dolayısıyla düzenlenen şiir yarışmasının ödül töreni var en başta. Ödüle layık görülen eserler ve sahipleri arz-ı endam ediyor. Konuklar genç yüreklerden taşan sözleri dinliyor önce. Onların da ödüllerini Necati Çetinkaya takdim ediyor. Ve şairler çıkıyor kürsüye bir masalı yaşar gibi dalıp gidiyoruz tılsımlı sözlerin etkisiyle. Şairler
okudukça etrafa bir sihir tozu serpiliyor. Her birimiz bir sözün peşine takılıp gidiyoruz. Şairlerin asıl yürüyüşü yüreklerinden dillerine gelen şiir sözleriyle anlamını buluyor gecede. Onlar sözün hızlı atlarıyla Hazar kıyılarından geçiyorlar ta Orta Asya’dan, Balkanlar’dan gelip doğudan ve batıdan, kuzeyden ve güneyden süzülüyorlar göğümüzde. Bize ise bu lezzeti idrak etmek görevi düşüyor. Şiir Akşamları 13 Haziran Pazar günü misafirlerin sözlerini bıraktıkları coğrafyada gezdirilmesiyle tamamlanıyor. Gezide Sivrice, Harput ve Pertek yer alıyor. Uluslararası Hazar Şiir Akşamları, hummalı çalışmalarla ve büyük bir heyecanla hazırlanıyor her sene. Şiir çok çalışma ve çok emek yumağı. Bazen yıllarca tekrar gerektirir. Olunca akşam vakti olur, gün batarken… Bir de Hazar’da dağların ardınca göz kırpar da suya teğet durursa tamamdır. Adı Hazar olur, Hezar olur, Hem zâr olur, Akşam olur; Olunca da şiir olur. 18’incisi gerçekleştirilen bu büyük organizasyonda emeği geçen herkese bir Elazığlı olarak şükranlarımı sunuyorum. ■
81
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
16.Uluslararası Bayburt Dede Korkut Kültür ve Sanat Şöleninden izlenimler MAHMUT BAHAR Şölen, Bayburt Valiliği, Bayburt Belediyesi ve sivil toplum örgütlerinin katkılarıyla 14-18 Temmuz 2010 tarihlerinde gerçekleştirildi.
13 Temmuz 2010 Salı
Sabah 11.00, Elazığ’dan hareket saatimiz. Bingöl’deki yarım saatlik bir molanın ardından yola çıkıyoruz. Aslında tırmanışa geçiyoruz. Rakım yükseldikçe kulaklarımızın pıtpıtları artıyor. Karlıova’dan sonra otobüsümüz tam anlamıyla yol yapım çalışması kapsamına giriyor. Her taraf toz içinde. Müteahhit harıl harıl çalışıyor. Uzaktan bir asfalt parçası parladığında kara görmüş denizci heyecanıyla ‘hah, tamam!’ dememizin üstünde on dakika geçmiyor ki bir başka yol çalışmasına dalıyoruz. Yol boyunca adı kendinden daha şırıltılı köy isimleri. Soğukçeşme... Çobanderesi.... Âdeta 2010 yılının ikinci baharını yaşıyoruz.
Dağ taş yemyeşil, çayırlar yeni biçiliyor. Öbek öbek biçilmiş ot yığınları. Sarı ve mor çiçeklerin cıvıltısı... Bahar yeni gelmiş olmalı. Elazığ’da sığırkuyrukları çoktan oduna dönmüşken burada taptaze, çayır oğlanları gibi geçişimizi izliyor. Sağımızdan solumuzda su cılgaları. “Güzel memleketim, taşı toprağı güzel memleketim. Bir de dağların temiz olsa.” diyorum içimden. “Karlıova kırsal kesiminde...”sözleriyle başlayan haberlerin etkisi olmalı bunları söyleten. Dağlarda hâlâ parçaları var. Kendilerini kuytulara gizlemeye çalışsalar da saf beyazları ele veriyor. Saat 17.30. Uzaktan Erzurum gözüküyor. Yaklaştıkça heyecanımız artıyor. Palandökenlerin bir yanı yerden dağın tepelerine dökülen betonlar he-
82
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Dede Korkut Türbesi
men bize 2011 Kış Olimpiyatlarını hatırlatıyor. Bir geçidin yanında duruyor, tünel girişindeki yazıyı okuyoruz: Harput Kapısı... Gel de heyecanlanma. Bu güzel memleketin birbirlerine açılan kapıları, Harput Kapısı, Kars Kapısı; Urfa Kapısı, Mardin Kapısı hiç kapanmasın. 18.00’de Bayburt’a hareket edeceğiz. Hava püfür püfür. Malum terminal manzaraları. Bavullu, valizli, çanta ve poşetli insanlar, perona giren ya da perondan ayrılan otobüsler... Suluboya gözyaşı tabloları... Bizi bir fıskiye karşılamıştı yine aynı fıskiye uğurluyor. Anlaşılan şehre sırtımızı dönüyoruz. Kop Dağı’ndaki Abidenin ayakuçlarından geçiyoruz. “Ayağını turabı olmaya razıyım Mehmet’im.” diyorum. Aklıma hemen Arif Nihat Asya’nın Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor şiiri geliyor: Bir bayrak rüzgâr bekliyor Şehitler tepesi boş değil, Biri var bekliyor. Ve bir göğüs, nefes almak için; Rüzgâr bekliyor. Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye; Yattığı toprak belli, Tuttuğu bayrak belli, Kim demiş meçhul asker diye?
Ülkemin doruklarına ay yıldızlı al bayraktan başkasını kimse yakıştırmasın!... Sesim titriyor, gözlerim doluyor ancak Nihal Atsız’ın o mısrası ile irkiliyorum: “Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz Çünkü bu yol kutludur gider Tanrı Dağı’na.” Hey koca Türk, sendeki bu ‘yufka yürekliliği’ tedavi ettirmediğin müddetçe, başına daha çok iş açılacak! Ve Çoruh bizi şehre götürüyor, Bayburt Kalesi’nin bütün kapıları açılıyor. Öğretmenevi’ne vardığımızda saat 20.00’ye geliyordu. İki kişilik 411 numaralı odamız herhâlde güneydoğuya bakıyor. Balkondan aşağıdaki üç katlı apartmanla Öğretmenevi arasının sol yanına tarh tarh lahana, sol yanında geniş bir çayırlık... Ve Anadolu’nun subaşlığını yapan kavak ile söğüt. Akşam kokteyl var. Arabalara binip kale surlarının dibine kadar yaklaşıyoruz. Kalabalık. Masalarda kokteyl geleneğine uygun yiyecek ve içecekler. Gömlekli kravatlı insanların çokluğu dikkatimizi çekiyor. Bende bir tişört, Nazım Payam Hoca’da bir gömlek. Üşüyoruz da. Kale dibindeki daracık yamaca 16 meşale
83
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
dikilmiş. Vali Bey’in tutuşturduğu meşaleyle Dede Korkut kıyafeti giymiş aksakallı biri tarafından kalenin bucuna çıkarılarak şenlik ateşi yakılıyor. Harika bir sinevizyon gösterisi. “Soy soylamaya, boy boylamaya” devam edeceğiz Korkut Ata’m. Veteriner hekim olduğunu öğrendiğimiz Mesut Çavdar, Bayburt türküleriyle başlıyor programına. Söz konusu yamaçta yaşlı kadınlar oturmuş, sessiz ve sakin olup biteni izliyor, türküleri dinliyorlar. Kaleden şehre bakıldığında köprü ve ışıklarla yolu kesilen Çoruh Nehri, peş peşe sıralanan olimpik havuzlarını andırıyor. Evler, şehre sığmayınca yavaş yavaş tepelere tırmanmaya başlamış. Şehir, il sorumluluğunu yüklenince kendine yeni yerler aramaya koyulmuş olmalı. Şehrin yetiştirdiği bürokrat ve iş adamlarının Bayburt sevgisine şaşırıyoruz. Lakin Çoruh kıyısındaki küçük parkta bir tabela dikkatimizi çekiyor: “Bayburt’u sevmek bir iddiadır. İspatı yatırımdır.” Bizim yatırımsever iş adamlarımızın mekânı İstanbul-Kocaeli arasıdır. Bayburt Üniversitesinin önünden geçerken Mühendislik Fakültesini göreceksin. Sakın şaşırma. Orhan Veli’den esinlenen sözlerimiz sizi yanıltmasın. Çünkü yeni üniversitelerin çoğu, Meslek Yüksek Okulları üzerine inşa edilmiştir. İnşallah devamı gelir.
14 Temmuz Çarşamba
Kahvaltıdan sonra Masat Köyü’ndeki Dede Korkut türbesine gitmek üzere yola çıkıyoruz. Bayburt- Erzurum yolunun bilmem kaçıncı kilometresinden sola dönüyor, dere boyunca ilerliyoruz. Tezek kokuları arasında köyü çıkar çıkmaz türbe görünüyor. Kıl çadırdan iki otağ kurulmuş. Kalabalık. Civar köylerden gelenler de olmalı. Bu, köy kalabalığından çok öte. Türbede aşir okunuyor, dualar edilip fotoğraflar çekiliyor. İçeri geçiyor, Dede Korkut’un -haddim olmayarak- ak saçlarını sıvazlıyorum. Belediye tarafından dağıtılan beyaz şapkalardan birini zar zor kapıyorum. Mikrofonda Belediye Başkanı H.Ali Polat. Güzel şeylerin yanı sıra özel şeyler de söylüyor. Galiba Türk Cumhu-
riyetlerinden biri kendisine, “Siz güzel atlara binip Anadolu’ya geldiniz. Biz atları kesip yedik ve burada kaldık.” demiş. Anadolu’da kalma mücadele ve serüvenimiz devam ediyor. Çiğdem gibi sekiz kız. Edi Mau Halk Dansları Topluluğu. Bir şarkı eşliğinde oynuyorlar. “Parampa, parampa” nakaratına iştirak ediyoruz. Kırmızı elbise, sarı yelek, kuş tüyü sorguçlu başlıklar. Programdan sonra yanlarına yaklaşıp kıyafetlerin adlarını soruyorum. Not defterime kendi el yazısıyla şunları yazıyor esmer bir kız: Ükı, kamzol, köylek. Akabinde Gürcistan İmedi Halk Topluluğu, Kafkas oyunlarını sergiliyor. On yaşında var yok bir Gürcü erkek çocuğu sıçrayıp sıçrayıp diz vuruyor. Sıra, bizim Bayburtlunun ata barında. Dede Korkut çeşmesinde elimizi yüzümüzü yıkıyor, şifa niyetine su içiyoruz. Kanımız tazelensin. Hiçbir topluluk ya da millet Anadolu’yu bizim kadar hak etmedi… Dönüşte kitabesinden anlayabildiğim kadarıyla Anadolu’da kurulan ilk Türk Beyliği Saltukoğulları (1092-1202) komutanlarından Mengüç Gazi’nin kardeşi Osman’a ait kümbeti ziyaret ediyoruz. Halk arasında ‘Şehit Osman’ olarak biliniyor. Türküden bir bölümü, Bayburtlu kardeşimiz okuyor: “Şehit Osman, Duduzar, Bayburt Kal’ası Ne hoş olur yontma taştan binası”
15 Temmuz 2010 Perşembe
Sabahleyin erkenden kalkıp tıraşlarımızı olduk. Şehir merkezine yürüyeceğiz. O sakin çağıltısıyla Çoruh bize eşlik ediyor. Pazar sabahını hatırlatan sokaklar. Mesai gününe dair iz yok. Ağaçların altında başımız salkım söğütlere değe değe ilerlerken karşı taraftan aksi yöne ilerlemekte olan bir zat, “Selâm aleyküm” diyor. Aramızda en az on metre var. Herhâlde selam bize değildir. İyi şiirler yazıyoruz ama şöhretimiz bu kadar yaygın değil, eş dostla sınırlı. Ağaçların altından yola çıkıp bakıyorum, kimsecikler yok. Selam, bize. “Aleykümselâm” diye bağırıyorum adamcağızın arkasından. Tepki göstermediğine göre ya ‘Bu adamlar Tanrı selamına değmez’ demiş ya da bize kırılmıştır. Ne bilelim… Selam artık yalnızca eşe dosta, cami diplerinde na-
84
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
maz vaktini bekleyen emekli ve tekaüde mahsus dinî bir ritüel olup çıktı. İnsanlar tanımadıklarına niye selam versin ki! “Selam verdim rüşvet degil deyu almadılar” Fuzuli ne kadar haklı. Yüzümüzde 16. yüzyıl utancıyla yürüyoruz. Çoruh, bizden uzak dur… Bayburt, bir heykelin etrafına kümelenmiş iki üç katlı dükkân ve iş yerlerinden oluşan küçük bir şehir. Meydan Arnavut usulü kaldırım taşlarıyla kaplanmış. Bu küçük çarşı, köprülerle mahalle ve sokaklara bağlanıyor. İşimizi hallettikten sonra bir çay ocağına oturuyor, günün ilk çayını yudumluyoruz. Saat 15.00 Öğretmenevinin yanı başındaki binaya, İl Kültür Merkezi binasının çift girişli merdiveninin solundan sokuluyoruz. Yahya Akengin, baba tarafından Bayburtlu olan merhum Halil Soyuer’in Aziz Nesin sanılarak dövülmeye kalkışılmasından bahsediyor. Sanatsever yanımız bazen aksi şekillerde de tezahür ediyor. Müteveffa Aziz Nesin’in Türk milleti hakkındaki istatistikî değerlendirmesi(!) başına çorap ördü. Elime yapıştırdığım Bizim Külliye dergisinin arasındaki dosya kâğıtlarında beş şiir var. Hangisini okusam? Ben biraz ters adamım, herkesin okuduğunun aksini ya da kel alakalı bir şiiri okumak gibi bir eksikliğim var. Atmosfere kendimi kolay kolay kaptırmam. Nazım Payam, benden daha heyecanlı. Sabahleyin beni “Tuz Tadında” şiirini okumam için yönlendirmeye çalıştı, ama yok. Kürsüye ilkin Yahya Akengin çıkıyor. Şiire geçmeden önce şairleri tanıtıcı bir iki kelam ediyor, tanıtılan şair oturduğu yerden ayağa kalkarak mütebessim bir eda şiir dostların selamlıyor. Diğerleri hakkında ne söylendi ama benim için “modern şiirler yazan şair” dediğini işitir gibi oldum. Ayağa kalkıp diğer şairleri taklit ettim. O da ne, Akengin ağabeyimiz Abdullah Satoğlu’nu unuttu. Hatırlatılması üzerine de lafı evirip çevirdi, “Unutur muyum, aslında bir sürpriz yapacaktım.”deyiverdi. Salonun yarısı inanmışsa, dönüp Aziz Nesin’in istatistikî verilerini bir daha değerlendirelim. Asıl suçlu olan hiç şüphesiz sahne heyecanı. Bazıları şiir okurken hiç heyecanlanmazlar, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir yazısında
belirttiği gibi araba süsleyen bir zanaat erbabı rahatlığı içinde ellerindeki fırçayı sabit tutup tekeri çevirdiğinde teker kendiliğinden boyanmış olur ve zanaatkârımız ıslık çalmayı da ihmal etmez. Şair öyle mi! Çünkü sanat heyecandan doğar ve sanatın bizzat kendisi heyecandır. Yahya Akengin, “Annem” şiiri ile “Kimselere Anlatamadım”ı okuyor. Her iki Bayburtlu şairden sonra bir misafir şair çıkıyor. Bayburtlu şairler tek şiir okurken, misafirler iki şiir okuyor. Kural bu. Âşık geleneğini hatırlatan ölçülü, kafiyeli şiirler… “Haram ile helali süzmeye geldim” gibi içinde yaşadığımız tezatlar âlemini çok şık bir biçimde ifade eden pırıltılı mısralar hemen dikkat çekiyor. Nazım Hoca, “Kırdım Söz Putlarını Kısık Sesimle” şiiri ile “Ateş Su, Toprak Hava” şiirini okuyor. Sanatçı heyecanı, hem ses tonunu hem çehresinin rengini değiştiriyor. Sıra bana geliyor. Bastırmaya çalışıyorum ama o heyecan, kurulu bir zemberek gibi beni dağıtmaya çalışıyor. Heyecanla cebelleşe cebelleşe ilk şiir bitiyor ve ben “Vera”yı okuyorum. Özbekli Hocamız Babahan Muhammet Şerif Bey, o güzel Türkiye Türkçesiyle şiirini seslendirirken eşi muhterem hanımefendi Nene Hatun’a yazdığı bir şiiri okuyor. Biz, hangi Özbek, hangi Tatar, hangi Kırım, hangi Kırgız, hangi Türkmen kahramanına şiir yazdık? Solumuz Che Guevara’ya, Hiroşima, Nagazaki’ye, sağımız Filistin’e yazar desem, yalan ya da yanlış mı söylemiş olurum? Kosova Prizren’den Balkan Aydınları ve Yazarları Derneği Başkanı Osman Baymak, dostumuz, şiirinde bir destandan hareketle Tanrılarla Tanrıçaları buluşturuyor. Akşamki kritikte Akengin, “Evet, atalarımız da çok Tanrılıydı belki ama biz şimdi tek Tanrıya inanıyoruz.” sözleriyle şiiri tatlı tatlı hicvediyor. Plaketlerimiz çok ağır, kristalden. Bilgisayarla yapılmış, bir camın içinde elinde kopuzuyla Dede Korkut. Ey Oğuz elinin bilicisi, gaipten türlü haberler vericisi, hele bize bir şeyler söyle…
16 Temmuz 2010 Cuma
Kop Dağı’na, Şehitlik Abidesini ziyarete ve mevzileri gezmeye gidiyoruz.
85
eylül-ekim-ka sım 2 0 1 0
Yukarıda da yazdığımız gibi Bayburt’a girişte önünden geçmiştik. Şoförümüz Hasan, bu tatlı rampanın bizi aldatmaması gerektiğini söylüyor. “Hocam bu yol kış boyunca karlı buzludur. Tırlar, kamyonlar çıkamaz…” Kop’un tepesinde Atatürk heykeli ile Ruslara karşı mücadele veren Türk askerinin anısına dikilen bir abide. Kitabesinden okuduklarımı aktarmak istiyorum: “Onlar içimizde ülkü, dilimizde türkü, imanımızda rehber ve hayatımızda gururdur.” Okunan aşiri’ı yine huşu içinde ve gözlerimiz dolu dolu dinliyoruz. Kop Dağı’ndan bahsedince Yahya Akengin’in şu güzel mısralarını atlamak olmaz: Kop Dağı’nın tepesinde bir anıt Anıtın üstünde bir bayrak Bayrakta bir rüzgâr ılgıt ılgıt Taşırlar ruhumuza selamları. Selamınız ne sıcak. Kanımızla erimişti bu dağların karı. Size yeşil, size çiçek olsun… Öldük ki bu milletin evlatları Yetim kalır ama Kalamaz özgürlükten yoksun.” Mevzilere tırmanıyoruz. Bu sırtta, kuzey-güney istikametinde kazılmış ve taşlarla yükseltilmiş dalgalar hâlinde mevziler sıralanıyor. Mehmetçik, bir çukur ve bir taşla kendisini korumaya çalışırken aslında siper ettiği göğsüyle vatan ve imanını korumaktadır. Ayakucumda bir mermi kovanı. Tabanında “1325”, “mavzer” yazıyor Arap rakam ve harfleriyle. Vali Bey’e verdiğim kovanı dönüşte Nazım Payam’ın elinde görüyor, hayıflanıyorum. Benim böyle saflıklarım pek çoktur. Bir defasında da bizim köyün girişinde bulduğum “hürriyet, adalet, müsavat” yazılı sikkeyi de halaoğlu elimden almıştı. Askerimiz Erzurum düşünce buralarda tam beş buçuk ay Ruslarla çarpışmış. Rusların 4.Türkistan Tümeni Almuşka’dan iner, 17. Ve 18. Türkistan alayları ise Aksunk ve Maçur önünden Bayburt’a girer. Rehberimiz, yakın zamana kadar mevzilerde
insan iskeletine ait kemiklerin, hatta kafatasının bulunduğunu söylüyor. Yöre halkına göre neresi daha gür ve yeşilse orası toplu mezar alanıdır. Allahüekber! Cepheden ayrılma hazırlıkları başladığında aşçı “Uşak, geri çekileceğiz çekilmesine de bu kartolları (patates) ne yapacağız?” der. Ruslar zamanla çekilir. Bu kez mücadele Ermeni iledir. “Babamın da içinde olduğu ordumuz Ermenileri Gümrü’ye kadar takip etmiş. Yol boyunca bir köy camisinde yakılan insan yağlarının köy meydanına sızması gibi kötü olaylara şahit olmuşlar. Gümrü’de yapılan anlaşma ile Kars’ın Kızılçakçak beldesi sınır olmuş ve bizimkiler geri dönmüşler. (U.Ahmet Aker, Hicranı Anlayan Şehir) Fransa ve İngiltere’de o işlek giyotinlerin koparttığı başlardan akan kanların bir süre sonra toprağı doyurup metrelerce uzağa akmaya başladığını hangi kitapta okumuştum acaba? Bu ziyaretin akabinde ziyafete gidiyoruz. Hedefimiz Helva Köyü. Yağmurlu bir öğle saatinde cuma namazını kılıp traktörlerin de eşliğinde Buz Mağarasının bulunduğu tepenin eteğine yapışıyoruz. İki kıl çadır kurulu. Yemekte helva da var. Bu helva, Kop Dağı’nda günlerce kartolla ayakta kalmaya çalışan Mehmetçiğin helvası mı, bize hediyesi mi? Masada tam karşımda oturan arkadaş gülümsüyor. “Korkmayın, kepçe Deli Hoca’nı elinde olduğu sürece aç kalmazsınız.” Kafileden ayrılıyoruz. Bu güzel insanlardan ve güzelliklerden ayrılma vakti gelip çattı. Geleneksel Türk misafirperverliğinin en güzel örneğine tanık olduğumuz geçide kurulu şehrin insanlarına el sallamak hiç de kolay olmuyor.
Sonuç niyetine
Bu etkinliğin hem kültür, sanat ve edebiyat adamlarını hem bürokrat ve iş adamlarını buluşturma, kaynaştırma gibi bir fonksiyonu yerine getirdiğine, bahar ve yazı iki üç ay gibi kısa bir süreye sığdıran halkın hayatına dördüncü bir cemre gibi düştüğüne inanıyorum. Teşekkür ederim Bayburtlum. Allahaısmarladık Korkut Ata’m.■
86
eyl ül-ekim-ka sım 2 0 1 0
87
eyl羹l-ekim-ka s覺m 2 0 1 0
88
eyl 羹l-ekim-ka s覺m 2 0 1 0
89
eyl羹l-ekim-ka s覺m 2 0 1 0
90
eyl 羹l-ekim-ka s覺m 2 0 1 0
91
eyl羹l-ekim-ka s覺m 2 0 1 0
92
eyl 羹l-ekim-ka s覺m 2 0 1 0
93
eyl羹l-ekim-ka s覺m 2 0 1 0
94
eyl 羹l-ekim-ka s覺m 2 0 1 0
NAMIK YUSUF
95
eyl羹l-ekim-ka s覺m 2 0 1 0
96
eyl 羹l-ekim-ka s覺m 2 0 1 0