Muhterem Okurlar, 12 Haziran 2011 seçimleri yeni oluşumların yolunu açacak gibi. Birlik ve dirliğimiz için, hısım akraba toplulukları için hakkımızdan hayırlısını diliyoruz. Temenniyle birlikte; perde arkasını okuyamadığımız olayların görünenleri üzerinde ciddi ciddi düşünmemiz gerektiğine de inanıyoruz Çünkü demokrasinin temel prensiplerini belirleyenler, vatandaşlık bilinciyle donanmış bireylerdir. “Temsil kabiliyeti yüksek” olanların seçilmesi de ancak ve ancak seçme yeterliliği kazanmışlarla mümkündür. Bu düşüncelerle dergimizin elinizdeki sayısını “Politika ve Edebiyat İlişkisi”ne ayırdık. İstedik ki “Hayat, siyaset ve edebiyat ilişkileri” üzerine bize düşeni kısmen de olsa anlatmaya çalışalım, edebiyata politika bulaştırmadan hatırlatmalarda bulunalım, edebiyat ve politikanın vazgeçilmez ortaklıklarını işaret edelim. Dergimizde bulunan denemeleri, makaleleri, şiirleri, hikâyeleri soruna ve çözüme birer işaret taşı olarak görebilirsiniz. 49. sayımızda buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz. Bizim Külliye
NAZIM PAYAM
Politikacı mı, sanatçı mı? Meşrutiyetten bu yana politik güce inandırılan halkımız sosyalleşmesinin giriş ve çıkışlarını politikayla belirliyor. Cumhuriyetin kuruluşundan beri ise partili taraftar genel başkanına bağlılığını hoca-tilmiz, ağamaraba mertebesinde yürütüyor, dersem pek de abartmış sayılmam. Politikacı bu durumu lehine değerlendirip geliştirmekte bir sakınca görmüyor çoğu zaman. Hatta sosyal uzuvların bütününü taraftarların gücü nispetinde kontrole çalışıyor. Buna sanat da dâhil. Politikacı ayrıca; kendi değerleri dışında değer ve eleştirileri olan sanatçıyı hep bir eksiğiyle tutuyor aklında. Ona göre, muhalif sanatçının arızalı hayalinde harmanlanmış gerçek, gerçeklikten yoksundur. Toplum için-
Sanatçının dünya görüşünü temsil eden partinin iktidarda olması da bunu değiştirmez, bilakis kaygı artırıcıdır. Kendisini, arzu edilen kıvamı hissettirmeye, ihmal edilen hasletleri hatırlatmaya çoklarından daha fazla bu dönemde yetkin görür. 3
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Korkar sanatçı günübirlik politika güdülerine, biçimsizliğe karışmaktan. Sanatçıya, değer kazandıran, biçimdir. Özgün biçim, sanatçıyı çok daha derinlerden alıp henüz adı konulmayan yüceliklere çıkaracak, büyük aksaklıkların, büyük sırrın düğümlerini çözdürecek güçtedir. de ayrıcalık isteyen böyleleri, palazlanmadan ötelenmeli. Hele bir de iktidarda ise sanatçıya dair olumsuz görüşlerini hiç durmaksızın halka da dayatıyor. “Politikacı mı, sanatçı mı?” dayatmasında, sanatçımızın unutulmaya mahkûm edilmesi kaçınılmaz. Politikacıdan yanadır tercihi halkımızın. Hırsın, tarafgirliğin ürettiği toplum münafıklarının yargısız infazına her an tanık olabilirsiniz. Esermiş, yazarmış, okumaymış; hak getire. Nazım Hikmet benzeri bir ideolojinin temsilcisi değilse, taraftar kitle için en iyisi sanatçının, politikadan uzak, bir köşede hülyalarının albenisiyle oyalanması! Ya Sanatçı? Sanatçının da, kendisini yol üstü taşı olarak görenlerden hoşnut olduğu söylenemez. Halkçılığın ucuz aktörü olarak biliyor politikacıyı. Değerlerin onlar tarafından istismar edildiğine, ilişkilerini çıkarlarla gürleştirdiğine inanıyor. Yine genelde sanatçının özelde şair ve yazarın bir başka inancı; politikacının buyrukçu ve sınırlayıcı konumundan oluşan yörüngesinde, taşıdığı yaptırımların insanlık adına da olsa kolay kolay elden çıkarılamayacağıdır. Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend’inde “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz,/ Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde” mısralarıyla işaret ettiği çarçabuk silinecek kötü politikacı ile lafazan sanatçının göstergeleridir aslında değinilenler. Bir zaman dilimine sığdırılamayan hizmetler ne yalnızca sanatçıya mahsustur ne de politikacıya. Ama şans, sanatçı ile politikacıdan yanadır. Hizmet etme fırsatı en fazla bu farklı
kutuplarda konuşlananlara verilmiştir. Oysa iyi politikacı ile hakiki sanatçıyı farklı kutuplarda konuşlandıran birinin ötekinden daha fazla hakseverliği, erdemliliği, millet evladının sorumluluğunu üstlenmesinden çok, mizaçları, üslup ve öncelikleridir. Politika toplumsal ve bireysel sorunlara çözüm üretme sanatıdır. Politikacı sanatını yürütürken ülkesinin, vatandaşının hücreleri üzerinde ahenkle çalışır. Vatandaşlarının yaşama ölçünlerini yükseltir; ahlaklı, eğitimli, sağlıklı, güvenli yaşamasını sağlar. Bireyleri, kitleleri huzur notalarının vazgeçilmez tınısına çeker, geleceği hedefler. Elbette bütün bunları gerçekleştirmek için aktif katılımcılarını çoğaltır. Nasıl ki bir heykeltıraştan beste; müzisyenden hüsnühat; romancıdan biyolojik bir sonuç ve şairden Mimar Sinan’ın tasarısını beklemiyorsak politikacıdan da yetisi dışında olanı bekleyemeyiz. Politikacının dikkatinden kaçan veya yetisi dışında oluşan boşluğu dolduracaklar varsa bunlar evvelemirde sanatçılardır. Yine iyi politikacı sanatı da sanatçıyı da en iyi anlayan ve değerlendirenler arasındadır. Sanatını önemsemeyen, herhangi bir partinin adresini göstermeye, küçük hesaplara, statü kavgalarına düşen sanatçı, politikacının ötelemesini, halkın dışlamasını belki hak edebilir. Ama hakiki sanatçı herhangi bir politik uğraşın öznesi olmaz, olamaz. O, odamızı aydınlatma yarışına katılmış bütün partilere aynı mesafede durur. Sanatçının dünya görüşünü temsil eden partinin iktidarda olması da bunu değiştirmez, bilakis kaygı artırıcıdır. Kendisini, arzu edilen
4
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
kıvamı hissettirmeye, ihmal edilen hasletleri hatırlatmaya çoklarından daha fazla bu dönemde yetkin görür. Sanatçı, olay ve olguları netleştirmede öncü olabileceği gibi, bir sonraki sezgilerin duyurucusudur da. Sanatçının bir özelliği de, ruh coğrafyasının gezgini olmasıdır; gezintisi esnasında gördüğünü, hissettiğini ve bireysel tercihini sanatının ilhamıyla fısıldar. Onun bireysel tercihi zamanla evrensel beğeniye dönüşebilir. Böylesi bir durumun gerçekleşmesinde bırakın kendi politikacısını, diğer toplumların nice politikacısından daha etkin ve kapsamlı olacaktır. Sanatçı, yalnızca iç sesten, çevreden ve estetinden sorumlu tutmaz kendisini; Schiller’in vurguladığına; gerçeğinin biçimine de yoğunlaşır. Schiller, “İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Bir Dizi Mektuplar”ında, “…iç, ne ölçüde yüce ve geniş olursa olsun, her zaman kafayı sınırlandırarak etkiler ama biçimden ancak gerçek estetik ve özgürlük beklenebilir.” der. Korkar sanatçı günübirlik politika güdülerine, biçimsizliğe karışmaktan. Sanatçıya, değer kazandıran, biçimdir. Özgün biçim, sanatçıyı çok daha derinlerden alıp henüz adı konulmayan yüceliklere çıkaracak, büyük aksaklıkların, büyük sırrın düğümlerini çözdürecek güçtedir. Politikacının sorumluluk alanı ise kendisini bir başına özgün biçim oluşturmaya bırakmaz. Göz ardı edemeyeceği toplumsal öngörüler, kurallar vardır. Geniş halk kitlesiyle işler işleyeceğini. O, öze doğru şimdinin yüzüyle hareket eder. Biçim, vaat edilenin gerçekleşmesinde saklıdır. Vaat edilenin gerçekleşmesi yolunda düzenler biçimini. Gerektiğinde alımlı güzelleri bir gereç olarak kullanıp kitleyi amaca uygun yönlendirir. Kendisine halk nezdinde güven artıracak düşman devşirmek, devşirdiklerini lokomotifin ocağında enerjiye dönüştürmek de onun her an değişebilir biçimine dâhildir. Politikacının bir aracı da baskıdır. Sartre, “Yazarın Sorumluluğu” denemesinde yazarla
politikacıyı karşılaştırırken, politikacı özgürlüğü amaç edinmiş olsa da onun yönteminde “zor’dan” başka yolun olmadığını söyler. “Yazarsa tersine, öyle bir ortamdadır ki, orada politikacı gibi, özgürlüğü, insan haklarının gerçekleştirilmesini istemekle birlikte, zor kullanmak zorunda değildir. Buna yanaşamaz da.” Her şeye rağmen politikacının yeri belli… O, “meclis” adamı. Peki, parlamenter sistem içerisinde sanatçı nerede durmalı? Mekân, mevki ve sorgulama değişikliğine binaen meclis eşiğinden içeri girebilen Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal, Memduh Şevket Esendal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Arif Nihat Asya, Arif Sağ, Erdem Beyazıt, Yılmaz Karakoyunlu, Mehmet Atilla Maraş gibi sanatçılar milletvekili sınavına girdiler. Başarılı oldukları söylenemez. Sanatçılarımızın milletvekilliği döneminde ilk yitirdiği iddialarıydı. Çoklarının hayalleri, hayreti pörsüdü; mecliste tereddütlerin adamı olmaktan öteye geçemediler. Çünkü politikada yaratılışa sinmiş eda ve üslup farklı. Cumhuriyet, insanı ve insanı kuşatan her ne ise onu eşeleyerek özüyle yüzleşmek isteyen sanatçıdan çelişmez. Politikacısıyla da. Çeliştiği; politikacısını, ağasını, paşasını, cemaatini, şaşmaz-şaşırmaz bilen tabanla, vatandaşlık iradesi gelişmemiş, üstünde tepişmeye müsaade eden tabanla ikizleşendir. Bu, sanatçı da olabilir. Öyleyse dolaysız soralım: Özelliklerinden ve önceliklerinden taviz vermeyen sanatçı ile politikacıdan, bu iki farklı nitelikten, bir koro nasıl çıkarabiliriz? Sanırım çözüm Tarık Buğra’nın, edebiyat ve sanat adamı politika yapmamalı, ama politikacılar sanatçıların ürünlerinden politika üretmeli, temennisinde. Buğra’nın temenniden olacak ki tarihe her kulak verişimde sanatkârları ile yürüyen büyük devlet adamlarının ayak seslerini duyuyorum. ■
5
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
REHA ÇAMUROĞLU ile politika ve edebiyat üzerine
Her alanda büyük bir durgunluk var gibi geliyor bana. Bir felsefe akımı ortaya çıkmayalı ne kadar zaman olmuştur? Böyle baktığımda edebiyatın ve özelde Türk edebiyatının yine de çok dirençli çıktığını düşünüyorum. Bence hâlâ politika üzerinde bir etkisi var ve hâlâ hiç olmazsa istikamet alınabilir bir yerde duruyor.
TANER NAMLI
Türkiye’de, Cumhuriyet dönemi politik söylemi, edebiyattan ne kadar yararlanabildi? Genç Cumhuriyet olağanüstü karmaşık koşullarda kuruldu. Tanzimat’tan beri getirdiğimiz “yukarıdan aşağıya” modernleşme paradigmasını devralmış, bu nedenle de milletin tüm potansiyellerini ve tevarüs ettiği birikimi harekete geçirememişti. Edebiyata ilişkin tutum ise belki de bu felç hâlinin en belirgin ortaya çıktığı alanı oluşturmaktadır. Türkçenin Arap alfabesine çok uygun bir dil olmadığı hemen tüm dilbilimcilerce kabul edilmesine karşın, “Harf Devrimi”nde ve “Öztürkçeleştirme” de varılan ifrat, Cumhuriyetin hemen hemen tüm kuşaklarını edebiyatımıza yabancı hâle getirivermiştir. Bunun ne kadar feci bir durum olduğunu dahi ancak yakın zamanlarda kavramaya başladık. Dolayısıyla Cumhuriyetimizin politik söylemi maalesef bu büyük potansiyeli hakkıyla değerlendirememiş ve “yabancı” bir dil üzerine oturmaya çabalamıştır.
Tarihçi-yazar ve milletvekili Reha Çamuroğlu, 20 Ağustos 1958′de İstanbul’da doğdu. 1986’da Boğaziçi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. Büyük Larousse ve Ana Britannica ansiklopedilerinde tarih yazarlığı ve redaktörlük, Kara, Efendisiz, Cem ve Nefes dergilerinin ise yazı işleri müdürlüklerini yaptı. Almanya’da bir dizi üniversitede konuk olarak ders ve konferanslar verdi. TYB tarafından “2001 Yılı En İyi Romanı Ödülü”ne layık görüldü. Aynı yıl “Hacı Bektaş Barış ve Dostluk Ödülü”nü aldı. 1998’de Açık Radyo’da “Ziggurat” adlı programı hazırlayıp sundu. Öğrencilik yıllarında özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nda “merkez-periferi ilişkileri”yle, bu ilişkilerin ve özellikle de merkez-periferi arasındaki gerilimin ekonomik, sosyal, politik yönleri, dayandığı zihinsel yapı farklılıkları ve bunları yeniden üretişi ilgilendiği başlıca konulardı. Bu ilgi, Çamuroğlu’nu zihniyet tarihi ve özel olarak da “İslam heterodoksisi” üzerinde yoğunlaşmaya yöneltti. Yazılarında Erhan Çam, Osman Konur, Melih Tezgör, Ali Kürek, Kemal Demir, Suat Alaca imzalarını da kullanmıştır. Eserlerinden bazıları; Son Yeniçeri, İsmail, Değişen Koşullarda Alevilik, Sabah Rüzgarı /Enelhak Demişti Nesimi, Dönüyordu / Bektaşilikte Zaman Kavramı, Yeniçerilerin Baktaşiliği ve Vaka-i Şerriye, İkiilebir, Kalem Efendisi, Tarih, Heterodoksi ve Bektaşiler ve Bir Anlık Gecikme’dir. 22 Temmuz 2007 seçiminde İstanbul Milletvekili olarak Meclise girmiştir.
6
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Osmanlıda siyaset, edebiyata ne derecede nüfuz etmişti? Osmanlıda siyaset ile edebiyatın doğrudan canlı ilişkileri vardır. Birincisi, halk edebiyatında “destan” geleneğinde bunu çok açık şekilleriyle görmek mümkündür. Bir savaştaki galibiyet ya da mağlubiyet hemen destanlarda görünür. Kıtlık, bu kıtlığa yönetimin ilgisizliği ve hemen her türlü muhalefeti bu destanlarda görmek mümkündür. Destanlar genellikle zannedildiği gibi Osmanlı kırlarına mahsus da değildir. Büyük şehirlerde bu destanlar ya elle ya da daha sonraları matbaa ile çoğaltılıp satılır, kısa sürede büyük yaygınlığa ulaşırlardı. Sarayın “yüksek edebiyata” etkisi daha çok bahşişler, armağanlar, terfiler olarak ortaya çıkardı. Yine de “yüksek edebiyatı” sarayın ve bahşiş kesesindeki altının sesinden ibaret saymak büyük bir yanılgı olacaktır. Bu edebiyat, muhalefetini yahut eleştirilerini özellikle geniş sembolik söyleme biçimlerimizin arkasına gizlemiş ve sadece “erbabına” sunmuştur. Dolayısıyla bu edebiyatımıza “şifrelerini” çözmeden yaklaşmak beyhude bir anlama çabası olur.
musunuz? Edebiyatımız, romanımız; toplumu yönlendirebilme, dünyaya karşı sosyal bir duruş sergileyebilme gücünü aşılayabiliyor mu, yaşatabiliyor mu? Bakın, aslında yeni iletişim dünyasıyla birlikte, özellikle internet medyasından sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını kestirmek zor değil. Ben belki de burada çok karamsar olanların sınıfındayım. Her şey uçucu artık her şey “twit”. Senelerdir doğru dürüst bir besteye rastladığımı düşünmüyorum. Her alanda büyük bir durgunluk var gibi geliyor bana. Bir felsefe akımı ortaya çıkmayalı ne kadar zaman olmuştur? Böyle baktığımda edebiyatın ve özelde Türk edebiyatının yine de çok dirençli çıktığını düşünüyorum. Bence hâlâ politika üzerinde bir etkisi var ve hâlâ hiç olmazsa istikamet alınabilir bir yerde duruyor.
Bektaşi geleneğinin ve İslam heterodoksisinin politik tarafları hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bu sorunuz çok geniş tartışma ve anlatıları beraberinde getirecek bir sorudur. Çok kısaca söylemek gerekirse Alevi gelenek, siyasi iktidarın “hak sahibinde” olması gerektiğini ileri sürerken Sünni gelenek “cemaatin rızasını alanda” olması gerektiğine inanır. Bu temel farklılığın pek çok pratik sonucu ortaya çıkar tarih içerisinde. Alevi siyaset anlayışı mesela cemaatin yanılmaz olduğuna inanmaz ve oybirliği hakikat bağlamında bir “garanti” meydana getirmez Alevi için. Oysa mesela Sünnilikte “ümmet yanlışta ittifak etmez”. Sonuçta heteredoks İslam her durumda daha muhalif ve daha akışkan bir siyasi tavır içinde olacaktır.
Politikacı, tarihçi ve romancı kimliklerinize dayanarak sormak istiyorum. Eserleriniz, Alevi kimliğinin tarihi ve politik arka planını ortaya koyuyor. Bunları anlatırken tarihsel gerçeklikleri anlatma düşüncesinin yanında ne tür toplumsal mesajlar verme amacı güdüyorsunuz? Her şeyden önce şunu görmemiz gerekiyor; yetmiş küsur milyon insanı bütün çeşitlilikleriyle kavga dövüş olmaksızın bir arada barış içinde yaşatmak muazzam bir zor iştir. Hiçbir şey kulak ve gözlerimizi, zihin ve gönüllerimizi birbirimize kapatmaktan daha kötü olamaz. Dolayısıyla birbirimizi dinleyebilmeli, birbirimizi okuyabilmeliyiz. Okutmak yazarın işidir büyük ölçüde. Fikirleriniz harika olabilir ama kendinizi okutamazsanız çok da anlamlı bir işlevi olmayabilir. Yani hünerinizi de göstermek zorundasınız. Alevilerin Sünnilere, Sünnilerin Alevilere kör ve sağır olmamasına çalışıyorum diyebilirim. Bu her kümeleşme için geçerli değil mi aslında?
Günümüz Türk edebiyatının, özelde Türk romanının politik bir işlevi olduğunu düşünüyor
Güdümlü bir şekilde kaleme alınanlar ve siyasi eğilimlerle yazılanlar, edebiyat ve politika bir-
7
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
likteliğini zedeler mi yahut zenginleştirir mi? Biraz önce bahsettiğimiz “hünerle” yakından ilgili bu durum. Öyle bir yazar vardır ki güdümlüdür ama o denli “hünerbaz”dır ki bunu anlayamazsınız. Yani burada her şeyden önce edebiyatın kalitesi çok önemlidir. Ama okurun sorumluluğunu unutmamak lazım. Bazen bir okurum geliyor ve mesela “Yeniçerileri sizin kitabınızdan öğrenebilir miyim?” diye sorabiliyor. Bu soruya verebileceğim çok nazik bir cevap maalesef yok. “Son Yeniçeri” çıktığında ben o konuda dünyada ne yazılmış ise hepsini okumuştum ve yine de “öğrendim” diyemiyordum. Okur, dünyanın bir “Harry Potter” dünyası olmadığını kavramak durumunda. Türkiye’de tarih yazımı, politik tutumların etkisinde midir? Dünyanın her yerinde tarih yazımı politikanın etki alanı içindedir ve politikanın en dikkat ettiği alanlar arasında gelir. Bu kaçınılmazdır. Bizde de böyledir. İyi tarihçi önerdiği tarih anlatısına en çok tarihçiyi ikna eden tarihçidir. Mutlak doğru tarih diye bir şey olmamıştır ve olmayacaktır. Allah bizlere akıl ve fark etme kabiliyeti vermiştir, bunu kullanacağız. Avrupa’daki politika-edebiyat ilişkisi sizce günümüzde nasıl ilerliyor? Politika dünyanın her yerinde kabalaşıyor, hoyratlaşıyor bunu gelecek için son derece sakıncalı görüyorum. Sarkozy özel uçağına jakuzi yaptırabi-
liyor. Böyle bir görgüsüzlüğü Fransızların çoğunluğunun ulusal kahraman olarak kabul ettiği Charles de Gaulle yapsaydı adamcağızı tefe koyar çalarlardı. Merkel açıkça ırkçı söylemler içine girebiliyor, Berlusconi hakkında yorum yapmaya dahi gerek yok. Böyle bir politika edebiyata gölge etmez ise daha hayırlı bir iş yapmış olur. Ama bu politika da böyle gitmez, benim kuşağım görür mü bilmiyorum, fakat bizden sonrakiler dünyada ciddi rejim tartışmaları görecekler. Batılı yazarların oryantalist bakış açısını, hatta kimi Türk yazarlarının da bu çizgide oryantalist tutumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Oryantalizm artık eski gücünde değil ve bundan sonra da olamayacak. Ne “doğu” eski doğu ve ne de Müslümanlar eski Müslüman. Rakibin elenselerini tanıdılar ve tanıyana kadar da akıllarından bir daha hiç çıkmamasını sağlayacak acı bedeller ödediler. Kısacası amiyane söyler isek “yemezler”. Son olarak romancı Reha Çamuroğlu ile politikacı Reha Çamuroğlu arasında ne tür farklılıklar görüyorsunuz? Romancı Reha Çamuroğlu’nun sırtında yumurta küfesi yoktu. Söyledikleri sadece kendisini bağlardı. Yani çok ama çok daha özgürdü. Politika öyle mi ya? Bütün “Bizim Külliye” dergisi okurlarını kalpten selamlıyor, saygın çabanız önünde saygıyla eğiliyorum.■
8
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
NAZIM HİKMET POLAT ile edebiyat ve siyaset üzerine
Politika, hayatın her alanında vardır ve yönlendiricidir. Sonra dönüp edebiyattan etkilenen politikayı konuşabiliriz. Ama orkestra şefi politikadır. Politik güçler (dünya ölçeğinde hâkim güçlerden bahsediyorum) toplum mühendisliğinde sanatı, bir ikna aracı olarak kullanmaktadırlar.
KEMAL BATMAZ
Prof. Dr. Nâzım Hikmet POLAT 1955 (Oltu-Erzurum). İlkokulu Bahçecik köyünde (1968), ortaokulu Oltu’da (1971), Öğretmen Okulunu Tokat ve Bolu’da okudu (1975). Yüksek tahsilini Atatürk Üniversitesi. Edebiyat Fakültesinde yaptı (1979). Atatürk Ü.(1978), Yüzüncü Yıl Ü.(1981). Cumhuriyet Ü.(1985), Niğde Ü. (2001) ve Doğu Akdeniz Üniversitesinde (2004-2007, Magusa –KKTC) çalıştı,. 2009’dan beri Gazi Ü. Öğretim Üyesidir. Yenileşme Devri Türk Edebiyatı Anabilim Dalı öğretim Üyesi olarak, Tanzimat sonrası kültür hayatımızın süreli yayınlarda saklı bulunduğu inancıyla, çalışmalarını bu alanda yoğunlaştırdı. Ayrıca, “Türklük Bilimi Araştırmaları” adlı uluslararası bilimsel bir dergi çıkarmaktadır. Yayımlanmış on bir eseri bulunmaktadır.
Edebiyat-siyaset ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz? Bir edebî eser siyasi meselelerle alâkadar olmalı mı yoksa uzak mı durmalıdır? Gustave Lanson’dan beri, edebiyat tarihine medeniyet tarihinin tamamını gösteren bir ayna nazarıyla bakma eğilimi yaygınlaşmıştır. Bugün, bütün itirazlara rağmen ciddi edebiyat tarihleri az çok aynı hat üzerinde yürümektedir. Demek ki edebî esere ve edebî faaliyete yaşanmışlardan ve yaşanabilmesi tasavvur edilebilen her şey konu olabiliyor. Esasen edebiyatta konu ve temanın eseri edebî kılmada hiçbir rolü yoktur, olamaz! Çünkü her konu ve tema herkes için ortadadır. Ediplik onu kurgulayabilmekte ve dilin edebiyata tanıdığı sınırda kullanabilmektedir. Edebiyat her konu ve tema etrafında olabilecekse “siyaset” neden bunlardan biri olmasın? Edebiyatın her şeyden bahsetmesi mümkün ise siyaseti edebiyat için yegâne “örnek alanı” diye düşünmek neyin nesi? Azade ruh, kanat çırpacağı semayı kendisi bulur. Ayağı daha önce kendisine öğretilenlerin kazığına bağlı duranlar, hamakatlarıyla edibe “gölge etmesinler, başka ihsan istemez”!.. Edebiyat “yarin dudağından getirilmiş bir katre alev”le de ilgili olabilir, bir ihtilâl cemiyetinin faaliyetleri üzerine de. Küçük mevzulardan büyük eserler doğabilir, büyük mevzular bir nefeslik yaşama azminden mahrum laf yığınına dönüşebilir.
9
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Güç açısından bir değerlendirme yaparsak toplumu etkileyen sanatçı mı yoksa politikacı mıdır? Niçin? Eski devirler için politika geniş halk kitlelerinin epeyce uzaktan seyrettiği arenadır. Fakat günümüz toplumlarında geniş halk kitleleri eskisi kadar güçsüz değildir. Bundan dolayı günümüzde hâkim siyasi güçler yapacakları hamleler için önce halkı hazırlamaya özen göstermekte ve bunu da bütün kitle iletişim araçlarıyla (hiçbirini ötekine feda etmeden) kullanmaktadırlar. Sözünü ettiğimiz araçlar, bir yığın malzeme yanında edebiyatı da akla gelebilecek her türlü sanat dalını da bir manivela olarak kullanmaktadırlar. Sanatın gücü politikanın gücünden az olsaydı, hâkim güçler bunu kullanmak yerine yalnızca doğrudan politik malzemeye yatırım yaparlardı. Aktif olan öncelikle politikadır. Politikacının önce hikâyeden etkilenerek bir siyasi tutum belirlediğini safdil olanlara söyleyebilirsiniz. Yumurta-tavuk meselesi anlatmıyorum. Politika, hayatın her alanında vardır ve yönlendiricidir. Sonra dönüp edebiyattan etkilenen politikayı konuşabiliriz. Ama orkestra şefi politikadır. Politik güçler (dünya ölçeğinde hâkim güçlerden bahsediyorum) toplum mühendisliğinde sanatı, bir ikna aracı olarak kullanmaktadırlar. Türkiye’de bu böyle midir? Türkiye atmosferin dışında değil ki!... Hatta gücün tam olarak Batıya geçtiği 19. yüzyılın başından beri bu operasyon devam etmektedir. Günümüzde hızlanarak devam eden bir değiştirme ve dönüştürme programı vardır. Bu programın bir parçası, dönüştürülmeye çalışılan toplumların lehinedir. Ama bu başka bir mesele. Biz yine edebiyatın yerini sorgulamaya devam edelim. Son on yıldır devam eden ve geniş kitlelere sanatla pompalananları göremeyeceklere sözüm yok! Sözümüz cılız kalır çünkü. Son on yıldır Türk kamuoyuna bir “millî suçluluk psikolojisi” zerk ediliyor. Hem de damardan… Romancınız kalkıp tarihimizle yüzleşmek adına “kestik, öldürdük, yok ettik, inkâr ettik” sakızını çiğniyor. Sinemacınız bunu filme çekiyor. Televizyoncunuz habbeden kubbe çıkarmada daha üstat! Bir yabancı gözüyle şu hâle bakacak olsanız bu memlekette “Türk de var” demek için tereddüde düşersiniz. Belki de şudur diyeceğiniz: “Barbar Türkler ya yok etmişler ya yok saymışlar.”
Şimdi soru sırası bende. Sorarım size, bu bir toplum mühendisliği değil midir? Edebiyat bu ilişkide “yönlendirilen” bir “etkili araç” değil mi? Bunun zıddını söyleyenler, aslında mevcudu tespit yerine gönüllerinden geçeni söylemiş olurlar. Diyebilirler ki politik etki geçici, sanatın (özellikle edebiyatın) etkisi kalcıdır. Fakat her devirde, yönlendirici güç, kendi işine gelen karşı iddianın yanında hormonlanmış besleme edipler bulabilir. Edebiyatın kurgu işi olması, hâkim politik güçlerin işini kolaylaştırıyor. Mademki kurgusal dünya, ben de böyle kurguladım diyip kestirmeden gitme kurnazlığı kimde yok ki? Peki, bu vicdan işi mi? Vicdandan değil edebiyattan bahsediyoruz. Politika He-Man’dir. Bağırıyor: Güç bende!... Öyleyse politik güç sahipleri, yani uluslararası hâkim güçler yaparlar istediklerini!.. Sadece seyirci olursanız, üstelik bir de safdil seyirci olursak yaparlar. Ama dünyada sadece toplumlar değil bütün mahlûkat bir rekabet içindedir. Kendi ahlâki ve vicdani ölçülerinizle ters düşmemek kaydıyla aynı malzemeyi, manivelayı siz de kullanırsınız. Edebiyat bunun neresinde kalır? En kötü mevzudan da en iyi edebî eserler çıkarılabilir. Cinayetin kötülüğünü her vicdan söyler. Ama “cinayet”i bir olay olarak şaheser yapmak da mümkündür. Hâkim politik güçlerin değirmenine su taşıyalım demiyorum. Ama mevcut durumu soruyorsunuz, ben de görebildiğimi söylüyorum. Bu tür toplumsal dönüştürme projelerinde en çok hangi edebî tür kullanılmaktadır? Bu zaman zaman değişkenlik gösteren bir durumdur. Bir zamanlar şiir yani manzum sözün kuvvet ve kudreti diğerlerinden fazla idi. II. Meşrutiyet yıllarında “Devr-i sabık” edebiyatının gözde türü tiyatrodur. Ama bugünü sorarsanız hiç tereddütsüz “roman” derim. 2010 Türkiye’sinde 570 roman yayımlandı. Yani gün başına bir buçuk romandan fazla! Niçin roman? Çünkü roman, tek kelimeyle söylemek gerekirse hayattır. Onda her şey vardır. Şiirde her şey olmaz, çünkü sırıtır. Ayrıca kitle iletişim araçları için -biraz önce temas ettiğimiz üzere- roman artık endüstriyel bir meta malzemesidir. Çeşitlendirildikçe reklam gücü ve pazar payı çoğalan bir meta!■
10
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Hayat, siyaset ve edebiyat ilişkileri VEFA TAŞDELEN
Giriş
Her yazarın kendi zamanı ile görülecek hesabı vardır; kendi zamanından alacakları ve ona verecekleri vardır. Yazarken bu hesabın görülmesine yönelir bir bakıma. Bu da onları ister istemez kendi zamanlarının otoritesi ile karşı karşıya getirir.
Siyaset, kuramsal kökleri, temelleri ve damarları olan pratik bir edimdir; pratik bir edim olduğu gibi kendisinin dışındaki tüm pratik edimleri, yapıp etmeleri de doğrudan etkileyen, yönlendiren “temel aygıt” durumundadır. Onun alanı, insani-tarihsel varoluş alanıdır, “yaşama” alanıdır. “Yaşanmışlık” edebiyatın toprağıdır, besin alanıdır. Zira soyut bir çalışma değil, her zaman varoluşun sıcak ocağında pişen, oradan türeyen bir çalışmadır o. Soyut ve kavramsal değil, tüm varlığını somut varoluş durumlarına olan bağlılığında bulan bir sanattır. Bununla birlikte her edebiyat eseri yine de zayıf ya da güçlü bir düşünce dokusunu kendi özünde gizler. Ne kadar ustaca gizlerse o kadar canlı bir görünüm kazanır. Yaşanmışlık, bir yönüyle tarihe, bir yönüyle edebiyata hayat verir. Bu tarihsel yapı, bilimsel bir tarz ortaya koymadan önce sanatsal bir tarz ortaya koyar. Tarihin asırlarca, bilime değil, edebiyata ait bir tür olarak algılanmasının temelinde, ya-
11
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
şanmışlığı anlatıyor oluşu rol oynar; zira onda insan kendine özgü, diğerlerinden farklı, bir kerelik, ama sadece bir kerelik öyküsünü anlatır. Belki bu tekil özelliğinden dolayı tarih asırlar boyu bilimsel bir bilme faaliyeti olarak değil, bir edebiyat biçimi olarak değerlendirilmiş; gerçeklik boyutu ile değil, eğitici ve eğlendirici boyutu ile yarı fantezi bir şekilde ortaya çıkmıştır. Düşünce tarihinde, edebiyatla siyaset arasındaki ilişki Platon’a kadar geri götürülebilir; hatta “güzel konuşmayı”, “etkili” ve “ikna edici” konuşmayı meslekleri olarak gören, bu mesleği öğrenmek isteyen gençlere aile ve ülke yönetiminde başarı vaadinde bulunan sofistlere kadar. Ama her konuşmanın “bir şey üzerine konuşma” olduğunu söyleyen Sokrates, sofistlerin hangi konu üzerinde konuştuklarını sorduğunda, onları bir içtenlik testinden de geçirir; inandırıcılıklarını ve güvenirliklerini sorgulanabilir hâle getirir. Güzel konuşma, belirli bir konu üzerinde konuşma olmayacaksa, ne üzerine olacaktır? Boş ve içeriksiz bir konuşma mı olacaktır? Sofistlerin bu yaklaşımları ile bir yandan edebiyata, bir yandan siyasete karşı beslenen olumsuz yargılar arasında bir paralellik kurulabilir. Edebiyat yapmayı “boş söz söyleme sanatı” olarak görenlerin tutumu ile retorik sanatını “içeriksiz konuşma sanatı” olarak görenlerin tutumu örtüşür. Sofistlerden “bir şey üzerine” konuşmalarını bekleyen Sokrates, söze, hitabete bir içerik-değeri yüklerken haklıdır: sözün değeri bir şey söyleme gücüyle orantılıdır. Sofistlerin “etkili” ve “ikna edici” konuşma sanatları, siyaset alanında da kendine verimli bir yer bulmuştur. Büyük kitleleri etkilemek için, belirli bir şey üzerine ciddi ve gerçekçi bir şekilde konuşmaya gerek yoktur; önemli olan etkileyici ve sürükleyici bir şekilde konuşabilmektir. Bu “kandırıcı retorik” geçmişte olduğu gibi günümüzde de kendisine müşteri bulabilmektedir. Platon, ilk sansürcüdür. Devleti yöneten kişilerin şairleri, efsane anlatıcılarını, ressamları ve müzisyenleri denetlemesi gerektiğini düşünür. Sanatlarını metafor üzerine kuran şairlere, duygu temelli sanat icra eden müzisyenlere ideal devlet tasarımı içinde yer vermez. Onların, ancak toplumun ve devletin selameti doğrultusunda bir işlevleri olabileceğini düşünür. Platon’un bu tutumu, “sansür” fikrinin düşünce tarihi içindeki ilk sistematik ifadesini oluşturur. O, bununla da yetinmez, masalların
(mitos) nasıl anlatılması gerektiği konusu üzerinde de durur; bu anlatımların ahlaksal ve dinsel tutumlar üzerindeki etkilerini tartışır. Sanatları, insanlar üzerindeki korku ve cesaret gibi zihinsel ve duygusal etkileri açısından ele alır. İnsanları duygusal zaafa, korkuya sevk edecek, onları cesaretten ve savaştan alıkoyacak sanat biçimlerini hoş karşılamaz. Platon, o büyük filozof, burada, âdeta bir diktatör gibi konuşur. “Belirli insanların değil, tüm insanların mutluluğunu” amaçlayan devlet anlayışı, koruyucu, ama aynı zamanda da “denetleyici”, “kısıtlayıcı” bir tarzda ortaya çıkar. Bu “güdümlü sanat”, daha sonraları pek çok diktatörlükte hayatiyet kazanmıştır. Tarih içinde, çağdaş dünyada bile bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Sovyetler Birliği’ndeki ve Nazi Almanya’sındaki sanat uygulamaları “güdümlü sanat” anlayışına örnek olarak gösterilebilir. Edebiyat gerçeklerden beslense de imgelem alanında yer alır. İnsanın eylemleri, pratikleri, olanakları ile harekete geçen hayal, varoluş dünyasının yeniden üretilmesine katkı sağlar. Edebiyat, pratik alanın yaşantılarını, varoluş hâllerini dil alanında yeniden inşa eder. Onun kökleri bir yandan pratik, bir yandan teorik alandadır. Bu iki unsur onu siyaset ve felsefe ile ilişkili hâle getirir; pratik alanda siyaset, teorik alanda da felsefe ile bağlantı kurar.
1. Hayatı Üretmenin Aracı Olarak Siyaset
Asıl sorun hayatı üretebilmektir. İnsanoğlu öteden beri güzel yaşamanın, iyi yaşamanın yollarını aramıştır. Hayatının anlamı ile güzel yaşamak arasında ilgi kurmuştur. Kimi zaman mutlu yaşamak olarak görmüştür onu, kimi zaman rahat yaşamak olarak. Bazen haz bazen tevekkül ağırlıklı bir hayata yönelmiştir. Varoluşun ilk ve öncelikli sorunu, her bireyin bizzat karşılaştığı temel sorun hayatı üretebilmek, geriye dönüp baktığında, “evet, yaşadım” diyebilmektir. Her birey öncelikle kendi hayatını üretmekle yükümlüdür. Hayatı üretmek, her bireyin vazgeçemeyeceği ödevi ve sorumluluğudur. Birey için hayat denilen şey, onu ne kadar üretebilirse o kadar vardır. Kimileri çok üretir onu kimileri daha az. Kimisi anlamlı görür kimisi değersiz. Kimileri kötü bir yönelim içine girer kimisi erdemli yaşar. Sonuçta herkes kendi varlığını yontar kendi zamanı içinden, kendi ömrünü çekiçler.
12
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Hayatı üretmek önemli bir şeydir; onun dışında kalan her şey ikincildir. Ama hayat kendi kendine üremez. Hayatı üretmek, bir çabayı, bir eylemi gerektirir. Hayatı üretmek için başka şeyleri üretmek, onu üretebilecek eylemleri gerçekleştirmek gerekir. Bu çabasında insana bilim teknoloji ve eğitim yardımcı olur. Bilim, kendisine ve evrene açılan yolları tanıtır ona. Felsefe ana sorununun çözümlenmesinde yardımcı olur. Din, kendisi ve diğer insanlarla, hayatla ve Tanrı’yla anlamlı ilişkiler kurmasını, bu tutumlar sonucunda kendisini dingin kılacak tutumlar sergilemesini sağlar; hayatın anlamı sorununu netleştirir. Böyle bir sorunla karşı karşıya olduğunu ve bu sorunla yüzleşebilecek bir konumda olduğunu öğretir. İnsan hayatı üretirken, kim olmalıyım, nasıl yaşamalıyım sorularına da cevap arar. Hayatı üretmek, ben kimim, kim olmalıyım, nasıl yaşamalıyım, hayatımın anlamı ne olmalı sorularına cevap vermektir. Hayatın anlamı, bu sorulara verilen sahih ve içtenlikli cevapta ortaya çıkar. Siyaset, pratik hayata yönelik bir irade biçimini simgeler. Pratik hayatı biçimlendirecek iradeyi, gücü ve erki temsil eder. O bu güçle, gündelik hayatı düzenler, organize eder. Sokakta, çarşıda pazarda, eğitimde, sağlıkta, işyerinde, gelir düzeyinde, dünya ile olan ilişkilerde siyasetin doğrudan etkisi vardır. İçinde bulunduğumuz konjonktür, nasıl ki bir birey olarak bizi doğrudan etkiliyorsa, politik gidişat da gündelik hayatta olup bitenleri öylece etkiler. Toplum bireyi, politika da toplum denilen büyük mekanizmayı harekete geçirir, ona bir yön ve biçim verir. Bu şekilde hayatın üretilmesinde birinci derecede etkili olur.
2. Hayatı Yeniden Üretmenin Aracı Olarak Edebiyat
Camus, “Yazmak iki kez yaşamaktır.” der. Bu ifade yaşamanın ve yazmanın doğasını iyi karşılar. Bir kez yaşarız, herkes gibi hayatın içinde bulunuruz; bir kez de yazarken yaşarız. İlkinde bilinç düzeyimize yansımayan hayat, yazarken doğrudan bilincimize yansır; duygu ve düşünce olarak ifade bulur. Yazarken hayatı bilincimde, gönlümde, kendi iç evrenimde yeniden üretirim. Bu üretim hayatı daha derinden kavramamı sağlar. Ama bir yazar olarak yalnız kendim ikinci kez algılamakla kalmam hayatı, onu okuyan kişiler de aynı şekilde o
hayata katılırlar. Bununla da kalmazlar, katıldıkları hayat konusunda bir bilinç elde ederler. Bu nedenle hayat hakkında ne kadar okursak o kadar bilincimiz olur, ne kadar bilincimiz olursa onu o kadar tadarak, hissederek, farkına vararak, denilebilirse yaşayarak yaşarız. Yazılmamış hayat, işlenmemiş madenler, sürülmemiş topraklar gibidir; hamdır, bilincin ilmek ve dokularından yoksundur. Bu tür toplumlarda insan ilişkileri kaba ve nezaketten yoksundur. Toplumsal yaşam verimsiz ve çoraktır; estetik duyarlılıktan yoksundur. Yazarlar, şairler, seyyahlar, ressamlar, mekânı, yolu, fakirliği ve zenginliği, sevinci ve hüznü, ayrılığı ve kavuşmayı yeniden işleyerek bilinç düzeyine çıkarırlar. Böylece varoluşun çeşitli hâlleri konusunda bir bilinç ortaya çıkar. “Peki, bu bilinç ne işe yarar?” diye sorulursa, “Hayatı yeniden yaşamada, yeniden üretmede işe yarar.” diye cevap verebiliriz. Bu hususta Schiller şunu söyler: “Yazar, kendi zamanının çocuğudur.” Her üretken ve yaratıcı bilinç, kendi zamanının verileri ile bilincini oluşturur, kendi zamanının verileriyle hız, şekil ve yön kazanır. Ama onun kölesi ve uşağı olmaz; zira o kendi çağının önüne geçebildiği ölçüde geleceğe kalır, kendi çağının bilincini aşabildiği ölçüde kendi bilincini oluşturur. Şu çok açıktır: Edebiyat ve sanat eserlerine baktığımız zaman, bu eserlerin ana dokusunu yazarların kendi dönemi oluşturur; bu gayet doğal bir şeydir. Zira her yazar, kendi zamanının sosyal, siyasi koşulları içinde yaşar, o konjonktürden etkilenir, kendi zamanının olumlu ya da olumsuz koşulları içinden bakar. Şu söylenebilir: Her yazarın kendi zamanı ile görülecek hesabı vardır; kendi zamanından alacakları ve ona verecekleri vardır. Yazarken bu hesabın görülmesine yönelir bir bakıma. Bu da onları ister istemez kendi zamanlarının otoritesi ile karşı karşıya getirir. Sadece 50’lili yıllara kadar Türkiye’deki yazar-siyaset ilişkisine bakacak olursak, dönemin aydınları ve yazarları arasında neredeyse hapishaneye girmemiş olan yok gibidir. Dolayısıyla yazar, kendi zamanı ile hesaplaşırken -çünkü o kendi zamanı ile görülecek hesabı olan bir kişidir- ister istemez siyasi otorite ile karşı karşıya gelir. Böylece geçmişi Platon’a kadar geri giden sansür anlayışı, yazarla siyasi otoriteyi karşı karşıya getirir. Siyasi otorite bu uygulaması ile ona şunu söylemek ister: “Her şeyi yazamazsın. Ancak benim istediklerimi, yine benim izin verdiğim öl-
13
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
çüde yazabilirsin, bana tabi olduğun sürece yazabilirsin, benim hassasiyetlerimi gözettiğin ölçüde yazabilirsin.” Tabii ki, bu da yazarlığı bir gönül, akıl ve vicdan işi olmaktan çıkararak bir yandaşlığa, bir alkış tutuculuğa dönüştürür. Kuşkusuz bu da yazarlığın onuru ile bağdaşmayan bir durumdur. Edebiyatçı, bir şair, bir öykücü, bir romancı olarak hayatı yeniden üreten kişidir. İlkin pratik alana bakar, oradan sağladıklarını kendi imgelem evreninde yeniden düzenler, yeniden yoğurur, yeniden kurar; bu şekilde pratik dünyadan aldıklarına sanatsal ölçütler içinde form verir. Ama o her zaman pratik dünya ile ilişki içinde olan biridir. Bunun öncelikli gerekçesi, edebiyatçının bir yazar olmadan önce gündelik hayatın gidişatı içinde, ihtiyaçları ve pratik ilgileri ile yer alan bir kişi olmasıdır. Bu kaygı ve pratik ilgileri ile ilk önce hayatı yaşar, yazma safhasında ise hayatı yeniden üretir. Ama her hâlükârda onun yazdıkları ve yaşadıkları arasında, yazdıkları ile umut ve korkuları arasında bir ilişki vardır. Dolayısıyla edebiyat eserinin toprağı gündelik hayattır. O bu hayatın içinde büyür, bu hayatın içinden beslenir. Beslendiği varoluş toprağı ne kadar zengin, ruh ve gönül dünyası ne kadar varoluş düzeyine çıkmışsa, o kadar verimli bir toprağa kavuşmuş demektir. Edebiyat eserinin zenginliği ile yaşanan hayatın zenginliği arasında bir koşutluk vardır. Hayatımızın renkleri ne kadar zengin olursa edebiyat eserlerinin varoluşsal dokusu da o kadar zengin olur. Bireylerin zihin ve gönül dünyaları ne kadar rahat olursa, edebiyat ve sanat eserlerinin aynı derinlikte ortaya çıkması beklenir. Eğitimi, ekonomisi, felsefesi, inanış biçimleri zengin olmayan; insanlar arası iletişimin gelişmediği, toplum yapısının katı kurallar tarafından denetlendiği, insanların ruhen, zihnen kendilerini özgür hissedemediği toplumlarda edebiyat eserleri ileri bir seviyeye ulaşmaz. Sanatın yaşadığımız hayattan çıkması kaçınılmazdır. Dolayısıyla sanatı ve edebiyatı üretebilmek için öncelikle hayatı üretmek gerekir. Bu noktada siyaset, hayatı üretmenin temel aracı olarak edebiyata dolaylı, ama güçlü bir katkı sunar. Edebiyatı üretebilmek için öncelikle hayatı üretebilmek gerekir. Hayatı üretemeyen toplumların güçlü edebiyat, sanat ve düşünce eserleri ortaya koyması mümkün değildir. Edebiyatımızın zenginliği, hayatımızın zenginliği kadardır. Ama edebiyattan hayata doğru yansıyan bir katkı da vardır;
hayatımızın zenginliği de edebiyatımızın zenginliği kadardır. Bu nedenle edebiyatı zengin olamayan toplumların ileri bir yaşam standardı ortaya koyabileceklerini düşünmemek gerekir.
Sonuç
Edebiyat eserlerine baktığız zaman istisnasız bir şekilde her yazarın kendi zamanından etkilendiğini, kendi zamanının koşulları tarafından kuşatıldığını görürüz. Bu koşullar, siyaset tarafından belirlenir. Siyasetten hayata, hayattan edebiyata doğru bir yansıma vardır. Ama bir de siyasetin yazar üzerinde doğrudan etkileri söz konusudur. Platon’un sansürcü yaklaşımı zaman içinde gelişmiş ve evrimleşmiştir. Gerek yönetim biçimleri gerekse engizisyon gibi dinsel karakterli yargı mercileri; düşünürleri, sanatçıları ve edebiyatçıları her fırsatta denetlemeyi kendi otoritelerinin yararına görmüşlerdir. Siyaset ve edebiyat arasındaki ilişki, genellikle tek yönlü, siyasetten edebiyata doğru olmuştur. Bu ilişki siyasetin edebiyata olumlu bir katkısı şeklinde değil, daha çok onu denetlemesi ve ondan yararlanması şeklinde olmuştur. Oysa olması gereken siyasetin edebiyatı değil, edebiyatın siyaseti denetlemesidir. Zira edebiyatçılar vicdanı, bilinci aktif insanlar olarak sağduyuyu temsil ederler; huzuru ve barışı arzularlar; güzelliklerin yeniden üretilmesini isterler. Onların, hayatı bilinç düzeyinde yeniden üreten insanlar olarak, siyaset üzerinde bir denetim mekanizması oluşturmaları siyasetin sağduyu ve vicdan tarafından denetlenmesi olacaktır. Bu nedenle siyaset edebiyatı değil, edebiyat siyaseti denetlemeli, yanlış uygulamaları karşısında siyasi erki uyarmalıdır. Sanatı üreten bilinç, savaşın, kavganın, kaosun karşısındadır. Bu bilinç yapısı, bireylerin mutluluğuna, refahına daha çok katkı sağlar. Sonuç olarak şu söylenebilir: Hayat, edebiyatın toprağıdır. Edebiyat bu zemin üzerinde boy verir. Edebiyatın üretilebilmesi için hayatın üretilmesi gerekir. Hayatı üretemeyen toplumlar edebiyatı da üretemezler. Edebiyat da hayatı daha derin bir özümseyişle yaşamamızı sağlar. Aşk, sevgi, gençlik, ihtiyarlık edebiyatın ve sanatın bakışı ile bir güzellik kazanır, bir değere kavuşur. Neresinden bakarsak bakalım, hayat, siyaset ve edebiyat ayrılmaz bir bütündür. Aralarında her zaman doğrudan bir ilişki ve karşılıklı bir etkileşim vardır. ■
14
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
MİLAY KÖKTÜRK*
S
iyaset kavramıyla, “devlet veya toplum yönetimi” ile ilgili olan her şeyi, söylemden eyleme kadar bütün etkinlikleri; edebiyat denince de bilinen anlamıyla çok bileşenli tasarım dünyasının “güzellik formu”nda ve güzeli öteki bireylere taşıyıp yaşatacak biçimde dışa vurulmasını kastediyoruz. Bu yönüyle her ikisi insan dünyasının bir gerçeğidir. Gerek tek başına bir birey açısından gerekse genel toplumsal yaşantı açısından düşününce, bu gerçekliklerin birbirine geçmesini, birinin diğerini bir şekilde etkilemesi yahut diğerinden etkilenmesini mümkün ve doğal saymak gerekir. Tüm insani etkinlikler gibi bunların temelinde de insanın iç dünyası yatmaktadır. Fakat aynı zamanda bu iki gerçeklik, doğaları gereği, aynı zamanda birbirinden ayrıdır da!
Edebiyat da yine modern çağlarda iletişim ve basın yayın teknolojileri marifetiyle yaygınlaşmakla birlikte, güncel yaşantı üzerinde belirleyici olmadı. Aslında bu, insani varoluşun doğasına da uygundu. Çünkü önceliklerimiz varlığımız sürdürmek, bir düzeyden ve bunu garanti altına aldıktan sonra kendimizi gerçekleştirmektir.
Edebiyat ve siyaset
Dışa yansıyan eylemler yahut söylemler olarak edebiyat ve siyaset kendi başlarına varlık * Doç. Dr., Pamukkale Ü. Öğretim Üyesi
15
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
kazanmakta ve kendi yollarında ilerlemektedir. Yaşama dünyasındaki seyirlerinde, onların güzergâhlarının görünüşte ve olgusal olarak her daim kesiştiği söylenemez. Biri güzeli kendi diliyle cisimleştirmeye, diğeri egemenlik ve hükümranlığa; biri güncel yaşama pratiklerinin dışında başka bir dünya kurmaya, diğeri kurulu toplumsal dünyayı ele geçirmeye yöneliktir. Bu yönüyle siyaset, özünde sevimsizlik yahut çirkinlik barındırabilir. Ama aynı zamanda o zorunludur da! Toplumsal dünyada işler yürümelidir. Sevk ve idare eden yahut etmek isteyen, egemen olmayı, tahakküm etmeyi, sözünü geçirmeyi yahut dediğini yaptırmayı arzu eder. Bu nedenle siyasal etkinliklerde her türlü egemenlik vasıtasına ihtiyaç duyulur. Gerçi günümüzde egemenlik vasıtaları “inceltilmiş” olmakla birlikte, temelde yine aynı duygu, “hükmetme duygusu” yatmaktadır. Siyaset, olgu olmak bakımından, teorik ve pratik veçheye sahiptir. Kılıktan kılığa girebilir de! Edebiyatın ise teorisi değil doğrudan kendisi vardır. O, ne ise odur ve başka bir görünüm altında ortaya çıkmaz. Başka bir deyişle, edebiyatın özünde, insani trajedilere dönüşebilecek nitelikteki duygular yahut idealler barınmaz. Çünkü edebiyatın itici gücünden ve kaynağından söz ederken iç dünyanın, duyguların, düşüncelerin, hayallerin basitçe dışa yansıtılmasından değil, bütün bunların güzellik algısı oluşturacak şekilde ifade vasıtalarına dökülmesinden yola çıkmaktayız. Yani edebiyatın dili iki zihin işlemine dayanmaktadır. Bunlardan biri iç dünyanın hoş ve güzel tasarımıyla biçimlenmesi, diğeri de bu dünyayı dışa yansıtan özel nitelikli bir ifade vasıtasının inşasıdır. Dolayısıyla tümüyle güzelliğe banmış bir edebî ruhun, kendi içinde “çirkin”i barındırması bir yana, onunla temas etmesi dahi düşünülemez. Tasarım “insanî” nitelikli, ifadeye dönüştürme süreci ve bu sürece yönünü veren yeti de “güzel ve hoş olanı hedefleyen” bir yeti olduğundan, edebiyat kabalığı ve hodbinliği ba-
rındıramaz. Kelimenin gerçek anlamında edebî söylem ve edebiyat doğası gereği zarif olmalıdır. Bu incelik, onunla bağlantı kuran her bireyi bir ölçüde etkiler.
Modern çağlar
Özellikle modern çağların siyasal sistemleri, geniş halk kitlelerinin siyasete katılımları üzerine kuruludur. Dolayısıyla siyaset, kadim zamanlarda olmadığı kadar kuşatıcı ve yaygın bir olgu hâline geldi. Herkes bir şekilde siyasal aktördür. Bu yüzden de modern toplumlar aynı zamanda siyasallaşmanın yaygınlığıyla temayüz etti. Artık güncel hayatın en etkin unsuru olması açısından siyasete kimse kayıtsız kalamamaktadır. Edebiyat da yine modern çağlarda iletişim ve basın yayın teknolojileri marifetiyle yaygınlaşmakla birlikte, güncel yaşantı üzerinde belirleyici olmadı. Aslında bu, insani varoluşun doğasına da uygundu. Çünkü önceliklerimiz varlığımız sürdürmek, bir düzeyden ve bunu garanti altına aldıktan sonra kendimizi gerçekleştirmektir. Gerçi Afşar Timuçin’in ifadesiyle “insanoğlu her durumda güzelin doğal izleyicisi, şu ya da bu anlamda, şu ya da bu ölçüde güzelin kurucusu ve alıcısıdır” ama o, önce varoluşunu garanti altına almak zorundadır. Bu yüzden modern toplum yaşantısında siyaset öncelikli, güzelliğin taşıyıcısı olan edebiyat ise ikincil oldu. Güzel söylem yahut edebiyatın dilinin siyasete taşınması tek başına siyasal kararları etkileyebilir mi? Bu soruya ‘evet’ cevabı verilemez ve bu da
16
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
"...edebiyat siyasal tercihleri tek başına kesin şekilde belirleme gücünü elinde tutamaz. İşlev bakımından o, sözü etkileyici kullanmaya ve iletmeye hizmet eder. Bu bağlamda gözden uzak tutulmaması gereken bir nokta da, etkileyici gücü dolayısıyla edebiyatın maksatlı kullanıma da açık olduğu gerçeğidir." olumlu bir durumdur. Çünkü siyasal karar akılcı temele dayanır ve öyle olmalıdır. Kişi kendisi ve geleceği için “iyi” olanı arzu eder. Bu da aklı kullanmayı gerektirir. Duygusal gerekçe, militanca taraftarlık dışında, çoğunlukla ikinci planda kalır. Ayrıca tutumların oluşum süreci karmaşık olduğundan, edebiyat siyasal tercihleri tek başına kesin şekilde belirleme gücünü elinde tutamaz. İşlev bakımından o, sözü etkileyici kullanmaya ve iletmeye hizmet eder. Bu bağlamda gözden uzak tutulmaması gereken bir nokta da, etkileyici gücü dolayısıyla edebiyatın maksatlı kullanıma da açık olduğu gerçeğidir. Bunu engellemek mümkün olmadığı gibi, özgür bir ifade etkinliği olarak edebiyatın sınırlandırılması, onun varoluşuna zarar verir. Siyasetle edebiyatın olumsuz anlamda buluşma noktası budur.
Siyasal ruhun terbiyesi
Edebî olan, tüm ruhlarda yüksek duygulanımlar uyandıran, ruhları basit, güncel ve sıradan olandan çekip çıkaran bir rol icra eder. Bu duygulanım ise anlık ve gelip geçici olmaz. Çünkü duygulanım oluşurken, aynı zamanda içinde filizlendiği ruhu da inceltir. Bu anlamda estetik kalıba sokulamayan ruhların edebî olandan haz almaları, bu deneyim sürecinde kendilerini biçimlendirmeleri söz konusu olmaz. Edebiyatla filizlenen estetik yönelim, tasarım dünyasından duyuş-düşünüş ve eylem biçimine kadar, bireyi ‘hoş ve güzel olan’ı ötekine sunmaya sevk eder. Bu da insani varoluşu estetize hâle getirir. Este-
tize etmek, bireyi eylem ve tasarımlarında kendi bireysel benliğinin dışına çıkararak herkes için geçerli nitelikteki ‘hoş ve güzel’e sevk etmek, bireyin ona karşılıksızca ve beklentisizce sevgi ve eğilim duymasını sağlamaktır. Edebiyatta söylenen söz, dış güzellikten ibaret değildir. Güzel sözün sadır olabilmesi, o sözü tasarlayıp estetik formda biçimlendirerek söyleyen ruh dünyasının güzellik yüklü olmasına bağlıdır. Söylenen güzel söz, failin iç dünyasının yansıması olabilir. Devamında da, ötekini hedefleyen söz, bu noktada artık basitçe ‘bir şey iletme’ vasıtası olmaktan çıkıp ötekinde güzel duygulanımlar uyandıran incelik kaynağı hâline gelir. Duygu tezgâhında dokunan hırs ve egemenlik yüklü siyasal söylemler, bu doğalarını kaybetmeseler bile, insan dünyasına güzellik ve zenginlik taşıyarak, en azından bu yoldaki yarışı yahut tercihi beyan biçimini kavga zemini olmaktan çıkarabilir. Hodbin bir dünyanın, siyaset dünyasının doğasını oluşturan egemenlik ve hırs duygusunun örtülü ve terbiye edilmiş hâle gelmesi için edebiyatın diline ihtiyaç vardır. Onun dili militanca taraftarlığı bile inceltme gücüne sahiptir. Çelişkiler ve çatışmalar dünyası olarak siyaset, böylelikle bir centilmenlik yarışı hâline gelebilir. Bu nedenle edebiyat özellikle siyasetin vazgeçilmez unsuru olmalıdır. Ancak bu, yapay yoldan, telkinle gerçekleşemez. Bu ihtiyacın özellikle toplumun kanaat önderlerince hissedilmesi gerekir.■
17
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
NÂMIK AÇIKGÖZ*
İ
nsanlığı kirleten modernitenin en büyük günahlarından birisi de insanı siyasallaştırmak olmuştur. Hem de müptezelce siyasallaştırmak… İnsan olma idealini yok edercesine bayağılaştırarak siyasallaştırmak… Bu yetmezmiş gibi, hayatın her alanına bu kirliliği sindirmek… Beşerî ilişkilere, hayatı algılamaya, tabiatı yorumlamaya… Her şeye, her şeye… Şüphesiz insan ilişkilerini düzenleyen sistemler olacaktır ve bu sistemlerin birbiriyle uyumu olduğu kadar, çelişkileri de olacaktır. Fakat insan ilişkilerini uyum ve çelişkiye indirgeyip oradan ideolojiler üretmeye çalışmak, bu ideolojilerle insanı tekilleştirmek ve bu tekillikle yönlendirmek, * Prof. Dr., Muğla Üniversitesi
18
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
"...edebiyatçı, metninde politik tavrını sergileyecekse, en azından edebiyatı öncelemelidir; politikayı değil. Edebî metin beşerî his ve hasletleri, edebiyat kurallarına göre işler. İdeolojiler, beşerî his ve haslet değil, fikirdir. Fikirler, edebiyattan çok manifestolara ihtiyaç duyarlar. Manifestolar da edebiyat değildir." kolaycılıktan başka bir şey değildir. Modernite, ayrıştırmacılığıyla bunu başarmıştır. Hayatın her zerresine sinen modernite, edebiyata da hulul etmiştir. Hulul etmek ne; edebiyatı en geniş at koşturma alanı olarak seçmiştir. Ne de olsa roman ve hikâye kendisinin eseri. Bu arada olan şiire olmuş; roman ve hikâyenin başına gelen, onun da başına gelmiş; politikanın basitliğinden o da nasibini almıştır. Tabii, bu söylediklerim, Türk edebiyatının Cumhuriyet dönemi ve biraz da Tanzimat dönemi için geçerlidir. İyi ki modernite kirliliği, o dönemlere kadar edebiyata sirayet etmemiş ve edebiyat hasbi bir alan olarak kalmıştır. Türk edebiyatına politik ve ideolojik hulul, Tanzimat döneminin bir kalıntısıdır. İkinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi de bu mirası tepe tepe kullanmıştır. Tanzimat döneminde edebiyat, zihniyet bunalımı geçirmiş ve bu araz, edebiyata kolayca hulul etmiştir. Özellikle İkinci Meşrutiyet döneminde, herkes saflarını belli edecek şekilde gruplaşmaya başlamış; yani edebiyat, ortak insan problematiğinden “bizim problematiğimiz” derekesine indirgenmiştir. Zaten modernitenin de istediği budur: ayrıştırarak indirgeme… Osmanlı, 20. yüzyılda sadece toprak ayrışmasına değil; aydın ayrışmasına da maruz kalmıştır. Bugün bazılarımızın savunduğu görüşlerin tohumları o zaman atılmış; 1940’larda fidana dönüşmüş ve 1960’larda bu fidanlar meyve vermeye başlamıştır. Bugün kimse başkasının mey-
vesinden yemez olmuş; yani tek yönlü bir beslenme yolunu tutmuştur. Bunun biyolojik sağlığa ne kadar uygun olduğu, tartışılmaz bile. Kaldı ki, edebiyat bireysel değil, toplumsal bir olgudur ve açtığı problemler de sosyal bünyeye zarar verir. Sosyal bünyede meydana gelen arızaların telafisinin de uzun zamanlara mal olduğunu ve pek çok toplumsal enerji kaybına yol açtığını, son 60 yılda acı bir tecrübe olarak gördük ve yaşadık. Özellikle 1940’ların sonuna doğru belirginleşen “edebiyatta ideolojik kompartmanlaşma” zihniyet ve duygu dokumuzu da parçalayıp ayrıştırdı. Tanzimat dönemi edebiyatçılarını, politik açıdan nispeten kategorize edebilirsiniz. İkinci Meşrutiyet döneminde politik doz daha da artar. 1940’ların sonu ise bu zirveye çıkar. Klasik dönem için, edebî anlayışlar dışında herhangi bir kategorizasyon mümkün değildir. Fuzûlî’yi hangi ideolojik kategoriye sokacaksınız?... Bâkî’yi, Nedim’i, Şeyh Galip’i, Keçecizâde İzzet Molla’yı, hangi siyasi mülahaza içinde boğacaksınız?... Bunlar, unutturulan müştereklerimizdir. Cumhuriyet dönemi böyle müştereklerden mahrumdur. Çünkü bu dönemde edebiyat insanı anlatmak için değil, kavga etmek için kullanılmıştır. Oysa bunların hepsi, Kapıkule sınır kapısından çıktığı andan itibaren Türklerin ve Türkçenin edebiyatıdır; herhangi bir ideolojinin değil. Kısacası, modern edebiyatımız, klasik edebiyatımız kadar masum değildir.
19
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Edebiyat-Politika ilişkisi
Her slogan edebî olmak zorundadır ama edebiyat slogan söylemez. Sloganlar bağırır ve insanı yönlendirir; edebiyat insanı anlatır; sadece anlatır. Duygularına, hasletlerine hitap ederek anlatır. Her anlatmada, kahır vardır, sitem vardır, hüzün vardır, sevinç vardır… Vefa, sadakat, ihanet, merhamet, hasret, riyakârlık, acımasızlık, kin, nefret vardır. Kısaca olumlu olumsuz, tüm yönleriyle insan vardır. Bu his ve hasletlerin hepsi insan tabiatının birer tezahürüdür ve ideolojik değildir. İdeolojiler bunları kullanabilirler ama bunların hiçbirisi insan dışında hiçbir şeyi tarif etmekte kullanılamaz. Hadi kullanıldı ve edebiyat, politik tavırların topluma mal edilmesinde bir araç hâline indirgendi diyelim; bu durumda, edebiyat kurallarından taviz verilmemeli; metin her şeyden önce edebî saygınlığını korumalıdır. Şöyle de söylenebilir: Politikacının kuralları çerçevesinde edebiyatı kullanması normaldir ama edebiyatçının politikayı kullanması, yanlıştır. Veya edebiyatçı, metninde politik tavrını sergileyecekse, en azından edebiyatı öncelemelidir; politikayı değil. Edebî metin beşerî his ve hasletleri, edebiyat kurallarına göre işler. İdeolojiler, beşerî his ve haslet değil, fikirdir. Fikirler, edebiyattan çok manifestolara ihtiyaç duyarlar. Manifestolar da edebiyat değildir. Her edebiyatçı, bakış açısı ile eserinde bir duruş sergiler. Bu duruş, o edebiyatçının eşyayı nasıl algıladığının da ifadesidir fakat bir yazar genel insan problematiğinden uzaklaşıp metnine sadece politik fikirlerini boca ederse, o metinden yalnızca “fikirdaşlar” haz alır; oysa edebiyat, insanlığın ortak malıdır ve edebiyatçı, ortaya tüm insanlığın haz alacağı metinler koymalıdır. Politikacı edebiyatı kullanırsa, bu edebiyat açısından bir kazanç olabilir. Fakat edebiyatçı politikayı kullanırsa, tehlikeli bir yolu tercih etmiş olur. Edebiyat sanatını önceleyen ve bunu
başaran bir edebiyatçı için sorun yoktur. Siyasetin müptezelleştiği bir ortamda edebiyat da müptezelleşirse, o zaman tarihe mal olabilecek bir eserden söz etmek mümkün olmayacaktır. Çünkü o metnin ömrü, hizmet ettiği ideolojinin ömrü kadar olacaktır. Ayrıca, ideolojik edebiyat, okuyucu ile ilişkisini edebiyat dışı alanlar vasıtasıyla ve insanı tekilleştirerek kurmaktadır ki, bunun da anlık ihtiyaçları karşılamaktan öte bir fonksiyonu olamaz. Politik edebiyatın anlık ihtiyacı karşılaması, cinsel istismar metinlerine benzer. Kurulan tuzak bellidir: Mental ve entelektüel derinlik istemeyen basit biyolojik ihtiyaçları giderme. Bu açıdan bakıldığında, sevgili Cüneyt Issı’nın sohbetlerimizde belirtip henüz işleyerek yazmadığı güzel bir benzetme ile söyleyecek olursak, mutlak edebî metinler erotiktir; politik metinler ise porno... Biri gizemliliği ve buna bağlı olarak insan zihninin de kullanılmasını, kısaca insaniliği öncelerken, diğeri aşikârlığın verdiği müptezellik ve bayağılıkla, zihni devre dışı bırakmakta ve büyüyü bozmaktır. Politik edebiyat, kurduğu basit tuzaklarla, pusu kültürünün beslediği bir sonuçtur. Oysa mutlak edebiyat, kurallarına göre, döne döne, şiir gibi dövüşmek gibidir. Bu yüzden, politik edebiyat, pusu kültürünün hâkim olduğu toplumlarda yaygındır; mutlak edebiyatsa, düello kültürünün. Elbette edebî metni politikadan tamamen soyutlamak artık mümkün değildir. O devirler geçti. İnsanlık masumiyetini kaybetti. Modern insan aynı zamanda politik insandır da. Ama modern de olsa insan tek boyutlu “siyasi varlık” değildir. Çünkü insanlık masumiyetini kaybetmesine rağmen, hayat hiçbir zaman, insana tek boyut sunacak kadar cimri olmamıştır. Tüm zamanlarda okunmak isteyen bir edebiyat sanatçısı, siyaseten tekil insanı değil, çoğul insanı; olumlu olumsuz tüm duygularıyla, çoğul insanı yazmak mecburiyetindedir. ■
20
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
ŞEHİR* Bir gün burada, itfaiyeciler ve askerler Kendi işlerini yaptıklarında Ve hümanistler kendilerininkini Tekrar var olacak şehir Bir gün ambulanslar ve cenaze arabaları Yazarlar, ressamlar, ders kitapları Ve uluslararası kamuoyu Her şeyi usulüne Ve kanununa göre yaptıklarında Burası ve orası arasında O zamanın ve bu zamanın arasında Ruhlar uyandığında Rüzgâr küllerin el yazılarını dağıttığında Dünyanın dört bir yanına Ölüler kalktığında Tekrar yaşayacak bu şehir Der bilge babam.
ERVİN JAHİĆ
Ervin Jahić ( Ervin Jahiç ): Şair, eleştirmen, editör... 1970 yılında Rijeka’da doğdu. Rijeka’da Felsefe Fakültesinde okudu. Kult ve Rival dergilerinin editörlüğünü yaptı. Dergi ve gazetelere edebiyat eleştirileri yapan Ervin Jahić, deneme ve şiir yazmaktadır. Şiirleri İngilizce, İtalyanca, Fransızca, Rusça, Bulgarca ve Slovenceye çevrilmiştir. Şimdi ‘’Pozija’’ adlı bir edebiyat dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapmaktadır. Hırvatistan Yazarlar Birliği ve Dünya Yazarlar Birliği üyesi olan Ervin Jahić Zagreb’de yaşamaktadır. * Hırvatça aslından çeviren: MEHMET IŞIKER
21
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
CENNETİN EŞİĞİNDE Günahın rengi kızıl Kızılı eritecek vişneçürüğü sandıkta saklı Anahtarı çim saçlı kızda Atınca adımını Ayağına dolanmadan uzun yeşil saçları Sessizce tarif ederken cenneti Bilmezdim hiç Huzurunda Bu kadar dehşete kapılacağımı Kapısı yok Ne de bekçi Yeşil bir şerit, ardında vişneçürüğü Kadifemsi bir doku Bambaşka flora O pencere Ve o yeşil ağaç gerilerde Göz kırpmıyor ilahî kandiller de Cennetin eşiğindeyim Sen ötede Adım atmayacağım ‘’Hadi gir ’’ desen de.
NİHAN IŞIKER
22
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Soğuk rüya* İMDAT AVŞAR
Karanlık... Geceyi ürperten; siyah boşluğun katran perdelerini yırtarak yankılanan hoyrat bir zil sesi… İlk akşamdan beri kanatlanıp uçan poyraz, zil sesini dinliyor bir süre, kanatlarını salıp süzülüyor, duruyor bir an... Pansiyon binasının beton duvarlarından taşan o ses, biraz ilerideki Cincavat Çayı’nın uğultusunu da bastırıyor ve bu deli çayın boz bulanık sularına karışarak sürükleniyor, kara bir yılan gibi akıp gidiyor geceye. Zil sesinin ardından bir koşuşturma başlıyor koridorlarda. Beton zemini döven telaşlı takunya şıpırtıları, çıplak ayak sesleri ve çocuk fısıltılarını yutarak büyüyen dolapların, kapak gıcırtıları geliyor aşağı kattan. Gündüzleri, zamanı dilim dilim bölen bu çığlık, on dakikalık bir teneffüs ya da kırk dakikalık bir ders; geceleri ise sessizliğe davet, “Koğuşlara gömülün!” çağrısı... Bu çağrıya boyun eğiyor bütün çocuklar. Zil sesine aşina hepsi, ne anlama geldiğini ezbere biliyorlar. Birazdan ranzaların soğuk, gri demirlerine tutunup yataklarına çıkacaklar. Sükût içinde bir mezarlığa dönecek bütün koğuşlar. Yüzlerce çocuk, battaniyelere bürünüp ana sıcağından uzak, hazin bir uykuya dalacak. Sonra bir kuş sağanağı başlayacak. Tedirgin kuşlar dönecek havada. Kaya güvercinleri, gök kumrular, yeşilbaş sunalar, telli turnalar, kız kuşları, üveyikler… Kuş donunda kadınlar, kanat çırparak gelecek uzak dağ köylerinden. Önce pansiyon binasının çatısına konacaklar, sonra pencerelerin pervazlarına... Karanlıkta kuşlar çarpacak pencerelere. Kimi bulduğu küçücük bir boşluktan sessizce kanat salacak bir çocuğun düşüne, kimi ürkek bakışlarıyla sabaha dek dönüp duracak havada. Tan ağarırken, yine bir zil sesiyle yataklardan sıçrayıp uyanacak çocuklar ve tüm kuşlar tedirgin olacak bu sesten. Uçup gidecekler karlı dağlara doğru. Bir bir susuyor musluklar. Loş koridorlar su seslerini yutuyor. Yatakhanelerden yarı aydınlık koridora sızan cılız ışıklar da ayaz gecenin kolları arasında donup ölüyor. Pansiyon binası karanlık, ıssız; koridorlar boş, sağır, dilsiz; duvarlar çıplak, duvarlar soğuk... *”Soğuk Rüya” Kültür Bakanlığı, Eskişehir Valiliği ve Osman Gazi Üniversitesinin ortaklaşa düzenlemiş olduğu “ 2011 Yılı YUNUS EMRE anısına Sevgi” konulu hikâye yarışmasında Birincilik ödülüne layık görüldü. Ödül Töreni 06 Mayıs 2011 de Eskişehir’de gerçekleşti.
23
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Belletici öğretmen odasındayım… Yalnızlık… Rüzgâr ağaçları örseleyip hışımla geçiyor pencerelerden... *** İnsanı bir mengene gibi sıkan bu soğuk, kuru, bir ölünün benzi gibi soluk duvarlar arasında ne zaman nöbetçi kalsam, günün son ziliyle birlikte, daha ışıklar söner sönmez ihtiyar bir kadın tutuyor ellerimden. Ya annem ya ninem, seçemiyorum. Rüzgâr eteğini savuruyor o kadının, eteği yüzüme savruluyor. Bir elim onun elinde, bırakmıyor elimi. Arkasından koşuyorum. Gidiyoruz, karanlığı yara yara gidiyoruz. O kadın, yıllar öncesine; duvarları kireç sıvalı, beş çocuklu kerpiç bir eve götürüp bırakıyor beni. O kerpiç evin en büyük oğlu, şiirler okuyor, masallar anlatıyor bana. Gözlerimi kapatıp, dinliyorum ve otuz yıl öteden gelen sesleri duyuyorum. Önce kırık dökük dizeler geçiyor kulaklarımdan: Kişneyen yağız atlar; şaklayan kırbaç; kıvrılan, bükülen, uzayan yollar, o yolların vardığı viran bir han ve o hanın duvarları, rüzgârın önünde kuru yapraklar gibi savrulan bir adam... …Sonra yıllar ötesinden, zifiri karanlıklar içinden masal kahramanları sıyrılıp geliyor gözlerimin önüne, hepsini görüyorum. Uzansam dokunacağım. Su Sömüren, Seyrek Basan, Dağ Sallayan, Yer Dinleyen, yedi kat yerin altındaki Devler, Ağlayan Peri, Bahtsız Şehzade, Kan irin akan Çatalçeşme, ulu ağaçlar, deli sular, kör kuyular, görkem saraylar ve kanatları göğü kaplayan Anka… Bir mekâna koyamıyorum kendimi. Neredeyim bilmiyorum. Otuz güneş yılı uzunluğunda bir ipin ucuna bağlanıyorum. O ipin diğer ucu, el ulaşmaz, ses yetmez bir yere bağlı. Yıllar öncesine gidip gelen, büyük bir boşlukta ha bire salınan bir sarkacım... Birden, geceleri o kerpiç evin odalarına huzur veren şiirler, masallar uzaklaşıyor, kayboluyor. Ben yapayalnız kalıyorum küçük odasında o evin. Sonra, sabah oluyor. Erkenden babamın elinden tutup gidiyor ağabeyim. Gidiyor. Ben elimi hiç bırakmayan ihtiyar kadının elinden kurtulup onların ardından koşuyorum. Mavi, kırık dökük bir minibüs toz duman içinde uzaklaşıyor. “Ağabeyim gitti! Ağabeyim gitti!” diye yerle-
re yatıp ağlıyorum. O ihtiyar kadın: “Gelecek, ağlama!” diyor, avutmaya çalışıyor beni. Ona inanmıyorum. Anamın, babama söylediği sitem dolu sözler çınlıyor kulaklarımda: “Parmak kadar çocuğu gurbete atıp geldin.” Cevap vermiyor babam. “Ağabeyim niye gelmedi?” diye soruyorum her gece. Hep aynı cevabı veriyor ihtiyar kadın: “Yatılı okula gitti, okul bitsin gelecek. Sen yat, uyu!” ...Ve sönüyor gaz lambası. Bir hayalet gibi çıkıp gidiyor ihtiyar kadın. Karanlık kol geziyor kerpiç evin bütün odalarında. Deli poyraz durmadan uğulduyor, sarsıyor pencereleri. Yer yatağına korkuyla girip yorganı başıma kadar çekiyorum. Ağaçları kökünden söken o Dev, dişlerini çarka verip geliyor az sonra ve yatağıma eğilip camları zangırdatan sesiyle soruyor: “Kim uyudu, kim uyanıııık!?” Uyusam, ses vermesem beni yiyecek o Dev. Sonra iri bir ağacı kökünden söküp dişlerini kurcalayacak. Dev’in dişleri arasından, kanlar içinde kollarım, bacaklarım dökülecek bir bir. Dev, dişlerini birbirine sürtüyor. Gök gürlüyor sanki ve yeniden soruyor: “Kim uyudu, kim uyanıııık!?” Titreyerek, korkarak cevap veriyorum: “Ebe! Eller uyudu, bir ben uyanık...” Homurdanarak gidiyor Dev. Ben yorganın altından başımı çıkarıp gözlerimi tavana dikiyorum. Odadaki eşyalar eğilip bükülüyor, şekil değiştiriyorlar aniden. Dev’in dişleri oluyor tavanda asılı duran anadut. Ocaktaki son közler, o Dev’in kanlı ağzı... “İnsan eti kokuyooor! İnsan eti kokuyooor!” diye üzerime yürüyor Dev’in çocukları. Ağabeyimi arıyorum. Döşeğimin sağ yanında bir boşluk... Ellerimle yastığı yokluyorum, yüreğimi sarsan bir yalnızlık bulaşıyor ellerime. Karanlık gecelerde beni korkulardan azat eden o ses yok. Ellerimi o kızıl saçlı ihtiyar kadının ellerinden çözüp yavaşça belletici öğretmen odasına dönüyorum. Her şey yatılı okul oluyor birden. Bütün yalnızlıklar, korkular, hasretler... Sisler, dumanlar içinde, uzak bir gurbette buğulanıyor,
24
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
buğulanıyor ve odama yağıyor. Ağlıyorum. Karanlığı parçalayan o zil sesi hâlâ kulaklarımda. Koğuşların ışığı sönünce masaya bıraktığım kitap öylece duruyor. Kitaba gönülsüzce bakıp gözlerimi pencereye; uzak karanlıklara dikiyorum. Ne o ihtiyar kadın ne kerpiç ev ne yatılı okula giden ağabeyim ne de tozlu yollarında ağlayarak kaldığım o köy... Hiç biri yok. Hepsi koyu bir karanlıkta, eski bir zamanda kaybolup gitmiş. Koğuşlardaki çocukların kardeşlerini düşünüyorum. Bedenim yüz parçaya bölünüyor o an ve tike tike savruluyorum uzak dağ köylerine. Gökte bulut tedirgin, yerde ağaçlar… Sert bir rüzgâr esiyor. Bulutlu geceyi hafifçe aydınlatan bir dolunay var. Bulutlardan sıyrıldığı zaman, Tekelti’nin zirvesinde; sarp kayalıklarda gümüşten bir taç gibi parlıyor. Gündüzleri, kardan gelinliğinin eteklerini ovaya seren Tekelti’nin yüzüne, siyah bir duvak gibi örtülmüş bulutlar. Pansiyon binasının camlarına kadar uzanan akasyanın ince dallarını birer birer yere indiren rüzgâr, inleyen bir tar gibi, gâh segâh gâh mugâm söyleyerek geçiyor pencerelerden. Üşüyor muyum, korkuyor muyum bilmiyorum. Gövdemde buzdan bir el yürüyor. Dişlerim birbirine vuruyor, ürperiyor titriyorum. Akasyanın dalları az ötedeki küçük söğüt ağacına doğru kırılacakmış gibi eğiliyor, yaslanıyor ve tekrar doğruluyor. Ne vakit deli poyraz esse bu akasya, hep küçük söğüt ağacıyla dertleşiyor. Belki de acelesi varmış gibi dörtnala koşan ve uğuldadıkça ağaçların ince, nazik dallarını tutam tutam yolup yere yığan rüzgârdan şikâyet ediyor. Kim bilir... Odada geziniyorum. Birkaç adımda tükeniyor oda. Bir masa, bir yatak ve dört bir yan beton... Arşın arşın uzuyor gece ve ona eşlik eden bir hüzün büyüyor durmadan. Dirhem dirhem bölüyor beni yalnızlık. Masaya yöneliyorum ve yeniden kitabın sayfalarını çeviriyorum. Babasını özleyen bir çocuk... Koğuşlardaki çocuklara benziyor. Direne direne köyün yakınındaki yüksek bir tepeye tırmanıyor. O tepe, zirvesi karlı, gümüş taçlı Tekelti olmalı. O tepeye bin bir umutla çıkan o çocuğa koşuluyorum. Onunla birlikte kevenlere, otlara tutunarak kan ter içinde zirveye varmak, elimi gözlerime siper edip uzak ufuklara; sisler içindeki göle; o gölde
yüzen beyaz gemiye bakmak, babama el sallamak istiyorum... Yok, olmuyor. Koğuşlardaki çocuklar çekiyor arkamdan. Kim bilir onlar hangi tepelere tırmanıyor, hangi yaylalara yürüyorlar. Kalkıyorum. Dışarıda uluyan rüzgâr ayazdan diliyle yalayıp geçiyor içimi. Sızlıyor içim. Aniden bacaklarımın dermanı kesiliveriyor. Tepeye çıkamıyorum. O çocuğu, kitabın sayfaları arasın bırakıp dönüyorum. Duvardaki saate gidiyor gözlerim. Gece yarısı... Dakikalar, ağır ağır bir sonraki günden dem almaya başlıyor. “Öğrencileri son bir kez kontrol etmek gerek” diye söylenip koğuşlara doğru ağır, yorgun adımlarla yürümeye başlıyorum. Üst kattan, kızlar koğuşundan gelen zil sesi kadar cırtlak bir kadın sesi... Koridorlar, anne sesine hiç benzemeyen bu sesle uyanıyor, irkiliyor sanki. Nazan Hanım’ın dişlerinin gıcırtısı bile duyuluyor. Bir dev gibi homurdanıyor. Öfke, bir çocuğun suratına çarpıyor önce, sonra boş koridorlarda yankılanıyor: “Sus! Zırlayıp durma! Gecenin bu saatinde nerden bulayım anneni! Şimdi doğru yatağa! Yürü! Gözüme görünme bir daha! Koyun kokusu, gübre kokusu eksik burada! Uyuyamazsın tabii!” …. Çocuk bir şeyler anlatmaya çalışıyordu belki. Nazan Hanım birkaç saniye susup yeniden bağırıyor: “Keees! Doğru odana! Çabuk!” Nedense, Nazan Hanım ile beni aynı güne yazıyorlar, birlikte nöbet tutuyoruz her zaman, o, kızlar katında kalıyor bir gece, ben de erkekler katında. Nedendir bilmiyorum, daha çocuklar başını yastığa koymadan yatağa atıyor kendini Nazan Hanım, uyku bir karabasan gibi çöküyor gözlerine ve ışıklar söner sönmez de uykuya dalıp gidiyor. Anlaşılan bir çocuk ağlamasıyla bölünmüş uykusu. Hiddetli, öfkeli, kızgın... Azgın sular gibi gürlüyor, köpürüyor. Çocuklar bu selin karşısına çıkmamayı öğrenene kadar birkaç kez sulara kapılıyorlar. Nazan Hanım, sanki bana da bağırıyor, öylece donup kalıyorum bir müddet. Sesler kesilince yeniden yürüyorum. Boş, sessiz koridorda yankılan
25
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
“Yukarı çık!” “Sınıfa geç!” Ve beş günlük bir talimden sonra açık görüş günleri... Sabah erkenden pansiyonun bahçesine doluşan adamlar, kadınlar ve oğul veren arılar gibi uzak dağ köylerinden gelenleri, çepeçevre kuşatan gözleri mahmur oğullar, kızlar... Yolu kapalı köylerden, görüşe gelemeyen anne babaların, duvar diplerine çöken boynu bükük çocukları... Yürüyorum. Nazan Hanım’ın dağıttığı düşüncelerimi bir türlü toparlayamıyorum. Nedense bulunduğum mekândan kilometrelerce uzağa düşüyorum hep. Belki biraz sonra, bu koridorlarda, mazgallardan ellerini, başlarını uzatacak mahkûmlar. Mazgalların kapağını, parmaklıklara vurarak bağıracaklar, bir isyan başlayacak ve sesler birbirine karışacak: “Annelerimizi istiyoruz!” “Burada okumak istemiyoruz!” … 101 numaralı koğuşun kapısında duruyorum. Bütün ışıklar sönmüş. Upuzun koridorun ortasında sadece bir lamba yanıyor. Koridoru iyice aydınlatamayan lambanın zayıf, körsen ışığı eşliğinde, koğuşa varıyorum. Kapının ağzındaki ranzalardan biri boş! Gözlerim büyüyor, bin bir düşünce, birbiri ardına çarpıyor zihnimin duvarlarına. Bu soğukta? Firar mı? Yapamazlar, daha çok küçükler. Ama… El yordamı ile ilerliyorum, ranzalarda yatan çocuk mahkûmları yokluyorum tek tek. Az ötedeki ranzada, bir yastıkta, iki çocuk başına değiyor ellerim. Küçük bir çocuk, kendisinden bir iki yaş daha büyük bir çocuğun koynuna sokulmuş, uyuyor. Gülümsüyorum. Bir anda tüm korkuları rüzgâra veriyorum, dağıtıp savuruyorum yürek yiyen korkuyu. Ranzasından firar eden bu çocuk, bir eliyle yatağına sığındığı çocuğun elinden tutmuş. Işıklar sönünce korkuyor, biliyorum. Yatakta büzülüp diğer çocuğa iyice sokuluşu, onun okula daha yenice geldiğini anlatıyor. “Bırak uyusun!” diyorum kendi kendime,“Belki ağabeyini özlemiştir...” Bir sonraki koğuş... Rüzgâr uluyor camlarda...
ayak seslerim, mum ışığındaki eşyaların gölgesi gibi uzuyor, büyüyor. “Tak tak…” topuk seslerim çoğalıyor karanlıkta. Vehme kapılıyorum, sanki devler geliyor arkamdan. Ve birden dönüp arkama bakıyorum. Kimsecikler yok. Korkularım dağılıyor, düşüncelerim değişiyor birden ve daha diri, daha sert adımlarla yürüyorum. O an bir hapishanedeyim, sanki bir gardiyanım… Bu okul, bu pansiyon, bu çıplak, soğuk duvarlar ve yüzü asık gardiyanlar... Kim bilir, yarı açık bir cezaevi burası, çocuklar da birer mahkûm… Sabah erkenden kulaklarda testere gibi işleyen bir zil sesiyle bölünen uykular ve bir zil sesiyle başlayan mahpus hayatı... Zil sesi… Fırla yataklardan! Koş! Elini yüzünü yıka, üstünü başını giy, beşerli sıra ol, kahvaltı salonuna geç! Çürük zeytin, ekşi peynir, metal bardakta soğumuş bir çay ve önceki günden kalma kuru ekmekler... Sonra bir zil sesi daha… Kitabını, defterini al, beşerli sıra ol! İki yıldır tamamlanmayan köprü inşaatına bakarak korkuyla geç iğreti, çürük tahtalar döşeli asma köprüden ve beş yüz metre ötedeki okula doğru sırayı bozmadan yürü! Zil sesi… Kırk dakikalık bir hücre hapsi: Üçgen, kare, dikdörtgen, alan, çevre, yükseklik... Kederi böl, hüznü çarp, özlemi topla, gurbeti çıkar... Zil sesi... Beş dakikalık hürriyet. Fakat hürriyet adına gittiğin her yerde: Koridorlarda, basamaklarda, bahçede… Eli değnekli gardiyanların çığlıkları: “Burada bekleme!” “Koşma!” “Konuşma!” “Aşağıya in!” Daha aşağı iner inmez bir zil sesi daha ve bahçe gardiyanları: “Zil çaldı!” “Oturma!” “Sallanma!” “Konuşma!”
26
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Kanat sesleri... Tedirgin kuşlar dönüyor pervazlarda. Ben içeri girince ürküp havalandılar belki. Bu koğuşta, ikinci kat ranzadaki yatağından iyice sarkmış bir çocuk… Adım gibi biliyorum. O an koşuyor, yemyeşil, mor çiçekli bir yaylada bu çocuk. Her yanı çayır, çimen, çiçek... Yanağında tatlı bir gülümseyiş var. Ara sıra arkasına bakarak koşuyor. Onu kovalayan diğer çocuklar yetişemiyorlar, belli... Yüzü geriliyor birden, ardından gelen çocuklar onu yakalayacak. O, şırıl şırıl akan bir derenin karşı kıyısına geçecek şimdi. Gülüyor, daha hızlı koşmaya başlıyor, yatakta debeleniyor, şimdi atlayacak... Gözlerimi kapatıp bu çocuğun düşlerine giriyorum. Koşarak dere yatağına yaklaşıp onun namına karşı kıyıya atlıyorum. Bir kuş gibi hafif bedenim; uçuyorum, ayaklarım boşlukta. Başım dönüyor yüksekten, yere inmek istiyor inemiyorum. Yanı başımda çayır kuşları, ötleğenler, kırlangıçlar, kelebekler... Birden, vücudumun olanca ağırlığı ile yere düşüyorum. Düştüğüm yer o derenin kıyısındaki yemyeşil çimenlerin üstü değil. Sert, soğuk bir zemine çakılıyorum. Düşlerim bölünüyor aniden. Uyku sersemi gözlerimi, büyük bir karanlığa açıyorum. Sarı, kırmızı çiçekler, yeşil ekinler, mor sümbüller, kırlangıçlar, kelebekler yok. Az önce gökte pırıl pırıl yanan güneş de... Ilık ılık kan sızmaya başlıyor şakağımdan. Ellerimi alnıma götürüyorum, ellerim kan oluyor. İkinci kat ranzadan düşmüş gibi acıyor şakağım, sızlıyor, zonkluyor… Çocuğun ranzadan sarkan başını tutup usulca yastığına yerleştiriyorum. Koridorun sağındaki son koğuş... Hıçkırıklara boğulan bir çocuk sesi... “Anne! Annee!” Kapının ağzına çakılıyorum o an, bekliyorum. Rüzgârın o korkulu sesinden ve ara sıra koğuştan gelen bu sesten başka hiçbir ses yok koridorda. Çocuk tekrar inliyor: “Annee! Annee!” Akasyanın yarı çıplak dallarının gölgesi düşüyor karşıdaki duvara. Duvardaki gölgeler, bir kadın silueti oluyor aniden. Kadının arkasında da küçük bir çocuk beliriyor. Omzunda bir tırpan var kadının, tırpanın ucunda azık torbası... Bir
eliyle omzuna attığı tırpanı tutmuş kadın, diğer elinde bir testi var. Akasya eğildikçe gölgeler titriyor duvarda. Yürüyor, ardına bakmadan gidiyor kadın. Bu kadın, bu koğuşta ağlayan çocuğun annesi. Çocuk annesinin arkasından koşup bağırıyor. Duymuyor kadın. Akasyanın dalları titredikçe arayı açıp uzaklaşıyor, küçük tepeleri aşıyor gibi önce kaybolup sonra yeniden çıkıyor kadın. Rüzgâr uğuldadıkça eğiliyor küçük dal, çocuk tökezleyip düşüyor, yere kapaklanıyor sonra kalkıp tekrar koşuyor annesinin ardından. Küçük adımlarıyla yetişemiyor ona. Annesinin ardından ağlayarak bağırıyor: “Annee! Annee!” Belki de bu çocuğun düşünü görüyorum duvarda. Ayaklarımın ucuna basarak giriyorum içeri, sesin geldiği tarafa yaklaşıyorum. Yastığa kapanmış bir çocuk. Omzundan tutup yavaşça çeviriyorum. Korkuyla doğruluyor yataktan, uyumuyor. Hıçkırarak ağlamaya başlıyor sonra. Sesimi iyice kısarak soruyorum: “Niye uyumadım yavrum?” Ağlayarak cevap veriyor: “Anneee! An-nee! Annemi…” “Tamam! Tamam! Ağlama, sus! Arkadaşların uyanacak şimdi. Madem uyuyamadın, kalk bakalım, kabanını giy, haydi, tak terliklerini, gel benimle!” Diğer koğuşları bu çocukla beraber kontrol ediyoruz, sonra ben önde o arkada, belletici öğretmen odasına doğru yürüyoruz. Odaya girince, gözleri ışıktan rahatsız oluyor, bakamıyor gözlerime, içini çekip ağlıyor sürekli. Konuşmaları hıçkırığa boğuluyor, dedikleri zor anlaşılıyor. “Ağlama bakalım! Ağlama, sus, adın ne senin?” İçini çekerek, kekeleyerek cevaplıyor: “Iııh, ııh… Mir Seyit.” “Hangi köyden geldin Mir Seyit?” “Aşağı Civanlı.” “Kaçıncı sınıfta okuyorsun?” “Üç.” “Nazan Hanım’ın sınıfında mı?” “Evet.” “Buraya ne zaman geldin?” “Dö, dö, dört gün oldu.” “Niye diğer arkadaşların gibi okullar açıldı-
27
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
ğında gelmedin? Bak, alıştı onlar.” “Ben köyde okuyordum.” “Köyünüzde okul vardı demek, buraya niçin geldin Mir Seyit?” “Okulumuz vardı, ıhıııı, ıhıı, ıhıı...” Ağlamaktan konuşamıyor, sakinleştirip sorguya çekiyorum bu uyku firarisini: “Ağlama Mir Seyit! Ağlama! Öğretmeniniz mi yok? Tayin olup gitti demek, öğretmeniniz gidince okulunuz da kapandı anlaşılan.” “Yok, öğretmenimiz de vardı. Vardı, ııhıııı, ıhıı, ıhııh...” Tıkanıyor, boğuluyor, kekeliyor, konuşamıyor Mir Seyit. Göğsü inip inip kalkıyor, bir bardak su veriyorum, yutkunarak içiyor. “Ağlama Mir Seyit! Bak, birinci sınıfta okuyan çocuklar bile ağlamıyorlar artık. Ağlama, hadi anlat! Niye köyünüzde okumadın?” “O, o, okulumuzu yaktılar! Öğretmenimiz öldü! Babam da... Iııhıhıhhhı!” “Kim yaktı Mir Seyit? Kim öldür...” “Babamı... Babamı...” “Tamam, Mir Seyit, yeter, ağlama!” … Bir zemheri ayazı doluyor odaya. Kuru dallar gibi titriyor bedenim. Rüzgâr, olanca şiddetiyle çığlık atıyor kulaklarımda, fırtına oluyor, kasırgaya dönüyor. Ağaçlar yaprak yaprak savruluyor; dağlar taş taş eleniyor o an. Ulu dağlar, engin ovalar, serin yaylalar, Kurşun sesleri eşliğinde geçip gidiyor önümden. Tüm dereler kan olup akıyor içime. Mir Seyit’e dönüyorum: “Mir Seyit, ağlama, hadi sus artık! Sen şimdi yat, uyu! Sabahleyin konuşalım, olur mu?” “Hayır, ben orada uyumayacağım, ben bu okulda okumayacağım, ben köye gideceğim.” “İstersen burada, bak, benim yatağımda uyu. Işığı da açık bırakırım, olur mu?” “Hayır, ben uyumayacağım, köyümüze gideceğim.” “Ama gece, gidilmez şimdi, hem yollar kapalı, yollar açılınca gönderirim seni, gidersin.” “Hayır, sabah olunca gideceğim.” Kolayca ikna olacak, yatıp uyuyacak gibi değil Mir Seyit. Emsallerine göre güçlü kuvvetli, iri iri elleri, ayakları... Bir dağ çocuğu Mir Seyit, onu uyutmak için bel vermez, medetsiz dağlara götürmek; sarı, mor çiçekli yaylalarda eğlemek;
sarp kayalardan, asi derelerden geçirip kerpiç evli viran köylerde gezdirmek, iyice yormak gerekiyor… “Mir Seyit, köyünüz buradan görünüyor mu?” “Yok, görünmüyor, çok uzak...” “Benim köyüm de çok uzak Mir Seyit” diye söyleniyorum kendi kendime. “Köyünüzün dağları da mı görünmüyor Mir Seyit?” “Onlar görünüyor.” “Haydi, gel! Seninle üst kata çıkıp pencereden bakalım, köyünüz ne tarafta göster bana.” “Tamam.” Dördüncü kata çıkıyoruz. Sol yanımızda, gövdesi koyu bir karanlıkta yitmiş, karlı zirvesi ay ışığında parlayan ve karanlığın içinden bir buz kütlesi gibi yükselen Ağrı Dağı... Ağrı’nın yan tarafında ak saçlarını gökyüzüne doğru uzatmış Zor Dağları... Dağların koynunda tek tük ışıklar yanıyor. Yakın köylerden gelen köpek sesleri karışıyor rüzgârın sesine. Cincavat Çayı, bütün sesleri köpüklü sularına katıyor, tüm sesleri sürükleyerek uzaklara doğru götürüyor. Gözlerimi, olanca heybetiyle gecenin göğsünü yarıp göğe doğru yükselen Ağrı Dağı’ndan ayıramıyorum. O heybet çarpıyor beni. Dalıp gidiyorum. Mir Seyit usulca seslenip uyarıyor: “Bu tarafta değil öğretmenim, bizim köy şu tarafta!” “Haa, öyle mi?” Başımı çevirip Mir Seyit’in boy verip büyüdüğü dağlara bakıyorum. Eliyle sağ taraftaki dağları gösteriyor: “Bizim köy işte ooorda öğretmenim. Tekelti’nin arkasında. Kışın kimse gidemez bizim köye, arabalar çıkamaz. Bir de kestirme yol var ama at ile gidilir. Babam olsa o yoldan gelirdi. Yaz olsa ben de giderim oradan, ben korkmam hiç, yolu da biliyorum.” “Üzülme Mir Seyit, bahar gelince gidersin. Bak, sizin köyün arabaları şuradan kalkıyor, seni arabaya bindiririz, gidersin.” “Bizim köyün arabası yok ki. Herkes göçtü köyden, dört-beş tane ev kaldı.” “Olsun, sizin köye yakın, diğer köylerin arabasına biner gidersin.” “Ben Gaziler’e kadar arabayla gitsem, oradan
28
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
köye gidebilirim, yakın.” “Ama şimdi gidilmez Mir Seyit, bahar gelince...” “Ama bahara daha çoook var.” “Olsun, sen okula alışınca çabucak gelir.” “Yok, çabucak gelmez.” “Gelir, gelir, şu karlar erisin, hemen gelir.” “Babam olsa, kışın bile at ile gelebilirdi. Babam ölmeseydi…” Yutkunarak devam ediyor, zor tamamlıyor sözlerini: “Bana bisiklet alacaktı…” Cevap veremiyorum. Lafı dolaştırıyorum. “Mir Seyit, yazın çok güzel oluyordur sizin köy, öyle değil mi?” “Evet, ama kışın da güzel. Bizim köye bir gelseniz, çok güzel...” Daha şimdiden yaylanın karını ayazını, kışını baharını, kurdunu kuşunu, çiçeğini, böceğini, otunu dikenini özlemiş, anlatıyor Mir Seyit. Altın çiçeği, mor süsen, kız kirpiği, gelincik, göğbaş, hezeran... Derelerde, tepelerde, kuytularda, koyaklarda boy verip çiçek açıyor. Devetabanı, kekik, yavşan, çoban yastığı... Tüm otlarla birlikte toprağı yarıp çıkıyor. Kangal, şeker dikeni, keven, çöven, köygöçüren, deveçökerten... Hiç bir diken batmıyor ayağına, köye doğru yürüyor, koşuyor tozlu yollarda… Ve kuşlar. Dağların, yaylaların kuşları: Yeşilbaş sunalarla, altın renkli angutlarla, allı turnalarla iniyor sulara Mir Seyit ve bir kınalı keklik sürüsüne koşulup süzülüyor dağlardan. Ağlamıyor artık ama gözleri hâlâ nemli, gözleri pırıl pırıl yanıyor Mir Seyit’in. Artık uyumaya razı olur diye düşünüyorum: “Haydi, Mir Seyit, koğuşa, yatağına gidelim! Biraz da orada anlat!” “Tamam, ama yazın bizim köye geleceksin!” “Olur, gelirim.” Basamaklardan hızlı hızlı iniyorum. Arkamdan terliklerini şıpırdatarak geliyor. Derin bir uykuda çocuklar. Koğuşa giriyoruz. Gri demirlere tutunarak yatağına çıkıyor, battaniyesini üstüne çekiyor Mir Seyit. Birkaç soru daha sorsam uyuyacak. “Demek çok keklik oluyor sizin köyün dağlarında?” “Evet, kar çok yağınca babam keklikleri canlı canlı yakalıyordu.”
“Öyle mi?” “Tabii.” “Nasıl? Keklikler uçmuyorlar mı?” “Kar çok olunca uçamazlar kiii.” “Anlat o zaman, baban keklikleri nasıl yakalıyordu?” “Kar çok yağınca keklikler yem bulamıyorlar ya?” “Evet.” “Yem bulamayınca köye geliyorlar. Kanatları da kardan ıslanıyor. Kanatları ıslanınca uçamıyorlar. Babam keklikleri kovalayıp keklikler yorulunca da yakalıyordu. Babam olsaydı, bana bisiklet alacaktı öğretmenim...” Yazın köye gidersem, beni babasının atına bindirecek Mir Seyit. Söz veriyor. Babasının çok güzel bir atı var. Ben ata binip dörtnala koşturacağım, o da bisikletine binecek, yarışacağız. Sabah yaklaşıyor sanki. Geceden beri korkunun diliyle konuşan rüzgâr, susmaya hazırlanıyor. Sözleri seyrekleşiyor birden, göz kapakları ağırlaşıyor Mir Seyit’in, kanatları yorgun. Bedeni soğuk yatakta kalıyor, ruhu düşüyor yollara, dağların eteğindeki o köye doğru süzülüyor. Belki kar yağıyordur yaylalara. Taze karda bir keklik gibi batıp kalıyor Mir Seyit. Pencerenin pervazında dönüp duran bir üveyik süzülüyor koğuşa, Mir Seyit’in ranzasına konacak. Kapıyı açık bırakıp yavaşça çıkıyorum. Mir Seyit’in gözleri, uzun süre gitmiyor gözlerimin önünden. Sanki karşımda... Odama giderken Mir Seyit’le konuşuyorum: Alışacaksın Mir Seyit! Önce soğuk yataklara girecek, anasız uykulara dalacak ve korkulu düşler göreceksin. Bazen altını ıslatacaksın, vücudunun sıcaklığıyla kurutacaksın çamaşırlarını. Derste ekşi ekşi kokacak bedenin. Nazan Öğretmen seni tecrit edecek sınıftan, koğuşa gönderecek. Kendin yıkayacaksın çamaşırlarını, yani soğuk suya daldırıp çıkaracak, sıkıp sereceksin ranzanın demirlerine ya da kalorifer peteklerine. Bazen sevdiğin bir yemeğin tadı kalacak damağında, doymayacaksın. Biraz daha yemek isteyeceksin, yemek bitmiş olacak, vermeyecekler. Bazen boğazına dizilecek, yutamayacaksın lokmaları. Bir parça kuru ekmeği geveleyerek çıkacaksın yemekhaneden. Hastalanacaksın. Dok-
29
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
torsuz, hemşiresiz, kapısında revir yazan odada yatacaksın. Hangi ilacı ne zaman alacağını bilmeden yutacaksın hapları. Ciğerlerin sökülecek, öksüreceksin. Uykuların bölünecek zil sesleriyle, ürpererek uyanacaksın alaca karanlıklarda. Telaşlı, tedirgin koşuşturacaksın. Kar kapatacak tüm yolları, hafta sonları görüşüne gelemeyecek annen, duvarların dibinde boynu bükülü kalacaksın. Baban olsa gelirdi. Baban hiç gelmeyecek Mir Seyit. Yetimliğe alışacaksın. Unutacaksın Mir Seyit! Kulaklarında uğuldayan kurşunların sesini, okulunuzun duvarlarına sıçrayan kanı, seni köyden koparan ve bu soğuk duvarlar arasına süren canavar yüzlü adamları unutacaksın. Belki öğretmeninin yüzünü de unutacaksın; ama silinmeyecek hafızandan o mor dağlar, çiçekli yaylalar ve babanın yüzü. Her bahar, her bayram bekleyeceksin. Bekle Mir Seyit, baban sana bisiklet getirecek! Kar yağıyor, rüzgâr suskun. Ranzaya atıyorum kendimi. Sessizlik. Her saniye, büyük bir çana vurulan tokmak sanki. “Çıt, çıt, çıt...” Kalkıp duvardaki saatin pilini çıkarıyorum. Susuyor saat. Sağa sola dönüp duruyorum yatakta. Uykular uzak, uykular kaçak. Ezik, yıkık, yorgunum. Gözlerimi kapatıyorum. O ihtiyar kadının elleri, o kerpiç ev, yer yatağı, Aşağı Civanlı Köyü, Mir Seyit’in babası, kurşunlanan öğretmen, duvarlarına kan sıçrayan okul, o okuldan sürgün olan çocuklar ve Mir Seyit... O gece tanıyorum Mir Seyit’i. Nöbetçi olduğum geceler bir bahane bulup odama geliyor. Konuşuyoruz. O kestirme yoldan köye gidiyoruz. Kuzuları, köpekleri seviyor; tayları, kara batan keklikleri kovalıyor; çiçek toplayıp kuşları seyrediyoruz. Sonra o bisikletine biniyor, ben de babasının atına... O pedal çeviriyor telaşla, ben atı mahmuzluyorum. Aşağı Civanlı’dan dereye inen bir yol var, o tozlu yolda yarışıyoruz. *** Mart ayının başları... Hava ılık, bir cuma günü... Nöbetçiyim. Ovadaki badem ağaçları, kayısı ağaçları kırmızı tomurcuklarını yarıp bembeyaz çiçeğe durmuş. Esen yelde bir bahar kokusu var. Rüzgârın yönü değişmiş, artık salkım söğüt, akasyaya doğru eğiliyor. Akşam etüdünden biraz sonra zil sesiyle ko-
ğuşlara çekiliyor çocuklar. Gelir diye bekliyorum ama o gece gelmiyor Mir Seyit. “O da alıştı” diyorum, gülümsüyorum. Cumartesi sabahı erkenden kalkıyorum. Pansiyonun bahçesi her zamankinden daha kalabalık. Her on dakikada bir, pansiyon binasının bahçe kapısına bir köy dolmuşu duruyor. Dolmuştan inenler, yüzlerce çocuğun içinde kendi çocuklarını arayarak bahçeye doğru yürüyor, dolmuşlardan inenleri tanıyan çocuklar ise kapıya doğru sevinçle koşuşuyor. Her kadının, her adamın başında onlarca çocuk... “Dağların karı sökmüş, yollar açılmış,” diye geçiriyorum içimden. Pansiyon binasının kenarındaki lojmanda oturan öğretmenlerin çocukları da bahçede. Nazan Hanım’ın oğlu Tunç, bisiklet sürüyor, sekiz-on çocuk da bisikletin arkasından koşuşturuyor. Mir Seyit’i arıyor gözlerim. Az ileride, ziyaretçisinin gelmeyeceğini biliyor. Duvarın dibine çökmüş, elini yanağına dayamış, gözünü kırpmadan bisikleti izliyor. Pansiyondaki çocuklardan bir bölümüne izin veriyorum, anneleri babaları ile birlikte, salıverilen birer mahkûm sevinciyle uzaklaşıyorlar. Kalan çocuklar, bahçede gezinip duruyor. Tunç, bisikletini bırakıp diğer çocuklarla birlikte koşup oynamaya başlıyor. Mir Seyit, oturduğu yerden kalkıp bisiklete doğru ilerliyor, bisikletin yanına çömelip oturuyor. Dokunmaya başlıyor bisiklete; direksiyonunu tutuyor, eliyle pervanesini döndürüyor, pedalını çeviriyor, seviyor, okşuyor bisikleti. Az sonra lojmanın penceresinden sarkan Nazan Hanım’ın sesi yükseliyor: “Heeey! Çekil oradan geri zekâlı! Bırak o bisikleti! Tuuunç, Tuuunç! Bisikletini al ve çabuk eve gel, çabuk! Bir daha görmeyeceğim seni o çocukların içinde!” Mir Seyit az önce oturduğu yere doğru yürüyor, Tunç direniyor, omuz silkiyor, gitmek istemiyor ama annesinin tehdit dolu sözlerine daha fazla dayanamıyor. Bisikletine binip lojmana doğru sürüyor. Mir Seyit duvarın dibine oturup Tunç’un arkasından uzun uzun bakıyor. Cumartesi günü nöbetçi olan öğretmenler geliyorlar. Sıraya dizip sayıyorum çocukları, izin kâğıtlarını da… Eksik yok, teslim ediyorum çocukları. Pazartesi sabahı…
30
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Öğretmenler odasında bir hengâme. Konuşulanlardan bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum. “Duydunuz mu?” “Neyi?” “Pazar günü, pansiyondan bir öğrenci kaçmış.” “Çocuğu bulamamışlar!” “Jandarma, köylerinin yakınlarına kadar gitmiş, her tarafı aramışlar, iz bile yokmuş.” “Belki bulunur diye ailesine haber vermemişler.” “O çocuğu tanıyorum, ziyaretine hiç kimse gelmezdi.” Bu sözlerden sonra bir korku kaplıyor içimi, pencereden Tekelti Dağı’na doğru bakıyorum ve telaşlı bir soru dökülüyor dudaklarımdan: “Hangi çocuk kaçmış, kim kaçmış?” “Nazan Hanım’ın sınıfından...” “Kim?” “Herhâlde köyüne gitmek istemiş, adı da Mir Seyit imiş.” “Mir Seyit mi?” … Pencerenin ağzında donup kalıyorum. Dilim tutuluyor, konuşamıyorum. Duyduklarım yalan olmalı ya da soğuk bir rüya… Her kafadan bir ses geliyor ama artık konuşulanları duymuyorum. Okulun bahçesindeki yüzlerce çocuğu tek tek süzmeye başlıyorum. Hiçbiri Mir Seyit’e benzemiyor. İnanmıyorum. Sanki o öğrencilerin içinden çıkıp gelecek, sanki sınıfta adı okununca “Burada!” diyecek. Okul müdürü geliyor. Yüzünde felaket habercisi bir ifade… “Mir Seyit’i bulmuşlar.” diyor, “Donmuş.” … Ben de donuyorum o an. Hiçbir baharın çözemeyeceği bir buz kütlesi oluyorum. Sanki binlerce insan var öğretmenler odasında. Sesler birbirine karışıyor. Kaçmak istiyorum odadan, kaçmak… Sınıfın duvarları üstüme üstüme geliyor. Ne kara tahta, tebeşir, kitap, defter, kalem ne de çocuklar... Sınıfta bir tek ben varım, bir de Mir Seyit’in hayali. Pencerenin önüne dikiliyorum, gözlerimi Tekelti’ye çevirip umutsuzca bakıyorum dağlara… Tekelti’nin ak döşünde bir karartıya takılıyor gözlerim. Mir Seyit! Kestirme yoldan dağa doğ-
ru tırmanıyor. Güneş bulutların arasından sıyrılıp ölgün ışıklarıyla gülümsüyor ve hemen kayboluyor. Yukarı doğru çıktıkça, köye yaklaştıkça yüreği büyüyor Mir Seyit’in. Adımlarını sıklaştırıyor, daha hızlı yürümeye başlıyor. Ak Toprak, Boğum Deresi, Tek Söğüt… Bir bir geçiyor Mir Seyit. Soğukbulak’a bir varsa, köy görünecek. Soğukbulak’ta, Kız Kayası’na çıkıp bağırsa, köye duyulur. Hava kararmaya, rüzgâr ulumaya başlıyor aniden. Kar sepeliyor. Mir Seyit, bir karşısındaki dağa, bir de dönüp arkasına bakıyor. Ne şehir, ne okul, ne koğuşlar… Ellerini ağzına götürüp nefesiyle ısıtmaya çalışıyor ama nefesi de üşüyor Mir Seyit’in. Yüzüne kar taneleri savruluyor durmadan, yanakları acıyor. Kız Kayası birkaç yüz metre önünde. Karlara bata çıka yürüyor ama dizlerinin dermanı kesiliyor o sıra. Ayaklarına tonlarca yük asılıyor sanki. Güçlükle Kız Kayası’nın dibine varıp kayanın duldasına sığınıyor. Ellerini, ayaklarını aramaya başlıyor. Elleri ayakları yok sanki. Hava iyice bulanıyor, kararıyor dört bir yan. Artık etrafındaki kayaları, ağaçları seçemiyor Mir Seyit. Uzaklardan köpek sesleri geliyor ve korkuyor, ağlamaya başlıyor. Yönünü köye doğru dönüp son bir umutla bağırıyor sonra: “Anneee! Anneeeeee!” Uğuldayan rüzgâr, Mir Seyit’in sesini de yutuyor. Mir Seyit’in boğuk sesi, tipiye karışıp kayboluyor. Korkuyla çıkıyor kayanın kovuğundan. Bir an önce köye varmak için karların içine atıyor kendini. Birden ayağı tökezliyor ve göğsüne kadar kara saplanıyor. Kanatları ıslanmış bir keklik gibi çırpınmaya, karın içinde debelenmeye başlıyor. Ayak parmaklarına, ellerine ılık bir su dökülüyor sonra, ısınıyor elleri ayakları. O sıcaklığı bütün vücudunu sarıyor sonra, hiç üşümüyor. Bir yaz günü, derenin kenarında çıplak ayaklarla koşuyor ve yorulup yemyeşil çimenlere uzanıyor. Ağır bir uyku basıyor gözlerini. Birden, çok uzaklardan gelen babasını fark ediyor Mir Seyit. Babası, elinde bir bisikletle ona doğru geliyor. Kalkıyor yerinden Mir Seyit, babasına doğru koşuyor, koşuyor, koşuyor... ■
31
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
İSMET EMRE*
Orta Asya Türklüğüne ait tabletlerde dile getirilen “düşmana güvenmemek gerektiği” yönündeki yaklaşımların olabildiğince işlenmiş, rafine edilmiş, edebî bir söylemle dillendirilmesi, o metinlerin hem siyaset hem de edebiyatın malzemesi olmalarına yaramıştır.
E
debiyat ile siyasetin kesişme ve kavşak noktalarını düşünürken, en genel anlamda, cümle kurmanın da bir siyaset yapma işi olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Mademki siyaset, dünyaya biçim vermenin, onu dönüştürmenin, olduğundan farklı hâle getirmenin en kısa yoldan güce ilişkin tarafını oluşturmaktadır, öyleyse birinci elden hatırlanması gereken şey, söylemin yine en kısa yoldan öteki insanlara ulaştırılmasına duyulan ihtiyaçtır. Bu gerçeğin en doğal sonucu, insanlık tarihinin daha ilk metinlerinin edebî oldukları kadar ciddi anlamda siyaset içeriyor oluşlarıdır. Hakikaten de siyaseti öyle ya da böyle bir yaşam felsefesi oluşturma çabası olarak tahayyül edersek, geçmişten bugüne gerek sözlü geleneğin gerekse yazılı geleneğin edebî mahsulleri olsun hemen hepsinin doğrudan yahut dolaylı, bir şekilde siyasetin edebiyatını yaptıkları söylenebilir. Daha doğrusu, edebiyat yoluyla insanlara bir şekilde doğrunun, iyinin, haklının meşru alanlarını işaret ederek yanlışın, kötünün ve haksızın da cezasının karşılığını aldığına dair yaklaşımlar sergilemek suretiyle, bir şekilde insanın yaşam mücadelesinde takınması gereken tutum ile kurgulaması gereken bakış açısı konusunda estetik bir mesaj ilettiklerini, bunun en azından yakın zamanlara kadar böyle olduğunu ifade edebiliriz. Bu manada, masallar, halk hikâyeleri, destanlar, mitolojiler, manzum ve mensur matbu edebî nitelikli hemen bütün anlatılar, insana bir taraftan yaşamı, onun doğası ve gereklerini tanıtırken, öte taraftan da insanın dış dünya (evren) karşısında gereken tavrı alması hususunda belirleyici bir rol üstlenmek istemişlerdir. Hemen her edebî metinde bir yanıyla siyasetin tortusu bulunmakla birlikte, varlık nedeni tamamen ilmisiyaset olan metin* Doç. Dr., İnönü Üniversitesi
32
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
ler de vardır. Örneğin dünyanın ilk anlatılarından biri olan ve Ganj’ın bereketli, bakir kıyılarından yükselen Kelile ve Dimne masalı baştan aşağı bir siyasetname olarak düşünüldüğü için klasik dünyanın en vazgeçilmez metinlerinden biri olarak dünyanın birçok diline tercüme edildiği gibi metin için zamanın Hindistan’ı ile Pers hükümdarlığının savaşa tutuştuğu bile söylenegelmiştir. Bununla birlikte, Kelile ve Dimne’nin, olaylarının sadece hayvanlar arasında geçen fabl ve edebî niteliği yoktur; tersine, tam da hayvanların dünyasından insanların dünyasına tutulan bir ayna olarak hem hükümdarlara ve hükümdarlığa dair hem de topluma ve onun içinde yaşayan insan tekine dair sayısız bilgelik örnekleri bulunmaktadır bu metinde. Gücü biraz azalarak ve tonu düşerek Binbir Gece Masalları, Tutiname, Ezop ve Grimm Masalları için de benzeri şeyler söylenebilir. Dünya milletlerinin belli başlı mitolojilerine baktığımızda da benzeri bir manzarayla karşılaşırız: Olabildiğince edebî ve sanatsal bir dil kullanılarak hayata, yönetimlere ve yönetmeye dair teori/pratik uyumlu metinlerin her daim yoruma açık bilgiler sunduğu siyaset ve kültürler tarihinin malumudur. Bu bağlamda Köktürk ve Uygur abidelerine hâkim olan dil, üslup ve söylem ile Yaratılış, Göç ve Battalgazi gibi bize özgü destanlar ve Vedalar, Upanişadlar, Gılgamış, Nubelunglar, Roland, Kalavela destanlarının doğasının üç aşağı beş yukarı insanın ufkunu genişletmek, bugünden geleceğe yönelik bakışını zenginleştirip ona yeni ufuklar eklemek ve nihai aşamada içinden çıktığı toplumun bekasını pekiştirecek bir mantık kurgusuna hükmetme anlayışını adım adım takip ederiz. Elbette burada, bize özgü destanların İslamiyet ve Türklük üzerinden, Batıya özgü destanların ise Hristiyanlık ve Avrupalılık üzerinden bir söylem geliştirdikleri, bu söylemlere hâkim olan ana temanın da kendi din, medeniyet ve etnik kimliklerini koruma üzerine temellendiğini söyleyebiliriz. Bununla beraber, özellikle sözlü kültüre ait bu metinlerin genel itibariyle içinde yeşerdikleri medeniyet kurgusunun özünü barındırması bir tarafa bırakılırsa, siyasetin dolaylı bir “aracı” olarak temellendirilip belli bir fayda üzerinden oluşturuldukları da hakikatin başka bir ifadesidir. Aynı metinlerin, yani masal, halk hikâyesi, efsane ve destanların, güncele ait siyasetin evrensel kalıplara dökülerek tarihin ve gelecek nesillerin malzemesine dönüştürülüp belli simgeler yoluyla geleceğe aktarılması, siyasetin değişmez kurallarının ancak edebî bir formatta içselleştirilebileceği gerçeğinin de tabii sonuçlarındandır. Bu manada Orta Asya Türklüğüne ait tabletlerde dile getirilen “düşmana
güvenmemek gerektiği” yönündeki yaklaşımların olabildiğince işlenmiş, rafine edilmiş, edebî bir söylemle dillendirilmesi, o metinlerin hem siyaset hem de edebiyatın malzemesi olmalarına yaramıştır. Bir taraftan yönetici konumunda olanlar kendilerine ait hisseleri alırken aynı kıssaların halk üzerindeki sosyolojik etkisi ve ana dilin gelişip serpilmesine sağladığı katkı da yine edebiyat ile siyaset arasındaki doğrudan ilişkiyi kanıtlamaktadır. Klasik dünyadan modern dünyaya geçilirken, edebiyatın ve siyasetin iç mekanizmalarında ve genel itibariyle doğalarında meydana gelen değişiklik onların ilişkilerini de etkilemiş görünmektedir. Bununla, modern dünyada kendisini gösteren edebiyatçı siyasetçiler ile siyasetin edebiyata bakışı ve onu biçimlendirmesinin ötesinde bir ima kastedilmektedir: Edebiyatın ve edebî metinlerin siyasetin emrinde ve onun doğrudan aracı/ aracısı olması konumu ile edebiyatın amacının sadece kendinde menkul bulunduğu düşüncesinin edebiyat dünyasının çekirdeğinde yaptığı parçalanma… Yani, neresinden bakılırsa bakılsın, Firdevsi’nin Şehname’si, Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı, Attar’ın Mantıku’ttayr’ı, Mevlana’nın Mesnevi’si ilh. hem sonuna kadar edebî ve edebiyat dünyasının malzemesi, hem sonuna kadar hayata dair hakikatleri fısıldaması bakımından insanı hayata hazırlayan birer eğitim kitabı, hem de insanların iç dünyasına metafizik hakikatleri telkin eden birer tebliğ metni olarak karşımızda dururken; aynı yaklaşımın günümüz metinleri, hikâyeleri, şiirleri ve romanları, örneğin Cervantes’in Don Kişot’u, Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ı, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, Halit Ziya Uşaklıgil’in Kırık Hayatlar’ı, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı vs. için geçerli olmadığı tereddüde mahal bırakılmaksızın ifade edilebilir. Ancak buradan da edebiyatın işlevinin, modern dünya görüşünün tabiatıWna uygun şekilde sadece edebî olmaklıktan ibaret bir sahaya çekilerek daraltıldığı, edebî metnin amacının yalnızca edebî zevk vermek olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü modernitenin heterojen doğasına paralel biçimde edebiyatın işlevi konusunda da birbirinden farklı görüşler hâlâ varlığını sürdürmektedir. Bu bağlamda Viktor Hugo’nun Hernani’si, Namık Kemal’in Celal Mukaddime’si ve oynandığında yeri göğü inleten, kitleleri sokağa döken tiyatroları yukarıda dillendirilen edebiyatın işlevinin kendinden menkul olduğu gerçeğini bir çırpıda geçersiz kılmakta, edebiyat ile siyasetin sınırlarının hâlâ kesin olarak birbirlerinden ayrılmadığını, bu iki düşman kardeşin bazen sıkı fıkı olmanın da ötesine geçerek kol kola girdiğini göstermektedir… Dahası, günümüzde çok fazla müracaat edilmediği için popülaritesi düşen,
33
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
ama özellikle Tanzimat yıllarının baskıcı ortamında oldukça etkin görünen bir “siyasi rüya” türü vardır ki dönemin aydınları, özellikle iktidarlara, siyaset kurumuna dönük eleştirilerini edebî bir dille kaleme aldıkları siyasi rüyalar üzerinden götürürlerdi. Hatta Tanzimat devri için, edebiyat ile siyasetin etle kemikçesine birbirine girdiği ve düşman kardeşlerin dostlaştığı altın devir tesmiyesi dahi yapılabilir. Batılılaşma serüveninin başlamasının hemen ardından dönemin paşaları, yani siyasal iktidarın taşıyıcıları, kanun koyucuları ve pratiğe aktarıcıları, iktidarıyla muhalefetiyle hem siyasetçi hem de edebiyatçı kimliklerini eş zamanlı olarak sergilemişlerdir. Hem edebiyatçı hem de siyasetçi kimliğini, birinin diğerine tercih edilemeyecek kadar dengeli kullanan Alphonse de Lamartine belki de dünyanın önde gelen edebiyatçı/siyasetçilerinden biridir. Ancak özellikle Tanzimat yıllarında bunun oldukça fazla örnekleri vardır. Âkif Paşa, Ali Paşa, Fuat Paşa, Mustafa Reşit Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal bunlardan sadece birkaçıdır. İstisnaları bulunsa ve mutlak bir genelleme yapılamasa bile hem şair hem nasir hem hatip hem akil hem arif hem de siyaset erbabı olan bu kişilerin sadece kişilikleri değil ortaya koydukları icraat ve eserleri de birbirinden ayrılması mümkün görünmeyen bir edebiyat-siyaset iç içeliği taşır. Tanzimata hâkim olan bu durum, İkinci Meşrutiyet sonrasında ve Cumhuriyette de –aynı ton ve yoğunlukta olmasa bile- varlığını sürdürmüştür. Nitekim İkinci Meşrutiyet sonrası ülke yönetiminde şu yahut bu şekilde söz sahibi olan İttihatçıların pek çoğu aynı zamanda eli kalem tutan, kimi oldukça velut şair ve yazarlardır. Ahmet Rıza, Akil Koyuncu, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Halide Edip bunlardan sadece bazılarıdır. Aynı zamanda, Cumhuriyet sonrasında Ziya Gökalp, Celal Nuri İleri, Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi edebiyatçı/siyasetçi kimliklerin yeni Türkiye’nin oluşumunda, hem siyasal bir rol üstlenip hem de edebî mahsuller vermeleri; Atatürk’ün özellikle meşhur Çankaya ziyafetlerinde sanat ve edebiyatçıları yanından eksik etmemesi aynı geleneğin pratikteki karşılığından başka bir şey değildir. Bu toplantılardan birinde, Atatürk’ün Reşat Nuri Güntekin’e “Cumhuriyeti ve çağdaşlaşmayı öne çıkarıcı, övücü nitelikte metinler” yazması yönündeki “telkin”inin Yeşil Gece romanının yazılmasına vesile olması, benzeri bir refleksle Yakup Kadri’nin Yaban romanını yazması, Aka Gündüz’ün Dikmen Yıldızı’nı kaleme alması, edebiyatın doğasıdır. Edebiyat dünyası bakımından rencide edici gibi görünse bile bu, edebiyatın gücünü pekiştirmenin tam da karşılığı olsa gerektir… Atatürk, bu uygulama ve yaklaşımlarıyla yapa geldiği inkılâpların
edebiyatla desteklenmediği sürece, edebiyatın gücüne başvurulmadığı sürece başarıya kavuşamayacağını ima ve ihsas etmiş olmaktadır. Atatürk döneminde de İnönü döneminde de edebiyata hâkim olan hava ile edebî eğilimlerin nitelikleri aynı zamanda siyasal iradenin edebiyata duyduğu ihtiyacı onamaktadır. Ne zaman ki siyasetin doğası bozulmuştur, o andan itibaren o güne kadar kol kola insanlığı aydınlatmak ve ufkunu açmak için el birliğiyle çalışmaya karar vermiş bu iki kardeş düşman hâline gelmiştir. Siyaset, politikaya irca edilip siyasal partilerden ibaret dar bir alana hapsolduğu andan itibaren edebiyat da ona küsmüş, böylece siyasetin kendisini kullanmasına baş kaldırarak amacı kendinde menkul bir işleve bürünmüştür. Gerçekte, siyaset hâlâ, hayatın bütününü kapsayan ve yaşama dair projeleri olan bir çağrışım alanıyla tahayyül edilirse edebiyat ile arasında birtakım benzerlikler bulunabilir. Ama günümüz insanının algıladığı biçimiyle gücün kaba ifadesi biçiminde kurgulanıp düşünceden, kültürden, felsefeden, hikmetten yalıtılmış bir alan olarak düşünülürse edebiyat ile arasında bırakın soğukluğu ciddi bir husumet var demektir. Öyle görünüyor ki 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, sadece Türkiye’de değil, dünyanın hemen pek çok ülkesinde edebiyat ile siyaset arasındaki mesafe olabildiğince açılmış ve doğaları, kullanılan yöntemler ile işlevleri, dolayısıyla insana ve insanlığa verdikleri mesaj bakımından birbirine yabancılaşmış iki farklı alana dönüşmüşlerdir. Edebiyatın, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, genel olarak dünyada özelde ise Türkiye’de -bazı istisnaları sabit kalmakla birlikte- kendi içine çekilip kendini politikadan yalıtarak özel bir alan inşa etmesi ve kapalı devre işlemeye başlamasının altındaki en önemli gerekçelerden biri budur. Elbette burada, politika dâhil, hayatın her alanındaki yapıların kapitalist ekonomik sistemin bir parçasına dönüşerek kimi değerlerden soyutlanıp salt “çıkar gözetme” anlayışına gark olmasının da azımsanamaz bir payı bulunmaktadır. Gelenekten kopuş, salt insan merkezli yeni toplumsal oluşumlar, ahlaki yozlaşma ve kitleleşen Makyavelist anlayışın insanlar ile siyaset arasında bir yakınlaşmaya yol açarken, aynı oranda edebiyat ile insan teki arasına sayısız engel koymaktadır. Böylece, 21. asır bir taraftan her bireyin kendini, salt kendi çıkarlarını koruma üzerine bir kolektif şuur dalgalanması yaratmakta, bu da faydadan ari, kabalığa, kas gücüne tahammülü bulunmayan her türlü estetik uğraşın, dolayısıyla edebiyatın gittikçe mevzi kaybetmesine yol açtığı için, nihai aşamada kaybeden insan ve onun özüne ilişkin değerler manzumesi olmaktadır.■
34
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
MUSTAFA MİYASOĞLU
İdeolocya Örgüsü yayınlanıp da bir neslin el kitabı oluncaya kadar Âkif’in Safahat’ı ile Yahya Kemal ve Arif Nihat Asya’nın şiirleri büyük ölçüde ideolojik bir tavrın sözcüsü idi. Bu metinlerle Anadolu çocukları tarih ve kültür mirasına sahip çıkma heyecanını yaşıyor, millî ve dinî kimliğini şiirsel metinlerle korumaya çalışıyordu.
S
iyaset ile edebiyat, ne kadar ilgisiz görünürse görünsün, birçok bakımdan yolları kesişen sosyal faaliyetlerdir. Birinde yetersizlik varsa, ötekinde de kendini gösterecektir. Çünkü aynı toplum için yapılıyor, aynı topluma sesleniyor ve aynı toplumu ifade ediyor veya yönlendiriyorlar. O yüzden de bu iki alanda faaliyet gösteren insanların yolları kesişir. Sorumlu davrananlar da birbirlerine saygılı olurlar. Toplum başka türlü gelişemez. Siyasetçilerin olmadığı zamanlarda toplum başsız kalır; şairleri -yani sanatçıları- konuşmayan bir millet de, Mehmet Emin Yurdakul’un ifadesiyle söylersek, “sevenleri toprak olmuş öksüz çocuklar gibidir”... Öyleyse, sanatçısı ve siyasetçisi olmayan medeni bir millet düşünülemez. Sahte sanatçıları, kötü şairleri Eflatun, Devlet’ine sokmak istemez. Kur’an da Şuara Suresinde onları ağır bir tarzda eleştirir ve pek çok ayette Peygamberin şair olmadığını, bunun ona yakışmadığını belirtir. Bu arada, iyiliği emredip kötülükten sakındıran herkes gibi böyle vasıfları benimseyen şairleri de müstesna görür... Bu tanım her sınıftan insan gibi siyasetçileri de içine alır. Gerçek sanatçı ile siyaset-
35
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
çi, hayrı ve hakkı tavsiye ederek kötülükten insanları sakındırmak konusunda işbirliği hâlindedir. Kötüler de kötülükleri yaygınlaştırmada, bilerek veya bilmeyerek işbirliği yapmaktadırlar. Taraflar sanki ezelde belirlenmiştir... Sosyal ve siyasal denklemi insanlık tarihi boyunca açıkça görebiliriz. Böylesine açık bir tavır alışın çeşitli örneklerinden bazılarını, kendi tarihimizden yola çıkarak şöyle sıralamak mümkündür: Ali Şir Nevai ile Hüseyin Baykara, Bâkî ile Kanûni, Şeyh Galip ile Üçüncü Selim, Namık Kemal ile Tanzimat Paşaları, Atatürk ile Yakup Kadri... Öte yandan, Aristo’dan yola çıkan İskender, Rönesans sanatçılarıyla Aydınlanma düşüncesinden etkilenen cumhuriyetçi devlet adamları, Nietszche’den ilham alan Hitler ile “Beni Stalin yarattı!” diyen Nâzım Hikmet ve onunla birlikte mütalaa edilebilecek öteki komünist şair ve yazarlar da aynı. Görüldüğü gibi, belirli niteliklere sahip şahsiyetler belli toplum modelleri için her zaman işbirliği yapıyorlar. Burada bu işi hakkıyla yapanlarla istismar edenler, siyasetin ve sanatın gereğini yapar gibi görünerek yeteneklerini çarpıtanlar bazı dönemlerde birbirine karıştırılsa ve aynı seviyede görülse de, zamanla sahtelikler fark ediliyor. O yüzden, Aristo’nun Poetika ve Politika adlı kitaplar yazıp bunların her ikisinin de birer sanat olduğunu vurgulaması anlamlıdır.
Tarih ve kültür mirası
Sosyal ve kültürel ilişkilerin ideolojik bir yanı olmadığını ve hatta dünya görüşünden uzak bir yaşantının mümkün olduğunu sananlar aldanırlar. Bir zamanlar evrensel gerçeklerle ilgili hususları belli dönemlere ait ideolojik şartlandırmalar çer-
çevesinde görenler ne kadar yanılıyorsa, her şeyi kaotik bir başıboşluk içinde ele alanlar da öyle yanılıyorlar. Çünkü evrende hiçbir şey tesadüfi olmadığı gibi, hayatı belli değerler çerçevesinde algılayanlar için de hiçbir şey tek başına ve anlamsız bir var oluş çerçevesinde düşünülemez. Bütün bunların birbirini tamamlarcasına, entegre bir bütün oluşturduğu muhakkaktır. Bu gerçek de bize estetik ve kültürel değerleri din ve dünya görüşünden, onlarla birlikte hayatımızı ilgilendiren her şeyi etik ve politik düşüncelerden büsbütün bağımsız düşünmemeyi telkin eder. O yüzden ülkemizdeki siyaset düşüncesinin bilgece değerlendirmelere ihtiyacı var. Bu da ülke siyasetini askerî darbelerle dar kadrolu ahbap-çavuş ilişkisine dayalı parti politikalarından kurtarmak gerektiği hususuyla yakından ilgilidir. Yahya Kemal ile Tanpınar’ı, Mehmet Âkif ile Necip Fazıl’ı önemli kılan Osmanlı tarih ve kültür mirasından haberdar olmalarıdır. Nâzım Hikmet, Kemal Tahir ve Attila İlhan, benimsedikleri dünya görüşü Osmanlıya uzak olsa da o kültürün dil zevkiyle yetiştikleri için, ister istemez kültür mirasından faydalanmayı bilmişlerdir. Tarık Buğra, Behçet Necatigil, Sezai Karakoç ve A.Turan Oflazoğlu’yu önemli kılan da Osmanlıya bakış tarzları ve kültür mirasımıza yaklaşımlarıdır. Şiirimiz ile romanımızda Osmanlı dil zevkini yakalayabilenler geniş kitlelere ulaşabiliyorlar. Elbette gelenekten yararlanabilmek için onu iyi bilmek gerekir. Önemli sanatçılarımız bunun farkındadır, ama onların rahatça diyalog kurabildiği siyasetçinin az olması toplumumuzun belki de en önemli, en temel problemidir. Kültürel endişe taşıyan siyasetçimiz -maalesef- pek az görülüyor. Buna yol açan Cumhuri-
36
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
yetten öncesini yok sayan kültür anlayışı, siyasi hayatımızda görülen fukaralığın da sebebidir. Aydınımız klasiklerimizi okumaz. Tek Parti döneminde, özellikle İnönü yönetiminin baskıcı tutumuyla tek boyutlu insan yetiştirilmek istenmiştir. Bugün 10. Yıl Marşı’nı ezbere okuyan ihtiyarlarla ihtiyar gençler, baskı atmosferinin oluşturduğu ve zaman tüneline soktuğu insanlardır. Öyle olmasaydı, Cumhuriyetin 75. yılında 10. Yıl Marşı’nı okuyabilen insanlar ortaya çıkabilir miydi? Böyle insanlar Türkiye’den başka dünyanın neresinde görülebilir? Tek boyutlu insanın tavrı Orhan Veli şöyle ifade eder: “Düşünme / Arzu et sade / Bak böcekler de öyle yapıyor”... Orhan Veli çevresindeki insanları böyle görüyor ve “böcekler”e benzeterek tuhaf hâllerini güzel tasvir ediyor. Yine onun, “Rakı şişesinde balık olsam” mısraı da sorumsuzluk ve şuursuzluk denizinde yüzen aynı insan tipini çok veciz bir tarzda anlatıyor. Böylesine tarihsiz toplumun insanları şuursuz, kültürsüz ve tabii ki ufuksuz olur. Hayatının manası, kültürünün tarihî mirası ve insanlığın geleceği önemsizdir onun için... Tarih şuuruyla gelenekten habersiz sanatçının orijinal bir eser ortaya koyması nasıl mümkün değilse, bunlardan habersiz siyasetçinin de ülkesini başarıyla yönetmesi imkânsızdır. Çünkü millî kültür mirası ile insanlığın tecrübelerinden habersiz bir medeni gelişme olamaz.
Kültür, sanat ve siyaset
Bizde Avrupai hayat tarzının benimsenmeye çalışıldığı II. Mahmut döneminden bu yana klasik Osmanlı yönetimi ile kültür anlayışı terk edildi. Yenileşme ihtiyacına bağlı gelişen bu anlayışın kültür ve sanat adamlarıyla değil de tepeden inmeci toplum mühendisleriyle tasarlanması sürekli devrime yol açtı. Bugün de AB kriterleri o yüzden tek yol gibi görülüyor. Jakoben anlayış devlet yönetiminde ağır basınca, Yeniçerilerin yerine kurulan askerî birlik devlet yönetiminde etkili olduğu gibi kılık kıyafette başlayan müdahale de kargaşaya yol açtı. Tarihte ilk kez Sultan II. Mahmut döneminde Seraskerin, yani bugünkü anlamda Genel
Kurmay Başkanının ön plana çıktığı görüldü ve onunla topluma yön verilmeye çalışıldı. Devlet gücünü toplum mühendisliği için araç olarak kullanan son dönem Osmanlı yönetim anlayışı Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de etkili oldu. Sultan II. Mahmut’tan beri devlet adamlarımız klasik Osmanlı devlet adamlarının tersine bir yol izlemiş, kendi sanat ve kültür adamlarını önemsememiş, bugünkü politikacı tipinin örneğini de ortaya koymuştur. İki yüz yıla yakın bir zamandır çeteci zihniyete mensup insanların devletin çeşitli kurumlarına egemen olması ve bu arada Batılı emperyalistlerin ülkemizi sürekli parçalanma tehditleri altında yaşamaya zorlaması, entelektüel ihtiyaçların ikinci plana atılmasına yol açmış ve kültür adamları hiçbir şekilde klasik Osmanlı dönemdeki ağırlığını koruyamamıştır. Bir toplumun kültürü onun maddi ve manevi değerlerinin bütünüdür. İnsanların ruhi değeri nasıl benimsediği din ve dünya görüşü ise, toplumunki de kültürüdür. Eğer kültürünüz ve dünya görüşünüz kendinize özgü bir hayat tarzı yaşamanıza imkân veriyorsa, bu çerçevede bir ahlak ve sanat telakkiniz de olması gerekir. Bunları birbiriyle bütünleştiremeyen toplumlar ne varlığını koruyabilir, ne de bağımsız bir kimlik sergileyebilir… Bu yalnızca bize özgü bir şey değil, Fransız, İngiliz, Alman, İspanyol ve Rus toplumlarının kültürleri ile sanat adamları da aynı değerleri yansıtır. Nasıl İspanyollar Cervantes’le, İngilizler Shakespeare’le, Fransızlar Victor Hugo’yla, Almanlar Goethe ile kendilerini ifade edebiliyorsa, bizi de tarihî kimliğimizle ifade eden şahsiyetlerimiz var. Yunus Emre ve Mevlâna nasıl Selçuklu yıkıntısından Osmanlının ortaya çıkmasına yol açacak insani ve kültürel değerleri ön plana çıkarmışsa, Mehmet Âkif ile Yahya Kemal de İstiklâl Savaşı boyunca bu milletin benimsediği ortak değerlerin sözcüsü olarak Cumhuriyete temel olacak manevi ve kültürel değerlere dikkati çekmişlerdir. Bu değerleri reddederek milletimizi başkalaştırmak için uğraşan kültür ve sanat adamlarıyla politikacılar kimliğimizi çarpıtmak için
37
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
uğraştılar.
Ütopyalar ve ideolocya örgüsü
Eflatun, aslında sistem sahibi bir filozoftan daha çok hocası Sokrates’in kişiliği ve görüşleri çevresindeki Atinalıların hayatını ve konuşmalarını bir sanatçı titizliğiyle ayrıntılı biçimde anlatırken, Homeros’un destanlarından yola çıkan bir mitolojik edebiyatın yaydığı hurafeleri de sorgular. Sofist filozoflara karşı olduğu kadar mitolojik edebiyata da karşı olan Eflatun’dan günümüze kadar sistem sahibi veya Nietszche gibi serbest çağrışımla kendi düşüncelerini bir şair olarak ifade eden İbni Arabi, Mevlâna ve İkbal gibi şahsiyetlerin mistik ve metafizik alanlardaki çeşitli görüşlerinin hem toplumu hem de yöneticileri etkilediği bilinir. Necip Fazıl’dan önceki sanatçıların daha çok serbest çağrışımlarla dünya görüşlerini, insan ve hayat anlayışlarını ortaya koyarken, onun her iki tarzda da fikirlerini anlattığını görüyoruz. Şiir ve tiyatro eserleri yanında, felsefi formasyonunun yansıması olduğu çok az bilinen Tanrıkulu’ndan Dinlediklerim adlı serbest çağrışımlı ve büyük ölçüde diyaloglara dayanan yazılarından oluşan kitabının çok önemli bir deneme olduğunu ifade etmeliyiz. Öte yandan, 40 yıl boyunca sistemleştirmeye çalıştığı İdeolocya Örgüsü adlı kitabıyla tarih konusundaki monografileri ve Türkiye’nin Manzarası adlı değerlendirmesi, Necip Fazıl’ın siyaset alanında dünya görüşüne bağlı sistemli düşünceleri yanında eleştirisini yansıtır. İdeolojik çatışmaların çok yoğun olarak yaşandığı 1960’lı yıllarda “ideoloji” kavramının büyük ölçüde dünya görüşü anlamında kullanıldığını ve yabancı ideolojiler karşısında kendi kimliğimizi ve değerlerimizi ifadede kolaylık sağladığını belirtmemiz gerekmektedir. İdeolocya Örgüsü yayınlanıp da bir neslin el kitabı oluncaya kadar Âkif’in Safahat’ı ile Yahya Kemal ve Arif Nihat Asya’nın şiirleri büyük ölçüde ideolojik bir tavrın sözcüsü idi. Bu metinlerle Anadolu çocukları tarih ve kültür mirasına sahip çıkma heyecanını yaşıyor, millî ve dinî kimliğini şiirsel metinlerle korumaya çalışıyordu. İlk kez Necip Fazıl bu millî kimliği fikrî, felsefi ve tarihî-
tasavvufi yorumlara imkân veren zengin bir kültür mirası ile tanıştırdı. Elbette Necip Fazıl’ın şiir, hikâye ve tiyatro eserlerinde de benimsediği dünya görüşünün insan ve toplum anlayışı çeşitli yansımalarla ortaya konur. Onun edebî eserlerinin çağdaş Türk edebiyatında çok yoğun etkisi olduğu, şiirlerinin de dünya görüşünü yaydığı ortadadır. Fakat Necip Fazıl İdeolocya Örgüsü adlı eseriyle bunlardan farklı bir dille bir tarih muhasebesi eşliğinde bir dünya görüşü ortaya koymuştur. Bunu aynı türdeki, Eflatun’un Devlet’i ile Farabi’nin Medinetü’l Fâzıla’sı ve Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i yanında ele almalıyız. İdeolocya Örgüsü’nü, Thomas More’un Utopia ve F. Bacon’un Yeni Atlantis adlı eserleri gibi ele alıp incelemek ve milletimizi kimliğine kavuşturma teklifi olarak değerlendirmek gerekir. İbni Arabi İslam dünyasında, Nietszche Batı Avrupa’da büyük yankılar uyandırmış düşünürlerdir ve eserlerini şiirsel bir dil ile ortaya koymuşlardır. Necip Fazıl bu anlamda, hem İbni Arabi ile Nietzsche gibi fikirlerini şiirsel bir dille ve zengin bir fanteziyle yazdığı edebî eserlerinde, hem de felsefi formasyonundan ötürü sistem sahibi filozoflar gibi düşüncelerini kavramsal çerçeve içinde ortaya koymuştur. Bunun siyaset ve sanat hayatımızda çok köklü etkileri oldu. Maalesef bu etki yeterince bilinmiyor. Hâlbuki Necip Fazıl’ın fikirlerini şiirsel fantezileriyle geliştirdiği ve Anadolu coğrafyasının her köşesinde estirdiği konferans rüzgârlarıyla bu toplum büyük bir dönüşüm yaşadı. 1943-83 arasındaki 40 yıllık mücadelenin özü bu. Bir toplumda öncü olanlar için, siyasetin ve sanatın ezelî ve ebedî sorumlulukları var. Bu temel meseleler yenilik özlemindeki modern zamanlarda olduğu kadar postmodern zamanlarda da geçerli değerlerdir. Postmodern zamanlarda bazı eski kavramlara hiç yer yoktur diyerek, ahlak, dürüstlük, ölçü, insaf, tutarlılık gibi ezelîebedî kavramlardan rahatsızlık duyanlardan toplumu vahyin ışığında gelişen kültürle aydınlatmak gerekir. Bunları sağlayamayan toplumlar yok olmaya veya başka toplumların kültürel ve siyasal sömürgesi olmaya mahkûmdur. ■
38
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
GÜLİSTAN'A GÖLGE DÜŞTÜ Daha on ikisindeydi Bingöllü Gülistan İki yaşındaki kardeşine siper oldu
Bingöl’ün dağlarına kar erken yağar Islanır gülün sesi Gülistan’a ağıtlarla bir göç başlar Kanadında kan tomurcuğa düşer Bağ tarumar bülbülüm kan içinde Tomurcuk yasta Gülistan’ın gölgesinde feryat, figan, ah Kurur yaprağı eğilir boynu gülün Köhne saatlerde toprağın eli Hain, bir kör kurşun tufanında Yaralı bir ceylan düşer göle Göl kana kesilir Gülistanım vurulur Ah gül demlemiş gün görmemiş gözlerin ah Bülbülüm eyvah Bingöl’ün gününe erken çöker karanlık Mevsimi kaybolur gülün O sinsi baykuşun ıslığı Şirvan’a döner Eğilir kapanır bir canı bir can etmeye Kırılır on ikisinde Bir kör kurşun al gerdana... Vakit mi geçti senden Sen mi istedin bir avuç toprak cilvesini Bulut çöktü içime, yıldırım çarptı beni Gözyaşları sürdü beni Seni vuran elin koptuğunu gördüm düşümde
ÖMER KAZAZOĞLU
39
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
FİLİSTİNİN ÇOCUKLARI Şatillanın çocukları büyümeye hazırlanırken Ölümün secdesini gördüler yıllar önce Şükürler olsun tanrım dediler bu dünya Bir tarladır bizim için Annemizin kucağı gibidir aslında Orada ısınır yüreğimiz Orada açılır gözlerimiz hakikate. Şatillanın ölünce büyüyemeyen çocukları Kaç yıl oldu kan revan bir acılıkta İnsanların vicdanlarına baktılar Baktılar ki değişen bir şey yok dünyada Bu defa Gazzenin çocukları çıktılar ortaya Çıktılar ki bir ölüm tarlası olan dünya Gazze Şeridinde bulsun onları Bir İsrailli pilot iyice nişanlasın bombasını Ve salsın gökyüzünden yeryüzüne Gazzedeki çocuklar hiç büyümeden Şatillada ölen çocuk kardeşlerinin yanına Kanatlanarak varsınlar diye. Şimdi, daha çok geçmeden birer küçük melek Birer küçük yol arkadaşı olarak cennette Kendileri gibi küçük çocukları bekliyorlar.
NURETTİN DURMAN
40
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
T A N Z İ M AT S O N R A S I N D A S A N AT K Â R I N P O L İ T İ K A R E N A D A K İ Y E R İ İSMAİL ÇETİŞLİ*
Mücevher tâc-ı devlet kimseye sûd etmez ey Nâbî Nice şâh-ı cihânın çeşmi ol efserde kalmışdır (Nâbî)
T
ürk milletinin sosyoekonomik, sosyokültürel ve sosyopolitik tarihinde sanatkârın (burada daha çok şair ve yazarı kastettiğimizi belirtmek isteriz) sahip olduğu mevki ve önem, devirlere göre değişmiş ve farklılıklar arz etmiştir. En azından kültür tarihimizin üç farklı döneminde (İslamiyet öncesi, İslamiyet sonrası ve Tanzimat sonrası) toplumun ve iktidarların sanatkâra uygun gördüğü veya sanatkârın kendisine biçtiği rol/roller arasındaki farklılık, bizi böyle bir kanaate götürür. Çünkü bu tarihî süreçte sanatkâr, kimi zaman iktidar erkinin yegâne sahibi hükümdarın sarayında mürebbi, musahip ve akıl hocası; çoğu zaman da “kulbe-i ahzân” veya “fildişi kule”nin münzevisidir. O, gün gelmiş gönüller sultanı olarak cemiyetin ruh ve gönlüne istikâmet vermiş; gün gelmiş mevcut iktidara karşı cemiyetin, gözünü budaktan sakınmayan kahramanı kesilmiştir. Yine aynı tarih, kalemini kılıç olarak kullanan sanatkârlar kadar; sadece ve sadece “güzel”in tavsifine adamış sanatkârlara da şahitlik etmiştir. Hakkında çok detaylı kaynak veya bilgiden mahrum bulunduğumuz İslamiyet öncesi Türk kültür tarihinde sanatkârın sosyokültürel ve sos-
Sanatkârın politik arenada yer almaya kalkışması, Tanzimat sonrası Türk edebiyatının kaderini belirleyen “çatışma”yı kaçınılmaz kılar. Son yüz elli yıllık tarihte hemen her dönem, her nesil, kendini bu çatışma içinde bulur. Bu sebeple son dönem edebiyat tarihimizin genel görüntüsünü, sanatkârın politik arenadaki rakipleriyle olan çatışmaları doldurur.
*
41
Prof. Dr., Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
yopolitik hayatta bir hayli etkin bir mevkie sahip olduğu anlaşılmaktadır. “Şaman, kam, baksı/ bahşı, ozan” isimleriyle anılan sanatkâr, özellikle metafizik güçlerle ilişkisine olan inanç ve eylemlerle dikkati çeker. O, sanatkâr olduğu kadar bilge ve hekimdir de. Ayrıca belli zamanlarda icra edilen törenlerde başaktör durumundadır. “Sihirbazlık, rakkaslık, musikişinaslık, hekimlik gibi birçok vasıfları kendilerinde toplayan bu adamların, halk arasında da büyük bir yer ve ehemmiyetleri vardı.” (Köprülü 1989: 57-58) Dolayısıyla İslamiyet öncesi dönemde sanatkâr, bugünkü manada “politik arena” diyemesek bile, genel manada sosyokültürel ve sosyopolitik hayatta önemli bir konuma ve güçlü bir manevi “iktidar”a sahiptir. İslamiyet sonrasında, bundan evvelki dönemde sahip olduğu mevkiini, önce gelişen iş bölümü sebebiyle hızla kaybeden Türk sanatkârı, bir adım sonra saray geleneğinin teşekkülü veya iktidarın bütünüyle hükümdarın eline geçmesiyle, sosyokültürel hayattan değilse bile, politik arenadan büsbütün uzaklaşmış veya uzaklaştırılmıştır. Zira bu dönemde toplumsal statüyü belirleyen mutlak otorite, iktidar gücünü tek başına elinde bulunduran ve bunu ilahi bir meşruiyete dayandıran hükümdardır. “Max Weber’in belirttiği gibi, Orta Çağ’da, Doğu ve Batı’da, monarşilerde devlet; patrimonyal yapıda olup egemenlik gücü, mülk ve tebaa, mutlak biçimde hükümdar ailesine ait sayılırdı ve yalnız onun lutf ve inayetine erişenler, toplumun en şerefli ve zengin tabakasını oluştururdu.” (İnalcık 2003: 9-10) Osmanlıda da durum böyledir. Yani “sanat ve bilim eserlerinin kalitesini ve sanatkârın şöhretini, çok kez hükümdar belirlerdi. Bir eserin “makbul ve muteber olması” her şeyden önce sultanın iltifatına bağlı idi. (…) Sultanu’ş-Şuara seçilmek, “in’am” almak için şairin, ilkin şuara meclisine çağrılması, sultana bir kaside sunması, takdir edilip bağışa lâyık görülmesi gerekli idi.” (İnalcık 2003: 15) Onun içindir ki sanatkâr, sevgili kadar muktedirlere de yüzsuyu dökmek mecburiyetinde kalmıştır hep. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bütün divan edebiyatını tek bir “saray istiaresi” etrafında izah etmesi, bu bağlamda bize büyük bir ufuk açar. Bir devlet içün çerhe temennâdan usandık Bir vasl içün ağyâra müdârâdan usandık (Nâbî)
Altı asırlık divan edebiyatı tarihi, bu anlayış ve uygulamanın somut pek çok örneği ile doludur. Sanırız “kaside” türünün varlık sebebi, bu konuda fazla izaha lüzum bırakmaz. Aşağıdaki beyitlerde olduğu gibi, zaman zaman karşılaşılan dünya mal ve mülküne karşı müstağni tavır, bize göre, daha ziyade genel İslami terbiye çerçevesinde düşünülmelidir. Cîfe-i dünyâ değül herkes kimi matlûbumuz Bir bölük ankâlaruz Kâf-ı kanaât beklerüz (Fuzûlî) Baş eğmeziz edâniye dünyâ-yı dûn içün Allâh’adır tevekkülümüz i’timâdımız (Bâkî) Dolayısıyla divan şairinin politik arenada yeri yoktur. O, ancak sunacağı kaside veya halis şiire göre, arenanın mutlak hâkimi hükümdarın takdir edeceği lütuf ve ihsana muhtaç bir “kul”dur. Bazı şairlerin kadılık, deftardârlık, nişancılık, kazaskerlik, şeyhülislamlık, hatta vezirlik rütbelerine kadar yükselmiş olmaları, bu durumu değiştirmez. Dört padişahtan (Sultan I. Ahmed, I. Mustafa, II. Osman ve IV. Murad) nice ikballer görmüş olan Nef’î’nin dramatik sonu, bu konuda fazla söze lüzum bırakmaz. Ayrıca Osmanlıda görülen şairlerin saray, konak veya benzeri mahfillerde bir araya gelip toplanmaları ile Avrupa’da görülen edebiyat akımları çevresindeki toplanmalar arasında herhangi bir benzerlik de yoktur. (İpekten 1996) Zira bizdeki meclisler daha çok “ayş ü tarâb”a hizmet ederken Batı’dakiler ortak düşünce ve sanat oluşumlarına beşiklik eder. İslamiyet sonrası dönemin halk edebiyatı kolunu temsil eden sanatkârın (âşık, saz şairi) durumuna baktığımızda ise, zaman zaman iktidara başkaldıran veya kafa tutan bazı örneklere (Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal vb.) rastlasak bile, onun, sosyokültürel hayatta dahi küçük imkânlar ve dar mekânların sınırlarını pek aşabildiği söylenemez. O, taşranın bozkırlarında ve “halk”ın sinesinde yaşarken şehirli divan şairine göre daha hür, daha başına buyruktur, ama bir o kadar da iktidara uzaktır. Yürü bire Hızır Paşa/Senin de çarkın kırılır Güvendiğin padişahın/O da bir gün devrilir (Pir Sultan Abdal)
42
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
"...Robert Musil, sanatkârın toplumsal kimliğini, “entelektüel” ve “duygu insanı” gibi çift görünümlü bir kimlik olarak belirler. “Toplumsal bir kimlik olarak değerlendirildiğinde yazarın ya bir entelektüel, ya da kendini çevresindekilerden soyutlayan bir duygu insanı olduğu görülür." Belimizde kılıcımız kirmani Taşı deler mızrağımın termani Hakkımızda devlet etmiş fermanı Ferman padişahın dağlar bizimdir. (Dadaloğlu) Tanzimat öncesi dönemlerin en dikkati çeken sanatkârı, hiç şüphesiz, dünya iktidarına büsbütün müstağni bir tavır takınmış ve onu elinin tersiyle itmiş olan mutasavvıf sanatkârlardır. Ahmet Yesevî, Yunus Emre ve Mevlâna’nın şahsında en mücessem ve mütekâmil örneklerine kavuşan bu sanatkâr, evrenin “Mutlak Muktedir”ine olan kulluk aşkının verdiği güçle “gönüllerin sultanı” olmayı yeğlemiştir. İşte Hayretî’nin beyitleri: Ne Süleymân’a esîrüz ne Selîm’ün kuluyuz Kimse bilmez bizi bir Şâh-ı Kerîmün kulıyuz Kul olan ışka cihân beğlerine eğmedi baş Başka sultân-ı cihânuz göre kimün kulıyuz (Hayretî) *** Asıl konumuz olan ve Türk kültür tarihindeki üçüncü ana dönemi oluşturan Tanzimat sonrasına geldiğimizde ise sanatkârın -sosyoekonomik alanda olmasa bile- sosyokültürel ve sosyopolitik hayattaki yeri ve önemi itibarıyla büyük bir değişim yaşadığını görürüz. Bu gelişmenin birinci sebebi, XVIII. yüzyılın başından itibaren Devlet-i Âliyye’deki merkezî otoritenin giderek zayıflaması; bunun da gerek saray içi, gerekse saray dışından kaynaklanan birtakım iktidar kavgalarına zemin hazırlamış olmasıdır. Her türlü “ıslah” ve “tanzim” çalışmaları ile Batılılaşmanın, devlet ve cemiyete ait mevcut nizamın bozulmasından neşet eden zarurî gelişmeler olduğunu hatırlamak, bu hususu daha kolay anlamamızı sağlayacaktır. Bununla birlikte Tanzimat sonrası sanatkârının üstlendiği yeni rolün, asıl ilham kaynağı ve modelinin Batı ve Batılı meslektaşları olduğu inkâr
edilemez bir gerçektir. Batıda daha önceden sadece aristokrat ve ruhbanların at koşturduğu politik arenada, yaşanan birtakım gelişmeler sebebiyle söz konusu oyuncuların değiştirilmesi eğilimi belirir. Bu süreçte sanatkârın sosyokültürel ve sosyopolitik hayatta kendine yeni bir mevki edinme imkânının kapıları, asıl Fransız İhtilâliyle açılır. Fransız İhtilâli, Batının politik arenasındaki oyuncuları değiştirdiği (Aristokrat ve ruhbanlar yerlerini burjuvalara terk etmek mecburiyetinde kalmışlardır.) gibi, zaman içinde ve domino teorisi doğrultusunda bu değişimi diğer millet ve devletlere de ihraç eder. Temeli Aydınlanma Çağı’na kadar uzanan bu gelişmenin arkasında “akıl” merkezli “birey”in doğup gelişmesi vardır. Buna matbaanın icadı ve burjuva sınıfının teşekkülü faktörlerini de ilâve etmek gerekir. Söz konusu gelişmeler, sanatın alıcısı ve koruyucusunu değiştirdiği gibi, sanatkârın hürriyet alanını genişletmiş; sesi ve düşüncelerini daha geniş kitlelere duyurma imkânı bahşetmiştir. Kısacası Batıda sanatkâr XVIII. yüzyıldaki Aydınlanma Çağı’ndan itibaren -birebir “entelektüel” diyemesek bile- çok rahatlıkla “aydın” sıfatıyla nitelendirebileceğimiz bir kimlik ve kişilik kazanmıştır. Nitekim Robert Musil, sanatkârın toplumsal kimliğini, “entelektüel” ve “duygu insanı” gibi çift görünümlü bir kimlik olarak belirler. “Toplumsal bir kimlik olarak değerlendirildiğinde yazarın ya bir entelektüel, ya da kendini çevresindekilerden soyutlayan bir duygu insanı olduğu görülür. Yazar gerçek bir entelektüele, yani ortalama bir bilgine göre de duygu yüklü görünümüyle zekâ seviyesi düşük izlenimini verir, gerçek bir duygu insanı üzerinde ise duyguları zayıf, kararsız ve gerçek dışı bir entelektüel etkisi bırakır.” (Musil 1995:104) Bir başka ifadeyle Batılı sanatkâr artık, ne Eflâtun’un ideal devletinden kovmak istediği zararlı mahlûk ne ruhban sınıfının aforoz etti-
43
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
ği dinsiz ne de aristokrasinin saray artıklarıyla karnını doyurmaya çalışan zavallıdır. Batıda sanatkâr, var oluş tarihinde en çok yüceltildiği XVIII. yüzyılın ortalarından XIX. yüzyılın ortalarına kadarki romantik anlayışın hâkim olduğu dönemde, “Derinliği ve duyarlılığı ile esrarengiz bir kuvvete sahip, dâhi dediğimiz âdeta tanrısal bir varlıktır.” (Moran 1983: 83) İşte Tanzimat sonrası dönemde Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın şahsında tanıdığımız yeni sanatkâr tipi, Batıda gördüklerimizin -gecikmiş de olsa- bizdeki ilk örnekleridir. Bütün kuvvetini akıldan ve aklının emrindeki kaleminden alan ve kültürel hayatımızda daha önceden tanımadığımız bu yeni “aydın tipi”, hem Tanzimat hareketi hem de sonrasının en önemli oyun kurucularından biridir. Unutmayalım ki “Tanzimat hareketi batı medeniyetini örnek alan bir ‘aydın hareketi’dir.” (Kaplan 1985: 170) Mehmet Kaplan, onun temel özelliklerini şöyle sıralar: Batıyı örnek alır; batıla değil, akla, tabiata ve insan iradesine inanır; sosyal-toplumsal hayatın “kanun”larla düzenlenmesini benimser; halkın vazifeleri kadar haklarının da olduğuna inanır; çalışmayı ve yardımlaşmayı yüksek bir değer olarak tanır; dış dünyaya açık olmakla birlikte vatanına bağlıdır. (Kaplan 1985: 175-176) Bu bağlamda Şinasi’nin “Münacât” ve kasideleri, Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”, Tevfik Fikret’in “Haluk’un Amentüsü”, söz konusu aydının temel niteliklerini belirleyen önemli metinlerdir. Bilindiği gibi, Osmanlı-Türk toplumunun sosyoekonomik, sosyokültür ve sosyopolitik hayatının yeniden tanzimi; buna bağlı olarak iktidar erkinin sahip olduğu/olacağı gücün paylaşımı, XIX. yüzyılın başından itibaren tartışılmaya başlanmıştır. Sürecin, tartışılmasına paralel giden bir başka boyutu, çeşitli fiilî oluşumlardır (Meclis-i Vükelâ, Şûrâ-yı Devlet, Encümen-i Dâniş, vilayet meclisleri vb.). Somut olarak XIX. yüzyılın başında temelleri atılmaya başlanan ve Tanzimat Fermanı sonrası inşası hızlanan yeni tarz politik arena, I. Meşrutiyet’in ilanıyla -derme-çatma da olsa- bir şekle sokulmuş; ancak kısa süre sonra II. Abdülhamid tarafından kapısına kilit vurulmuştur. Arenanın yeniden açılması XX. yüzyılın başında II. Meşrutiyet’in ilanıyla mümkün olmuştur. Cumhuriyet öncesinin zor günlerinden itibaren (1920) ise, toplum için vazgeçilemez bir değere kavuşan politik arena, 1950’den günümü-
ze uzanan süreçte gerçek demokratik kimliğe sahip bir seviyeye yükseltilmeye çalışılmıştır. İşte Tanzimat sonrası Türk sanatkârının, sosyokültür ve sosyopolitik hayatta ve yeni inşa edilmeye çalışılan politik arenada arzıendam etmesi, böyle bir tanzim, inşa ve rol dağıtımı sürecinde mümkün olmuştur. Sosyal ve toplumsal hayatın yeniden yapılanmasında aktif görev alacak bütün aktör ve rollerin, Batılı normlar çerçevesinde belirlenip dağıtıldığı bir dönemde sanatkârın kendine, buna uygun bir rol talep etmesi şaşırtıcı olmaz. Yani Tanzimat sonrası sanatkârı, her şeyden evvel divan ve halk edebiyatı sanatkârları gibi, yönetim veya yönetici elitin lâyık gördüğü sofranın uzağında bir kenarda uslu uslu oturması, lütfettiği birkaç lokmaya şükretmesi sınırlarını aşmayan rolünü reddeder. Onun kendine biçtiği rol, neredeyse sofrayı kendisinin kurması ve sofranın başına oturmasıdır. Kısaca o, artık sofra kurucu, sofra zevkini belirleyici ve sofranın hâkimi olmak arzu ve ihtirasındadır. Genç yaşta saraya intisap eden Ziya Paşa’nın, devrin sadrazamı Âli Paşa ile olan kavgaları, bu hâle güzel bir örnek teşkil eder. Yukarıda nitelikleri belirtilen Tanzimat sonrası sanatkârı, artık toplumun “öncü”sü ve “önder”i olma arzu ve ihtirasındadır. En azından o, Ahmet Mithat (Hace-i Evvel) örneğinde gördüğümüz gibi, toplumun “mürebbi”si ve akıl “hoca”sıdır artık. Memduh Şevket Esendal’ın sanatkârları iki ana gruba (toplumun önünden giden sanatkâr; toplumun ardından giden sanatkâr) ayırmış olmasını bu bağlamda düşündüğümüzde, sanatkârın beklentilerini daha iyi anlarız. “Cemaatin önünde giden sanatkâr, o cemaate yeni bir dünya görüşü getirir. Bir cemiyet nizamı kurar. Şartlarını tespit eder. Cemaate, eseriyle nasıl yaşamaları gerektiğini söyler. Cemaati arkadan takip eden sanatkâr, ‘olan’ı tespit eder. Cemiyete ayna tutar. Cemiyetin nasıl bir gidişi, yaşayışı olduğunu gösterir; tarihe de o cemiyet hakkında tespit edilmiş müşahedeler bırakır.” (Çetişli, 1999: 38) Elbette gönülde yatan aslan, toplumun önünde giden sanatkâr olabilmektir. Zaman zaman bu vasfın “toplum mühendisliği”ne kadar yükseldiğini söylemek abartı olmayacaktır. Nitekim Şinasi ve Namık Kemal’in o güne kadar pek görülmeyen bir kimlik, tavır ve sesle politik arenaya adım attıklarını görürüz. “Akıl”, “medeniyet”, “meşrutiyet”, “kanun” gibi Batılı kavramlardan güç alan Şinasi, iktidarın güçlü
44
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
adamı Reşit Paşa’dan aldığı cesaretle, sultana “haddini bildirmek”ten; Namık Kemal ise “vatan”, “millet”, “hak”, “adalet”, “hürriyet” değerleri istikâmetinde millet yolunda can vermekten bahseder olmuştur. Çünkü “Tanzimat’ın ilk edebiyatçı neslinde çok kuvvetli (toplumsal) bir şuur vardır. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi’nin eserlerinde devleti kurtarmak, cemiyeti değiştirmek ve müesseseleri yenileştirmek için bir yığın tenkit ve teklif yer alır. Onlar sadece edebiyatçı değil, gazeteci, politikacı, fikir adamı, hatta ihtilalcidirler. Vücuda getirdikleri edebiyat, halis bir edebiyat olmaktan ziyade sosyal ve politik bir edebiyattır. (…) Onlar, Şinasi hariç, fikirlerini gerçekleştirmek için politik aksiyona da geçmiş, “Yeni Osmanlılar” adı verilen bir ihtilal cemiyeti kurmuş, Avrupa’ya kaçarak mücadele etmiş, nihayet Türkiye’de ilk rejim ihtilâli olan I. Meşrutiyet’in fikir zeminini hazırlamışlardır.” (Emil 1997: 137) Bir ıtıknâmedir insana senin kanunun Bildirir haddini sultana senin kanunun (Şinasi, Kaside) sin
Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gel-
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten (Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi) Bu açıdan bakıldığında “Tanzimat romanı, Türk toplumunun gönülden akıla; cemiyet ve cemaat esaslı toplumdan, ferdiyetini kazanmış insanların oluşturduğu bir sosyal yapıya, tradisyonaliteden fertçi, liberal görüşe dönüşme isteğinin belgesidir.” (Balcı 2002: 193) Bundan da öte Tanzimat sanatkârı iktidarın el değiştirmesi veya kendi istediği doğrultuda şekillenmesi hususunda fiilî eylemlere kalkışmaktan da geri durmaz. Abdülaziz’in “halli”, bundan sonra önce Sultan Murad’ın, onun aklî dengesini yitirmesi üzerine bu defa II. Abdülhamid’in tahta oturması sürecinde birçok sanatkârın rol aldığını tarih açıkça kaydeder. “Sarıklı İhtilâlci” olarak tanınan Ali Suavi, bu dönemin tipik örneklerinden birisidir. Öte yandan “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” bir şair olduğunu belirtmesine rağmen apaçık pozitivizmi “amentü” belleyen Tevfik Fikret, önce II. Abdülhamid ve yönetimini, daha sonra da bir ara alkışladığı İttihat ve Terakki yönetimini en ağır biçimde eleştirir.
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak! Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak! Bugün ki mideler kavî, bugün ki çorbalar sıcak, Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak… Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı pür-nevâ sizin; Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin! (Tevfik Fikret, Hân-ı Yağma) Cumhuriyet döneminin Kaldırımlar şairi Necip Fazıl ise, kendisinden beklenen asıl görevi idrak ettikten sonra, kollarını bir makas gibi açarak “çıkmaz sokak”ta ilerleyen kalabalıkları, doğru istikâmete yönlendirmek için bütün gücüyle haykırır. Durun kalabalık, bu cadde çıkmaz sokak! Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak. (Necip Fazıl, Destan) Tanzimat sonrası sanatkârının sosyokültürel ve sosyopolitik hayatın yeniden tanziminde en üst seviyede rol almaları, Yeni Osmanlılar oluşumundan güç alan Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın Kanun-i Esâsî’nin hazırlandığı encümene ait masanın en üst köşesine oturmalarıdır. Bunu “Jön Türk” olarak niteleyebileceğimiz sanatkârların aktif politik faaliyetleri izler. II. Meşrutiyet sonrasında benimsediği Meslekî Temsilcilik düşüncesi istikametinde faaliyetleriyle Memduh Şevket Esendal; Türkçülük düşüncesindeki ideologluğuyla Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki Cemiyeti ve yönetiminde bir hayli etkindirler. Bunlara Cumhuriyetin şu veya bu temeller üzerine şekillenmesinde Tevfik Fikret ve -özellikle- Ziya Gökalp’ın tesirlerini de ilâve etmek gerekir. Ancak bu durum uzun sürmez ve sanatkârın politik arenadaki mevkii, Cumhuriyet sonrası dönemde bir daha aynı yüksek seviyeye ulaşamaz. Bir başka ifadeyle, mevcut iktidarla olan kıyasıya mücadelesine rağmen sanatkâr, iktidar erkini bir türlü yakalayamaz. Çünkü sanatkârın politik arenaya girmesi ve burada oyun kurucu olarak rol kapmaya çalışması, -bütün toplumlarda da görüldüğü gibi- Osmanlı-Türk toplumunda da politik arenanın diğer oyuncuları tarafından hiç de hoş karşılanmamıştır. Zira “Kurtlar Sofrası”nda onlardan başka yönetici elit, ulema, eşraf, sivil ve askerî bürokrasi gibi, dünden bugüne uzanan süreçte kendilerini hep arenanın gerçek sahipleri ve oyuncuları olarak gören kesimler mevcuttur.
45
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Dolayısıyla Tanzimat’tan günümüze sanatkârın politik arenada ulaşabildiği mevki, çok büyük ölçüde bürokrasinin çeşitli basamaklarıyla sınırlı kalmıştır. Sadrazamlık (Ahmet Vefik Paşa), nâzırlık/bakanlık (Ahmet Vefik Paşa, Ebubekir Hâzım Tepeyran, Fuat Köprülü, Hasan Ali Yücel), parti genel sekreterliği (Memduh Şevket Esendal), valilik (Ziya Paşa, Ali Ekrem, Faik Ali Ozansoy, Mehmet Emin Yurdakul), Şûra-yı Devlet azalığı (Namık Kemal, Recaizâde Mahmut Ekrem), Mabeyn-i Humayun Başkâtipliği (Halit Ziya), Meclis-i Mebûsan üyeliği (Hüseyit Cahit Yalçın), Anayasa Mahkemesi Üyeliği (Mehmet Çınarlı), sanatkârın tırmanabildiği önemli bürokratik basamaklardır. Doksan yıla yaklaşan Cumhuriyet döneminin politik arenasında sanatkârın zaman zaman daha çok görüldüğü dikkati çekse de, bu görünüm, bazı simalar için belirgin ve etkin bir mahiyet arz ederken; pek çok sanatkâr için oldukça silik niteliktedir. Ahmet Rasim, Hüseyin Cahit Yalçın, Mehmet Emin Yurdakul, Yahya Kemal Beyatlı, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edib Adıvar, Aka Gündüz, Reşat Nuri Güntekin, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Kemalettin Kamu, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Erdem Beyazıt gibi birçok sanatkârın TBMM’deki milletvekillikleri, ancak ikinci grup sanatkâr seviyesi bir öneme sahiptir. Sezai Karakoç’un bir parti kurup (Diriliş Partisi 1990-1997) mücadelesini bu çerçevede yürütmesi, dikkati çekici nadir örneklerden birisidir. Sanatkârın politik arenada yer almaya kalkışması, Tanzimat sonrası Türk edebiyatının kaderini belirleyen “çatışma”yı kaçınılmaz kılar. Son yüz elli yıllık tarihte hemen her dönem, her nesil, kendini bu çatışma içinde bulur. Bu sebeple son dönem edebiyat tarihimizin genel görüntüsünü, sanatkârın politik arenadaki rakipleriyle olan çatışmaları doldurur. Namık Kemal ve arkadaşları önce Albülmecid, daha sonra da II. Abdülhamid ile kavga ederlerken; “miskin” olmakla suçlanan Hâmid, Ekrem; Fikret, Halit Ziya nesli II. Abdülhamid ile bir hayli pasif düzeyde seyreden bir kavgaya tutuşurlar. II. Meşrutiyet sonrası sanatkârlarının karşısına, bir zaman II. Abdülhamid yönetimine karşı destekleyip alkışladıkları İttihat ve Terakki yönetimi çıkar. Doksan yıllık Cumhuriyet döneminde de
yönetim-sanatkâr çatışmasının hız kesmeden devam ettiği bir gerçektir. Dönem dönem (Atatürk dönemi, İnönü dönemi, çok partili dönem) yönetici elit değişmişse de çatışmanın sonu bir türlü gelmemiştir. Değişen sadece çatışan tarafların çatışmaya kaynaklık eden görüşlerindeki farklılıktır. İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçişte bu çatışmanın en dramatik örneklerinden biri, Ali Kemal’in yaşadıklarıdır. Bir adım sonra, Ankara yönetiminin ilk uygulaması durumundaki meşhur yüz ellilikler listesine giren bazı şair ve yazarlara uygun görülen sürgün cezasıdır. Refik Halit Karay, Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Refii Cevat Ulunay bunların arasındadır. Öte yandan Cumhuriyet’in ideal kadın kahramanı Halide Edip Adıvar, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ayrışmasında ülkeyi terk etmek zorunda kalır (1925-1939). Kadro dergisinde “Kemalizm”in ideolojisini hazırlayan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, uzun yıllarını “Zoraki Diplomat” olarak yurt dışında geçirir. Hatırlatmak gerekir ki zorakî diplomatlık, Cumhuriyet dönemi muhalif sanatkârlarının en tercihe şayan “tedip” yollarından birisidir. Zira dönem boyunca sanatkârdan beklenen büyük ölçüde “inkılâp edebiyatı”dır. Tek Parti veya Şeflik Dönemi’nin yöneticisanatkâr ilişkileri, daha çok dünya konjonktürüne göre yön değiştirir. Bu sebeple gün gelir solcu/sosyalist sanatkârlar; gün gelir sağcı/ muhafazakâr/Türkçü sanatkârlar hapishanelerin müdavimi olurlar. Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Nihal Atsız, Necip Fazıl bunlardan bazılarıdır. Çok partili dönemde de buna yakın bir uygulama dikkati çeker. Bununla birlikte 1960’taki 27 Mayıs İhtilâlinden bugüne olan süreci daha çok askerî ihtilâller belirler. Samet Ağaoğlu ve Faruk Nafiz Çamlıbel, ihtilâl sonrasında tutuklanıp hapse atılan DP milletvekilleri arasındadır. Takip eden yıllarda, başta “mürteci” sanatkârlar olmak üzere, “sağ” ve “sol” cenahta yer alan birçok sanatkâr, askerî rejimlerin hışmına uğrarlar. Cemil Meriç, kendisinin de muzdariplerinden biri olduğu Türk aydını ve sanatkârının politik arenadaki son yüz elli yıllık serüvenini şöyle değerlendirir: “Türk aydını her mevsim bir başka meçhûlün sevdalısı. Geçen asrın ortalarında ıslâhatçıdır, sonra ihtilâlci olur, sonra inkılâpçı. Ve tarih, 27 Mayıs’tan bu yana yeni bir kahramanın zaferine alkış tutar: Devrimci. Artık iki hücreli bir mahpesteyiz; hücrenin biri devrimcilerin, öteki gericilerin.” (Meriç 1980: 143)
46
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Politik arenada iktidar-sanatkâr çatışmasının en somut sonucu, sürgün ve hapis yoluyla arenadan uzaklaştırılma şeklinde tezahür eder. Meselâ İttihat ve Terakki yönetimi, Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi üzerine bir gecede Bahr-i Cedîd vapuruna doldurduğu 500’ün üzerindeki kişiyi Sinop’a sürgün etmiştir. Refik Halit Karay, sürgün hayatının tadını ilk önce İttihat ve Terakki yönetiminin elinden tadanlardandır. Tanzimat’tan bugüne sürgün hayatı yaşayan sanatkârdan bazıları; Namık Kemal, Ali Suavi, Ahmet Mithat Efendi, Abdullah Cevdet, Mizancı Murad, Ebüzziya Tevfik, Abdülhalim Memduh, Hüseyin Cahit Yalçın, Hüseyin Siret Özsever, İsmail Safa, Ali Kemal, Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Cevat Şakir Kabaağaçlı’dır. Bu bağlamda Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatının ciddi bir sürgün ve hapishane edebiyatı birikimine sahip olduğunu söylemek mübalâğa olmaz. [1] Yönetimle olan çatışmaları sebebiyle yurt dışına kaçan veya kaçmak mecburiyetinde kalanları da sürgünler grubuna dâhil edebiliriz. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi, Sami Paşazâde Sezaî, Abdullah Cevdet, Hüseyin Cahit Yalçın, Süleyman Nazif, Hüseyin Siret Özsever, Abdülhalim Memduh bunlardan bazılarıdır. Cumhuriyet döneminde hapishane hayatı ile tanışmış olan sanatkârlardan bazıları ise; Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Nihal Atsız, Ahmet Arif, Yusuf Atılgan, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Necip Fazıl’dır. Zindan iki hece, Mehmed’in lâfta! Baba katiliyle baban bir safta! Bir de, geri adam, boynumda yafta.. Halimi düşünüp yanma Mehmed’im! Kavuşmak mı?.. Belki.. Daha ölmedim! (Necip Fazıl, Zindandan Mehmed’e Mektup) İktidarın sanatkâra uygun gördüğü sürgün ve hapishane, arenada ayakaltında dolaşmaması, sesinin kısılması ve susturulmasında bir hayli etkili olmuştur. Eserlerinin toplatılması 1. Sürgün edebiyatı için bkz. Feridun Andaç, Sürgün Edebiyatı Edebiyatın Sürgünleri, Bağlam Yay.,İstanbul, 1997; Nedim Gürsel, “Sürgün ve Yazın”, Milliyet Sanat, S.33, 1983; Handan İnci, “Türk Edebiyatının Sürgün Tarihinde İlginç Bir Sayfa Yahut Bir Sürgünün Beş Hikâyesi”, Kitaplık Dergisi, S. 34, Güz-1998.
ve yakılması, sık sık başvurulan bir başka uygulama olarak karşımıza çıkar. Politik arenadaki bu kavgalardan zararlı veya mağlup çıkan genelde sanatkâr olur. Çünkü onun kendini savunmada kaleminden başka fiilî bir gücü; fikirlerinden başka da bir aracı yoktur. Dolayısıyla o, bütün fiilî ve maddi güçleri elinde bulunduran iktidarın gücüyle mukayese edilemeyecek kadar zayıftır. Nitekim fiilî çatışma sonucu darmadağın olan sanatkârın perişan hâli, bu durumu bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer. Ancak uzun vadede durum tam bunun tersine bir sonuç verebilir ve vermiştir de. Yani ilk planda mağlup olan ve susturulan sanatkâr, uzun vadede politik arenanın asıl gücü olduğunu ortaya koyabilir ve koymuştur. Buradan anlaşılır ki, sanatkârın politik gücü, görünenin veya zannedilenin çok üstündedir. Ancak bu gücün politik arenaya hâkimiyeti için uzun bir zaman ve sabır gerekir. Bu sebeple sanatkâr, çoğu zaman zaferinin şaşaasını kendi gözleriyle görme mutluluğunu yaşayamaz. Kısacası; Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı tarihinde asıl olan şair ve yazarların politik arenada kendilerine yeni bir mevki edinebilme mücadelesi; bu ortamda yönetici elit ve bunların emrindeki sivil ve askerî bürokrasi ile sonu gelmez çatışmalarıdır. Hiçbir dönem ve hiçbir nesil bu çatışmadan âzâde değildir. Hatta şair ve yazarları tek tek gözden geçirdiğimizde, söz konusu çatışmanın dışında kalabilmiş isim sayısı bir elin parmaklarını geçmez. *** Sanatkârın doğrudan doğruya veya dolaylı olarak politik arenaya girmeye kalkışması, burada yönetimle çatışmaya girmesi, Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatına yeni bir kimlik kazandırmıştır. Bu kimliğin en temel özellikleri; sosyal, toplumcu, fikrî, ahlâkî, didaktik; hatta bir noktadan sonra politik, ideolojik ve angaje oluşudur. Sanatın bünyesinde var olduğu toplumun, devrin ve hayatın meselelerini, sanatın dünyasına taşıması, bu dünyanın imkân ve sınırları içinde ele alıp işlemesi ve estetik bir çerçevede okuyucu ve toplumun dikkatlerine sunması, elbette takdire şayan bir gelişmedir. Kalemini bu çerçevede kullanan sanatkâra hayran olup alkışlamamak mümkün değildir elbette. Ancak pek çok sanatkârın çizilen sınırları bir hayli aştığı, sanatı politik ve
47
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
ideolojik fikirlerinin basit ve ilkel aracı hâline getirdiği de bir gerçektir. İster bilinçsizlik, ister yeteneksizlik, isterse ideolojik körlükten kaynaklansın, Tanzimat’tan günümüze olan süreçte, bu hâlin pek çok örneğiyle karşılaşılır. Bu tavır, elbette sanata büyük zarar vermiş ve vermektedir. Eleştirilebilecek bir başka boyut, politik arenada boy göstermeye kalkışan kimi sanatkârların toplum ve değerleriyle de çatışmaya girmiş olmalarıdır. İlk örneklerini Tevfik Fikret ve Hüseyin Rahmi’de gördüğümüz bu sanatkâr tipi, özellikle Cumhuriyet’ten sonra daha da artmaya başlar. Kimi zaman mevcut iktidara olan hışmından, kimi zaman yaranma ihtirasından, kimi zaman şöhret arzusundan, kimi zaman da gözünü kör eden ideolojik saplantılarından hareket eden bu sanatkâr, geleneğe, kutsala, tarihe ait hemen her değere saldırmaktan geri durmamıştır. İlerici/inkılâpçıgerici/yobaz ikilemindeki şablon, bu tavrın bıktırıcı örneğidir. Arenadaki bu haliyle o, can havliyle gördüğü her kırmızıya saldıran boğalara benzer. Üdebânız hele gâyetle bayağı mahlûkat… Halkı irşâd edecek öyle mi bunlar? Heyhât! Kimi Garb’ın yalınız fuhşuna hasbî simsar; Kimi, İran malı der, köhne alır, hurda satar! …………… Serserî: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok; Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok! Şimdi Allah’a söver.. Sonra biraz bol para ver: Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder! (Mehmet Âkif, Süleymaniye Kürsüsünde) Hülâsa; genel manada ele alındığında Türk milleti, mukaddesleriyle kavgalı olmayan; ahlâk, töre, gelenek, din, tarih gibi temel değerlerine saldırmayan sanatkâra sahip çıkmış; onu bağrına basmış, -baş tacı etmese bile- değer vermiş, hürmet göstermiştir. Aynı sanatkârın politik arenadaki durumu, yer yer buna paralel bir görünüm arz etmişse de, tarihin üç farklı döneminde önemli değişmeler göstermiştir. İslâmiyet öncesinde toplumun sosyo-kültürel hayatında önemli bir mevkie sahip olan sanatkâr, saray olgusunun esas olduğu ve iktidarın tek elde toplandığı İslâmî dönem-
de bu mevkiini büyük ölçüde kaybetmiştir. Zaman zaman kendisine önemli bürokratik görevler verilmesine rağmen ondan beklenen “mûtî” olmasıdır. Tanzimat sonrasının büyük ölçüde Batılı normlara göre yetişmiş yeni sanatkârı, toplum ve iktidardan öncelikle bireysel varlığının kabulü ve “aydın” kimliğine uygun bir mevki ister. Ancak hiçbir iktidar sahip olduğu yetkileri onunla paylaşmak istememiştir. Bu sebeple sanatkâr, her fırsatta iktidara başkaldıran bir “isyankâr”; sanatı da düpedüz “Başkaldıran Edebiyat”a dönüştürmekten çekinmemiştir. Bu tutum, çok açık “Kurtlar Sofrası” olan politik arenada sanatkâr-iktidar çatışması veya kavgasını kaçınılmaz kılmıştır. Onca kısıtlamalar, sansürler, yasaklamalar, sürgünler, mahpusluklar, sanatkâr-iktidar çatışmasının somut, ama acı birer sonuçlarıdır. Bu sürecin bir başka olumsuz sonucu, edebiyatın çok daha fikrî, ahlâkî, didaktik ve ideolojik bir niteliğe sahip kılınması ve “araç” seviyesine düşürülmesidir. ■
Kaynaklar Balcı, Yunus (2003), “Yenileşme Zihniyeti Bakımından Tanzimat Romanının Anlamı”, Türkler, C.15, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara. Çetişli, İsmail (1999), Memduh Şevket Esendal -İnsan ve Eser-, Kardelen Kitabevi, Isparta. Emil, Birol (1997), Türk Kültür ve Edebiyatından 1 Meseleler, Akçağ Yayınları, Ankara. İnalcık, Halil (2003), Şair ve Patron, Doğu Batı Yayınları, Ankara. İpekten, Haluk (1996), Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, MEB Yayınları, İstanbul. Kaplan, Mehmet (1985), Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 3 (Tip Tahlilleri), Dergâh Yayınları, İstanbul. Köprülü, Fuat (1989), Edebiyat Araştırmaları, Ötüken Yayınları, İstanbul. Meriç, Cemil (1980), Mağaradakiler, Ötüken Yayınları, İstanbul. Moran, Berna (1983), Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınları, İstanbul. Musil, Robert (1995), 20. Yüzyıl Edebiyat Sanatı, (hzl. H. Salihoğlu), İmge Yayınları, Ankara.
48
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Estetik duygunun kuvvetli bir tezahürü olmak üzere Osmanlı toplumunda bütün güzel sanat erbabının ve hususiyle şairlerin takdir ve saygı gördüğü bilinmektedir. Bir kültürün değeri onun vücuda getirdiği maddi eserler kadar insani boyutuyla da ölçülür. CİHAN OKUYUCU*
1
866’da Tasvir-i Efkârda yayınlanan “Lisan-i Osmanî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir” isimli makalesiyle divan edebiyatına yönelik ilk toplu eleştiriyi yapan Namık Kemal’den günümüze klasik edebiyatımıza yönelik eleştirilerin ağırlık merkezini; bu edebiyatın saray çevresinde teşekkül etmiş ve dolayısıyla hem dil hem de ruh bakımından kendi toplumunun gerçeklerine yabancı, gayrı-samimi bir caize edebiyatı olduğu vb. gibi hususlar teşkil eder. Divan şiirine yönelik eleştiriler Millî edebiyat cereyanı ile birlikte artmış ve söz gelimi Z. Gökalp :” Fuzulileri, Bakileri, Nedimleri bizim klasik şairimiz addetmek doğru değildir” diyebilmiştir. (Cumhuriyet dönemine kadar eski edebiyat hakkındaki tartışmaların geniş bir özeti *Prof.Dr., Yıldız Teknik Üniv.
için bkz. Dr. Erdoğan Erbay, “Eskiler ve Yeniler” Akademik Araştırmalar, Erzurum 1997) Şüphesiz klasik edebiyatın muhtevasıyla ilgili tenkitler bunlarla sınırlı değildir. Ancak biz bu kısa yazıyı sadece şiirimizin sarayla münasebeti ve dolayısıyla caize meselesiyle sınırlamayı düşünüyoruz.
Sosyal Tabakalaşma Tabii midir?
Orta Çağ İslam toplumlarında sanatın geniş halk yığınlarından ziyade sarayın himayesine mazhar olan münevver zümrelerce vücuda getirildiği tarihî bir gerçektir. Öncelikle eskilerin avam ve havas diye isimlendirdiği bu toplumsal tabakalaşmanın tabii olup olmadığı hususunda bazı düşünürlerin fikirlerinden iktibaslarda bulunmak istiyoruz. Ta ki bu tabakalaşmanın bir
49
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
yabancılaşma ve kopuş olup olmadığı tebellür etsin. Köprülü bir cemiyette muhtelif zevk ve kültür tabakaları bulunmasını tabii bulur: “Cemiyetin bir muayyen zamanında muhtelif zümreler bulunduğu ve her zümrenin kendisine has eserlerle bedii ihtiyaçlarını tatmin ettikleri tabiidir. Emile Faguet’nin haklı iddiası veçhile,”Edebiyat mütecanis bir kitle değildir. Her devrede yekdiğerinden farklı üç-dört edebiyat vardır.” İçtimai tekâmül insan cemiyetlerinde nasıl işbölümünü meydana getiriyorsa, aynı suretle edebî zevkin de değişme ve ihtisaslaşmasına ve netice olarak muhtelif sınıflar için muhtelif edebiyatlar vücuda gelmesine yol açıyor.” (Köprülü, Usul,26) Yazar, Yıldırım Bayezit zamanına kadar çok sade olan sosyal yapının artık yavaş yavaş değiştiği ve o zamana kadar tanınmayan kaside türünün ortaya çıktığı, sosyal tabakalaşma neticesinde halk zevkinden uzaklaşıldığı fikrindedir. Mevlit, Ahmediye ve Muhammediye bu iki zevkin arasındaki eserlerdir. Özellikle Emir Süleyman bu hayatın kökleşmesine katkıda bulunmuş ve Âşık Çelebi’nin takdirini kazanmıştır. Fatih döneminde artık silsile-i meratip teşekkül etmiş ve iki sınıfın ayrılığı katileşmiş, saray Bizans debdebesini tevarüs etmiştir, vs. (Köprülü, Usul, 21) Tanpınar ise toplumdaki bu tabakalaşmayı, kültürün esasını teşkil eden dinin uzun bir süreçte tedricen kabulü, çeşitli coğrafyaların etkileri, kurulan şehirlerin geriden gelen kavmi geleneklerle beslenmesi gibi sebeplere bağlar. (Tanpınar, 19.Asır, 1) Rothacker’e göre de sebep her ne olursa olsun ortaya çıkan bu tabakaların kültüre katkıları farklı farklıdır:“ Devletçe ve kültürce birleşmiş bir millet birçok tabakalardan meydana gelir. Bütün tabakalar, zümreler, sınıflar bir kültür için ve kültür çağları için represantativ sayılan kültürel uslup formlarının yaratılma ve kurulmasına aynı ölçüde katılmazlar. Alman imparatorları koskoca katedraller veya Fransız kralları büyük büyük barok şatolar kurarken bu yapıların masraflarını elbette bütün bir millet yüklenmişti. Ama üslubun bulunmasında sadece hükmeden tabakanın payı olmuştur. Roman üslubu mu yoksa gotik uslubu mu? Bu ve buna benziyen sorulardan yoksul köylüye ne? (Rothacker,78) Wellek de -bizdekine benzer tarzda- her cemiyette halk ve aydınlar edebiyatı bulunduğunu ve bunlardaki
sosyal olaylara katılma nisbetinin değişik olduğunu belirtir. Bu nisbet halk edebiyatında fazla iken yüksek sınıfta iyice düşer. (Wellek,128) Müller esasında sanatın her devirde bir seçkinler işi olduğunu belirterek, günümüzde aksi yöndeki bazı talebleri samimi bulmaz: “Bu günün demagogları (halk dalkavukları) ünlü “sokak adamı”nı kültür sorunlarının en yüksek hakemi olarak kabul etmekten hoşlanıyorlar ve onun her zaman böyle olduğuna-en yüksek hakem olduğuna -inanıyorlar veya inanır görünüyorlar. Fakat Raphael’in L’Ecole d’Athenes (Atina Okulu) adlı tablosu XVI. Yüzyılın sokak adamına neyi ifade etmiştir”. (Müller,108) Bu tespitler klasik kültürümüzün daha ziyade yüksek zümrenin eseri olduğu şeklindeki tenkitlere de dolaylı bir cevap mahiyetindedir. Zira yukarıdaki tariften de anlaşılacağı üzere her kültür bir ölçüde kendi münevver zümrelerinin eseridir. Tarlan da bu edebiyatın daha çok şehirli zümrelere; öncelikle ulemaya, sonra orta münevver tabaka; devlet memurları ve Enderun zümresine hitap ettiği fikrindedir. Ona göre, asker ve tüccar seviyesine göre kâh halk ve tekke, kâh divan şiirine meylediyordu. Köylü ve asker için ihtiyaç daha samimi ve mahalli iken ulema sınıfı için edebiyat biraz fantezi bir çeşnidedir. Fakat bu hâl bu şiirin gayrimillî olmasını gerektirmez: “Bir cemiyetin herhangi bir tesir altında kalan bir sınıfı o cemiyetten sayılmaz mı? Bu edebiyat o zamanın bütün münevverlerine hitap ediyordu ve yanında ikinci derecede bir münevver sınıf edebiyatı mevcut değildi. Bu edebiyata gayrı milli demek için altı asrı mütecaviz bir zaman bu milletin münevver zümresini teşkil edenleri Türklük camiasından çıkarmak icab eder.” (Tarlan, 30-31) Bununla birlikte divan şiirinin birçoklarının iddia ettiği gibi bütünüyle büyük şehirlere sıkışmış ve havassa ait bir şiir geleneği olmadığı da Mustafa İsen’in 27 Tezkireyi taramak suretiyle ortaya çıkardığı sonuçlarla anlaşılmıştır. Buna göre şairlerimizin şehirlere ve mesleklere göre dağılımı nisbeten dengelidir. (M. İsen, “Ötelerden Bir Ses” , 221)
Realite Karşısındaki Tutum ve Saray İstiaresi
Divan şiirinin en fazla tenkit edilen taraflarından biri dış âleme itibar etmemesi, tabiat ve ha-
50
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
diseler karşısında irreel bir tutum takınır gözükmesidir. Bazılarına göre Fuzuli bu tutumu âdeta tek beyitle özetlemektedir: Gelin ey ehl-i hakîkat çıkalım dünyadan Gayr yerler görelim özge safâlar sürelim Gerçekten klasik şiir realiteye bu kadar müstağni midir? Şayet öyleyse bu istiğna şiirsaray ilişkisine nasıl yansımıştır? Biz de aşağıda şiirin sarayla münasebetine bir zemin olmak üzere kısaca bu konudaki değerlendirmeler üzerinde durmak istiyoruz. Köprülü’den beri klasik edebiyata bakışta da sosyolojik tavır hâkimdir. Bununla birlikte Köprülü, klasik şiirimizin Acem taklidi olması dolayısıyla içinde bulunduğu toplumu ancak zayıf bir şekilde yansıtabildiğini düşünüyor. O, bir milletin edebiyatını en canlı bir vesika sayan Hippolite Taine’in ve onu takip eden Lanson’un fikirlerinin Türk edebiyatı için geçerli olduğuna pek kani değildir: “Türk edebiyatı müverrihinin Lanson’la aynı gayeyi takib edebilmekten epeyi uzak kalacağını maatteessüf itiraf etmeliyiz bugün mesela Sinan Paşa’nın bir sahifesinde, Cem Sadisi’nin bir Felekname’sinde, Necati’nin bir kasidesinde o asrın Türk ve İslam medeniyetini göstermek, o devrin hissi ve fikri temayüllerini tespit etmek imkânsız değilse bile çok müşkildir. ” (Köprülü, Usul,18-19) Bazı araştırıcılar ise -bu fikirlerin tam karşıtı olmak üzere- edebî eserlerimizin toplumun âdetlerini bilmede bir belge gibi kullanılabileceğini düşünür:”Kemal Karpat’a göre Türkiyenin sosyal tarihini yazacak olanların ilk sağlam kaynağı şüphesiz ki edebiyat olacaktır” (Moran, 74) Nitekim F.Z.Ülgener bu anlayışa uygun olarak Osmanlı devri iktisadi zihniyetini incelerken büyük ölçüde edebî malzemeden istifade etmiştir. (F.Z.Ülgener, ”İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası”, Der. Yay. İst.1981) Son yıllarda divan şiirinin devre ait belge olarak kullanılışına ait örnekler çoğalmış bulunuyor. Bunlar arasında ilginç sonuçlara ulaşması bakımından iki örnek üzerinde durmak istiyoruz. Cem Dilçin, bir çalışmasında (“Türk Kültürü Kaynağı Olarak Divan Şiiri”, Ank. 25-29 Eylül,1993, 3. Uluslararası Türk Kültürü Kongresi Bildirisi) Divan şiirinin, konuyla ilgili benzetme tarzı üzerinde duruyor. Metot; “soyut bir kavrama benzetme yoluyla somut bir anlam
yükleme” şeklindedir... Divan şairi dış dünyayı kendi iç âlemini anlatmak için somut bir örnek olarak kullanır. Bu yüzden bu şiir nesnel dünyadan o kadar da kopuk değildir. Ancak daha somut bir örnek 16.yy.da Türk toplumunda gözlüğün bilindiğini gösteren aşağıdaki beyittir: Gözlük tutarım görmeyeli rûy-ı nigârı Dört oldı gözüm yol gözedür görmeğe yârı (Kastamonulu Şavur) Sarıca Kemal’in 15.yy. sonlarında tertip edilmiş divanında aynı kelimeye bir kere daha rastlıyoruz: Hattun temâşâ itmege gözlük urınmışdur Kemâl Ol pîre rahm it ey cevân kim çeşmi çâr olup durur Böylece; 15.yy.dan beri gözlüğün bilindiğini; “gözlük takmak” yerine “gözlük urunmak” tabirinin kullanıldığını; keza göz, gözlük gibi kelimelerle kurulmuş deyimlerin eskiliğini öğrenmiş bulunuyoruz. (Dilçin, 1-6) Tanpınar yukarıda özetlenen -klasik edebiyatın tamamen realiteden ayrı olduğu ve tam aksine belge olarak kullanılabileceği şeklindeki- iki fikir arasında orta bir yol tutar. Ona göre söz konusu ilgi bu ekolün kendisine mahsus özellikleri olan kapalı ve dolaylı bir ilgidir: Gerçeği şu ki her büyük sanat geleneği gibi eski şiirimiz de ne kadar dolayısıyla konuşursa konuşsun, evvela içinde doğduğu ve bağlı bulunduğu içtimai sistemi veriyordu...” (Tanpınar,19.Asır,10) O, konuyla ilgili fikrini “saray istiaresi” ile açıklar: Eski toplum ve şiirin merkezinde saray vardır; her şey hükümdar etrafında döner, onun iradesi mutlaktır, sorgulanamaz vs. Sonra bu fikir taşırılarak bitki ve hayvanlar âlemine de teşmil edilir; bu âlemin hükümdarları gül ve aslandır. Hükümdarın reaya ile münasebet şekli âşık-maşuk arasındaki ilgi için de model olur. Sevgili de kalp ülkesine hükmeder; o, güzelliğiyle gül, kudretiyle güneştir. Keza denk olmadığı âşığını sevmez ve kıskanmaz; onun tarafından sevilmeyi bir lütuf olarak kabul eder; buna mukabil sevenleri- tıpkı hükümdarın gözüne girmek için çekişen saray halkı gibi- birbirine rakiptir ilh. Hülasa; “Eski şiirimizde aşk, sosyal rejimin ferdî hayata aksi olan bir kulluk-
51
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
tur.” (Tanpınar,19. Asır, 5) Yazar bu benzetmelerin Orta Çağda Avrupa’yı da etkilediği fikrindedir. Endülüs’ten İspanya ve Avrupa’ya geçen “amour courtois”’da da sevgili aynı zamanda prenstir. Hükümdarın faaliyetleri başlıca; savaş, av ve işret’ten ibarettir ve aynı şeyler sevgiliye de atfedilir (Tanpınar,19.Asır, 7) Konuyla ilgili diğer bir telifçi fikir adamı Tarlan’dır. O, edebiyatın sosyalliği meselesinde konuyu iki açıdan ele alır. Yazara göre şiirimiz bir yönüyle devrinden bağımsızdır, diğer yönüyle ise devrini takip eder: “Siyasetle alakası olmayan taraf şiirin mutlak telakkisi ve daha açıkça mimarisi… Yoksa bunun haricinde devletin esas bünyesine değil de onun üçüncü, dördüncü derecedeki teferruatına ait tenkitler, on yedinci asırdan sonra mahallileşen mesneviler, bilhassa mukattaat kısmındaki dini, tasavvufi, içtimai, ahlaki, terbiyevi manzumeler, hicivler, tarihler. Bunlar elbette harici âlemden müteessir olan sanatkârın aksülamellerini aksettiren aynalardır.” (Tarlan, 46) Edebiyatın devre ayna olması, yazara göre mutlak değil estetik bir tarzda gerçekleşir. Bizim de bütünüyle katıldığımız aşağıdaki cümleler bu telifin gerçekleşme tarzını ikna edici tarzda açıklıyor: “Yanlış anlaşılmasın divan şairinde realite daima mevcuttur. Denebilir ki eserinin ikinci planında hemen daima bunu görürüz. Ancak o realiteyi kendi ruhi veya fikrî hedefi uğrunda ve onu teferruatından, yani realitedeki değişikliklerinden mücerred, mutlak bir surette almıştır. Eserine aldığı harici hâdiselerde mesela bir minyatür manzarası görürüz. O hâdiseler üzerine eğilip onun hayati hareket ve teferruatını tespit etmez. Yoksa estetik bir tarzda bütün muhitini görmüş ve eserine almıştır. Ancak bunda zevkin ve lirizmin kendisine gösterdiği yolda intihabını yapmıştır.”(Tarlan, 47)
Saray ve şairin ilişki biçimi yahut caize caiz mi?
Estetik duygunun kuvvetli bir tezahürü olmak üzere Osmanlı toplumunda bütün güzel sanat erbabının ve hususiyle şairlerin takdir ve saygı gördüğü bilinmektedir. Bir kültürün değeri onun vücuda getirdiği maddi eserler kadar insani boyutuyla da ölçülür. Pek çoğu bizzat sanatkâr olan iyi yetişmiş hükümdarların himayeleri sayesinde
sanatın hemen bütün alanlarında estetik seviyesi yüksek eserler verilmiştir. Fatih’in, İstanbul’a davetine icabet edemediği hâlde Molla Cami’ye her yıl bin altın göndertmesi yahut İkinci Beyazıt’ın meşk esnasında Şeyh Hamdullah’ın divitini tutacak kadar onun sanatını takdir etmesi, Kanuni’nin Baki gibi bir şaire sahip olmayı saltanatının iftihar vesilesi kabul etmesi gibi davranışlar sanata büyük bir alaka doğmasını intac etmiştir Bunun neticesi olarak şairlik -özellikle 16.yy. ın sonuna kadar- bir nevi meslek ve geçim vasıtası olmuştur. Çok zaman şairler devlet büyüklerine ithaf ettikleri eserlerinin değerine göre memuriyetlerinde terfi etmekte ve caize almaktaydılar. Şimdi de Namık Kemal neslinin seleflerinin samimiyetini sorgulamada temel referanslarından biri olan ve şiir-saray ilişkisinin de mihverini teşkil eden câize meselesi üzerinde biraz bilgi verelim Arapçadaki cevaz mastarından türemiş bir kelime olan caize edebî bir terim olarak devlet adamlarına medih amaçlı olarak takdim edi len eserlere yahut şiirlere karşılık olmak üzere sanatkârlara verilen mükâfat, hediye ve ihsan manalarına gelir. Cahiliye Arap toplumunda da mevcut olan caize geleneğinin İslam’dan sonraki en meşhur örneği Ka’b ibn-i Züheyr’in sunduğu şiir - Kasîde-i Bürde -sebebiyle Hz. Peygamber tarafından hırkayla (bürde) ödüllendirilmesidir. Bu uygulama daha sonraki bütün caize talepleri için bir ruhsat telakki edilmiş, şairler taleplerine mesnet olarak bu olaya atıfta bulunmuşlardır. Bazen şairin kaside sunmaktaki amacı caize yerine bağışlanma talebi de olabilir. Bunun en meşhur örneği de Hevâzin Gazvesi’nde vuku bulmuştur. Bu gazvede esirler arasında bulunan şair Ebû Cervel el-Cüşemî, Hz. Peygamber’e bağışlanmalarını isteyen bir şiir takdim edince Resûlullah, kendisine ve Abdülmuttaliboğulları’na ait ne varsa iade etmiş, bunu gören muhacir ve ensar da ona uymak suretiyle aldıkları bütün ganimetlerden vazgeçmişlerdi ki bunların toplamı; 6000 esir, 24.000 deve ve 40.000 baş koyun ediyordu. Daha sonra gelen bütün islam toplumlarında kasidenin her iki amaçla kullanıldığına şahit oluyoruz. (Uzun, VII:28-29) Nitekim Osmanlı şairlerinden Ahmed Paşa Fatih’e sunduğu “kerem” redifli kaside ile idam cezasından kurtulmuş idi.
52
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Latifi eserinde 2. Murad devrinden beri bazı şairlere aylık verildiğinden bahseder. Nitekim 2. Beyazıt dönemine ait bir inamat defteri bu sözleri doğruluyor. Söz konusu defterden, İdris-i Bitlisi’nin Heşt Behişt isimli eserine hükümdarın 50 bin akçe ile mukabelede bulunduğu, keza aynı padişah için bir Osmanlı tarihi yazan İbn-i Kemalin de 30 bin akçe aldığı anlaşılmaktadır. Kanuni devrinde de bu durum devam etmiştir. Mesela bir mevacib defterinde 1525-26 yılında Hayali Beğ’in günlük 10, aylık 200 akçe aldığı kayıtlıdır. Âşık Çelebi Ayas Paşa’nın sadrazamlığı zamanında bir ara aylıkların kesildiğini belirtiyorsa da döneme ait defterler bu rivayeti çürütmektedir. Siparişler dışında da şairlerin divan veya mesnevi gibi toplu eserlerini ricalden birine ithaf etmeleri ve karşılığında caize almaları gelenek hâline gelmişti. Necati, divanını hayatı boyunca kendisini himaye eden Müeyyedzade Abdurrahman Efendiye ithaf etmişti. Bu durum, ithafa daha layık olduklarını düşünen vezirlerin düşmanlığını celbetmiş, ancak hükümdarın himayesi şairimizi bir zarar görmekten korumuştu. Şairler asıl gelirlerini gazelleri ve belirli zamanlarda sundukları kasidelerinden kazanıyorlardı. Zati’den naklen Âşık Çelebi’nin bildirdiğine göre 2. Beyazıt, dönem şairlerinden yeni gazellerini istemiş ve şiir takdim eden herkese hediyelerle mukabelede bulunmuştu. (Çavuşoğlu, ODŞÜM, 214) Yüksek bir şiir bilgi ve zevkine sahip olan devlet ricali kendilerine sunulan kasideleri ödüllendirmede şahıslarına yönelen övgüden ziyade şairin başarısını esas almakta idiler. Döneme ait kayıtlardan divan şairlerine caize olarak verilen ayni ve nakdî karşılıklar hakkında bir fikir sahibi olmak mümkündür. Söz gelimi Fuzûlî, Kanuni’ye “Bağdat”ın fethi münasebetiyle sunduğu kaside mukabilinde günlük 9 akçe maaşa bağlanmış, Nef’î devrin hükümdar ve vezirlerine sunduğu kasideler karşılığında; at, köle ve değerli kürklerle ödüllendirilmiştir. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Nedim’e çeşitli mücevherler ihsan ettiği gibi, 3.Selim de Şeyh Galib’e saray işi bir mesnevi nüshası hediye etmişti Caize sadece kasidelere münhasır değildi. Şairler devlet büyüklerinin yalnız sevinçlerine değil üzüntülerine de ortak olur ve karşılığını görürlerdi. Nitekim Beyzade Mehmet’in vefatında 2. Beyazıta mersi-
ye takdim edenlerden Şehdi’ye 1500, Revani’ye 200 ve Cevheri’ye 300 akçe verilmişti. Keza 3 yıl sonra Şehzade Mahmut ölünce mersiye sahiplerinden Sabayi’ye 1500, Keşfi’ye 500, Sâilî’ye ise 200 akçe takdir edilmişti. Caizelerin farklı oluşu hem şairin şöhretine hem de takdim edilen şiirin kalitesine bağlıydı. Zati yukarıda bahsi geçen hâdisede 2. Beyazıda sundugu gazeldeki şu beytin hükümdar tarafından pek beğenildiğini belirtir: Geldi ol zühd libasını kaba ettirici Zahida hırkaya çek başını manend-i keşef Herhalde sultan kaplumbağaya benzetilen sofunun kendisini bile baştan çıkaracak kadar güzel olan sevgiliden korunmak için hırkasını başına çekmesini ilginç bulmuş olmalı ki bu beyti okuyunca takdirini:”Dünyada mana tükendi derler. Vallahi mana katiyyen tükenmez. Dünya hüner doludur, hüner onu bulmakta” şeklinde belirtmiş ve mükâfat olarak şaire Bursada bir tevliyetin gelirini tahsis etmiş. Yine Zati, Yavuz’a sunduğu bir kasidesi karşılığında da bir köyün geliriyle ödüllendirilmişti. Sadece sultanlar değil dönemin belli başlı devlet adamlarının da şair ve şiirden anlar kimseler olmaları şiirin daima takdir görmesini sağlamıştır.( bkz. M.İ sen ve A.F.Bilkan, Sultan Şairler, Akçağ,1998)
Şiirin takdim şekli
Kaynaklarda şiirlerin takdim şekli ile ilgili bilgilere de tesadüf edilmektedir. Bunlardan anlaşıldığına göre kasideler iki türlü takdim edilmekte idi, ya bizzat huzurda okuyarak ya da göndererek. Mesela Amasyalı Mihri Hatun, Divanı’nı saraya göndermiş ve 3000 akçe almıştı. Daha sonra gönderdiği bir kasidesi de aynı değerle karşılık görmüştü. Kanuni dönemindeki iki düğünde de şairlerin kasidelerini huzurda bizzat okudukları biliniyor. Şehzade Mehmet’in sünnet düğününde kaside okumakta yaşı itibarıyla Zatiye öncelik tanındığı bilahare yine yaşlı şairin tavassutu ile çırağı olan Fazli’nin huzura alındığı Hasan Çelebi tarafından bildirilmektedir. Böylece şairlerin birer birer içeri alındıkları anlaşılmaktadır. Tezkireler arasında konuyla ilgili en zengin bilgilere Âşık Çelebi’ de tesadüf etmekteyiz. O, kendi
53
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
ağzından Zati’nin şairlik macerasını naklediyor. Şair burada devlet ricali ile olan şiir meclislerini, aldığı caizeleri, şair dostlarıyla meyhane maceralarını canlı ve samimi bir üslupta anlatmaktadır: “Merhum padişah (2. Beyazıt) yılda üç kez kaside vermemi emrettiler. Birisini nevruzda verirdim ve birer kaside de bayramlarda verirdim. Nevruzda iki bin akça caize ve her bir bayramda bir yüzü ipekli bir yüzü yünlü kumaş. Birçok yıl o caize ve yıllık ile geçindim.” (Kalpaklı, 6) (..) “Vezirlerin toplantılarına gider ve özel sohbetlerine girer oldum. Hersekzade de çok merhamet ve mürüvvet ederdi. Ve genellikle benimle içki sohbeti yapardı. Ben de mansıp hevesinde ve deftere kaydolup bir maaşa bağlanma derdinde olmadığımdan Padişahın yıllığı ve Ali Paşa’nın ve Hersekzade’nin her zaman yaptıkları büyük bağışlarla ve Kazasker olan Hacı Hasanzade ve Müeyyedzade’nin bir sebebe bağlı olmayan lütuflarıyla ve Nişancı Tacizade Cafer Çelebi’nin beni hiç de bıktırmayan caizeleriyle müreffeh bir hayat sürüyordum ve hiçbir yere bağlı olmamaktan dolayı da başım dinç idi. (...) Sonra oradan birlikte gidip Tacizade’yi selamlardık. Bazen merhaba ve gönül alıcı sözlerle ve bazen da ilettiğimiz şiirleri beğenip onları övmekle, bazen da hediye ve bahşişlerle ve bazen da bizi de alıkoyup yemek ve içkiyle ganimetlenip ve nimete dalmış olarak evli evine veyahut da sevdiğimizin semtine giderdik.” (Kalpaklı,7) Şair daha sonra padişahın gazel istemesi üzerine dönem şairlerinin yeni gazellerini padişaha takdim ettiklerini, bunları gözden geçiren sultanın kendisinin-yukarıda bahsi geçen- fe redifli gazelini çok takdir ederek:“Elbette Zati’ye mansıp versinler.”diye Hüseyin Ağa’ya buyurduğunu bildiriyor. (Kalpaklı, 8)
Şiir mahfilleri ve adabı
Osmanlı toplumunda ilk şiir zevkinin aile çevresi ve akrabalar marifetiyle edinildiği ve bu ortamın şair adayı için çok zaman bir nevi mektep görevi ifa ettiği söylenebilir. F. Köprülü, Fatih devrinde İstanbul’da henüz şairlerin toplanıp sohbet edebileceği edebî mahfiller -bozahaneler, mesire yerleri, hankahlar vs.- oluşamadığını bu bakımdan belli bir edebî geçmişe sahip olan bazı sair şehirlerin - Bursa, Edirne, Manisa, Aydın,
Amasya vs.-daha şanslı olduğunu, buralarda şairlerin müzikli ve içkili toplantılarda bir araya geldiklerini söyler. (G. Tekin,183) Fatih dönemindeki dört önemli şiir çevresinin dağılımı da bu durumu göstermektedir: 1. İstanbul’da Adni mahlasıyla şiirler yazan Mahmut Paşa etrafındakiler. 2. II. Beyazıt’ın sancak merkezi Amasya’da bulunanlar. 3. Konya’da Şehzade Cem’in etrafındakiler. -Bunlardan bir kısmı Cem’le birlikte Avrupa’da da bulunmuşlardır- 4. Fatih’in çevresindeki 30 kadar şair daha sonra devrin üstadı Ahmet Paşa’nın Bursa’daki evi de şiir mahfili olacaktır. (G.Tekin,184-185) Kaynaklarda, kültür başkenti olmasından sonra İstanbul’da bazı yüksek şahsiyetlerin evlerinde kurulan, haram ve yasak olmasına rağmen rahatlıkla devam edebilen içkili şiir meclisleri ve katılanlar hakkında bilgiler vardır. Fakat şairlerin asıl buluşma yerleri İstanbul’un belirli yerlerinde erbabının bildiği meyhanelerdi. Kanuni’nin 1563 yılında şarabı yasak etmesi ve şarap getiren gemileri Galata önünde yaktırması, dönemin birçok şairi tarafından esefle karşılanmıştır. Nitekim kısa süre zarfında yasak unutulmuş ve durum tekrar eski hâlini almıştır. İpekten, 16.asır Tezkirelerinin içki müptelası olduğunu haber verdikleri bazı şairler üzerinde de duruyor. Bunlardan Fatih devri şairlerinden Melihi sarhoşlukla meşhurdu. İran’dan döndükten sonra meyhanelerden çıkmaz olmuştu. Fatih, bu kabiliyetli şairi kurtarmak istemiş ve onu içkiye yemin ettirmişti. Ne var ki bir müddet sonra şair yine Tahtakale’de sarhoş olarak bulunmuş ve yapılan sorguda şairin yeminini bozmamak için şarabı şırınga ettirdiği anlaşılınca padişah onu kendi hâline bırakmıştır. Hadım Ali Paşa’nın divan kâtibi olan Mesihi (-1512) de aynı şekilde sarhoşluğu ile nam yapmıştı. Paşa ne zaman aratsa onu kalemde bulamaz, adamlar gönderip Tahtakale meyhanelerinden getirirdi. Sadrazam İbrahim Paşa tarafindan öldürülen Trabzonlu Figani Ramazan (-1526) bir serkeşliği üzerine Halep Beylerbeyi Üveys Paşa tarafından hadım ettirilen ve adı Kız Memi kalan Sihri, sarhoşluğundan kinaye olarak Işreti mahlasını kullanan ve Kanuni tarafından oğlunu içkiye alıştırdığı gerekçesiyle sürülen Şehzade Beyazıd’ın nedimi Mustafa İşreti (-1567), Can Memi lakabıyla bilinen Sani (-1587) sarhoşluklarıyla tezki-
54
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
relere konu olmuş şairler arasındadır. ( İpekten, ODŞÜM, 224-28)
Samimiyet noksanı
Eski şiirin en fazla tenkide maruz kalan türü kasideler ve hususen methiyelerdir. Gölpınarlı şairlerimizi övgüsünde de yergisinde de gayrisamimi bulur. Ona göre, Fuzulinin Şikâyetname’si, Taşlıcalı Yahya’nın Şehzade Mustafa Mersiyesi yahut Ruhi’nin Terkib-i Bend’indeki tenkitler bu uzun edebiyattaki nadir zayıf örneklerdir. Buna karşılık edebiyatımızda methiye pek fazladır ve övülen kim olursa olsun hepsi aynı vasıflarla övülürler. Öyle ki şair söylemese övdüğü kişinin mesleği bile anlaşılmaz. (Gölpınarlı,63-64) Son yıllarda caize üzerine yapılan kapsamlı bir çalışma, caize hakkında eskiden beri söylenen bu yargıların kimisini tasdik kimisini de tashih eder niteliktedir. (Güler: 2010) Çeşitli vesilelerle şiir takdim etme ve açıkça bazı taleplerde bulunarak caize koparma gayretlerinin, bilhassa son asırlarda bu işin âdeta dilencilik seviyesine düştüğü bizzat dönem şairleri tarafından da ifade edilmektedir. “Kıymet-i şi’ri eden himmet-i şâir gibi pest / Şâirin meskenet-i câize-cûyânesidir” beyti bu hususu anlatır. Hicviyelerde ve nasihat kitaplarında da bu duruma işaret edildiği görülür. Nitekim Sünbülzâde Vehbî, oğlu Lutfiye nasihat için yazdığı “Lutfîyye”de bu şairleri. “Sözleri bir çürük akçe etmez /Caize almasa kalkıp gitmez” beytiyle tasvir eder ve bu duruma düşülmemesi gerektiğini belirtir. Aynı şair “sühan” redifli kasidesinde de, “Nice nâehl-i gedâ-tiynet ü sâil-meşreb / Cerri sermâye eder eylese imlâ-yi sühan” diyerek işi bu derecede ayağa düşürenleri yerer. (Uzun.VII:28) Gerek kendi döneminde gerekse yeni edebiyat döneminde çokca tenkit edilen caize meselesine farklı yaklaşanlar da olmuştur. Söz gelimi caizeyi yazılan eserler karşılığında devlet büyüklerinden alınan bir nevi telif ücreti olarak yorumlayanlar olduğu gibi abartılı övgülere de farklı anlamlar yükleyenler olmuştur. Söz gelimi S.Eyüboğlu’na göre:”Divan edebiyatında methiye bir şiir kalıbı, bir ibda vesilesidir. Kasidelerde methedilen paşalar, muhteşem bir türbede yatan ölüler gibidir. Karşısında ürperdiği bir abidenin kim için dikildiğini düşünmek, bedii bir endişe
değildir. Kasideyi mevzua esir olmayan saf bir sanat hamlesi olarak görmek lazımdır.” (Kahraman ,318) Vasfi Mahir‘e göre bu husus aksine eski şiirin büyük taraflarındandır: “Hele Nefi’ye sanat âleminin tanrısı derim. Onun eserleri, falan veya filan padişaha kaside değil, Türk ruhu denen sonsuz denizin dalgalanışı ve sanat adlı güneşin ışığıyla renklerini canlandırışıdır... Büyük sanatkârlık gururunu ve onun iç âlemlerini dünyada Nefi kadar hiç kimse anlatamamıştır.” (Kahraman,319
Saray ve Dil
Yukarıdan beri klasik şiirin sarayla irtibatı hakkındaki bilgileri özetlemeye çalıştık. Şimdi de klasik şiir dilinin teşekkülünde sarayın etkisi konusunda kısa bir hülasa yapalım. Divan şiirinde kullanılan dil Türkçenin tarih içindeki uzun bir yürüyüşten sonra ulaştığı olgun bir merhaleyi temsil eder. Rothacker, bir kültürün kendisi ve dünya karşısındaki tavrının en iyi ifade alanı olarak dili görüyor: “Bir insan topluluğu ile bu topluluğun şuur muhtevası arasındaki bu kanuni münasebeti, en iyi şekilde onun dilini inceleyerek anlayabiliriz. Herhangi bir dilin sözlüğü bize realitenin bütünü içinde nelerin özel bir kelime ile tespit edilecek kadar dikkate değer olduğunu gösterir.” (Rothacker,59 ) Türkçenin tarih içindeki seyri boyunca kelime kadrosunu ve bu kadroyu teşkil eden kelimelerin cinsleri ile dilin belli alanlardaki tercihlerini takip etmek Rothackeri doğrulayacaktır. Orta Asya’da komşularıyla oldukça sınırlı münasebetleri olan Türk toplumunun dili de bu duruma uygun olarak oldukça saf ve millîdir. Aksan’ın bildirdiğine göre bu dönem dilinde mevcut yabancı kelime yüzdesi %1 civarındadır ve bu yabancı unsurlar da daha çok Çin menşelidir. Yabancı kültürlerle sık ilişkilerin kurulduğu Uygur dönemi metinlerinde yeni dinî kavramları karşılamak üzere birçok yabancı kelimenin ithal edildiği görülür. (En fazla %10-12). İslamî Türk edebiyatının ilk verimlerinde yabancı kelime sayılarının oldukça mahdut olmasına karşılık zaman ilerledikçe durum Türkçe kelimelerin aleyhine işlemeye başlamıştır. Atabetü’l-Hakayıkt’a bu oran %20, Yunus Emre’de %13, Âşık Paşa’nın Garibname’sinde %20, Mevlitte %26, Baki’de
55
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
%65, Nefi’de %60, Nabi’de ise %54’dür. (Aksan, 59) Dildeki değişmelerin kültürel ve siyasi değişmelerle ilgisi üzerinde Gönül Tekin’in de oldukça ilgiye değer tespitleri bulunmaktadır: Söz gelimi Orhan Beğ’e ait bir Mülkname ile Fatih Kanunnamesi’nden bir metnin karşılaştırması bu iki devir arasında gerek dilin sadeliği gerekse ustalık bakımından köklü bir fark olduğunu derhal göstermektedir. Klişe inşa ibareleri ikinci metinde yerine oturmuştur. (Tekin,169) Daha evvel Ahmed-i Dai’nin pek eksik Teressülü dışında konuyla ilgili eser yokken bu devirde yazışma usullerini gösteren Menahicü’l-inşa adlı kitap telif edilmiştir.Yahya bin Mehmet el-Katib’e ait olan eserde resmî, incelmiş, süslü yeni bir inşa uslubu yaratılma yolundadır. (G.Tekin,170) Diğer taraftan Arapça ve Farsçanın öneminin arttırması da sosyal değişmelere paralel olarak gerçekleşmiştir. Fatih, Arapçayı devletin resmî yazışma dili olarak kabul etti. Böylece Beylikler ve Fatih’e kadar Osmanlı döneminde önem kazanan Türkçenin yerine Arapça ilim dili olarak ehemmiyet kazandı. Önceleri Arapça eserler istinsah edilirken bu dönemde Arapça telifler de mevcuttur. (Tekin,176) Tekine göre; “Bu faaliyet Fatih’in cihanşumul bir imparatorluk kurma idealiyle yakından ilgilidir.“ (G.Tekin,177) “Başlangıç ve bitirişlerde, yazılan müesseselere ve kişilere hitaplarda belli formüller kullanılan, İstanbul’un fethiyle değişen psikolojiyi aksettirecek biçimde daha gurur dolu, ihtişamlı sıfatlarla yazılan, Türkçenin anlatmaya kâfi gelmediği birçok durumlarda, Farsçanın veya Arapçanın resmî yazışma geleneğinden gelen tâbir ve formülleri kullanan yeni bir inşa dili oluştu.” (Tekin,168) Sonuç olarak, bütünüyle saray etrafında teşekkül etmiş ve saray tarafından yönlendirilen edebî bir gelenek olarak tarif etmeyi doğru bulmamakla birlikte hiçbir edebî anlayışın kendi devrinin sosyal şartlarından bağımsız olamayacağı gerçeğine uygun olarak Divan şiirinin de çağın şartları gereği sarayla ilişkisinin zorunlu ve şumullü bir ilişki olduğunu teslim etmek icap eder.■ ______________
1-Aksan, Doğan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Ankara 1995(Aksan) 2-Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, TDK.1982 3-Çavuşoglu,Mehmet, “16.Yüzyılda Divan EdebiyatıDivan Edebiyatında Şiir Kavramı”,ODŞÜM, 208-17
4- Dilçin, Cem, “Türk Kültürü Kaynağı Olarak Divan Şiiri”, Ankara 24-27Eylül, 1993, 3 Uluslar Arası Türk Kültürü Kongresi Bildirisi (Dilçin) 5-Edman, Irwin, Sanat ve Insan,(çev. Turhan Oğuzkan), M.E.B. Yayınları,Istanbul 1998(Edman) 6-Erbay, Dr. Erdoğan, Eskiler ve Yeniler ,Akademik Araştırmalar, Erzurum 1997 7-Gölpınarlı,A, Divan Edebiyatı Beyanındadır, İstanbul 1945 (Gölpınarlı) 8-Güler,Kadir ve Yaşar,Kerim; Divan Şiirinde Câize, Ankara 2010 9-İpekten, Haluk,“Divan Şairlerinin Toplantı Yerleri :Meyhaneler“, ODŞÜM, s.224-28 10-İsen, M. ve Bilkan, A.F.,Sultan Şairler, Akçağ,1998 11-İsen ,M, Ötelerden Bir Ses ( “Aruzun Anadoludaki Gelişme Çizgisi/“Osmanlı Kültür Coğrafyasına Bakış”/“Divan Şairlerinin Tasavvuf ve Tarikat İlişkileri”/ Divan Şairlerinin Mesleki Konumları”Bahisleri),Akçağ Yay. Ankara, 1997 12-Kahraman,Yard.Doç.Dr. Mehmet, Divan Edebiyatı Üzerine Tartışmalar İstanbul 1996 ,(Kahraman) 13-Kalpaklı,Mehmet, Kendi Dilinden Zatinin Şairlik Macerası, (Aşık Çelebi Tezkiresinden Sadeleştiren M.Kalpaklı) ODŞÜM, s.6-8 14-Köprülü, M.F,“Türk Edebiyatı Tarihinde Usul“, Edebiyat Araştırmaları, TTK. Basımevi, Ankara 1986 s.3-47 (Köprülü, Usul) 15-Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, 8. Baskı, Istanbul 1991 (Moran) 16-Muller,Joseph-Emile, Modern Sanat, Çeviren : Mehmet Toprak, Remzi Kitabevi, Istanbul 1972 (Muller) 17-Namık Kemal, « Lisan-ı Osmaninin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir », Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi ,(Haz.M.Kaplan vd.) Istanbul 1978,S.183-92) ODŞÜM, s.19-24 18-Okuyucu,Cihan, Divan Edebiyatı Estetiği, Kapı Yay. İstanbul 2010 19-Rothacker, Erich, Tarihte Gelişme ve Krizler, İstanbul 1955 Çevirenler: H. Batuhan ve Nermi Uygur (Rothacker) 20 Tanpınar,A. H, 19.Asır Türk Edebiyati Tarihi, 7.Baskı, İst. 1988 (Tanpınar, 19.Asır) 21-Tarlan,Prof.Dr. A.N. Edebiyat Meseleleri , Ötüken Yay. İst. 1981 (Tarlan ) 22-Tekin, Gönül, Fatih Devri Türk Edebiyatı İstanbul Armağanı (Tarihsiz) ,s.161-235 (G.Tekin) 23-Tekin, Şinasi, “Eski Türkçe” , Türk Dünyası El Kitabı, T.K.A.E. Ankara 1976 s.142-92 (Tekin) 24-Uzun, Mustafa, “Câize”, DİA. VII:28-29 25-Ülgener,F.Z.,”İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası”,Der. Yay. İstanbul 1981 26- Wellek, R. - Warren, A. Edebiyat Biliminin Temelleri, Çeviren Prof. Dr. Ahmet Edip Uysal, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983 (Wellek )
56
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Gece'nin günlüğünden NECATİ KANTER
S
alına salına yürürken siyah paltosu savrulur, inanılmaz bir haz duyardı yüksek dağların bu serin rüzgârlı havalarında. Oysa ne gezinmek ne de avlanmak için çıkmıştı uzun, belki de dönüşü olmayan ölümcül bir yolculuğa. Alışmıştı gerçi vahşi yaşam koşullarına; ama kolay mı bu karlı dağları aşabilmek! Mağaranın üzerindeki dağlara ilk kar düştüğü günün gecesi geri dönmemişti Gece’nin anası. Ne o gece ne de ondan sonraki günler ve geceler. Bir daha aramamıştı ardında bıraktığı körpecik yavrularını. Aç kalmışlardı, susuz kalmışlardı. Günlerce hatta aylarca kendi dilleriyle dualar edip analarını çağırmışlardı. Ama dönmemişti “Kara Mağaranın Kara Kedisi.” Gün geldi, yavru kediciklerin ağabeyleri Gece de terk etti doğduğu mağarayı. Arkasına bakmadan. Dağlara vurdu kendini bıçak gibi kesen rüzgâra aldırmadan. Gün ağarırken esinti yavaşlamış, yağış durmuştu. Ağırlaşmıştı siyah paltosu Gece’nin. Islak teninde bir ürperti duydu. Güneş önce dağlara sonra ovaya vurdu. Ağır ve temkinli adımlarla ak karlar üzerinde yürürken kara bir leke gibiydi. Ağaçlar çıplak. İskelet görünümünde. Kavak ağaçlarının tepelerine rüzgâr vurunca dallar ufak ufak sallandı. Uzaklarda bir servi ağacının en uç tepesine tüneyen bir karga gördü. Bir süre takılı kaldı bakışları. Anasının anlattıkları geldi aklına. “Karga, gündoğumunda doğuya doğru gaklarsa bu bir tehlike alarmıdır” demişti. Kulak kesildi, sorun yoktu, gülümsedi. Sıcak rüzgârların estiği vadiye doğru usul adımlarla yeniden koyuldu yola. Açlıktan gözlerinin karardığını, karnının guruldadığını duyumsadı. Avlanmalıyım, dedi, karnımı doyurabilmek için. Güçlü olmalıyım. Kanlı canlı. Ne bulursam; çekirge, örümcek, kuş böcek… Ne çekirge ne örümcek ne kuş ne de börtü böcekle karşılaştı yol boyunca. Böcekler susmuş, uğultular kesilmiş, hâlâ uyanmamışlar kış uykusuna yatan canlılar. Bastı-
57
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
ğı yerlerde görüp görebildiği tek canlı kardelenlerdi; o da derdine derman olmaktan çok uzaktı. Aşağılara indikçe karların eridiğini, baharı muştulayan güzel kokulu nevruz çiçeklerini gördü; daha da aşağılarda yeşil otların arasında sarı, kırmızı, pembe, mor çiçekleri görünce, gözleri ışıldadı. Oynamak, hoplayıp zıplamak geldi içinden, ama yorgundu, dahası açtı. Hani insanlar derlermiş ya, “Aç ayı oynamaz!...” Bulurum elbet bir şeyler, dedi.. Kayalar üzerinde yorgun argın ilerlerken birden ağaçlarla süslü sık bir ormanın içinde buldu kendini. Çamların arasında gezinen sincaplar, sarıkuyruk kuşları, ibibikler, yelpaze kuyruklar, bıçak gibi kesen ağaçkakanlar, su birikintilerinde pinekleyen sarı göbekli kurbağalar. Daha da yükseklere tırmanan maymunlar, cıvıldaşan sarı gagalı dağ kırlangıçları, sığırcıklar, güvercinler, keklikler, adını bilmediği onlarca kuş... Kertenkeleler, yılanlar, kaplumbağalar, geyikler, sansarlar, tilkiler, kurtlar, domuzlar, az da olsa, kaplanlar, aslanlar, sırtlanlar… Artık aç kalma korkusu kalmamıştı Gece’nin; ancak bu vahşi ormanda yırtıcı hayvanlardan korunmak da pek kolay olmayacaktı. O gün rahat rahat açlığını ve susuzluğunu giderdi, oh be dünya varmış, dedi. Hatta sırf eğlence olsun diye bir sincabın peşine düşüp ağaçlara tırmandı; yakalayamadı tabi. Bir tarla faresiyle oynaştı. Havada yakalamak istedi bir serçe kuşunu. Az ötede havlayan bir köpek limon sıkmıştı Gece’nin keyfine. Gölgeler uzanırken ormandan çıkıp dere tepe demeden yürüdü. Yüksek, engebeli bir dağa tırmandı. Alıç ağaçlarının gölgesinde soluklandı, dağ lalelerinin kızıllığında yürürken kekik kokularıyla hayaller âleminde gezindi. Kediler ülkesine varıp kısa zamanda krallığını ilan edeceğini, ilk icraatının da kedi köpek kavgalarının sonlandıracağını düşledi. Gün döndü, akşam kızıllığı ufukta görününce sevindi. Daha çabuk, daha rahat, daha emin, daha tehlikesiz aşabilecekti bu sarp, bu vahşi kayalıkları. Karanlığa karıştı. Bütün gücünü gözlerinde toplamaya çalıştı. Dikine elips biçiminde olan gözbebeklerinin karanlıkta uzakları daha iyi görebilme avantajını kullanacaktı. Gece yürürken emniyette hissediyordu kendini. Kulaklar radar, gözler ışıldaktı. Gök yıldızlı; derinlere doğru Büyükayı, Küçükayı, Yedikardeşler, Samanyolu, küme küme, tek tek, iç içe küçük pırlanta serpintiler aklını başından aldı. Tepelerin üstüne akan bir yıldıza baktı, anasının anlattığı yıldızlı öyküleri anımsadı. Derin bir vadiden geçerken kayaların arasında küçük canlılarla beslenerek devam etti yoluna. Sağında solunda kaçışan hayvancıkların çalıların arasında çıkardıkları hışırtılı sesleri duymak hoşuna giderdi Gece’nin. Spor olsun ya da sırf eğlenmek için bu küçük yaratıkların üzerinden hoplamak, onları ürkütmek, korkutmak, inanılmaz bir eğlence ve neşe kaynağı olurdu ona. Ama bu yolculuk yormuştu onu; galiba biraz da keyifsizdi. Saatlerce yürüdü. Aşağılara indikçe ılık bir bahar kokusu çarpıyordu yüzüne. Rüzgâr kokularının arasında tanıdık bir koku geldi burnuna. Durdu, havayı kokladı; bir kedi kokusu bu. Anası olabilir mi? Bıyıklarını, burnunu titretti. Dört bir yana savrulan incecik koku zerreciklerinin tümünü kavrayıp özümleyebilmek için gerekiyordu bu. Sonra birden yokuşun başında kıvrılıp aşağıya doğru indiği noktada gördü onu. Yaprakları patlamaya hazır ardıç ağaçlarının birinin altında acı acı miyavlayıp kıvranan dişi bir yaban kedisi!... İyice yaklaştı, gözlerinin içi hardal renginde, uzun kuyruklu, kibar denilecek kadar ufak kulaklı, siyah alacalı mantosu, hoş görünüşlü, top başlı, birazcıkta tombuldu. Görünürde bedeninin herhangi bir yerinde yara bere yoktu ama kesik kesik öksürerek kan kusuyor, can çekişiyordu zavallı kedicik! Belli ki vahşi bir hayvanın hışmına uğramıştı. Bir yılan olabilirdi. Zehirli. Daha da yaklaşınca darbeyi burnundan aldığı açıkça görülüyordu. Kesin kardeşlerimin de kanına giren zehirli engereklerden biri olmalı, diye düşündü. Bu zarif hanımefendiye yardım edememenin ezikliğini yüreğinde duyumsadı Gece! Yardım edebileceği bir şeyin olmadığını anlayınca da veda edip yoluna devam etmek zorunda kaldı.
58
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Köpük köpük akan bir nehrin üzerine kurulmuş tahta köprüden geçerken gün ağarmak üzereydi. Hafif bir rüzgâr esti batıdan, pamuk gibi demet demet bulutlar uçuştu mavi gökyüzünde. Yüksek bir kavak ağacının tepesine tüneyen kargaya takılı kaldı gözleri, bu bir alacakargaydı; durdu. Anasının öğütleyici munis sesini duydu. “Karga sabahın seherinde gündoğumunda batıya doğru gaklarsa o gün yoluna çıkacak olan engelleri aşabilmek için tedbiri elden bırakma!” Gaklamıyordu karga. Üstelik de başını ayakuçlarına doğru eğmiş miskin miskin düşünüyordu. İnsanların ilginç bir sözü geldi aklına; “Kılavuzu karga olanın …” Mart ayının son günleri! Havalar birazcık serin geçse de; ortalık güllük gülistanlık! Yemyeşil tarlalar, otların arasında hışır hışır böcek sesleri… Meyve ağaçlarının çiçekli dallarında uçuşan arılar, kelebekler, kavak ağaçlarının yükseklerinde yuva yapan, kuşlar, boz bulanık akan dereler, çaylar, doğadaki tüm canlılara yaşam sevinci veren göçmen kuşların sılaya dönüşleri… Hele bir de kan kırmızı gelincik tarlalarının ortasında yürürken usul usul esen bahar rüzgârının Gece’nin gece rengindeki yumuşak tüylü paltosunu okşayışı, çevresinde tavşanların koşuşmaları, altın kanatlı kelebeklerin uçuşu, çiçekten çiçeğe konan balarıları, zıp zıp zıplayan çekirgeler, ağını örmenin mutluluğunu yaşayan bir örümcek… Bütün bu güzellikler Gece’nin neşesine neşe katmaya, onu mutlu etmeye yetiyor; ama yine de bir “yabankedisi”nin yanında olmayışına hayıflanıyordu. “Mi-ya- vuu!” dedi, aklına ne geldi bilinmez; hınzırca gülümsedi. Bodur ağaçlı dar bir keçiyoluna girdi. Ağır ve temkinli adımlarla yürürken, İnsanların oturdukları meskûn mahalde daha dikkatli olmalıyım, dedi. Bir sapak çıktı önüne. Bunu fırsat bilen Gece, kara kurbağası gibi sıçradı, kalın bir söğüt ağacı kütüğünün üzerinde sincap gibi ayakları üzerine durdu. Arka ayakları üzerine çöktü, soluklandı. Yönünü tayin edebilmek için uzun kavakların tepelerinde gezindi gözleri; yoktu karga ne alaca ne kara! Canı sıkıldı. Hay senin gibi kılavuzun!... Altıncı duyusuna pek güvenirdi; zaten genlerinde vardı bu yetenek. Artık daha fazla düşünmeden güneye doğru inen ince bir yola saptı; önünde taşlık kaygan bir yol. Daha birkaç dakika bile ilerlememişti ki, ortalığı velveleye veren bir alacakarganın çirkin sesiyle irkildi; yüreği ağzına geldi Gece’nin. Hı, bülbülü taklit etmeye çalışırsan işte olacağı bu işte. “Gaaak.. gaaak… gaaak!” Yani şimdi bu bir tehlike sinyali mi diye aklından geçirmişti ki, sık çalılıklar arasından çıkıp kayalıklara doğru süzülen bir yılan gördü. Upuzun; kalın, kızıl bir sicim!.. Engerekti bu. Göz göze geldiler. Yılan durdu, Gece durdu. İstese çekip gidebilirdi. Ama öyle olmadı. İki kardeşini de zehirleyip öldüren bu soyu kuruyasıcalar değil miydi? Gün intikam günü! Avcılıkta kedilerin en büyük özellikleri sabır, temkin, surattı! Hele Yaban Kedilerinde!.. Sindi, bekledi. Ön patileri üzerinde yaylandı. Uzun uzun bakıştılar. Ayın şavkı kaya üzerindeki yılanın kızıllığını daha bir belirginleştirmişti. Kımıltısız duruşunun korkudan mı yapacağı hamleyi düşündüğünden mi anlaşılması zordu. Bütün gücüyle pısladı Gece. Sırtı kamburlaştı, tüyleri kabardı; sivri dişlerini gösterdi. Tısladı yılan; diklendi, meydan okudu rakibine. Restini gördü Gece. “Mırrr, maaavvvv pıssss…” Arka ayakları üzerine şaha kalktı, sol patisini yüzüne siper etti, sağ patisi ile ağır ve temkinli darbelerle tokatlamaya başladı yılanının başını. Vücudunun neresini sokarsa soksun etkilemeyeceğini, ama burnuna gelecek olan en küçük bir zehir damlacığının bile kendisini anında yere sereceğini de biliyordu. Bir taraftan tokatlıyor bir taraftan da hasmının soktuğu yeri yalıyordu. Beklenmedik bir anda göğsüne yediği zehirli bir darbeyle sarsıldı, acı bir çığlık attı Gece. Gözlerinde şimşekler çaktı; yakıcı, acı veren bir elektrik akımı gibi bütün bedenini dolaştı, yüreğine saplanıp beyninin içinde yankılandı. Geri çekildi, yay gibi gerildi. Öyle bir nara attı ki Gece; “ Maaaavvvv!.. Mırrr, maaavvvv!.. pısss...” karanlığı yırtan bu çığlık karşı dağa çarpıp yankılanınca kendisi bile korktu. Diken diken oldu tüyleri. Bir anlık şaşkınlığından yaralanan Gece, sert bir tokatla sarsılan yılanın boğazına sivri
59
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
dişlerini geçirdi, salladı, sonra da kaldırıp hızla karşıdaki granit bir kayanın üzerine savurdu. İki adım geriledi, ön ayakları üzerine gerildi bekledi. Kıvrandı yılan. Bir hamle daha yaptı Gece; yeniden ağzına alıp vurdu kara taşın üzerine. Devinimsiz kalan yılan umutsuzca kıvrandı, birkaç saniye sonra da düzensiz bir “S” şeklini alıp hareketsiz kaldı. Tıs yoktu Engerek’te! Derin bir soluk aldı Gece. Muzaffer bir eda takınarak kalın kalın miyavladı, ağır adımlarla tartıla tartıla yürüdü. Yüksek bir kayanın üzerine oturup güneşe karşı dinlenirken, bir yandan da yaralarını temizlemeye koyuldu. Bu arada gözleri yine kendisine kılavuzluk edecek olan bir “karga” arıyordu. Ağır ve temkinli adımlarla yürürken “Kara Mağara”da yaşadıkları o dayanılmaz uzun kış gecelerinde, güneşin dünyaya küstüğü günlerin soğuk ve ıssız aylarında hasta olmamak, hatta ölmemek için kardeşleriyle birbirlerine sarılıp koyun koyuna uyumadan önce nasıl da analarının memelerini şapur şupur emdiklerini düşündü. Tabi ki özlemişti O günleri. Kız kardeşlerinden Kartopu işi biraz abartarak anasının memesini emerken ısırdığı için nasıl da kuvveli bir şamar yemiş, bu ceza yetmezmiş gibi üstüne üstlük bir de zavallı kızcağızın o gece sabaha kadar aç susuz uyuduğu hâlâ gözlerinin önünden gitmemişti Gece’nin. O soğuk dondurucu kış gülerini anımsayınca iliklerine kadar titredi. Ama “ Kara Mağaranın Kara Kedisi”nin anlattığı Afrika ülkelerinde çok bilinen bir söylence aklına geldi, ısındı. “Nuh’un gemisinde hayvanlar arasında birkaç domuz da vardı. Tepindiler. Geminin sallanmaması için Nuh onlara sakin olmalarını emretti. Domuzlar dinlemediler. Nuh sopayla vurdu; bunun üzerine domuz hırladı, burnundan bir fare meydana geldi. Bu arada aslan hapşırdı, bir kedi çıktı, farenin peşine düştü. Bunları gören deve öylesine güldü ki, gülmekten dudağı yarıldı.” Bir anda Nuh’un gemisinde fare kovaladığını düşlerken sıcacık bir tebessüm yeli esti Gece’nin gözlerinin önünde. Ailesiyle bir arada olduğu o soğuk günlerin sıcacıklığını yeniden yaşadı. Bir gölge düştü önüne. Başını kaldırdığında mavi gökyüzünün deriliğinde kapkara bir nokta gördü. Bir notacık! Yürüdüğünde yürüyor, durduğunda duruyor, koştuğunda koşuyor! Ayakuçlarına kadar düşen bu gizemli karanlık iyice tedirginleştirmiş, hatta korkutmuştu Gece’yi. Belleğini zorluyor, anasının anlattıklarından sinyaller almaya çalışıyor, ama gelmiyordu aklına bir şey. Bir tavşan fırladı önünden, ardından bir bıldırcın. Yıldırım hızıyla üzerine doğru inen, indikçe büyüyen bu kara lekeyi ayrımsamasıyla acı bir çığlıkla en yakın bir ağaca tırmanması bir oldu Gece’nin. Kıl payı atlattığı bu felaketin şokunu yaşarken koca bir kara kartalın pençesine aldığı bir nesneyi yüksek kayalıkların olduğu yöne doğru kanat çırparak yükseldiğini gördü. Yükseldi kartal, iyice yükseldi kapkara bir nokta gibi ufaldıkça ufaldı. Küçücük bir cisim düştü gökten kayaların üzerine, “çaaat!..” ardından kara kartalın süzülerek kayalara inişi! Merakını giderememiş olacak ki, el ayak çekilince dağa doğru yöneldi Gece. Kayalar üzerinde parçalanış bir kaplumbağanın kartal tarafından didik didik edildiğine tanık olmanın şaşkınlığını yaşadı. Dağ yüksekti. Sarp mı sarp, çetin mi çetin! Ama ne gam; hiç de pişman değildi bu yolculuğa çıktığına. Çektiği bunca zahmetin bunca yorgunluğun ödülünü almak pek o kadar da uzakta sayılmazdı. Aldığı kedi kokuları buralara kadar getirmişti ya onu. Varacağı nihai nokta bu dağın öte yakası olmalı. Bu kez acele etmedi Gece. Yolculuğunun keyfini çıkara çıkara, avlana avlana, kuş ve kemirgenlerle beslene beslene, ağaç kovuklarında, kaya oyuklarında dura dinlene devam etti yoluna. ■
60
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
küçük ağrı kıyı kentin kalbinde ağır hasar çok fazla aç köpek çok fazla beyaz kadın sevmekten değil belki şiiri dize getiren mısralar yazmak uzak durulacak gibi değil hayat ne sevmeye vakit var ne yaşamaya sadık değil kimse kimseye besle büyüsün küçük ağrılar zaman yeni kahraman bekler kahraman turfa zamanlar yaşadık bitti mi yoksa sönmüş yıldızlar gibi hayat
KALENDER YILDIZ
61
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
ADRESE TESLİM HÜZÜNLER ÇALAR KAPIMI Hayatı kullanma kılavuzunun ilk sayfasında Adın acılarıma dilaltıdır Ne zaman kutsamak istesem harfini Mürettibin elinde simli siyah Galvanize mutluluklar diyarından bir kadın Nazarları boncuksuz belirir sokağın başında Adrese teslim hüzünler çalar kapımı Alessabah Karşı rüzgârlar dadandı dışbükeyine hayatın Güneşsiz vakitlere bütün hazırlığımız Dövülecek bir şey kalmamıştır ömrün örsünde Kılıç kınında bir eyvah İncileri döküldü de saltanatın Evcilleşmedi bir türlü içimizdeki ceylan Kaçıp gider her yeşile Peşinde bir ah
MAHMUT BAHAR
62
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
MUSTAFA ÖZÇELİK
Politik olanın dayanılmazlığı
"...hayat devam ediyor. Dünya ve insanlık yeniden şekilleniyor ama bu duruma müdahil olan kalemlerin sesi çıkmıyor. Bir önceki dönemde çok belirleyici ve etkileyici olan isimler ise âdeta unutturulmak isteniyor."
Edebiyat ve politika ilişkisinin nasıl, hangi bağlamda ve hangi düzeyde olup olamayacağı devirlere, edebiyatçılara göre değişiklik gösterir. Kimilerine göre edebiyat eserleri, politik olanı sanata taşımalıdır. Zira edebiyatın ve edebiyatçının dünyayı değiştirmek gibi bir işlevi de vardır / olmalıdır. Kimileri ise edebiyatın kendine mahsus yüksek/yüce amaçları vardır ve bu yüzden edebiyatçının politik bir gayesi / hedefi, olamaz / olmamalıdır, demektedirler. Bu tartışma süredursun, gerçek olan şudur ki, hemen her dönemde hemen her edebiyatçı bir şekilde politikanın içinde olmuş, edebî metinler gizli yahut açık bir dille politik görüşleri / durum alışları da ifade etmişlerdir. Bu durum, aslında kaçınılmazdır. Edebiyatçı da bir toplum içinde yaşayan, olup bitenlerden etkilenen, toplumu hatta bütün insanlık adına geleceğe ilişkin tasavvurları olan bir insandır ve aslında öyle de
63
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
olmalıdır. Burada mesele, edebiyatçının politika ile olan ilişkisinde sanat kurallarından taviz vermeden bunu yapıp yapmadığı yahut yapıp yapamayacağıdır.
Hayat-siyaset bağlamında edebiyat
Bu meseleye Türk edebiyatı / edebiyatçıları bağlamında baktığımızda hemen her dönemde edebiyat ve politika ilişkisinin var olduğunu görmekteyiz. Fakat bu ilişki Tanzimat dönemine kadar kesin ve belirli çizgilerle olmamıştır. Zira ortada yerleşik, toplumsal hayatla bu hayata yön veren değerler arasında uzlaşmazlık yahut çatışma fazlaca yoktur. Durum böyle olunca da edebiyatçının politik tavrı, ancak sistemin işleyişli esnasında ortaya çıkan kimi aksaklıkları eleştirmekle sınırlı kalmıştır. Diğer yandan Osmanlı toplumundan bilinen anlamıyla siyasi bir toplum olarak bahsetmek de mümkün değildir. Bu yüzden, o devirdeki şair ve yazarların olup bitenler karşısındaki tutumunu bugüne göre değil, o zamanın zihniyetine göre ele almak gerekir. Tanzimat’tan sonra ise edebiyat politika ilişkisinin çok ileri düzeylere vardığını, edebiyatla politikanın ayrılmaz, içe içe girmiş kavramlar olduğu görülmektedir. Çünkü karşımızda değiştirilmesi gereken bir sosyal, siyasal ve kültürel yapı vardır ve batılı edebiyatçıların bu konuda neler söyledikleri de artık bizim edebiyatçılarımız tarafından bilinmektedir. Üstelik gazete gibi politik yazıların yer aldığı bir iletişim aracı girmiştir dünyamıza. Dahası, Tanzimat edebiyatçıları, aynı zamanda birer devlet görevlisidir. İşte asıl olarak devletin içine düştüğü çöküntü karşısında neler yapılması gerektiği ve yeni bir sistemin inşasının gerekliliği edebiyatçı-politikacı bir neslin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Bütün bunların sonucu olarak bu dönemde fikir, edebiyat eserlerinde başat bir kavrama dönüşerek öne geçer. Fikrin belirleyici olduğu bir edebiyatın ise hayattan, dolayısıyla politikadan uzak kalması düşünülemez. Durum böyle olunca da Tanzimat yazarlarıyla şöyle bir gelenek başlar: Edebiyatçı, sadece edebî metinler yazan biri değildir. O, aynı zamanda yazdıklarıyla hayatı, insanı ve siyaseti
etkileyecek/yönlendirecek biridir. Ortaya konan edebî metinler, önceki dönemlerde olduğu gibi sadece edebiyatçının kişisel duygu-düşünce dünyasının yansımaları olmayacak, toplum denen olgunun her türlü meselesi edebiyatın konusu olacaktır. Bu durum, aynı zamanda Osmanlı edebiyat geleneğine de bir karşı çıkışı ifade eder. Diğer yandan da çağdaş olmayı… Bu bakımdan Türk edebiyatında görülen bu yeni tavrı, sadece bize özgü olarak görmemek gerekir. Bütün dünya, böyle bir edebiyat anlayışına doğru gitmekte ve edebiyat da siyasetin bir dili olmak üzeredir. Bu tür bir anlayışı benimseyen edebiyatçıpolitikacı neslin ilk örnekleri Şinasi-Namık Kemal ve Ziya Paşa’dan oluşan meşhur üçlüdür. Bunlar bu konuda akla ilk gelen isimlerdir. Onları Servet-i Fünun devrinde Tevfik Fikret, Muallim Naci gibi isimler takip eder. Millî Edebiyat döneminde ise Ziya Gökalp’i, Mehmet Emin Yurdakul’u Mehmet Akif’i, Süleyman Nazif’i ve daha pek çok ismi politik tavrı olan edebiyatçılar olarak görürüz. Bu anlayışın 2. Meşrutiyet’te akım/ekol hâline dönüştüğünü de söylemeliyiz. Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık olarak ortaya çıkan bu akımların en tanınmış temsilcileri ise Tevfik Fikret, Mehmet Âkif ve Ziya Gökalp’tir. Cumhuriyet devrinde de durum aynıdır. Yazılan her edebî metin, kendisini ister istemez politika ile ilişkilendirmişlerdir. Kimileri yeni düzenin açıkça savunuculuğunu yapıp değerlerini benimsetmek ve yaygınlaştırmak isterlerken kimileri de mevcut duruma protestolarını gizli veya açık dille sürdürürler. Bu anlamda Garip akımına mensup kalemlerin yazdıklarını bile politik metin saymalıyız. Hayatın somut görüntülerinin yer almadığı 2. yeni ürünleri de birer politik metindir. Çünkü ikisi de muhalif bir söyleme sahiptirler. Bu dönem, edebiyatçıların politik tutum alışları açısından daha sonra iki isimle özdeşleşir. Bunlar Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’dır. Bu ikilinin politik tutumları, kendilerinden sonra da etkili olmuştur. Denilebilir ki, edebiyatçılarımızın politik duruşlarında bu iki isim, bundan böyle iki ana kol oluşturacak, etkilerini
64
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
ölümlerinden sonra da sürdüreceklerdir. Sonraki zamanlarda bu iki ana yolda yürüyen pek çok edebiyatçı, şiir, roman, öykü gibi edebî türlerde politik görüşlerini dile getirmişler ve bu görüşlerini daha açık ve edebiyatın engelleyici tavırlarından da kurtulmak adına gazetelerde köşe yazarlığı yaparak tamamen fikir ağırlıklı yazılar yazmışlardır. Sezai Karakoç, Atilla İlhan, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Nuri Pakdil…. gibi isimleri bu iki ana kolun temsilcileri sayabiliriz. Bunlar ve benzeri isimler, öncelikle şair, hikâyeci ve romancıdırlar; ama her zaman için politik bir duruşun da isimleridir.
Politik olan ne söyler?
Bu tür bir edebiyat anlayışın genel anlamda ne ifade ettiğine ne söylediğine de burada değinmek gerekir. İdeolojik duruşları ne olursa olsun, edebiyatla siyaseti birlikte ele alan yazarlar, önce mevcut olan siyasi, toplumsal, kültürel ve ekonomik sisteme karşı bir muhalefetin içindedirler. Yönetimlere ve onların yönetim anlayışlarına karşıdırlar. Eserlerinde bu karşılığı dile getirmenin yanında alternatif bir çözüm anlayışına da sahiptirler. Konuyu Türkiye bağlamında ele alacak olursak bütün farklı renk tonlarına rağmen siyasi tavra sahip edebiyatçılar, hayata/siyasete renklerini katan isimler olmuşlardır. 1980’de ise bu anlamda bir kırılmanın yaşandığını da söylemeliyiz. Büyük toplumsal travmalara yol açan 1980 darbesinden edebiyat da payını almış, siyasetten ve hayattan soyutlanmak istenmiştir. Bilhassa şiir, sadece biçimsel sorunlarıyla ele alınmaya başlanmış ve salt imgeye indirgenmiştir. Hikâye ve romanların da durumu hemen hemen aynıdır. Deneme ise tamamen soyut olanı ifade eden bir tür haline gelmiştir. Bu durum, hemen her kesimdeki şair/ yazar için böyle olmuştur. Bu kırılmanın en büyük olumsuzluğu edebiyatın hayattan ve insandan uzaklaşması olmuştur. Şimdilerde edebiyatın ilgi görmemesinin sebeplerini biraz da burada aramak gerekir. Çünkü hayat devam ediyor. Dünya ve insanlık yeniden şekilleniyor ama bu duruma müdahil olan kalemlerin sesi çıkmıyor. Bir önceki dö-
nemde çok belirleyici ve etkileyici olan isimler ise âdeta unutturulmak isteniyor. Fakat bu durumun böyle devam etmesi realiteye aykırıdır. Eminim, hayat ve siyaset, edebiyatçının da sesini duymak isteyecektir. Aksi durumda edebiyat, hayattan tamamen kovulacak, her şey gibi bu alan da küresel sömürü düzeninin çarkları arasında ezilip gidecektir.
Politik olmanın bedeli
Edebiyatı politikadan bağımsız olarak ele almayan, yazdıklarında politik görüşlerini dile getiren bu edebiyatçılar, sadece yazmakla da kalmamışlar, yazdıklarının bedelini de ödemişler, kimi zaman sürgüne gönderilmişler kimi zaman hapishanelere girmişler kimi zaman yazdıkları gazete ve mecmuların yayını durdurulmuş kimi zaman eserleri toplatılmıştır. Bütün bunlar, onları daha da politik hale getirmiştir. Bu tavrın diğer bir sonucu ise şu olmuştur: Değişen siyasal iktidarlar ne olursa olsun bunlara rengini veren bu politik duruşlu edebiyatçılar olmuştur. Yine ülkedeki fikrî hareketlilik ve çeşitlilik, onlar sayesinde sağlanmıştır. Ortalık, belki çok fazla toz duman hâldedir. Ama Türkiye bugün için bu fikrî/siyasi tartışmaların ışığında önemli bir tecrübe edinmiş, yerinden oynatılan pek çok taş yerine oturmaya başlamıştır. Bunda edebiyatçıların çok fazla payı olduğu bir gerçektir. Sözün gücüne ve büyüsüne inananlar, hayatın bir oyun değil gerçek olduğunun elbette farkındadırlar. Bu yüzden yazdıklarıyla hayatın nesnesi değil öznesi olmayı, yazarlık sorumluluklarının da asıl gereği olarak görmüşlerdir. Bu noktada şuna da değinelim: Politik kaygı, edebiyat eserinin değerini azaltır mı? Bu durum, tamamen yazarı/şairin yazarlık, şairlik gücüne ve yeteneğine bağlıdır. Edebiyat elbette farklı bir dildir. Politik olandan bahsederken kendine özgü bu gerçeği göz ardı etmediği sürece bahsettiği konu ne olursa olsun, o eser yine de edebî değeri haiz bir eser demektir. Tabi burada politik olana müspet bakarken kastedilenin güncel olan politika olmadığını da bir belirtmek gerekir. Kastedilen, insan ve hayatla ilgili olan tabii gerçeklik ve bunun politik olana yansıyan şeklidir.■
65
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
YAHYA AKENGİN
Bazen de siyaset bir siyasi partinin doğrultusu ile özdeşleşmek gibi anlam daralmasına uğrayabilir. Edebiyat, siyasetteki bu daralma çizgisine uyum sağlama yolunu seçerse kısırlaşır ve bazen bu, dalkavuklaşma derecesine bile varabilir.
S
iyasetin yüklendiği anlamlar sürekli değişkenlikler gösterir. Onunla beraber edebiyat anlam değişikliğinden ziyade içerik değişikliklerine uğrayabilmektedir. Monarşik yönetim dönemlerin olduğu gibi, demokratik devirlerin de edebiyatçıları daima olagelmiştir. Yönetim tarzı farklılıklarının edebiyata etkileri elbette olmuştur. Siyaset ideolojiyle yakınlaşırken, edebiyatın ideolojiden uzak durması veya durmaması sürekli tartışılmıştır. Siyasetin her şeyi kontrol altına alma eğilimlerinin yoğunlaştığı zamanlarda edebiyat, özgürlüğünü korumak için mücadele verme ihtiyacı ile karşı karşıya gelebiliyor. Bazen de siyaset bir siyasi partinin doğrultusu ile özdeşleşmek gibi anlam daralmasına uğrayabilir. Edebiyat, siyasetteki bu daralma çizgisine uyum sağlama yolunu seçerse kısırlaşır ve bazen bu, dalkavuklaşma derecesine bile varabilir. Edebiyatın siyasetin doğrultusuna belirleyici bir işlev görmesi yadırganamaz. Hayata, tarihe, olaylara, tabiata ve insanlara bakış açılarını zenginleştiren edebiyata, siyasetin her zaman ihtiyacı vardır. Siyaseti partizanlık ölçekleriyle algılayıp uygulayan politikacılar ise, edebiyatın kendilerine ayak uydurmasını isterler. Eğer edebiyatçının, para, şöhret ve makam gibi zaaf-
66
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
ları varsa, partizan politika tarafından devşirilmesi mümkündür. O takdirde kazanan ise siyaset değil, siyasetçi öznedir. Kendince kazanan edebiyatçı, bu defa edebiyatın kaybı olur. Bu yazımızda siyasette de edebiyatta da köşeli olan iki şahsiyeti örnek vermeye çalışacağım. Türk milletinin yeniden dirilişinin destansı kahramanı olan Mutafa Kemal Atatürk için çok şiir yazıldığı bilinen bir gerçektir. Bunların önemli çoğunluğunun samimiyetinden de şüphe etmiyorum. Ancak sayıları az da olsa aralarında, yararlanma ve güce yakınlaşma duygusuyla yazmış olanların bulunabilineceğine de ihtimal veriyorum. Türk şiirinin köşe taşlarından olan Yahya Kemal Beyatlı, Atatürk hakkında şiir yazmadığından dolayı eleştirilmiş, bu yüzden gözden düşürülmeye çalışılmıştır. Millî mücadelenin, yazılarıyla en hararetli savunucularından olan Yahya Kemal, acaba neden şahsına destanlar yazılmasını her bakımdan hak etmiş olduğunu bildiği Gazi Paşa’ya şiir yazmamıştır? Cevap benim açımdan, -Yahya Kemal’in kişiliğini de bildiğimi sanarak - oldukça sade ve açıktır. Bana göre Yahya Kemal, elmalarla armutların aynı sepete konulması tehlikesinden dolayı ve şiirine saygısı yüzünden, o sepette görülmek istememiştir. Durum böyle olmakla beraber Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Yahya Kemal’e verdiği değerde bir azalma söz konusu olmamıştır. Ve yine sanıyorum ki Paşa yaranma duygusuyla hakkında yazılmış bazı şiirlere de içinden gülüp geçmiş olmalı. Örneğimizdeki siyasi şahsiyet, devlet ve fikir adamlığı sıfatlarıyla da öne çıkar. Edebiyatçıya örnek gösterdiğimiz şair ise, şiirini gelişigüzel amaçların malzemesi olmaktan sakınan bir şahsiyettir. Lakin partizan siyaset ve siyasetçi tipi tarihin her döneminde eksik olmamıştır. Günümüzün yaygın deyimiyle “yalakalık” etmeyen edebiyatçıyı saf dışı bırakmak için gizli ve açık siyasi baskıcı tavırlar da hep olagelmiştir. Edebiyatçı genellikle muhalif duruşludur, her şey yolunda gitse bile edebiyatın penceresinden görülebilen yanlışlıklar, noksanlıklar daima vardır. O bakımdan edebiyat, siyasetin her zaman birkaç adım önündedir ve öyle olmalıdır. Şahsen siyasete hep ilgi duyduğumu ifade ederek, yaşadıklarımdan bir kesiti de burada paylaşmak istiyorum.
Bir tarihte milletvekili adayı oldum. Bu vesileyle siyasetin seyir çizgisini alan tecrübeleriyle yaşama fırsatını yakaladım. Yaşadıklarımı ve düşündüklerimi yansıtarak, siyasete kendimce bir katkı sağlamak adına “Siyasetname ya da Bir Seçim Hikâyesi” adıyla bir kitap yazdım ve yayımlandı. Rakip partilerin seçim kampanyasındaki bazı tutarsızlıklarına ve çelişkilerine olduğu gibi, adayı olduğum partiye de bazı eleştiriler yönelttim. Karşı karşıya kaldığım manzara ise “ne İsa’ya ne Musa’ya yaranmak” oldu. Dolayısıyla da kitabımın amacına ulaşmış olduğunu buruk bir memnuniyetle test etmiş oldum. Edebiyatçıların, siyasette yer ve söz sahibi olmalarını doğru bulurum. Ama siyasetin zaman zaman yozlaştırdığı bilinen çarklarında bozulmamayı başararak… Siyaset tarihimizde bunun güzel örnekleri de vardır. Bir başka ifadeyle de siyasetçi kökenli edebiyatçıdan değil, edebiyat çıkışlı siyasetçiden yana olduğumu belirtmek istiyorum. Günümüzde bazı edebiyatçıların da günlük siyasete dolambaçlı yollardan göz kırparak nemalanma yolunu seçtiklerini görebiliriz. “Uluslararası” olmak adına, içinden çıkmış olduğu toplumun değerlerine saldırarak, dünyanın popülist gündeminde yer tutmak adına skandalvari bir çizgi izleyerek, politikanın da gündeminde olmayı başarırlar. Bunlar partizan yandaş olmaktan uzak bir görünüm sergilerler ama kozmopolit bir kimlikle hem İsa’ya hem Musa’ya yaranmanın yolunu bulurlar, fakat edebiyat kaybeder. Oysa edebiyatın kazanması insanın, insanlığın, kişilikli duruşların, hatta yüksek siyasetinde kanması demektir. Fakat böylesi soylu bir sonucu elde etmeyi amaçlamak, uzun vadeyi göze almayı gerektirdiğinden, kısa günün kârına fit olan edebiyatçılar türeyebilmektedir.■
67
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
A. VAHAP AKBAŞ
M
ehmed Âkif’in yaşadığı dönem sosyal, siyasi çalkantılarla doludur. Bu dönem, zamanın aydınlarınca “İstibdat” diye adlandırılan İkinci Abdülhamid’in uzun saltanatını, İkinci Meşrutiyeti, Millî Mücadeleyi ve Cumhuriyetin ilk on yılını kapsar. Âkif, bu çalkantılı dönemde Meşrutiyeti kurma çabalarına, Balkan Savaşlarına, bu savaşların getirdiği yıkım ve sefalete, koca Osmanlı Devletinin çöküşüne, Kurtuluş Mücadelesine, yeni bir devletin kuruluşuna ve yeni devleti kuran kadroların inkılâpları oturtma faaliyetlerine, bazen kenardan, çoğu zaman da içinden tanıklık eder. Siyasi ğırlık taşıyan bütün bu vaka ve hareketlere Âkif’in tanıklığı ya da müdahilliği, Birinci Meclisteki Burdur mebusluğu sayılmazsa, daha çok şair, fikir ve dava adamı sıfatlarıyladır. O da, ölümünden kısa bir süre önce Nevzad Ayas’ın kendisiyle yaptığı bir mülakatta “İstiklâl Harbi’nde Büyük Millet Meclisi azalığına intihap oluncaya kadar siyaset ile geniş bir alakam yoktur.” der.[1] Âkif,’in genel itibarıyla bir siyasetçi kimliğine sahip olmadığı söylenebilir. Dostları, onun münakaşalara girmekten çekindiğini, bir teşkilat adamı
olmadığını söylerler.[2] O daha çok susup dinleyen, düşünen, kendine şair ve bir miktar da dilci vasıflarını uygun gören adamdır. Kurtuluş Savaşından sonra kendisine, “Artık siyaset adamı oldun. Siyasetten ayrılmak biraz gücüne gider galiba.” diyen Eşref Edib’e Muhammed Abduh’un şu anlama gelen sözlerini aktarması, aslında Âkif’in siyasete bakışını en açık bir şekilde ortaya koyar: “Şu siyasetten, siyaset sözünden, siyaset mânâsından, siyaset sözünün ağızdan çıkan her harfinden, siyaset namına içten gelen her hayalden, siyasetin anıldığı her yerden, siyasetten bahseden yahut siyaseti öğrenen yahut siyasetle aklını bozan yahut siyasetle akıllılaşan herkesten, siyaset kelimesinin kökünden ve o kökten çıkan iştikakların hepsinden Allah’a sığınırım…”[3] Böyle olmakla beraber, Âkif, hayatının hemen hiçbir safhasında siyasetten bütünüyle uzak duramamıştır. İdeal adamı kimliğinin, vatana hizmet ve sorumluluk bilincinin onu bu alana girmeye mecbur tuttuğu söylenebilir. Söylenebilecek bir husus da, Âkif’in siyasetle ilişkisini daima bir seviyede tuttuğu ve sıkı sıkıya bağlı olduğu fikirlerini, için-
1. Nevzad Ayas, Mehmed Akif-Zihniyeti ve Düşünce Hayatı, Eşref Edib, Mehmed Akif-Hayatı eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, İstanbul 2010.
2. Hasan Basri Çantay, Akifname, İstanbul 2008. 3. Eşref Edib, age.
68
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
de ya da yanında bulunduğu siyasi kurumların savunduğu fikirlere asla feda etmediğidir. Muhalefeti genellikle suskun ve derin, bağlılığı ise ölçülü ve kısa sürelidir. Bel bağlayıp elini taşın altına koyma bilinciyle içinde yer aldığı hareketler ise onu hep hayal kırıklığına uğratmıştır. Âkif’in çocukluk, gençlik ve olgunluk dönemleri Sultan Abdülhamid’in saltanatı döneminde geçmiştir. Âkif’in dört beş yaşlarında mahalle mektebine başladığı yıl, Abdülhamid’in otuz üç yıllık saltanatının da başladığı yıldır. İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde artık otuz beşini aşmıştır. Abdülhamid’e muhalefet, devrin aydınları arasında yaygındır. Bir çeşit modadır, denebilir. Çoğu, Dücane Cündioğlu’nun ifade ettiği gibi[4] Abdülhamid’in güttüğü siyasetten, ne yapmak istediğinden haberdar değildir. Meşrutiyetin ilanının, Abdülhamid’in tahttan indirilişinin her şeyi düzelteceğine dair bir inanç taşımaktadır hepsi. Âkif de böyle bir ortam içinde yetişmiştir. Çok beğendiği yazarlar, okuldaki hocaları (Hoca Kadri Efendi gibi), matbuat âlemindeki ve edebiyat çevrelerindeki hava ve en önemlisi baskıya, haksızlığa tahammül etmeyen mizacı, onun, kendisi gibi “İslam Birliği” fikrini savunmasına rağmen Abdülhamid’e muhalefet edenler arasında yer almasına neden olur. O da, “Ah, başımızdan Abdülhamid kalksa, edebiyatta, kim bilir, ne adamlar çıkacak!”[5] diyecek kadar, her türlü ilerlemenin önündeki engel olarak Abdülhamid’i görür. Âkif, bu dönemde suskundur. “Birkaç mukallidine neşide” dışında bir şey yayımlamaz. Süleyman Nazif, bunu Abdülhamid’in baskıcı yönetimine bağlar; “Safahat şairi, sükûta mahkûm zümrelerin ilk saflarındaydı.” der.[6] Âkif’in Abdülhamid aleyhindeki mısraları 1908’den sonra yayımlanır. Eleştiriler “İstibdat” manzumesinde yoğunlaşır. “Asım”da ise eleştirilerle beraber bir yumuşama ve özeleştiri de dikkatlerden kaçmamaktadır. Âkif, Abdülhamid’in dış siyasetine hemen hiç temas etmez. Osmanlı üzerine dünya devletlerince oynanan oyunlardan, Abdülhamid’in bu oyunlara karşı manevralarından habersiz gibidir. Âkif’i aleyhtar kılan daha çok iç siyasettir. Devirden memnuniyet4. Dücane Cündioğlu, (Mülakat), Âkif’ten Asım’a, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayını, Ankara 2007. 5. Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Âkif, İstanbul 2005. 6. Eşref Edib, age.
sizliği gösteren bazı genel eleştirilerle beraber daha çok halk üzerine kurulan baskıdan, özgürlüklerin kısıtlanmasından yakınır Âkif ve Abdülhamid hakkında ağır ifadeler kullanır. Ona göre milletin izzeti ayaklar altına alınmıştır. Bir aşiretten cihan devleti çıkarmış ve bir zaman dünyayı titretmiş millet zelil bir duruma düşürülmüş, yüce bir kavim sefil hâle getirilmiştir. Âkif, Abdülhamid’i kadınlar gibi kafes arkasına saklanmakla, korkaklıkla itham eder; daha çok hafiyeler” vasıtasıyla yapılan zulümleri, iyi insanların sürgün ya da mahkûm edilmelerini işler: Hamiyyet gamz eden bir pâk alın her kimde gördünse, «Bu bir cânî!» dedin sürdün, ya mahkûm eyledin hapse. Müvekkel eyleyip câsûsu her vicdâna, her hisse, Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye’se... “Hürriyet” manzumesi, “İstibdat”ın sona erişini kutlayan çocukların coşkusunu dile getirir. Şüphesiz, Âkif’in acıların bittiğine ve yeni, güzel bir dönemin başladığına dair ümitlerini de… Nitekim bu duygu ve ümitlerle İkinci Meşrutiyetin ilanından hemen sonra İttihat ve Terakki Cemiyetine üye olur. Ancak daha girerken, kendi tavrından taviz vermeyeceğini gösterir. Cemiyete girilirken yapılan yemine itiraz eder; “Cemiyet’in bütün emirlerine bilâ kayd ü şart itaat” edileceğine dair ibareyi kabul etmez ve “Ben Cemiyet’in yalnız emr-i ma’rufuna biat ederim, mutlak söz veremem.” der. Bu şekilde yemin ederek Cemiyete üye kabul edilir. Ne ki be cemiyetle ilişkisi uzun sürmez. Onların gidişatını tasvip etmez. “Yaşasın” diye sokaklara dökülen Meşrutiyetin miting kahramanlarına kızar ve Cemiyetten ayağını keser, darılır. Cemiyetle ilişkisi, denebilir ki Şehzadebaşı İlmiye Kulübünde irşad ve eğitim faaliyetleri çerçevesinde verdiği Arapça derslerinden ve burada yaptığı bir konuşmanın metninin (İttihad Yaşatır Yükseltir, Tefrika Yakar Öldürür) yayımlanmasından ibaret kalır. Tabiî, İttihat ve Terakki tarafından kurulan Teşkilat-ı Mahsusa adına Berlin’e (Almanların elindeki Müslümanları dinleyip irşat etmek için), Necid’e (Arap kabilelerinin İngilizlerle anlaşmalarını önlemek için) yaptığı seyahatleri farklı değerlendirmek gerekir. Âkif, her dönemde, yönetenlerin fikirlerini beğenmese de ülke yararına olduğuna inandığı görevleri üstlenmekten kaçın-
69
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
maz. Görevle siyaseti kesin çizgilerle birbirinden ayırır. Millî Mücadeleye katılması, bu çerçevede verdiği vaazlar, bazı isyanları bastırmak için gösterdiği çabalar da onun yurt, millet sevgisinden, bu sevginin doğurduğu bilinç ve sorumluluktan kaynaklanmaktadır. Asım manzumesinin bir bölümünde, “önceki devir”le yeni devri karşılaştırır Âkif. İttihatçıların ülkeyi sürüklediği durum, önceki devre rahmet okutmaktadır. “Hürriyet”i kutlamalar şaklabanlığa dönüştürülmüş; hürriyet, şenlikle özdeşleştirilmiştir. Özellikle komitacı yöntemlerle idareyi tamamen ele almaları ve muhaliflere baskı uygulamaları üzerine Âkif’in iyice sıdkı sıyrılır, onları ciddi anlamda eleştirir. Köse İmam’la Hocazade’nin (Âkif) diyaloglarından oluşan şu mısralar bu bakımdan önemlidir: -Batmadık bir yeriniz kaldı mı, bilsem, cici beyim? «Önceki devir» mi dedin demin?.. Elindeyse, çevir, Ensesinden tutup zamanı da gelsin o devir. Milletin beş parasız onda, emin ol, yedisi! Gündüzün aç dolaşır, akşama kırk ev kedisi! Mecbur edin halkı çavdarla karışık çöp yemeye: Ne bu? Ekmek! diye dünyayı verin velveleye. Hastalık, bit, sefillik saradursun, kol kol, Siz sadece seyredin! -Dünya Savaşı bu, ayol! -Böyle alçakça gebermezdi insan önceki devirde, -Diri bir yanda uzanmış, ölü bir yanda sefalet içinde. -Niye özgürlük için sürgüne gittindi? -Evet. Gittim amma bu değil beklediğim hürriyet. Zaten ilan edilirken işi çakmıştım ya... Çatlasan hayra yorulmazdı o miskin rüya! Ne herifler, ne kılıklar, ne nutuklardı, düşün! Âkif’in eleştirileri bunlarla kalmaz. İttihat ve Terakki’nin “dehşetli siyasetçi”lerini, tabir yerindeyse, tiye alır. —Ne dedim, bilmiyorum, ta öteden bir çapkın, Galiba sezdi ki, yekten dedi: «Halt etme sofu! Gördüğün fesli: Senin milletinin filozofu. Bu ve benzeri dehalar tutuyor memleketi. Sen bu şenlikleri gördünse kimin marifeti?» Dedim: «Ezberleyelim, saysana, oğlum, bir bir, Şu dehalar dediğin kaç kişidir, kimlerdir?» «Sosyolog biri, dehşetli siyasetçi diğeri;
Hele maliyecimiz yok mu, bu ilmin piri.» Sayı dolmuştu, fakat bende tükenmişti sıfır; Dön işin yoksa fırıldak gibi artık fır fır. Buradaki filozof, Rıza Tevfik; sosyolog Ziya Gökalp; siyasetçi, Talat Paşa; maliyeci ise Cavit Bey’dir. Ama zannımca can alıcı eleştiri, Bâbıâli’ye arkadaşlarıyla bir baskın düzenlemeyi planlayan Asım’a söylediği şu sözlerdedir. Bu, Akif’in inkılap anlayışını ve bu anlayışın İttihatçılarla çelişen yanını gösterir aynı zamanda: İnkılâb istiyorum ben de, fakat, Abdu gibi... Yoksa, ellerde kör alet olan efeler tertibi, Babıâli’leri basmak, adam asmakla değil. Çek bu işten bütün ihvanını, kendin de çekil. Görülüyor ki Âkif her türlü baskının, zor kullanmanın karşısındadır.“Ellerde kör alet efeler gibi” fikrî ve sosyal meselelerin çözülemeyeceği görüşündedir. Bir yazısında der ki: “Hiddetler, şiddetler, baskılar, zorlamalar hep aczin dölyatağından düşen bir sürü eksik yaratıklardır ki insanlık mecbur kalmadıkça bunları kabul edip kucağına alamaz; alsa da mümkün değil, sevemez. İnsanlar yumuşaklık ister, uyumluluk ister; ikna etmek için getirilecek delillerin hem bilgili, hem yumuşak huylu bir ağızdan çıkmasını bekler.”[7] Nitekim ittihat ve Terakki, fikrî ve ilmî konuların da tartışılmasına tahammül edemeyecek duruma gelip de gazete ve dergi kapama yoluna başvurunca, Âkif bir mektupla Ziya Gökalp’i ve genel merkez naşirlerini konuları tartışmaya davet eder. Ancak daveti cevapsız kalır.[8] Yine Köse İmam’la Âkif arasındaki diyaloglardan, onun Abdülhamid dönemine daha “insaflı” bakmaya başladığı sonucu çıkarılmaya çalışılır genellikle. Köse İmam’ın, Âkif’in babasından aktardığı semerci hikâyesi ve bu hikâyenin sonundaki özellikle şu mısralar, “gelen gideni aratır”ın yanında, “kıymet bilememiş olmak” yorumuna da açıktır aslında: “Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi? Ya böyle kalfa değil, basbayağ muallimdi. 7. Mehmed Akif, Düzyazılar, Haz. A.Vahap Akbaş, İstanbul 2010 / Sebilürreşad, 2 Ağustos 1328-2 Ramazan 1330, C. 8-1, adet: 206-24. 8. Eşref Edib, age.
70
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş: Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!” Sözlü tanıklıklara dayanılarak Âkif’in, Abdülhamid’e dair kanaatlaerinin son zamanlarda değiştiği ileri sürülmektedir. Şemsettin Şeker,onun, hastalık dönemlerinde yakın dostlarından Yozgatlı Mehmet Efendi’ye “Ölmez de iyileşebilirsem hatıralarını yazmak istiyorum. Hatıralarımda Sultan II. Abdülhamid’e karşı itizar (özür dileme) ve itiraflarım olacak.” dediğini aktarmaktadır.[9] Bu, kesin bir kanıt olmamakla beraber, aradan çeyrek asırdan fazla bir zaman geçtikten sonra, samimi bir aydının, başka aydınların da yaptığı gibi, olup bitenleri daha farklı değerlendirebilmesini ve kanaat değiştirmesini makul saymak gerekir. Âkif’in fiilî siyasî hayatı, Ankara’ya gitmesi ve Birinci Meclise Burdur Milletvekili olarak girmesi ile başlar. Ancak siyasete uygun olmayan mizacı onun bu tecrübesini de sıra dışı kılar. Mithat Cemal’in ifadesiyle mebusluğu dört senelik bir sükûttur. Zabıtlardaki konuşmaları yok denecek kadar azdır. Yazdığı İstiklâl Marşı’nı bile Mecliste okumaya yanaşmaz. Yine Mithat Cemal, bu suskunlukların “sağlam bir kafa terbiyesinin neticesi” olduğunu söyler. O, bilmediği şeye karışmama gibi bir özelliğe sahiptir. Siyaset de bilmediği şeylerdendir. Meclis kürsüsünde bir defa konuşur. Bu konuşmada Tevfik Paşa Hükümetine yumuşak bir cevap yazılmasını önerir, ancak Mustafa Kemal buna karşı çıkar. Bazı önergelere imza atar, elçiliklere, cepheye mebus sıfatıyla ziyaretler yapar. Bazı heyetlere üye seçilir. İstiklâl Mahkemeleri aleyhine oy verir. Hepsi bu kadar. Hasan Basri Çantay’ın yazdığı şu anekdotun, Âkif’in mebusluğu hakkında bir fikir edinmemize yardımcı olduğunu düşünüyorum: “Birinci Büyük Millet Meclisinde Burdur mebusu olan üstad, zaman zaman seçim bölgesi halkının müracaatları karşısında kalır, bunlardan sıkılırdı. Çünkü isteklerini rica etmek için vekâletler nezdinde teşebbüslerde bulunmak lâzımdı. O, kendini daire müdürlerine ne diye takdim edecekti? Ayıp değil miydi? Bu, kendi kendine zamanın önemli kişisi özelliği vermek değil mi idi?” 9. Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, İstanbul 2010.
“Onu sevenler yapacağı işleri yapıverirlerdi. Bir gün Burdur’un kaza olması hakkında ezkaza kuvvetli bir teklif gelip çattı! Âkif’i görmeli idiniz! O, seçim çevresini henüz tanımamıştı bile! Ne diyecekti? Kendisini gıyabında seçenlerin hukukunu nasıl müdafaa edecekti? Bu vaziyet karşısında seyirci kalabilir miydi? Üstad istifaya kıyam etti, güç bela vazgeçirdik. Kendisini seven bütün arkadaşları, o hâdisede âdeta birer Burdur mebusu kesildiler, kazadan da kurtulduk.”[10] Âkif de diğer muhalifler gibi İkinci Meclise alınmaz. Mizacına ve Birinci Meclisteki hâline bakarak Âkif’in bunu pek umursamadığını sanıyorum. Ancak umursadığı başka gelişmeler oluyor. Bu gelişmelerin onu derinden etkilediği anlaşılıyor. Artık yeni bir dönem başlamıştır. Zaferi sahiplenenler ve ülkeyi Âkif’in ideallerinin tam da aksi bir mecraya sürükleyenler gemi azıya almıştır. Muhaliflerden Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi, Millî Mücadelede önemli rol oynayan Sebilürreşad’ın kapatılması, basındaki inkılapçı, ırkçı dalga Âkif’i hüzün ve teessüre iter. Partinin resmî gazetesinde “Haydi, sen kumda biraz oyna!” (Gölgeler, Bir Arîza manzumesi) diye küçük düşürücü yazılar yazılır. Peşine hafiyeler takılarak takip ettirilir. Neyzen Tevfik’in kardeşi Şefik Kolaylı bir konferansında Âkif’in Mısır’a giderken kendilerini şöyle dediğini anlatır: “Arkamda polis hafiyeleri gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum.” Şüphesiz Âkif’in Türkiye’yi terk etmesinde bütün bunların etkisi büyüktür. Ancak bunların yanında Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin dayattığı inkılapları benimsememesinin de etkisi inkâr edilemez. İnkılapların esprisi, diyalektiği, Sezai Karakoç’un ifadesiyle, “bütün bir ömür boyu çağırdığı birlik türküsüne, İslam birliği idealine aykırı gibi geliyordu Âkif’e”[11] Bu bakımdan Âkif’in Mısır hayatını da uzun ve suskun bir muhalefet dönemi saymak gerekir kanımca.■
10. Hasan Basri Çantay, age. 11. Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, İstanbul 1985.
71
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Nüzhet Dede sanat ve politika
M. NACİ ONUR
Ç
oğu edebiyat tarihçileri veya edebiyatla yakından alakalı kişiler, divan edebiyatının içine kapanık klasik bir edebiyat, saray edebiyatı, yüksek zümre edebiyatı olduğunu, sosyal hayatla ilgisinin olmadığını, kısacası mevcut hayatı aksettirmediğini ifade ederler. Birçok kimse de bu ifadelerden yola çıkarak peşin bir hükümle divan edebiyatının 1300-1860 tarihleri arasındaki 600 yıl boyunca sosyokültürel bağlamıyla hiç ilişkisinin olmadığı fikri sabitine kendilerini inandırırlar. Agâh Sırrı Levent de bir cümlesinde “Divan edebiyatı içtimai bir edebiyat değildir ve hakiki hayattan o kadar nasibi azdır.” diyerek yukarıdaki tezi doğrularken, bu cümlenin devamında “fakat yaşadığı devir itibariyle yine onun sadık bir aynası olduğu da muhakkaktır.” diyerek şaşırtıcı bir cümle kurar. Bu şaşırtıcı cümleyi yadırgamamak gerekir, zira birçok divan şiirinde sosyal içerikli hâdiselere ilişkin ipuçları bulabildiğimiz gibi, birçok tarihî olayı, sosyal hâdiseleri an-
1950’li yıllardan sonra sağ edebiyat, sol edebiyat ve İslamcı edebiyat diye isimler de aldılar. Bunların hiçbiri tabii olarak Türk Edebiyatı başlığı altındaki birikimin yerini alıp temsil edemediler. Bu sebeple yumruklarda, pankartlarda, sloganlarda, duvar yazılarında öne çıkan politik edebiyat, her zaman gerçek Türk Edebiyatını geri planda bırakmıştır. 72
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
latan mısra, beyit ve ifadelere rastlıyoruz. Sabri Ülgener’e göre, “Tek ve somut vak’alarla değil, çağın ve çevrenin umumi havası ile ilgileneceğimiz için başvuracağımız kaynaklar halk ve destan edebiyatımızdan çok klasik edebiyata, özellikle Divan edebiyatına ait eserler olacaktır. Uzun zaman toplumun gündelik yaşayışı üstünde, basmakalıp sofiyane rumuz ve imajlarını gözü kapalı tekrarlamaktan öteye gitmediği ısrarla ileri sürülen Divan edebiyatını araştırmalarımız boyu apayrı bir çehre ile yanımızda bulacağız. Gerçek ve baha biçilmez bir belge, hazine ve kaynağı olarak !” Divan edebiyatında ufak esintiler hâlinde bile olsa, büyük değişme arzuları hep dile getirilmiştir. Divan edebiyatı hem soyutta hem de somutta zafer kazanmıştır. Bahsettiğimiz dönemde, nazım ve nesir sahasında kaleme alınan eserler yaşanılan hayatın bir görüntüsüdür ve incelenmeye değer. Fatih’in veziri şair Ahmet Paşa’nın Çin-i zülfün miske benzettim hatasın bilmedim K’ey perişân söyledim bu yüz karasın bilmedim diye başlayan bir gazeli yanında; siyasetle sanatı, edebiyatı, şiiri bir arada götürmeye çalışan hisli ve duygulu Osmanlı padişahlarına rastlıyoruz. Avni mahlasıyla şiir yazan ve bir devri kapayıp bir yeni devir açan Fatih Sultan Mehmed, gazelinin bir yerinde şunları söylüyor: Ağlasa âşık belâ-yı hecr ile nâlân olup Gözlerinden akan anın yaş yerine kan olup
Avni kûyun terkin etmez başına sultân olup (Bütün cihan mülkünün tacı ve tahtına hükmetme şansını verip o mülkün başına Avni’yi sultan etseler, Avni yine de senin mahalleni bırakıp gitmez.) Yine Osmanlının şair padişahlarından Muhibbî mahlaslı Kanuni Sultan Süleyman, hem siyasi hem de edebî kimliğiyle, hem kılıcını hem de kalemini kullanarak bir manzumesinde şunları söylüyor: Allâh Allâh diyelim sancak-ı şâhi çekelim Yürüyüp her yaneden Şark’a sipâhi çekelim (Allah Allah nidaları arasında sancak-ı şerifi meydana çıkaralım ve dört bir yandan yürüyüp atalarımızı Şark illerine sürelim. ) Bize farz olmuş iken olmamız İslam’a zahir Nice bir oturalım bunca günahı çekelim (Askerlerim, İslama arka çıkmak bize farz kılınmış iken, daha ne zamana kadar oturup bunun günahını çekeceğiz. ) Umarım rehber ola bize Ebubekir ü Ömer Ey Muhibbi yürüyüp Şark’a sipahi çekelim (Ey Muhibbi, hele biz yürüyüp Şark’a asker çekelim, inşallah Ebubekir ile Ömer önümüze düşüp bize yol gösterirler. ) Muhibbi’nin şu iki beyti de oldukça iyidir: Hayâtım hâsılım, ömrüm şarâb-ı kevserim adnim Bahârım, behçetim, rûzum, nigârım, verd-i handânım
(Keşke âşık ayrılık belâsıyla inleyerek ağlasa ve onun gözlerinden de yaş yerine kan aksa) Her ne denlü cevrler görse vefâlar eylese Her ne denlü gülseler hâline ol giryân olup
(Hayatımın var oluşumun sebebi, cennetim, Kevser şarabım, baharım, sevincim, günlerimin anlamı, gönlüme kazınmış resim gibi sevgilim, benim gülen gülümsün. )
(Âşığı sevgiliden her ne kadar eziyet görse, ona o derece vefa göstermeli, rakipleri onun hâline güldükçe o da ağlamayı artırmalı.)
Kapında çünkü meddâhım seni medh ederim dâim Yürek pür-gam gözüm pür-nem Muhibbiyim hoş hâlim
Verseler mülk-i cihânın tâc u tahtı devletin
73
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
(Kapında devamlı seni metheden biriyim, seni överim sanki hep seni övmek için görevlendirilmiş gibiyim. Yüreğim gam ile, gözlerim yaşlarla dolu, bana bir şeyler oldu, sarhoş gibiyim bir hoş hâle geldim. ) Yine siyaset adamı ve şair Yavuz Sultan Selim’in de Selimî mahlasıyla söylediği kıt’ası çok meşhurdur. Bu kıt’ada hayat edebiyat ve siyasetin bütün izlerini yakalayabiliriz. Sanma şâhım herkesi sen sadıkâne yâr olur Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr olur Sadıkâne belki ol âlemde dildâr olur Yâr olur ağyâr olur dildâr olur serdâr olur Hayat ile edebiyat ilişkileri her zaman dile getirilir. Edebiyat aslında hayatın, yaşayışın kaleme dökülüşü ve ifadesidir. Şair ve nasir de nihayet insandır ve cemiyet içinde hayatını sürdüren bir sanatçıdır. Cemiyetle ilgili bütün hadiseler sanatkârın her şeyi büyülten ruhunda akisler uyandırır. Millî, siyasi, dinî, ahlaki görüşlerini ve fikirlerini ifade etmeye çalışır. İslam düşüncesi geleneğinde din diliyle, düşünce, edebiyat ve sanat dili birbirinden ayrı çizgilerde, ayrı alanlarda gelişip seyretmez. Ahmet Yesevi ve Yunus’un şiirleri buna en bariz örnektir. Kur’an’da ve hadiste, daha sonraları ilim ve düşünce geleneğinde dinî düşünce hem edebiyat diliyle zenginleşmiş hem de edebiyat ve sanat dilini beslemiş, zenginleştirmiştir. Bizim edebiyatımızın dönem adlarını siyasal tarihimizin safhaları tayin eder. Eski Türk Edebiyatı, Yeni Türk Edebiyatı, Tanzimat Edebiyatı, Batı Edebiyatı, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı gibi. 1950’li yıllardan sonra sağ edebiyat, sol edebiyat ve İslamcı edebiyat diye isimler de aldılar. Bunların hiçbiri tabii olarak Türk Edebiyatı başlığı altındaki birikimin yerini alıp temsil edemediler. Bu sebeple yumruklarda, pankartlarda, sloganlarda, duvar yazılarında öne çıkan politik edebiyat, her zaman gerçek Türk Edebiyatını geri planda bırakmıştır.
Hem siyasi hem edebi açıdan zamanın getirdiği imkânları tam değerlendirdiğimizi söylemek mümkün değil. Edebiyat ve sanat tamamıyla siyasal alanı ve siyasetçileri; dilleri, düşünüş biçimleri, estetik görüşleri; siyasal kanallarla etkilendikleri içtimai yapıyı ve kitleyi derinden ve kalıcı, sağlıklı yönlendirmesi, her eserle yeniden kurması gerekirdi, fakat öyle olmadı. Siyasal alandaki durgunluk, sanat edebiyat ve düşünce dünyasını da belirledi. Sonuçta edebiyatın ve sanatın kimyasını tahrip eden bir sürece dönüştü. Bir şairin ömrü boyunca kaleme aldığı şiirlerinin toplandığı eserler olan divanlar; aynı zamanda şairin hayat, dünya, insan ve siyaset görüşünün de bir aynasıdır. Bilhassa kasidelerde şairin yaşadığı devirde meydana getirilen, cami, şadırvan, han, hamam, köprü, medrese gibi eserlerin vücuda getirilişine, yapılan fetihlere methiyeler bulabildiğimiz gibi padişah, vezir ve paşaların sefere çıkışlarını ve fethettikleri ülkelerdeki faaliyetlerini yakından ve biraz da tarihleri ile beraber öğrenme fırsatını elde ederiz. Nabi’nin sadrazam Hüseyin Paşa’ya, çıktığı seferle ilgili yazdığı kasidede; Lil’lâhil-hamd olup ma’reke-i ceng tamâm Buldu âlem yeniden sulh u salah ile nizâm derken, Yahya Bey’in Kasım Paşa’nın Bağdat’da Şat Irmağı üzerinde yaptırdığı köprü için söylediği kasidenin bir yerinde, Kuruda yaşda yoldaşlık edip Hızır-âsâ Yaptı bir köprü Şat’a Hazreti Kasım Pâşâ diyerek köprünün inşasına vurgu yapılmaktadır. Hayat ile edebiyat arasındaki bu ilgiyi siyasetle bağlamak ve bu üçlü arasında daima bir uyum bulunduğunu da belirtmek gerekir. Beydaba’nın Kelile ve Dimne’si, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i, Nizamü’l- Mülk’ün Siyasetnamesi gibi edebi, siyasi ve içtimai konuları ihtiva eden eserleri vardır. Siyasi ve edebî bakımdan tarihimizde önemli ve hikemi şiirin üstadı olan Sadrazam Koca Ragıb Paşa gibi hem siyasi hem edebî kimliğe sahip devlet adamlarının eserleri, bu edebiyatın siyasi
74
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
cephesini aydınlatmada önemli roller oynamıştır. Cemiyetlerde siyasal iktidarların politikalarını destekleyecek bir kültür oluşturmak amacıyla çeşitli kurumlar kurmaları da sıkça karşılaşılan bir durumdur. Nitekim bu maksatla, Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyetin iktidarını ve politikasını geliştirmek için sık sık sanatçıları şair ve yazarları etrafına toplaması ve iltifat etmesinin sebebi budur. Divan edebiyatından Cumhuriyete kadar, edebî ürünlerin siyasal erki desteklemek için kullandığını, siyasal iktidarın da kendilerini desteklemeleri için onları yanlarında tutmaya çalıştıklarını, böylece karşılıklı yararlandıklarını biliyoruz. Böyle olunca da çoğu zaman ortaya zayıf ve niteliksiz eserler çıkıyor. Politikadan fayda gören edebiyatçılarımız olmakla beraber hayal kırıklığına uğrayan, yargılanan, yazmayı terk eden, edebî çizgisinde olumsuz değişmeler olan edebiyatçılarımızın sayısı çoktur. Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yahya Kemal, uzun süreli milletvekili olmalarına rağmen, politikanın edebî hayatlarını etkilemesine izin vermeyen, o raddeye gelindiğini fark ettiklerinde de sessizce politikadan sıyrılmasını bilen şahsiyetlerdir. Necip Fazıl Kısakürek de aynı fikir üzerine hareket etmiştir. Ancak onun sesi diğerlerinden gür çıkar. Halide Edip de Cumhuriyet devri kadınının öncüsü olarak edebiyat ve politika içinde farklıdır. Sosyal hayatı, edebiyatından ve politikasından üstün durumdadır. 1950’li yıllardan itibaren edebiyat ve politika ilişkilerinin diğer yıllara göre daha etkili ve hareketli olduğunu görüyoruz. Cumhuriyet döneminde ilimizde yetişmiş şair, sanatçı, siyasetçi, TBMM’nin birinci döneminde Ergani Milletvekili olarak görev yapan Nüzhet Dede’yi hayat, edebiyat ve siyaset alanında ele alarak incelemek yerinde olur. Osmanlı döneminde böyle şair padişahlar, siyasetle sanat ve edebiyatı yan yana sürdürürken Cumhuriyet döneminde de kendi yöremizde yetişen Nüzhet Dede sanatla siyaseti birleştirmiş, şiir alanında oldukça güzel örnekler vermiştir. Nüzhet Dede’nin (Saraçoğlu) ulaşılabilen dedesi, Saraçzade İbrahim Efendi’dir. Saraçlık
yapan bu zatın mesleğine istinaden aile, Saraçoğlu soyadını almıştır. Nüzhet Efendi’nin babası Saraç-zade Hakkı Efendi’nin; Mahbub, Nüzhet, Nazife adında üç çocuğu olmuştur. Nüzhet Efendi, 1862 yılında Çemişgezek’te dünyaya gelmiştir. Öğrenim gördüğü, ancak öğreniminin hangi safhada olduğu bilinmemekle beraber, kendisini yetiştirmiş arif bir insan olduğu kanaati hâkimdir. Hamidiye Medresesi’nde eğitim görmüş olabileceği düşünülebilir. Zira Nüzhet Efendi, Ovacık Kaymakamlığı görevini de yürütmüştür. Kendi döneminde memuriyette boş bir kadroya müracaatında hayat hikâyesi sorulmuş, o da buna şu cevabı manzum olarak vermiştir: Okudum Tuhfe-i Vehbiyle Pendi Tamam ettim Gülistan’ı nidem âh Ki Hafız bitmedi nısf oldu eyvah Bu mısralardan anladığımız kadarıyla, Tuhfe-i Vehbi, Gülistan ve Hafız’ın eserlerini okuduğunu beyan ediyor. Yaratılışındaki şairlik yeteneğini, tarikatının telkin ettiği ilahî aşkla ve derin hisleriyle birleştiren Nüzhet Efendi, büyük hakikati bulma arzusu ile bilmediklerini itiraf etmekten çekinmiyor: Yok senin gibi cihân içre melâmet Nüzhet Ağla kim yok sana, var halka selâmet Nüzhet Nüzhet Dede, son derece nüktedan, hazır cevap bir insandır. Şiirlerinde tanıdık bildik insanlara valilere, mebuslara, belediye başkanlarına küfürlere varacak nitelikte ağır dil ve ifadeler kullanarak hicviyeler yazmıştır. Hatta hiç sevmediği bir kaymakamın Çemişgezek’e tayin edilmesi dolayısıyla; Ey murg-ı kenef yer yüzüne mâye mi geldin Bed-mâye olan zümreye sermâye mi geldin diyecek kadar işi ileriye götürmüştür. Nüzhet Dede, İmam Efendi diye anılan Harput’ta ikamet eden Osman Bedreddin-i Erzurumi’ye intisap etmiştir. Bu bakımdan şu beyitleri dikkate değerdir:
75
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Ölmeden evvel ölüp Vahdetten ol haberdâr Gör bunda Bedri yârin Kalma sakın ferdâya
Elde sermâye olan bunca günahı bari Bedri pazârına gir terk et emânet Nüzhet Çıkar virâne ger mamûre girerse bağ-ı Bedri’den Bu bir bâğ-ı melâhat ki bahârı hiç hazân bilmez 1890-1909 arasında tarikata intisap ederek 20 yıl kadar Harput’ta yaşamıştır. Şeyhi Osman Bedrettin Efendi’nin ( İmam Efendi’nin) ölümü üzerine, üzüntüsünü şu beyitlerle dile getirir: Karalar giy matem et, bu matem-i Bedr-i Münir Ağla Allâh aşkına, hep ağlasın nev’-i beşer Tazelensin macerâ-yı derd-i deşt-i Kerbelâ Kanlı gömlek giysin âlem cuş edip hun-i ciger Görmemiştir cân bedenden çıktığın cins-i beşer İşte ben gördüm gözümle Bedri cânımdır gider İmam Efendi’ye yazdığı manzum mektup yanında İmam Efendi’nin de cevabi manzum mektubundan birkaç kıt’ayı buraya alalım: Nüzhet Dede’nin Arz-ı Hâli Nüzhet yalanı sevmez Elbette Saminiler Himmet kanadı pirle Salarsa başa sâye Bedri tamâm olunca İş bu Muharrem ayı Baki midir bu matem Atideki her aya Osman Bedrettin-i Erzurumi’nin Nüzhet Dede’ye Cevabı Kesret içinde vahdet Et Rabbına bu vuslat Elinde varken fırsat Verme ömrün hevâya
Bektaşi-vari ifadelere yer vermesinden dolayı kendisiyle aynı zamanda mebusluk yapan Besim Atalay da Nüzhet Dede için “ Yine mecliste bulunan bir Bektaşi de Nüzhet Baba (Elazığ- Çemişgezek) idi. Nüzhet Baba, tahsilinin az olmasına rağmen zeki, arif, anlayışlı bir zattı. Çok güzel nefesleri vardı.” şeklinde ifadeler kullanmıştır. İmam Efendi’nin Nüzhet Dede için söylediği rivayet edilen sözler de şöyledir: “ Nüzhet Efendi’yi hor görmeyelim, o her telden çalar, her sazın önünde oynar. Fakat tellerden çıkan sedanın ne olduğunu sezer. Bu da bambaşka bir âlemdir. Yılan da eğri büğrü yürür. Lakin yuvaya girerken düzelerek süzülür. Biz ne kadar zühd ü takva libasına bürünmüş olsak –haşaCenab-ı Allah’ı aldatamayız. O her şeyi bilir, görür. Herkesin kalbini bilir. Nüzhet Dede’yi gören seni de beni de görücüdür. Dede, meyhanede, kahvehanede gezer, fakat nefret sezer, ibretle gezer. Dedenin kalbini kırmayalım.” Nüzhet Dede, Osmanlı padişahlarından Abdülaziz, V.Murat, 2. Abdulhamit, 5. Mehmed Reşad zamanı ile Türkiye Cumhuriyetinde de M. Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’nün devirlerini idrak eden bir şahsiyettir. 1942 yılında Çemişgezek’te vefat etmiştir. Böylesine şair yaratılışlı, mutasavvıf ve siyaset adamının edebî şahsiyetinin oluşumunda yaşadığı devrin, aile yapısının, çevresinin büyük tesiri olduğu bir gerçektir. Nüzhet Dede’nin üzerinde devrin edebî, tasavvufi terbiyesi hemen hissedildiği gibi, Harput kültürünün de derin izleri görülür. Hicivler yanında divan edebiyatımızın vazgeçilmez nazım türü gazeller de vücuda getirilmiştir. Ancak bunların konusunu genellikle tasavvuf oluşturmuştur. Şairimize, Fikret Memişoğlu, bir yazısında Nüzhet Dede, şairin torunu Erhan Saraçoğlu bir yazısında Dede Nüzhet, ben de bir başka makalemde Nüzhet Dede başlığını kullandım. Bu durumda Nüzhet’in “ Dede” lakabının, isminden evvel mi sonra mı kullanılacağı hususunda tereddüt yarattığından, kendisinin şiirlerine müracaat et-
76
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
tim ve şairin mahlasını genellikle “Nüzhet”, çok nadiren de “ Nüzhet Dede” olarak kullandığını gördüm. Birinci devre mebusu Celal Nuri Bey’e yazdığı şiirin bir yerinde, Nüzhet Dede’nin harfını esvatını sorma Dil âleminin haşmet ü daraatını sorma diye kendi ismini ve lakabını açık bir şekilde belirtmektedir. Nüzhet Dede, tasavvufun kaynağına inmiş, tarikata girmiş, onunla hemhal olmuş birisi olarak gerçekten şiirlerinde bu unsurlar ve ıstılahları terennüm etmeye çalışmıştır. Tasavvuftaki ana unsurlardan birinin ıstırap çekmek ve dünyada sıkıntı ile nefsi terbiye etmek olduğu bilinmektedir. Mürşidi İmam Efendi’yi kaybetmenin verdiği sıkıntıyla, Aç başın, yol saçın, oy gözlerin, kır dişlerin Hep traş et kalmasın müjgân u ebrûdan eser Kes dilin, bük kametin yak yık vücûdun şehrin Âh çek, feryâd kıl ta titresin ruh-ı peder diyerek ıstırabını dile getiriyor. Her zerrenin Allah’tan koptuğunu ve kâinata yayıldığını, neticede Allah’a dönerek onunla birleşeceğini ifade eden büyük mutasavvıflarla aynı fikirde olan Nüzhet Dede, “Sarhoş” redifiyle yirmi dört beyitlik gazelinde bu konuya, temasla bir yerde peygamberin ve Mevlâ’nın da sarhoş olduğunu belirtiyor. Ancak maddi manada değil; manevi ve tasavvufi anlamda, ilahî bir aşkla sarhoş olduklarını ifade ediyor. Hep nârı da envârı da esrârı da baygın Musa’sı da Davud’u da İsa’sı da sarhoş Yanıp yıkılıp durma, hararetle şarap iç Mademki peygamber ü Mevlâ’sı da sarhoş Nüzhet Dede, tasavvufun ana prensibi olan tevhid ve vahdet-i vücud ile o kadar doludur ki, “Allah’ı kâinatta var olan hiçbir şeyden ayrı saymayız, çünkü biz Allah’a tapıyoruz, onunla hey şey var olmuş ve ortaya çıkmıştır. Ve biz onunla meydana gelmişiz.” ifadelerini şöyle şiirleştirmiştir.
Her cihetten Hakk’ı tenzih eylemek mümkün değil Hak-perestsiz Hakk ile her yerde peydâ olmuşuz Kendisini rind, yani kalender olarak kabul eden şair, zahidler ile de geçimsiz olduğunu, yani Allah’ı bulmakta akıl yerine gönül ve irfanın daha geçerli olacağını ifade ile şöyle diyor.
rız
Zâhidâ sanma bizi Kâbede zemzem yutarız Kunc-i meyhânede biz nefha-yı Meryem yutaBedel olmaz gam u enduhumuza ayrı dü âlem Her nefeste iki âlem bedeli gam yutarız.
Nüzhet Dede’nin edebî kişiliği iki şekilde ortaya çıkmıştır. Biri tasavvuf cereyanına bağlı tarzda gelişen düşünceleri çerçevesinde yazdığı şiirler, ikincisi de siyasi yapısına bağlı olarak yazdığı şiirlerdir. Tasavvufi konularda yazdığı şiirlerin çoğu tür, şekil ve vezin olarak divan şiiri geleneğine bağlıdır. Tasavvuf onun için ilham kaynağı olmuştur. Vahdet-i vücud, şiirlerinin ana temasıdır. Onu kendine mahsus bir üslupla bazen haddini aştığı ve Bektaşi olduğu kanaatini uyandıracak tarzda işlemiştir. Bu durum onun tarikat içerisinde ulaşmış olduğu derinlikle izah edilebilir. Devletin sosyal kurumlarının ve devlet sisteminin iflasın eşiğine geldiği dönemde yaşayan Nüzhet Dede, bu sıkıntılarını “hicviye” türünü kullanarak şiire dökmüştür. Şiir dilinde büyük ölçüde Arapça ve Farsça hâkimiyeti görülür. Nüzhet Dede, çok yönlü bir insan olarak karşımıza çıkar. O, siyasetçi, şair, filozof bir insan olarak görülür. Birçok kimse onun şiirlerindeki derin tasavvufi manayı anlayamadıkları için, dinsiz ve inançsız bir insan gibi değerlendirirler. Hâlbuki o, Nakşibendî tarikatine mensup, dinî bilgileri oldukça kuvvetli nüktedan bir şahsiyettir. Hicvi şiirlerinde çok iyi kullanmıştır. Tasavvufi şiir içinde hiciv yapmak zor olmakla beraber o, bu zorluğu dahi yenmesini bilmiştir. Nüzhet Dede, Harput havalisi şiir geleneğindeki özellikleri taşımakla beraber, tabiatındaki sertlik neticesinde, taşlama ve hiciv unsuruna sahip oluşuyla aynı havalideki diğer
77
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
şairlerden ayrılmıştır. Şiirlerine gelince, Mustafa Kemal Paşa’ya başlıklı aruz vezniyle yazdığı şiir methiye olmakla birlikte siyasi hüviyeti de vardır. Birkaç beytini alalım. Bu hâk-i pâke karşı ettin fedâ hayâtın İmdâdına yetiştin bu halk-ı bî-mecâlin
beyit örnek alalım. Sözün bil meclis-ârâ ol bu bezm-i pür-letâfete Öğütme ağzına her ne gelirse asiyâb-âsâ Vücudun fışkıdan terkib olunmuş yokladım amma Bu halka gösterirsin kendini şevket-meab-âsâ Dersim Valisi Nuri Bey’e yazdığı manzumede de pardon redifini kullanmış ve hicvetmiştir.
Sen gibi bir bahadır tarihte nâmı nedir Olmak sana berâber mümkün mü İbn-i Zal’ın
Dersimlilerin Vali-i zişânına pardon Ayanına esnâfına erkânına pardon Valilere derbân idi evvelce bu vali Valilik için aldığı fermânına pardon
Nüzhet dilin dolaşmış giysu-yı dil-şikâre Ol ukdeyi çözer mi bu nazm-ı bî-mecâlin Hiciv alanında mahir olan Nüzhet Dede’nin Kaymakam Zeki Bey’e yazdığı şiir, siyaseten küfür derecesine varacak nitelikler taşıyor. Bundan bazı beyitleri örnek verelim. Palu’dan Çemişgezek’e tayin olan Kaymakam Zeki Bey’e
1.Devre Milletvekili Besim Atalay Bey için yazdığı şiir de yine siyasi hüviyet taşımakla beraber sanatla siyaset ilişkisinin güzel bir örneğini teşkil ediyor. Besim Atay Bey miras-hor olma Kendi kazancına kanaat eyle Müteşâir olup herkesi soyma Sen sana kerem kıl hidâyet eyle
Ey murg-ı kenef yeryüzüne mâye mi geldin Bed-mâye olan zümreye sermâye mi geldin Bu fahişeyi hangi umumhâneden aldın Pâk etmek için bu leb-i deryâya mı geldin
Şeş cihetten sensin seyreden seni Sen sana perdesin çâk et bu teni Koltukla kelleyi beyaz kefeni Kendini cihâna melâmet eyle
Deryâları sahilleri hep boklayıp âhir Tebdil-i hava etmeye sahrâya mı geldin Yine bir manzumesinde Cumhuriyet dönemi öncesi oldukça etkin olan siyasi bir gruba hicvi meşhurdur, altı mısraını seçelim. İttihatçılar İçin Şikest olsun kalemler, hep kırılsın böyle parmaklar Niçin teşhir edip yazmaz nedir bunca fırıldaklar Sataşmış canına halkın bu dernekler, bu oymaklar Kenef etrafına sanki dizilmiş taze bardaklar Bu mülkün sahibi kimdir, düşünmez mi ahmaklar Çekil artık yeter ey kahbeler kancıklar alçaklar “Hozatlı Mebus Tevfik Bey için” başlıklı şiiri de yine hicivdir, bundan da bir iki
Ondokuzuncu ve yirminci yüzyılı idrak eden, Osmanlı ile Cumhuriyet dönemlerini yaşayan, her iki rejimin nimetleriyle külfetlerine katlanan Nüzhet Dede, kendi tahsil ve irfanıyla filozofvari fikir ve hayallerini şairlik kabiliyetiyle birleştirerek güzel şiirler vücuda getirmiştir. Bu şiirlerin çoğunda tasavvuf ve hiciv unsuru hâkimdir. Siyasi yönünün olması, şiirlerinin içtimai bir vecheye bürünmesine de yol açmıştır. Bu bakımdan şiirlerinde sosyal hayatın aksaklıkları, iyi olmayan yönleri, bu hayatın içinde yer alan insanlar, vefasızlıklar, döneklikler, riyâkârlıklar, siyasetteki olumsuzluklar hep ele alınarak işlenmiştir. Bu bakımdan Nüzhet Dede, bir taraftan şairlik görevini yerine getirirken, bir taraftan da cemiyete ve insanlara yön vererek doğruları öğretmeye çalışmıştır.■
78
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Bâkî'nin poetik ve politik kaygısı üzerine bir deneme SALİH UÇAK
Osmanlı İmparatorluğu’nda hayatın hükümdar ve saray etrafında şekillendiği gerçeğinden hareketle şeref ve itibarın sığınağı olarak mutlak hâkim otoriteye yakın olmak bir zarurettir. Padişahın lûtfuna mazhar olmak, inayetine sığınmak dönem itibariyle “sultanü’ş-şuara” olmak için gereklidir.
B
âkî, XVI. yüzyıl Osmanlı şiirinin en büyük şairidir. Yaşadığı devirde çok sevilmiş, ünü yüzyıllar boyunca sürmüştür. Türkçe konuşulan bütün çevrelerde tanınmış bir “sultanü’ş-şuara”dır. Bâkî, şiirdeki ustalığının yanında rintliği, neşeli ve coşkun yaradılışı, hoş sohbet ve nükteleri ile gönüllere girmeyi başarmıştır. Bâkî, çok genç yaşta padişahların beğenisini kazanmış, onlardan iltifat görmüş ve himaye edilmiştir. Kanunî’nin musâhibi olmuş ve sarayda rahat bir hayata kavuşmuştur. Gençliğinden başlayarak şiirdeki ustalığını makam ve mevki için de kullanan Bâkî, devlette önemli görevlere gelmeyi bilmiştir. Bâkî, bir gazel şairidir. Geleneğe uygun olarak şiirler kaleme alan şair, pek çok kaside yazmasına rağmen gazel sahasındaki başarısı ile bilinir. Güçlü bir nazım tekniği olan şair, şiirde mükemmeliyet fikrine sıkı sıkıya bağlıdır. Şiirinde kullandığı her kelimenin diğer bir kelimeyle ilintisini, ses ve ritim açısından sözün değeri ile aruz meselesinde oldukça titizdir. Türkçeyi pürüzsüz denebilecek bir ustalıkla kullanır. Bilindiği üzere Divan şiiri, gelenekten ayrılmayı pek hoş karşılamaz. Ancak, şairin genel kurallar çerçeve-
79
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
sinde verdiği eseri değerlendirirken orijinaliteyi dikkate alır. Farklı üslup özelliklerini önemseyerek taklidin bir kıymet-i harbiye taşımadığını her daim ifade eder. Divan şiiri, bir gelenek şiiridir. Fakat her şairin kendi âlemini, kendi iç dünyasını anlattığını unutmamak gerekir. Her metin, onu meydana getiren sanatkârın aynasıdır. Buna göre, kendini ve döneminin zihniyetini ortaya koyan her şair, kurguladığı dünyanın genel özelliklerini eserlerinde dile getirir. İnsan düalist bir yapıya sahiptir. Yani ruh ve bedenden müteşekkildir. Her sanatkâr gibi Bâkî de bu düalist yapıya göre yaşamış ve yazmıştır. Dolayısıyla yapılacak değerlendirmelerde bu yapı dikkate alınmak zorundadır. Şairin içinde yaşadığı reel dünya ile eserinde kurguladığı irreel dünya arasındaki bağlantı, hayal ve hakikat çatışması olarak görmek gerekir. Bâkî’nin de bir insan olarak hayalleri, ihtirasları vardır. Gelmek istediği makam ve mevkiler olmuştur. Bu, onun insanî boyutuyla alakalıdır. Bugün telif ve şöhret peşinde koşan yok mudur? Elbette vardır. Tarihte sadece nafaka için yazan olmamış mıdır? Elbette olmuştur. Sanat kaygısı ile hayat gailesi arasında gidip gelmek hemen her sanatkârın kaderidir. Önemli olan bu ikisi arasındaki muvazenedir. Med-cezir ne kadar tabii ise sanat kaygısı ile hayat gailesi de o kadar tabiidir. Bâkî’nin poetik ve politik kaygı arasında gel-gitlerini şiirlerinden yola çıkarak ortaya
koymanın daha sağlıklı olacağı kanısındayız. Metin odaklı bir bakış açısı bu anlamda daha ciddi ve önemli ipuçları taşımaktadır. Bir şair olarak Bâkî’nin hem poetik hem de politik kaygılar taşıdığını bir gazelinde şöyle dile getirdiğini görürüz: “Dür-i fazl ile murassa kılıcındur Bâkî Anı dûr itme benüm pâdişehüm yanundan” Bâkî’nin on altı kez göreve getirilip on beş kez azledildiği düşünülürse yukarıdaki beytin şair için neler ifade ettiğini daha rahat anlayabiliriz. Bâkî, poetik açıdan kendini överken politik açıdan da himaye istediğini açıkça ortaya koymaktadır. Bâkî’nin özellikle Kanunî döneminde önemli görevler üstlendiğini ve sarayda rahat bir hayat yaşadığını söylemiştik. Padişahın himayesi mutlak olmadığından zaman zaman çeşitli gammazlamalarla saraydan uzaklaştırıldığı da bilinen bir gerçektir. Bunu feleğin türlü halleriyle açıklar: “Olur mıydum gehî giryân gehî sûzân gehî nâlân Felek âyînesi göstermeyeydi dürlü sûretler” Osmanlı İmparatorluğunda hayatın hükümdar ve saray etrafında şekillendiği gerçeğinden hareketle şeref ve itibarın sığınağı olarak mutlak hâkim otoriteye yakın olmak bir zarurettir. Padişahın lûtfuna mazhar olmak, inayetine sığınmak dönem itibariyle “sultanü’ş-şuara” olmak için gereklidir. En büyük iltifat padişahın musahibi olmak oldu-
80
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
ğuna göre bütün marifetini, şiir vadisindeki ustalığını ortaya koymak gerekir. “Marifetin iltifata tabi olması” bu bağlamda önemlidir. Yalnız şunu unutmamak gerekir; hemen her şair padişahın muhasibi değil, musahibi olmak ister. Yani poetik kaygı, politik kaygıdan daha önce gelir. Şairin sultana olan yakınlığını sanatlı ve sembolik bir dille şöyle ifade eder Bâkî: “Gûbâr-ı der-geh-i şâha sürer yirde yüz Bâkî Süleymana mukârin olmağ ister seyr idün mûrı” Hz. Süleyman’a yakın olmak isteyen karınca ile Kanunî Sultan Süleyman’a yakın olmak isteyen Bâkî arasındaki bağın sembolik ifadesi şairin sanatsal kaygı taşıdığını ortaya koyması bakımından dikkate değer. Alelade söyleyiş, basit ve amaca yönelik söylemler kesinlikle hoş karşılanmıyor. Sanat yoksa musahiplik de yok. Bâkî’nin gazellerinde makam ve mevkinin geçiciliğine atıfta bulunarak dönemin diğer sanatçılarıyla girdiği mücadelelerin gereksiz olduğunu ifade ettiğine de şahit oluruz: “Reşk itme ömr-i devlet-i dünyaya Bâkîyâ Kim hâb-ı gaflet içre hemân bir hayâldür” Şairin bu çıkışı, tavrı farklı yorumlanabilir belki. Ancak sürekli aziller yaşayan bir insanın böyle bir sitemde bulunması veya gerçeği görmesi beklenen bir durumdur. Başka bir beyitte bu durumu destekleyen bir itirafta bulunur: “Ey dil gerekse vâsıta-i devlet-i ebed Olmaz nigârun işiği taşı gibi sened” Sevgilinin eşiğinin taşı gibi senet mi var? Fani dünyanın ihtirasları bir tarafa bırakıldığında şiirin özüne ilişkin söylemlerin daha net bir biçimde ortaya çıktığını görmek mümkün. Bâkî’nin özellikle Kanunî’nin ölümünden sonra gözden düşmesi, görevden azledilmesi gururunu incitir.
Bu durumu bir hazan gazelinde dile getirir: “Nâm ü nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan Düşdi çemende berg-i dıraht itibardan” Osmanlı şiirinin patrimonyal özelliği, şairin gözden düşmesi ile ruh hali arasındaki bağı betimleme noktasında ilgi çekici bir biçimde şiire yansıyor. Şairin itibar kaybı ile içinde bulunduğu acziyet, sonbaharda ağaçtan düşen yaprak arasındaki acziyetin ifadesi dikkat çekicidir. Şairin çaresizliği ile patrimonyal himaye paradoksu, Divan şiirin nirengi noktalarını belirlemektedir. Zamandan ve felekten şikâyet, Divan şiirinin temel temalarındandır. Çok istediği şeyhülislamlık makamına getirilmeden azledilen Bâkî, teselliyi şiirde buluyor: “Ne gam azl-i ebed nefy-i beled oldunsa ey Bâkî Cihanun mansıb u câh-ı degüldür kimseye bâkî” Sultan Süleyman’a kalmayan şu dünya malı elbette kimseye kalmayacaktır. Öyleyse ceht u cidale ne gerek var! Bâkî, politik kaygılarını poetik bir yaklaşımla ortaya koyarak şiirdeki hakikati kurmaca dünyanın sembolik imkânlarına teslim eder. Politik kaygı ve kayıplar, onu şiirin derin ve girift mahzenlerine çeker. Politik kayıp, poetik kazançla telafi edilir. Sanatkâr her an, sanat ve hayat arasındaki ince çizgide imtihan halindedir. Kalem, sanat ve iktidar gölgesinde kalan tek varlıktır. Her edebî dönemin kendine özgü koşulları, sanat anlayışları vardır. Edebi eseri veya sanatkârı değerlendirirken bu koşulları nazara almak gerekir. Osmanlı şiirine bugünün perspektifi ile bakmak yanlış ve yanlı olacaktır. Bâkî’nin şiirlerindeki estetik kaygı ile şahsi ve politik kaygı üzerinde yapılacak her değerlendirme bu alana farklı bakış açısı getireceği muhakkaktır. Sanatçı, doğası gereği, poetik ve politik kaygı taşır. Bu kaygıların dönemsel olarak öncellikleri farklı olabildiği gibi; kaygılar sanatçıdan sanatçıya da değişebilir. ■
81
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
KİRPİ Gel kirpi gel kirpi Bütün saçaklarını denize sal kirpi Benim bütün ayaklarım denize akıyor Sen de çırpı bacaklarını denize sal kirpi Al kirpi al kirpi Topraktan ruhunu al kirpi El uzat bana maviden kadifeden İşte dikenlerin, geri al kirpi Para etmiyorsa toprak ve kadın Ucuzladıysa bütün aldıkların Can verdiğin yerde bir karşılık yoksa Öldüğünle kalıyorsan öl kirpi… Güneşin buz tutmuş, kar yakıyor içini Sorma işin aslını, nedeni, niçini Keloğlan saç ektirmiş Bir sen kaldın kel kirpi…
UMUT BULUT
82
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Nizami Gencevi’nin eserlerinde ideal devlet ve devlet başkanı SÜLEYMAN DOĞAN*
N
izami Gencevi 1141 yılındaAzerbaycan’ın kadim şehirlerinden Gence’de doğmuş, ortaya koyduğu şiirlerle bu şehirde yaşamış ve yine bu şehirde 1209’da vefat etmiştir. Şair ve mütefekkir Nizami’nin asıl adı İlyas’tır. Onun ilme, sanata olan güçlü ilgisi neticesinde muhtelif ilim sahalarında (felsefe, astronomi, tıp, geometri...) dünya medeniyeti esasen Yunan, Arap, Fars aynı zamanda Kafkas halklarının tarihi ile de uğraşmıştır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, şair ve filozof Nizami Fars kökenli değildir. Nizami’nin şiirlerini Farsça yazdığı için “İranlı bir şair” olarak kabul edilmesi çok yanlıştır. Azerbaycanlı yazar ve devlet adamı (Azerbaycan’ın ilk cumhurbaşkanı) Mehmet Emin Resulzade’nin yazdığı Nizami Gencevi ile ilgili kitapta ve benzeri kaynaklarda, Nizami’nin kesinlikle Türk ve Azerbaycanlı şair olduğunu şüphe götürmez bir gerçektir. Türkiye’de bazı Türk Edebiyat Tarihi yazarları Nizami’yi “İranlı” gibi göstermeleri büyük bir hatadır; mesnetten yoksundur. İranlı Firdevsi’ye karşılık Nizami, kaynağı İslamiyet olan insan ve adalet sevgisine açık,
Nizami’ye göre, bir padişahın yanılmak ve sözün manevi manasıyla, sarsılmak hakkı yoktur. Bunun için de yanında akıl, tedbir, rey ve vicdan sahibi bir vezire muhtaçtır. Herkesin ayağı kayabilir, fakat padişahınki kaymamalıdır: yoksa devletin başı döner.
* Yrd. Doç. Dr., Yıldız Tek. Ü. İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü ve Fatih Ü. Eğitim Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi.
83
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
müsamahakâr bir dünya görüşünü edebiyata getirdi. Nizami; insanın cemiyete yönelmesi ve böylece cemiyetin yanlış yönlerini tenkit ederek, idealize ettiği bir dünyayı ve tipleri canlandırabildi. İnsana psikolojik bir varlık, içtimai bir varlık olarak bakabildi ve insanı böyle değerlendirdi. Nizami Gencevi’den Beşlik “Tasarladım ben evvelce MAHZEN’i Tutmadı gevşeklik bu işte beni. Bu suretle yağlı, tatlı topladım, HÜSREV-ŞİRİN destanına başladım. Bundan sonra, bir başka perde açtım, LEYLA-MECNUN sevdasına ulaştım. Bu kıssayı bitirmiş oldum; hemen YEDİ GÜZEL sarayına çektim yügen Şimdi şiirin ben girdim meydanına, Davul vurdum İSKENDER’İN NAMINA.” Adalet üzerine kurulmuş devleti idealize eden Nizami, bu idealini Türk devleti tipinde buluyor. Nitekim didaktik eseri olan “Mahzen-ül Esrar” da, zulme uğramış ihtiyar bir kadının ağzıyla, Büyük Selçuklullar da Sultan Sencer’e hitapla: “Mademki adaletsizliğe tahammül ediyorsun, demek ki Türk değilsin.” der. “İskendername” Azerbaycan Atabeklerinden Nusreddin Ebu-Bekir Muhammed adına yazılmıştır. Nizami, İskendername’de sanatını kullanmış, Mesela İskender’i, bir Müslüman gibi, “Kabetullah”ı ziyarete götürmüştür. Fütuhatçı ve ıslahatçı bir kahraman ait tarihî destan olmasına rağmen, “İskendername”de Nizami’nin lirik cephesi epik cephesine hâkimdir. İskender’in herhangi askerî ve siyasi zaferi bile mutlaka gönle ait bir aşkın zaferi bir düğünle tamamlamıştır. İskender bir hükümdar, bir imparator, bir hâkim olduğu kadar da bir âşıktır. “Bulmak isterdi İskender dirilik çeşmesini Ta ki defeyliye korkunç ölümün gelmesini. Bu niyetle o bütün âlemi gezdi, taradı, Yaptı Zulmat’e sefer gerçi, fakat boş aradı. Ölmemezlik suyunu bulmadı geçti, gitti... Gönlünün arzusunu şimdi o ancak itti!”
Devlet
Devlet kurmak, sosyal hayatın bir icabı ve insanlar için tabii bir zarurettir. Millet vicdanının hâkim olmadığı devletlerle istilacı güçlerin pek farkı yoktur. Belki bunun için Montesquieu “Az gelişmiş ülkeler, ordularının işgali altındadır.” demiştir. Çünkü geri kalmış milletlerin devletleri, kuvvetli devletlerin koltuğuna sığınmak mecburiyetini hissederler; bunun hazmedemeyen kendi milletlerini de orduları pençelerine alırlar. Devleti oluşturan önemli unsurlardan biri de kuvvettir. Kutadgu Bilig’de “Yaban eşeğini alt etmek için aslan olmak gerek.” gibi deyişlerle devletin gücüne işaret etmiştir. Bu güç zarara uğrarsa, kargaşa, anarşi kaçınılmaz hâle gelir. Devletin mihrakını oluşturan güç kanun hâkimiyetiyle meşruiyet kazanır. “Devletler küfürle değil, zulümle yıkılır.” Adaletten yoksun olan şefkatin en büyük zulüm olacağını unutmamak lazımdır. Çünkü o zaman birine müşfik davranırken, diğer mazlumun hakkı katledilir. Filozof Kant: “Devlet, hukuk kuralları altında yaşayan insanların vücuda getirdiği birliktir.” Gazali’ye göre; siyasi düzen, içtimai düzenden hemen sonra gelir. İnsanın tek başına dinden ve cemaatten uzak olarak maddi ve manevi saadetini temin etmesi mümkün değildir. İbni Haldun’da devletlerin ömrü, en uzun insan ömrü olan 120 yılla kayıtlanırken, Gazali’de ise, ahlaki ve insani faziletlerin devamına bağlı kılınmıştır. Âlimlerin bozulması hükümdarın bozulmasını, hükümdarın bozulması ise halkın bozulmasını yol acar. Dünyayı ayakta tutan dört unsun biri olan siyaset olduğuna dikkat çeken Gazali, siyasetin, din ve ahlakın zorunlu bir uzantısı olarak ortaya çıktığını: hayatın müşahhas şartlarına adapte edilen bir davranış sanatı olduğunu beyan etmektedir. Şair ve filozof Nizami Gencevi devletin önemine binaen konu üzerinde kafa yormuştur. Nizami, adil hükümdarla adil bir şekilde muamele ettiğinde devletin sürekli olacağına işaret etmiştir.
Hükümdara yol gösteren mütefekkir
Nizami, hitap ettiği hükümdarlara rehberlik
84
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
yapan bir mütefekkirdir. Mesela İskenderin yanında Aristo (Aristotalis) gibi filozof bir vezir olduğunu kaydederek, dünyada muvaffak olmuş padişahları, genel olarak, gözden geçirmiş, bütün bunların yanında birer akıllı vezir bulunduğunu işaret etmiştir. Selçuklu Melik-Şah, Gazneli Mahmut, Sasani Enuşirvan gibi... Nizami’ye göre, bir padişahın yanılmak ve sözün manevi manasıyla, sarsılmak hakkı yoktur. Bunun için de yanında akıl, tedbir, rey ve vicdan sahibi bir vezire muhtaçtır. Herkesin ayağı kayabilir, fakat padişahınki kaymamalıdır: yoksa devletin başı döner. Sasani Padişahı Hörmüz, gözünün bebeği biricik oğlu Husrev’i, nispeten önemsiz bir suç için, adalet yerini bulsun ve başkalarına ibret olsun diye şiddetle cezalandırmıştır. Bu olayı hatırlatan, Nizami, ansızın denecek bir şekilde, sözünü, tarihteki Mecusilik durumundan, zamanındaki Müslümanlık gerçeğine çevirir; devrindeki adaletsizliğe, “bin masumun canı yakılırken, bir hırsızın burnu kanamadığına” yanar, eski devirdeki “Gebirliğe” gıpta etmiştir. “Onlar gebir idi; biz Müslümanız. Gebirlik (Gavurluk, Küffar) o ise Müslümanlık hangisidir?!..” diye kinayetin yaman vuran taşını çağının adaletten sapmış suratına fırlatmıştır.
“Devlette zulüm haramdır”
Adalet, Nizami Gencevi’nin, Tanrı’sına taptığı ve kutsadığı bir idealdir. Bu idealinin gerçekleşmesini ister. Bir gün gerçekleşeçeğine de inanır. İnandığı bu idealin O, “geçmişteki örneğini” şiirleştirmiştir. “İskender’in idaresi” bu şiirleştirilmiş geçmişten bir örnektir. Adalet idealini Nizami, “Türk devleti” şeklinde tasavvur eder ve “adil olmayan, Türk de olamaz!” demiştir. “Dininde devletin zulüm haramdır, Zalimlere devlet candan düşmandır. Samanlığa eşek düştüyse nagah, Dimen yazık eşek, samana eyvah!” Nizami için şuurlu insan cemiyetinde, asıl olan, içtimai ahenk ile adalettir. Devlet, temsil ettiği cemiyeti birbirini yiyen düşman zümrelerin yırtıcılığına terk etmemek görevindedir. Onun en büyük işi-varlığının hikmeti- asayişi temin et-
mek ve adaleti yaymaktır. Nizami’ye göre, devlet anlamı ile zulüm anlamı bir arada gelemez. Devlet başına geçmiş zalim hükümdarı, Şair, “samanlığa girmiş eşeğe” benzetiyor ve “eşeğe değil, samanlığa yazık” diyor. İdeal devlette, tedbirli hükümdar bütün işleri, o işten anlayan bilginlere verir; İskender böyle yapmıştır: Bilgin yardımcılarının yardımıyla, devlet, yaşlıların tecrübeleriyle, gençlerin güçlerini birleştirerek yürür. Kafatasındaki beyin gövdenin bütün uzuvlarını idare etmekte ne gibi bir durumda ise, devlet reisi de onun gibidir. “el, ayağın çalışmasından memnun değilse, sorumlusu baştır”. Fert devlete karşı muayyen vazifelerle mükelleftir. Fakat fert, bir devlette sırf vazife taşımakla mükellef değil, birtakım haklara da maliktir. Padişahlara hitap eden şair “Hiçbir ferde cebbarlık ve gururla bakma, o da kendisince muhteşemdir!” “Padişahın asıl düşmanı zulüm işleyen, adaletsiz memurlardır; halk zulüm yaptırandan döner”. Bir memleketin bayındırlığı, Nizami’ye göre, hükümdarının iyi niyetiyle sıkı surette bağlıdır: “Padişahın niyeti iyi olursa, çillerde gül-dilen yerine mücevher biter. Niyeti kötü olan ağacın budağı kurur, iyi niyetli padişah etrafına bolluk saçar. Memleketteki genişlikler ile bolluklar padişahın iyiliğinden bahsederler!” Devletin adalet yaymak vazifesinde bir müessese olduğu fikrini telkin etmek için, sanatkâr, “Heft-Peyker” gibi ince düşünülmüş koca bir manzume yazmıştır. “Bir padişah veya bir devlet reisi sürüden sorumlu bir çoban değil, bundan daha fazla, sürünün selametinden sorumlu bir köpektir. Bu vazifesini unutarak, keyfe dalan ve idareyi zalimlere bırakan hükümdarlarla hikâyedeki, ‘kancık kurtla çiftleşen köpek’ arasında hiçbir fark yoktur. Devlet, adil olmalıdır. Nizami bu fikirlerini sadece teoride değil, pratikte uygulanması için yaşadığı dönemdeki padişahlara öğütlerde bulunmuş ve yol göstermiştir. Asrının padişahına, “Dünya hiçbir padişaha kalmamış, sana da kalmayacak. Cihanda baki kalabilmek için, cihana faydalı ol.” tavsiyesinde bulunuyor. Padişahı, “ayık” olmaya davet eden Nizami, “Mazeret getiren düşmana inanma, kapından kov.” demiştir.
85
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Nizami’ye göre iktidar ile temkin birbirini tamamlayan şeylerdir. Devlet idaresinde, Nizami, müşavereye taraftardır:“Padişah’a rey ve fikir sahibi olduğun malumsa da, başkalarına rey erini dahi ihmal etme. Kimseye, sınamadan, yüz ver, kalbinde yeri olmayanlara güvenme. Adalet arayanların cevaplarını ancak doğru sözlü adamlar vasıtasıyla gönder, sözünü tut ki, herkes sana güvensin. Düşmanı küçük görmemek; düşmanlara karşı amansız, dostlara karşı da vefalı olmak, devlet adamlarının, bilhassa, dikkat edecekleri bir fazilettir. Vuracağını kökünden vur, tutacağını da düşürme!” demiştir.
İdeal devlet adamı
Milletlerin hayatında devlet adamlarının önemi çok büyüktür. Bazen yüzyılda bir veya iki devlet adamı yetiştirmek, devamlı milyonluk ordular beslemekten daha faydalıdır. Acemler, “Türkiye milyonluk ordu beslesin, biz yüz yılda iki devlet adamı yetiştirelim.” derler. Bu söz Acem palavrası değildir. İran’ın sosyal yapısı Babil Kulesi’ni andırmaktadır. Hatta kendi nüfusları, ülke nüfusuna oranla üçte bir bile değildir. Devlet adamlığının bir vasfı da, “Benden sonra tufan olsun” dememek, kabiliyetli ve dürüst insanlara fırsat vermek, onları yetiştirmektir. Nizami telakkisine uyan devlet idaresini gerçekleştiren ideal hükümdar İskender’dir. İskender’in şahsında, Nizami, bilgiye, hikmete, sanata ve fikre bağlı aydın bir hükümdar görmektedir. Filozoflar, âlimler ve edipler tarafından çevrilmiş bulunan bu hükümdarın kendisi dahi karakter, cesaret ve kahramanlığıyla beraber, bilginliği, hâkimliği ve tedbirciliğiyle tanınır. Devlet işlerine ait en temel meselelerde imparator bu meclisle müşavereler yapmaktadır. İskender, iyi bir teşkilatçıdır. Yeni nizam üzerine, mükemmel bir ordu kurmuş ve bu orduyu özel bir usul ile talim ve yeni silahlarla teçhiz etmiştir. Orduyu bizzat kendisi idare etmiştir. O, başarılı bir kumandandır. Nizami’ye göre, İskender harp için harp prensibini kökünden reddeder. Ona göre, İskender saldırma amacıyla hiçbir harp yapmamıştır. Nizami, İskender diplomasisinin başarılı temellerini anlatmaktadır. Bu diplomasinin ana
hattı, gittiği memleketlerde kendine bağladığı milletlerin kalplerini kazanmaktır. Çünkü “milletlerin, daima kuvvete boyun eğmeyeceklerini” bilir. Milletlerin memleketlerini üstün kuvvetle tutmak mümkündür; fakat kalpleri kazanılmamış milletlerin sadakatları zorla kazanılamaz. Nizami şu tespiti yapar: “Bütün milletlerin dilini tercümansız anlayacaksın, milletler de senin Rumcanı, aynı şekilde, vasıtasız anlayacaklardır!” Bu ideali gerçekleştiren İskender, dünyayı yeni baştan dolaşmış, gezdiği memleketleri bu yolla kolay ele geçirmiştir. Nizami, büyük bir tablo yaratmıştır: İskender tablosu!... Bu, Nizami’nin kudretli eliyle işlenmiş muhteşem bir eserdir. Bu eserde o, sanatkârlığının asıl gayesi olan adalet ve sosyal fikirlerine bir yekûn vurmuştur. Bu tasavvura göre, milletler cebir ve tahakkümle değil, manevi bir otorite ile yanaşmak ve kalplerinin biricik tercümanı olan dillerini, vasıtasız olarak, anlamak gerekir! Türk boylarının edebiyatlarında Nizami’nin günümüze kadar sürüp gelen derin ve sürekli tesiri olmuştur. Hamse, sırasıyla şu mesnevilerden oluşur: Mahzü’l-Esrar, Husrev u Şirin, Leyli u Mecnun, Heft Peyker, İskendername. Mahzenül-Esrar, Şark edebiyatında görülen didaktik-felfesi şiirin en güzel örneklerindendir. Eserde, adalet, doğruluk, mertlik, yiğitlik, alçakgönüllülük vs. gibi İslam ahlakının da yücelttiği beşerî değerler işlenmiştir. Yirmi makaleden oluşan eserde tarihten örnekler, manzum hikâyeler de bulunur. Makaleler ana fikir bakımından birbirleriyle alakalıdır. İskendername, iki ayrı kitaptan oluşur: Şerefname, İkbalname. Birincisinde tarihî şahsiyet olan Makedonyalı İskender’in askerî seferlerinde, tahsil ve terbiyesinden bahsedilir. İkbalnamede “Zülkarneyn”le Makedonyalı İskender’in şahsiyeti birleştirilir; Büyük İskender ortaya çıkar. Nizami bu tarihî hâdiseyi vesile bilerek idealindeki devlet düzenini, adil padişahı, ahlak anlayışını anlatır. Şairin en olgun eseri olarak kabul edilmiştir. Eserin ikinci kısmı âdeta bir “siyasetname”dir. İskender, dünyada zulmü kaldırmak, insanlığa saadete ulaştırmak gibi yüce arzularla yaşamaktadır. Kahramanlıkla manevi kudreti, kılıçla ilmi birleştirmiştir. Nizami bu
86
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
kahramanını idealindeki padişah (hükümdar) olarak tahayyül eder. İkbalname’de İskender Kuzey seferinde eşit haklara sahip adil bir düzende yaşayan rahat ve mutlu insanlarla karşılaşır. Bu, dünya edebiyatında örneğini gördüğümüz ütopik bir devlet düzenidir. Burada yalan, hile bilinmez, düşmanlık yoktur, insanlar paraya ve şöhrete düşkün değildir, uzun ömürlüdürler ve ölülere yas tutulmaz... Bu Nizami’nin idealize ettiği dünyadır.
Mahzen-ül esrar
Nizami’nin 20 yaşında yazdığı “Penç Genc”in il “hazinesi” teşkil eden “Mahzen-ül Esrar” kendisinden sonra gelen dört “hazine” eserden, şekil itibariyle, bambaşkadır. Bu eser telkinci bir eserdir. O, ilahi hikmetlerin sırrına ermiş ve bunları bir “hazine” hâlinde “erenlere” emanet etmiştir. Bu bakımdan Mahnen’i, Celaleddin-i Rumi’nin “Mesnevi”ne benzetirler. “Mahzen-ül Esrar” tamamı 20’yi bulan makalelerden ibarettir. Birinci makale, “İnsan-i kâmil ve tarik-i dünyalık” hakkındadır. Allah’a sığınırsak, şaire göre, daima rahmette ve ihsanda oluruz. İkinci makale, “Adalet ve insaf” hakkındadır. “Adalet aklı memnun eden bir rehberdir. Memleket işleri yalnız adalet sayesinde görülür. Yurt ancak onunla mamur olur.” Dördüncü makale, “Padişahın tebaya karşı vazifesi” hakkındadır. Dünyanın esası adaletsizlik üzerine kurulmuşsa da, dünyayı idare etmenin şartı adalettir. Kim bu “evde” bir gece adalet işleyebildi ise, kendi yarınının evini yaptı, demektir. On dördüncü makalede, “Adaletseverlik ve doğru sözlülük” hakkından söz ediliyor. Burada Nizami bir insanı adalet severliği teşvik ediyor. Yurttaşlığın vazifesi zulme ve haksızlığa karşı gelmek ve doğruyu cesaretle söylemektir. Kişinin asıl silahı doğruluktur. “Eğrilikten hüsran, doğruluktan ise selamet ve ihsan” gelir. Padişah tebaaya karşı vazifesine ait makaleye şu hikâye eklenmiştir: Büyük Selçuklulardan Sultan Sencer’in önüne zulüm uğramış ihtiyar bir kadın çıkarır, demiştir ki:
“Türklerin çün yükseldi devletleri, Adaletten süslendi hep illeri; Mademki sen zulme amil olursun Bir Türk değil, çapulcu bir Hindusun.”
Leyla ile Mecnun
“Leyla ve Mecnun” manzumesinin mukaddimesinde, mesela, Şirvanşah Ahsitan’a hitapla “kendisinden, birkaç öğüt dinlemesini” rica mukaddimesiyle, “Kudretli ol, fakat temkinini elden bırakma! Mey iç, fakat sarhoş olma…” İkiyüzlüleri yanına sokma! Halkın itimadını kazanmak için, sözünü tut! Kalbinde yeri olmayanlara inanma! Düşmanını küçük görme! Vuracağını kökünden vur, tutacağını düşürme!” gibi öğütlerde bulunuyor. Nizami, padişahı denize benzetirken, ona varan kendisini nehre eş tutmaktadır. Padişahın bağı “cennet” ise, o da bir “cennet kuşu” dur. Öteki cihanın ise, beriki de sözün sultanıdır. O savaş meydanının pehlivanı ise, bu da mana ve sözün kahramanıdır. Nizami’den örnek bir adalet hikâyesi: Bir padişahın yırtıcı köpekleri varmış. Cezalandırmak istediği kabahatlileri bunlara attırır, parçalattırırmış. Genç ve akıllı nedim, günün birinde, bu padişahın kendisini dahi köpeklere attırması ihtimalini düşünerek, tedbirli davranmış; köpeklere bakan memurla dostluk yapmış ve onun müsaadesiyle, her gün köpeklere yal vermeği âdet edinmiş. Günün birinde, aksi bir saatte, hiçbir sebeple, padişahın kızgınlığını tutmuş; nedime hiddetlenmiş ve hemen köpeklere atılmasını emretmiştir. Kızgınlığı geçince, yaptığına pişman olan padişah, köpeklerin memurunu çağırtarak zavallı nedimin hâlini sormuştur. Memur, padişahı köpeklerin bulunduğu yere getirmiş; ne görse beğenirsiniz: Nedim yırtıcı köpeklerin arasında tam bir emniyet içinde, sapsağlam oturmuş, hayvanlarla şakalaşıyor. Padişah, hemen Nedim’i huzuruna çağırmış. - Bu ne mucize!? -Padihaşım, neden mucize olsun!? Bunda hayret edilecek bir cihet yoktur. Hayvanlar insanlardan daha hassas ve daha hakşinastırlar.
87
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Senelerdir sana sadakatle kulluk ettim. Hiçten bir şey için, her şeyi unuttun ve hemen katlime ferman verdin. Hâlbuki bu vahşi köpekler arada sırada kendilerine etmiş olduğum iyiliği unutmadılar, gördüğün gibi, canıma kıymadılar.
Sonuç
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, hükümdar adaletli olursa ülkede huzur ve güven olur. Ayırım ve kayırma olursa ülkede huzur ve sükûn bozulur. Kargaşa ülkeye hâkim olur. O zaman halk kimin yanında yer alacağını şaşırır. Bu nedenle ülke yönetiminde adalet esastır. Padişahın, hükümdarın ve devlet başkasının yanında bulunan şair ve yazarlar yer yer bu konuya gereken önemi vermişler ve hükümdarların adaletli olması için elden ne geliyorsa yapmışlardır. Bunan yanında sırf devlet başkanına yaranmak için söz söyleyen filozof, yazar ve şairler de var olmuştur. Bu çalışmada bu ölçünün bazı özelliklerini edebî kaynaklara dayanarak vermeye çalıştım. Başarılı hükümdar, devlet adamı ülkesinin sulhu ve selameti için var güçleriyle çalışmışlardır. Halkının mutluluğu, refahı için sayısız fedakârlıkta bulunmaktan çekinmemişlerdir. Bu nedenle böyle hükümdarlar kendi milletlerinin örnek şahsiyetleri olduğu gibi başka toplumlar içinde örnek birer numune olmuşlardır. Geçmişini, kültür ve edebiyatını okuyarak, gelecekle ilgili tedbirler almak hükümdarların vazifesidir. Günümüzde milletimize yön veren hükümdarları, başçıları orta mektepte çocuklarımıza anlatmamız önemli görevlerimizden biridir. İstikbale hazırlanan gençlere kültür, edebiyat ve geçmişimizi tanıtmak üzerimize düşen vecibedir. Milletler kendi öz değerlerini iyi anlayıp öğrenirlerse istikbal için geçmişteki hatalara düşmezler. Nizami Gencevi eserlerinde devlet, adalet ve adil devlet başkanı portesini açıkça ortaya koymuştur. Eğitim ve öğretimde adalet, devlet ve devlet başkanı gibi önemli kavramları doğru ve düzgün bir şekilde öğrencileri öğretilirse, gelecek nesil oluşturacağı dünyaya düzgün bir yerden bakmış olur. Bunun için Türkiye’de ortaöğre-
timde Nizami Gencevi’nin kitapları müfredatta yer almalı ve okutulmalıdır. Nizami Gencevi’nin eserlerini tahlil ederek; adalet, devlet ve devlet başkanı modelini örneklerle vurgulamaya çalıştım. Eğitim eksenli Nizami öğretisi günümüz içinde geçerliliğini ve tazeliğini koruduğunu eserlerini analiz ettikçe daha net görülmektedir.■
KAYNAKÇA: Mahzen-i Esrar, Nizami, çev. M.N.Gençosman, MEB yay., İst., 1993. Hüsrv ve Şirin, Nizami, MEB yay., çev. S.Sevsevil, İst., 1994. Leyla ile Mecnun, Nizami, çev. Ali Nihat Tarlan, MEB yay., İst., 1989. Azerbaycan Şairi Nizami, M.Emin Resulzade, Bükreş, 11 Ekim 1941, MEB Basımevi, Ankara, 1951. Dr. Akpınar, Yavuz, Azeri Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh yay., İst., Haziran, 1994, s. 467. W.Barthold, “İslam Medeniyetler Tarihi”, İstanbul, 1940, s.71. Resulzade, Mehmet Emin, Azerbaycan Şairi Nizami, Türk Dünyası Arş.Vak. yay., MEB yay., Ankara, 1951. Gencevi, Nizami, Şark İslam Klasikleri, Hüsrev ve Şirin, MEB ç. S.Sevselil, İst.1994. Azerbaycan Sovet Ensicplopediyası, c:VII, Bakü, 1983. Azerbaycan SSR Elmler Akedemisyası Elyazmaları Fondu. A.Sur; Türk Edebiyatı Tarihi, FR–976 (3576), FR–67 (3579), FR-544 (3577) Cenubi Azerbaycan Edebiyyatı Antologiyası,c. II,Elm Neşri., s.161, Bakü,1983. Banarlı, Nihat Sami: Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB yay., İst., 1983. Kabaklı, Ahmet: Türk Edebiyatı Tarihi, Ak Yayınevi, İst., 1965. Karaalioğlu, S.Kemal:Türk EdebiyatıTarihi I-IIIII-IV.İnkılap Kitabevi, İst.,1981-86. Köprülü, M.Fuat: Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken yay., İst., 1985 Kocatürk, Vasfi Mahir: Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyat yay., Ankara, 1973. Levend, Âgah Sırrı:Tarih Boyunca Türk Dili, Türk Dil Kurumu yay., Ankara, 1965. Kurdakul, Şükran: Çağdaş Türk Edebiyatı Tarihi, Broy yay., İst., 1985. Özkırımlı, Atilla: Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, Cem yay., İst., 1983. Doğan, S. (2008) Nizami Gencevi’nin Eserlerinde Eğitim Eksenli Adalet, Devlet ve Hükümdar Öğretisi, Turkish, Turkish Studies, S. 3, No. 7, s. 306–319.
88
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
ŞÜKRÜ KACAR
E
debiyat ile politika, çok zaman iç içe girmiş, kardeşmiş gibi gözükürler. Eğitim politikası dediğimiz vakit, kuşkusuz edebiyat da aklımıza gelir. Her kesimin, bu iki kavramı iyice anlaması ve içine sindirmesi istenir. Türk eğitim politikası, bugüne kadar birçok evreden geçmiş; bir dönem Alman, bir dönem Fransız, bir dönem İngiliz, bir dönem de Amerikan eğitiminin etkisi altında kalmıştır. “Viyana Okulu” dediğimiz okuldan mezun olmuş, bizleri yetiştirmeye çalışmış birçok eğitimcimiz vardı. Biz, Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümünde okurken, derslerimize gelen Fikret Kanadlar, Fuat ve Feriha Baymurlar ile daha birçok öğretmen bu ekolden gelmişlerdi. Özellikle Müzik Bölümü, birçok yabancı öğretmenle doluydu. Atatürk döneminde 1925’lerde Amerika’dan getirilmiş öğretmenler vardı. Şu günlerde de yurt dışından kafileler hâlinde kırk bin öğretmenin getirileceğinden söz ediliyor. İthal öğretmenin ve ithal eğitimin, Türkiye’ye, şu güzel ülkemize ne getirip ne götüreceğini şimdiden tahmin edebiliriz. Dış kaynaklı eğitimin, ülke eğitimine ne denli zarar verdiğini geçmişte de görüp yaşamıştık. I965’lerde İsmet Paşa Hükümeti döneminde Amerika’dan ülkemize gönderilen ve “Barış Gönüllüsü” adı verilen öğret-
menlerin bize verdikleri zararı da yakından biliyoruz. ‘Edebiyat ve Politika’ diye girdik konumuza. Edebiyat, bize göre sosyal bilimlerin başında gelen, öncelikli bir bilim dalıdır. Bir ülkenin edebiyatı ne denli ileride olursa önce dili sonra da bütünlüğü o derece güçlü olur. Ancak, edebiyatçıların, bilim adamlarının politikada iyi sınav vermediklerini de yakından gördük, yaşadık. Örneğin, önce Millî Eğitim Bakanlığına getirilen bilim adamı profesörler bu sınavı iyi vermediler. Bir Mustafa Necati, bir Hasan Ali Yücel kadar başarılı olamadılar. Ben Elazığ Belediye Başkanı iken, dönemin Millî Eğitim Bakanı Özbek, Elazığ’a gelmişlerdi. Ben de öğretmen kökenli olduğum için, Sayın Bakanın onuruna Şeker Fabrikası’nda bir yemek tertip etmiştik. Bu yemeğe, başta Vali, Millî Eğitim Müdürü, Okul Müdürleri de davetliydiler. Sayın Özbek’le bir odada yalnızken kendilerine bir öneri götürmüştüm. Öneri, Öğretmenevleriyle ilgiliydi: “Sayın Bakanım, Türkiye’nin hangi büyük şehrine gitsek, orda mutlaka bir Orduevi ile karşılaşırız. Silahlı Kuvvetler mensupları bu yerlere gittikleri vakit hiçbir barınma zorluğu çekmez ve orduevlerinde kalırlar. İrfan ordusu diye anılan öğretmenlerimizin sayısı da nerede ise onlara yakındır. Ben, belediye başkanı olarak arsasını verecek, siz de ilk öğretmenevini Elazığ’da yaptırtarak
89
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
eğitim tarihine geçen Millî Eğitim Bakanı olacaksınız. O bina bitinceye kadar da şu Atatürk İlkokulu yanındaki Devlet Kitaplık Binası’nı, öğretmenevi olarak kullanmamıza izin vereceksiniz.” dedim. Bu önerim, Sayın Bakan tarafından oldukça olumlu karşılanmış ve özel kalem müdürüne dönerek: “Bunu not alınız.” talimatını vermekten de geri kalmamıştı. Ama zaman geçmiş, bundan bir sonuç çıkmamıştı. Ancak asker bakan Hasan Sağlam geldikten sonra konuya parmak basmış ve öğretmenevlerinin kurucu bakanı olmuştu. Bugün bütün öğretmenler, onu, saygı ve rahmetle anmaktadırlar. Milletvekili olarak meclise giden eğitimci ya da edebiyatçı meslektaşlarımızdan da zaman içinde hoş sesler alamamıştık. Bir tek, Cumhuriyetin ünlü şairlerinden Behçet Kemal Çağlar, meclisin, milletvekilliğinin havasına ısınamamış, bir gün kürsüye çıkarak “Batının fendi, Şarklıyı yendi, Ali Veli’ye kızdı, Veli Ali’ye küstü, bütün işler yüzüstü...” şeklinde oldukça anlamlı birkaç dize sıralayarak milletvekilliğinden ayrılma onurunu göstermişti. Diyeceğimiz o ki politika yapmak her babayiğidin işi değil. Ben, bağımsız olarak belediye başkanlığına gelmiştim. Ancak politikaya da hiç ısınamamıştım. Yazı hayatım da 1945’lerde başlamıştı. Akçadağ Köy Enstitüsü dergisinde başlayan yazı hayatımız, Ankara’da yayımlanan Eğitim Hareketleri, Köy ve Eğitim, Zamantı, İmece, İstanbul’da yayımlanan Varlık ve başka dergilerle, Cumhuriyet gazetesi, Mardin’de Mardin’in Sesi gazetesi, Samsun’da Medeniyet gazetesi, Elazığ’da Yeni Harput, Turan, Elazığ, Nurhak gazetelerinde sürmüş ve köşe yazılarımızın sayısı nerede ise yirmi binleri geçmişti. Ama edebiyat ve politika bütünleşmesinde gene de sağlıklı adımlar atamamıştık. Edebiyat, öncelikle berrak, duru ve öz bir dil ürünüdür. Giderek daha çok kirlenmekte olan politikada ise bu duruluğu, bu berraklığı görememekteyiz. İçinde bulunduğumuz günlerde komşu Arap ülkelerinde meydana gelen bulanıklıklar, politikanın kirli yüzünü daha açık şekilde ortaya koymaktadır. O bakımdan edebiyat çok daha açık şekilde ağırlık kazanmakta, kirliliği ve bulanıklığı dolayısıyla politika ile kesinlikle boy ölçüşememektedir. Birinde aydınlık ötekinde ise karanlık ve kirli bir yüz bulunduğundan aynı kefeye koyamaz, bütünleşmelerini de sağlayamayız. Politikaya gücümüz yetmediğine göre, bırakalım edebiyat yine kendi çizgisinde kalsın ve bu şekilde de yoluna devam etsin.■
90
KİŞİLİK İnsan kendi olmalı, Taklit değil. Renklerden bir renk olmalı, Renk katmalı Dünya’ya, İnsan Kendi olmalı, Başkasına benzemeyen, Kişiliği oturmuş, İnsanlığa bir şeyler veren.
SÜLEYMAN DAŞDAĞ
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Ben ne zaman ölsem ELİF NİHAN AKBAŞ
B
en ne zaman ölsem, aklıma sen geliyorsun. Bir insan kaç kere ölür, deme. O kadar çok öldüm ki ben! Ve o kadar çok andım ki seni. İlk ölümümde çok yüksek bir yerden düşmüştüm mesela: Gözlerinden. Herkes “Gözü yüksekte,” diyordu senin için. Öyleymiş. Düşünce anladım. Hâlbuki bana sorsalar, engin bir denizin derinliklerini keşfederek ölmek isterdim. Ruhunun derinliklerinde çırpınmak… Ruhuna balıklama dalıp da o taşlaşmış yüreğine çakılmam ilk intihar denemem sayılabilirdi pekâlâ. Ama ölmemiştim o zaman. Belki de beni tutup kaldıran sözcüklerindeki şefkat hayatta tutmuştu beni. Bazı ölümlerimin ardından, Belki de beni gözlerinden iten babamdı, diye düşünüyorum. Erkek adama Damla ismini koyarsan, olacağı budur. Düşüp durursun insanların gözünden… İlla ki bir kız ismi koyacaksa Gözde koysaydı bari. Belki o zaman hiç ölmez, mutlu mesut yaşardım gözlerinde. Maviydi ya gözlerin, gözbebeğini huzurlu bir ada sayardım ben. Herkes isminin kaderini yaşarmış. Öyle derler. Ben inanmıyorum buna. Herkesi bilemem. Tek bildiğim, ben ismimin kaderini değil, kederini yaşıyorum belki. Damla damla düşüyorum gözlerden. Düşmediklerimdense ben damlalar düşürüyorum. Öyledir ya hani, seni sevmeyenleri memnun etmek için çırpınır durursun da seni sevenleri perişan eylersin. İnanmadığım bütün genellemeleri özelleştiriyorum belki de. İhalelerde en çok kederi ben teklif ediyorum. Ve belki de seni bir kez daha olsun hatırlayabilmek için tekrar tekrar ölüyorum. Başlarda böyle değildi aslında. Hatta ikinci ölümümde kendimi seni düşünürken bulunca çok şaşırmıştım. Sanırım dördüncü ya da beşinci ölümümde alıştım bu duruma. Ondan sonra da saymayı bıraktım zaten. Aklıma sen gelince öldüğümü anlıyordum. Sonraları bağımlılık oldu galiba. Seni düşünmek için ölür oldum. Bir keresinde üç dört delikanlı, sokak ortasında öldüresiye dövdü beni. Nedenini bilmiyorum. Galiba onlar da bilmiyordu. Ama son birkaç tekmeyi, seni sayıklamama sinirlendikleri için yediğimden eminim. Dayak yediğim için ölmedim, yanlış anlama. Böyle küçük şeyler koymaz bana. Ama tam da yere düşerken beni dövenlerden birinin gözünde tuhaf bir pırıltı gördüm. Galiba dudaklarının ucu da yukarı kıvrılmıştı. Hani konduramıyorum ama, sanki gülümser gibi. İşte bu yüzden düştün aklıma.
91
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
Ölüm nedeni: Ruh zedelenmesi… Hâlbuki ağlasa, her tekmede hıçkırsa, her yumruğun ardından burnunu çekse oturup ben de ağlardım onunla, onun derdine. Gözüme mi yapışırdı sanki? Ne de olsa kökü bende! Hiç çekinmezdim adımı paylaşmaktan. Ama o güldü ve beni öldürdü! Bazen düşünüyorum da, gözlerinden aşağı doğru süzülürken gönlüne değseydim, en azından penceresinden şöyle bir içini görseydim, bu kadar çok ölür müydüm? Gözünden gönlüne düşseydim… Süzülmek derken romantikleştiriyorum tabii. Yoksa basbayağı “küt” diye çakıldım yüreküstü. Kalbim ağır yaralandı. Çok sevda kaybetti. İlk ölüm kaydımı böyle düşmüştüm. Ölüm nedeni: Kalp kerizi… Kendimi bildim bileli bir yakınlık duyardım da ağlayanlara, ağır yaralanan kalbimden akıp giden kayıp sevdalardan sonra daha bir hassaslaştım. Ne zaman biri ağlasa, bana sesleniyordu sanki. Bazen usulca, burnunu çeke çeke bazen haykırarak, hıçkıra hıçkıra: Damla! Damla! Ağlayan herkesin yanına koşuşum bundandı, şiddetli kanaması olan hastalara koşan doktorlar gibi… Hani ilk ölümüm geliyor aklıma, bir gözden ne vakit bir damla düşse, ben tekrar ölüyorum. Bir türlü uyanamadığım bir kâbus bu ama tuhaf, ben bu kâbusu seviyorum. İçinde senin olduğun ne varsa sevmem gibi… Sigara içmek gibi aslında seni sevmek. Ölümümden mesul olduğunu bile bile senden vazgeçememek… Herkes bağımlılık diyor. Ben öyle düşünmüyorum. Ölümün keyfini sürmek bence her ölümden sonra kalbimden bir dilim kesip üstüne seni sürmek. Hayatımdan çıkaramadığım romanı, ölümlerimden çıkarırım belki bir gün. Her harfte bir kez daha ölürüm. Uzar gider romanım. “Herkesin hayatı roman anasını satayım!” diyen bir yayıncıya pis pis sırıtır, “Benim ölümlerim roman be abi!” derim. Nice ölümlerden geçip geldiğimi bilmediğinden “Hangi ölümün?” diye soramaz. Ama hani olur da sorarsa, ilk göz ağrımı anlatmam ona. Değil mi ki en ağrılı ölümüm senin gözlerinden düşüşüm olmuş, ilk göz ağrım demek hakkımdır. Ceylan’ın gözlerinden bahsederim mesela. Gazetede görmüştüm. Kocaman açılmıştı gözleri. Öyle kocaman ki, bütün dünya sığabilir içine. Gözbebeği diye gezdirir dünyayı gözünde. Herkesinki yuvarlak olacak değil ya, onun gözbebeği de geoit olsun. O dünyayı sığdırabilecekken gözlerine, dünya hiçbir yere sığdıramamış onu. Kaçıncı ölümüm hatırlamıyorum ama senden sonraki en sancılı ölümümdü o gözleri görüşüm. Bir damla gibi dünyanın gözlerinden akıp giden bütün çocuklarla bir kez daha öldüm ben. Var sen hesapla. Ama unutma, çocuk ölümleri ikiyle çarpılmalı. Çünkü onlar yaşamı tanımakla geçmiş birkaç yılla beraber yaşanmamış bir ömür ve masumiyetlerini de götürüyorlar yanlarında. Ne yana baksam çocuk katilleri görüyorum bazı günler. Bir çocukla birlikte dünyanın yanaklarından süzüldükten sonra oluyor genelde. Koca koca adamlar geçiyor yanımdan. Güzel kadınlar. Ruhlarının bahçesine gizlice gömdükleri çocuk cesetleri adımı haykırıyor: Damla! Damla! İçinde çocuk cesedi taşıyanlardan biri olduğum geliyor aklıma. Ama yalan yok, onu komaya sokan sendin ve ben aslında o gün anlamalıydım ilk katilim olacağını. “Neden?” diye sorduğun an yere yığılıvermişti içimdeki çocuk. Bakma sen çocukların ikide bir “Neden?” dediklerine. “Çikolata ister misin?” diye sor da gör, soruyorlar mı “Neden?” diye. Onlara sorsan, “İşte,” derler. Ben “İşte,” diyememiştim sana. Seni sevmeme bir neden araman en ağır darbeydi ne zaman şeker görse koşulsuz sevinen çocuk ruhuma. İşte yüreğimin yoğun bakım odasından çıkardım seni. Farkında olsan, “Neden?” derdin yine. “Neden ölmeme izin veriyorsun?” Ben ne zaman ölsem, o odada uyanıyorum çünkü. Yanı başında. Ben sana bakıyorum, sen içimde yoğunlaşıyorsun. Ben ne zaman ölsem, sen içimde katılaşıyorsun. Bir kez olsun beni anla istiyorum. Buharlaş ve yüksel göğe. Sonra damla damla saçlarıma yağ… Burnumun ucundan süzülerek usulca düş toprağa. Şimdi sen dışarıda ölürken, ben doğumhane kapısında bekleyen baba adayları gibi bekliyorum seni. Dokuz ölüyorum. Sen ölüme doğduğunda, ben yaşama öleceğim. Bundan sonra seni ölürken değil, yağmur yağarken düşüneceğim. Ve son kaydımı düşeceğim defterime nüfus memurları gibi. Ölüm nedeni: Yenilenme… ■
92
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
ÖZGÜR KASIM AYDEMİR*
İ
nsanlık tarihini, bir anlamda, iktidar mücadelesinin tarihi olarak nitelendirmemiz mümkündür. Bu gerekçeden hareketle yazımızda, iktidar kavramı ile iktidarın “kara kutusu” niteliğindeki dil ilişkisini teorik bağlamda felsefe ve dilbilimin kesişme evreni içerisinde değerlendirebiliriz. “İktidar”ın salt siyaset ya da devlet ile sınırlandırılmadığını ve “dil”in de toplumsal ilişkiler evrenin dışında bir “meta” olarak değerlendirilmediğini belirtmek isteriz. İktidar kavramı genelde “dil”in, özelde ise “söylem”in birbirinden ayrı düşünülmemesinin gerekliliği yazımızın ana temalarındandır. Yirminci yüzyılın sonu itibariyle sosyal bilimlerin önemli dayanak noktalarından biri hâline gelen söylem; daha çok rasyonalizmin, determinizmin, pozitivizmin ve ampirizmin güdümündeki tek düze çözümlemelerin devrini kapatarak kendi çağını başlatmıştır. Böylece dil, toplumsal bağlamdaki çok boyutlu anlamsal ve işlevsel çıkarımlarla bir ağ özelliği kazanmıştır. Söylemin fiili hükümranlığı karşısındaki bireyler de, tabiyet karşıtı mücadelelerini, iktidarın kendilerine sağladığı söylem alanı ve olanağı içerisinde sergileyebilmektedirler. Bu yönü ile söylem çözümlemeleri; felsefe, sosyoloji, antropoloji gibi bilim dallarının da ilgisini çekmiştir. “Söylem çalışmalarının İngilizcede ‘söylem çözülmesi’ başlığını taşıyan ilk çalışma olarak Noam Chomsky’nin de hocası olan Zelling Harris’in Language dergisinde 1952 yılında yayımladığı makale ile başladığı kabul edilmektedir. (Kocaman 1996:
2)”. Bu çalışmaların ardından Alman ve Fransız yorum ekollerinin[1] çalışmalarından da felsefî anlamda etkilenen söylem çalışmaları daha çok postyapısalcı yaklaşımın etkisinde kalmış, yurt dışındaki bu emekleme evresinden sonra ülkemizde de dilbilim çalışmalarında yer edinmeye başlamıştır. “Türkçede (…) söylem sözcüğünün bugünkü anlamıyla ilk kez Berke Vardar ve arkadaşlarınca (1980) hazırlanan dilbilim sözlüğünde kullanıldığı kabul edilmektedir (Kocaman 1996: 6)”. Omurgası dilbilim, edebiyat, dinbilim, toplumbilim, düşünbilim ve benzeri bilim dallarına dayanmış olsa da ortak niteliği olan yorumlama edimi, kimi yorumlayıcı çalışmalarda, söylem teriminin sözel ya da yazılı alandaki kaplamına yönelik de bir düşünsel karmaşa bulunmaktadır. Oysa dilbilim içerisinde söylem terimi, bu karmaşayı ortadan kaldırmak için kullanılmaktadır. Yazılı ifadeleri karşılayan metin adlandırımı karşısında söylemim kaplamı, sadece sözlü ifadeleri değil yazılı ifadeleri de içermektedir. Söylem terimi ile metin arasındaki önemli ayrımlardan birisi de söylemin toplumsal bağlam ile olan ilişkisidir. Bu ayrım için Ahmet Kocaman, şu saptamada bulunmuştur: “Kimi yaklaşımlarda bağlamın içine aldığı bir öge * Dr., Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, okaydemir@gmail.com Burada özellikle Gadamer’in öncülüğündeki Hermeneutik ve Derrida’nın öncülüğündeki yapıbozum çalışmaları vurgulanmaktadır.
93
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
olan metin, anlamları gerek sözlü gerek yazılı biçimde dilbilgisi yapılarıyla sunan ögedir. Söylem ise metin ve bağlam arasındaki ilişkilerle anlam kazanan, dolayısıyla her iki ögeyi de içine alan bir kavramdır (Kocaman 1996: 46)”. Böylelikle ister yazılı ister sözlü olsun dil birliklerinin tamamını bağlamla birlikte söylem kavramı ile de nitelendirebiliriz. Bu konumlamanın bir adım ilerisinde söylem çözümlemelerini de bir anlama ya da anlamlandırma edimi olarak görmememiz gerekir. Bu konuda, metni anlamanın söylemi ortaya çıkarmaktan çok metni söylem olarak algılayıp, yorumlama edimi olduğunu belirten Edibe Sözen; açığa çıkarılışı, bağlamı, anlamlandırılışı bakımından söylem için şu yargıları savunmaktadır: “Söylem terimi, bireysel bir faaliyet veya durumsal değişkenlerin bir yansımasından ziyade, dilin bir sosyal pratik olarak kullanılmasını tanımlar. Bu çeşitli imalara sahiptir: Birincisi dil felsefesi ve linguistik pragmatikte olduğu gibi, söylem bir eylem modudur. İkincisi, söylem ve sosyal yapı arasında diyalektik bir ilişki vardır: Söylemler sosyal inşa edicidirler. Söylem dünyayı temsil eden bir pratik değil, dünyaya işaret eden/dünyayı gösteren bir pratiktir (Sözen 1999: 40)”. Söylem çözümlemelerinin odak noktalarından olan iktidar kavramı, felsefe tarihinin her döneminde önemli düşünsel cazibe merkezlerinden birisi olmuştur. Bu doğrultuda öncelikle, ele alınan iktidar felsefesinin tarihsel arka planı ana hatlarıyla belirtilmeye çalışılmıştır. Türkçede kullanılan iktidar sözcüğü, İngilizcede power, Fransızcada pouvoir, Almancada ise macht, vermögen, recht sözcüklerinin karşılığında kullanılmaktadır. Arapça kökenli iktidar sözcüğü Türk Dil Kurumunun “Türkçe Sözlük”ünde şu ifadelerle tanımlanmıştır: “1. Bir işi yapabilme gücü, erk, kuvvet, 2. Bir işi başarabilme yetki ve yeteneği, 3. Devlet yönetimini elinde bulundurma ve devlet gücünü kullanma yetkisi, 4. bu yetkiyi elinde bulunduran kişi ve kuruluşlar (TDK 2005: 951)”. Sözcük, Mehmet Bahaettin Toven’in sözlüğünde “Muktedir olma, güç yetmek takat (Toven 2004: 303)”. karşılığı olarak değerlendirilmiştir. İlhan Ayverdi’nin hazırladığı sözlükte “1. Bir şeyi yapabilme, gücü yetme durumu, muktedir olma, kuvvet, kudret, güç, 2. Ülke yönetimini elinde bulundurma, 3. Ülke yönetimini elinde bulunduranlar, hükûmet (Ayverdi 2006: 1378)” anlamlarıyla karşılan iktidar sözcüğü, Yaşar Çağbayır’ın hazırladığı sözlükte ise şu ifadelerle tanımlanmaktadır: “1. Bir işi yapabilme gücü, erk, kudret, kuvvet, 2. bir işi başarabilme yeteneği, 3. yapabilme yetkisi, yetkiye dayalı güç, 4. devlet yönetimini elinde bulundurma,
devlet gücünü kullanma yetkisi, hükümet etme, 5. devlet gücünü ve yönetimini elinde tutan kişi veya kuruluş, hükümet yönetimini elinde bulundurma, hükümet, 6. bir topluluk içinde doğal maddi ve manevi etkenler sonucu bazı kişi grup ve kurumların buyurma ve buyruklarını yaptırma gücü, 7. kabiliyet, yetenek, 8. erkek için cinsel güç bakımından yeterlilik (Çağbayır 2007: 2129)”. Ancak iktidar kavramının sözlüklerden alıntılanan genel tanımlamalarla sınırlandırılamayacak felsefi ve sosyolojik derinliğe sahip olduğunun göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünmekteyiz. Bu bağlamda; belirtilen bilimsel derinliklerin göz ardı edilmesi, iktidar kavramını günlük, sığ bir popüler tüketim malzemesi hâline getirecek ve gerçek iktidar sahiplerinin amacına hizmet etmek durumunda olacaktır. Bu nedenle Türkçede ana hatlarıyla, alıntılanan doğrultuda anlamlandırılmış olan iktidar kavramının asıl felsefi derinliği üzerinde odaklanılması gerektiğini düşünmekteyiz. Gerek yazının yapısal sınırlılığı gerekse odaklanılan düşüncenin dağıtılmaması adına iktidar kavramının felsefe, sosyoloji ve antropoloji tarihi içerisindeki gelişimine ve değişimine oldukça yüzeysel nitelikte değinerek benimsediğimiz kuram doğrultusunda değerlendirmede bulunmaya gayret sarf edilmiştir. Bu bağlamda yazımızda değerlendirdiğimiz iktidar kurgusunun Fransız düşünür Michel Foucault’nun görüşlerine dayalı olarak ele alındığını belirtebiliriz. Michel Foucault’un iktidar felsefesinin kurgulanabilmesinde modernitenin öncü ve özgün muhalifi Theodor W. Adorno’nun ve modernite eleştirmenliğinin yanı sıra bilgi ile iktidar bağlantısının Avrupalı ilk kâşifi niteliğindeki Friedrich Nietzsche’nin önemli basamakları oluşturdukları kanısındayız. İktidar kavramını ele alırken sözlüklerde de belirtildiği üzere salt yöneten, hükmeden yönüyle değil, yöneten ile yönetilen arasındaki mücadele yönüyle de ele aldık. Çünkü koşulsuz tâbi olan(lar)a hükmeden egemen gücün olduğu yerde iktidardan söz edilemeyeceğini düşünmekteyiz. Nitekim Foucault’a göre “(…) ilk kavranması gereken şey, iktidarın yerinin devlet aygıtı olmadığı ve devlet aygıtlarının dışında, üstünde, yanında çok daha düşük düzeyde işlev gören iktidar mekanizmalarında değişiklik yapılmadığı takdirde toplumda hiçbir şeyin değişmeyeceğidir (Foucault 2003: 43)”. Ele aldığımız, iktidar felsefesi, bir mücadelenin ürünüdür. Foucault’un özellikle vurguladığı bu çok yönlü iktidar algılayışının öncü ismi, başta Nietszche olmak üzere Marks üzerinde de büyük etkiye sahip olan Arthur Schopenhauer’dir. Schopenhauer’in bu kurgusundaki anahtar işlevine sahip kavramsallaş-
94
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
tırması ise “irade”dir. Schopenhauer’in “irade”sinin Marks’taki yansımasında belirgin değişiklikler bulunmaktadır. Marks iradeye sahip özneye önemli bir eklemede bulunmuştur ki bu kavram da “bilinç”tir. Felsefi düşüncesinde metafiziğe önemli bir yer ayıran Schopenhauer’in aksine, materyalist yönüyle öne çıkaran Karl Marks’ın “bilinçli özne”si, bu nedenle iktisadi üretim ve tabii ki tüketim döngüsünde egemen figür niteliğindedir. Düşünce dünyasında Arthur Schopenhauer’in önemli etkileri bulunan Friedrich Nietzsche ise, Schopenhauer’in metafizik yaklaşımını sürdürmesinin yanında “irade” kavramsallaştırmasına eklemeler yaparak geliştirmiş ve iradenin amacı olarak da değerlendirdiği temel kavramı olan “iktidar istenci”ne ulaşmıştır. Özellikle İngilizceden yapılan kimi çeviri eserlerde iktidar ile güç sözcüklerinin birbirlerinin yerine kullanılabildiğini gözlemlemekteyiz ki bu işletimin terminolojik bir kargaşaya neden olabileceği kanısındayız. Değerlendirmelerimizde güç ve iktidar kavram alanlarını paradigmal özdeşlik içerisinde değerlendirmediğimizi belirtebiliriz. Nitekim gücü, muktedir olma yolunda bir araç, iktidarın varlığı kanıtlaması yolunda bir araç niteliğiyle değerlendirmekteyiz. Güç ile iktidar arasındaki belirgin sınırı ve yoğun ilintiyi, Elias Canetti oldukça somut bir örneğe dayalı olarak şöyle açıklamıştır: “Kedi, gücü, fareyi yakalamak, onu ele geçirmek, pençelerinin arasında tutmak ve nihai olarak da öldürmek için kullanır. Ama fareyle oynamasında bir başka etken daha vardır. Kedi farenin gitmesine izin verir, birazcık kaçmasına, hatta arkasını dönmesine fırsat tanır; bu süre boyunca fare artık güce maruz değildir. Ancak hâlâ kedinin iktidar [alan]ının içindedir ve her an tekrar yakalanabilir. Derhal uzaklaşırsa, kedinin iktidar alanından kaçar; ama, artık ulaşılamayacak olduğu noktaya varana kadar hâlâ kedinin iktidar alanının içindedir. Kedinin egemen olduğu uzam, fareye yaşattığı umut anları, bir yandan da bütün bu zaman zarfında onu yakından izlemeyi sürdürmesi ve onu yok etmeye gösterdiği ilgiyi ve yok etme niyetini asla elden bırakmaması; bunların hepsine, yani uzam, umut, dikkatle izleme ve yok etme niyetine iktidarın fiili bedeni, ya da daha basit bir biçimde, iktidarın ta kendisi denebilir (Canetti 2006: 283-284)”. Foucault’un iktidar kurgusunun salt felsefe ile sınırlı kalmadığını, hatta bu görüşlerin en etkili olduğu disiplinlerden birinin dilbilim olduğunu ileri sürebiliriz. Bu noktadan hareketle iktidarın yanı sıra genelde “dil”e, özelde ise “söylem”e ilişkin değerlendirmelerimizin kuramsal arka planını Michel Foucault’un görüşleri oluşturmaktadır. Foucault’un bilimsel kur-
gusundaki iktidar ve dil Bernauer şu ifadelerle belirtmiştir: “Arkeoloji, söylemin doğduğu ve işlediği toplumsal ve siyasal koşulları derinlemesine incelemeden, varoluşsal zorunluluk boyutuna ulaşamayacaktır. (…) Arkeoloji bir köleleştirme biçimine karşı verilen siyasi bir mücadeledir. Çünkü hümanizm bir öz itaat felsefesini temsil etmektedir: “Ruhtan -‘bedeni yöneten ama Tanrı’ya tabi olan’ bir ruhtan- söz eder; bilincin -‘karar vermede hükümran ama hakikatin zorunluluklarına tabi’ bir bilincin- iktidarını ilan eder; bireyi -‘doğal ve toplumsal yasalara tabi kişisel hakların sözde sahibi’ bir bireyi- müjdeler; temel özgürlük -‘içeride hükümran ama dış dünyanın taleplerine bağımlı ve ‘kaderle işbirliği içerisinde’ olan’ bir özgürlük- kandırmacalarını anlatır (Bernauer 2005: 215)”. Aşırı bireyselleştiriciliğiyle eleştirilen Foucault’un, aslında bireyselleşme karşıtı olduğunu belirtebiliriz. Çalışmalarında bireysel özneden çok, toplumsal özneye ağırlık veren Foucault’a göre iktidar ancak toplumsal özne kurgusunu gerçekleştirebildiği sürece gücünü koruyabilecektir. Foucault, söylemdeki iktidar ilişkilerinin incelenmesinde önceliğin toplumsal özne kurgusuna verilmesine de gerekçe oluşturacak görüşlerini şu tümceleri ile özetlemiştir: “Günümüz siyasi, etik, toplumsal ve felsefi sorunu, bireyi devletten ve devletin kurumlarından kurtarmaya çalışmak değil; kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan bireyselleştirme türünden kurtarmaktır. Yüzyıllardan beri zorla dayatılmakta olan bu tür bireyselliği reddederek yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak zorundayız (Foucault 2005: 68)”. Dil ile iktidar arasındaki ilişkide bilgi önemli iktidar araçlarından biridir. Bilginin aktarıldığı dil birlikleri, bir anlamda iktidarın öncü kuvvetleri niteliğindedir. Kurgulanan bilginin, kuramsal içeriği uygulamaya çevirebilme noktasında kendisini özneye kabul ettirmesi gerekmektedir. Bu nedenle iktidarca kurgulanan ikna sürecinde bilgi, söylemle (söylemde değil) bu görevi yerine getirebilmektedir. Bu aşamada bilginin erkini güçlü kılabilmek için gerçeklik ölçütleri de yine söylemle birlikte hâkimiyetini kurmaktadır. Böylelikle genelde belirtmiş olduğumuz işlevdeki bilgiye (Michel Foucault’un adlandırımı ile “modern episteme”ye), özelde ise ahlâka, hukuka, adalete dayalı güçlü kamuoyu (Roland Barthes’in adlandırımı ile “doksa”) oluşturulmaktadır. Dil ile iktidar arasındaki ilişkide önemli işleve sahip iktidar araçlarından bir diğeri de özgürlüğe ilişkin söylemlerdir. Özgürlüğe yönlendirilen öznenin aslında tabiyete yönlendirilmiş olduğu göz ardı edilmeme-
95
h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 1
lidir. Bu konuya ilişkin, M. Foucault’un iktidar kurgusunda, Nietzsche aracılığıyla etkide bulunan Adorno ve Horkheimer, “Aydınlanmanın Diyalektiği”nde modern öznenin sürekli üretildiğini, bu üretim aşamasında özne adlandırmasının dahi bir aldatmaca olduğunu, öznenin kendisinin modernitenin erki tarafından üretildiğini belirtmektedir. Foucault da bu görüşü benimseyip geliştirerek, öznenin tabiyetinin sıklıkla tekrarlatıldığını ve özgürlüğün de bu tekrarlanma süreçlerine ilişkin olduğunu belirtmiştir. Daha yalın bir ifade ile iktidar farklı içeriğe ve işleve sahip bilgiler aracılığıyla özneyi sürekli –kendi rızasıyla- tabiyete yönlendirmektedir. Öznenin özgürlüğü ise bu tabiyeti onaylama sürecine özgüdür. İktidar dil ilişkisindeki en önemli denetim aracı da gözlemdir. Sözde özgürlüğünün bilincinde olan özne, gözetim altında olduğuna ilişkin aynı bilince sahip değildir. Bu noktada Foucault’un iktidar kurgusunun önemli bir metaforu kaşımıza çıkmaktadır: Panopticon. Bu metaforun varlığına adını aldığı bir hapishane ilham vermiştir. “Panopticon ya da gözetim evi merkezi bir gözetleme kulesi etrafında birçok hücreden oluşan, bir gardiyanın birçok mahkûmu aynı anda denetleyebildiği büyük dairesel yapı bir anlamda çelişkili de olsa, Jeremy Bentham’ın yaratıcı imgeleminin ürünüdür (Bentham 2008: 77)”. Panopticona dayalı gözetim ve denetim mekanizmasının temel özelliği gereği, gözetimde ve denetimde bulunanlar mahkûmiyetlerinden habersiz olan herkese “eşit uzaklıkta” gözlem yapmak durumundadır. Bu doğrultuda insanların eşitliğine uç veren bilginin de yine iktidarca kurgulanmış olduğunu belirtebiliriz. Nitekim Batı’daki resim sanatının İslami toplumlara ilk giriş türü olan minyatürlerde de benzeri bir kurgu vardır. Minyatürlerde insanlar başta olmak üzere evrendeki hiçbir varlığın fiziksel, maddi, özelliklerinden dolayı bir diğerinden daha yakın ya da büyük çizimine rastlanılamaz. Burada da panopticon kurgu içerisindekilerin eşit tutulması gerektiği vurgusu vardır. Minyatür resim sanatındaki bu kurgunun temelinde, İslam dini içerisinde özneyi öne çıkaran özelliğin maddi evrene ilişkin olmayıp “takvâ”dan kaynaklandığını da belirtebiliriz. İktidar kavramına ilişkin olarak değerlendirilebilecek bu kuralların -yansıtıcısından çok- yaşam evreninin dil olduğu, Foucault’la birlikte artık kanıksanmış bir görüş niteliği kazanmıştır. Dolayısıyla öznenin bireysellikten çok toplumsallığı bağlamında değerlendirildiği, toplumsal ilişkilerin de iktidar kavramından yalıtılmış bir değerlendirmeye tâbi tutulamayacağı görüşünün devamında bu değerlendirmelerin söy-
lemle işletilerek, söylemle somutlanabileceği belirtilmiştir. Böylelikle söylem, bir anlamda, (modern epistemenin olduğu gibi) iktidar ilişkilerinin de hava yuvarı niteliğindedir[2]. Söylem içerisinde konumlanmış öznenin özellikleri, özgürlük evreni, dolayısıyla iktidar mücadelesi; ilgili tarihsel bağlamın ana hatlarıyla bilinmesini zorunlu kılmaktadır. Ana hatlarıyla gerçekleştirmeye çalıştığımız değerlendirmelerin sonucunda genelde dilin, özelde ise “söylem”in toplumsal kurallardan ve ilişkilerden bağımsız tutulamayacağını hatta toplumsal kurallar ve ilişkiler ağı olarak tanımlanabileceğini belirtebiliriz. Belirtilen özellikleri dolayısıyla söylem, iktidarın en önemli varlık alanı niteliğindedir. Bu bağlamda, dili iktidardan iktidarı da dilden ayırmanın mümkün olmadığını ancak bu ayrılmaz kurgu bütünlüğüne yönelik incelemelerin ve değerlendirmelerin de dilbilime, sosyolojiye ve felsefeye dayalı olmadıkça eksik ve yüzeysel sonuçlar verebileceğini ileri sürebiliriz.
KAYNAKLAR:
Aydemir Ö. K. (2010). Gencine-i Adalet Üzerine Dilbilgisi İncelemesi ve İktidar Felsefesi Bakımından Söylem Çözümlemesi, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Pamukkale Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Denizli. Ayverdi İ. (2005). Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul. Bernauer J.W. (2005). Foucault’un Özgürlük Serüveni Bir Düşünce Etiğine Doğru, çeviren : İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Canetti E. (2006). Kitle ve İktidar,Çeviren:Gülşat Aygen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Çağbayır Y. (2007). Ötüken Türkçe Sözlük, Ötüken Yayınları, İstanbul. Foucault M. (1994). The Archeology of Knowledge, çeviren: A. M. Sheridan Smith, Routledge Press, London. Foucault M. (2003). İktidarın Gözü, çeviren: Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Foucault M. (2005). Özne ve İktidar, çeviren: Işık Ergüden, Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Karpuz H.Ö. (2006). “Anadili Bilinci Sorunu”, Türkçenin Çağdaş Sorunları, s.175-188, Divan Yayınları, İstanbul. Keskin F. (1999). Söylem, Arkeoloji ve İktidar, Doğu Batı, S.9, s.15-23. Kocaman A. (hzl.) (1996). Söylem Üzerine, METU Press, Ankara. Püsküllüoğlu A. (2007). Türkçe Sözlük, Can Yayınları, İstanbul. Sözen E. (1999). Söylem Belirsizlik, Mübadele, Bilgi/Güç ve Refleksivite, Paradigma Yayınları, İstanbul. Toven M.B. (2004). Yeni Türkçe Lügat, hzl. Abdülkadir Hayber, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara. Türk Dil Kurumu (2005). Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara.
2. Ayrıntılı bilgi için bkz: Foucault 1994.
96
h az ir an-temmuz-a ğustos 2 0 1 1