kulliye59

Page 1

ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

3

İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ NİHAT ERİŞ Genel Yayın Yönetmeni NAZIM PAYAM Yazı İşleri KEMAL BATMAZ Tashih MAHMUT BAHAR Röportaj TANER NAMLI Dizgi-Tasarım-Kapak-Web AYDIN KARABULUT Hukuk Danışmanı Av. Şuay ALPAY Dağıtım İzzetpaşa Vakfı Danışma Kurulu Yavuz Bülent BAKİLER Prof. Dr. Ahmet BURAN Doç. Dr. Vefa TAŞDELEN Doç. Dr. Levent BAYRAKTAR Doç. Dr. Tarık ÖZCAN Yrd. Doç Dr. Metin Kayahan ÖZGÜL Dr. M. Naci ONUR Uzm.Necati KANTER Ömer KAZAZOĞLU A. Faruk GÜLER Abone ve Reklam Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ Posta Çeki Hesap No:1285029 Yönetim Yeri İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114) Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65 Baskı TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi Tel. 0312 354 91 31 Yenimahalle / ANKARA Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 25 TL Yurt Dışı: 40 Avro Yıllık Kurum Abone: 70 TL Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez. Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı anılmaksızın alıntı yapılamaz. e-posta (e-mail) bizimkulliye@gmail.com www.bizimkulliye.com ISSN:1302-3500

59 S AY I

Yıl : 15/2014

Nazım Payam Dergi edebiyatı

6

Yavuz Bülent Bâkiler Dilekçe

7

41

Yeni Fırat dergisi

42

Osman Gökhan Ne için ...

43

Serdar Arslan Genç şairin imtihanı

Mahmut Bahar Nurettin Durman El falı -ya da- mesafe Hayat devam ederken

8

Ömer Kazazoğlu Ortaçağ geçiyor...

9

A. Vahap Akbaş Zamansız kandil

10

Fulya Bayraktar röp. Bizim Külliye

18

Enver Ercan röp. Taner Namlı

21

Nâzım H. Polat Edebiyat açısından süreli yayınlar

24

Ali Çolak Her dergi, bir taze haber

26

Vefa Taşdelen Yazıların Cumhuriyeti

31

Cafer Gariper Edebiyat dergiciliği ve üniversite serüveni

34

Mehmet Aycı Eşik ağrısı

44

M. Naci Onur

71 72 74

Şerif Fatih Akkağıt Kuyuya mahkûm sular

75

Muhsin İlyas Subaşı Dergiler fikrin mezarlığı olmamalıdır

İsmail Kemal Durhan Markiz'e ağıt

49

İsmail Bingöl Sevda masalı

52

Şerif Aydemir röp. Mehmet Nuri Yardım

Mehmet Kurtoğlu Şehir dergileri

Levent Bayraktar Değerler buhranı karşısında Mehmet Âkif

56

76 77 81

Savaş Ekici Azerbaycan ve Harput...

85

Nurlan Şerimbekov Yahya Akengin Ak karlı, gök buzullu yayla Sarıkamış Şehitlerine

57

Yahya Akengin Duygulandırmak düşündürmektir

59

Rüstem Budak İnsanın yeniden keşfi Köksal Alver için... Dergi: Ocak ve odak

36

70

Seval Koçoğlu Standarttan sapmanın manzum hikâyesi

63

Mahir Adıbeş Taner Tatar Ufka bakan ve ufukta Bütün zamanların en beliren kelimeler iyisi...

87

Nazım Payam Kayıp dervişin defterinden II

90

Nâzım H. Polat Harput'tan sesler

93

Kemal Batmaz kitap-vitrin

95

Aydın Karabulut 2013 yılının yazar ve fikir adamı...


Muhterem Okurlar, Ülkelerin edebî ve kültürel birikimini, sanat hassasiyetini, sanatçıların beslendiği unsurları en fazla edebiyat dergilerinde görürüz. Çünkü orada geneli yansıtan bir seviye ve yeni üretimler için ‘anlamı çoğaltıp zenginleştirecek bir varlık alanı’ vardır. Elbette edebiyatçılar edebiyat dergilerinde kendi beğenisini ve bakışını öne çıkarlar. Edebiyat dergileri, edebiyatçısını da okurunu da seçiciliğe, seçkinciliğe özendirir; mensuplarını ayrıcalıklı kılma gayretindedirler. Bu gayretin öncelediği; sanata namzetlerin, sanatçıların özgüven üslubudur. Üslup ise anlatmadan çok anlama dilinin inceliklerine dayanır. En derin mevzular dahi güzellik duygusunu geliştirme kaygısıyla taşınır. Ötesi zamana bırakılır. Tek sayı dahi yayınlanan bir derginin sonrakilere halka oluşu bundandır. Gelecek sayımızın dosya konusu tarih- edebiyat ilişkisi. Ancak konumuzu “edebiyatın tarihleşmesi, tarihin edebiyatlaşması” bağlamında ele almayı düşünüyoruz. Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet olunuz. Bizim Külliye

2

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Dergi edebiyatı NAZIM PAYAM

E

debiyat namzetlerinin çıraklığı dergilerde başlar. Kalabalığın akşam gölgesinden sıyrılarak ‘O Belde’ arayışını sürdüreceklere ruhsat, dergilerde verilir. Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurana meydan, ‘Diriliş’ okuntusu sunacağa kürsüsü dergilerdir. “…ayçiçeğinin gıda ve hayat alabilmek için güneşe dönmesi gibi” memlekete dönmek isteyenin referansı oradadır. Hâliyle okuryazarlığa eğilimliler de kendilerine en uygun duygudaşı o mahfilde bulurlar. Yine bizlere doyumsuz hazlar bahşederek yitip gitmiş kadim dostları; Yunusları, Fuzulileri, Bakileri, Galipleri çağdaşımızmış gibi aramızda dolaştıran kültür-sanat dergileridir. Yeniye yakınlık duygusunu da orada paylaşırız. Yaşımız ilerlemiş, seçiciliğimiz tecrübeyle pekişmiş olsun, muhtemeldir ki herhangi bir dergide görücüye çıkmamış edebiyatçıyı, kabulümüz hayli zahmetlidir. Evvelinden tanışıklığımız yoksa elbette tereddütle yaklaşırız ona. Taze ekmek kokusu aç insanı nasıl fırına çekiyorsa edebiyatçıyı, edebiyatseveri dergi-

Dergi edebiyatı, edebî türünün inceliklerinde tercihi olan, eleştiriye açık nitelikli edebiyatıdır. Dergide edebiyatçının cevherini gösteren pusula, ara yönlerin varlığını da işaret eder. Orada kalemler çekilir; duygu ve düşünceler okurlarıyla buluşur, muhataplarına ulaşır. Hikâye, şiir, deneme ve fikir, eleştirmenleriyle yüz yüze gelir. 3

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


"...bazı dergiler iyi okur gibidir, elli yıl, yüz yıl, bin yıl evvel yaşamış bir kısım edebiyatçıya yaşını, eserinin yayımladığı yılda bıraktırır. Onu, her saat, her hafta, her ay kendisinde uyandırdığı merakla, hayretle tazeler. Akrabalık bağı kurduğu yazarlar tarafından bir payanda olarak ondan bahsedilmesini bekler. Bazen bu da yetmez." ler çeker. Benimsediğimiz, aynı hizada görünmek istediğimiz dergi, naif düşlerimizin koruyuculuğunu üstlenmekle kalmaz, metinleriyle hakikati algılayışımıza durmaksızın dokunur. Kuşkusuz bu, genleşmemiz için bir kolaylık, dillendiremediğimiz arzulara ferahlıktır. Erbabı bilir; dergiye bir metin hazırlamak, dergiden edebiyatçı olmak her kalem için ayrıcalıktır. Herhangi bir dergide konuşlanmış kalemin şahsına mahsus bir kitapçığı yoktur belki, ama dergisi var. İşte, Yahya Kemal! Bilmem, bir başka örneğe lüzum var mı? Dergiden çıkmış edebiyatçı, bilinen bir hülyanın mensubu ve korodan biridir. ‘Mektepten memlekete’ dönendir. Gelecek nesiller için acı çeken, hesaplaşan, yüzleşen, sanatıyla sıradanlığın dışına çıkarak ebediyete sesini tanıklayandır. Dergilerimiz doğallığıyla geçmişin ve şimdinin binbir baharını koynunda saklar. Anakent edebiyatçılarının değişik söyleyiş ve biçim kaygıları olabilir fakat iklimlerini anlayacak nesle ulaşmaları, onları kendilerine aşina bulmaları, beslenmeleri Anadolu dergilerinde yer yurt edinmeleriyle mümkündür. Çünkü Anadolu dergilerinin gönderinde dalgalanan tarihin soyut ve somutları, ben”i, “biz”e devşirmeye meyyal yeniyle uzlaşma yanlısıdır. Sanırım Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Sanat” şiirinde vurguladığı temanın bir kısmı da şu minvaldeydi: Eli kalem tutanların, okurlarına okurlardan biri olduğunu hissettirmesi. Evet, toplumun ve bireyin sancılarına, sırlarına ortak olmak, gönül farlarını onların dertlerine tutmak ve değerleri göz ardı etmeksizin sözü yatağına salmak “bizden biri” olmaya yeter. Kalem, böyle genele teşmil olur. Tanıklık böyle gerçekleşir. Kalem ve tanıklık ancak böyle yeniye alan hazırlar. Nitekim nice edebiyat araştır-

macısı tesadüfen edindiği bir derginin külliyatını değerlendirmek üzere evinde, elinin altında bulundurmakla övünür. Nice edebiyatsever, ilk göz ağrısının tozlanmış ciltleri arasında bir dönemin hevesini tuttuğuna inanır. Varsın yıllar geçsin; şairimiz yaşına başına bakmaksızın hangi niyet ve tereddütlerle dergisiyle buluştuğunu, o anın yücelten coşkusunu ve hafızasında sakladığı edebiyatçıları anlatadurur. Dergi edebiyatı, edebî türünün inceliklerinde tercihi olan, eleştiriye açık nitelikli edebiyatıdır. Dergide edebiyatçının cevherini gösteren pusula, ara yönlerin varlığını da işaret eder. Orada kalemler çekilir; duygu ve düşünceler okurlarıyla buluşur, muhataplarına ulaşır. Hikâye, şiir, deneme ve fikir, eleştirmenleriyle yüz yüze gelir. Dergi üzerinden gelen takdir ve tekdirlerin toplamı, sanat adamını iç disipline sevk eder, daha düzgün, daha özgün olmaya zorlar. Yahya Akengin, yakın zamanlarda anlatmıştı: “Hisar”da çıkan “Gelinlik” adlı şiirim yayımlanmış bir ilktir. 1968 yılının yaz aylarıydı. Folklor Araştırmaları Seminerine katılma talebim MEB’ce kabul edilmiş, Ankara’ya gelmiştim. Hisar dergisinde yer almak benim için önemli bir hedefti. Derginin yayın kurulundan sevdiğim şair İlhan Geçer ile tanışıyor, şiirlerimden bir demet sunuyorum. Bakıyor, inceliyor görüşlerini belirtiyor. “Babilo” adını taşıyan şiirimi beğenip ayırdı ve ekledi : “ Marya, Sofiya, Karmela gibi yabancı adlar şiirde moda oldu. Sen bunlara itibar etme…” Oysa benim o şiirimin adı, İlhan Geçer’in sözünü ettiği özentiden dolayı değil, özel bir terkipti. Açıkçası, platonik aşkımın ad ve soyadından oluşturduğum bir çeşit rumuz-

4

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


lesi oluşturduysa bugün de Varlık, Töre, Dergâh ve Türk Edebiyatı dergisinin varlığını tescilleyecek uzlaşıyı güttüğüne inanırım. İçeriğinde, tasarımında büt ü ncü l lü ğ ü gözeten edebiyat dergisi yazar-okur mevcuduyla bir şahsiyettir. Zaten bundan dolayı edebiyatçımızı dergisiyle anarız. Eğitimde “okul” ne ise edebiyat-sanat dergisinin toplumdaki işlevi odur. İnsan-ı kâmil toplum içerisinde nasıl bir sorumlulukla donanmış ise usta edebiyatçı da öylesine bir sorumluluk yüklenir. Edebiyatçı için; dikkatleri sosyal sorunlara çeken ve insanı yeni ufuk arayışlarına yönlendiren mi dersiniz? Kişisel eksikliğinizin, eksiklerinizin suskunluğunu terennüm eden mi dersiniz? Yoksa sevdiklerinizi hatırlatan, seveceklerinizi tahayyül ettiren mi? Artık o sizin ihtiyacınızdan doğanla ilintili bir şey! Önemli olan sizin edebiyatçınızla olmanızdır. Hem, bazı dergiler iyi okur gibidir, elli yıl, yüz yıl, bin yıl evvel yaşamış bir kısım edebiyatçıya yaşını, eserinin yayımladığı yılda bıraktırır. Onu, her saat, her hafta, her ay kendisinde uyandırdığı merakla, hayretle tazeler. Akrabalık bağı kurduğu yazarlar tarafından bir payanda olarak ondan bahsedilmesini bekler. Bazen bu da yetmez. Edebiyatçısını korosunda bulunanlardan biri ve yaşıtı sayar. İnanç sırlarını, vicdan sızılarını, gerçeğin engellerini günbegün birlikte eşeleyeceğini umar. Yenileri, yeniliği onunla inşa etmeye yeltenir. Öyle sanıyorum ki eserini okurunda (dergilerde) bırakan böylesi edebiyatçılar mutlak bütünü gösteren işaret levhasına hayattan el etek çekmiş insan-ı kâmilden daha yakındır. Bunun açık delili Yunus’tur, Yunus’un mısrasıdır: “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası.”■

du. Mahcubiyetim, sevdiğim bu şair ağabeye bunu açıklamama izin vermemişti. Konu öylece kapandı. Aradan aylar geçti. Heyecanlı bir bekleyiş içindeydim. Hisar’a girmek benim için bir barajı aşmak demekti. Derken o yılın Eylül sayısında “Babilo” şiirim “Gelinlik” adıyla yayınlandı. O zaman Hisar dergisi bütün orta öğretim okullarına gidiyordu. Eğer “Babilo” ismiyle yayınlanmış olsaydı muhatabına da ulaşacak ve itirafa dönüşmüş olacaktı. Çünkü şiirimin muhatabı da bir orta öğretim okulunda edebiyat öğretmeniydi. Bunun böyle olmayışının burukluğu ile Hisar’a girmiş olmanın sevinci birbirine karışmıştı. Şiirimin yer aldığı sayfada bir de gelinlik figürü bulunuyordu. Ben o sayfaya baktıkça “Babilo”yu görmeye başlamıştım. Belki “O”da bunu görüp anlamış, beni düşünmeye başlamıştır diye de avunuyordum. Aradan 25 yıl geçmiş, bir tesadüf “Babilo” ile bizi karşılaştırmıştı. Pastanede oturup okul günlerimiz üzerine sohbet ediyorduk. İçimden “acaba o şiiri okumuş muydu?” diye geçiriyor, bir ipucu yakalamaya çalışıyordum. Yakalayamamıştım. Belki de öyle görünmek istiyordu.” 1980’de yayınını sonlandıran Hisar’ın geleneğe bağlı yenilik, yaşayan Türkçe ve İkinci Yeni akımının edebiyat anlayışı karşısında farklı bir seçenek ortaya koymak gibi bir amacı vardı. Bugün bu amaç ortaklığını görmezden gelerek Akengin’i yorumlayabilmek mümkün mü? Hisar’cı olmak, oradan bir şair sorumluluğu taşımak her hâlükârda kültüre, sanata, aidiyete muhabbetin derecesiyle alakalıdır. Bir edebiyat dergisinin heyecan süresini uzatması onun entelektüel gayreti ve sanat duyargalarının diriliğiyle mümkündür. Dün, Hisar, Mavi, Büyük Doğu, Diriliş, Papirüs, Mavera dergisi sıkı duygudaşlık ile nasıl bir okur kit5

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


DİLEKÇE Ben gelince sessiz sedasız gelmem Nasıl geleceğimi bir ben bilirim. Bayraklarla donanır bütün meydanlar Davullarla, zurnalarla çıkıp gelirim. Konuşursam bir yerde, kulak kesilir herkes Söze başlar başlamaz, anam tutar elimden Akrep zehri katmam O’nun helal sütüne Arı-duru bir Türkçe süzülür hep dilimden. Ben yazmaya başlayınca çağıldar sular Akıp gider kelimeler, nur üstüne nur. Bende şaşar kalırım bismillahlarla Yüreğim baştanbaşa bir altın kalem olur. Ben kime sevdalansam bilmeyen kalmaz Duruşum yürüyüşüm ele verir hep beni Gider dağlara söylerim sevdamı haykırarak Sağır sultan bile duyar yüreğimden geçeni. Ben susunca, susar türkülerimiz Başucuma kurtlar, kuşlar toplanır Bir gök gürültüsü, fırtına, şimşek… Herkes bu velveleyi kıyamet sanır. Ben gidince, bir tel kopar divan sazından Size göre arkamdan üç beş yakınım yürür Yüz bin figan kopar duyamazsınız Beni yüz bin Fatiha alıp götürür.

YAVUZ BÜLENT BÂKİLER

6

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


HAYAT DEVAM EDERKEN Ey benim iki gözüm yaptığın güzel işler Teberrüken yürünmüş uzun bir yol gibidir Bunu bilmezse şehir bilen bulunur elbet Suya bakmak nasılsa öyledir dağın ardı Yol vardır yolcu vardır yürür menzile doğru. Etrafa tebessümle isterim bakmak elbet Bakmak güzeldir çünkü bakmasını bilene Ne kalacak geriye sesin hızından gayri İnsan olmak hakeza kardeşlik dünya hali Neden sular bulanık akıyor ırmaklardan. Diyelim haydi şöyle baştanbaşa memleket Güneşlenmeye çıksa baksa yüzüne birden Görebilir elbette karşısında ne kadar Ne kadar hüzünlü yüz ne kadar kederi var Hiç dinmiyor ağrısı yaşıyor hep kahırda. Haydi, biraz duralım bakalım sağa sola Sonu nereye çıkar sonunda hangi mevsim Dağılırsa etrafa kime kalacak hesap Kim çıkacak ortaya başım gözüm üstüne Belalardan belayı savacak üzerinden.

NURETTİN DURMAN

7

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


ORTA ÇAĞ GEÇİYOR AYNALARDAN Şiirden çıkıyor şehir kendi yüküyle İçerde haz büyüyor dışarıda yol Sürgün ziyaretler yaşıyor vaktin sultanı Müjdeler sarayında şafak meclisi Resimlerde orta çağ Aynada gül pazarı Aynadan siliniyor şehir Gündüzler kırılıyor Yürek kuşanıyor şiir Şiirden önce bir Bağdat ölüyor Gecede su ateşte tebessüm ölüyor Eriyor ay eriyor gözleri ışığın Çöle damlıyor kokusu gökyüzünün Kızlar İsfahan’ı taşa işliyor Geride Buhara ışıklarla oynuyor Saklıda insan rüyada nehir Açıkta anlık serencam Çağa ateş yakıyor şiir Şiirde İstanbul kalıyor şiirde hüzün Çölün eylülü düşüyor güneşe Taş oynuyor yerinden havada Urfa kokusu Tarih zencefil tadında ılık Kralın sol eli ressamın fırçasında Kuşlar konuyor evlerine Babil’in Bir yudum çağ bir avuç zehir Toprakta donmuş renk Aleve dönüyor şiir

ÖMER KAZAZOĞLU

8

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


ZAMANSIZ KANDİL En deli bir kış Karanlık yağıyordu zeytin ağacının üstüne Soğuk soğuk, beyaz beyaz: ölüm gibi Ölüm gibi Ağır En belalı yanıma esiyordu rüzgâr En kör olmuş yanıma Karanlık yayılıyordu içime de Zeytin çatırdıyordu Çatlıyordum ben / bölünüyordum Yüreğimin orta yerinden ikiye İşte sen tam o zaman geldin Geldin ama yoktun Yanmışken en nazlı, en güzel ağaç: zeytin Ve görmüyorken artık yüreğim Kimi aydınlatacaktı ışığın

A. VAHAP AKBAŞ

9

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


FULYA BAYRAKTAR ile felsefe, edebiyat ve tasavvuf ilişkileri üzerine

"...kendisini ve evreni düşünen, sorgulayan insan için duygu yetmez, sorgulamayana duygu da gerekmez. Kâinatı var kılan o temel sevgi prensibini kendisinde kavrayarak ona ve bütün bir kâinata yönelen insan varlığı bir sevgi ahlakı sergiler."

BİZİM KÜLLİYE

FULYA (AVCI) BAYRAKTAR 1972’de Ankara’da doğdu. 1989’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümüne girdi. 1993 yılında bu bölümden, Prof. Dr. Kenan Gürsoy danışmanlığında hazırladığı “Yunus Emre Düşüncesi Üzerine Felsefî Bir Değerlendirme Çalışması” adlı tezle, birincilikle mezun oldu. Aynı Üniversitede Prof. Dr. Kenan Gürsoy danışmanlığında, 1996 yılında “Proclus’un Parmenides Şerhi” teziyle yüksek lisansını, Prof. Dr. Kenan Gürsoy ve Prof. Dr. Murtaza Korlaelçi danışmanlığında, 2004’te “Gabriel Marcel’de Bağlanma” teziyle de doktorasını tamamladı. 1994-1998 tarihleri arasında Ankara Üniversitesi D.T.C.F. Felsefe Bölümünde, 1998-2007 tarihleri arasında Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Felsefe Grubu Eğitimi Anabilim Dalında araştırma görevlisi olarak çalıştı. Aralık 2007’de aynı Anabilim Dalında yardımcı doçent oldu. 2012’de felsefe alanında doçent unvanı aldı. 2013’te Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Temel Sanat Bilimleri Bölümü Sanat Bilimleri Anabilim Dalına doçent olarak atandı. Hâlen Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekan Yardımcısı ve Temel Sanat Bilimleri Bölümü Başkanı olarak görev yapmaktadır.

Hocam, söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Siz bir felsefecisiniz, fakat özellikle din felsefesi alanında, tasavvuf- felsefe ilişkileri bağlamında çalışmalarınız var. Bununla beraber felsefenin sanatla, edebiyatla ilişkisi üzerine çalışmalarınız var, tasavvufî ve edebî metinlerde felsefi derinliği inceliyorsunuz, edebîfelsefi denemeler yazıyorsunuz. Bir taraftan Türkçenin felsefe alanındaki ifade imkânlarını, edebî alanın ifade biçimleriyle zorluyorsunuz, diğer taraftan felsefi kavramsallaştırmalarla, tasavvuf ve edebiyat alanındaki fikrî zenginliği fark etmemizi sağlamaya çalışıyorsunuz. Edebiyat ve dinî alanla buluşabilen, birleşebilen böyle bir felsefeye sizi yönelten nedir? Bu alanlar arasında nasıl bir ilişki görüyorsunuz? Güzel tasviriniz için teşekkür ederim. İfade etmiş olduğunuz bütün bu çalışmaları yapma gayretinde olduğumu söyleyebilirim, fakat elbette yapabilmiş değilim. Sadece kendi geleneklerimize ve tefekkür imkânlarımıza bigâne olmayan bir felsefe tarzının da olduğunu hatırlatmaya çalışıyorum. Ancak bu çaba da sadece benim kendi çabam değil. Ben, edebiyatla, sanatla, tasavvufla buluşan bir felsefe ekolünün içinde yetiştim. Çalışmalarım, böyle bir 10

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Din ve ahiret kavramları üzerinden maddi faydalar sağlamak da. Hakikat yolculuğu, şekle indirgenemeyeceği gibi, şeklen kendisi gibi olmayanları tekfir etmekle de bağdaşmaz. İslam, tekfirin, kinin, nefretin, tehdidin, gönülleri birbirinden uzaklaştırmanın adı olamaz. Tefekkürü ve sanatı yok sayan bir zihniyetin, İslamla ilgisi bulunamaz. Bu nedenle, bizi Hakikatle, Hakk’la ve insanla buluşturacak bir imkân olarak görüyoruz İslamla ve onun asıl mesajıyla buluşmayı.

ekolün temsilcisi ve devamı olmak gayretinden ibarettir. Kadim manevi geleneklerimizin bugün için söyleyebileceklerini, bugünün tefekkür diliyle söylemekte olan bir Hocanın talebesiyim. Düşünce, sanat ve inanç geleneklerimizin başında gelen tasavvuf tefekkürünü, bugün adına yeniden keşfetmek doğrultusunda felsefi yaklaşımla ele alan Hocam Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un felsefe yapma, felsefeyle yaşama tarzı benim de kendi adıma tevarüs etmek isteyeceğim bir tarzdır. Bu bakımdan, isterseniz bu ekolün felsefe tarzından bahsedebilirim, ancak öncelikle sorunuzun ikinci kısmına cevap vermeye çalışayım, yani edebiyat ve dinî alanla buluşabilen böyle bir felsefeye beni yönelten saikler hususundaki sorunuza. Bu alanlar arasında nasıl bir ilişki gördüğümü soruyorsunuz, kısaca diyebilirim ki; bilimi, sanatı, felsefeyi ve dini birbirinden apayrı alanlarmış gibi düşünmüyorum. Yöntem ve dil farklılıkları olmakla beraber, bütün bu alanlar insanı ilgilendiren, insan için olan alanlardır. İnsanı bir yönüyle ele almak indirgemeci bir tavır olur. Bu bakımdan, insanı bilim yapan, sanat eserleri üreten, tefekkür eden bir bilinçli varlık olarak ele almalıyız ve tabii bütün bunların beraberinde inançları olan, bağlılıkları olan bir varlık olduğunu da unutmamalıyız. Burada inancı yalnız dinî inanç anlamında kullanmıyorum, epistemik olarak inançtan söz ediyorum. Her türlü ontolojik tavır bir inanç konusudur çünkü. Bu bağlamda inançtan ayrı düşünülen bir felsefenin de, sanattan ayrı düşünülen bir felsefenin de daha sığ olacağı kanaatindeyim. Felsefe yalnızca bir tarz felsefe değildir, onun adı ideoloji olurdu. Dinî tefekkürle buluşan bir felsefenin felsefe olmak bakımından ancak zenginliği söz konusu olabilir. Beni bu tarz bir felsefeye yönelten de, felsefeden beklediğim şeyin; daha derin, belki metafizik-ontolojik bir tefekkür olması, etik bir tavır olması idi. İşte felsefede aramakta olduğum bu tarzı, Hocamda gördüm ve kendisi de, içinde olmaktan hoşnut olduğum böyle bir tarzda devam etmem için beni her zaman teşvik etmişlerdir. Philia-sophia olarak felsefenin; hayatla bütünleşen, tavırlarımızda müşahhaslaşabilen bir etkinlik olduğunu/olması gerektiğini düşünüyorum. Hangi felsefi tarzı benimsemiş olursak olalım, hangi ontolojik zemin üzerinde durursak 11

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


duralım, buradan hareketle oluşturulabilecek bir etiği hâl olarak yansıtamasak bile hiç değilse kal olarak öngörebilmeliyiz. Bütün bir insanlık için, etik-evrensel bir teklifi olabilmeli felsefenin. Felsefenin soruları aslında insanın sorularıdır, insanlığın sorularıdır. Bu sorulara bir kerede bütün zamanlar için cevap vermiş olmayabiliriz fakat evrensel bir cevap denemesinde bulunabiliriz. Bir felsefeci olarak, belki de bütün felsefeciler gibi aradığım şey buydu. İnsani olan, insanları birlik içinde tutabilecek olan bir tefekkürü arıyoruz aslında. Bizim, bugünün insanı olarak, bugünün insanının sorularına cevap olabilecek bir tefekkürümüz var mı, diye düşünüyoruz. İnsanlığın çağlar boyunca yaşamış olduğu sıkıntılarla beraber, bugün yaşamakta olduğu sıkıntılar karşısında da bir duruş, bir düşünüş imkânımız var mı? Bir çözüm teklifimiz var mı? Bütün bu sorulara cevap denemesi olarak; kökleri kendi geleneklerimizde olan, felsefenin kavramlarıyla ifade imkânı bulabilecek bir tefekkür imkânını arıyoruz. Ele aldığınız meselelerde, sorularınızın felsefenin kadim soruları olduğu görülüyor, fakat cevapları daha ziyade Yunus Emre’de, Mevlana’da buluyorsunuz. Ya da; tasavvufun sorularına felsefenin tarzıyla cevap veriyorsunuz. Bu birlikteliğin arkasında böyle bir evrensel tefekkür teklifi olduğunu söyleyebilir miyiz? Daha da açık olarak şöyle söyleyebiliriz: İslamın etik mesajını bugünün felsefe diliyle ele alıp işlemek ve onun evrensel değerini fark etmek gayretindeyiz. Bir parantez açarak ifade etmeliyim ki; bu tavır sadece felsefi bakımdan değil, ayrıca tasavvufi tarz açısından da zenginleştiricidir. İslamın hem de felsefi tefekkürü zenginleştirebilecek, böyle bir etik mesajı olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bugün İslam dünyasına bakınca bunu görebilmekte zorlanıyor olabiliriz fakat asıl olan İslamın mesajıdır, insanların onu kendi algısına indirgeyerek sergiledikleri tavırlar değildir. Bugün İslam dünyasının türlü ihtiraslarla ve sefaletlerle parçalandığını, temelindeki ontolojik

hakikati unuttuğunu görüyoruz. İslam memleketlerinde ruhlar, gönüller birbirinden ayrılmış, birbirine saldırıyor. Kâbe’nin etrafında dolanan yüzbinlerce insan arasında bir ruh birliği, bir gönül birliği meydana gelmemiş. Bunun sebebi ne siyasidir ne iktisadidir ne de esasında ilmî ve fikrîdir. Bu hâlin sebebi; ahlakidir. İslamın temeli ve Kur’an’ın özü olan o ahlakın unutulmuş olmasıdır. Böyle bir hususta genellemeler yapmanın doğurabileceği sıkıntıların da farkında olarak, en azından kitlenin o ahlakı unutmuş olmasıdır da diyebilirim. Bizim evrensel bir etik teklifi olarak hatırlamak istediğimiz şey, işte o ahlaktır. Muhtemelen, bugün insanlığın yaşamakta olduğu bunalımın temelinde, maddeyi kutsallaştıran ve hayatın gayesi hâline getiren materyalizm ile bundan beslenen ekonomik düzenin işbirliği hâlinde oluşunu görüyoruz. Oysa insanı ve insani olanı unutturan yalnızca bu işbirliği değil. İlkellerin ritüelleri hâline indirgenmiş, temelindeki ahlak ideali fark edilmeyen bir İslam algısının da bugün insanı makineleştiren ve makineye indirgeyen materyalizmle ele ele vermiş olduğu görünüyor. Dinî hayatı maddi şekil ve hareketlere indirgemek, açıkça maddeciliktir. Din ve ahiret kavramları üzerinden maddi faydalar sağlamak da. Hakikat yolculuğu, şekle indirgenemeyeceği gibi, şeklen kendisi gibi olmayanları tekfir etmekle de bağdaşmaz. İslam, tekfirin, kinin, nefretin, tehdidin, gönülleri birbirinden uzaklaştırmanın adı olamaz. Tefekkürü ve sanatı yok sayan bir zihniyetin, İslamla ilgisi bulunamaz. Bu nedenle, bizi Hakikatle, Hakk’la ve insanla buluşturacak bir imkân olarak görüyoruz İslamla ve onun asıl mesajıyla buluşmayı. İnsanla buluşmayı, değerle buluşmak olarak mı görüyorsunuz? İnsanı ahlaktan ayırmak, değerden ayrı düşünmek imkânsızdır, ya da değeri insandan ayrı düşünmek. Değerler bir tabiat nesnesi, birer “şey” ya da bilimin ele alabileceği herhangi bir fenomen değildir. Onları yaşayan, temsil eden, ihya eden şahsiyetlerle ortak bir varoluşa sahiptirler. Burada fenomenolojik bir değer okuması yapılabilirse; esasen benim değere yönelmem ve yaşamam ona vücut verir. Değer, etik ve estetik

12

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


formda kendini gösterir. Etik ve estetik formun o mahiyetidir değer. Ya da o mahiyetin formu etiktir, estetiktir. Bu bakımdan hem şahsiyette hem de medeniyette etik ve estetik formlarda gördüğümüz mahiyettir değer. Bugün ihtiyaç duyduğumuz, eksikliğini hissettiğimiz o mahiyettir. Yani aslında etiği yalnız bir kavram alanı olarak değerlendiremeyiz, onu yaşayan insan önemlidir, değerler insandan insana aktarılır. Değer, insanı insan kılması bakımından anlamını da insanla bulur. Bu bakımdan, insanın değerle ilişkisini ele almak, o değeri kendisinde gördüğümüz şahsiyeti irdelemeyi zorunlu kılar ki ona ahlâk kişisi ya da ahlâkî şahsiyet de diyebiliriz. Ahlak kişisi için değerler, kendi varoluşunu kendileri ile gerçekleştirdiği bir gerçekliktir. Ahlak kişisi özgür ve otonom bir varlık olarak, herhangi bir dış zorunlulukla değil, kendi seçim ve iradesiyle bağlandığı değerleri, yaratıcı ve özgür eylemlerle temsil eder. Değer, bu anlamda insan için bir amaç değil, onun kâinattaki anlamını gerçekleştirmesi için bir itici kuvvettir. Şahsiyeti oluşturan prensiptir. Şahsiyeti oluşturan temel prensip, kendisi ve başkalarını aynı anda bir bütünün içinde görme, kendisini değerleri itibariyle dü-

şündüğünde ötekini de içine alacak şekilde bu değerleri vazetmedir. Kendi adına benimsediği değerler vardır fakat bu değerler açılarak ve aşılarak ötekileri de içine almaktadır. Böyle okunduğunda değerler insana yakışır bir sosyal nizamın, medeniyetin de temelidir. Burada işaret etmeye çalıştığım; kendini kendine hapsetmeyen, kendisini gerçek manada fark edebilmek için kendisini Allah’a doğru aşacak bir insan varlığıdır. Bütün insanların bu Allah aşkına doğru kendini aşma gayretinde olduğu bir yerde dostluk ve sevgi alışverişi vardır. Burada sevgi yalnızca bir duygulanım değildir. Zira kendisini ve evreni düşünen, sorgulayan insan için duygu yetmez, sorgulamayana duygu da gerekmez. Kâinatı var kılan o temel sevgi prensibini kendisinde kavrayarak ona ve bütün bir kâinata yönelen insan varlığı bir sevgi ahlakı sergiler. Dostluk ve birlikte olma ahlakı. Değerler temelini bu sevgiden alır. Sevgi, evrende Asıl Varlığın anlamlandırdığı bütünlükle uzlaşmak, bilişmek, hem ahenk olmak, bu bütünlükle hem dem olmak, ondaki manayla hem dem, hem ahenk olmak demektir. Sevgi böylece hem kendinizi inşa hem ötekine ihtimam hem de Allah’a yöneliş olur.

13

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Burada sözünü ettiğiniz dostluk ahlakı, sevgi ahlakı nasıl kazanılacak? Elbette bunun için formüllerim yok. Kimsede de bunun formülü yoktur, zira zaten eğer bu ancak şu şekilde mümkündür derseniz, ahlak alanından ve hatta dinî alandan çıkmış ve siyasetin, ideolojinin alanına girmiş olursunuz. Şahsiyetimizi inşa için mutlaka şu tavrı sergilemeliyiz, ahlak kişisi olmak şöyle bir davranış gerektirir diyemem kesin olarak fakat belki şunu söyleyebilirim haddim olmayarak: İnsan fıtratı gereği örnek bir davranış ya da şahsiyetle karşılaştığında sarsılmakta ve kendi durumunu gözden geçirmektedir. Bu nedenle örnek şahsiyetin varlığı toplum için değerlere bir davettir. Onların sadece varlıkları bile esasında değere, insaniyete ve ahlaki olana bir davettir. Örnek bir şahsiyetin davranışları değerlerin somutlaşmış hâlidir. O, kitle insanının belki de fark etmekte zorlanacağı bir halislikle yaşanan değerlere, hiçbir menfaat beklentisi olmadan bağlanmıştır. Amacı bir şeyi anlatmak ve temsil etmek de değildir. Duruşu bir davettir fakat bir düşünceye, bir inanca veya bir ideolojiye değil, “Birliğe” davettir. Değerin kendisine davettir. Burada değer uğruna bir mücadele değil, değeri garazsız ivazsız yaşama söz konusudur. Bu nedenle, ahlakın örnek şahsiyetler üzerinden aktarılabileceğini düşünüyorum. Halis bir bağlılıkla garazsız ivazsız yaşandığında, menfaate dayalı kabullenme düzeyinden sıyrılarak, bir medeniyet hamlesinin dinamik motoruna dönüşür değerler. Değerler, şahsi ikbal kaygısıyla, ya da bir kimsenin ya da zümrenin dünyevi çıkarlarıyla telif edilemezler. Zira onlar tevhidi ve ebediyeti temsil ederler. Her çağda ve toplumda, sosyolojizmin emrettiği veya izin verdiğinin ötesinde insani ve yüce değerleri fark eden, onları talep eden ve temsil eden değer kahramanları, ahlak kahramanları, büyük adamlar hep vardır. Onlar sayesinde, medeniyet daha insani ve ahlaki bir ideaya doğru dinamik bir seyir takip edebilmiştir. Mesela bütün peygamberler, kendi dönemlerinde toplumda yozlaşmış olan değerleri ortadan kaldırmak ve yerine asıllarını yani insani, ahlaki ve hakiki (ilahi) olanlarını ikame etmek için yaşamışlardır. Veliler, ahlak kahramanları, Mevlana ve

Yunuslar buna örnektir. Sokrates buna örnektir. Epiktetos, Marcus Aurelius buna örnektir. Onlar, değere değer olduğu için bağlanmışlardır. Hakikati yalnız hakikat için istemişlerdir. Yunus’un çokça hatırlattığı din ve ahiret maddeciliğine düşmemişlerdir. Birkaç köşke indirgenmiş bir cennet algısından, maddeye tahvil edilebilecek beklentilerden sıyrılmışlardır. Bugünün, bu dönemin, bu şartların ve bu insanın değerleri davranışa dönüştürmesi nasıl olacak diye soracağınızı hissediyorum. Bütün zamanlar ve bütün mekânlar için bu sorunun cevabı olabilecek bir teklifi burada hatırlayabiliriz: Edep ile. Bugün edep kavramını ya da edep hâlini yeniden değerlendirmek durumundayız. Bugünün edepli insanı nasıl olmalıdır? Zira kendimizi kendisi ile anlamlandırdığımız o değer sistematiğinde, İslamda; ontolojik olarak esas olan birlik, etik olarak esas olan edeptir. Biraz önce de ifade ettiğim gibi, edepli tavır şudur diyemeyiz belki fakat temel prensipleri hatırlayabiliriz. Yunus Emre ve Mevlana üzerine çalışmalarınız olduğunu biliyoruz, bugün açısından yeniden ele alınmalarından murat etiğiniz şeyin; onların örnek şahsiyetlerinde böyle bir edebin görülmesi olduğunu söyleyebilir miyiz? Elbette. Çok güzel fark edildi. Onlarla beraber, şimdi biz bugünün insanı olarak ne yapmalıyız, nasıl davranmalıyız, bağlanacağımız temel değerler ne olmalıdır, değere nasıl bağlanılır, bunları arıyoruz. Onlardan öğreniyoruz. Örnek şahsiyetin mutlaka karşımızda müşahhas olarak duran o kişi olması gerekmeyebilir fakat bunun da önemi ve değeri ayrıca unutulmamalıdır. Ben, sanatın da felsefenin de, hatta insan olmaklığın da bir insandan öğrenildiğine inananlardanım. Unutmamalı ki; asıl anlamıyla felsefe de sanat da, kendi geleneğinde usta-çırak, hoca-talebe ilişkisi içerisinde öğrenilir. Oysa bugün, bilginin deneyimle ilişkisi, bildiğini yaşayandan görerek öğrenme geleneği kaybolmakta. Çünkü görmek ve dinlemekte zorlanılıyor. Bir çırağın en önemli mahareti ve vazifesi gözlemlemektir, dinlemektir. Giderek taklit etmektir, nihayet taklit olmaktan öteye geçmektir. Üslup devamlılığı içinde, kendi üslubunu bulmaktır. Gözlemleme, görme

14

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


ve dinleme imkânlarını ortadan kaldırmamalıyız. Ahlak alanı gibi felsefe ve sanat alanları da epistemolojik bir hâdiseye indirgenemez. Usta-çırak ilişkisinde ontolojik bir boyut vardır. Teknik, mimetik bir şeydir sonuçta. Taklide dayanır. Ustası hangi tekniği kullanıyorsa, onu kullanıp geliştirir çırak. Gelenekler böyle oluşur. Üsluplar böyle belirir. Bir yandan öykünme, taklit etme ve fakat öte yandan farklılaşma, kendisi olma sürecidir sanatın da felsefenin de ustalık serüveni. Bu serüvende ustanın, hocanın rolü; çırağın kendisi olarak ustalaşmasını sağlamaktır. Biz aslında bunu da kadim geleneklerimizde görüyoruz. Tasavvuf alanında böyle bir hocalığın adının; “aydınlatan” anlamının yanı sıra, “reşit kılan” anlamına da gelen “mürşit” kelimesi ile ifade edildiğini hatırlayabiliriz. Bir felsefeci olarak, kavram analizlerinin bizi zenginleştirdiğini de burada tekrar görüyorum. Felsefeyi sadece kavram analizlerine indirgemeden, fakat onun bu imkânını da göz ardı etmeden felsefe yapmalıyız. Felsefenin düşünme ve ifade biçimleri ile sanatın ifade imkânlarını, tasavvufun derin ve geniş tefekkür ufkunu birleştirebilmeli, buradan evrensel bir etik teklifine ulaşabilmeliyiz. Felsefi düşüncenin sağlayacağı bilinçle… Yunus’un ve Mevlana’nın da yalnızca ifade ettikleri ile değil, ifade ediş biçimleri ile de böyle örnekler olduğunu görüyoruz. Müziğin, şiirin, romanın sağladığı estetik zevki entelektüel alanla buluşturmak fakat bunu bilinçli ve farkında olarak gerçekleştirmek gerektiğini düşünüyorum. Zira ben de böyle bir geleneğin, böyle bir ekolün, böyle bir üslubun çırağıyım. Sanatla felsefeyi buluşturmayı neden önemli buluyorsunuz? İnsanoğlunun kendisini ve evreni anlamak, anlamlandırmak için ortaya koyduğu temel faaliyet alanlarıdır felsefe, sanat, bilim. Birlikte düşünüldüklerinde, biri diğerini besleyen, birbirine ufuk açan disiplinlerdir. Fakat özellikle felsefenin edebiyatla, sanatla buluşması hususunu sormuş olduğunuz için söyleyeyim; felsefe alanında varlığı, bilgiyi, değerleri araştırırken; sanat alanında estetik bir boyut yakalamaya çalışır insan. İnsanın kendini anlamlandırma çabasının vazgeçilmez iki etkinliği olan felsefe

ve sanat, çoğu zaman birbirlerini, kendilerini anlatmak için farklı bir ifade alanı, başka bir dil imkânı olarak kullanırlar. Fakat aynı zamanda kendi alanlarında derinleşebilmek için de birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Derinlikli bir sanat için felsefi kültür ve tutum yol gösterici olurken, kuşatıcı ve kavramlarda derinleşme imkânı veren bir felsefe için de sanat, ufuk açıcı bir mahiyet taşır. Bu bakımdan felsefi tefekkürü anlatılabilir ve anlaşılabilir kılan bir edebî üslup, edebiyatı zenginleştiren bir felsefe, hep geniş bir tefekkür imkânı olarak dikkatimi cezbetmiştir. Düşünceyle bağı kopmuş bir sanat olamayacağı gibi, sanata bigâne bir düşünce de tamamlanmış olmayacaktır. Sanatın, tarihi boyunca düşünce ile olan ilişkisi göz önünde bulundurulduğunda, pek çok sanat eseri doğrudan bir felsefenin ifadesi olarak değerlendirilebilir. “Edebin Edebiyatı” adı ile incelediğiniz Semiha Cemal Hanım’ın eserleri bu hususta bir örnek olarak düşünülebilir mi? Elbette düşünülebilir. Arkasında barındırdığı tefekkür açısından irdelendiğinde, Semiha Cemal Hanım’ın edebî eserlerinin felsefi-edebî olduğu muhakkak. Ancak unutmamalıyız ki o aynı zamanda bir felsefeci. Türkiye’nin ilk kadın felsefecilerinden biri. Ayrıca pek çok edebî eserde fikri, felsefi arka planı görmek mümkün. Tabii, bir eserin edebî-felsefi olması için daha başka kriterler de mevcut fakat burada üzerinde durulması gereken şey, böyle bir tarzın etki gücü. Sadece kavram analizleri yapmanın etkisi, betimlemenin etkisinden çok daha azdır. Gerçi felsefe alanında pozitivist cepheden bakıldığında bir felsefi esere “edebî” demek onun felsefe olmak bakımından değerli olmayışına işaret etmek demek olsa da bu, çok sınırlı bir felsefe çevresi tarafından benimsenmiş ve uzun zaman önce de anlamını yitirmiş bir tavırdır. Hatta bugün, bu tavrı sergileyen filozoflar “dar görüşlü” olmakla da tanımlanmaktadırlar. Felsefe tarihi de, tasavvuf edebiyatı tarihi de edebî-felsefi üsluplarda yazılmış eserlerle doludur. Platon’un diyaloglarından başlayarak, Camus’nün romanlarına, Marcel’in tiyatro oyunlarına kadar pek çok örnek verilebilir. Dostoyevski’yi ya da Tolstoy’u felsefi olarak de-

15

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


ğerlendirmek mümkündür. Ya da Şeyh Galip’ten Niyazi-i Mısrî’ye, Yunus’tan Mevlana’ya kadar burada sayamadığımız edip-filozoflardan söz edebiliriz. Felsefe eğer bütünlüklü bir evren ve insan tasavvuruna ulaşmak istiyorsa, etik ve estetik ihtiyaçları ve hedefleri olan bir değer varlığı olarak insanı göz ardı edemez. Bu bakımdan sanatı, sanatın doğasını, sanatsal yaratıyı ve onu ortaya koyan insan şahsiyetini anlama çabası felsefi bir faaliyet alanı olarak düşünülür. Fakat bu iki disiplin arasında asıl olan ve felsefenin sanatı kendine konu edinmesinden daha temel bir ilişki kurulabilir. Sanat eserleri yoluyla felsefeyi anlatmak, bu ilişkinin hareket noktasıdır. Felsefe problemlerinin somutlaşması, insanlık durumları üzerinden kavranabilmesi için bir imkân alanıdır sanat. Sanat, sübjektif bir dildir, fakat intersübjektif bir anlam alanı oluşturur. Evrensel bir iletişim imkânı verir. Sanat, insanı bir kavram olmaktan çıkarır. Diğer taraftan felsefe de, sanatın bu sübjektif dili için evrensel bir anlatım imkânı verir. Felsefe, sanat eserlerini yalnızca birer nesne olmaktan kurtarır. Bu bağlamda, felsefeyi sanatla, sanatı felsefe ile beraber değerlendirmek, hatta bu alanların eğitimini birbirinden beslenecek şekilde düşünmek gerekmektedir. Zira evreni, insanı ve değerleri anlama ve anlamlandırma çabası, felsefi olmakla beraber, sadece filozofları ilgilendiren ya da ilgilendirmesi gereken bir çaba değildir. En az felsefe kadar, sanatın da bu sorgulamaya ihtiyacı vardır. Felsefeyi, sanatı anlamlı kılan bir temel etkinlik olarak düşünebiliriz. Aynı şekilde sanatı da somutlaştırılamayan bir tefekkür alanının, yani felsefenin, somut algısına imkân veren bir etkinlik olarak düşünebiliriz. Felsefenin çoğunlukla edebî üsluplar içinde yapıldığı bir kültürün mirasçıları olarak, edebî eserleri felsefece incelemek hususunda yeterli ilgiyi göstermemiş oluşumuz üzülerek idrak ettiğimiz bir gerçektir. Sizler bu tarz fark bir edişin örneklerisiniz. İnşallah, öyle olalım.

Genel olarak insan, ahlâk, metafizik meselelerini ele aldığınızı görüyoruz. Aşk üzerine, bağlanma, sadakat, vefa üzerine konuşuyorsunuz. Bu meseleleri hem tasavvuf bağlamında inceliyorsunuz, mesela Yunus Emre, Mevlana gibi tasavvuf büyüklerinde ele alıyorsunuz hem de Batı felsefesinden örnekler üzerinde durarak bu alanın kadim konularını felsefenin de gündeminde tutuyorsunuz. Bu kavramlarla ilgilenmenizin özel bir nedeni var mı ve mesela aşk gibi bir konuda bir felsefeci olarak ne söyleyebilirsiniz? Hiçbir şey söyleyemem böyle sorulduğunda. Zira elbette bir felsefeci olarak söyleyebileceklerimiz, bir şairin, bir romancının söyleyebileceklerinden çok daha azdır ve daha az etkilidir. Belki bir mutasavvıfın söyleyeceklerinden de. Belki diyorum, çünkü eğer aşk hususunda konuşmayı lütfetmişlerse demek istiyorum. Bir hâli, üstelik de âlemlerin yaratılış sebebi olan bir hâli anlatmak mümkün değildir. Fakat bir felsefeci olarak şunu söyleyebilirim: Aşk, bir bilinçlilik hâlidir. Çünkü aşk her şeyden önce bir yönelme hâlidir. Burada bu yönelmeyi diğerlerinden farklı kılan, insanın aşk’a, bütün diğer bağlanmalardan kurtulduğunda bağlanabilecek olmasıdır. Bilincinden ayrılarak değil. Etik, estetik, epistemik, ontolojik her türlü insani tavır için gerekli olan bilinçlilik hâli aşk demiş olduğumuz hâl için de geçerlidir. Eğer aşk ifadesini ‘yaratıcı’ açısından kullanıyor isek, zaten ‘o’nun her an bilinç üzere olmaklığı söz konusudur. Ele almakta olduğum diğer kavramlara gelince, evet, özel olarak seçilmiş kavramlardır. Bu kavramlar üzerinden sizin de tespit etmiş olduğunuz gibi hem Batı felsefesi tarihini anlamak ve değerlendirmek hem kendi felsefe geleneklerimizi anlamak mümkün. Fakat tarihî olarak verdiği bu imkândan daha önemlisi bu kavramların sistematik olarak sağladıkları açılım. Aşk üzerinden belki kavramlaştırma imkânı az olmakla beraber, ontolojik ve etik-estetik geniş bir değerlendirme imkânı mevcut. “Bağlanma” da aynı şekilde. Bir tek bağlanma kavramı veya sadakat kavramı ya da vefa kavramı aslında derin ve geniş bir tefekküre zemin teşkil edebilir. Üstelik bunlar, evrensel kavramlar olmanın yanı sıra, bizim kendi kavramlarımızdır aynı zaman-

16

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


da. Sanki aslında bu tarz kuşatıcı kavramların hangisinden bahsedersek, diğerlerini içine alır. Felsefenin tevhit ediciliği de böyle kavramlar üzerinden oluyor. Değil mi ki bizler, tevhit inancının ve tevhit medeniyetinin insanlarıyız, felsefeyi de bu noktainazardan ele alabiliriz. Tabii, bu kavramlar yalnızca birer kavram olmadıkları, değer ve hâl ifade ettikleri için, onlar hakkındaki kavramsal değerlendirmenin yanında, ifade etmiş olabilecekleri hâle de hiç değilse işaret edebilmiş olmak gerekir. Aslında hepimiz, anlayabilme gücümüz nispetinde Varlığın asıl manasını anlamak istiyoruz, bununla beraber kendi varoluşumuzu da anlamlandırmaya çalışıyoruz, hatta kendi bireysel varoluşumuz açısından Varlığın anlamını değerlendiriyoruz. Değer dünyamızı, anlam dünyamızı oluştururken, evrensel bir insan olma, evrensel olabilecek bir etik oluşturma gayreti içindeyiz. İşte bu gayreti ifade edebilecek olan bir felsefi tarzı ve bu gayretin içinde anlam bulan kavramları, hâl edinemesem de, konu edinmeye çalışıyorum. Hocam, o zaman yeri gelmişken soralım; Yunus Emre ile ilgili bir tez yazarak üniversiteden mezun oluyorsunuz. Sonra Proclus ve daha sonra Marcel felsefeleri hakkında çalışıyorsunuz. Bu çalışma seyrinin özel bir nedeni var mı? Zira sonra tekrar Yunus Emre ve Mevlana gibi tasavvuf büyükleri hakkında çalışmalar yapıyorsunuz. Bu çalışma seyri esasında belki de benim kendi felsefi serüvenimin de bir yansıması. Sohbete başlarken sormuş olduğunuz soruya da bu vesile ile tekrar dönmüş oluyoruz aslında. Ben felsefeye, özellikle metafizik meselelere meraklı, sanattan, edebiyattan hoşlanan bir talebe olarak felsefe eğitimime başladığımda, Hocam Prof. Dr. Kenan Gürsoy ile tanışma bahtiyarlığını yaşadım. O günden beri de talebesiyim çok şükür. Benim meraklarım ve ilgilerim doğrultusunda Hocamın yönlendirmeleri ile akademik anlamdaki felsefe çalışmalarım bu çizgide oldu. Bugün, ele almak istediğim, üzerinde durmak istediğim, bugün açısından önemli bulduğum konularda bütün bu çalışmaların bir zemin hazırlamış olduğunu da görüyorum. Bir muta-

savvıf şairle felsefe konuşmaya başlamış oldum Yunus Emre ile. Ardından Yeni Platoncu okulun son sistem kurucusu olan Proclus ile -ki onun felsefesi, daha sonra kavramlaştırmalar açısından tasavvuf için bir imkân olarak düşünülecekti-. Bir şair, bestekâr ve din adamı idi aynı zamanda. Orta Çağların Hegel’i diye anılıyordu. Ardından Bir yirminci yüzyıl filozofu ile, Marcel ile felsefe konuştum. Dindar varoluş filozoflarından biriydi. Tasavvuf ile belki de en yakın olabilecek olduğunu düşündüğümüz bir felsefe ekolünün içinde idi. Her ne kadar kendisine ben Yeni Sokratesçiyim dese de, fenomenolojinin ve varoluş felsefelerinin içinde anılıyordu. Hoş, Sokratesçi oluşu da ayrıca dikkate şayandı. Önemli bir besteci, kompozitör, oyun yazarı, deneme yazarı idi aynı zamanda. Kısacası, felsefeyi sanatla buluşturan, din ile buluşturan, dinî meseleleri sanatın üslupları ve felsefenin tefekkür imkânları ile ele alan, felsefi problemleri gününün insanı için bir çözüm önerisi oluşturacak şekilde cevaplamaya çalışan filozoflarla konuşarak öğrendim felsefe yapmayı. Hem kâğıt üzerinde geçmişte hem de yüz yüze şimdide. Ancak esasen bugün, belki onları da içine alan fakat hepsine aşkın olan, çağın problemleri karşısında kendi düşünce geleneklerimizden hareketle çözüme yönelik imkânlar bulunabileceğine işaret eden bir felsefe ekolünün içinde olduğumu söyleyebilirim. Bütün bu felsefe ve tasavvuf geleneğinden hareket eden, ancak “şimdi yeni şeyler söylemek lazım” diyebilen, insani olan hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan, bütün tezahürleri ile yaratılmış olan her şeye ihtimam göstererek temeldeki asıl manayı arayan bir ekolün içinde. “Sen sana ne sanırsan ayruğa da onu san” diyen Yunus ile, “asıl varoluş yekdiğeri ile birlikte varoluştur” diyen Marcel’i birlikte kucaklayabilen bir ekolün içinde. Esasen bugün; yalnız edebiyatı, felsefeyi, tasavvufu değil cümle yaratılmışı bir görmeye, birlemeye gayret eden, tek biçimlendirmeye değil fakat asıl manaları itibariyle tevhit etmeye yönelen, buradan “edep” prensibi çerçevesinde evrensel bir sevgi ahlakına yönelen bir ekolün içindeyim diyebilirim. Teşekkür ediyoruz hocam.■ 17

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


ENVER ERCAN ile Varlık dergisi üzerine

Dergicilik, mütevazı olmayı öğretti bana. Derginin sayfalarında 15 - 20 yıl boy gösteren, ama bugün adı bile anılmayan o kadar isim var ki. Hiç böbürlenmeden, kibirlenmeden yaptığınızın en iyisini yapmaya çalışacaksınız, gerisi zamanın işi.

TANER NAMLI

ENVER ERCAN 21 Ocak 1958’de İstanbul’da doğdu. Güneş, Sabah ve Hürriyet gazetelerinde çalıştı, TV ve radyolara edebiyat programları hazırladı. Sombahar şiir dergisi ve Korsan Yayın’ın kurucuları arasında yer aldı (1990). Everest ve İnkılap Yayınevlerine danışman – editörlük yaptı. Komşu Yayınevi’ni kurdu (2002), Yasakmeyve şiir dergisini çıkarmaya (2003), aynı isimle şiir kitapları yayımlamaya (2004) başladı. Yayınevi bünyesinde ikişer aylık Siyahi (2004, 6 sayı), Eşik Cini (2006, 15 sayı), Sıcak Nal (2009, 12 sayı) dergilerini çıkardı. 1990 yılından beri Varlık dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini sürdürüyor. Türkiye Yazarlar Sendikası’nda Genel Sekreterlik yaptı (19911992), 2005 yılında TYS Genel Başkanı seçildi, bu görevi 2011 yılına kadar üç dönem sürdürdü. 2012 yılında Kültürlerarası Şiir ve Çeviri Akademisi’nin kurucuları arasında yer aldı. Üç şiir kitabı var: Eksik Yaşam (1977), Sürçüyor Zaman (1988), Geçtiği Her Şeyi Öpüyor Zaman (1997). Şairlerle yaptığı söyleşileri Şair Çünkü Onlar (1990) ve Şiir Uçar Söz Olur (1994) adlı kitaplarda topladı. 40 dolayında derleme ve antoloji hazırladı. Abdi İpekçi Mektup Yarışmasında Birincilik Ödülü‘nü (1996), Geçtiği Her Şeyi Öpüyor Zaman adlı kitabıyla Cemal Süreya Şiir Ödülü‘nü ve Yunus Nadi Şiir Ödülü‘nü kazandı (1997). 2012 Troya Kültür Sanat Ödülleri’nde şiir dalında ödüle değer bulundu. Komşu Yayınları’na 2006 yılında Memet Fuat Yayıncılık Ödülü verildi.

Varlık dergisinin 80. yaşını kutluyoruz. Dergiye, sizinle birlikte uzun ömürler diliyoruz. Varlık dergisinin yayın yönetmenliğini kaç yıldır yürütüyorsunuz? Bu birlikteliğinizde, Varlık dergisi Türk edebiyatına hangi katkıları sağlamış, edebiyatımıza kimleri kazandırmıştır? 23. yılım. Bana da tuhaf geliyor. Birdenbire geçti onca yıl. Allah’tan heyecanım hâlâ diri. Yoksa hem dergi hem ben perişan olurduk. Varlık dergisi, mucize gibi bir şey. Hiçbir şeyin istikrarlı olamadığı ülkemizde bir derginin kesintisiz 80 yıl yayımlanabilmesi büyük bir iş. Bunda Yaşar Nabi Nayır’ın tutarlı ve inatçı kişiliğinin büyük payı var. Sonra da kızı Filiz Hanım’ın. 1981 yılından beri derginin başında çünkü. Babasına benzemese çoktan tarihin raflarına kaldırılırdı. Varlık dergisi için birçok tanımlama var: “4 kuşak yetiştiren dergi”, “Edebiyat okulu”, “Türk edebiyatının nabzı” vb. Son yıllarda da “”Edebiyatımızın amiral gemisi” deniyor, yayınını kesintisiz sürdüren en eski dergi olması nedeniyle. Bence hepsi de doğru. Dönem dönem bu tanımlamalara layık olmuş bir dergi Varlık çünkü. Yönetimi üstlendiğimde, hem Yaşar Nabi Bey’in kemiklerini sızlatmamam hem de eski güzel günlerin anılarında boğulmamam gerektiğinin farkındaydım. Geleneğini sürdürerek nasıl yeni açılımlar katabilirim, nasıl yaşadığım dönemin farkında olabilirim diye epey kafa yordum. İyiye yormuşum demek 18

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Elbette derginin bir yeryüzü duruşu var; özgürlükçü demokrat bir duruş bu. Fakat gündelik siyasi gelişmelerle hareket etmiyoruz. Yani bir siyasi partinin, görüşün amigosu, yandaşı, işbirlikçisi değiliz. Bir edebiyat insanının kendine en yakın bulduğu değerleri bile sorgulayacak mesafede durması gerektiğine iniyoruz. Amacımız edebiyat memuru yetiştirmek değil, edebiyat dünyasına şair ve yazar kazandırmak.

ki, dergiyi 23 yıldır yönetiyorum. Bu dönem içinde Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri verdik, veriyoruz, o da kesintisiz düzenleniyor, birçok genç şair ve yazar kazandırdı edebiyat dünyasına. Yaşar Bey zamanında Sabahattin Kudret Aksal, Behçet Necatigil, Melih Cevdet Anday, Nazlı Eray, Hasan Bülent Kahraman gibi daha sonra çok değerli birer isim olan yazar ve şairler ilk adımlarını Varlık dergisiyle atmıştı edebiyat dünyasına. Müge İplikçi, Şebnem İşigüzel, Sema Kaygusuz, Tuna Kiremitçi, Süreyya Evren, Nilay Özer gibi birçok isme de edebiyat dünyasının sayfalarını ilk biz açtık. İşlediğimiz konularda da aynı tutumu sürdürdük. Bir yandan Türkiye gündemindeki yazınsal ve kültürel konulara odaklanırken, bir yandan da pozitivizmi, moderni ve postmoderni, feminizmi, siber feminizmi kurcalayan, sorgulayan dosyalar hazırladık. 23 yıldır her sayı bir dosya yayımladık. Ben bile şaşıyorum bazen. Ha, bir de “Ustaların Seçtikleri” bölümümüz var ki o da yıllardır sürüyor. Belirli periyotlarla usta şiir ve yazarlar gençlerin gönderdiği şiir ve öyküleri değerlendirdi, değerlendiriyor. Bu da okurla aramızdaki ilişkinin daha yakın, daha sahici olmasını sağlıyor. İçerik, biçim ve algılayış olarak bir Varlık anlayışından söz etmemiz mümkün mü? Okurlar veya tarafınızdan böyle bir ihtiyaç hâsıl oldu mu? Varlık, merak eden bir dergi. Bu nedenle, 1933’ten bugüne derginin sayfalarını karıştırdığınızda Türkiye’nin ve dünyanın edebiyat ve kültür tarihine rahatlıkla tanıklık edebilirsiniz. Elbette derginin bir yeryüzü duruşu var; özgürlükçü demokrat bir duruş bu. Fakat gündelik siyasi gelişmelerle hareket etmiyoruz. Yani bir siyasi partinin, görüşün amigosu, yandaşı, işbirlikçisi değiliz. Bir edebiyat insanının kendine en yakın bulduğu değerleri bile sorgulayacak mesafede durması gerektiğine iniyoruz. Amacımız edebiyat memuru yetiştirmek değil, edebiyat dünyasına şair ve yazar kazandırmak. Ve elbette gençlere inanıyoruz. Varlık’la ve diğer dergilerinizle kurduğunuz bağı nasıl tarif edersiniz? Derginiz veya dergiler sanatçı kişiliğinize neler katmıştır? Elden geldiğince diğer dergileri izlemeye 19

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


çalışırım. Dirsek teması önemlidir çünkü. Ayrıca ilham da verir. Elbette her dergi bir derdi olduğu için çıkar. O derdi anlamaya çalışmak, kendi derginizi zenginleştirebilir. Dergicilik, mütevazı olmayı öğretti bana. Derginin sayfalarında 15 - 20 yıl boy gösteren, ama bugün adı bile anılmayan o kadar isim var ki. Hiç böbürlenmeden, kibirlenmeden yaptığınızın en iyisini yapmaya çalışacaksınız, gerisi zamanın işi. Verdiğiniz yılların emeğine karşın, bir gün size ihtiyaç olmayabilir, kalmayabilir, buna da hazırlıklı olacaksınız. Günümüz koşulları dergilere ne gibi sorumluluklar yüklemiştir? Taşrada bulunan dergilerin işlevi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir derginin tek bir sorumluluğu vardır; o da çizgisini koruyarak, şairiyle, yazarıyla kurduğu sahici ilişkiyi aynı sahicilikle okuruyla paylaşmasıdır. Taşradaki dergiler önemli. Elden geldiğince de izliyorum. Önemini, 3 dönem, 6 yıl Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Başkanlığı yaptığım süreçte daha iyi anladım. Taşrada çıkan dergileri sadece dergi olarak görmemek lazım. Oralardaki edebiyat ve sanat insanlarını birbirine bağlayan, yazmaya özendiren, dostluklar kurduran, bu dostlukları pekiştiren, geliştiren işlevi var. O dergiler çevresinde buluşan insanlar, bulundukları çevreyle el birliğiyle öylesine yararlı ve yaratıcı işler çıkarıyorlar ki, açıkçası büyük şehirlerde yayımlanan dergiler bunun yarısının bile üstesinden gelemiyor. Oralarda gerçekleştirilen imza ve

sohbet günleri bile ülkemizin kültür ve edebiyat birikimimizin farkına varmamıza büyük katkı sağlıyor. Hazırladığınız şiir antolojilerinden ve dergilere ulaşan şiirlerden yola çıkarak bir değerlendirme yapmanızı istesek, son on yılın şair kuşağının tipolojisini çizebilir misiniz? İşlediği temalarıyla, üslubuyla nasıl bir şair portresi ile karşı karşıyayız? İçe kapanık, kırılgan bir şair tipi öne çıkıyor gibi. Ama genellemeler her zaman sorunludur. Yine de bu benim görüşüm. Şiirsel bir yapı kurmaktan çok anlatımcı, iç dökmeci şiir daha bir yeğleniyor gibi. Şairlerin hepsi “mağdur”, şiirimizde “karar” damar gelişkin olmadı hiçbir zaman ama “beyaz” şiirin bu kadar yaygın olduğu bir dönem de yaşanmadı sanki. Herkes lirik. Bunun şiirle okur arasında kopukluğa neden olup olmadığı üzerinden konuşmak istemem. Çok farklı nedenleri var çünkü. Yine de kitap okumaya meraklı, fakat şiir kitabına elini sürmeyen bir dostumun verdiği yanıtı anımsamakta yarar var: “Şairler çok dertli abi, hep acılarını anlatıyorlar!” “Beyaz şiir”den kastınız nedir? Beyaz şiir derken; şiir geleneğine ve hayata herhangi bir müdahalesi olmayan, verili şiiri yeniden üretmekle yetinen, sorgulamak yerine suya sabuna dokunmadan idare eden şiiri kastediyorum. Teşekkürler.

20

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Edebiyat açısından süreli yayınlar NÂZIM H. POLAT

Nesir türlerinin gelişmesi ve manzum edebiyatı gölgede bırakmasının ardındaki güç, bu noktada aranmalıdır. Nesir türleri, varlık sebebi bakımından fikrî edebiyata daha uygundur. Bunu geniş kitlelere açılma ile birlikte düşününce doğal sonuç da bellidir: Düşüncede halkçılık ve demokratlık, ortak insanî değerler olarak kabullenilmiştir.

T

anzimat’tan sonraki Türk kültür hayatı, baştanbaşa bütün şubeleriyle süreli yayınlarda saklıdır. Hele edebiyat alanı için süreli yayınlar, tam bir malzeme ambarıdır. Gazeteler, günümüzde artık edebî ürünlere fazla yer vermiyorlar. 1970’li yıllara kadar günlük gazetelerde roman tefrikaları, şiir köşeleri bulunurdu. Daha önceki yıllara yöneldikçe gazetelerdeki edebî malzeme daha da çoğalır. Dergiler ise varlık sebebi icabı, haber değeri taşıyan günlük meselelere yönelmedikleri için edebî malzeme bakımından oldukça zengindirler. Günümüzden gerilere gittikçe, doğrudan edebiyat dergisi olmayan yayın organlarında mesela siyasî bir dergide bile edebî metin sayısı, günümüzdeki benzerleriyle kıyaslanmayacak ölçüde çoktur. Bu durumun sebeplerini izah da zor değildir. Tanzimat dönemi devlet adamlarının çoğu, fikir adamlarının tamamı, mutlaka ediptir. Âkif Paşa’yı, Ethem Pertev Paşa’yı, Şinasi’yi, Namık Kemal’i, Ziya Paşa’yı hatırlayalım. Şıpka kahramanı Süleyman Paşa, ikisi de “teşeh-

21

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Süreli yayınlar, kültür ve edebiyatın ambarı olmaya devam ediyor, edecek... Sosyal medya araçları; hâlen, gelip geçici, moda olup uçucu şeylerle meşgul… Yarınlara kalacak edebiyatın ağırlığını taşıyabilecek cüsseye, acemi heykır (hacker) saldırılarıyla kırılmayacak omurgaya henüz kavuşamadı. Edebiyat meydanı, hâlâ dergiler(in)dir, süreli yayınlar(ın)dır… hüt miktarı” iki defa Başvekil (Başbakan) olan Ahmet Vefik Paşa, diplomat Abdülhak Hâmit ve Samipaşazade Sezai, fikir adamı Mizancı Murat Bey gibi simaları ve devlet kademelerinden daha kimleri hatırlasak mutlaka edebiyat alanındaki faaliyetleriyle hatırlamış olacağız. Çünkü eski yıllara gittikçe edebiyat, aydın sayılmanın şartları arasında görülür. Abdülhalim Memduh, Şahabettin Süleyman, Faik Reşat, Fuat Köprülü ve İbrahim Necmi gibi edebiyat tarihçilerimizin hiçbiri edebiyat alanında diploma veren bir okulda okumadılar ama hepsi iyi edipler arasındaydı. Bütün bunların doğal sonucu olarak edebiyat, öncelikle dergilerin ve sonra diğer süreli yayınların baş tacıydı. Edebiyat hamuru, önce dergilerde yoğrulur, biraz bekleyip mayasını kıvamında aldıktan sonra kitaplaşarak okuyucuya ulaşır. Bu dün böyleydi bugün de böyle… Süreli yayınlar, kültür ve edebiyatın ambarı olmaya devam ediyor, edecek... Sosyal medya araçları; hâlen, gelip geçici, moda olup uçucu şeylerle meşgul… Yarınlara kalacak edebiyatın ağırlığını taşıyabilecek cüsseye, acemi heykır (hacker) saldırılarıyla kırılmayacak omurgaya henüz kavuşamadı. Edebiyat meydanı, hâlâ dergiler(in)dir, süreli yayınlar(ın)dır… Süreli yayın kavramı

Süreli yayın kavramıyla özellikle gazete ve dergileri kastediyoruz. Bu arada çeşitli yayın organları, kurum ve kuruluşlar adına çıkarılan yıllıkların (salnameler) da süreli yayın kabul edildiğini belirtmek gerekir. Bir dergide hem günceli hem de en eski

metinleri ve o metinler hakkındaki eleştiri, tanıtım ve yorumları bir arada görebiliriz. Günümüz dergiciliğinde tartışmasız yeri olan Bizim Külliye’nin herhangi bir sayısında Nâzım Payam’ın şiiri yanında Fuzuli’nin bir gazelini de okuyabilirsiniz. Yani dergiler hem güncel edebiyatın hem de önceki devirlerin dil, edebiyat, kültür ve sanatıyla ilgili bilgi birikiminin taşıyıcısı konumundadır. İletişim vasıtalarının değişmesi

Yenileşme Devri Türk Edebiyatı ile Eski Türk Edebiyatı arasındaki asıl fark, iletişim vasıtalarının değişmesidir. Çünkü diğer farkların tamamı, iletişim vasıtasının değişmesiyle ortaya çıkmıştır. Sözlü edebiyat devirlerini bir kenara bırakalım. Yazılı edebiyat dönemi, taşa, kayaya, deriye ve daha bilmem nelere yazmayı denedikten sonra kâğıdı keşfetti. Kâğıtlar birleşti kitap oldu ama dergiye varmak için daha uzun asırlar beklendi. Yazma kitapların ne kadar dar çerçevede kaldığını izaha gerek var mı? Dinî eserlerin durumu biraz farklıdır ama hiçbir edebî eserin asırlar boyu 100 nüsha çoğaltıldığı görülmemiştir. Matbu eserlerle işte bu açmaz aşılmıştır. Fakat daha geniş kitlelere ulaşma, süreli yayınlarla başarılabilmiştir. Asırlar boyu en çok yüz kadar çoğaltılan bir kitapla günde yüzbinlerce hatta milyonlarca kimseye ulaşan gazetenin etki alanı aynı olabilir mi? Dergiler için daha mütevazı rakamlar kullansak da bunların haftada, iki haftada veya ayda bir gibi kısa aralıklarla yeni sayılarıyla değiştiğini hesaba katmalıyız. Tanzimat sonrası kültür ve edebiyat hayatımızın iletişim vasıtası önce-

22

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


likle süreli yayınlardır. Sonra neler değişti?

Süreli yayınların iletişim vasıtası olmasıyla neler değişti? Hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki edebiyatın ulaşacağı hedef kitle genişlemiştir. Akla ilk geliverecek olan budur. Hedef kitlenin genişlemesi, tek başına çok önemli bir sonuçtur. Ama bu sayede daha önemli bir sonuç ortaya çıkmıştır: Aydınlar, geniş kitleler tarafından benimsenen edebî zevke ve dile yani konuşulan dile yönelmek zorunluluğu hissetmişlerdir. Zaman zaman bunun zıddına bazı direnmeler olsa da genel gidişat böyledir. Nesir türlerinin gelişmesi ve manzum edebiyatı gölgede bırakmasının ardındaki güç, bu noktada aranmalıdır. Nesir türleri, varlık sebebi bakımından fikrî edebiyata daha uygundur. Bunu geniş kitlelere açılma ile birlikte düşününce doğal sonuç da bellidir: Düşüncede halkçılık ve demokratlık, ortak insanî değerler olarak kabullenilmiştir.

Yararlanma gereği

Edebiyat araştırmalarında süreli yayınları vazgeçilmez kılan bazı sebepler vardır. Yukarıda söylendiği gibi edebiyatta yeni iletişim vasıtası olarak süreli yayınlar (özellikle dergiler) öne çıkınca, edebî ve kültürel birikim, bu tür yayınlarda odaklaşmıştır. Yeni edebî metin üretimi ve edebiyat üzerine yapılan incelemelerin önemli bir kısmı, süreli yayınlardadır. Bunlara müracaat etmeden araştırma yapılamaz. Aksini iddia edenler, ne büyük bir yanılgıya düştüklerini, dergi ve gazete tarayınca anlayacaklardır. Edebiyatın ilk teşhir salonu, süreli yayınlardır. Pek çok roman, tiyatro gibi edebî veya birtakım fikrî eserler, kitaplaşmadan önce gazete ve dergilerde tefrika edilmişlerdir. Söz konusu tefrikalar içinde kitaplaşma talihliliğine erişenler yanında, süreli yayın sayfalarında unutulma talihsizliğine uğrayanlar da vardır. Daha büyük bedbahtlık ise bundan haberi olmayan ama unvanıyla övünen akademisyenlerle karşılaşmaktır.

Cevat Rüştü Öktem, 1914-1934 yılları arasında Türk çiçek ve ziraat kültürü üzerine, ziraat tarihi üzerine kucaklar dolusu yazılar yayımlamış fakat bunlar kitaplaşmadığı için unutulup gitmiştir. Süreli yayın sayfalarında görüp tanıyabileceğimiz daha nice Cevat Rüştüler vardır. Günümüzde, “edebiyat tarihi” sıfatıyla anılan veya adında bu ibare bulunmasa da aynı niyetle bastırılan nice kitap görürsünüz ki aynı isimler etrafında döner dururlar. Bunların “zirve şahsiyetlerle temsil” gibi bir teorik bilgi ve teamülden hareket ettiklerini düşünmeyiniz. İki kitaptan üçüncü, beşinciyi çıkardıkları için böyledir. Süreli yayınlara (özellikle dergilere) yönelecek olsalar, hep aynı isimleri, aynı yanlışları tavaf edip durmayacaklardır. Eski harfli bazı kitapların üzerinde ay adı bulunmadığı için basım tarihinin Hicrî mi yoksa Rumî mi olduğu kestirilemez. Bu iki takvim arasında üç yıla varan farklar ortaya çıkabilmektedir. Merhum üstat Seyfettin Özege de meşhur katalogunu (Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu, 5 C., İstanbul 19711979) hazırlarken işin içinden çıkmanın mümkün olmadığını görerek II. Meşrutiyet (1324) öncesindekileri Hicrî, 1324 ve sonrakileri Rumî kabul etmiştir. Doğru bilgi için, süreli yayınlara başvurulabilir. Bekir Fahri İdiz’in meşhur romanı Jönler Mısır’da, bütün kaynaklarda 1910 yılında basılmış gösterilmektedir. Çünkü üzerindeki tarih 1326’dır. Hâlbuki doğru bilgi şu ilanda saklıdır ve bu bilgi yalnızca süreli yayınlardan edinilebilir: “Jönler Mısır’da; Gayet yeni meraklı eser, maarif-i Osmâniyemizin ilk mahsûl-i kıymettarını, âsâr-ı ahrârânenin ilk yâdigârını alıveriniz.” (Tanin, sayı: 115, 12 Teşrîn-i sânî 1324 [25 Kasım 1908], s. 4). Bazı edebî malzemelerin ne gibi değişikliklere uğradığını tespit, yazarın fikrî ve estetik düşünce bakımından değişimini ortaya koyabilir. Bunlar da büyük ölçüde dergi ve gazeteler sayesinde öğrenilebilir. Daha nice gereklilik; edebiyatı öğrenmek, öğretmek veya sadece zevk saikıyla okumak isteyenler için süreli yayınları “vazgeçilmez” kılmaktadır. ■

23

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Her dergi, bir taze haber ALİ ÇOLAK

B

ana, ‘Bunca yıl gazetecilik, editörlük yaptın; yazmaktan, yayımlamaktan en çok mutlu olduğun haberler hangileridir?’ diye sorsalar, tereddüt etmeden, ‘Dergi tanıtım yazılarıdır.’ derim. Hakikaten böyledir; Anadolu’nun uzak bir ilçesinde çıkan alelâde bir edebiyat dergisinin tanıtımı gazetede çıktığı günün sabahında mutluluğuma diyecek olmaz. Kendimi, çok hayırlı, hayati bir iş yapmış gibi mutmain ve huzurlu hissederim. Bu, belki eski bir alışkanlıktan, aşinalıktan gelir veyahut eski bir hastalıktır. Bir zamanlar, şimdi 25 yılı buldu, ben de bir dergiciydim ve bu işlerle uğraşmanın insana nasıl lezzetler ve hüzünler yaşattığını, nasıl onulmaz bir aşka sürdüğünü tecrübeyle bilirim. Başkaları için önemsenmeye bile değmez o sarı kâğıda basılı küçücük, incecik dergicik, sizin için dünyanın en önemli uğraşı, en ciddi işi ve en muteber nesnesidir. Her ayın başında matbaadan alıp bayilere, abonelere gönderdiğiniz dergilerin ardından, kulağı cepheden gele-

cek zafer haberine ayarlı bir padişah gibi, yatışmaz bir heyecanla beklemeye durursunuz. Kim bilir kimlere ulaştı, kaç kişi alıp okudu, kimler ne düşündü; hangi yazıda, öyküde, hangi şiirde ne manalar buldu? Kim bilir kimler sizinle aynı heyecanları duydu, kimler abone olmaya karar verdi, dergiyi okuyup yazıya şiire davranan, ürün göndermeye niyetlenen kaç kişi oldu? Acaba bir gazetede bir sütuncuk tanıtım yazısı çıkar mı? Bir köşe yazarı birkaç satır da olsa bahseder mi, bir cümlecik övgüde bulunur mu? Bir yerde, kısacık bir alıntı yapılır mı? Ayın dergilerinden söz edilirken bizimkinin de adı geçer mi? Bir mektup, bir faks -şimdilerdebir e-mail… gelir mi? Gelirse bayram olur. Konak Postanesi’nde kiraladığımız posta kutusuna bakmak için her gittiğimizde, elimizde anahtar, yutkunur, kalp atışlarımız çoğalarak açardık ‘P.K. bilmem kaç’ numaralı kutucuğun kapağını. Açardık ve bir yığın zarf olurdu. Sevgiliden gelmiş mektuplar gibi mutlulukla, coşkuyla elimize alır ve o şaş-

24

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


İşte ben, gazetenin kültür sanat sayfasında ne zaman bir dergi tanıtım haberi veya bir dergi yöneticisiyle söyleşi yayımlasam, bütün bunları düşünür ve sevinçler duyarım. O dergiyi çıkaranların, orada yazısı, şiiri yayımlanmış gençlerin derginin adını görünce yaşadıkları gönül aydınlığını, gözlerindeki ışımayı hayal ederim.

kınlıkla bir parka, bir pastaneye yahut kahveye oturup okumaya başlardık. O anlar, bizim için mutluluğun fotoğrafıydı. Her şey, bütün yoksulluğumuz, imkânsızlıklar, yorgunluklar kaybolur; zevkle, hazla, coşkuyla kendimizden geçer, zamanı ve mekânı unuturduk. Yeni dostlar, can kardeşler, ruhtaşlar bulmuş olurduk kendimize. Onların yaydığı ışıkla aydınlanırdık. Dergi çıkarmak, nihayetinde böyle bir şeydi işte. Yazmak, göndermek, beklemek… Kederliydi, yıpratıcıydı ve fakat güzeldi, bahtiyarlıktı, asil bir işti vesselam. İşte ben, gazetenin kültür sanat sayfasında ne zaman bir dergi tanıtım haberi veya bir dergi yöneticisiyle söyleşi yayımlasam, bütün bunları düşünür ve sevinçler duyarım. O dergiyi çıkaranların, orada yazısı, şiiri yayımlanmış gençlerin derginin adını görünce yaşadıkları gönül aydınlığını, gözlerindeki ışımayı hayal ederim. O daracık anda, onlarla aynı mekânı paylaşıyor gibi mutluluklarına ortak olurum. Kısacık bile olsa bu tür tanıtımların, yazan ve üreten insanların -hele uzaklarda yaşıyor ve kıt imkânlarla çalışıyorlarsa- heyecanını nasıl kamçıladığını, üretmek ve daha iyisini başarmak için onları nasıl cesaretlendirdiğini anlamak güç değil. Dergiler, ister basit ve alelâde ister profesyonel olsun, Anadolu topraklarında, geçtiği yerleri yeşerten, bereketlendiren ve en önemlisi serinlik, umut ve heyecan oluşturan küçüklü büyüklü ırmaklar gibidir. Onların yöresinde kıpırtılar, heyecanlar ve üretimler olur. Onların geçtiği yerlere taze haberler gelir, etraflarını doyurur, ışıtır ve genişletirler. Zamanla bulundukları mekâna sığmaz, başka yerlere, uzun yolculuklara çıkarlar. Bir yerden bir yere hep taze ve iyi haberler götürür, umutlar taşırlar. Irmaklar ne kadar çoksa iyidir. Sular ne kadar coşkulu akarsa berekettir. Dergiler ne kadar çoksa iyidir; söz, fikir ve sanat dolaşımdadır. Gelecekten hâlâ umut vardır ve iyiliğin kayığı hâlâ yüzüyordur. Biz, siz, hepimiz, o kayıkta birer kürekçiyiz. Sözün tükenmemesi için, nefretin değil, sevginin egemen olması için, hür düşünce için, özgürlükler için, edebiyatın hepimizi gönendiren müziği için kürek çekip duruyoruz… Boşuna mı?■ 25

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Yazıların Cumhuriyeti VEFA TAŞDELEN

1 Dergiler, bir ülkedeki, tarihsel, kültürel, bilimsel, felsefi zenginliğinin ürünü olarak ortaya çıkar; zihinsel, duygusal ve eğitimsel olgunlaşmanın meyvesi olarak boy gösterirler. Yalnız ana kentlerdeki değil, illerdeki, ilçelerdeki dergiler de yaşayan kültürü yansıtırlar. Çıktığı yere bakılmaksızın, bu dergilerin edebiyatı, sanatı, kültürü, düşünceyi, entelektüel yaşamı destekleyip geliştirdiklerini söylemek doğru olur. Büyük kentlerde öbeklenen büyük dergiler, tüm ülkeye seslenirler. Fikirlerin, sanat anlayışlarının öncülüğünü yaparlar. Usta kalemleriyle sanat ve edebiyat ürünlerinin ortaya çıkmasına katkı sağlarlar. Ana kentlerin dışında da dergiler yayınlanır. Onlar da, doğaları ve içerikleri gereği tüm ülkeye, hatta tüm dünyaya seslenirler. Ancak imkânları dar olduğundan ulaştıkları okuyucu kitlesi sınırlıdır. Taşra dergileri, içinde bulundukları zor koşullara karşın, önemli bir görev üstlenirler. Doğadaki her canlının varlık hiyerarşisi içinde bir iş yapması ve varlık dokusu içinde bir yerinin olması gibi, taşra dergilerinin de kültür nakşının işlenmesinde önemli görevleri vardır. Bir bakıma eğitimin, edebiyatın, sanatın ve felsefenin kılcal damarlarıdır onlar. Hayatı ve canlılığı, bedenin en uç noktalarına kadar

Her dergi, kendi ortamı içine doğar, kendi ortamını oluşturur ve geliştirir. Hiçbir dergi, bir diğer diğerinin yerini almaz. Her dergi, tıpkı her bir insan gibi kendi yerinde ve konumunda bulunur, kendi kaderini yaşar. Dergiler birbirlerinin imkânını tüketmez, aksine çoğaltırlar, birbirlerine ufuk oluşturur. 26

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


taşıyarak sağladıkları entelektüel birikimi, enerji ve esenliği, organizmanın bütününe yayarlar. Böylece bünyede sağlıklı bir işleyişin oluşmasına katkıda bulunurlar. Ormanlar, nasıl ki bir ülkenin akciğeri ise, dergiler de öylece o ülkenin gören gözü, düşünen kafası, hisseden yüreği ve dengeleyen vicdanıdır. “Edebiyat dergisi nedir?” sorusuna geçmeden önce, bu sorunun anlamına bir göz atalım: 'Edebiyat dergisi nedir' diye sormak, edebiyat dergisinin anlamı nedir, diye sormaktır. Yapılan iş ve üretilen eser üzerinde konuşmak ve düşünmek istemektir, bu konuda bir söylem oluşturmak istemektir. Yapılan işin anlamını üretmek, böylece yeni bir üretim içine girmektir. 'Edebiyat dergisi nedir' diye sormak, eserin ve ürünün dışında, eser ve ürün hakkında yeni bir varlık alanı oluşturmaktır. Eserin anlamını çoğaltıp zenginleşmesine katkıda bulunmaktır. 'Edebiyat dergisi nedir' diye sormak, çabanın yalnız bir eser olarak değil, yorum, eleştiri ve kuram olarak da zenginleşmesi, giderek çoğalan bir anlama kavuşması demektir. 'Edebiyat dergisi nedir' diye sormak edebiyat dergisini sorunsallaştırmak, oylumunu genişletmek, yapılan iş, üretilen eser üzerine düşünmek demektir. 'Edebiyat dergisi nedir' diye sormak, edebiyat dergisini niçin çıkarmalıyız, edebiyat dergisinin sanat, kültür ve düşünce dünyasındaki yeri ve anlamı nedir, sorusuna bir cevap aramaktır. 'Edebiyat dergisi nedir' diye sormak, giderek “edebiyat nedir” sorusuna bir cevap aramaktır. 'Edebiyat dergisi nedir' diye sormak, edebiyatın kendisini üretiş biçimini merak etmek ve bu konuda bir tartışma açmaktır… 2 Dergi, derlenmiş, bir araya getirilmiş olandır. Yazıların cumhuriyetidir. Günümüzde pek kullanılmayan “mecmua”, bu cem olmaya, bir araya gelmeye ve toplanmaya doğrudan bir göndermedir. Dergi dediğimiz faaliyet alanı, öncelikle bir tekilliği değil çoğulluğu, soloyu değil koroyu ifade eder. Çoğul yapıyı derleyip toparlayan ve bir araya getiren, “derginin ruhu”dur. Bu ruh, bir sanat anlayışından, bir hissiyattan, bir tutumdan, bir tarzdan, bir üs-

luptan, bir anlamdan, bir kuramdan, bir felsefeden oluşabileceği gibi bir heyecandan, bir umuttan, bir üretim ve paylaşım isteğinden de oluşabilir. “Edebiyat dergisi nedir?” sorusunu cevaplayabilmek için bu ruha bakmak gerekir. Bilimsel dergilerde, nesnel ve evrensel ölçütlere uygun bir şekilde yapılan araştırmalara yer verilir. Yayınlanacak makaleler konusunda yetkili kişilerin hakemliğine başvurulur. Bu nedenle sanatın ve edebiyatın öznelliğinden uzak bir üslupla konular ele alınır. Kişisel duygulara, şahsi tepkilere yer verilmez. Makale sahipleri, duygusal ve kişisel tepkilerinden, içsel yaşantılarından değil, nesnel durumlardan söz ederler. Bilimsel dergiler, kişiliğin gizlendiği, konuşanın kendisini belli etmediği, nesnel olarak konuştuğu, öznel olarak sustuğu dergilerdir. Yazar sorusunu sadece kendisi için cevaplamaz, herkes adına cevaplar. Cevabı, kendisini değil, bizi de bağlar. Olguların, nasılsalar öylece tespitini ve tasvirini amaçlarlar. Bilimsel dergilerde, yazar değil nesneler konuşur. İfadeler, farklı anlamlar içermeyecek ve çağrıştırmayacak şekilde “en aza” indirgenir. Sanatsal söyleyişlerden, benzetmelerden, süslü ifadelerden kaçınılır. Anlam, kendisinden “belirli bir şey” anlaşılacak şekilde sınırlanır, tanımlanır. Edebiyat dergilerinde ise bilimsel dergilerin aksine, yazarın kendisidir konuşan; kendi beğenisi ve bakış açısı öne çıkar. Duygusal yaşantılar, bireysel davranış biçimleri, kimi zaman “tipsellik özelliği” oluşturacak şekilde eserine yansır. Süslü söyleyişlere yer verir yazısında. Yazının varlık nedeni, “güzelleştirilmiş dil”dir çünkü. Varoluşa yönelik estetik bir bilinç taşır, güzellik duygusunu geliştirir, yaşama duygusunu eğitir. Acı bile estetik bir bilinçle temayüz eder, zorluklar bile okuyanda empati oluşturacak bir tarzda ortaya çıkar. Yazar kendi penceresinden seyreder dünyayı, yazısında kendi bakış açısını öne çıkarır. Öznel yaşantılardan, içsel durumlardan, duygusal deneyimlerden söz eder. Bilimsel dergiler nasıl kişi merkezliliği dışarıda bırakarak kendilerini meşrulaştırıyorlarsa, edebiyat dergileri de yazarın dünyasını, öznel deneyimlerini açarak varlıklarını gerekçelendirirler. Bilimsel dergide

27

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


iyi-kötü, güzel-çirkin, sempatik-antipatik gibi kişisel değerlendirmeler, sevimli, hoş, nazik, itici gibi duygusal yargılar yoktur. Edebiyat dergilerinde ise her zaman kişisel bir tutum, içsel bir tavır söz konusudur. Onlar, bu kişisel değerlendirmeyi yapabilmek için vardırlar bir bakıma. Bilimsel dergi kişiliğin öne çıkmadığı bir dergidir; edebiyat dergisi ise kişiliğin açıldığı, benlik duygusunun geliştiği bir yerdir. Yazar, yazısını kendi bakış açısı çerçevesinde ortaya koyar. Edebiyat dergisi genel olarak bakmaz insanlara, tek tek kişiler, tipler olarak bakar. Ancak bu bakış, magazin dergilerinde olduğu gibi bir “dedikodu” düşkünlüğü olarak değil, sanatsal ve estetik bir değer taşıyacak şekilde ortaya çıkar. Edebiyat dergisinin amacı merak gidermek değildir. O, belirli kişi ve tiplerin yaşantılarından söz etse de, dilde bir varoluşu üretir, güzelleştirilmiş dille estetik bir yaratıcılık ortaya koyar, estetik bir nesne üretir. Bu güzelleştirilmiş dil, bu kurgulanmış varoluş, bu estetik nesne, varoluşa ilişkin kalıcı bir bakış ve bilinçtir. Sıcak gündemden, ekonomik ve politik gelişmelerden etkilense de, bu gelişmelerden bağımsız bir yapıya sahiptir. Öznel olması, kişisel bir bakış açısı kullanması, şiir, öykü, deneme gibi yazı türlerine yer vermesi, dergiye bir tür kendilik bilinci, bir tür “edebiyat dergisi” bilinci kazandırır. Bu bilinç, açıkça ifade edilmemiş olsa bile derginin sayfalarına açıkça yansır, giderek dergiyi tanımlar. “Edebiyat dergisi olma” bilinci çeşitli maddelerden oluşur. Derginin istikrarlı bir yayın hayatı olması ya da geniş okuyucu kitlelerine hitap etmesi, bu maddeler arasında yer almaz. Zira bir sayı bile yayınlanmış olsa, edebiyat dergisi kendi kimliğini, edebiyat dergisi olma bilincini ve tavrını belli eder. Başlıca edebiyat dergisi nedir, sorusunu cevaplayabilecek nitelikte olan bu bilinç, estetik ve sanatsal nitelik taşır. Edebiyat ürünlerinde, edebiyat ürünü olma bilinci vardır. Yazılarda ortaya çıkan sanatsal ve estetik duyarlık, edebiyat dergisine kendi tavrını, kendi bakışını, kendi kimliğini kazandırır. Edebiyat dergisinin kendisi hakkındaki bilinci, önemli ölçüde ürünün kalitesinde, özenle üretilmiş

olmasında, isimlerin yazma sürekliliğinde ve yazarlık bilinci taşımalarında, yazarların şiir, öykü, deneme vb. anlayışlarında, yazı üsluplarında; kısaca yazmayı estetik değerli bir iş olarak görmelerinde ortaya çıkar. 3 Edebiyat dergisinin öncelikli işlevi edebiyatı üretmektir. En son, en taze, en yeni ürünleri sergilemesi, edebiyat dergisinin, edebiyatın atan nabzı olduğunu gösterir. Edebiyat dergileri, edebiyatı üreten atölyeler gibidir, her biri edebiyatın lokomotifi durumundadır. Onlara bakarak edebiyatın geleceği hakkında konuşmak mümkündür. En yeni eğilimler, en yeni sanat anlayışları, en son ürünler, kendilerini orada sergilerler. Dergi, dili ve varoluşu işleyerek dönüştüren, ürün hâline getiren canlı bir organizmadır. Edebiyatı ürettiği gibi, yazarlık okulu işlevini de görür. Böylece hem yazıyı, hem de yazarı üretir. Yeni yazarların ortaya çıkmasına, insanlara ulaşmasına, kendilerini geliştirip yazı kültürü ve terbiyesi almalarına önayak olur. İsimler, ilkin dergilerde görünür. Dergiler kişilerin kendilerini geliştirdikleri okul gibidir; yazmayı, yayına çıkarmayı orada öğrenirler. Sadece okuma değil, aynı zamanda yazma bilincinin de oluşturulması ve yaygınlaştırılması da edebiyat dergilerinin en temel işlevleri arasında yer alır. Denilebilirse, onlar, sürekli, yarınlara kalacak isimleri denerler. Bu nedenle bir deneme alanı gibidir her birisi. Kişi orada kendisini, kendi gücünü ve potansiyelini dener. Yeterli direnci, sabrı, gayreti ve tutkuyu gösterebilenler geleceğe kalır. Edebiyat dergisi, bu şekilde, kendisini üreten bilinci de üretir; edebiyatın bir söz kalabalığı, bir gevezelik biçimi olamadığının tanıklığını da yapar. Bu sayede insanlar, özellikle de gençler, yazmanın özen, emek, bilgi, tecrübe, kültür ve sabır işi olduğunu anlarlar. “Söylediğim her söz, yazdığım her yazı edebiyattır”, “Aklıma geleni söylerim, gülden, bülbülden, Leyla’dan söz ederim; acıdan, gönül işlerinden dem vururum, olur.” anlayışı ortadan kalkar. Edebiyatın da bir etiği olduğu, bir edep, bir yaşantı, ölçü, ahenk, düzen ve de estetik işi olduğu, söze ve insana

28

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Görüleceği üzere, “edebiyat dergisi nedir?”, sorusunu cevaplarken, farkında bile olmadan hep edebiyatın ve edebiyat eserinin özelliklerinden bahsettim. Edebiyat dergilerinin bilimsel dergilerden ayrıldığı noktaları yazayım derken, farkında bile olmadan edebiyat ve bilim arasındaki farkları yazmaya giriştim. saygı işi olduğu, söylemin kaos değil düzen ve güzellik işi olduğu fikri gelişir, olgunlaşır. Edebiyat dergilerinin bir başka işlevi de üretilen edebiyatın tanınması, araştırılması ve eleştirilmesi konusunda ortaya çıkar. Edebiyat hakkında yapılan araştırmalar, bu dergilerin ana yayın konuları arasında yer alır. Yazıyı ve yazarı ürettikleri gibi, akademik bir hizmet gördükleri de söylenebilir. Söz gelimi, “Orhan Veli’nin Şiirlerindeki İstanbul” konulu bir yazı, edebiyat dergilerinde yayımlanabilecek türden bir yazıdır, ama aynı zamanda akademik bir değer de taşır. Şu hâlde edebiyat dergileri, edebiyat ürünleri üzerine akademik, sanatsal, felsefi bakışların da yer aldığı dergileridir. Bu bakışların önemi büyüktür. Zira onlar, edebiyat ürünlerini zenginleştirip bu konuda bir birikim sağlarken, edebiyatın kendisi üzerindeki bilincini de geliştirirler, edebiyat geleneğinin oluşmasına da katkı sağlarlar. Bir bakıma edebiyatın felsefesini de yaparlar, edebiyat üretim ve eleştirisine kuramsal bir zemin de hazırlarlar. Bu kuramsal zemin, edebiyat ürününe yön veren bilinci oluşturur, edebiyatın kendi kendine bakmasını sağlar. Her dergi, kendi ortamı içine doğar, kendi ortamını oluşturur ve geliştirir. Hiçbir dergi, bir diğer diğerinin yerini almaz. Her dergi, tıpkı her bir insan gibi kendi yerinde ve konumunda bulunur, kendi kaderini yaşar. Dergiler birbirlerinin imkânını tüketmez, aksine çoğaltırlar, birbirlerine ufuk oluşturur. Bir ülkede yayınlanan dergi sayısı, okur ve yazar sayısıyla koşutluk gösterir. Ne kadar çok dergi varsa, o kadar çok okuyucu, ne kadar çok okuyucu varsa o kadar fazla dergi yayınlanıyordur. Yeni

bir dergi, yeni bir çevre, yeni bir okuyucu, yeni bir eleştirici ve yeni bir yazar kitlesi demektir. Yeni bir dergi, yeni bir edebiyat ortamı demektir. Edebiyat ortamı derken, öncelikle edebiyatı üreten, eleştiren, okuyan, alımlayan çevreyi anlarız. Yazıyı, yazarı, yazı bilincini oluşturan dergi, yazının ortamını, çevresini de oluşturur. Edebiyat olayı, bir sanat olayı olarak alımlayıcı olmadan tamamlanmaz. Yazıyı ve yazarı üreten, yazarı yetiştiren dergi, kendi okuyucusunu da yetiştirir, bir okuyucu kitlesi de edinir. Bu okuyucu kitlesi, seçkin bir okuyucu kitlesidir; onu sıradan okuryazar kitlesinden ayırmak gerekir. Okuryazarlık bir beceriyi ifade eder. Gazete okurluğu da bu sıradan beceri tipi içinde yer alır. Hatta ekonomi, politika, magazin dergi okurluğu da sıradan bir okurluk türüdür. Ancak edebiyat, düşünce ve kültür dergisi okurluğunun seçkin bir okurluk türü olduğu söylemek gerekir. Zira burada okumak, aynı zamanda eleştirebilme, yeniden üretebilme, yazabilme ve sorgulayabilme becerisini de ifade eder. Denilebilirse, dergi okuyucusu, aynı zamanda dergi yazarı olma vasfını da gösterir. Edebiyat dergileri bu yönüyle eğitici ve geliştirici bir işlev görürler. Edebiyat dergileri, birleştirme ve toplama özellikleri ile kültürel ve edebî dağınıklığı birleştirip derginin kimliği altında ürünleştirirler. Yazma, okuma ve üretme etkinliği, onlarla sistematik bir değer kazanır. Bir süreklilik, süreklilikle birlikte de bir gelenek oluşur. Derginin olmadığı yerde, gerçek anlamda edebiyat, sanat ve kültür de yoktur. Dergiler kan dolaşımını sağlayan damarlar gibidir. Bu dolaşım sayesinde bünye hayatiyet kazanır. Bireyler arasındaki

29

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


görüş, beğeni ve fikir akışı, dergilerin işlevleri arasındadır. Bu iletişim, önemlidir. Bu sayede entelektüel içe kapanıklığın önüne de geçilmiş, bilinçler arası iletişim ve paylaşım sağlanmış olur. Dergi, bir üretim, eleştiri ve düşünme biçimi olarak, ortak tema ve duyarlıkları geliştirir. Bu açıdan bakıldığında, edebiyat dergisi, her şeyden önce bir özümseme mekanizmasıdır. Bulunduğu ortamı, tarihi ve kültürü; âdetleri, yaşantısı, coğrafyası ve olaylarıyla edebiyatın ve sanatın diline dönüştürür, bunu teşvik eder. Oraya estetik bir görünüm kazandırır. Estetik bilinci ve algıyı terbiye eder. Yaşanılan ortamın güzelliklerini ifade etme ve yeniden üretme bilinci kazandırır. Bu güzelliklere yenilerini ekleme, yaşanılan ortamı estetik ve sanatsal bir ortam hâline dönüştürme çabası gösterir. Böylece içinde yaşanılan zamanın kültürel ve fiziksel özellikleri, öne çıkan olayları, yaşantıları, bireyler arası ilişkileri, varoluşun biricikliği, edebiyat eserinde yeniden üreme ve ortaya çıkma imkânı bulur. Bu nedenle, edebiyat dergisi kendi zamanının eylemcisi ve üreticisi olduğu gibi, aynı zamanda tanığıdır da. İnsan dünyası şiirle, deneme ve öyküyle, tanıtım ve eleştiri yazılarıyla dergide ifade bulur. Bu nedenle dergi, bir “belge” niteliği taşır; gelecektekilere, onların tanımadığı bir zamandan ve yabancısı oldukları bir dünyadan söz eder. Edebiyat dergisi sözün ve yazının gezmeye çıkarıldığı, bilincin özgürleşmeye, kendini aşmaya doğru derin nefesler aldığı bir “yeşil alan” gibidir. Orada insan kendi hayalini kurar, kendi meskenini inşa eder, kendi düşlerini gerçekleştirir. Bu alanın sınırı yoktur, yazı gidebildiği yere kadar gider. Tek sınır insanın kendisidir. Kimse yapılan işi, “doğru” ve “yanlış” kavramları ile yaftalamaz. Çünkü onun alanı doğrunun ve yanlışın değil, “deneme”nin, yani hürlüğün alanıdır. Burada doğru ve yanlış, iyi ve kötü gibi değer yargıları değildir konuşan, yalnızca ustalıktır: kim taşını en uzağa fırlatılacak, kim uçurtmasını en yükseğe uçuracak, kim sesini en uzağa duyuracak;bütün bu denemelerin yapıldığı bir şenlik alandır. Doğruluk, yaptığımız işten ne kadar sevinç duyduğumuzdadır; iyilik, yaptığımız gezinti ile benliğimizin ne kadar

olgunlaştığındadır. Söz, işte böyle bir alanda çoğalır, böyle bir alanda gezmeye çıkar. 4 Edebiyat dergisi, baştan sona eğitici ve geliştirici bir çalışmadır. Bir terbiye, eğitim ve üretim biçimidir. Bir yaşama ve düşünme biçimidir. Edebiyat dergisi, edebiyat denilen insani üretimi gerçekleştiren bir etkinlik alanıdır. Dün orada yetişen isimler, bugünün edebiyatçıları, şairleri, romancıları, öykücüleri ve denemecileridir. Edebiyat dergileri, edebiyatın mutfağıdır. Edebiyat ürünleri orada pişer, orada demini alır, orada tatlanır ve olgunlaşır. Edebiyat dergisi, edebiyatın oluşumunda, gelişiminde ve kendisini sorgulayıp kendi üzerine düşünmesinde önemli işleve sahiptir. Her birisi bir ocaktır, bir yetişme yurdu, bir okuldur. Gençler, hatta genç olmayanlar bile, ondan çok şey öğrenirler. Dergiler bir sanat anlayışını, bir politikayı dikte edici hâle geldiklerinde, bir ideolojinin propaganda aracı olduklarında -ki böyleleri de vardır- özgür bir tutum olmaktan çıkarlar. Kendilerini belirli bir görüş ve bakış açısıyla sınırlandırdıklarında, bir talimatnameye dönüşürler, kendilerini izleyen gençlerin ruh ve zihin hâlleri üzerinde olumsuz etkiler bırakmaya başlarlar. Edebiyat dergisi, dikte edici uygulamaları, kendi sınırları dışında tutar. Edebiyat dergisi, ruhu ve zihni beslemeye yönelik bir çabadır. Onun yönü iyiye ve güzele doğrudur. Görüleceği üzere, “edebiyat dergisi nedir?”, sorusunu cevaplarken, farkında bile olmadan hep edebiyatın ve edebiyat eserinin özelliklerinden bahsettim. Edebiyat dergilerinin bilimsel dergilerden ayrıldığı noktaları yazayım derken, farkında bile olmadan edebiyat ve bilim arasındaki farkları yazmaya giriştim. Edebiyat dergisi ile magazin dergisi, edebiyat dergisi ile politika dergisi, edebiyat dergisi ile gazete arasındaki farkı yazayım derken edebiyatla gündelik söylemler arasındaki farkı anlatma eğilimi duydum. Artık edebiyatla edebiyat dergisi arasında bir ayrım yapmıyorum; buna gerek de yok. Şöyle düşünüyorum: Edebiyat dergisi, edebiyatın üretimidir, hatta edebiyatın kendisidir. ■

30

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Edebiyat dergiciliği ve üniversite serüveni CAFER GARİPER

Edebiyat dergiciliği daha çok genç kuşağın uğraş alanı olarak karşımıza çıkar. Şüphesiz bunda genç insanların enerjisi, kendilerini ifade etme ve gerçekleştirme arzusu gibi etkenler rol oynar. Henüz kitap çıkaracak birikime ve güce sahip olmayan genç insanın kendisi gibi genç insanları bularak ortak hareket alanı oluşturması yerinde bir harekettir.

E

debiyat dergiciliğini değişik yönlerden değerlendirmek mümkündür. Maddi imkânlar, zaman, edebiyata katkısı, yeni sanatkâr adaylarının yetişmesi, kültür ortamı hazırlaması, kolektif çalışma ürünü ve aktüel olması, sürekliliği, genç edebiyat heveslilerinin ilk kalem ürünlerinin yayımlanmasına fırsat vermesi, yeni anlayışların daha çok dergi ortamında kendini göstermesi vb. Bütün bunlar edebiyat dergiciliğinin bir yönünün belirginlik kazanmasına yarar. Günümüzde edebiyat dergiciliğinin öğrenci boyutu, özellikle üniversite öğrenciliği boyutunun da göz önünde bulundurulması gerekir. Bu yazıda üniversite öğrencilerinin edebiyat dergiciliğiyle olan ilişkisine kısa bir bakış getirilmeye, bazı problemler üzerinde durulmaya çalışılacaktır. Türkiye’de edebiyatın dergiyle olan ilişkisi gecikmeli bir görünüm sergiler. Şüphesiz bunda süreli yayınların hayatımıza geç girmiş olmasının rolü büyüktür. Dergiden önce aktüel edebiyatın ifade aracı olarak gazetenin varlığı dikkat çeker. İbrahim Şinasi’nin Şair Evlenmesi adlı oyunu Tercüman-ı Ahvâl’de tefrika edilir. Na-

31

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


mık Kemal’in Hürriyet Kasidesi, Hürriyet gazetesinde yayımlanır. Bunun örneklerini çoğaltmak mümkündür. Gerçek anlamda edebiyatın dergilerde kendini göstermesi Ara Nesil döneminde 1880’li yıllarda mümkün olur. 1880’li yıllardan itibaren edebiyat ürünleri gazetelerle birlikte dergilerde varlığını sürdürür. Edebiyatın ifade aracı olarak dergilerin gittikçe ağırlık kazandığı gözlenir. Bu da yerinde ve doğru bir gelişmedir. Çünkü aktüel edebiyat, varlığını ancak dergilerde gerçekleştirebilir. Gazete gibi yayın organları güncel olanın, o güne ait olanın peşindedir. Güncele yönelik yazı, haber, bilgi aktarımına başvurur. Bilgiyi, haberi, yazıyı üretir ve kısa sürede tüketir. Onun mekanizmasını kuran bu yapı, edebiyatla pek uyuşmaz. Edebiyatın, edebiyat ürünlerinin yaşanan günü, günceli konu alsa dahi güncelle sınırlandırılması mümkün değildir. Günü aşan bir yanı hep vardır. O, aktüel bir edebiyat olarak varlık kazansa bile günün, kısa zaman dilimlerinin ötesine geçme özellikleriyle donanır. Geleceğe seslenme enerjisi vardır. İşte bu ihtiyaca cevap veren başlıca iki ögeden biri kitap, diğeri dergidir. Çoğu zaman kitaba varmak için de dergiden geçilir. Kitabı besleyen, büyüten, güdüleyen güçlerden başlıcası dergidir. İsim sahibi çoğu şair ve yazarın kalem ürünleri önce dergide varlık kazanır, sonra kitaplaşır. Bu durum Namık Kemal için de, Tevfik Fikret için de Yahya Kemal için de, Sait Faik için de, Ahmet Hamdi Tanpınar için de geçerlidir. Hatta kimi yazar ve şairlerin kalem ürünleri ölümlerinden sonra dergilerde ve gazetelerde kalan yazı ve şiirlerinin toplanmasıyla kitaplaşır. Yahya Kemal buna iyi bir örnektir. Edebiyat dergiciliği daha çok genç kuşağın uğraş alanı olarak karşımıza çıkar. Şüphesiz bunda genç insanların enerjisi, kendilerini ifade etme ve gerçekleştirme arzusu gibi etkenler rol oynar. Henüz kitap çıkaracak birikime ve güce sahip olmayan genç insanın kendisi gibi genç insanları bularak ortak hareket alanı oluşturması yerinde bir harekettir. Doğrusu edebiyat çalışması, kalem ürünleri ortaya koyma uğraşı erken bir dönemde başlar. Sürdürebilen ve başarı yakalayanlar yazar, şair olur. Bunun örneklerini çeşitli dergilerde görmek mümkündür. Yahya

Kemal’in öncülüğünde Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’da yayın hayatına giren Dergâh etrafında çok sayıda üniversite öğrencisi toplanır. Bir mahfil, bir okul özelliği taşıyan derginin genç yazıcıları arasından edebiyat dünyasına çıkan dikkate değer adlarla karşılaşılır. Bunlar arasında Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar ilk akla gelenlerdir. Yedi Meşale grubu da, Garip mensupları da ilk ürünlerini dergilerde yayımlarlar. Hatta Yedi Meşale grubu, Meşale adıyla bir de dergi çıkarıp faaliyetlerini genişletmek isterler. Mavicilerin görünümü daha ilginçtir. 1950’lerde lise öğrencilerinin çıkardığı Mavi dergisi etrafında bir edebiyat hareketi oluşturulmak istenir. Bunu İkinci Yeni ve Pazar Postası dergisi etrafında da düşünmek mümkündür. Çoğunluğu Siyasal Bilgiler Fakültesinde okuyan genç bir kuşak, Türk edebiyatın çarpıcı bir yenilik yapma uğraşına girişir. Günümüzde üniversite sayısı 1940’larda, 1950’lerde hayal bile edilemeyecek yüksek bir rakama ulaşmıştır. Genç bir kuşak yetişmiş ve üniversitelerde okumaktadır. Fakat edebiyat, sanat etkinliği alanında bu artışa paralel bir büyümeden söz etmek mümkün görünmüyor. İletişim ağının, teknik imkânların geliştiği günümüzde üniversite ortamının birçok yeniliğe zemin hazırlaması, genç kabiliyetlerin ortaya çıkacağı etkinliklere ortam oluşturması beklenir. Bu alanda üniversite ortamı, gerekli refleksi yeterince göstermiş değildir. Şüphesiz üniversitelerde de kimi etkinlikler yapılmakta, dergiler çıkarılmaktadır. Bu gibi etkinliklere büyük bir heyecanla başlanmakta, fakat daha birkaç yılını tamamlayamadan çeşitli sebeplerle nefesi tıkanmakta, umut kırıklıkları yaşanmakta, boşluğa düşülmektedir. Sanat etkinliğinde bulunmak, dergi çıkarmak az sayıda hevesli genç insanın önünde maddi imkân(sızlık)lar başta olmak üzere, aşılması gereken bir yığın problem belirmektedir. Bu engeller aşılsa bile daha baştan yazmanın zorluğu ile karşılaşan genç insan, iradesiyle ve kabiliyetiyle sınanma yaşayacaktır. İnsanın kendisiyle sınanması hiç de kolay değildir. Bunu aşmaya karar verse bile kendisiyle girişeceği savaş, yıllar alacak, birçoğu zafersiz savaşa dönüşecektir.

32

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Çoğu zaman yakınında, çevresinde sanattan, edebiyattan anlayan yetkin kişiler de bulunmayacaktır. Yazık ki, üniversitelerimizin edebiyat bölümleri yeni yetişmekte olan edebiyat meraklılarını destekleyecek, onlara katkı sağlayacak anlayışa ve reflekse henüz yeterince sahip değillerdir. Üniversite yıllarının hareketli sürecinde dergi çıkarma girişimi başarıyla gerçekleştirildiğinde bile problem ortadan kalkmış değildir. Bu iş, süreklilik ister. Edebiyat dergilerinin okuyucu kitlesi oldukça sınırlıdır. Bir de amatör ruhla çıkarılan dergiye -belki ilk sayılarının dışında- rağbet pek olmayacaktır. Fakat kısa süre sonra usanmalar, kıskançlıklar, çekememezlikler devreye girecektir. Bir süre sonra maddi imkânsızlıktan, yayımlanacak nitelikte yeterince yazı bulamamaktan, ilgisizlikten yahut derginin peşinde koşuşturan kişilerin okullarını bitirmiş olmasından dolayı dergi, zor zamanlar yaşamaya başlayacak, herhangi ciddi bir açılım kazanmadan, sesiz sedasız kapanıp gidecektir. Çoğu, kütüphanelerin zamana armağan edici korunma şansını bile bulamadan karanlığa gömülecektir. Oysa her dergi bir umutla, yaşama coşkusu ve tutkusuyla doğar. Ancak çoğu doğum, ölü doğumdur. Çünkü gerekli atmosferi, toprağı ve suyu bulamayarak yaşama imkânını daha baştan kaybeder. Dergiciliğin üniversite yılları, amatör ruhla yapılan koşuşturmaları, yenilgileri, hedeflenen noktaya ulaşamama durumu kayıp olarak değerlendirilebilir. Fakat bu kayıp yahut yenilgi, aynı zamanda bir kazanç ve zaferdir. Ötekiyle kurulan temas, başkasını tanıma, tartışma, sınanma, yeni ve farklı anlayışlarla karşılaşma, bir iş ve/veya eser üretme genç insan için hiç de gözden uzak tutulmaması gereken tecrübe alanlarıdır. Genç insanın dergiyle sınanması kimi zaman başarılı sonuçlar da verir. Burada başarının derecesi yahut sınırının ne olduğu önemlidir. Başarı kriteri, ülke genelinde yayın yapan dergilerde kalem ürünlerinin yayımlanması imkânının yakalanması, kitapların baskı yapması olarak da alınabilir; kişinin kalıcı ürünler vermesi şeklinde de değerlendirilebilir. Her iki başarı ölçü-

sünü, özellikle ikincisini yakalamak şüphesiz güçtür. Dergâh dergisi etrafında sayısı kabarık genç şair adaylarından, Tanpınar başta olmak üzere, zamana kalan birkaç şair gösterilebilir. Yedi Meşale’nin altı şair adayından Ziya Osman Saba, bugün okunan şairler arasında anılabilir. Bu noktada, “Diğer yazar ve şairlerin çabası boşuna mı?” şeklinde bir soruyla karşılaşabiliriz. Her uğraşın, her çalışmanın insanı daha ileriye taşıdığı düşünülürse hiçbir çaba boşuna değildir. Kaldı ki, kişi kendisiyle sınanmadan kalıcı olana ulaşıp ulaşamayacağını bilemez. Galiba asıl başarı ölçütü, kişinin kendi kabiliyetini, potansiyel gücünü kontrol ederek imkânlarını iyiye ve güzele yönelik kullanmasıdır. Sonuçta herkes yalnızca kendisidir, kendi gerçekliğinin bir ifadesidir. Buraya kadar sanırım daha çok olumsuzlayan bir bakış ortaya çıktı. Aslında olumlayan ya da olumsuzlayan bakıştan çok gerçekliğin peşinde olmak gerekir. Gerçeklik de hayatın kendisidir. Sanata, edebiyata meraklı, yazma duygusunu içinde taşıyan herkes kendisini sınamak durumundadır. Bunun da alanı öncelikle dergilerdir. Dergilerde kendisine yer bulmaya çalışan, belirli bir kabiliyet taşıyan genç sanatkâr adayının her şeyden önce dergilerde kendisini denemesi, kapıları çalması gerekir. Özellikle üniversite yılları her türlü zorluğa rağmen buna fırsat hazırlar. Biraz da insanlar kendi fırsat ve imkânlarını kendileri hazırlar. Her şeyden önce başarının sabır ve çalışmaktan geçtiğini öğrenmek gerekecektir. Dergilerin, dergiciliğin üniversite serüveni aslında daha uygun ortam bulabilmelidir. Böyle bir ortam, aynı zamanda görüş alışverişine fırsat tanıyacak, yeni yetişmekte olan genç insanların bilgi ve görgüsünü artırmaya zemin hazırlayacak, ileride ülke genelinde yayın yapan gelişmiş dergilere doğru açılmasında birinci basamağı oluşturacaktır. Bu da hem edebî sanatın hem düşüncenin, alttan gelen yeni kuşaklarla bir kültür ortamında buluşması, dolayısıyla beslenmesi, zenginleşmesi anlamına gelir ki, estetik zevk olgunlaşsın ve düşünce derinlik kazansın. Unutmayalım ki, hayatı bilimle kolaylaştırır, sanatla yaşanır hâle getiririz. ■

33

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Dergi: Ocak ve odak KÖKSAL ALVER

D

Dergi, bir toplumsallaşma birimidir. Bir derginin oluşması temelde birilerinin bir araya gelmesine bağlıdır. Birileri bir araya gelmedikçe derginin oluşması ve varlık hâline gelmesi mümkün değildir. Bu bakımdan insanların bir amaç, ideal, görüş için bir araya gelişlerinin sonucu olur dergi.

ergi, bir düşünce ve edebiyat girişimidir. Düşüncenin, dünya görüşünün, bakışın, zihniyetin dile gelmesi, dahası dilden dile dolaşması, tam anlamıyla ortaya konuşmasıdır. Düşüncenin toplumsallaşması, insana ulaşması, toplumla bağ kurması bakımından vaz geçilmez bir adımdır. Düşüncenin incelikli duyurusudur. Bir düşünce mevziidir dergi aynı zamanda; düşünceler için başka mevziler de vardır elbette; kitaplar, broşürler, diğer yayınlar, sözlü iletişim araçları. Ancak dergi nedense düşüncelerin, fikirlerin, dünya görüşlerinin en keskin, en fazla rağbet edilen mercilerinden ve mevzilerinden biridir. Bir manifestodur. Dergi bir algının, fikrin, duygunun, görüşün, bakışın suretidir. Dergiyi var eden unsurlar arasında yazı, yazar, yayın, okur bulunmaktadır. Bu unsurların meydana getirdiği bir ahenktir dergi. Her biri anlamını bir diğerinde bulur. Biri yoksa diğerinin çok önemi yoktur. Yazı, yazarda; yayın, okurda anlam bulur. Dergi böylece var olur. Bir unsur çökünce dergi yalpalar ve ayakta 34

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


kalamaz, kapanır, ölür, dergiler arşivinde yerini alır. Şaşmaz bir şekilde dergi, ocak ve odaktır. Bir yazı ocağıdır. Her daim dumanı tüten, hayata kendisini katan, hayatla harlanan bir ocak. Ocakta pişen yazıdır; düşüncenin, edebiyatın canı ve kanı olan yazı. Yazı, derginin ocağında incelikli adımlarla bir ziyafete dönüşür. O bir haz, gaye, mutluluk ve sadeliktir. Yazı, ustanın ve çırağın ellerinde itinayla bir ziyafete dönüşür. Yazı, kişiye yazarlık vasfı veren bir tılsımdır. Dergi kapısından acemi ve ürkek giren kişiyi, bir yazar kılarak uğurlar tekrar. Âdeta ocağın etrafına dizilip nice masal, hikâye, ninni, türkü dinleye dinleye benlik kazanan, kişilikler edinen, sonra kendi yuvalarını kuran oğullara benzer yazarlar da. Dergi sürekli oğul veren bir kovandır; sürekli yuvalar ve evler kuran, sonra oğulları ve kızları o yuvalara gönderen sönmez bir ocak. Dergi bir idealdir, idealin, düşün yola koyulmasıdır. İdeal, derginin maneviyatı ve ruhudur. Onu besleyen, var eden, yola düşüren iksir idealdir. Her bir derginin kendine çizdiği rotada beliren bir ideal zorunludur. Yolu, yürümeyi, yazmayı, yayını belirleyen eksen budur. Ne ki hemen her durumda olduğu gibi dergi alanı da ideal ile reel olanın kesişmesine ve karşılaşmasına tanık olur. Hayatın hiçbir alanı kendisini bu can sıkıcı, kaçınılmaz, yaralayıcı, öldürücü yahut oldurucu karşılaşmadan kurtaramaz. İnsan ve her şey, bu karşılaşmadan geçmeden ömrünü tamamlamaz. Dergi, gerçeklik ile idealizmin, reel olanla irreel olanın, akıl ile duygunun, gönül ile zihnin kıyasıya karşı karşıya geldiği, birbirini tamamladığı, birbirini tükettiği, birbirine hücum ettiği bir er meydanı, kavga ortamı, hayat sahnesidir. Bu hayat sahnesi, idealin evrimini, idealin yok oluşunu yahut idealin nice imtihanlardan geçerek kendini gerçekleştirmesini sergiler. Bu yönüyle dergi de bir sınanmadır esasen; hayatın baştan sona bir imtihan olduğu gerçeğine dayanarak. Kimin imtihanı, okurun, yazarın, yazının; ustanın ve çırağın. Her bir unsur burada aşikâr olur, görülür, açık bir şekilde var olur. Bu meydanda herkes kendisini görür,

kendisini bulur. Herkes buradan kendi payını alır ve gider. Dergi ocağında pişen de olur yanan da, kül olup uçan da. Hayatın getirdiği iki sonuç dergide de görünür: Kazanımlar ve kayıplar; yenilgiler ve zaferler. Dergi kimine kutlu bir yazar olma yolunu açar; kimine kibir burçlarında bayrak sallamayı belletir. Dergi, bir toplumsallaşma birimidir. Bir derginin oluşması temelde birilerinin bir araya gelmesine bağlıdır. Birileri bir araya gelmedikçe derginin oluşması ve varlık hâline gelmesi mümkün değildir. Bu bakımdan insanların bir amaç, ideal, görüş için bir araya gelişlerinin sonucu olur dergi. Bir odak ve ocak hâline gelir, insanları etrafında toplayarak buluşma mecrası olur dergi. Ustalar, ağabeyler, gençler, çıraklar, acemiler, emekçiler, dizgiler, musahhihler, okurlar bu ocağın harlı ateşinin ve közlerinin etrafında buluşur. Toplumsallaşma ocağı, ister istemez pek çok şeye tanık olur: Gönenmeler, kızmalar, küsmeler, ayrılıklar, kopuşlar, pişmanlıklar, inşalar, buluşlar hep bu ocakta pişer, yayılır, dağılır. Dergi buluşmanın yeri olduğu kadar ayrılmanın da yeri olur. Ocak, kendince bir kültürü ateşler. Dergi, bir kültür halesidir. Nice duygu, düşünce, ritüel, davranış ve tavırların sergilendiği, paylaşıldığı, aktarıldığı bir dünya! Bir deneyim alanı, bir halleşme mekânı ve ortamı. Derginin mutfağı insana bütün bunları öğretir. Ona yol gösterir, ona yolun ve hayatın, yazının ve yazmanın, kitabın ve yazarlığın inceliklerini tek tek işaret eder. Kişi bu mutfakta, derginin ocağında dileğince beslenir ve gümrahlaşır. Sözün ve yazının gücüne tanık olur. Sözün ve yazının etkisini, şehvetini, sancısını duyumsar. Yürüyüşü değişir, bakışı değişir. Ne olacağı, hangi yoldan yürüyeceğini bundan sonra belli olur. Kültür ve düşünce ameliyesi olan dergi, düşünce hareketleri bakımından hep önemsenir ve merkeze konur. Hemen her düşünce hareketi bir dergi ile kendini duyurur ve yayar. Kültür ve düşüncenin kök salması, yayılması, tecrübe edilmesi bakımından dergi büyük işlevler üstlenir. Bir kültür ve düşünce mevzii olarak işler. Bir kültür ve düşünce kaynağı olarak sürekli kaynayıp durur.■

35

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Ufka bakan ve ufukta beliren kelimeler TANER TATAR

Gül-i gülzâr-ı kelâm-ı kadîm Bismillâhirrahmânirrahîm.

U

fku gözleyen ve ufukta beliren kelimelerim. Ufukta ülküm var, doğrulduğum yerde ülkem. Dilim, anne sütü kokan helâl Türkçem. Kelimeler, ufkuma bakan gözlerim. Dilime gelip de söyleyemediklerim, bin yıllık özlemlerim. Gel gör ki helâle haram karıştı, sakındığım gözüme toz kaçtı. Gözümü rahmetle temizlemeliyim. Hakikati kendi gözlerimle görmeliyim. Manzaramız kelimelerle çizilip, resme dönüşüyor. Ağaçları kelimeler yeşertiyor, kelimelerle “Erişti nevbahar eyyamı, açıldı gül-i gülşen; Çerağan vakti geldi, lalezarın didesi ruşen; Çemenler döndü ruy-i yare, reng-i lale vü gülden; Çerağan vakti geldi, lalezarın didesi ruşen”. Akıbet kelimelerle güz baharı doğuyor ve berk-i diraht i’tibârdan kelimelerle düşüyor. “Eşkden gönlümdeki odlara su”yu kelimeler saçıyor. Yâr demeden kalem elden düşmüyor. Ümitler kâh yeşeriyor kâh dalından düşüyor. Kelimeler, okuyanın penceresi, yazanın gördüğü hakikat. Her pencere, göze gerilmiş bir perde. Şeffaf perdeyi aralayıp da “Karın yağdığını görünce; Kar tutan toprağı anlayacaksın; Toprakta bir karış karı görünce; Kar içinde

yanan karı anlayacaksın” (Sezai Karakoç). Her bir perdeyi kaldırdığında, perdeyi anlayacaksın. Güneşe gerilmiş perdeyi yırttığında, her şeyi anlayacaksın. Ufkumuzda beliren kelimeler; baktığımız yerde değil, gördüğümüz yerdedir. Çatı tepemizden uçup duvarlar yerlere dökülüp de pencereler ortadan kalktığında, hakikatle göz göze gelinir. Hakikate bakan gözün pencereye ihtiyacı yoktur. Bakan ve bakılan birdir orada. Wittgenstein, “ dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” der. Sınırlı olan sınırlının içinde… Sınırsızı sınırlının içine sığdırmak ise mümkün değil. Dünyayı kelimelerle idrak eden Wittgenstein’ın sınırlı dünyasını dil inşa eder. Görebildiği, akledebildiği ve hissedebildiği dünyasının sınırları ise dilinin de sınırlarını çizer. Hayreti dile getirmek için önce hayret etmek gerek. Lambada titreyen alevin üşüdüğünü söyleyebilmek için görmek gerek. Görebilmek için de sevmek gerek. Ancak diline ve dünyasına dikenli tellerden sınır çekenler için dünya ne demek! Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir / ben kimem sâki olan kimdir mey-i sahbâ nedir (Fuzuli). Hayreti, hayret

36

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


İnsanlar gibi, ölmek için doğmuş metinler var. Mezar taşlarına kazınmış isimlerin rüzgârda aşınması gibi, silinmiş metinler var. Sonlu kalemler, hakikati birkaç damla mürekkepten ibaret sanıp sonsuzluğu inkâr edenler; ebediyeti gören kalemler, denizi mürekkep diye çekseler de hakikat karşısında aczini beyan edenler. uyandıracak bir tarzda anlatmak sanat demek. Taş u toprak arasında “ bile yapılmak”tan çok uzak duran, yapılmayı değil, yapmayı seçen bir anlayışın, kalpsiz dünyası! Kalpsiz, çünkü sınırsızlık ya da sonsuzluk kalpte gizli. Sonsuza yöneliş, aşk ile; aşksız olan gönül “misal- i taş”. Gönlü taş olanın dilinde ağu tüter. Gönlü aşk ile dolu olanın dilinden ise bal damlar: “Ballar balını buldum dükkânım yağma olsun” (Yunus Emre). “Yağ satarım, bal satarım, ustam ölmüş ben satarım”. Sözün balsa, gel onu ucuz satmaktan el çek, / Koyma ki, söz balına konsun o murdar sinek (Genceli Nizami). Yalçın Koç’un belirttiği gibi dil, hafıza ile muhayyilenin taklididir. Taklit imkânını, muhayyilenin temsil icraatı temin eder. Dolayısıyla dil bir cihetten “taklidî muhayyile”, bir cihetten de “taklidî hafıza”dır. Taklitte ve temsilde esas olan asıldır. Taklit ve temsil, “asıl”a bağlı olarak, taklit eden üzerinden ve temsil eden üzerinden ortaya çıkar. Asıl mevcut olmadan, taklitten ve temsilden söz edilemez. Dolayısıyla burada söz konusu olan aslın taklidi ve aslın temsilidir. Mesela aynadaki görüntü aslını temsil eder. Ayna karşısında duran kişi ayaktayken, aynadaki görüntü yani temsil, yere oturmaz. Bu bakımdan temsiller sadece sergi oluşturur. Hâlbuki Wittgenstein, “sergi”yi “dünya” zannetmiştir. Dilin imkânları, aynanın temsil imkânlarını aşar. “Basit önerme”, bir resimden ibaret olamaz. Resimlerle dünya kurulamaz. Zira resimler topluluğu sadece bir sergidir. Dil, takliden dünya tesis eder ki bu bizatihi asli dünya değildir. Dilin taklit imkânı, aynanın temsil imkânını aşar. Taklit eden vasıtasıyla oyun oynanabilir. Ancak taklidin bizzat kendisi, temsil

cihetinde “asıl”a dayanır. Bu itibarla “taklit”, bizzat “oyun” değildir ve dilin esası bir dildeki oyunla açıklanamaz. Hâlbuki Wittgenstein’ın fikriyatı, asli dünya ile taklidi dünyanın karıştırılması esasında gelişmiş ve dili mevcudun esası olarak ele almıştır. Derrida için de “metnin dışında hiçbir şey yoktur”. “Şey” metnin bizatihi kendisi midir? Ya bizatihi metnin kendisi yokluk ise? “Ol” deyince olduran, Kelâm’dan başka metin var mı? Metnin gücü “ol”durmaya değil ama oldurmuşluk zannına yetebiliyor. Sürekli yazılıp bozulan şu dünyada, kalem tutan eller, hükmün kendilerinde olduğunu vehmediyor. Yazanın metni ile okuyanın metni bir değil. Okuyanın metninde yazar yok değil. Lakin okuyanı yok saymak da gerçekçi değil. Metin, bildiği kadar bildirir. Okuyan bildirilenden fazlasını bilir. Aynı kelime ya da aynı dil, farklı kişilerde farklı dünyalar kurar. Tedrisata devam edenler İdris’in talebeleri; Hermeneötikçiler, kurnaz, yaratıcı (!) ve bir hırsız olan Hermes’in kulları! İlahları kendisine Rab edinenlerin kelimeleri, Hakikati yalanlayanların yanında yer alır; Allah’a isyan, “La” diyemediği ilahlara ise secde eder. Hakikati yokluğa vehmederken, ‘doğru’nun bulunmadığı zannıyla kelimeleri eğer büker. Başakların içerisine ayrık tohumu eker.

37

Ne doğruluk, ne doğru; Ne iyilik, ne iyi... Bahçende en güzel dal, Unuttu yemiş vermeyi... Günahın kursağında Haramların peteği! (Arif Nihat Asya)

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Saussure “ dil, düşünceleri ifade eden bir göstergeler sistemidir” der. Bir gösterge, anlamlı bir şekilde başka bir şeyin yerini tutabilen bir şeydir. Bir gösterge yerine geçtiği anda bu şey, ille de var olmak zorunda değildir. Bu sebeple Umberto Eco, “göstergeler doğruyu söylemek için kullanılabiliyorsa, yalan söylemek için de kullanılabilir” der. O hâlde dosdoğru olmak kelimelerde başlar, davranışlarla devam eder. Doğru, sadece kelimede kaldığında ise yalan olur. İlim, yalan söylemeyen dil; dil, içine doğruluk çekmiş, doğrulukla dolma kalem ister. Kalem, metni yazsa da tek değil. Kalem değil, kalemler; metin değil, metinler var. İnsanlar gibi, ölmek için doğmuş metinler var. Mezar taşlarına kazınmış isimlerin rüzgârda aşınması gibi, silinmiş metinler var. Sonlu kalemler, hakikati birkaç damla mürekkepten ibaret sanıp sonsuzluğu inkâr edenler; ebediyeti gören kalemler, denizi mürekkep diye çekseler de hakikat karşısında aczini beyan edenler. Ve silinmeyen metin: Kelâm; ezelî ve ebedî olanın kalbe inmesi. Söz bir Cenâb-ı Hâlık-ı kevn ü mekân bir (Nesîb). Yok olma kabiliyetini haiz ‘var’ız. Var olduğumuzu tasavvur ettikçe yokuz. Varlığı içine çekmiş yokluğuz. Yokluğun girdabında savrulan varlığız. Âlem seyreyler bizi, biz ise âlemi. Gökyüzü ile yeryüzü, ters yüz olur sürekli. Yeryüzünde halay çekeriz, gökyüzünde karşılar saba makamı bizi. Söyleyen miyiz, yoksa dinleyen mi? Ne fark eder, söyleyen de dinleyen de aynı değil mi? Yıldızlarda dolaşan hayaller, Hakikate seyelanda değil mi? Zühal’in halesine serdim seccademi. Orta Çağda Horeco, “Her şiir bir resimdir.” derken, 18. yy’ da Colbera, “Her resim bir şiirdir.” der... Şiir bir resimdir; resim bir şiirdir, ayrılık olmakla birlikte müştereklik mazrufa değil zarfa itibardadır. Resmetmek için şiir yazmak ya da resmi şiir gibi yapmak! Gözde olmak ya da görünür olmak! Hâlbuki zarf, mazruftan zarafet buluyor. Zarf güzel görünse de nihayetinde açılıp içine bakılıyor. Öyle ya, son bahar geldiğinde resimdeki gül yapraklarını dökmüyor; ilkbaharda kokusuyla bülbülü davet etmiyor: Gül-i tasvir bahar olsa da handan olmaz (Râşid). Söz söyleyen çoksa da candan olmaz. Taklit gerçekçi gö-

rünse de aslının yerine konmaz. Tasvir, hakikati gölgeliyor. Ancak zaten insan gölgeler âleminde gölgelenmekle meşgul! Nihayet görünen kadar, gören gözün hakkını da inkâr etmemek lazım. Nakışlarla işlenmiş cihana değil, Nakkaş’a yönelenlerin sözünde Hakikat var: Bir söz değdi yüreğime, bir söz değdi Müsvedde canım sözdeki her harfi sevdi. Sözdeki nefes değdi, ateş-i yel değdi Vesveselerimi aldı, estirdiği rüzgâra verdi. Hariçten değil, yaş içimden gözüme değdi Gitti diye korkardım, sevdiğim yâdıma geldi. Kâsedeki ab değil, dilime kan değdi Çekildi canım, bedenimi yere serdi. Kokun, boynu bükük bülbüle değdi Sözünde açan gül için figana geldi. Bir feryat koptu derinden, sesime lal değdi Can buldu canım da dilime Hay verdi.

di.

Söz savruldu, latif nefesinin kendisi değdi. Akıl uçmağa vardı, serimi gönlüme eğdi. Müsvedde canım, sözün geldiği hakikati sev-

Dil ile gönül aynı manaya gelir bizde. Dil, gönle bağlıdır bizim iklimimizde. Gönülde aşk, aşkta ise Hakikat vardır. Gönül konuşmaya, “Lâ” ile başlar, “bana seni gerek seni” ile devam eder. Çünkü âşık; Gafillere dünya gerek, akıllılara ahiret gerek,/ Vaizlere minber gerek, bana sen gereksin der (Ahmed-i Yesevî). İnsan gönlündeki her şeyi boşaltıp mekândan ibaret olmayan bu mahalli sadece ve sadece yegâne sahibine terk eder. “Lâ” deyip “İllallah”a şeyda olur: “Nam ve nişan hiç kalmadı, “Lâ... -La...” oldum; Allah zikrini diye diye “...illâ...” oldum; Halis olup, muhlis olup “...lillah” oldum; “Fena fillah” makamına geçtim ben işte.” (Ahmed-i Yesevî)

38

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Dil, takliden dünya tesis eder ki bu bizatihi asli dünya değildir. Dilin taklit imkânı, aynanın temsil imkânını aşar. Taklit eden vasıtasıyla oyun oynanabilir. Ancak taklidin bizzat kendisi, temsil cihetinde “asıl”a dayanır. Bu itibarla “taklit”, bizzat “oyun” değildir ve dilin esası bir dildeki oyunla açıklanamaz. Levinas, akıl dilde yaşar der. Akla hitap eden dil öyledir. Akıl, bilginin sarayı (Yusuf Has Hacib), tacı başa takmalı; bilgili sözün delili kuvvetli olmalı. Delili kuvvetli olan bir sözü/ Anlamak istemeyen bedbahttır özü (Genceli Nizami). Lakin Aklına akıl deme sözüne delil deme / Çünkü kurtaramazsın nefsini emmareden (Kaygusuz Abdal). O hâlde bilginin sarayı olan akıl, gönül malikânesinin bekçi kulübesi. Asıl gönlü açık olanlar anlar her sözü. Gönülde demlenmeyen söz, aklı tam olsa da manası hamdır. Bin safsata bir mısra-i bercesteye değmez/ İndimde esâtîr-i Felâtun hezeyandır (Yenişehirli Avni Bey). Barthes’a göre dil ötekini ten tene temas kadar etkiler, bu sebeple dil bir deridir. Lakin deri çatlamış, zira can kurak. Her şeyi zahirde arayan Batı, dili de görünür kılmak ister. Dokunamadığını yok sayan anlayış, dili ete deriye büründürünce var sayar. Etkinin doruk noktasının temasta yaşandığını vehmeder. Hâlbuki dil tenden içeridir. Tenle anlatılamayan dilde dile gelir. Arzular, tende nihayet bulur; düşünce, sözde can bulur. Sözün kanatları var kuş gibi ince ince/ Dünyada söz olmasa, neye gerek düşünce? (Genceli Nizami). Tuğrul’un kanatlarında göğe yükselen can, aşka düşünce; dil susar, sessizlik feryat olur; insanın bütün azaları konuşur; söz, göz-el olur: Elimde, sükûtun nabzını dinle, Dinle de gönlümü alıver gitsin! Saçlarımdan tutup, kor gözlerinle, Yaşlı gözlerime dalıver gitsin! (Necip Fazıl) Ten tene konuşunca serbest oluruz. Tenden içeri sohbet başladığında, özümüz gürleşir, öz-

gür oluruz. Cana, kalbe, aşka dokunan sözlerle dokur, dokunur ve dokunuluruz. Kâh akla uyar, tercüman olur söz; kâh ilham ile gönle dolar söz. Sözü bişürüp diyenin işini sağ ede bir söz (Yunus Emre). Lakin Söz bayrak kaldıranda ilham dolu gönülde/ terennüme söz bulmaz sözlü ağız da, dil de (Genceli Nizami). Gönlü dökülür damakhanesine, dil aciz kalır; pişer orda kelimeler, söz menzile veciz ile varır. Kelimeler kulaktan dolarken zihinlere, menzile varmak için birbirileriyle yarışır. Zihnin rahminde büyür oraya canlı varabilenler. Her kavuşma yeni bir doğum olur. Ölü doğanların salasını dinleyen okur. Quine, “Dil bir sosyal sanattır.” der. Esasında aklın süsü dil, dilin süsü söz; Kişinin süsü yüz, yüzün süsü de gözdür (Yusuf Has Hacib). Sanat ölçülü olmak demektir. Her söze bir kantar, ölçü gerektir/ Gevezelik yükünü çeken eşektir (Genceli Nizami). Sanat, gülşende biten nadide kelimelerin musikiyle izdivacından doğar. Lakin Gül-i ter sonra gelir gül-şene evvel has u hâr (Lâ-edrî). Zira güzellikle söylense de hakikatli söz cana batar. Zaten Bu gülşen içre gül mi biter hârı olmaya (Sezayi-i Gülşenî). Sanat olur mu hiç süs olsa da sözde; meğerki kalbe dolmaya! Gül var mı ki bu gülşende; güz baharı gelip de dalında solmaya! Kaldı ki Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su (Fuzulî). Sanat sensin, sanatkâr sen, canım efendim; şair bana deseler de dilimden dökülen sensin efendim. Sana gelişim sensiz değil; seni vesile kıldım sana, kabul buyur efendim. Güzel sensin, güzellik senden, bilirim; bana ikramın şanındandır efendim.

39

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Anın için inilerim.

Sana dildadeyim cânım efendim Bana rahm eyle sultânım efendim

Şol dülgerler beni yondu Her azâm yerine kondu Bu iniltim Hak’ dan geldi Anın için inilerim.

Değildir hal-i dil takrire hâcet Bilirsin dilde pinhânım efendim

Dağdan kestiler hezenim Bozuldu türlü düzenim Ben bir usanmaz ozanım Anın için inilerim.

Seni bildim seninle sana geldim Budur tahkik-i îmânım efendim Firâkın nârına zerre tahammül Ne sabrım var ne dermânım efendim

Suyu alçaktan çekerim Çeker yükseğe dökerim Ben Mevlâ’yı zikrederim Anın için inilerim.

Sezâyî derd-i mendim dilde tâbım Yanar âteşte her yanım efendim (Sezayi-i Gülşenî). Yandığım ateşi sen saldın efendim. Sana isyan eden kelimeleri senin ateşinde yaktım efendim. Narına secde ettim, alnımda izi kaldı ateşten seccademin. Sadece: Efendim. Rahmanın nefesi duyulur, harfler kelimelere, kelimeler sözlere dökülünce. Sırra vakıf olan derdini bir kamışa söyler; ney olup iniler kamış, kesilince. Makam üstüne makam üflenir; yardan yaralanıp derman dilenince. Boynunu bıçağa uzatır; dermana ferman gelince. Derdi olanın iniltisi Hak’ dan gelir; suyunu alçaktan çeker, yükseğe döker, dolaba layık görülünce: Dolap n‘için inilersin Derdim vardır inilerim Ben Mevla’ya âşık oldum Anın için inilerim. Benim adım dertli dolap Suyum akar yalap yalap Böyle emreylemiş Çalap Anın için inilerim. Beni bir dağda buldular Kolum kanadım kırdılar Dolaba lâyık gördüler Anın için inilerim. Ben bir dağın ağacıyam Ne tatlıyım ne acıyam Ben Mevlâ’ya duacıyam

Âşık Yunus eder ahı Gözyaşı siler günahı Hakk’a âşıkım billâhi Anın için inilerim. (Yunus Emre) Sırrı içinde saklayamayan, kanıyla abdest alır, söyleyince; sırlar ifşa olur, onu örten derisi yüzülünce. Nice Molla Kasımlar sıraya dizilir; sigaya çekilir insan, sözü eğri büğrü söylemeyince. Var olmak mümkün değil, Halik “ol” demeyince; insan dirilemez bu dünyada, ölmeyince. Hakikat, iştiyak duyan kalbe damlar; dil tercüman olur, söyleyince. Ya ben öleyim mi söylemeyince. Söyleyene değil söyletene bakmak gerek, eğer dilde can varsa. Bülbüle ‘ âlem kafesdür ger gülistân olmasa (Adnî). Dut yer bülbül, kalbinde tuttuğu gül olmasa. Bildim, hakikî sanatkârlık; ‘sahip olmak’ değil ‘olmak’mış. Nihayetinde Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış/ Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış (Necip Fazıl). Dilden dökülecek kelime kalmadığında son sözle kıyamet kopar. Sur üflenir, ney susar. O gün ki, bugünden sorula; “Anmaz mısın sen şol günü cümle âlem uryan ola/ Ne ata oğula baka ne kardaştan derman ola. Dağlar yerinden ayrıla heybetinden gök yarıla/ Yıldızın bendi kırıla yere düşe perran ola” (Yunus Emre). Bidayette de, nihayette de “aşk ola”.■

40

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


STANDARTTAN SAPMANIN MANZUM HİKÂYESİ Duydun mu bak, gazetelere düşecek bunlar Her gün kızıl kıyamet Ben bu kapı önünden beri buradayım Yetmiş yılı geçtim anlayacağın Şişşt… İşi varmış, hıh… Lafımın kesilmesini sevmem (Bir de yokuşta nefesimin) İki el ateş edildi mi edildi Peki, kız ne demeye kaçmadı Oğlan içine ata ata Retinası çürük gözlerinin Tamamını anlatamam tabii Çocuk duyarsa yetiştirir Kalın bir ansiklopedisi var Yazıverir ilgili maddesine Daha öncede yine bu sokakta (Nevresimleri asarken öğle sonu balkonda Çiçekleri değirmi, Gülten’in görümcesi vermişti Gülten’i nerden bileceksin) Sigaram sönmüş bak Hediyee koş Anası babasını yedi Dertten yedi Kızda afralar tafralar Güneşte tahtı var (nedir ne olacak bu kilim) Ayak seslerini gizleyince geç vakit Tabii genç delikanlı şüphelenir her bi şeyden Gel de laf anlat (beton soğumuştur şimdi) Bu tarafa doğru konuşa konuşa gittiler Başka da bir şey duymadım Hediyeee!

SEVAL KOÇOĞLU

41

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


EL FALI -YA DA- MESAFE Kaç kez yıkadım ruhumun tuzunda Kaç kez geçirdim kollarımın merdanesinden Arınmadı Semaya dönük / yüreğime uzaktı ellerim Oysa avucunda yüzünü gören olmalıydım Hayat çizgisinde iz süren Ağır geliyor da kütlesi cahil yanımın Lakin konulduğu kabın şeklini almıyor akıl Bu yüzden parmaklarım suç aleti Tırnaklarım etime tuzaktı Mevzubahis aşklarda dikenlerin muhabbete mani oluşu Havsalama kuşlar kadar uzaktı “Hicret görünüyor” dedi falcı İşte gün ay ve takvim Alın teriyle tuzlanmış tenimi serdimse de yoluna Kırk secdenin birinde değişti kıblem Anladım ki ‘hicret benden bana’ Kâbe yakın uzak olan bendim Âdem’in sesiydi göğsüme çarpıp dönen “Yeni bir sürgünün eşiğindeyim Sıklaştıkça insanlar Kötüsü çok iyisi az dört mevsim Dünyanın çiçek bozuğu yanağından usanmadık”

MAHMUT BAHAR

42

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


EŞİK AĞRISI Bir yol bir yola sığınır sen içindeki dağdan İnersin ellerinden bir ülke çiçeklenir Bir yol bir yoldan ayrılır; renklerinle gülümse Söylendi mi, ayrılık insanın adresidir. Bir yol bir yola karışır, bir ırmak bir ırmağa Bir yol bir yola bağlanır, kişi eşittir zincir Bağ budama mevsiminde annemiz, ellerinde Bir asma çubuğuna saklıyor rüyasını O rüyadan kardeşlerim, başka yeşil yorumlar Başka bağlar çoğaltıyor yeryüzü mayhoş tatlı Çardağımızda serinlik şarabımızda kekre Gidebilsek, nereye, bir bağ tutkusu Bir kabuk yarası ilk, gidebilsek nereye… Yürümek güzel Allah’ım verdiğin büyük nimet Hamdolsun en eskiye, hamdolsun en yeniye…

MEHMET AYCI

43

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Dergiler fikrin mezarlığı olmamalıdır MUHSİN İLYAS SUBAŞI

D

ün çok az sayıda dergi çıkıyordu, ama kalite vardı. Yazılandan, yayınlanandan kültürümüz adına bir birikimin billur ırmaklarını görebiliyorduk. Ortak duyarlılık anlayışının getirdiği sorumluluk insanları ayrı dergilerde de olsa bir arada tutabiliyordu. Bugün, hemen her ilde baskı kalitesi güzel, ama mahiyeti zayıf birçok dergi çıkarılmaktadır. Bu, niye böyle oldu? Yazan çoğaldı, dolayısıyla yayın da arttı. Yazdığını yayınlanmış görmek isteyenler kaliteden çok imzalarının sınırına kendilerini kilitlediler. Tabii, kantite, kaliteyi getirmiyor bu yüzden. Bunun içindir ki, yayınlanan, şiirler, hikâyeler, denemeler, eleştiriler ses vermiyor. Popüler kültür dediğimiz magazinleşmiş edebiyat mahsulleri, insanın anına cevap verebilir, ama geleceğini kuşatmaktan çok uzaktır. Çünkü bu tür yayınların hayatımızın derinliğini kuşatacak bir sosyal muhtevası yoktur. Hayatın detayına yayılacak bir diriltici sıvı gibi bütün eklemlerini besleyecek

nitelik taşımamaktadır. Bunları derken, yayınlanan bütün dergileri toptan bir mahkûmiyetin kalın örtüsü altına itelemek istemiyoruz. Elbette buna rağmen, iyileri de vardır. Ne var ki, kötünün tezgâhına ürününü asan adam iyilere yanaşamadığı için kendisini geliştirememekte ve böylece iyilerin ürünleri de etki alanı bakımından bir talihsiz alana çekilmektedir. Sonra dergiler, mahiyeti itibariyle bir bütünün fotoğrafını verdiği için kötülerin fazlalığı iyileri de gölgede bırakabilmekte ve bize göre işin vahameti de burada başlamaktadır. Gündeme “Dergi Vakıası”nı almaya kalkıştığımız zaman böyle kaygılı bir girişi gerekli gördüm. Bunun sebebi, belki de bizlerin mesafe almasında, o geçmişin az ama nitelikli çabaları yanında bizim neslin de fedakârlığı, kolektif şuuru önem taşıyordu. Yeni nesil, dergi çıkaran, eserleriyle bir yerlere gelmek isteyenler, bunun sadece kendi etrafında dönmekle bu işin olmadığını anlamaları için ve

44

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Dergiler, mektep de olsa, tefekkür kaleleri de kabul edilse, aktüel meselelerin üzerinde aktif fikrî üretim ve aksiyon ortaya koyamıyorsa, mesafe almaları mümkün değildir. Orijinal düşünce ile hareket, dergilerin ideal hedefi olmalıdır. Dergiler istimlâk edici yazarların gösteri alanı değil, imar eden edebiyat adamlarının sesi hâline getirilmelidir.

geleceğe, eskilerin tabiriyle ibret-i müessire, yenilerin tabiriyle de bir ‘rol model’ olması bakımından bundan söz etmekte fayda vardır diye inanıyorum. Dergi sadece yazılanı yayınlayan aracı bir mevkute değildir. Şimdi bu dikkat noktasından meseleye bakabiliriz: 1979-81 yılları arasında “Küçük Dergi”yi çıkardım. Bu derginin çıkıp kapandığı tarihten bu yana arkamda 35 yıla yakın bir zaman var. Dergiyi çıkarırken bir taraftan Hisar’a, Hareket’e, Türk Edebiyatı’na, Töre ’ye ve Millî Kültür’e de ürünlerimi gönderip yayınlatabiliyordum. Kendi açımdan eserlerimin neşri konusunda hiçbir sıkıntım yoktu. Böyle geniş bir kabul ortamıma rağmen, niye bu dergi için öncülük ettim? İnanıyordum ki, dünya Muhsin İlyas’tan ibaret değildi! Benim ideallerim olduğu kadar, arkamdaki nesle karşı da yükümlülüklerim vardı: Birçok genç insan ya da verimli, ama önünü açamamış kabiliyetler vardı. Onların da varlıklarını hiç olmazsa bu dergiyle edebiyat ortamına taşımaları gerekiyordu. Böyle bir sorumluluk o yılların çok sınırlı imkânları içinde sırf bu yüzden Küçük Dergi’yi doğurdu. İşe önce küçük bir grupla başladık, birkaç sayı sonra yük tamamen benim üzerime kaldı ve böyle bir ihlaslı niyet için bir gazetede editörlük yaptım ve bunun karşılığında bu dergiyi çıkardım. Bugün, gururla söyleyeyim, birçoklarının yazılarını, şiirlerini hem kendi dergimde değerlendirdim hem de diğer dergilere gönderip yayınlanması için aracı oldum. İnanıyordum ki, paylaştıkça büyüyecektik. Ayni idealleri taşıyan insanların müşterek hareketi bir şuurlaşma hâdisesine dönüşmezse mesafe almamız mümkün değildi. ‘Ben merkezli’ her türlü çaba evvela işin merkezine kendisini alan insanı bitirir. Bunun farkındaydım ve ortak hareket etmenin zaruretine inanıyordum. Daha sonraki yıllarda kendilerine böyle hizmet ettiğim insanlardan, bunun vefa hukukundan faydalanabildim mi? Kesinlikle hayır! Hatta eserlerimin sayısı arttıkça bunların bir kısmından kıskançlığın ötesinde düşmanca davranışlar bile görmeye başladım. Meselenin önemli tarafı da bunun böyle olacağını bilerek karşındakine el uzatmaktı. Ha, böyle bir fırsatın oluşturulmasına rağmen, burada yazıp yayınlayanlardan Türk edebiyatına kazandırdığımız isimler oldu mu? Şöyle göğsümüzü gere gere olduğunu söyleyeceğim pek fazla isim çıkmadı maalesef. Çünkü birçoğu bu işi bir heves gibi algıladı, bir atımlık barutu olanlar 45

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


onu kullandıktan sonra kendilerini yenileyemediler, edebiyat ortamını takip edemediler, okumadılar. Böylece de verimli şair ya da yazar olamadılar. Dergi iki yılını doldururken bu gerçeğin hayal kırıklığına uğrayınca kendim için dergi çıkarmanın bir anlamının da olmayacağını düşündüm, zaten, yukarıda da sözünü ettiğim gibi ürünlerimi yayınlama problemim de yoktu, bu yüzden yayına son verdim. Bu hayal kırıklığına rağmen, böyle bir ortamın sağladığı ayrıcalıklar olmadı mı, oldu elbette. Sanırım, bizim en büyük kazancımız buydu. Şimdi burada ondan söz etmek isteyeceğim. Bunu yaparken de; ‘bakın görün, ben menem fedakâr bir edebiyat şövalyesiyim’, demek istemiyorum. İnanıyorum ki, canlı edebiyat ortamı diyebileceğimiz dergi yayınları özel bir kamuoyu oluşturamazsa, mesafe almaz. İnsanların birbirlerine karşı bağımlılıklarının fark edilmesi ve bunun gereğinin yerine getirilmesi hâlinde neleri başarabileceğimizin bir küçük örneğidir, ama etkili ve kalıcı bir örnektir bu. Böyle düşündüğümüz zaman gelişeceğimizi, böyle davrandığımız zaman büyüyeceğimizi göstermek için anlatacağım bunu. Değilse, bu yaştan sonra benim şöhrete de iltifata da ihtiyacım yok. Önce düşündürücü bir olayı nakledeyim burada: Hisar’da birlikte şiirlerimiz çıkan bir genç şair dostum, o yıllarda birden Varlık dergisinde yıllardır şiiri yayımlanan Hisar aleyhinde bir yazı yazdı ve o tarafa geçti. Okuyunca şaşırdım, hemen kendisine ulaştım; “Niye böyle yaptın?” diye sordum. Verdiği cevap anlamlıydı: “Ağabey, bu dergide yazarak bir yere varamayacağımı anladım. Çünkü sizin kesim insanı yüceltmek yerine önünü kesmeye çalışıyor!” Bu, onun görüşüydü, ama içinde bazı gerçekleri de barındırmıyor değildi. Bu tepki karşısında diyeceğim bir şeyim de yoktu. Bugün bu şair, o tarihten bu yana, arasında bulunduğu kesimden bir düzinenin üzerinde ödül aldı, kitaplarını önemli yayınevlerinde bastırmayı başarabildi. Kendi yayınevini kurdu ve dergi çıkarmaya başladı. Bizler ise birbirimizle de boğuşmaya, hâlâ kendi kompartımanımızda yalnızlık türküsünü söylemeye devam ediyoruz. Şu bir gerçektir ki, biz, ‘beni görmeyeni ben de görmem, benim önüme geçene de tahammül gösteremem’, ilkelliğine kapılır ve birbirimize sırt dönmeye devam edersek bu alanda varlık hâline gelmemiz oldukça güçleşecektir. İşte, bu ıstırap verici durumun vahametini gördüğüm için çevremle yetinmedim ve dışarılara kadar el uzatmaya gayret gösterdim. Bunu

fark edenler de oldu tabii. Şimdi birkaç örnekle meseleyi biraz genişletmek istiyorum: 1980 öncesi, kardeş kanının ayaklarımızın altına geldiği netameli senelerdi. Bizler bir taraftan eserlerimizi üretirken öbür taraftan kendi varlık sebebimize bağlı olarak, karşımızdakilerle mücadele hâlinde idik. Türk Dil Kurumu, sol’u besler nitelikteydi. Oraya çöreklenmiş bir kadro, dil ırkçılığı adına güzelim Türkçemizi budama çabasındaydı. Bunlar işi öylesine ileri götürmüşlerdi ki, 1980 ihtilâli olmuş ve bir sükûnet sağlanmış olmasına rağmen, 1981 yılı şiir ödülünü, 80 öncesi kargaşasında öldürülen TÖB-DER İstanbul Şubesi Başkanı’nın adına kitap çıkaran ve askeri rencide edici ifadelerin yer aldığı “Taliplerin Ağıtı” isimli kitabın şairine verdi. Kitabı temin ettim, okudum; ürkütücü ifadeler vardı. Bir süre bekledim, bizim kesimden birisi bu meseleyi ele alacak mı diye. Baktım, kimse oralı olmuyor. Oturdum, “Türk Dil Kurumu Ödül Verirken Neye Talip Oluyor” başlığıyla bu kitabı deşifre eden uzunca bir yazı yazdım. Küçük Dergi yayındaydı. Bu yazıyı burada yayınlayabilirdim. Onu yapmadım, çünkü burada yer alacak bir yazının Türk kamuoyunda arzulanan yankıyı bulması ihtimal dâhilinde değildi. Türk Edebiyatı dergisine gönderdim. Rahmetli Ahmet Kabaklı Hoca, bunu önce Tercüman’daki kendi köşesine taşıdı, sonra da dergisinde yayımladı(1) ve “Trabzonlu Delikanlı” başlığıyla şunları yazdı: [Dil Kurumu, 1980 dil ödüllerini, hangi anlaşılmaz ve bayağı eserlere vermiştir? Nazlı Ilıcak’ın ve bizim sütunlarda, onlardan bazı parçalar vererek açıklandı. “Yaşayan Türkçemiz” adlı üç ciltlik kitaba da bakınız, örnekler göreceksiniz. Dikkat ediniz, TDK, Atatürk’ün yani milletin mirasından aparılmış bu para ödüllerini 12 Eylül’den tam iki hafta sonra (26 Eylül 1980)… 12 Eylül hedeflerinin burnuna güler gibi bir kara sevda, kara dâvâ cüretiyle vermiştir. Bu kara dâvâ cüretini, bilhassa, bu yıl, “Trabzonlu Delikanlı” adlı kitabın sahibi Yaşar Miraç’a verdiği “Şiir Ödülü”nde göstermiştir. Ödül alan bu basit slogan yırcısı ve sözde eserleri üzerine yapılmış güzel bir incelemeyi, “Türk Edebiyatı” dergimizin gelecek sayılarında, kıymetli şair, yazar Muhsin İlyas Subaşı’nın kaleminden okuyacaksınız… “Trabzonlu Delikanlı”sına Türk milletinin parasından ödül verilerek “yılın şairi” ilan edilen o aldatılmış çocuğun, 1980 tarihinde yayınlanan “Taliplerin Ağıdı” kitabından Subaşı’nın tespit etti-

46

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


ği bazı bölümleri şiirden anlayan ve milletini seven kimselerin insaf ve izanlarına sunacağım. “Taliplerin Ağıtı”ndaki 17 parçanın hepsi, bir terörist ve teröristler için ağlamaktadır. Aşağıdaki parçaları 1980’de kızıl anarşistler ve eşkıyabaşıları için döktüren bir acemi militana, hem de 12 Eylül 1980’in ikinci haftasında Atatürk’ün mirasından “ödül” verin Dil Kurumu ve onun kafadar seçicileri acaba hangi maksadı güttüler? Siz, böyle bir yuvaya, hâlâ “Atatürkçü bir dernek” diyebilir misiniz? Türkiye’de “anarşinin kültür hücreleri”ni arayanlar, acaba, Atatürk’ün mirasını, anarşi, çirkinlik ve bozgunculuğa dağıtan kurumlar üzerinde ne zaman duracaklar? Buyurun ödül alan “delikanlı”yı: “Kızıl mayası oğul onbeşler bu denizin” (s.14.) … “Tabancaların sapına gül değil kızıl karanfil takın çakıl uşakları” (s.53.) … Bu da Nurhak dağlarında devletin askeri ile çarpışan, “kır eşkıyası” “Sevgili Yoldaş”ları için yazılmış: “Taratma ile ateş açtılar Gencecik yiğitleri biçtiler Sinan Cemgil ile arkadaşları Kesilmiş dal gibi yere düştüler (s.59.) … Türkiyem ve halkların Usanılmaz kaynağı. (s.17.) … “Talibiz biz hepimiz, Bu kavgada bu yolda Düşenlerin yerini Doldurup yürümeye” (s.63.) İşte Dil Kurumu ve işte ödül verdiği “slogan yırcısı”… ve İşte… “Atatürk’ün kurduğu cumhuriyeti” yıkmak için savaşan anarşistleri besleyip hâlâ da “Atatürk”ü millete ve devlete karşı silah gibi kullanmaya kalkan kurumlar faciası… (2)] Bu yazılardan sonra dönemin Atatürkçü otoritesi, Atatürk’ün kurduğu bu kurumu kapattı. Dil üzerinden yıllardır sürdürülen bir olumsuz kızıl propagandanın böylece önüne geçilmiş oldu. Benim bu girişimimi Yeni Sözcü Dergisi’nde yer alan aşağıdaki yazıdan başka gören ve dillendiren olmadı: [Bir şeyler çok hızlı bir gelişme gösteriyor. Bakıyorsunuz olayların arkasından bile yetişmek mümkün olmuyor. Bir gün uyanıyorsunuz,

Türk Dil Kurumu’nun mükâfat verdiği bir şair tutuklanıyor; ertesi gün uyanıyorsunuz, kurumun otuz yıllık üyelerinden biri istifa ediveriyor. Bakalım, Türk Dil Kurumu aleyhine gelişen bu olaylar hangi noktada duracak? Gerçi, Dil Kurumu’nun durması, dinlenmesi beklenemez, ama son on-on beş yıldır giderek hız kazanan atakların, şu sıralarda iyice yavaşladığı da gözlerden kaçmıyor. İtiraf etmekte fayda var: Klasik sağ çevreler olayı her zaman olduğu gibi dışından seyretmekle yetinmişti. Gazetelerde görüyorlar, okuyorlar fakat işin aslı-faslı nedir diye araştırmak gereğini bile duymuyorlardı. Fakat Kayserili dostumuz Muhsin İlyas, meselenin altında neler yattığını merak ederek, eseri incelemiş. Kendi dergisi olan “Küçük Dergi” yerine, Sayın Kabaklı’nın çıkardığı “Türk Edebiyatı”na bu konuda bir yazı göndermiş. “Türk Edebiyatı”nın şubat sayısında (Sayı: 88),”Dil Kurumu Ödül Verirken Neye Talip Oluyor?” yazısı çıktı. Bu yazı, Muhsin İlyas Subaşı’nın!... Mesele buradan patlak verdi. Arkasından Sayın Kabaklı 2 Mart tarihli sütununda “TDK’dan ne Haber!” başlıklı bir yazı neşretti. Dil Kurumunun Sanata ve edebiyata değil, anarşiye hizmet ettiğini vurguladı. (3)] Bu mesele bugün küçük bir ayrıntı olarak görülebilir mi, bilemiyorum? Aslında o tarihlerde tarihî bir hâdiseydi. Çünkü kültürde âdeta cephe savaşı verilen bir dönemde, sol kesimin yuvalandığı bu kurumun büyük imkânları kullanılıyor, ödüller veriliyor, yayınlar yapılıyordu. Atatürk gibi bir isim vardı arkasında. Kendileriyle uğraşanları ‘Atatürk düşmanı’ ilan etmek gibi bir tehdit sopasıyla meydanlardaydılar. Böyle bir kurumun ipini çekenlerin zaaflarını yakalamak öyle sıradan bir iş değildi. Bu olaydan sonra, sanırım kurumun imkânlarının kaybedilmiş olmasından rahatsız olan kesim bu defa, Hürriyet ve Milliyet gazetelerine iki dergi çıkarttırmayı başardılar. Hürriyet “Gösteri” adıyla, Milliyet de “Milliyet Sanat” adıyla yayın hayatına girdi. Bu iki dergi de baskı tekniği bakımından fevkalade güzeldi. Türk Edebiyatı dergisi o yıllarda ders kitabı ebadında tipo baskılı küçük bir dergiydi. Derginin bu yapısı camia algısı bakımından bende ciddi bir rahatsızlık meydana getiriyordu. Bir gün oturdum, Tercüman gazetesinin sahibi

47

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Kemal Ilıcak’a uzunca bir mektup yazdım. Mektubumda özet olarak, şu görüşleri dile getirdim: “Muhterem efendim, Bugüne kadar millî meselelerimizde önemli hizmetler yaptınız. Sizlere medyun-u şükranız. Ancak, hitap ettiğiniz kesime karşı sorumluluğunuz gazetenizle sınırlı olmamalıdır. Bu insanların kültürel altyapısını oluşturacak 1001 Temel Eser seriniz de yeterli değildir. Dergiler, daha etkili ve bir ay boyunca okuyucunun elinde, kendi gündemini koruyan bir yayın organıdır. Kendileriyle rekabet ettiğiniz iki gazete, büyük atılım yaparak iki ayrı dergiyi birden yayın hayatına soktular. Ya Hürriyet ve Milliyet’in yaptığı gibi o evsafta bir dergi çıkarma, ya da gazetenizde tek başına bir ordu çapında sola karşı mücadele veren, Yazarınız Ahmet Kabaklı Bey’in dergisini o kaliteye taşıma yükümlülüğünüzün olduğuna inanıyorum. Dergi çıkarmanız şu ortamda belki imkân dâhilinde değildir. Ancak Kabaklı Hoca’nın Türk Edebiyatı dergisi, ilginizi bekleyen önemli bir değerdir. Takdir edersiniz ki bu talebimiz, onlar karşısında sizin prestijinizin korunması ve savunduğunuz değerler bakımından da ciddi bir sorumluluktur. Ben şahsen, o dergiler karşısında bizim yetersizliğimizden hüzün duyuyorum, bizi böyle bir eziklik içinde bırakmamalısınız. Tercüman’ın sürdürdüğü kahramanca mücadelenin besleyici ayağı olacak dergileri korumanız sadece bir insanî yükümlülük değil, ayrıca İslami bir vecibedir. Çünkü okuyucunuzun eğilimi bu yöndedir ve onları irşad etmek görevini Yüce Yaratıcı size nasip etmiştir. Bu önemli fırsatı, hatta onuru verime dönüştürmeniz için bir uyarı yapmak istiyorum. Mektubumu lütfen böyle değerlendiriniz. Selam ve muhabbetlerimle efendim. Muhsin İlyas Subaşı” Rahmetli Kemal Ilıcak, bana birkaç ay sonra; 30. 4.1981’de cevap verdi: “Sayın Subaşı, 24.12.1980 tarihli mektubunuzu ancak bugün cevaplayabiliyorum. Bunun sebepleri çok. Fakat şu anda yazmak istemiyorum. Nasip olur karşılaşırsak anlatırım. Özetle: Sizin mektubunuzdan sonra iki şey yapmaya çalıştık. Birincisi Ahmet Kabaklı’nın başında bulunduğu mecmuayı düzelterek desteklemek, ikincisi de gazete içinde bir sanat sayfası açmak. Kâfi mi? Tabii ki değil. Ama şimdilik ancak bu kadar olabildi. İnşallah ileride daha başka düşüncelerimiz olacak. Size en samimi

hislerle teşekkür etmek istiyorum. En kısa zamanda görüşmek ümidi ile selam ve hürmetlerimi sunuyorum. Kemal Ilıcak” Bu mektuptan hemen sonra da Türk Edebiyatı dergisi tamamı renkli ve ofset olmak üzere Tercüman tesislerinde basılmaya başlandı. Samimiyetimle söylüyorum, ilk adımını attığım bu iki önemli oluşumun ve daha buna benzer birçok girişimimin hiçbirisini, itibar kredisine dönüştürmedim. Bunu, bir idrak etme ve gereğini yerine getirme sorumluluğu olarak gördüm. İnanıyorum ki, var olabilme ideali günümüzde bile bir cephe mücadelesine dayanmaktadır. Bunu, tek başına kimse bir yerlere taşıyamaz. Bakınız, bir camianın yıllardır başaramadığını iki kişinin ortak hareketi sonuca götürmüş ve bunu da Türk Edebiyatı ve Küçük Dergi vasıtasıyla gerçekleşebilmiştir. Burada çok önemli bir husustan da söz etmeyi gerekli görüyorum: Dergiler, mektep de olsa, tefekkür kaleleri de kabul edilse, aktüel meselelerin üzerinde aktif fikrî üretim ve aksiyon ortaya koyamıyorsa, mesafe almaları mümkün değildir. Orijinal düşünce ile hareket, dergilerin ideal hedefi olmalıdır. Dergiler istimlâk edici yazarların gösteri alanı değil, imar eden edebiyat adamlarının sesi hâline getirilmelidir. Toplumu çürüten bilgi kirliliğinin ayıklayıcısı bence dergilerdir. Dergiler, sosyal hayatın realitesi ile kendi yayın ilkelerinin örtüştüğü noktaları beslemeli, açıkta kalan kısımlara da inşa edici yol haritaları sunmalıdır. Ufuklu olabilmenin yolu budur. Günümüzde çok sayıda dergi çıkmasına, hatta illerde bile birkaç dergi birden neşredilmesine rağmen, çoğu zaman kaliteyi ortaya koyamamasının da ana sebebi böyle bir kabulden uzak olmalarındadır. Herkesin söylediğini söyleyerek, herkesin yazdığını yazarak hangi şair ve yazar nereye gittiyse, günümüzün kalem sahipleri de oraya varacaklardır. Dergiler bu yönüyle fikrin mezarlığına dönüşürse hem yazanlar için hem de yayınlayanlar için yıkım olur diye korkuyorum!■

48

_______________________ 1 Türk Edebiyatı dergisi; Şubat 1981, Sayı 88. 2 Tercüman gazetesi, 17 Ocak 1981. 3 Yeni Sözcü dergisi, 9 Mart 1981.

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Şehir dergileri MEHMET KURTOĞLU

Derdi olmayan şehrin dergisi olmaz. Derdin büyüklüğü derginin büyüklüğüyle orantılıdır. Dert insanı söylettiği gibi şehri de söyletir ve ancak sözü olan şehrin dergisi olabilir…

H

er şehrin kendine mahsus öne çıkan birtakım hasletleri olabilir, ama her şehrin bir dergiye sahip olması mümkün değildir. Ancak abat olan şehirler bir dergiye sahip olabilir. Bir şehrin dergiye sahip olması, isminin onunla anılması o şehri ayrıcalıklı kılar. Anadolu’da refleksleri olan şehirler, aynı zamanda kültürel ve fikri boyutunu dergilere taşıyan şehirlerdir. Henüz fiziki yapısını tamamlamamış şehirlerin kültür, sanat, düşünce ve dergi ile ilişkisi pek olmaz. Bu anlamda dergilerin beslendiği şehirlere ve şehirlerin beslendiği dergilere baktığımızda bunların birbirini besleyen gizli bir bağa sahip olduğu, fizik ve ruh gibi iç içe geçtikleri görülür. Dergisiz şehir, lâl şehirlerdir, kendilerini ifade edemezler. Batı’da geçmişi yüz, yüz elliyi aşan dergilerin olduğunu ve bunların aynı zamanda çığır açtığını biliyoruz. Osmanlının son dönemi ve

Cumhuriyetin başında kurulan gazete ve dergilere baktığımızda, bütün fikrî akımların, yeniliklerin, dergi, mecmua ve gazeteler çerçevesinde gerçekleştiğini görüyoruz. Örneğin Osmanlı son döneminde çıkan Servet-i Fünûn, Cumhuriyetin ilk yıllarında yayınlanan Kadro, böylesi dergilerdir. Bunlar gibi, taşrada çıkan ve çıktığı şehri düşünsel, duygusal olarak kuşatan dergiler vardır. Bu dergiler, bir yandan taşrada kültürel ve sanatsal olarak bilinç oluşturur, diğer yandan yerel dinamikleri ulusala taşır. Örneğin meşhur olmuş bütün yazar ve sanatçılar, önce kendi şehirlerindeki bir dergide yazıp çizmişler, daha sonra ulusala adım atmışlardır. Merkez her zaman taşradan, özellikle de kültürel ve sanatsal bilinci yüksek dergileri olan şehirlerden beslenmiştir. Dünyanın her yerinde bu böyledir. Özellikle uzun bir geçmişe sahip dergiler, birikimlerini kuşaktan kuşağa aktararak, dergi olmanın ötesinde bir ekol işlevi görürler.

49

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Dergiler bir ideal etrafında doğar. Söyleyecek sözü olanları bir araya getiren dergi, aynı zamanda yayınlandığı şehrin/mekânın duygu ve düşüncesi, çarpan yüreği, atan nabzı olur. Özellikle televizyon ve internetin yaygın olmadığı dönemlerde dergiler, dolaylı da olsa toplumu inşa etmişlerdir. Çünkü bir şehri veya ülkeyi yöneten/idare eden en fazla kırk elli kişidir. Çoğu da eli kalem tutan, bazen bir dergi abonesi olan ya da bir dergi topluluğu içinde bulunanlardır. Bugün Türkiye’yi yöneten kadronun içinde böylesine dergilerde yetişmiş yüzlerce kişi bulunmaktadır. Örneğin şehir bağlamında değil de, Anadolu’nun algısını değiştirme, Anadolu halkına güven verme, var oluşunu ortaya koyma bağlamında Büyük Doğu dergisi önemli bir rol oynamıştır. Büyük Doğu, İmparatorluğun başkenti İstanbul’da çıkan bir dergi olarak bütün ülkeyi etkilemiştir. Öyle ki, her şehirde Büyük Doğucular diye tanımlanan okuyucular oluşmuştur.[1] Ayrıca bugün yazan ve çizen, hatta iktidar olan birçok kişinin üzerinde Büyük Doğu’nun etkisi ve hakkı vardır. Büyük Doğu gibi aksiyoner olmanın ötesinde sessiz, sakin ve derinden tohum saçarak yayınlandıkları şehrin toprağına kök salan Anadolu’nun taşrasındaki dergiler, o şehrin refleksleri, duyuş ve düşünüş biçimidirler. Bu dergiler, bazen folklor bazen edebiyat bazen de fikir olarak ön plana çıkmış, yaygınlık kazanmışlardır. Her üç durumda da dergiler, çıktıkları şehrin renginin, kokusunun, duygu ve duyuşunun yansıtıcısı olmuşlardır. Alt yapısı tamamlanmamış şehirler, kültürel atılım yapamazlar. Bu yüzden bir şehirde dergi yayınlanıyor olması ile yayınlanmıyor olması, o şehrin kültürel olarak durduğu noktayı göstermesi bağlamında önemli bir ölçüdür. Batı’da, hatta Batı’ya nazaran biraz daha geri gördüğümüz Rusya’da dahi, şehirlerin altyapıları tamamlandığından kırk elli bin kişilik devasa tiyatro salonları, şehir bibloları, adım başı sinema ve kültür merkezleri olduğunu görürsünüz. Rusya’daki tiyatro salonları, kültür merkezleri

SSCB’nin ideolojik yapısının bir sonucu olarak görülse de, yine de kültürel birikimin bunda etkili olduğu su götürmez bir gerçektir. Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumu tepeden kurgulamak için yayınlanan dergileri saymazsak, ilhamını bu kadim topraklardan alarak yayınlanan, şehre anlam ve değer katan dergiler vardır. İz bırakmış Büyük Doğu, Diriliş ve Mavera haricinde, taşrada yayınlandığı mekânla/ şehirle örtüşmüş dergilere baktığımızda; özellikle 70, 80 ve 90’lı yılların şehir dergiciliğinde zirveye çıktığını görürüz. Kayseri, Konya, Bursa, Maraş, Sivas, Elazığ, Erzurum, Urfa, Diyarbakır gibi kültür şehirlerinde yayınlanan dergiler, edebiyatımıza ekol olmuş, usta kalemler kazandırmıştır. Örneğin Nevzat Türkten’in çıkardığı Erciyes Kayseri ile, Nazir Akalın’ın çıkardığı Palandöken ve Karçiçeği dergileri Erzurum ile, Nuri Pakdil’in çıkardığı Hamle, Cahit Zarifoğlu›nun çıkardığı Açı ve Bahaeddin Karakoç’un çıkardığı Dolunay dergileri Maraş ile, Mehmet Kurtoğlu’nun çıkardığı Yaz-gı ve Seyir Dergileri Urfa ile, Nazım Payam’ın İzzetpaşa vakfının himayeleriyle çıkardığı Bizim Külliye Elazığ ile bütünleşmiştir. Bu dergilerde yazan kalemler daha sonra edebiyatımızın önemli isimleri arasında yer almışlardır. Örneğin Nuri Pakdil, 1950›li yıllarda lise öğrencisiyken kendisini ifade edebilme yolu olarak dergiyi seçer. O yıllarda Hamle adında bir dergi çıkarır. Ve çevresinde Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Akif İnan, Alaaddin Özdenören gibi istikbalin güçlü kalemleri vardır. [2] Ayrıca Cahit Zarifoğlu’nun Açı’sı, Kamil Aydoğan, Duran Boz ve Mehmet Nalbantoğlu’nun birlikte çıkardıkları Kelam Dergisi, Feramuz Aydoğan ve Nedim Ali Zengin’in birlikte çıkardıkları Esra Yazıları, daha sonra Andırın’da Nedim Ali Zengin’in tek başına çıkardığı İkindi Yazıları, Abdullah Yılmaz ve arkadaşlarının çıkardığı Kırkbaşak Dergisi[3] ve daha niceleri şehir - dergi ilişkisini gözler önüne sermektedir. Çoğunlukla bir arkadaş grubu veya bir kadro etrafında şekillenen dergiler, bazen tek bir

1. Mehmet Atilla Maraş, Rüya Şehir adlı kitabında Urfa’daki Büyük Doğuculara ve Harran dergisine geniş bir yer verir.

2. Osman Alagöz, Yağmur Dergisi, Çocuk

Yüreklerin Ateş Aldığı Yer: Maraş

3. Osman Alagöz, agd.

50

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


kişinin çabası sonucu da çıkmış olabiliyor. Taşra dergilerinin büyük çoğunluğu kişisel bir çabanın ürünü olarak şehre mal olmuş dergilerdir. Bu dergileri yayınlayan o bir kişiyi kadrodan çekip aldığınızda, derginin kapandığını görürsünüz. Öyle ki, arkadaş grubu yahut kadroyu dahi o bir kişinin teşekkül ettirdiğini görürsünüz. Bu yüzden şehir dergilerinin arkasında o şehrin delisi diyebileceğimiz tek bir kişi, daha doğrusu derdi olan bir kişinin olduğunu görürüz. Sivas’ta Hüseyin Kaya’nın çıkarmış olduğu Suhan, Nazir Akalın’ın kişisel çabalarla çıkardığı Karçiçeği böylesine bir dergilerdir. Şehir dergileri bağlamında Nazir Akalın’ın çıkarmış olduğu Karçiçeği dergisine özel bir vurgu yapmak gerekir. “Karçiçeği, Erzurum’da altı sayı çıkmıştır ve bu, derginin birinci devresidir. İkinci devresi ise Nazir’in Ankara’ya gelmesinden sonraya rastlar. Fakat bu devrede sadece iki sayı yayınlanabilmiştir. Ankara devresinde Karçiçeği’nin sayı numarası 1’den başlatılmıştır. Hepsini toplarsak sekiz sayılık bir toplamdan söz edeceğiz. “Karçiçeği” adlandırması sanırım bir Erzurumluluk vurgusudur. Kar, Erzurum’la neredeyse özdeş bir figürdür; dergi de bir çiçeğidir…”[4] Bazen bu dergiler, şehrin kültürel dönüşümünde algı değişikliği yapmış, şehre birtakım etkinlikler kazandırmışlardır. Örneğin Bahaettin Karakoç’un 1986 yılında çıkarmaya başladığı ve toplam otuz yedi sayı çıkardığı Dolunay dergisi, on altı yıllık geleneksel “Dolunay Şiir Şöleni”nin de gerçekleştiricisidir. Maraş hem dergi hem de şiir akşamları ile özdeşleşmiştir âdeta. Türkiye’de bir ilk olarak 1999 yılında, bir vakıf desteğiyle çıkan (İzzet Paşa Vakfı’) ve kurumsallaşarak bugüne kadar gelen Bizim Külliye dergisi, Elazığ’da algı değiştirmiş, taşradan merkezi kucaklayan bir dergi olmuştur. Yine her yıl geleneksel olarak yapılan Hazar Şiir Akşamları’nın içinde yer alarak şehrin kültürel dinamizmini harekete geçirmiştir. Aynı şekilde, 80’li yıllarda (yayın ve yazar kadrosu içinde M. Emin Ergin, İ.Halil Çelik ve M.Atilla Maraş gibi isimlerin yer aldığı) taşrada yayınlanan 4. Yusuf Turan Günaydın, Dünya Bizim.com

ilk folklor dergisi olarak dikkat çeken ve yirmi yılda altmış sayı çıkan Harran Dergisi, edebiyat ve siyaset dünyasına M.Atilla Maraş ve İ. Halil Çelik gibi isimleri kazandırmıştır. Yine şahsımın bir grup arkadaşla birlikte 90’lı yıllarda çıkardığı edebiyat ve düşünce ağırlıklı Yaz-gı ve Seyir dergileri şehrin edebiyatla örtüşmesine zemin hazırlamıştır. Örneğin bu dergide yazan biri olarak ben ve Necdet Karasevda’nın girişimleriyle gerçekleştirilen ‘Balıklıgöl Şiir Akşamları’ Urfa’nın geleneksel etkinliklerinden biri olmuştur. Bütün bunlar, bir dergi etrafında şehirlere kazandırılan kültürel zenginliklerdir. Eğer bir şehirde gerek düşünce ve sanat gerek folklor ve edebiyat bağlamında bir dergi çıkmıyorsa, orası henüz şehirleşememiş ve hafıza oluşturacak kültürel birikimden yoksun kalmıştır. Gazeteler, dergiler, mecmualar, daha geniş anlamıyla tarihî mekânlar şehrin hafızasıdırlar. Bir şehri tanımak istiyorsanız, o şehrin birikimini yansıtan gazete ve dergilerine, kaynak kişilerine başvurunuz. Eğer bir şehirde dergi çıkmıyorsa, o şehrin geleceğe bırakacağı birikimi yok demektir. Zira kimliği olmayan şehrin dergisi de olmaz. Bir şehrin kimliği ne kadar güçlü ise o şehrin kültürel değerleri ve onu taşıyan dergiler de o denli güçlüdür. Her kadim şehrin beslendiği bir dergi, bir gazete, bir mecmuası vardır. Şehrin dergileri, şehri koruyan burçlar gibidir. Eğer dergiler Cemil Meriç’in dediği gibi “hür düşüncenin kaleleri” ise o kaleleri kurmak ve korumak şehrin aydın ve sanatçısına düşer. Zira her dergi bir kale, bir burç misali şehri savunur; daha geniş anlamıyla şehri tanımlar ve tanıtır. Yayınlandığı yerin dinamiklerinden beslenen dergiler, şehrin kafa kâğıdıdır, oradan şehrin geçmişini, çıkarabilirsiniz. Unutmayalım ki, soyluluğun geçmiş ile güçlü bir bağı vardır ve her soylu düşünce gücünü geçmişten alır. Her aristokrat ailenin bir soy kütüğü olduğu gibi her şehrin de bir soy kütüğü yani dergisi olmalıdır. Derdi olmayan şehrin dergisi olmaz. Derdin büyüklüğü derginin büyüklüğüyle orantılıdır. Dert insanı söylettiği gibi şehri de söyletir ve ancak sözü olan şehrin dergisi olabilir…■

51

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Değerler buhranı karşısında Mehmet Âkif Ersoy LEVENT BAYRAKTAR

Değerler, din, bilim, felsefe, sanat, ahlak gibi alanlarla yakından ilişkilidir. Değer, bir tabiat varlığı değildir. İnsanla ve kültürle beraber açığa çıkar, onlarla varlığını sürdürür. Değer, insanın yeryüzünde neyi gerçekleştirmek için varolduğu ve insan olmanın anlamını sorguladığı andan itibaren oluşmaya başlar.

D

eğer, felsefenin varlık ve bilgi alanlarıyla birlikte üç temel alan ve problem sahasından biridir. Değer kavramını düşünebilmek için olan ve olması gereken arasında bir ayrım yapmak gerekir. Bu ayrım bizi olgu ve değer arasındaki ilişkiyi sorgulamaya ve kavramaya götürür. Değerler alanının bütüncül bir bakış açısıyla irdelenmesi felsefî bir ele alışı zorunlu kılar. Çünkü gerçek, doğru, iyi ve güzel arasındaki ilişkiler felsefenin varlık, bilgi ve değer alanlarını oluşturur. Böylece bir filozof ya da düşünürde değerler alanını veya “değerler buhranı” temasını irdelemek, zorunlu olarak örtülü de olsa onun sisteminde yer alan varlık ve bilgi meselelerini de dikkate almayı gerektirir. İnsan söz konusu edildiğinde ise; bilen, eyleyen, hedefleri ve gayesi olan bir varlık perspektifinden meseleye bakmak zorunludur. Zira insan iki dünyaya birden aittir. Bir yanıyla yani bedensel varoluşu itibariyle fizik, fizyolojik ve biyolojik dünyanın bir parçasıdır, diğer yanıyla ise değerler dünyasına ait olarak etik, estetik ve metafizik bir varlık hüviyetindedir. İnsanın bu iki kutuplu bir varlık olması çağlar boyunca tartışılmış, neredeyse her filozof ve düşünür bir insan tasarımı ileri sürmüştür. Mehmet Âkif için insan ve değer meselesi hayati * Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü

52

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


bir önemi haizdir. İnsanın değerlerden tecrid edilmesi onun sadece biyolojik bir varlığa, bir organizmaya indirgenmesi demektir. İnsanı biyolojik bir organizma olmanın ötesine taşıyan şey; değerlerdir. Dinî, millî ve insanî değerlerle bütünleşerek insanoğlu bir şahsiyet inşa eder. Böylece değerler, insanoğlunu maddi, fizik ve biyolojik varlık tabakasından eşref-i mahlûkat seviyesine yükseltir. Değerlerdeki yozlaşma ve bozulma hem ferdî insan hayatında hem de devlet hayatında çözülme ile neticelenir. Bu bakımdan insan ile devlet benzeşirler. Devlet de bir organizma gibi düşünülebilir. Onda da İnsan organizmasındaki organlara karşılık gelebilecek çeşitli kurumlar vardır. Nasıl ki insan’da etik, estetik ve metafizik ölçü ve değerlere dayalı bir şahsiyet teşekkül ediyor ve buna göre beden hayatı şekilleniyorsa, buna paralel olarak devlet hayatı da kurumlarına hareket imkânı kazandıracak olan normlar, idealler, hedefler ve gayeler ile kaimdir. Âkif, değerler buhranının hem ferdî insan hayatında hem de devlet ve millet hayatında ortaya çıkardığı ve tedbir alınmazsa çıkarabileceği sonuçları görerek, tarih ve vicdan karşısındaki sorumluluğunu yerine getirmeye çalışmıştır. Âkif ’in tefekküründe insanla devletin kaderi buluşmakta ve ancak yüce değerlere bağlanmakla tekâmül ve terakki edilebileceği gerçeği tebarüz etmektedir. Değerlerle kurulan ilişki, insana kimliğini ve kişiliğini kazandırır. Zira kim olduğumuz biraz da kim olmak istediğimize bağlıdır. Fakat bu sahada istemek yetmez, olmak istenilen kişiyi olabilmek için niyet, irade ve emek de gerekir. Değerler alanı, olgular alanı değildir. Değerler sayesinde insan, mevcut duruma hapsolmaz ve onu değiştirip, dönüştürmek imkân ve iradesine sahip olduğunu fark eder. Değerlerin sesini duymak bir vicdan işidir. Ancak vicdanının sesini duyanlar, değerleri işitebilirler. Çünkü vicdan, insana kendi çıkarlarına aykırı olsa bile, Hak’tan yana olması gerektiğini emreder. Bu yüzden Âkif, değerlerin vicdan ile olan bağlantısına işaret etmek için “paslı vicdan” ve “maskeli vicdan” deyimlerini ihdas eder. Böylece değerlerin buhranı bir ölçüde de vicdanın buhranıdır. Değerler, din, bilim, felsefe, sanat, ahlak gibi

alanlarla yakından ilişkilidir. Değer, bir tabiat varlığı değildir. İnsanla ve kültürle beraber açığa çıkar, onlarla varlığını sürdürür. Değer, insanın yeryüzünde neyi gerçekleştirmek için varolduğu ve insan olmanın anlamını sorguladığı andan itibaren oluşmaya başlar. Demek ki değer, insan eylemlerinin temelinde bulunur ve onların gayesini ve hedefini tayin eder. Farkında olunsun ya da olunmasın her insanın hayatını değerler tayin eder. Hatta kendini hiçbir değere bağlı hissetmeyen, değer tanımayan adamın da hayatı değerden bağımsız olarak tasavvur edilemez. Âkif ’e göre değerler buhranından çıkıp, medeniyet ve insaniyet yolunda tekâmül edebilmek için Kur’anî değerlerle buluşmak gerekmektedir. Âkif, insanımızın Kur’an-ı Kerim ile karşılaşmasını ve onu anlayarak amel etmesini ister. Kur’an’dan ilham alarak “Kur’an medeniyeti” kurmanın peşindedir. Nitekim o, bu ilhamla asrın idrakine İslam’ı söyletmenin derdindedir. Dolayısıyla Kur’an’dan ilham alabilmek için her şeyden önce bu kitabın zaman ve mekân üstü olduğunun farkında olmak gerekir. Her devirde, her coğrafyada, her toplumda yeniden yeniden okunarak daima yeni mesajlar çıkarılacak bir rehberdir o. Devrin icapları, ihtiyaçları ve bilgi birikimi, bilimsel seviyesi değiştikçe insanların ondan alacakları ilham ve feyizler de değişecek ve insanlığa yol göstermeye devam edecektir. Değerler buhranı yaşayan toplumumuzun çıkış yolu bir yandan Kur’an ahlakı ile ahlaklanmak bir yandan da evrende Adetullah ve Sünnetullah olarak konulmuş olan düzeni, kozmos’u tanımak, kavramak ve buna uygun bir bireysel ve toplumsal varoluş gerçekleştirebilmektir. Batı, bilginin güç ve hâkimiyet olduğunu kavramış, bilgi ile zenginleşmiş, sanayileşmiş ve kalkınmıştır. Âkif, İslam toplumlarının bilgi ve bilimle kurdukları ilişkiyi eleştirerek, geri kalmışlıklarını inandıkları Kitap’ı anlamamış olmalarına bağlar. Ona göre bu durumun sebebi Müslümanların kutsal kitaplarının manasına nüfuz edememeleri ve onun ilahi mesajını dondurarak statik bir birey, toplum, devlet ve din anlayışına saplanıp kalmalarıdır. Din diye âdetleri, kavmi töreleri benimsemek gerçek

53

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


dinin icaplarından uzaklaşmayı getirmiş, bu da gerilemenin ve boyunduruk altına girmenin temel sebebi olmuştur. Oysa Âkif ’in sık sık referans verdiği İslam Medeniyeti’nin kuruluş asırlarında bir yandan aklî ilimler gelişmiş bir yandan da naklî ilimler topluma ve insanlığa ışık saçmıştır. Miladi VIII. ve IX. asırdan itibaren İslam toprakları hızla genişlemiş, İslam’da ilim ve felsefe çığırı açılmıştır. Yunancadan Süryaniceye ve akabinde doğrudan Arapçaya bilim ve felsefe eserlerinin tercüme edilmesi, entelektüel bir dinamizme ve dönüşüme sebep olmuştur. Kur’an-ı Kerim’in okunup anlaşılması ve hayata tatbik edilmesi ihtiyacından da tefsir, fıkıh, kelam gibi naklî ilimler doğmuştur. Bunlara daha sonra hadis ve tasavvuf ilimleri de dâhil olmuştur. Böylece İslam dünyasında bir yanda aklî, öte yanda naklî olmak üzere dinamik bir ilim ve felsefe/tefekkür hayatı kurumsallaşmıştır. İslam medeniyetinin bu altın çağlarında ilim ve tefekkür ibadet sayılmış ibn Sina’lar, Razi’ler, Gazali’ler, ibn Rüşd’ler, ibn Haldun’lar ve daha niceleri yetişmiştir. Hatta bugünkü Batı medeniyetinin temelinde ve “Karanlık Ortaçağ”dan kurtulmalarının arka planında yukarıda sayılan ve sayılamayan sayısız İslam filozof ve âliminin eserlerinin Arapçadan Latinceye ve daha sonra Avrupa’nın milli dillerine tercüme edilmeleri gerçeği yer almaktadır. Adına “12. yüzyıl Rönesans’ı” denilen bu uyanış hareketiyle Batı kendi “Skolastisizm”inden kurtulmuş ve otorite zihniyetini aşarak aklî ilimleri tevarüs etmiştir. Böylece Âkif ’in medeniyet ve tarih felsefesinin dayanağını, bir yandan aklî ve naklî ilimlerin ihya edilmesi bir yandan da kaybedilmiş, unutulmuş veya Batı’da geliştirilmiş, ilerletilmiş ne kadar ilim varsa, bunların kayıp bir hazine gibi geri kazanılması ihtiyacı ve şuuru oluşturmaktadır. Âkif, bu yüzden Safahat’ında sık sık Kur’an’dan ilham almayı ve bu ilham ve bilinçle hem maddî ve fizik âlemi hem de manevî âlemi incelemeyi ve ona vâkıf olmayı hedef gösterir. Batı, 12. yüzyıldan itibaren kendi eksikliğini ve ihtiyacını nasıl İslam ilim ve tefekküründen karşılamış ise şimdi varolma mücadelesi veren

medeniyetimiz de kendi adına aynı başarıyı gösterebilmelidir. İşte Âkif, “giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin” diyerek üç yüz yıllık farkın kapanması için yol gösterir. Biran evvel Batı’nın atom enerjisi veya “maddenin kudret-i zerriyyesi” ile sembolize edilen çağdaş bilim ve tekniği alınmalı ve içselleştirilmelidir. Ancak böylelikle, güçten anlayan Batı karşısında hayat imkânı bulunabilir. Mehmet Âkif ’te değerler buhranı aynı zamanda bir medeniyet buhranıdır. Medeniyet kavramı aslında değerler manzumesine dayalı olarak betimlense de Âkif, şahidi olduğu çağda ve öncesinde Batı medeniyetinin çifte standartçı yapısını görmüş ve bu kavramı yeniden inşa etmek yoluna gitmiştir. Böylece Âkif ’in medeniyet felsefesi, dil, din, sanat, ilim, irfan, adalet, hukuk, tefekkür gibi bütün diğer kurucu unsurların yanı sıra Batı’yı yegâne medeniyet olarak gören anlayışın eleştirisi üzerine de oturur. Batı medeniyetini maddi ve teknik güce dayalı ve hatta güce tapan bir medeniyet olarak gördüğü için bu anlayışı eleştirerek alternatif bir medeniyet tasavvurunu zorunlu görür. Zira medeniyet kavramının mutlaka değer (etik ve estetik; iyi ve güzel) ve insaniyet ile birlikte ele alınması gerektiği kanaatindedir. Batı medeniyetinde gözlemlenen şey; kaba kuvvet ve maskeli bir vicdandır. Bu yüzden kendisi için başka değer, öteki için başka değer üretmekten ve uygulamaktan çekinmemiştir. Âkif Batının bu çifte standardını deşifre ederek, emperyalizmin, sömürgeciliğin medeniyet götürmek kılıfı altına gizlenemeyeceğini ilan eder. Çünkü Batı medeniyet götürmek iddiasıyla nereye girmişse oranın sadece maddi kaynaklarını sömürmemiş aynı zamanda dillerini ve inançlarını da yok etmiştir. Bu yüzden Âkif, her alanda ve her bakımdan Batı ile mücadele etmekten ve teslim olmamaktan yanadır. Takip edilecek yöntem de aslında basittir: Aklın ve bilimin yolundan gitmek. Batı bugünkü maddi ve teknik medeniyet seviyesine bu yöntemle ulaşmıştır. Fakat yukarıda da değinildiği gibi bu medeniyet sorunlu ve eksik bir medeniyettir. Çünkü hakkı değil gücü hâkim kılmak gayesindedir. Âkif, bu zalim ve vicdanı maskeli olan medeniyet yerine “medeniyet-i

54

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


fazıla” veya “medeniyet-i hakikiyye-i insaniyye” dediği gerçek medeniyet tasavvurunu gündeme getirir. Bunun için de, güçten anlayan tek dişi kalmış canavar karşısında en az onun kadar güçlü olmak gerekir. Güçlü olmak, ezmek için değil, ezilmemek için; öldürmek için değil, yaşamak için gereklidir. Türk-İslam medeniyetinin güçlü olmak zorunda olması, maskesiz bir vicdan ile bütün insanlığa daha yaşanılası bir dünya sunmak içindir. Çünkü değerlerinin kaynağında i’layı Kelimetullah ve rıza-i ilahi anlayışı yer almaktadır. Oysa canavarlaşan Batı, gücü hak bilerek, dünya hâkimiyetini birinci plana almış ve gücü dünyevileştirmiştir. Bu gücün arkasında metafizik bir referans veya aşkın değerler manzumesi yoktur. Bu yüzden de ben ve öteki ayrımını çok rahat yapmakta hatta ben ile öteki arasında mahiyet farkı bile görebilmektedir. Âkif ’in kavramı ile söylenmek gerekirse bu onun “çifte vicdanlı” olmasıyla alakalıdır. Çifte vicdanlı olmak, ahlak alnında da ikircikli olmak demektir. İyiyi, doğruyu, güzeli kendine münhasır kılmak, yanlışı, kötüyü ve çirkini de karşıdakine yani ötekine yükleyerek ortadan kaldırmak! Âkif ’in tefekküründe İnsan, devlet ve millet ortak bir kaderi paylaşmaktadır. Değerler buhranı sadece şahsi hayat ile sınırlı kalmayıp, devlet ve millet hayatında da kaçınılmaz yansımaları olmaktadır. Hak, hukuk, adalet, ilim, irfan, haysiyet, şahsiyet, dirayet, feraset, basiret ve liyakat gibi değerler; mutlaka her devirde ve her toplumsal kesimde aranması, takdir ve taltif edilmesi gereken insanî ve evrensel değerlerdir. Devlet ve toplum hayatındaki yozlaşma ve bozulma bu değerlere bigâne kalınması hatta bunların yerine zıtlarının hâkim ve kaim olmasıyla açığa çıkmaktadır. Değerler, bilim, felsefe, sanat, ahlak, hukuk gibi alanlardaki başarıların hem temelinde bulunur hem de bunlar üzerinden güncellenir ve tazelenir. Hakikat/doğruluk, iyi, güzel, yüce gibi değerler, medeniyet kurucu özellik taşırlar. Bu yüzden Âkif, hayatı boyunca, bütün eserleri ve fiilleri ile yozlaşan değerlerin yerine olumlu ve yüce değerleri ikame etmeye çalışmıştır. Âkif ’in sistematiğinde medeniyet tasavvuru

bir bütünlük arz eder. Bu bütün içerisinde “değerler buhranı”, “medeniyet buhranı” ile birlikte ortaya çıkar. Medeniyetimizin buhranı, temel referanslarından uzaklaşma ve onları zamanın icaplarına göre güncelleyememekten kaynaklanmaktadır. Ayrıca değerler buhranı, geleneklerin bozulması ile de yakından ilişkilidir. Gelenekler, yaratıcı ve dinamik olabildikleri ölçüde, bir milletin benliğini korumasına ve geliştirmesine hizmet ederler. Fakat yozlaşmış gelenekler, içlerinde sakladıkları değerlerin mahiyetini ve esasını gölgeledikleri için, öz yerine kabuğun, mana yerine taklidin ikame edilmesine yol açarlar. Durum böyle olunca da gelenekçilik denildiğinde, olumsuz anlamda muhafazakârlığa ve her çeşit yeniliğe kapalı olmayı değer sanmaya kadar uzanan, sıkıntılı bir sürece girilir. Toparlamak gerekirse, Âkif ’ten ilham almak ve onun tefekkürü ile canlı bir temas kurabilmek, değerler buhranı karşısında, günümüz için de geçerli ve anlamlı çıkış yolları bulabilmek adına elzemdir. Zira onun tefekkürü, sahih bir düşünce geleneği üzerine oturmaktadır: “Tevhid-i hakikat” umdesi gereğince, aklî ve naklî ilimlerden gelen hakikatin birlenmesi; medeniyetimizin esas hastalığının başlıca tedavisi hükmündedir. Böylece medeniyet tecdidinin, imanın tecdidi ile beraber yürümesi gerektiği açıklık kazanır. Değerler buhranı, manevi kökenli olduğundan, çıkış yolu da manevi olacaktır. Bu yolun köşe taşlarını ise kanaatimizce taklidi iman’dan, tahkiki iman’a geçmek, tecdid-i iman eylemek ve “tevhid-i hakikat” yani hakikatin birlenmesi umdeleri oluşturmaktadır. Âkif, medeniyetimizin müşahhas timsali, sembol şahsiyetlerinden biri olarak, insanımıza yol göstermeye devam etmektedir. Sanatı ve tefekkürünün eskimiş olduğu iddiaları bir yana, bugün için her zamankinden daha fazla okunup, anlaşılıp, türetilmesi gereken bir mütefekkir-şair olarak zihin ve gönül dünyamızı aydınlatmaktadır. Çünkü o, medeniyetimizin hem müşahhas timsali hem de vicdanı, şahidi ve muhyisi olmaya devam etmektedir. İhtiyacımız olan toplumsal barış ve “medeniyet-i fazıla” idealinin tahakkuku için geçerli bir yol haritası ve bir medeniyet tasavvuru sunmaktadır.■

55

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


SARIKAMIŞ ŞEHİTLERİNE Sarıkamış Harekâtının 100. Yılına

Fırtınalar ruhların uğultusuna dönüşür, Uğultular tekbirleşir, inleşir Mehmetler kuytu yerde Hatıralarıyla bütün bir millet üşür, Matemler eser nice evlerde, derinlerde Baharla birlikte kımıldar birer birer, Kardan buzdan ayazdan örülü kabirler Şehit selamı çiğdemler, Soğanlı Dağlarından, Itır salar yuvalara, ocaklar öyle tüter Buyruklara uyup göğüs açtılar tipiye borana, Nice belâya bağrını siper eden Türk, Dönecek değildi elbet sırtını düşmana, “Yürü” dedi ve yürüdü o donduran bahtına Onlar ekini harmanda koyup çarıkla gelmişlerdi, Analar babalar yavrular bakıyordu eşiklerden, Kiminin yâri kiminin kara sevdalısı beklerken, Ak sevdalara yakalandılar perçemlerinden Dalarken çoğu beyazdan rüyalarına, Yürüdü kalanlar Sarıkamış üstüne Eşi görülmemiş azgın bir kış üstüne Bir nefes bıraktılar evlatlara torunlara Öksüzler uzun titremelerle baktı yarınlara, Uzun yollar vardı Sarıkamış’tan Çanakkale’ye, Samsun’a, Sivas’a, Erzurum’a, Ankara’ya, Ağıtlara destanlar ekleye ekleye Allahüekber’den köprü kurulur Kocatepe’ye…

YAHYA AKENGİN

56

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Duygulandırmak düşündürmektir YAHYA AKENGİN

Estetik dünyasının geliştireni ve taşıyanı da edebiyat, daha geniş ifadesiyle sanat olmaktadır. Edebiyat eserlerine sevap günah ikileminden bakılarak da arzu edilen estetik seviye yakalanamaz. Estetiğin, yani güzellik değerlerinin penceresinden de bakmak gerekiyor.

D

oğu insanının duygu, Batı insanının düşünce yanının ağır bastığına dair klişe bir kanaat vardır. Biz doğu coğrafyası insanlarındanız. Bu tasnifin ne kadar doğru olup olmadığını da tartışma hakkımız var. Genellemelerin bünyesinde bazı doğruları barındırdığına inanmakla beraber, toptancı bakış açılarının yanıltıcılıklarını da ifade etmek isterim. Söz konusu genellemelerden yola çıkılarak Batı dünyasının fikir alanında daha ileride olduğu da yaygın kanaatlerdendir. Önce hangi Batı, hangi Doğu sorularına eğilmek gerekiyor. Mesela Orta Çağ Doğusu ve Batısını düşünelim. Fikir hayatının zenginliği bakımından bu çağda Doğu’nun Batı’dan önde olduğunu tarih göstermektedir. İnsan benliğinde duygu zenginliğinin var olması ile bağnazlık, katı düşünce diğer bir ifade ile skolastik direnme tavırlarını birbirinden ayırmak gerekiyor. İşte Orta Çağ’da Doğu hem zengin duygu dünyası hem de fikir hayatıyla Batı skolastiğinin karşısında konumlanır. Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanında Doğu ve Batı dünyalarının Orta Çağ’daki manzaralarından kesitler görürüz. Mesela İbn Rüşt’ün gözlük icadı anlatılır. Öte yandan Vatikan’daki “günah çıkarma” tarifeleri, hangi günaha hangi bedelin kiliseye ödenmesine dair papalık fermanları anlatılır. Daha beteri, Batı dünyasının inanç ayrılıkları, mezhep farklılıkları yüzünden birbirlerini hunharca boğazlayarak akıttıkları kan şelalesi sergilenir. Yüzyıllar süren bu boğazlaşmalar sonunda Batı’nın bu kokuşmuşluktan “laiklik” çıkışıyla kurtulduğunu bize bu roman düşündürür. Aynı çağda Doğu insanı, İbn 57

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Rüşt örneğinde olduğu gibi aydınlanma çağını yaşamaktadır. “Issız Adada Yirmi Sekiz Yıl” veya “Robinson Crusoe” romanın özgün hâlinin bir Müslüman yazara ait olduğunu (İbni Tufeyl’in Hay Bin Yakzan romanı), Daniel Defeo’nun da bu eseri araklamış olduğunu çok sonradan öğreniriz. “Issız Adada Yirmi Sekiz Yıl” romanının hem hayal dünyasının hem duygu âleminin gelişmesine olan etkileri kadar düşündürücü yanlarını da yeniden hatırlamakta yarar var. Cevabı aranıp bulunması gereken soru şudur: Nasıl oluyor da Doğu ve Batı dünyalarında durum zamanla tersine dönüşüyor? Nasıl oluyor da biri düşünce dünyasına açılırken diğeri duygu dünyası adı altında durağanlıklara bürünüyor. Elbette bunlara kendi bakış açısına göre cevap ve yorum getirmeye çalışanlar olmuştur. Fakat bize göre üzerinde durulması gereken husus şu olmalı: Doğu edebiyatı bunu ne kadar sorgulamış ve sorgulayabiliyor? “Issız Adada Yirmi Sekiz Yıl” romanıyla Batı’nın eline tutuşturmuş olduğu aydınlanma çıralarına yeniden sahip olmayı ve o çıraları bir meşaleye dönüştürmeyi ne kadar başarmış ya da başaracaktır. Sözünü ettiğim romanlar ve yazarlar elbette birer numunedir. Bunlardan hareketle geniş bir projeksiyon çizmek pekâlâ mümkündür. Doğulu olmakla Batılı olmak arasında gelgitler çizen Türkiye ve Türk edebiyatı Doğu-Batı ikileminde şanslı bir yer tutma imkânına sahipken neden hep gelgitler çıkmazını tam olarak aşamamıştır? Oysa Batı’nın Doğu’dan yararlanarak yakalamış olduğu sentezle Rönesans’ı gerçekleştirmiş olması gibi imkânlar daima önümüzde sergilenmiştir. Eski-yeni kavgaları psikolojisini aşarak üçüncü bir ufuk aydınlığı yakalamak pekâlâ mümkündü ve hâlen de mümkündür. Türk milletinin İslama bağlılığı ve bu konuda kökleşmiş hassasiyetleri, rahatlıkla o üçüncü aydınlanma ufku boyutunu yakalamada bir şanstır. Ancak bu şans zaman zaman talihsizliğe de dönüşebiliyor. İnancın yanında aklın aydınlatıcılığına yer verilemeyince netice böyle oluyor. Akılla inancı bir arada barındıramayan dindarlık, bir türlü kanatlanamıyor. Akıl ve inancın gölgesinde eğer estetik bir zenginlik yeşerip gelişemiyor ise yine bir sakatlık var demektir. Estetik dünyasının geliştireni ve taşıyanı da

edebiyat, daha geniş ifadesiyle sanat olmaktadır. Edebiyat eserlerine sevap günah ikileminden bakılarak da arzu edilen estetik seviye yakalanamaz. Estetiğin, yani güzellik değerlerinin penceresinden de bakmak gerekiyor. Esasen İslam dini bir inanç meselesi olduğu kadar bir güzellik alanıdır da. Dolayısıyla estetiğin ön planda olduğu yerde günahların fazla barınma şansı da olamaz diye düşünmek mümkündür. Felsefenin olduğu gibi estetiğin de en güçlü taşıyıcısı edebiyat ürünleridir. Üzülerek söylemek gerekirse Türk edebiyatı zaman zaman telkinci ideolojilerin taşıyıcısı olmayı da üstlenmiştir. Doğu-Batı ikilemi arasında zengin bir sentez alanı üretmesi mümkün olan Türk edebiyatı, böyle bir zengin ufukluluk şansını yeterince değerlendirememiştir diye düşünmekle haksızlık mı ediyoruz acaba? Şahsen edebiyat yolculuğuna çıkarken benim de ön kabullerim, bazı tercihlerim tabiatıyla söz konusu olmuştur. Devrimci sanatı ve edebiyatı bütünüyle reddetme yanlısı olmamakla birlikte edebiyat ve sanatın tabiatının evrim zihniyetine daha yatkın düştüğünü hissediyordum. Fikir ve inanç dünyasını besleyen kaynakların hem millî hem evrensel yüzleri olduğunu anlıyordum. Sayfalarında yetişmiş olmaktan dolayı kendimi şanslı saydığım Hisar dergisi, bu anlayış ve sezgilerimle örtüşüyordu. Derginin bağnaz bir tutumu olmamakla birlikte ilkeleri de söz konusu idi. Edebiyatın duygularla düşünceler arasındaki geçişkenlikleri sağlama işlevini Hisar dergisinde yaşayabiliyor, yazdıklarıma da taşımaya çalışıyordum. Eğer edebiyatın bu özelliği önemli değilse, kendisine de gerek yoktu. Yani tarihi tarih kitaplarından, dini din kitaplarından, felsefeyi felsefe eserlerinden okuyarak yetinebiliriz diyebiliyorsak edebiyatın ne gereği var deyip çıkabiliriz işin içinden. Ama hem dünyada hem Türkiye’de edebiyat olgusu varlığını sürdürmeye devam ediyorsa, orada oturup yeniden düşünmeye ihtiyaç var demektir. Ne Batı dünyasının arızalı pozitivizminin materyalist dünyası ne de durağan Doğu âlemi dönemlerinin problemli tevekkül anlayışının saflarında yer alma mecburiyetimiz vardır. Yani inanç, akıl ve estetik demek istiyorum. Üçünün birlikte olmayışı ifade etmeye çalıştığım sentez zemininden uzak düşürür. ■

58

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


İnsanın yeniden keşfi için "Her anlam bir değirmen dergisi" RÜSTEM BUDAK

D

eğirmen dergisi 2003 yılında çıkmaya başlarken okuyan- düşünen bir grup insanın düşünsel-edebî birikimlerini toplum ile paylaşma kaygısından hareket etmişti. Bu kaygıyı paylaşan ekibimiz ideolojik körlüklere mahkûm olmadan, entelektüel kibirden uzak, sözün ve düşüncenin onuruna sahip çıkmaya çalışan yapıdaydı. Öncelikle yaşadığımız an içerisinde Türkiye ve dünyada gündem teşkil eden konularla ilgili, araştırma yapan, kafa yoran, Türk düşününün klasik saplantılarını taşımayan, marazi entelektüel öfkelere bulanmayan arkadaşlarımız önemli üretimlerde bulunmaktadırlar. Sakarya’nın küçük bir ilçesi olan Ferizli’nin bir köyünde öğretmenlik yapıyordum. Bulunduğumuz ilçede üç arkadaş -Rıdvan Şimşek İsa Cıda ve ben- ile düşünsel, sosyal, kültürel paylaşımlarda bulunuyorduk. Okumalar akacak bir yol bulamazsa kısır döngü içinde kendini tekrara, ardından durağanlığa geçerek donmaktadır. Özellikle de öğretmen-memur olunca kafa konforu içinde bir hayat oluşuyor. Bizler düşünce ve paylaşımlarımızı bir dergide ifade edelim, paylaşalım istedik.

Bu süreç ilkin ilçe, ardından Sakarya merkezli bir oluşuma, ardından Türkiye çapında buluşmaya götürdü bizi. Bulunduğumuz yerde okuyan, düşünen, farklı yaklaşımlar ortaya koyabilen, insanlığın vicdanı olabilen insanlara ulaşmaya başladık, onlar bize ulaştılar. Türkiye’deki düşünce alışkanlıklarını miras almamaya çalıştık. İnşacı bir zihinle varlığın, zamanın ve âlemin ruhunu hisseden, anlamaya çalışan bir yol üzerinde olmaya çalıştık. Türkiye’nin düşünce genetiğindeki ideolojik tutumu deli gömleği değil, deniz feneri mesabesinde görerek yaşanan akıl tutulmasını aşarak hareket hâlinde olmaya; klikleşerek katılaşmamaya özen gösterip düşünce ve sözün erdemine inanan her kişiyle buluşmaya gayret ettik. Siyasal düzlemin kısırlaştırıcı gündemine teslim olmamayı ilke edindik. Söyleyecek sözü olan herkesi dinlemeye çalıştık. Sözü kimin söylediğine değil ne söylediğini anlamaya hedefledik. Düşünce ve edebiyatın her rengine açığız. Her sayıda dosya konusu çerçevesinde olan yazılar yanında, şiir, deneme, makale, hikâye, kitap ve film tanıtımlarına da yer vermeye çalışıyoruz. Dü-

59

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


şünce ve edebiyat her boyutta birbirini beslediği için bütüncül bir şekilde hareket ediyoruz. 10. yıla girdiğimiz bu günlerde dergi sürekli katkıda bulunan kendi yazar kadrosunu oluşturdu. Tanış ve dost olmak için zinde ve üretken zihinlere de ulaşıyoruz. Dergimiz, her daim yeni yazı üretimleri sürecinde olan arkadaşlara sayfalarında yer vermeye çalıştı. Bunun yanında dosya konularında ilgili alanda saha çalışması olan yazarlardan da katkı istiyoruz. Taşıma suyla dönen Değirmen değil, Anadolu’nun içinden sürekli çağıldayan diri, özgür, bağımsız, özgün damardan akan nehirlerle beslenen dinamik bir Değirmen olmak istedik. Yola çıkarken somutlaştırdığımız hedef; yeni ve yeniden inşa etmekti. Kelime, dil, akıl, cümle ve medeniyet inşasına katkıda bulunmaktı. Var oluşumuzun sancılarını dillendirmeye, akıl ve kalp arasındaki bağı kurmaya çalıştık. İşleyişimiz Anadolu’da ki imece yöntemine benziyor. Herkes kaldırılması gereken bu yükün bir yerinden tutuyor. Değirmen için suyu akışına bıraktık. Bizler Değirmen’de bu akışta gelenlerle ürünler ortaya koymaya çalıştık. Akış dergisi, yol dergisi, imkân dergisi olmaya çalıştık. İktidar- egemenlik derdimiz olmadı. Her sayıda ortak dertleri taşıyan insanlarla buluşmak, fıtratın sesini açığa çıkarmak, iyiliğin, adaletin ve özgürlüğün yerleşmesine katkıda bulundukça bizler kendimizi hedeflerimize ulaşmış sayıyoruz. Dergide yayımlanan bir metin insanı hakikate yaklaştırmış, fıtratının sesini duyurabilmiş, hâl dönüşümüne katkı bulunmuş ise -ki bulunuyorbahtiyarız. Zamana ve havaya bırakılan her sözün sahibini bulduğu-bulacağı inancındayız. Türkiye’de ve bölgemizde Değirmen kendi varoluş amacınıheyecanını yaşamaya devam ediyor. Dergilerin varlık koşulları yazarların ve dergi yönetiminin yaşayacağı bir akıl-kalp krizine bağlıdır. Eğer düşünme kabiliyetini yitirir, zamana-mekâna şahitlik etmekten vaz geçer, bireysel varoluş şehvetinin esiri olur, insanlığın ve sokağın vicdanından yüz çevirirse varlık koşulları zora girer. Kayıtsızlıkla karşılanmak algısı Türkiye’de yanlış anlaşılmaktadır. Reyting ölçümleri merkezli –ki bu ölçümler, ölçüm yapanın kişi veya kurumun algısına bağlıyaklaşım sergilenmektedir. İnsanlar kendilerinin aklına- kalbine- ruhuna dokunmayan sözlere-

yazarlara- yazılara kayıtsız kalırlar. Zaten zaman bunu bizlere sayısız kez kanıtlamıştır. Türkiye’nin marazi düşünce alışkanlıklarından biri de taşra- merkez gerilimi ve ilişkisidir. Bu, Osmanlıdan Cumhuriyete aktarılan bürokratik zihniyetin ürettiği kavramlardandır. Bürokratik kavram ne yazık ki düşünce ve edebiyat ürünlerine yönelik tanımlama ölçüsü hâline geldi. Gerçeklikte ise böylesi durum yok. Adres yeri olarak İstanbul gösteren dergiler merkez, İstanbul dışında bir ilin adresiyle çıkmak taşra olarak algılanıyor. Edebiyat ve düşünce bürokrasisi aynen yönetim alanında olduğu gibi kendi sanal iktidarını sürdürmek ve kendi dışındakini mahkûm etmek için hemen bu argümana sarılıyor. Biz, olduğumuz ve yaşam bulduğumuz yeri merkez olarak görüyoruz. Önemli olanın hangi köyde, ilçede, şehirde çıktığı değil, dergi olarak yazı ve düşüncenin namusuna sahip çıkan bir çizgide olmasıdır. Dergi serüvenimizde egemen olan yazar ve entelektüellerin zihin kalıplarıyla hareket etmiyoruz. Taşrada bir dergi olduğumuzu düşünen zihinlerin kendilerini bu hastalıktan bir an önce kurtarmalarını tavsiye ederim. Böyle gören ve görmeye devam eden kişiler bu ölçü ile hem kendilerini farkında olmadan bir zindana hapsetmiş oluyor hem de düşünce-edebiyat güzelliğini görmekten mahrum kalıyorlar. Bizim böyle görenlere sadece üzülüyoruz. Çünkü bu anlayış onların bizi anlamalarını engellemekle kalmıyor, onlara da çok şey kaybettiriyor. İstanbul dışında çıkan dergilerin, varlık alanlarını yadırgamak gibi bir sorunları bulunuyor. Kendini tanımlama ve inanma anlamında kendi kendini inşa edememektedir. Var oluşunu merkez olarak gördükleri iller ve üstat gördükleri kişilere intibak ederek ürünler geliştirmeye çaba gösteriyorlar. Edebiyat ve düşünceye en az katkısı olan dergiler bu tür dergilerdir. Onlar kısırlaştırılmış akıl, hakikate kapalı kalp ile gerçeğin çok uzağında yaşıyorlar. Bu durum yeni yeni kırılmaya başlansa da egemen yapıları tehdit edecek konumda değildir. Güçlü bir özeleştiri ve bunu olgunlukla karşılayacak konumda bulunmuyorlar. Eleştiri geleneği iyi yerleşmediğinden eserlerin nitelikleri gelişerek devam etmiyor. Merkez dergileri diye bir kavramsallaştırmayı kabul etmiyoruz. İyi yazı, iyi şiir nerede ve kimin

60

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


söylediğine bakılmaksızın merkezdir. Demek ki vicdan, ruh, akıl orada kendisini ifade etmiştir. O an için merkez orasıdır. Bu bütün coğrafyada dolaşımdadır. Önemli olan nerde çıktığı değil, tefekkürün, dilin, emeğin, adaletin, iradenin, kalbin sesi ve dili olabilmektir. Kaliteli, güzel ve iyi olan ne varsa layık olduğu değere ulaşmaktadır. İyi ve güzel olma, zamanın şahitliğinde, insan algısında bıraktığınız etkiyle ölçülür. Bunu da en iyi bilen okuyucudur, en doğru seçim ve ayrımın sahibi okuyucu. Artık taşra veya merkez değil, küresel olarak bugün dünyanın en ücra yerine ulaşabilmenin ve paylaşabilmenin imkânlarını ve konumunu elde etmek hedefi olmalıdır. Kendilerine böylesi bir konumda görenler olabilir. Bunu benimseyenler hazır makamlara ulaşmak isteyenlerin zihinsel alışkanlıklarıdır. Ama bu beyhude bir çabadır. Entelektüel kibrin onları nasıl da erittiğini, eksilttiğini, zayıflattığını, içeriksizleştirdiğini, yabancılaştırdığını üzülerek seyrediyoruz. Olmayan bir şeyi varmış gibi davranarak hem aldanma hem aldatma ameliyesi ile ucuz egemenlik tavırları takınmanın kazandırdığı hiçbir şey yok, kaybettirdiği çok şey var. Önceki dönemlere göre sesini duyurma imkânları arttı. Sosyal medyanın sağladığı imkânlar dağıtım ve tanıtım noktasındaki sınırları kaldırdı. Okuyuculara ulaşmak kolaylaştı. Kitapçılar, dergileri satış rakamları, kâr oranları ve uğraşı olarak zaman almasından dolayı dergilere ilgi göstermemektedirler. Şehirlerde bağımsız kitapçılar yerine şirket zinciri kitapçılar ön plana çıktı. Dergilerin dağıtımı çok maliyetli hâle geldi. Sanal ortamın imkânları bu zorlukları kısmen azaltmaktadır. Dergilerin kalite olarak okuyucuların beklentilerini karşılaması gerekiyor. Okurların dergi ve kitaplara yeterli ilgisi bulunmuyorsa; bunda fikir ve edebiyat ürünü üreten insanların insanlığın vicdanının sesi olamamaları, geleceği okuyamamaları ve kendilerine yabancılaşmalarından kaynaklanmaktadır. Okurun yükümlülükleri var elbette, ama öncelik kalem sahiplerindedir. Kalem sahipleri; kalemlerini satılığa ve ihaleye çıkarırlarsa okurda onları sahiplenmeyecektir. Ancak iyi yazıların yer aldığı dergilerin okuyucu tarafından her zaman görülme ve ona ulaşılma imkânı var. Okurlarımız, okumak eylemini yaşam tarzına

dönüştüren kesiminden oluşuyor. Okumak eylemini varlık şuuru, hayat tasavvuru ve bilgi arayışı ile ortaya koyan kesim tarafından okunmaktadır. Bu kesimin hem okur hem de yazar olarak dergiye katkısı olmaktadır. Ciddi bir enformasyon kirliliği yaşadığımız dönemde fikriyat ve edebiyat alanında ciddi çalışmalara eğilmek gerekir. Ruh ve düşüncenin en yüce ifade biçimlerinden olan yazı her zaman birilerini rahatsız etmiştir. “Sizi rahatsız etmeye geldim” diyen yazar gibi kafa konforunu bozan, ezberleri yok etmeye çalışan, yeni sözler kurmaya çalışan algı ile hareket etmeye çalışıyoruz. Yerleşik geleneksel tutumlar, ulusal ve küresel tutumlar ile birleşti. Psikolojik olarak sürekli geleneksel algı çerçevesinde yerele mahkûm olmamız, ulusal ve küresel ölçeğe ilişkin tutum belirlememizdir istenilen. Bir söz söylenecekse siz söylemeyin, size ne, bırakın onu da biz söyleriz tavrı egemendir. Kendisini merkez gören çevrelerin çizdikleri sınırları aşan dergileri görmekten rahatsızlar. Yazarlarımızın düşünsel dinamikleri önüne engel koymamaya çalışıyoruz. Onların önlerini her daim açık tutmaya ve onları içlerindeki varlık sancısını bir türkü gibi çığırmaya davet ediyoruz. Onlara oluşturmaya çalıştığımız bu özgürlük alanı derginin yenilikçi çizgisinin gelişmesine önemli katkıda bulunmaktadır. Dosya konularının seçiminde gündemi geçmiş ve gelecek örgüsünde çevreleyen konuların olmasına önem veriyoruz. Bu tercihler gerek yazarlar gerekse de okuyucular tarafından heyecanla karşılanmaktadır. Toplumsal sorunların zihinsel- düşünsel boyutuyla ilgili olmaya çalışıyoruz. Düşünce- edebiyatın tüm alanlarına açık olduğu için yazı- konu ilişkisinde geniş bir yelpazeye sahiptir. Dosya konularımızdan birçoğu toplumsal kriz alanlarına dönük oldu: Kimlik, Değerler, İnsanımız, Mekânlarımız, Manipülasyon, Çatışma Kültürü, Barış Kültürü gibi. Bu konular toplumun hâlen tanımlamakta zorlandığı ve çözüm arayışlarına basamak yaptığı süreçlerden yoksun durumdadır. Dergi için başarının bazı kriterleri var: 1- İyikaliteli yazı. Dergi olarak yazının tüm çağlara göre en yoğun bir şekilde kullanıldığı dönemde seçici olarak okuyucuya iyi yazılar okutmak istiyoruz. Yazı değerlendirmelerinde eşraf, arkadaş, çevre kriterlerinden ziyade yazının ve dilin imkânlarını

61

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


en üst düzeyde kullanmasıdır. Her sayısında okuyucuyu, derin bir düşünme ve kalbî olarak anlamaya çağıran yazılarla karşılıyoruz. 2- Güzel bir dizgi ve tasarım. Dergide dizgi ve tasarımı önemsiyoruz. Sunumu en güzel şekilde yapmaya çalışıyoruz. Farklı dönemlerde aldığımız teklifleri de değerlendirerek yenileniyoruz. 3- Okuyucuya ulaşım. Okuyucuya gönderilen birer mektup olan yazıları ulaştırmada gücümüzün yettiği her türlü imkânları kullanmaya çalışıyoruz. Kültür dergi dağıtım aracılığıyla Türkiye’de nt’ler başta olmak üzere seçkin kitabevlerine dağıtımı yapılmaktadır. Yeni okuyucularla tanışmak için degirmendergisi. com sitesini yayımını sürdürüyor. 4- Diri, özgür, yenilenen bir çizgi. Zaman yenilenmeyi zorunlu kılıyor. Edebiyat ve düşünce alanında gündemden kopmayan, ama gündeme de mahkûm olmayan, tarihsel, sosyolojik, psikolojik uzamda kendisini yeniden üreten bir çaba içerisindeyiz. Değirmen dergisinin yazı ve anlayış olarak olgunlaştırmaya ve desteklemeye çalıştığı bir perspektif olan Feta kavramı, derginin en önemli işlevlerinden biri oldu. Menderes Daşkıran’ın öncülüğünde insanlık tarihi boyunca her daim aranılan ve yaşanmaya çalışılan değerleri insan üzerinden ve insanı yeniden inşa etme çabasını ifade eden Feta kavramı, derginin her sayısında farklı boyutlarıyla yer aldı. Anadolu’nun mayalandırdığı ve Osmanlı medeniyetine kurucu irade olarak katkı sunan Ahiyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum, ve ahilik kurumlarının sahiplendiği evrensel değerleri, güncel değerleri de katarak yeniden ortaya koyma çabasındadır. Osmanlının ilk kurucu şehirlerinin örnekliğini taşıyan Taraklı’dan ilham alan ve yine Taraklı’dan başlayan Feta Ödülleri, 41 değer üzerinden şimdiyi ve yarını inşa etme çabasını sürdürüyor. Bu yıl 10’uncusu verilecek Feta Ödülleri, özgün bir proje olarak ulusal boyutta çalışma yürütülmekte ve Sakarya’dan Türkiye ve dünyaya aktarılacak bir değer olmayı ifade ediyor. Dergiyle birlikte yazı serüvenine atılanlar, belli bir süreç içinde bu birikimlerini kitap olarak da ortaya çıkardılar. Yazıları ilk defa Değirmen dergisinde yayımlananların yine ilk kitaplarını Değirmen Yayınları’nda çıkarma hedefine de ulaşmış olduk. Bu kitaplar; Menderes Daşkıran’ın Eğitim Davasının Davası, Rüstem Budak’ın Alın Yazı-

ları, Mehmet Özdemir’in Mihrican ve Adamın Gözleri Kaç Kurşun Sıkar, Yusuf Yavuzyılmaz’ın Çatışmadan Barışa Kürt Sorunu, Evliya Çelik’in Başlama Duruşu, Ünal Akbulut’un His Yordamı, Abdulkadir Akdemir’in Taşranın Sazendesi, Ahmet Gözübüyük’ün Siriderya, Fedai Günaydın’ın Yeni Bir Hayat Gerek, Veysel Parlak’ın Değerler Eğitimi Etkinlikleri 1-2, Betül Saray’ın Koruyucu, Mehmet Ali Çabuk’un İki Dedem Vardı… Şiir, deneme, makale, roman, eğitim konularında bu şehrin birikimine mütevazı ama derinlikli ve sürekli bir katkı yaptı, yapmaya devam ediyor. Dergide söylenmeyeni anlatma, konuşulmayanı ifade etme temel varlık nedenlerimizden oldu. Geçmişi, geleneği tekrara değil, var olan zaman akışında bugünü ve yarını kuşanmaya- kuşatmaya çalıştık. İmkânlarımızın sınırsız olduğuna inanıyoruz. Mümkün olan her şeyi gerçekleştirmek istiyoruz. Önder-üstat aklın yerine kolektif aklı önemsiyoruz. Yazarlarımızın her birinin görüş, öneri ve değerlendirmelerini dergiye katıyoruz. Dergiyi yayın periyodu olarak üç ayda bir çıkarmaktayız. Her sayıda belirlediğimiz dosya konuları gündem veya gündem üstü olarak insan, toplum, tarih, medeniyet yönlerinden ele alınmaktadır. Dosya konularımızdan örnek vererek bu yeniliğin izlerini daha iyi görebiliriz: Manipülasyon, Sanalite, Mekânlarımız, Küreselleşme, İstanbul, Çatışma Kültürü, Barış Kültürü, Postmodernizm, İnsanımız, Gelecek, Mahalle, Oyun, Rüya, Beşir Ayvazoğlu, Sözlükler, Diyarbakır. Türkiye’de yüzyıllık düşünce- edebiyat birikimini tartıştığımız sayılar her zaman referans olacaktır. Yüzyılın Kitapları, Yüzyılın Dergileri, Yüzyılın Filmleri sayıları yüzyıllık muhasebe imkânını vermektedir. Edebiyat ürünlerini düşünce yazılarıyla tam bir bütünlük teşkil ettirerek bu zenginliği her sayıda okuyucuya yaşatmaya çalışıyoruz. Kendisini tekrar eden, anlam derinliği kaybolmuş değil, hikmet penceresinden zamanın ruhunun kalp atışlarını hissettirmek istiyoruz. Bir derginin, edebiyat ve düşünceye nasıl bir katkısı olabileceğini kendi hikâyemiz ve arayışımız üzerinden ifadeye çalıştım. Dergiler bu katkıyı sunmaya devam edeceklerdir. Bir yandan belli bir geleneğe yaslanıp gidecek dergiler olacağı gibi diğer yandan her yeni bir sözün, arayışın dili dergiler de olacaktır.■

62

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Bütün zamanların en iyisi: "Kültür Dünyası" MAHİR ADIBEŞ

K

elebek ömrünce çok uzun, çınar ağacını örnek alırsak kısa sayılır elli yıl! Bunu insan ömrüne kıyaslarsak, yetmişli yılların ortasından bu yana, gâh uzaktan gâh yakından seyrettik, diye anlatırız serüveni. Bazen hayran olduk bazen yerin dibine batırdık kendi hâlimizce, yazdık işte. Aslında kökü daha eski, hemencecik konuya gelecektim ama şunu demeden de geçemeyeceğim: Bu serüven bizde “tıngır mıngır” sallanırken tahta beşikte ninnilerle başlayıp tandır başında hikâyeler, masallarla devam etmiştir. Sonra mâni atışmaları ve düğünlerde, bayramlarda türkülü oyunlarla bir geçmişe sahiptir. Yine de bunun en gelişmiş yeri köy odaları; tartışmanın başladığı, eleştirinin sıkı yapıldığı meclisler. Âşıkların saz çalıp söylediği, hikâyeli türküleri ağzı açık dinlediğimizi hiç unutamam. Gece yarısına kadar eve gitmediğimiz kış gecelerini bilirim. Ortada sac sobanın bir yanı narlaşır, üzerinde çaydanlık cızırdardı. Nefesin havada buz kesildiği gecelerde, pencerenin önü bile dolu. Soğuk mu soğuk, ayaz insanı göğe çekerken, kar bel boyu, çörtenlerden buzlar bir metreden fazla sarkardı… Sıcaklık insanların kendisinde; dürüstlüğünde, saflığında, sohbetinde, tatlı dilinde… Az şeyle mutlu olmayı bilen, beklentisiz, tevazulu, taham-

müllü, derviş gönüllü insanlar… Daha sonradan “Destancıyla” karşılaştık; kolunun üzerinde iki yaprak destan, gaydalı uzun şiirleri okuyarak dolaşırdı caddelerde… Küçük kasabamızda böyle çıktı karşımıza yazılı edebiyat, yıllar sonra… Kasabada geçen hayatımızı bir orta oyununa benzetirim!... Aklıma geldikçe bazen güler bazen de hüzünlenirim. Düşüncelerimi sıkı sıkıya sarıp sarmalar çocukluk yıllarımda görüp yaşadıklarım… Biz, ötelenmiş insanlar, kültür yarası almışız; kadere razı, taşrada toplum değerleri ve gelecek arasında, sıkışıp kalmışız! O gün İstanbul sadece hayalimiz… Efendilik falan bizi teselli ediyor o dönemlerde, sonradan alçaklık sıfatı olduğunu öğrendik! Saf, temiz, yürekli, güvenilir gibi laflar ama bunlar ne anlama geliyor tam olarak da bildiğimizi söyleyemem, iyi meziyetlermiş işte… Bu kadar yıl geçti üzerinden, birinin karşısında ceketimizin düğmeleri açık ve yüzüne bakarak konuşamayız, ufak ufak ter akar şakaklarımızdan! Ezik girdik medeni denilen topluma, okul olmasa geleceğimiz de yoktu. Okul dedimse, köydeki medreseden sonraydı. Derken o uzun süreç başladı… Önce kitaplar sonra dergiler, bu arada köklerden de kopmamaya çalıştık elbet… Uyum

63

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


buraya kadar zor olmadı ama kolay da sayılmazdı, çok taviz verdik çok; saflığımızı, temizliğimizi, tevazuumuzu göz göre göre yitiriyorduk. Değerlerimiz her gün değişti… Beynimizin içindekiler değişiyordu! Soğuduk, uzaklaştık, koptuk birbirimizden! Neden sonra aklımız başımıza geldi. Tutunacak bir dal aradık, kendimizce. Hâlen aklımızın bir yerinde köy meclisleri kalmıştı; türkülerimiz, mânilerimiz, destanlarımız, masallarımız, hikâyelerimiz… Ne çok şey öğrenmişiz oralarda, elimizde Türk’ün kültür mirası, dil anamın dili, Türkçe… Gizli kalsın düşünceler, gizli kalsın bir sandık dolusu yazı. Tandırda yanışlarını seyrederken ne hissettin derseniz unuttum, derim. Yazılar yok olsa da çok şükür dağarcığımız sağlamdı. O günden sonra köklere döndük, o tahta beşikte sallanırken tıngırtılar arasında duyduğum ninniler hâlâ kulağımda… Dergiler, hemen hepsi İstanbul menşeli, yollarını bekliyoruz. Yazarların, şairlerin çoğunu dergilerden tanıdık. Hikâyeleri orada bulduk, şiirleri ezberledik. Yıllarca sürdü, onlara olan hayranlığımız. Ah! Bir gün biriyle karşılaşmak, ne güzel hayaldi, dünyalar bizim olurdu... Heveslendik, ne yalan söyleyeyim… Çok sonradan edebiyat kültür dergileri

taşradan da yayınlanmaya başladı. Bunlar ilk zamanlarda İstanbul dergilerine benzemedi, her yönden kalitesi düşüktü. Çoğu zamana direnemedi, kısa ömürlü oldular. Para bulamadılar, para bulsalar da yazanı bulamadılar derken olmadı. Çok azı diyeceğim ama o da değil, sonradan birkaçı dayanabildi. Uzun ömürlü çok az dergi var aklımda kalan “Türk Edebiyatı”, “Varlık”, “Dergâh” uzun yıllardır devam ediyor. Kısa zaman yayınlanıp kapanan dergilerden de iz bırakanlar oldu. “Kültür Dünyası”, “Yaşasın Edebiyat”, “Kervan”, “Seviye”, “Seyir” bunların bazıları. Bazı dergiler ise yalnız bir ya da iki sayı çıkabilmişlerdi. Daha sonra doksanlı yılların sonuna doğru Anadolu’da çıkarılan dergilerden “Kümbet”, “Berceste”, “Bizim Külliye” günümüze kadar ulaşan dergilerden bazıları. Bu dergiler bir nevi taşra dergiciliğini teşvik ettiyse de çok dergi çeşitli sebeplerle yayınına devam edemedi. Zengin yerel kültür, dergilere taşınmaya başlayınca daha önce fildişi kulelerdeki şair ve yazarlar taşra dergilerine doğru yol almaya başladı. Eee Hocam, dün hayal bile edemediğimiz efendilerle şimdi aynı saftayız! Başta taşrada çıkarılan edebiyat kültür dergileri çok fazla tutunamasa da yerel yazara büyük bir moral ve özgüven aşılamıştı. Yazılar, şiirler menşeinde yazılmaya başladı. Ayağı çarıklı, eli nasırlılar, sadece tiyatro sahnelerinde görüntü olarak temsil edilenler dergilerde ve kitaplarda da boy gösterir oldu. Dergiler sayesinde, âdeta Çıfıt pazarında bir yer ararken, kendimizi Lordlar Kamarası’nda bulduk! Rahmetli Ahmet Kabaklı Hocam zamanında Türk Edebiyatı dergisinde yazılarım yayımlanmaya başladı. Sonradan çok dergide vakit buldukça yazdım; hikâye, eleştiri, gezi, tanıtım ve denemeler. Bu yazımda ömrü çok uzun olmayan ama bende unutamadığım iz bırakarak, çok iyi

64

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


anında kapanan bir dergiden bahsetmek istiyorum. Zirvedeyken bırakmak buna derlerdi ama çok erken olmuştu… Kültür Dünyası, “Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Yıl: 1 sayı: 1 Mayıs 1997 Fiyatı 250.000 TL” Aynen böyle bir yazıyla adımını attı yayım dünyasına. Hüzünlendim şimdi sayfalara bakarken; Ergun Göze, Olcay Yazıcı, Dilaver Cebeci hemen gözüme ilişen isimler, Allah rahmet etsin… Kültür Dünyası dergisi, rahmetli Osman Olcay Yazıcı yönetiminde çıkmaya başlamıştı (Yazı İşleri Müdürü). Fatih Yayıncılık adına sahibi Ahmet Yıldızhan, Genel Müdür Hüseyin Türkoğlu olarak kayıtlara geçti. Klasik boydan biraz daha büyük beyaz kâğıt ve siyah beyaz hemen her sayfada resimlerin yer aldığı bir dergiydi. İlk sayısına, kapakta N. Fazılı Kısakürek’in resmi vardı. Üstadın ölümünün 14. Yılı dolayısıyla bu sayı ona armağan ediliyordu; “Sayıklama” adlı şiiriyle giriş yaptı. Üstada çok geniş bir yer ayırmıştı. “Çile” demiş şiirin adına, “Gençliğe Hitabe”yi eklemiş peşi sıra. Ergün Göze, Olcay Yazıcı, Üstün İnanç, Abdurrahman Şen, Yaşar Ömeroğlu, Sedat Umran, Dilaver Cebeci ve diğerleri Üstadı yazıyorlardı. Dosya “Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam; Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam…” vasiyetiyle kapanıyordu. Sevinç Çokum, “Uzun Kalan Güneş” hikâyesiyle yerini almıştı. “Ayın Şairi” köşesinde Sedat Umran görünüyordu. Kısa kültür haberleri, kitap tanıtımları unutulmamıştı. Son sayfada da bir bulmaca yayınlanıyordu. Kültür Dünyası, benim için farklı bir anlayıştı. Türk Edebiyatı dergisi çizgisinde bir edebiyat dergisi düşünürken bunu buldum karşımda. Dergi, okuması kolay, yazılar doyurucu ve sürükleyiciydi. Osman Olcay Yazıcı ismi ve çok geniş yelpazeyi kucaklayan yazar, şair kadrosuyla güven veriyordu daha ilk sayısında. Kimler yoktu ki dergide; mimar, sosyolog, doktor, sinema yönetmeni, tiyatrocu, müzik yapanlar, eleştirmenler; daha sonraki sayılarında veteriner hekim, mühendis… Dünya şiirlerinden, yazılarından tercümeler yayınlanıyor, söyleşiler, sinema mutlaka yer alıyor, müzik araştırılıyor, tiyatro unutulmuyordu. Türk’ün harcı “dil” konusuna her sayıda yer veriliyordu.

Yazıların sıralanması bana göre doğru olmasa da daha ilk sayıda dönemin bakanı İsmail Kahraman ile “Kültür Devletin Tekeline Bırakılmamalı” başlığıyla Abdurrahman Şen’in yaptığı uzun söyleşi çok yerinde olmuştu. Olcay Yazıcı bu sayıda, “Şiiri Yazılamayan Şehir” şiirini yayınlamıştı. “Gökçe atlar üstünde fethe uçan cihangir: /Bu pürfüsun şehre nasıl yazılır şiir/ Bir masal diyarının gölge-ışık Kaf ’ını/ Kalem çizebilir mi mânâ fotoğrafını?” diye anlatıyor mısralarında. “Bu derginin sırtı yere gelmez,” dedik, daha birinci sayıda! İkinci sayı birincinin benzeriydi ama fark vardı! Reklamlar artmış olarak karşımıza çıktı. Sadece rakamlar mı, yayım kadrosu çok geniş tutulmuştu. Kapakta, alfabe ağacının yaprakları yerlere dökülmüştü. M. Zeki Akdağ’ın şiiriyle giriş yapmıştı. “Mazi denen mutlu masal/ Gerçek dışı umut artık/ Kırık aynadaki resim/ Ne yap ne yap unut artık…” Ben olsam oraya iddialı bir şiir koyardım, diye içimden geçirmiştim. Ahmet Yüksel Özemre, “Toplum Kültür Deformasyonu”nu yazıyordu. Bu sayıda merhum Cemil Meriç’e yer verilmişti, kızı Ümit Meriç’le yapılan bir söyleşi, Dursun Gürlek’in yazısı yer almıştı. Olcay Yazıcı ve Aydın Arıtan “Erich Fromm” hakkında yazmışlardı. A.Nihat Asya’dan “Seccadem Kumlardı” şiirini alarak onu da unutmamıştı. “Kâmus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla... Kâmusa uzanan el, namusa uzanmıştır.” Cemil Meriç’in bu sözleriyle “Dil Dosyası”nı açmıştı. Ahmet Kabaklı, Sevinç Çokum, Y. Bülent Bakiler, Özcan Ünlü, Orhan Okay, Bahattin Karakoç, M. Niyazi Özdemir, Tarık Buğra, Atilla İlhan ve diğerleri orada buluşmuştu. “Ayın Şairi” olarak, “Bekleme, ağlama, beni çağırma! / Tükendi dermanım gelemiyorum.” diyen, Türkiyem’in şairi Dilaver Cebeci seçilmişti. Şimdi o şiirler karşısında mahcubum, hüzünlüyüm… Ve bu sayıda resimlerden daha çok genç olduğu görülen Mehmet Doğan “Tevhid-i Tedrisat gibi Tevhid-i Neşriyat var” yazısıyla karşımıza çıktı. M. Nuri Yardım “Yansımalar” yazı dizisine başlamış. Üçüncü sayı elimize geçtiğinde bir önceki sayılara göre biraz daha kendine güvenen bir hâli vardı. Önceki yazarlarını, şairlerini korurken yeni isimlere de yer verilmişti. Kapağa Ayasofya’nın

65

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


yağlı boya tablosunun resmi yerleştirilmişti. Açılış sayfasına Olcay Yazıcı’nın kendi şiiri “Devr-i Dilâra” oturmuş, sayfanın sağ üst köşesine de Hayri Mader’e ait “Derviş” isimli bir desen yerleştirilmişti. Dilaver Cebeci “Anadolu Erenlerinin Karizması” başlığıyla bir yazı hazırlamıştı. M. Şevket Eygi, “Müslümanlar ve Estetik” yazısıyla dikkatimizi çekiyordu. “Gülnâre” adlı şiiriyle de Nurullah Genç ve “Ötüşler” şiiriyle Vahap Akbaş. Bu sayıda ayın şairi koltuğunda Bahaddin Karakoç karşımıza çıkıverdi. “Beyaz Dilekçe” şiirini kaçıncı defa okuyorum unuttum. “Rahman ve Rahim olan adına sığınarak/ Açtım iki elimi: Kor gibi iki yaprak…/ Bir edep ölçeğinde umutlu ve utangaç./ işte dünya önümde; benim ruhum sana aç.” diyordu. Nazir Akalın, “Kandil” şiiriyle burada yer almıştı. Bu kardeşimizi, daha sonraki yıllarda, genç yaşta Ankara’da kaybettik. Mehmet Nuri Yardım diğer sayılarda da vardı; bu sayıda “Ahmet Kutsi Tecer” yazısıyla yer almıştı. Dördüncü sayıda Anadolu’da yaşayan kalem erbaplarından yenilerine rastladık. Sadabad’dan bir resimle kapak süslenmişti. “Toprağın Büyüsü” adlı şiiriyle Yahya Akengin, “Turgut Uyar, Geleneğin Neresinde?” başlıklı yazısıyla Cevat Akkanat, “Selo’dan Sılaya” şiiriyle Ali Akbaş, “Ayın Şairi” Bekir Sıtkı Erdoğan, Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı!” ve “Kara gözlüm, efkârlanma gül gayrı!” diye sesleniyordu. Her sayıda dil konusu işlenirken bu sefer de eski spikerlerden Jülide Gülizar ile yapılan söyleşiyi Taceddin Ural yazmıştı. “Niçin Millî Kültür?” diye soruyor Ahmet Özdemir. Tahir Kutsi Makal “Karacaoğlan’ı” anlatıyordu. Sinemaya oldukça fazla yer ayrılmıştı. Abdurrahman Şen, “Ertem Göreç” ile uzun bir söyleşi yapmış. Kâab Bin Züheyr’in “Kaside-i Bürde” adlı şiirine Sezai Karakoç çevirisiyle yer verilmiş. “Yurdundan koparılmış gözleri sürmeli yaralı bir ceylân gibi/ Suat’ı alıp götürdüler. Gönlüm öyle kırık ki” diye başlıyor kaside… Abdulkadir Akgündüz, “Türkçe’miz ah Türkçe’miz” diyerek iç çekiyor. Derginin titizlikle üzerinde durduğu konulardan biri Türkçe-Dil meselemiz. Bu sayıya kadar bu konuya önemli bilip öne çıkardı. Özcan Ünlü, Ayhan Songar Hocanın ölümü üzerine bir yazı hazırlamış. Mehmet Nuri Yardım da Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu anlatıyordu. Beşinci sayının kapağında eylül ayını sim-

geleyen yaprakları dökülmüş ağaç resimleri yer almıştı. Arkasından, Bahattin Karakoç, “Eylül” şiiriyle merhaba diyordu. “Bir elma bahçesinin siyecinde/ Güzsü bir ezgiyi şakıyor birkaç ispinoz/ Elmalar soğuk soğuk terliyor dallarda/ Yolcusu seyrekleşen yollarda/ Kıymık kıymık savruluyor toz” diyordu eylül ayında çıkan bu sayıda. Yine Vehip Sinan’ına çizgileri. Sosyolog Cafer Vayni, “Batı ile Son Tango” adlı kültür yazısıyla katılmıştı. Yavuz Bülent Bakiler “İsimsiz Şiir”ine, “Üstüme lapa lapa kar yağıyor yeniden/ Yeniden yüreğim beyaz bir lâle.” mısralarıyla başlıyordu. Önceki sayılarda da kültür yazılarını gördüğümüz M. Şevket Eygi’ye bu sayıda da rastladık. Ümit Meriç, Dış Türklerle ilgili yazısıyla yer almış. Said Başer’in tarihle ilgili ciddi bir uyarı yazısı ve Ömer Altan’ın Orhun Abideleri hakkında bir söyleşisi var. Ahmet Özdemir’i burada anmadan geçemeyeceğim hemen her sayıda güzel bir denemeyle yer alıyor. Nazım Payam “Biz sözle ikiz kardeşiz usta” başlığının altında, “Sırtımız sevdaya dayanmadan/ Dayanır söze/ Söz… Usta/ Böyle başlar aşkımız/ Söz mensur gülü/ Ve yol fermanımız” sözleriyle ailede yerini almıştı. Gülşen Kılınçer’i baştan beri söyleşileriyle okuduk. Önemli konulara dikkat çekiyor. Dursun Gürlek de her sayıda “Ayaklı Kütüphane” yazılarıyla bir kültür hizmeti yapıyordu. “Ayın Şairi” olarak genç bir kardeşimiz karşımıza çıkıyor Hasan Akçay. Olcay Yazıcı bu sayıda da bir hikâyesini yayınlamıştı. Birçok dağa kar düşmüşken, altıncı sayı kapağında sıcak bir resimle çıkıyordu. Girişte tanınmamış bir şair olan Osman Bülent Manav’dan “Son Bahar Şiiri” yayınlanmıştı. Önemli bir konu olan üniversite eğitimine dikkat çekerek başlıyor, dergi. Dosya dergilerde pek de alışık olmadığımız bir şekilde karşımıza çıkıyor, “Paparazzi”. Bu konu bir ay önce trafik kazasında ölen Lady Diana sebebiyle irdelenmişti. Ahmet Tevfik Ozan “Ayın Şairi” olarak yer alıyor ve “Külrengi, kırmızı ve sarı bir fırça/ Gezinmiş gibidir; şimdi Erzurum/ Çarşısı, pazarı, çayhaneleri…” diye sesleniyor. Hikâyede değerli dostum Necdet Ekici’yle karşılaştık. İşte, hikâyeciden örnek bir hikâye, “Yoncaları sevda sardı”… Yedinci sayının kapağında Yahya Kemal Beyatlı’nın resmi; dosya konusu belli oldu. Beşir Ayvazoğlu, Mustafa Özçelik, Hasan Akay şair

66

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


hakkında yazmış. Derginin girişinde Bahattin Karakoç’un “Bu Garip Adam” başlıklı şiiri yer almıştı. Oktay Sinanoğlu, “Yabancı Dille Eğitim İhanettir” diyerek sert bir giriş yapıyor. Nurullah Genç “Ayın Şairi” koltuğuna kurulmuş, “Yağmur yağar geceleyin/ Periler gülümser kaldırımlarda” diye şiirini okuyor. Bu sayıda bir değişiklik daha yapılmıştı; baştan beri “Genel Müdür” olarak yer alan Hüseyin Türkoğlu “Genel Müdür ve Yayın Koordinatörü” olarak yazılmıştı. Sekizinci sayıya Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Çoban Çeşmesi” şiiriyle başladık. Kapakta Mehmet Âkif ’in resmine yer verilmişti. Bir önceki sayıda terfi eden “Genel Müdür” Hüseyin Türkoğlu koltuğunu Ali Çitli’ye bırakmıştı. Dosyada dostları Âkif ’i anlatıyor. Olcay Yazıcı ve Mustafa Necati Özfatura, rahmetli Seyyid Ahmet Arvasi hakkında yazmışlar. Vahap Akbaş “Ayın Şairi” kürsüsünde. “Cami avlusu güvercinler/ Bir de Sinan kokan şadırvan/ Mermerlere/ Sonsuzluğu anlatırken zaman…” Ve ben çıktı benim karşıma, yani Mahir Adıbeş, “Taşa yazılan sevda” adlı hikâyede… Dokuzuncu sayı, kapakta Mevlevi resmiyle çıkmıştı. Dosya konusu olarak Ramazan-ı Şerif. Dosyada, Arif Nihat Asya, “Biz, kısık sesleriz… minâreleri,/ Sen, ezansız bırakma, Allah’ım!/ Ya çağır şurda bal yapanlarını;/ Ya kovansız bırakma, Allah’ım!” diyerek “Dua” ile açıyordu. “Eski İstanbul Ramazanları”nı Dursun Gürlek, “Kültürümüzde Ramazan” yazısını Ahmet Özdemir yazıyordu. “Ayın Şairi” Zeki Akdağ. Sevinç Çokum’dan “Tarifsiz Bir Sesin Hikâyesi” Onuncu sayıda reklamlar iyice renklendi ve çoğaldı. Girişte Nurullah Gençt’en “Ayrılığın Arkasından Duyulan” şiir yer almıştı. Derginin arkasında dokuz sayıdır yer alan bulmaca kaldırıldı ve yerine daha önce içerde yayınlanan Vehip Sinan’ın karikatürleri aldı. “Kültür Değişmeleri”ni Ali Rıza Temel yazmıştı. Ümit Meriç bu ülkeyi sosyoloji penceresinden değerlendiriyordu. Hikâyede Ümit Fehmi Sorgunlu “Asker’in Türküsü” hikâyesiyle yerini aldı. “Ayın Şairi” Gültekin Samanoğlu, “Ağaçlar Ayakta Ölür” diyor. “Ağaçlar soyunurken birer ikişer/ Tam kalbim üstüne bir yaprak düşer./ Tut ki şairsin, duramazsın kaskatı;/ İmdada çağırır sevdiğin san’atı,/ Bildiğin şiirleri belki yüz kere/ Söylersin, ağlarsın;

sonra eskilere,/ Deli çağlarına dönersin, ümitle…” Bu sayı Şubat 1998 de çıkmış. Türkiye Yazarlar Birliği’nin 20’nci yılının kutlanmasına bir sayfa ayırmıştı. On birinci sayının kapağında lâle desenli bir ebru. İlk defa kapakta içindekilere yazılı olarak yer verilmişti. “İbn Haldun ve Tarih” yazısıyla Cafer Vayni’nin Vayni, önemli bir konuyu ele almış. Sevinç Çokum ise “Bir Devrin Bugüne Sözcüsü” yazısıyla Ömer Seyfettin’i anlatmıştı. Ahmet Mercan’a ait “Ağlayan Güvercin” şiiri mutlaka okunmalı. Sabri Akdeniz, “Dil Zenginliği Nedir?” diye soruyor. Ömer Çakır, Necdet Ekici, Çanakkale savaşları hakkında yazmışlar. Kapaktaki resmin hikmeti Ekrem Kaftan’ın “Ebru, Bir Sır Sanatıdır” başlıklı yazısında gizli. Dursun Gürlek, “Tolstoy’un Manevi Dünyası”nı anlatıyordu. “Ayın Şairi” köşesinde Mustafa Özçelik’in “Firuze, Ağrı, Kıyı” şiirlerinden örnekler sunulmuştu. “Bir gönlün kıyısında akşam/ Son kuşlar da gitti/ Şimdi kim tarar saçlarımızı anne yerine Kim tutar içimizde sevinci”. Hikâyede Mustafa Miyasoğlu “Üç odalı yalnızlık”. On ikinci dergi “Câmideki Rektör: Erol Güngör” yazısı ve Erol Hocanın resmiyle çıktı. “İslâmiyet kitaplarda okunan değil, yaşanan bir hakikat olduğu ölçüde kıymet kazanacaktır. Biz onu bir sahabenin, bir velinin veya geçmişteki herhangi bir kahramanın hayatından ziyade kendi hayatımızda görmeliyiz. Bu günün insanı, bu günün problemleri karşısında İslâmla yüz yüze gelmelidir.” Yalnız Türk milletine değil, bütün dünyaya fikirleriyle ışık tutan Türk aydınıydı Erol Güngör Hoca. Allah mekânını cennet etsin. Bu dosyada Sevinç Çokum, Mahmut Çetin, Mustafa Nadir Önay, Dursun Gürlek, Cafer Vayni yazılarıyla; Ali Akbaş “Güngör’e Ağıt” şiiriyle yer almış. Derginin girişi Bahattin Karakoç’un şiiriyle başlamış, “Bilirsin ki burada değilim artık/ Ihlamurlar çiçek açtığı zaman/ Gelir benim yüreğimde toplanır/ Dağların üstünden sıyrılan duman/ Bir yanım mosmordur, bir yanım beyaz/ bir yanım karakış bir yanım ilkyaz/ Can evime bakışların saplanır/ Ihlamurlar çiçek açtığı zaman”. Orhan Türkdoğan, “Türkiye’de Demokratik Rejimin Yapısı”nı inceliyor. Mimar Türkkahraman, “Sembol-İktidar İlişkisi ve Sembolizim” üzerinde duruyor. Olcay Yazıcı, şiirde millî kimliği irdeliyor. İlhan

67

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Yardımcı’nın “Âşık Reyhanî ile Söyleşi” yazısı dikkat çekici. Şiirde “Hisar”dan bir şair var; İlhan Geçer. “O şehirde yine şarkılar söyleniyordu/ Karşılık görmemiş sevgiler üstüne/ Işıkları sönmüş odamda/ Yarım kalmış şarkımı duyuyor musun/ Beni sorarsan gene yapayalnızım/ Sen sıcak döşeğinde rahat uyuyor musun”. İlk defa bu sayıda “Hızırla Kırk Saat” şiirinden bir bölümle Şair Sezai Karakoç’la buluştuk. On üçüncü sayıda kapak resmi olarak Fatih’in at üzerinde İstanbul’a girişi seçilmiş. İlk sayfadan Necip Fazıl’ın “Otel Odaları” şiiri. “Ayın Şairi” olarak Nazir Akalın anlatılmış. Hikâyede Muhterem Yüceyılmaz “Fuzuli Devranıdır” başlıklı hikâyesiyle yer alıyordu. On dördüncü sayı Cemil Meriç dosyasını açıyor. Kadir Turan “Ahlâk ve İrade Âbidesi”, Vehbi Vakkasoğlu “Cemil Meriç ve En Sadık Öğrencisi”, Recep Garip “İz Bırakanlar İçin” yazılarıyla dosyaya. Ali Nar “Tarikat ve Tasavvuf ” üzerine uzun bir denemeyle sayfalar arasındaki yerini alıyor. Gencay Zavotçu “Türk Edebiyatında Gül ve Bülbül Hikâyeleri” inceleme yazısını yayınlamış. “Ayın Şairi” Metin Önal Mengüşoğlu. On beşinci sayıda “İnceleme”de karşımıza bir usta çıktı Orhan Türkdoğan; Türk düşünce sistemi üzerine yazıyor. Lütfi Şahsuvaroğlu şiirini “Kıbrıs” için yazmış. Muhsin Karabay ile beraber Ayhan Songar Hocayı anıyoruz. Fırat Kızıltuğ “Mavi Kız-1” ile bize sesleniyor. Nurettin Topçu’yu; Mustafa Özçelik, Cafer Vayni, Mustafa Kök anlatıyor. İncelemede İsmail Çetişli, “Cahit Külebi’nin Şiirinde Memleket” başlığıyla yer alıyor. “Ayın Şairi” Mehmet Çınarlı; “Çağ geçti, gün tükendi, ömür bitmek üzeredir;/ Hâlâ bu bitmeyen heyecan, çırpınış nedir?” On altıncı sayıda kapak koyu renklerle ve diğerlerinden farklı çıktı karşımıza. Fark elbet yalnız kapak renklerinde kalmamış Yazı İşleri Müdürü Osman Olcay Yazıcı’nın yerini de Ahmet Önçırak almıştı. İç tasarımda fark olmamıştı.“Mihriban”ın söz yazarı Abdürrahim Karakoç “Ayın Şairi”. “Sarı saçlarını deli gönlüme/ Bağlamışlar, çözülmüyor Mihriban/ Ayrılıktan zor belleme ölümü/ Görmeyince sezilmiyor Mihriban” diye aşkı anlatıyor. Salih Memecan “Karikatürde Etik Tartışması”nı yazıyor. Doğrusu bu konu bütün dallarda incelenmesi gerekir, diye düşün-

düm. Alâeddin Yavaşça “Türk Mûsikisinin Dünü, Bugünü ve Yarını”nı konuşuyor. Abdurrahman Şen “Türk Sineması”nı yazıyor. Ödüllü yazar Asuman Şenel, dupduru ve titiz bir Türkçeyle, “İpek Böceği” adlı hikâyesiyle karşımıza çıkıyordu. On yedinci sayı sayfalarını tiyatroya açtı. Kapakta görkemli bir sahne ve oyuncular resmi ile “Açıldı Perdeler”. Zaten her sayısında sinema ve tiyatroya geniş yer ayırıyordu. Gazanfer Özcan, Kenan Işık, Nedret Güvenç, Üstün İnanç başta olmak üzere birçok kişiyle söyleşi yer almıştı. Ali Erkan Kavaklı “Yabancılaşan Aydın”ı ele almış. “Ayın Şairi” Elbistanlı şair Celalettin Kurt. Şevket Eygi “Estetik ve Moda” hakkında bir denemeyle, Ara Altun “Çini Sanatına Bir Bakış” makalesiyle katılmışlardı. On sekizinci sayı, “2000’e Doğru Türk Sineması’nın Seyir Defteri” kapak yazısıyla sinemayı ele alıyordu. Burçak evren, Ertem Göreç, Kartal Tibet, Mesut Uçakan, Şerif Gören ve başkalarıyla sinema hakkında söyleşiler... “Hüzün Yağdı Dağlara” hikâyesiyle Necati Kanter vardı. “Ayın Şairi” olarak bu sefer tanınmamış genç bir şair yer aldı, Servet Yüksel. Mehmet Nuri Yardım “Osman Yüksel Serdengeçti” hakkında yazmıştı. Hikmet Barutçugil ise “Ebru Sanatımız” başlıklı yazısıyla katılmışlardı. On dokuzuncu sayı: Kültür Dünyası, “Aylık Kültür ve Sanat Dergisi Aralık 1998 Yıl: 2 Sayı: 19 Fiyatı: 600.000 TL.”. Kapakta eski bir daktilo resmi yerini almıştı. Işıklandırmayla tarihi duygu dolu bir film karesini andırıyordu. Resmin üzerinde “Yazar, doğum sancısı çeken bir ana gibidir; Kelimeleri sayfalara döker ve kurtulur.” Bu sayıda her sayıda girişten verilen şiir yer almadı. Onun yerine Ali Âdem Yörük’ün “Ahir Zamana mı Kaldık?” başlıklı denemesi konulmuştu. Ayşegül Yıldız “Dolmabahçe” hakkında bir araştırma ve Mimar Çelik Gülersoy’la bir söyleşiyi yayınlamıştı. Dosya konusu Roman olunca; Gülten Dayıoğlu, Yavuz Bahadıroğlu, Mustafa Miyasoğlu, Durali Yılmaz, Alev Alatlı ile söyleşilere yer verilmişti. Fatih Andı’nın “Roman ve Trajik Hayat” başlıklı denemesi de yerini almıştı. “Ayın Şairi” bu sayıda Tahir Kutsi Makal olmuştu. “Hüzünlü Şarkı” diyor gülümseyerek. “Hüznümü yaşıyorum, dokunma şimdi/ Çay demledim: deme, kahve getirme/ Girme ani sevinç gibi bey-

68

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


nime/ Hüznümü yaşıyorum, dokunma şimdi!..” Bu şiirin arkasından, “Âşık olayım da gör” diyor yetmiyor, “Babanız yine âşık çocuklar./ Yüzünün gülüşü ondan/ Erken gelişi ondan/ Ve bu sefer iş berbat!/ Babanız yine âşık çocuklar.” diyerek “Sohbet” ediyoruz… Mehmet Doğan, Merhum Mehmet Âkif ’in anısına, “İstiklâl Marşı; Bir Millî Mutabakat Metni” başlığı altında bir deneme yayınlamıştı. Her sayıda dünya edebiyatından alıntılar yer almıştı. Bu sayıda Simyon Prokapiyeviç Kadişev’e ait “Baykal Gölü” adlı şiiri yayınlandı. Sinemadan, tiyatrodan, mimariden yazılar. Ayın kültür olayları, edebiyat yarışmaları ve Vehip Sinan çizgileri yine bizlerle beraber oldu. Kapak kâğıdındaki değişiklik, renkler, iç kâğıdın kalitesi, harflerin karakterindeki değişiklik on altıncı sayıda gözden kaçmadığını söylemiştim. Bu değişiklik âdeta okuyucular üzerinde soğuk duş gibi oldu! On beş sayıdır dergiyle bütünleşen Osman Olcay Yazıcı’nın Yazı İşleri Müdürlüğünden ayrılıp yayım danışmanlarının arasında yer alması, Yazı İşleri Müdürlüğüne Ahmet Önçırak getirilmiş olması, kafalarda soru işareti oluşturdu. Genel Müdür Ali Çitli de yerinde yoktu. Yayın Koordinatörü olarak Abdulkadir Akgündüz vardı. Bu değişimler hem görüntüde hem de muhtevada değişiklik olarak yansımıştı dergiye… Daha önce dil konusu hemen her sayıda işlenirken bu sayıdan sonra daha az yer verildi, baştan beri yazan bazı yazarlar artık sayfalar arasında yoktu ve “Söyleşi” köşesi on yedinci sayıda “Röportaj” olarak yazıldı. Dergi dil hassasiyeti politikasını bırakmış mıydı acaba? Osman Olcay Yazıcı, edebiyat çevrelerince “Bütün Zamanların En İyisi” diye değerlendirilen Kültür Dünyası dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini on beş sayı yaptı. Mutlaka işin içinde bir ekip çalışması vardı ama lokomotif olarak derginin her işi onun elinden geçiyordu. On dördüncü sayıda “Bahar” adlı şiirini girişte görüyoruz. Ebrulu bir lâle altına yazılmış; “Zaman bir daha çığlık/ İlkyaz bir daha kurşun/ Nasıl kıyamet olur/ Goncaya dokunuşun”. Daha önceki sayılarda da şiirleri, yazıları ve hikâyesi çıkmıştı. Bu sayıdan sonra bir daha dergide yer almadı. Kırılmayı dışarı yansıtmamak adına Yayım Danışmanları arasında yer alsa da Osman Olcay

Yazıcı üzerinden dergiye muhabbet besleyenlerde bir burukluk olmuştu. Bazı şiir ve hikâyelere zemin koyarak okunmaz hâle getirseler de Kültür Dünyası dergisi, kısa zamanda taşrada çok okunan dergi hâline gelmişti. Anadolu’daki yazar ve şairlere oldukça yer vermesinin de bunda etkisi olmuştu. Âdeta Anadolu Türk kültürü, düşüncesi, sosyal yapısı dergiye taşınmıştı. Sayıların birinde çıkan bir hikâyeye itiraz etmiştim. “O yazar patronun adamı mı” diye. Hikâye bu dergiye yakışmamıştı. Telefonla aradı, uzun uzun konuştuk... Yeni kalemlere cesaretle yer vermişti; yelpaze genişlemişti. Fildişi kule yavaş yavaş yıkılıyordu, taşralı kalemlere cesaret gelmişti. Okuyucu, tanımadığı taşradan yazan kalemleri sevdi… 1998 yılının Mart ayının 5’inci günü bir öğleden sonra hikâyeci Necdet Ekici’nin de bulunduğu kalabalık bir gurupla dergiyi Fatih’teki yerinde ziyarete gitmiştik. O hafta “Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması”nın ödül törenlerine katılmak için İstanbul’a gelmiştik. Yağmurlu bir havada Sultanahmet’teki Edebiyat Vakfından Fatihe kadar yürüdük. Yolda Osman Olcay’ın “Eylül’ün Kırdığı Gül” şiir kitabını aldık. Bizi karşısında bulunca şaşırmış ve sevinmişti. Derginin yazılarıyla uğraşıyordu. Kitabını o gün imzalattık. Onu kıran “Eylül” bizi de kırmıştı. Belki o sebeple erken kaynaştık. Şimdi kütüphanemde Osman Olcay Yazıcı’dan kalan hatıra “Eylül’ün Kırdığı Gül”… “Yiğit, körpe ölüler; ağıtsız geçti çölü / Destanlık öykümüzü güne anlat kır gülü!/ Kılıçlar kılıçlarla öpüşerek bilendi/ Aşkların taşrasında bir umut türkülendi” Dergi, Ankara’nın Eskişehir yolunda Söğütözü’nü geçtikten sonra sağ taraftaki üçüncü petrol istasyonunun dükkânına geliyordu. Benim iş yerim yolun karşısındaydı. Her ayın ilk haftası oradan satın alıyordum. Dört adet geliyormuş ama benim her gidişimde üç tane kalıyordu. Diğer üçünü alıp iki tanesini iş yerindeki arkadaşlara veriyordum. O dördün birini kimin aldığını öğrenemedim. Satıcı bayan, “Orta yaşlı bir adam…” dedi. Tam on dokuz ay o adam bir dergiyi, üç dergiyi de ben aldım. Yirminci sayı gelmedi satış yerine. Üç hafta üst üste yolu karşıya geçip baktım, “Yok, gelmiyor artık…” dedi bayan…■

69

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Yeni Fırat dergisi M. NACİ ONUR

D

ergiler bizim hayatımıza yön veren, onu düzenleyen, şekillendiren yol göstericilerdendir. Çok defa dergileri okuyarak bilgi ve görgü sahibi oluruz. Onlar, öğretmeni herkesten olabilen okullar gibi hem bilgilendirici hem de eğiticidirler. Dergilerin kendilerine göre türleri de vardır. Aktüel, sportif, kültürel, tıp, tarih, sanat ve edebiyat dallarında olduğu gibi, hiciv ve taşlama alanında uzmanlaşmış dergilerimiz vardır. Dergiler, zaman dilimi olarak da birbirinden ayrılırlar. Ayda bir defa çıkan dergilerin yanı sıra üç, dört ya da altı ayda bir çıkan dergiler de vardır. Hatta kimi dergiler yılda bir kez çıkarlar. Çıktıklarında da kendilerini dört gözle ve merakla bekleyen okurlarının yüreklerine su serperler. Gelin görün ki dergiyi yöneten genel yayın yönetmeninden yazı kuruluna, dizgi ve baskıyı yapana kadar herkes, ne denli yorulmuştur bu sayıyı çıkarıncaya kadar. Sırtlarından ne büyük bir yük kalkmıştır, yenisi çıkıncaya kadar. Ama ne güzel uğraştır dergi çıkarmak. Bunu, bu işe gönül vermiş yazarçizerine, çıkaranına, dağıtanına sormak lazım. İşte o dergilerden biri de bir süre çıkmış, fakat bugün tarihin derinliklerinde kalmış Yeni Fırat dergisidir. Elazığ’da Av. Fikret Memişoğlu merhumun cebinden harcamalar yaparak 23 Nisan 1962 tarihinde sahibi sıfatıyla ilk sayıyı çıkardığı dergi, Elazığlılar için çok önemlidir. Bu derginin yazı işleri müdürlüğünü rahmetli şair Cenani Dökmeci yapıyor. Aylık sanat ve fikir dergisi ola-

rak yayınına başlıyor. 36 sayı devam ediyor. Son 36. sayı Eylül 1967 tarihini taşıyor. Av. Fikret Memişoğlu hastalanınca, derginin yayını aksıyor, kısa süre sonra 20 Temmuz 1968’ de vefat edince, neşri tamamen duruyor. Yeni Fırat dergisinin en önemli özelliği, kendisinden önce 1920 yılında çıkan Fırat isimli derginin devamını sağlamak ve onun yarıda bıraktıklarını tamamlamak idi. Fırat dergisi çıkarken başyazısının bir yerinde şunlar yazılı: “Fırat vadisi, baştan başa esrar-ı âşıkaneyi musavver bir kaside-i hoş-cereyandır. Memleketimizde Fırat kadar tulani ve ruhani ömre malik bir sıfat-ı kâşife bulamadığımız için mecmuamıza bu unvanı münasip gördük.” Yine aynı yazıda şöyle diyor: “Biz de aynı düşünceyi genişleterek, yeni bir çerçeve ile dergimizi “Yeni Fırat” adı ile çıkarıyoruz. Gayret bizden, başarı Tanrı’dan.” Böylece 36 sayı çıkan dergi, misyonuna uygun hareket etmiş; kültür, sanat, edebiyat, tarih, şiir alanında yöreye ait ne varsa dile getirmiştir. Bunu kâfi görmemiş, dergide Elazığ için hayati önem taşıyan fabrika, baraj, tezgâh, sanayi tesisi, yüksekokul, üniversite gibi tesislerin yapılması için defalarca yazılar kaleme alınmış, raporlar tanzim edilerek yayımlanmıştır. Netice olarak, Elazığ’da bu dergi kendi cüssesinin üstünde, her faaliyetin lokomotifliğini yapmış, kültür, edebiyat, şiir, folklor gibi alanlarda değerli insanlar yetiştirmiş ve istifade edilecek eserler ortaya koymuştur. ■

70

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


OSMAN GÖKHAN

Y

azmalıydım. Ancak nasıl yazacağıma karar veremiyordum. Aslında nasıl yazdığımın bir önemi de yoktu. Önemli olan ne için ya da kim için yazdığımdı. Karar verdim: Yazmak için yazmalıydım. Kendimi bildim bileli yazıyorum. İlkokul 5. sınıfta yazdığım lakin şu an hatırlamadığım bir şiirle başladı her şey… O gün o şiir 1. olmasaydı kuvvetle muhtemel şu an bu satırlar yazılmıyor (okunmuyor) olacaktı. O günden sonra hep yazdım, hiç okutmadım. Okutmaya başladığımda ise benim çok sevdiklerim yazdıklarımı eleştirmek yerine küçük gördüler, sevmediklerimse yazılarımı hep beğendiler. Ben de bunda bir iş var deyip ara verdim yazmaya. Ancak bazen öyle zamanlar oldu ki yazmaktan başka hiçbir şey rahatlatamazdı beni. Sigara da içmiyordum, içmiyorum. Yazdım, bir köşeye attım. Ve köşe başlarında karşıma çıkan o yazılarla konuştukça onları ben mi yazdım diye hayrete düşüyordum, çünkü yazdıklarımı kendim bile beğeniyor ne var ki kendime değil, “Ya, adam ne güzel yazmış!” duygusuyla başkalarına ait olduğunu düşünüyordum. Sonra yazdıklarımı ben değil de başkalarının yazılarıymış gibi paylaştım arkadaşlarla. “Kim yazmışsa güzel yazmış!” sözlerini duydukça “Yazanı belli değil, internetten buldum.” cevabını vermeye başladım. Mutlu oldum. Şimdi sıra “Ne için yazıyorum?” a gelmişti. Cevap bulamıyor, yazdıklarımı bir kenara atıyor, kendimle münakaşalara giriyordum.

Bir gün Elazığ’dan bir edebiyat adamı çıkageldi. Bilim adamı oluyor da edebiyat adamı niye olmasın? Gençlerle muhabbet ediyordu. Ben de misafir oldum. Gencin biri “Edebiyat niye var?” diye sormasın mı? O an atılıp cevabı ben vermek istedim “Edep Ya Hû” çıktı karşıma. Ne var ki zaten ben “bendeki bene” cevabımı o an vermiştim: Yazılarımı beğenenlerin çoğu kendilerinde böyle bir yeteneğin olmadığını dile getirirlerdi. Bense bunun bir yetenek olmadığı düşüncesindeydim. Ne kadar çok insanla tanıştımsa o kadar yanıldığımı anladım. Herkes herkesle aynı duyguyu paylaşabiliyor, lakin herkes yazıya dökemiyor, dillendiremiyor. Durum böyle olunca yazarlara ve şairlere ihtiyaç doğuyor. Duygusunu herhangi bir yolla aktaramayan bireyler onlarla aynı duyguyu paylaşmış şair ya da yazarın eserlerini okudukça “Helal olsun, ne güzel yazmış be adam!” duygu boşalmasıyla rahatlıyor, gönlünde biriktirdiği duygularını evrenle paylaşma fırsatını elde ediyor. Tam bu noktada “Ne için yazıyoruz?” un cevabı “toplumun gönül giderlerini açmak için yazıyoruz.” olabilir. Gönülleri temizlenen insanlar yepyeni duygularla buluşmak için hazır hâle gelirler. O zaman edebiyatla haşir neşir olmuş bir toplumun gönlü geniş ve taptaze olmaz mı? Yazabilen herkes yazmalı sonucu da yanlış olmasa gerek. Ne için yazdığımızın farkına vardığımızda ne için yaşadığımızın cevabını uzakta aramamak gerekiyor. Çünkü birileri “yazdıkça yaşıyor, yaşadıkça yazıyor” …■

71

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Genç şairin imtihanı SERDAR ARSLAN

G

enç şair; varlığının, benliğinin sancılarından mustariptir. Bu hâl, şairlik ‘hastalığı’nın ilk evresidir ki şairin kendinde başlar ve kendisine döner; zamanla bünyeye tamamen yerleşir. Şairin kendisinde başlayan ve kendisinde çoğalan mısralarının dışa taşma zamanıdır artık. Öyle de olur. Mısralar, seslerle can bulur. İmgeler sayfalara üşüşür. Şairin benliği, taştıkça hafifler, hafifledikçe daha ağırına talip olur. Kendindeki ödevi bitmiştir böylece şairin. O artık şiirini sırtlamalı ve seçtiği dergâhın; intisap edeceği şeyhin kapısını çalmalıdır. Eğri ya da doğru odun taşımak değildir mesele, odunun eğrisini doğrusunu birbirinden ayırmayı kavratacak mürşidi bulmaktır. Genç adam, çilesinin doruğunda şiirini sırtlayıp kapısını çalar bir derginin. Ve başlar, o çileli yolculuğunun başka bir ev-

Editörle sağlıklı bir ilişki kuramadığı için sırtında şiir yükü, kapı kapı dolaşan şairin günah keçisi ilan edilmesi işten bile değildir. Günah keçisidir çünkü kırkıncı kapıya varacak sabrı gösterememiştir. 72

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


resi. Karşısındaki editör: Çoğu kez şair olan bu adam iyi şair de olsa iyi editör olamayabilir. Çünkü o eleştirmen değil, şairdir. Tüm sayılarda kendi şiirini yayımlar. Ya da en fazla kendi şiirlerini yayımlamaktan haz duyar. Genç şaire yazdırdığı kendi şiirlerini(!) Genç şair, çilesinin doruğunda yazmış olduğu bir şiiri -iyi şiirdir- göndermiştir sayın editöre ve beklemeye başlamıştır. Dergi çıkar, şiir çıkmaz. “Bu aya yetişmemiş” der şair, alır eline tespihi. Diğer ay olur, yine çıkmaz. İp kopar, tespih tane dağıtır. Çıkmaz, yine çıkmaz. Boşlukta kaybolur gider o şiir. Sonra bir gün, bakar ki bir röportajda, bir editör nerde hata yaptığını aşikâr ediyor. “Vay be.” deyip kafasına vurmadan daha alır klavyeyi eline, özgeçmişini yazar, bir şiirle tekrar gönderir. Ve başlar beklemeye, bu defa önce cevap bekler, posta kutusuna bakar durur, ne de olsa editör, artık tanıyordur genç şairi, herhâlde yazar bir iki satır. Cevap gelmez. “Ee, olsun.” der şair, “Dergide görmek daha heyecan verici olacak.” Göremez… “Nerde hata yaptım?” dediği bir anda göndermiş olduğu mesaja cevap beklediğini yazmadığı aklına gelir. Tüm nezaketiyle cevap beklediğini de yazar. Aradan birkaç hafta geçer, her şeyden umudu kesmişken bir de bakar ki posta kutusunda bir mail, üzerinde editörün ismi. Elleri titreye titreye, sevinçle, şaşkınlıkla, heyecanla açar. El-cevap: “Şiiriniz bizim dergimizde yayımlanacak düzeyde değil.” Yutkunup “Olsun.” der. “Ben iyi yazamadım. Ben yazamadım. Olmadı.“ Asabileşir, kızar; annesi bu tavrını hiç anlamlandıramaz. Yara soğur, kabuk bağlar; cesaretini toplayıp bir hamle daha yapar. Aynı süreç yine yaşanır. Ama sonuç farklı olur bu defa. Çünkü birkaç ay sonra gelen cevapta bu kez farklı bir ifade yer alıyordur: “Şiiriniz hakkında doğru kanaat edinmemiz için birkaç şiir daha gönderiniz.” -“Şiirinizden” kasıt şairin sahip olduğu söyleyiş tarzıdır.- “Benim şiirimin şu an için ne önemi var, yazdığım şiirse yayımlarsınız. Değilse yapıcı bir dille yol gös-

terirsiniz. Editörlük biraz da bu değil midir, keşfetmek ve yetiştirmek değil midir?” diye duygusal ama gerçekçi bir cevap verecektir ki vazgeçer… Mesafelerin ortadan kalktığı fakat “Yakınlıktan ötürü kaçıp gitmiş yakınlık” dedirtecek türden mesafelerin açıldığı bir dönemde şair, benzer birçok olay yaşar. Editörle sağlıklı bir ilişki kuramadığı için sırtında şiir yükü, kapı kapı dolaşan şairin günah keçisi ilan edilmesi işten bile değildir. Günah keçisidir çünkü kırkıncı kapıya varacak sabrı gösterememiştir. Bazen çekip gider ve “Ah benim şiirlerim lise defterimin kapağında kaldı.” diye nostaljik cümlelerle avunur. Ya da isyana tutulur bir süre. Zaman, bastırır isyanını ve “Sen iyisi mi bir ustanın eteklerine yapışmaya bak.” dedirtir. Bu defa daha doğrudan bir arayışın içine girer. Ustasını bulacak, eteklerine yapışacak, ibrikle ellerine su dökecek, bekletmeden kurulanması için havlusunu uzatacaktır. Sesinden kendine ses devşirecektir. Ustanın eteklerindeki macera ise genelde iki şekilde neticelenir. Zaman ilerlese de büyümeyen şairlik; bir adamın yontulmasından arta kalan çocukluk ustayı zor adam yapmıştır. Ruhunun koşturmacasına yetişmeyen yaşlı bedeni asabileştirir bu adamı. Etrafında ruhu da bedeni de koşuşturan genç adama fazla tahammül edemez. Durumu fark eden genç şair, başka bir isyanın yolunu tutar. İkinci ihtimal daha pembe olandır. Ustası iyi adamdır. Tüm cömertliği ile sesini genç adam ile paylaşır. Bulduğu hazinenin ışıltısından başı dönen genç şair; aldığı sesi yankılar. Ustasının sesine aynı sesle karşılık verir. Ustası olur çıkar. Ustalaşır mı, bilinmez. Ustasını pekiştirir. Onu çoğaltır. Kendisinden bir usta imal eder. Ama aslı dururken kopyaya itibar edilir mi o da bilinmez. Velhasıl zordur bu yolu yürümek. Sabır ister. Ustanın eteklerine yapışmanın riski ise daha büyüktür. Peki, nedir; nereden geçer tekâmülün yolu? Şair sayısınca cevap bizleri bekler.■

73

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


KUYUYA MAHKÛM SULAR Kaplar sonsuz karanlık baktığımız her yeri Tükenir hüzünlerle mutlu olmalarımız Şimdi bir tek yalnızlıkla söner bu yangınımız Biz kuyuya mahkûm sular gibiyiz Evet öyleyiz Karanlığa karşı yürürüz, İnatçıyız ve kedersizleşiriz birdenbire Geceyi araladık mı toprak kokusu siner tenimize Sorular sorarız kendimize Üstümüze duvarlar örülür Duvarlar kavgalardan Duvarlar kadınlardan örülür Bir bir dolaşırız bütün yüzleri Sonra dağılır kalabalıklar etrafımızda Elimizle çıkar geliriz kendimize İçimizde yalnızlığa biçilmiş boşluklar Sormayın nereden geldiğimizi Mevsimlerde yitmiş aradığımız Kalbimizde yaşlı zaman karanfilleri Ama nerede bekliyoruz kendimizi

ŞERİF FATİH AKKAĞIT

74

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


MARKİZ'E AĞIT 1. Yol hâlinde ipek tetresi yeniden doğuyor dalları yamaçlarında oynaşıyor Gediz’in menderesleri Işık oyunları öpülesi alınlar gibi şubat soğuklarından beri Söyleniyordum ya uzun zamandan beri Öte beri, beri öte olduğundan beri 2. Bizim oralar küçüktü Nâr’ım İnce su oluklarına dere derdik Dereyi devrelerimizle sırtımızda üryân gömlek 3. Sabah olsun varsın belki kapı tokmağı gıcırdar Seslenir sokağın köşesi siper ardı bebeler Topçular, plastik kurşun sanılan top peşi sıra Sahi toplar o zaman “güm güm!” diye atılmazdı ya toprağa İnsan eti, cıvık, sade ve ağlamaklı su Derdi yalnızca “arzı Allah’ın, beri gele gözüm. Âh!” 4. Aramasını bekliyorum Beş parasızım Bitkinim Yeniden doğuyorum Doğunun öte tarafından Getirilen atlaslar ölgün bakıyor Uzamın gerisinde Poetik gülüşler yerleşmiş ya sahi.. ya sâki!

İSMAİL KEMAL DURHAN

75

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


SEVDA MASALI Dağılıp gittim yine bu akşam Türküler hüzün bulutlarıyla çıkageldi Kanattıkça kanattı şarkılar düşlerimi Bakışlarım kırmızıyla prangalandı Bir gidişin vurgunuyla gök yarıldı bulut ağladı Sürüldüklerinin farkına varamayanlar Yüzlerini kalplerinin ardına sakladı Evlerin saçaklarında kuşlar Sevdaya dair başka masallar fısıldadı

İSMAİL BİNGÖL

76

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


ŞERİF AYDEMİR ile Bizim Toprakların Hikâyesi üzerine

Rahatlıkla söylemeliyim ki, ben en çok ses biriktiren şehirlerin birinde doğdum. Gönlümü açtığımda baktım ki, etrafımda insanlar türkü söylerken sesleri altın çağdan kalmış bir kopuzun teli gibi titriyor. Hıçkırıkları tâ Hicretten beri akıp gelen bir derin su gibi hüzünlü, acılı, ama vakur...

MEHMET NURİ YARDIM

ŞERİF AYDEMİR 1950 yılında Kemaliye’de doğan Şerif Aydemir, Elazığ-Ağın nüfusuna kayıtlıdır. Lise öğrenimini Malatya’da tamamladı. Adalet Meslek Yüksek Okulu’nu bitirdi. Türk Edebiyatı, Yeni Asya, Sur, Sanatalemi.net, Bizim Külliye, Ağın Düşün ve Sanat Dergisi, Ağın Haber Gazetesi ve Harput Çırası’nda yazıları ve şiirleri yayımlandı. Ruhuma Saplanan Şehir (hikâye, 2005), Yazık Olmuş Yârsız Ömrü Geçene (Deneme, hâtırat, 209), Mendilim Sende Kalsın (hikâye, 2010) yayımlandı. İLESAM ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesi olan Şerif Aydemir, ESKADER (Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği)’in kurucuları arasında yer aldı. Ağın Haber gazetesinin başyazarlığını ve Yayın Danışmanlığı’nı yürüttü. 2011 yılında 40 yıl idarecilik yaptığı İstanbul Adliyesi’nden emekli oldu. 2011’den beri Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER)’nin müdürlüğünü yapıyor.

Ruhuma Saplanan Şehir, Yazık Olmuş Yârsız Ömrü Geçene, Mendilim Sende Kalsın ve Çiçekten Harman Olmaz adlı kitaplarınız edebiyat çevrelerinde bir hayli yankı buldu. Gazete ve dergilerde yer aldı. Haklarında yazıldı, çizildi. Bilhassa hikâyeleriniz ilgi topladı. Olmazsa söze buradan girelim; yazmak nasıl bir duygu, sizde nasıl bir tat bırakıyor? Efendim, ben naçizane; yazmanın tadına çok yazarak değil, çok okuyarak da varabiliyorum. Çünkü her kitabı bana yazılmış gibi okuyorum ve yazarken de etrafımda cümle âlem varmış gibi herkesle birlikte yazıyorum. Bu, “bir tadı bölüşmek” gibidir. Bu, insanın insana yakından seslenmesidir. Aradaki duvarları kaldırmak, araya duvarlar örmeden sevmeyi bilmektir. Nazım Payam dostumuz, edebiyatı tarif ederken “Dünyayı gönül ile anlama çabası” diye yalın bir dil kullanmıştı. Yalın, ama dağ kadar cüsseli bir söz… Fethi Gemuhluoğlu ağabeye acaba nazire mi yaptı diye sorasım geliyor. “İnsanlar bağırsaktan ibaret değildir, keşke gönülden ibaret olsalardı.” demişti Fethi ağabey de... Gönül döllemekten, gönül imar etmekten söz etmişti. Yazmak belki de gönül inşa etmektir. Sâmiha Ayverdi, “Gök lâleden, ak sümbülden, yaseminden, menekşeden kokular topladım. Bir kız onları kat kat dürüp başına yastık yapacak.” demişti. Yazmak bunu hissetmek herhâlde... Geç kalmadınız mı? Bu hikâyeleri daha önce okusak olmaz mıydı? 77

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Geç kaldığımız doğrudur. Benim çıraklığım uzun sürdü. Aslında ben çarşıya erken geldim, ama başkalarının dükkânında çalıştım. Ulaşılabilir yerlerde de yazmayınca öttüğüm duyulmadı. Ahmet Kutsi Tecer, Âşık Veysel’i keşfettiğinde Veysel çok da genç değildi. Ona sormuş: “Âşık bugüne kadar neredeydin, seni pazarda hiç görmedik?” Veysel, “Yok yok” demiş, “Pazardaydım ama kendi malımı satmıyordum, usta malı satıyordum!” Ben de nice ustanın dizinin dibinde oturdum. Onların sazını çaldım, onların sözlerini alıp verdim. Kendi aşımı kısık ateşte pişirdim. Geç pişti, geç kaynadı... Hatâyî sanki bizim duygularımızı terennüm eder: “Gir semâ’a bile oyna / Silinsin pâk olsun ayna / Kırk yıl bir kazanda kayna / Daha çiğsin yan dediler” Belki bana da “hâlâ çiğsin, yan” diyenler oldu, belki kendimizde yetkinlik göremedik, ne bileyim? Uzun yıllar memuriyet yaptığınızı biliyoruz. Ondan mı acaba? Kırk yıl, bir ay ‘bürokratik ve sentetik’ bir havayı teneffüs ettim. Her yerde olduğu gibi orada da silikonlaşmış gülücükler vardı. Schiller’in “Dudaklara gülücük, kalplere hançer” dediği kadar... Demek ki yazmak için iklimimizi bulamadık. Bir de işin esasını gözden kaçırmayalım, içimizdeki ses bize ne zaman ulaşırsa o zaman kalemimiz oynar. Gürbüz Azak anlatmıştı: “Güzel Sanatlar Akademisi’nde okurken bizden yirmi yaş büyük biri aramıza katıldı. Daha önce üniversite bitirmiş, evlenmiş, hayata atılmış, sonra tekrar mimarlık okumaya gelmişti. Niye geç kaldığını sordum: “İçimdeki sesi yeni işittim.” dedi. “Mimar olup ev mi yapacaksın?” diye sordum. “Yok, şehirlerle oynayacağım!” dedi. Nitekim öyle de yaptı. Bu arkadaş ünlü mimar Sacit Berk idi. İstanbul’da bulvarlar açtı, parklar bahçeler

yaptı.” Bakınız Sadi, Bostan ve Gülistan’ı yazmaya başladığında 50 yaşındaydı. Marc Levy 90 yaşında yazdı ve yarışmaya katıldı. Picasso 60 yaşında “Pipo İçen Çocuk”u, Osman Hamdi 63 yaşında “Kaplumbağa Terbiyecisi”ni yaptı. Cemil Meriç yazmaya başladığı tarihi kastederek “Ben 44 yaşında doğdum.” demiş ve yazmanın bir bakıma sınırını kaldırmıştır. Vakt-i merhun derler ya, vakit de halk edilmiştir, insanın kendi içinin sesini işitmesi de bir nasiptir. Öyleyse, yüreğinize değecek bir soruyu tam burada soralım: Yazmak isteyip de yazamadıklarınız çok birikti mi? Şair demiş ki: “Bana geçmiş günlerimi verseler / Islak mendil gibi yüzüme sürerim.” Ondan mıdır acaba; yıldız kırpar gibi gün kırptığım çocukluğumun Ağın’ına gitmeye korkuyorum. Yüzüme sürmeye ıslak mendil yetmez herhâlde. Lacivert gecelerde fona yansımış bin bir ışığı ve gönül prizmasında kesişen renkleri unutsam bile; harman yolunda bir başına yiğitlenen diş budaktaki çalımı, dut yaprağına çöreklenen ince sızıyı, badem çiçeğindeki zapt edilmez arzuyu, söğüt dallarının bağımsız ve kederli devinişini ve dilberler dilberi nar çiçeğinin yutkunuşunu, hele de güz ortasında saçlarına toz düşünce umutlarını çiğ taneleri gibi şafağa serpiştiren iğde sürgünlerini nasıl unuturum? Ama yazamadım... Elim değmedi. Hep erteledim. Yazabilecek miyim, ya nasip... Çocukluğuma gitmedim, gidemedim deseniz de yazdıklarınızdan anlıyoruz ki geçmişinize dokunmadan edemiyorsunuz ve folklorun unsurlarını yazarken de konuşurken de çok kullanıyorsunuz. Pek tabii sizi de doğup büyüdüğünüz yerler şekillendirdi... Bana yaşadığın yeri söyle, sana kültürünü söy-

78

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


leyeyim. Tarihiniz ve coğrafyanız sizi başkalarından farklı kılar. O yüzden şehirlerine benzeyen insanlar, insanlarına benzeyen şehirler oluşur. O yüzden şehirlerini yüzlerinde gezdiren insanlar vardır. Kımıl kımıl yürüyen bir insan görürsünüz o şehrin çarşısında, sokağın hemen girişinde önünüze dikilir biri. Şaşarsınız, bütün şehir yüzündedir çünkü. Hz. Mevlana’nın sözüdür: “Bazen bir insanın yüzünde bütün insanlığın fihristi asılıdır.” Eskiler, “anasır-ı erbaa” derlerdi: “Dört ana unsur”; ateş, hava, su, toprak. İskender Pala, “dört güzeller” diyor bunlara. Bu dört güzel, insanı ve doğayı şekillendirir. Bu dört güzel; insanın giyiminden kuşamından oturup kalkmasına, yiyip içmesinden türküsüne, bedduasına kadar kültürel hâsılayı var eder. Aynı milletin çocuklarıyız, aynı heyecanı duyarız ama Bozkır’da, Doğu Anadolu’da, halay çekeriz, Karadeniz’de horon teperiz, Rumeli’de hora oynarız ve Batı Anadolu’da zeybek olur diz vururuz yerin sertine. Ben bu dört güzelin yanına dört süvari veriyorum. Sanatın dört muharrik gücü: Işık, renk, koku ve ses. Zülfü Livaneli bir akorttan bahsetmişti. Hatırladığım kadarıyla Süleymaniye Camii, padişah kaftanı, hünkârbeğendi yemeği ve mehter müziğinin bir ahenk oluşturduğunu ifade etmişti. Katılıyorum bu tespite. Ayrıca ben burada Süleymaniye’nin, ışığı; padişah kaftanının, rengi; hünkârbeğendi yemeğinin, kokuyu ve mehterin de sesi sembolize ettiğini rahatlıkla söyleyebiliyorum. Gene bir adım daha atarak bu dört süvarinin atına binmeden kültür ve sanat üretilemez, kültür ve sanat anlaşılamaz, diyorum. Bu dört süvariden sizi hangisi zorladı? Ses!... Selim İleri, “Yazma isteği bende seslerle başladı.” demişti. Mustafa Kutlu da “Acaba sesten bir hisse kapabilir miyiz, ses biriktirilebilir mi?” diye sormuştu. Rahatlıkla söylemeliyim ki, ben en çok ses biriktiren şehirlerin birinde doğdum. Gönlümü açtığımda baktım ki, etrafımda insanlar türkü söylerken sesleri altın çağdan kalmış bir kopuzun teli gibi titriyor. Hıçkırıkları tâ Hicretten beri akıp gelen bir derin su gibi hüzünlü, acılı, ama vakur... Kelimelerin manaları olduğu gibi içli ve birikmiş sesleri de vardır, fonetikleri de vardır. Bütün nağmeler seslerin terkibi ve tertibiyle oluşuyor. Şirvan, kürdîli, hüseynî, beşirî sesler... Ve alabildiğine sesler... Nihad Sâmi Banarlı, sanki bu seslerin hep-

sini bir yarım cümlenin içine sığdırmıştı, “Kubbeler dolusu sesler” demişti. İşte bu kubbeler dolusu sesler sizi rahat koymazlar, size kendi hikâyelerini yazdırırlar. Sese bu kadar vurgu yapınca ister istemez türküler geliyor aklımıza. Siz kitaplarınıza bile türkülerden bulup ad veriyorsunuz. Nedir bu türkülerden çektiğimiz? Nedir bu türkülere çektirdiğimiz, diye de sorabilirdiniz. Türkülerin vebali var üzerimizde çünkü. Türküler folklorumuzun atardamarı, aortu. İncelmiş bir zevke ulaşan bu halk, ne söyleyecekse ne söylemesi gerekiyorsa türkülere söyletmiştir. Sosyal bir temele oturan, yüklü bir duygu ve zengin düş gücüne sahip, kuvvetli bir müzikle beslenmiş bizim türkülerimizi başka hiçbir milletin sözünde ve sohbetinde bulamazsınız. “Türkü bilen kötülük bilmez.” diye bin okkalık atasözümüz vardır. Türkü bilir, türkü çığırırsanız; bir yandan içiniz yıkanır paklanır, öbür yandan şenlikli bir dile erişirsiniz, dili güllü insanlardan olursunuz. Size gelen sizden usanmaz. Rahmetli Ömer Lütfü Mete “lapa lapa türküler” derdi. Muhakkak ki, bizi kendine çağıran kudretli kelimeleri vardır türkülerin, kuvözde büyütülmüş gibi... Gelir gelir yüreğimize dokunurlar. “Yastadır da deli gönül yastadır / Gelir diye kulaklarım sestedir / Yağmur yağar zülüflerin ıslanır / Var git duman var git bu yaylanın üstünden.” Safiye Erol’un Ciğerdelen romanında anlattığı gibi “Biz dünyaları kazanmış ve dünyaları kaybetmiş bir milletin çocuklarıyız.” Bizde şenlik mi biter, türkü mü biter? Bizde ağıt mı biter, figan mı biter? Bozlaklar, baraklar, hoyratlar, gazeller, mayalar, ağıtlar... Serhat türküleri, göç türküleri, Avşar türküleri, Yemen türküleri... Fırat, Kızılırmak, Tuna türküleri... Bin yıldır, savaşlarda nara attık. Ölülerimize ağladık. Düğünlerimizde çalıp söyledik. Gülbank okuduk. Salâvat-ı şerife çektik. Hançeremiz yumuşadı. Gözlerimiz yaşardı. Gönlümüzde gökkuşağı açtı. O sebeple Nevzat Kösoğlu ağabey bu duyguların eşliğinde durup durup soruyordu: “Biz bu türküleri sokakta mı bulduk?” Televizyonda görmüştüm. Karadeniz yaylasında yaşlı kadına türkü söyletmeye çalışıyorlar, tahrik ediyorlardı. Âdeta dürtüyorlardı. O da, ne yapsın, ucundan bucağından dokunuyordu türkülere. “Herkesin bir derdi var, durur içerisinde” diyordu,

79

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


“Oğul, sen gelmezsen bu horonları kim tepecek?” diyordu. Sonra uzaklara bakıp bakıp yanık bir türküye girişti: “Başımdaki çemberim bağlamadır bağlama / Benim bu türkülerin yarısı da ağlama / Ağlamadır ağlama.” Hele bir ağıtı var ki kadının: “Virane kalsın dağlar, dereler çağlamasın / Dertlerini ver bana gözlerin ağlamasın.” Bizim Ağın’da Sırt Mustafa derlerdi. Dünyayla başı hoş değildi. Muratsız mı neydi... Sitemini türkülere akıtırdı. O da durup durup şu fingirdek dünyaya seslenirdi: “Ah alırım dedin de aldattın beni / Üç telli saz ile oynattın beni.” Bu kadarı yetiyordu ona. Bu kadarla yetiniyordu. Daha ne desin? Konya’ya Âşıklar Bayramı’na gitmiştim. Konya Turizm Derneği Başkanı Feyzi Halıcı tertip etmişti. Şeref Taşlıova ile Murat Çobanoğlu atışıyordu. Rahmetli Çobanoğlu aldığı ayağa göre bir türkü okudu: “İnsan dediğin duvara benzer / Hele suvakları dökülsün de gör.” Piyasadaki tuğla romanları üst üste koysanız bu türkünün dediğini diyebilir mi? Ne yani, asırlardır; çorbasına daldırdığı kaşığını bile göz nuruyla süsleyen, su içtiği maşrapasının pirinç bedenini hayal gücüyle nakışlayan, sigara ağızlığının kıvrımlarına yedi rengi döktüren, hamam nalınlarına bile sedef kakan bu millet; türkülerin içini boş mu bırakacaktı, mana doldurmayacak mıydı? Türküyü sevmeyen, türküyü köylülük sanan yeni yetmelere, Bedri Rahmi Eyüboğlu “Şehirdekilere Gazel” şiirinde iyi etmişti, “Onlara çiçek götürmeyelim, kolonya sürünsünler.” demişti. Türkü, hak sözün halk diline tercümesidir. Türkü, hak sözü incitmeden insani kalıplara döken irfandır. Hz. Mevlana “Hakk’ı bulmak kolay, halkı bulmak zordur.” demişti. İşte türkü, halkı aramaktır. Bütün türküler mi? Hayır!... Edepli türküler... Bizim türkülerimiz... Yani bu necip milletin ferasetinden ve süzgecinden geçip gelen türküler. Manas Destanı’nda şöyle yazılıdır: “Kötü insan vardır, kötü halk yoktur.” Bizim halkımız kötü işte ittifak etmeyeceği gibi kötü sözde de ittifak etmez. Burada, muradım anlaşılsın diye küçük bir parantez açmak isterim: Bize bildirildiğine göre Cenab-ı Peygamber Miraç’ta terbiye edildi. Görmesi gerekenler gösterildi, gerekmeyenler gösterilmedi. Demek, görülmemesi gereken yere bakmamak edeptendir. Mahir İz Hoca, Yılların İzi adlı kitabında, hafızasının nasıl bu kadar güçlü ol-

duğunu merak edenlere, “Harama bakan unutkan olur.” Hadis-i Şerif’ini hatırlatır ve “Biz yolda yürürken gözümüzü ayağımızın ucundan ayırmayız.” der. “Şeytanın bakışlardan çok umutlandığını” anlatır. Sâmiha Ayverdi, hatıralarında benzer cümleler kurar. Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur romanında kahramanına “Bizim ailenin başı yerdedir.” diye söyletir. Yunus Emre, “Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar.” diye şiir yazar. İşte bizim halkın irfanı da bütün bu anlattıklarımı türküye döker: “Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim?” Halkımıza bu edep, bu hitap, bu ince ruh hangi firuze iklimlerden geldi acaba? Türküler konu edilince Mustafa Kutlu’yu da hatırlamış olalım. Çünkü ona karşı derin bir muhabbet beslediğinizi biliyoruz. Bazı adamlar memleketlerinin, şehirlerinin adlarıyla anılırlar. O kadar yerlidirler, o kadar bizimledirler. Hz. Yesevi’ye Türk illerinde Hazret-i Türkistan derlermiş. Münevver Ayaşlı bunu duyduktan sonra o da Yunus Emre’ye Hazret-i Anadolu demeye başlamış. Ben Mustafa Kutlu’ya “Can Erzincan” diyorum. Erzincan yüzlü adam, türkü yüzlü adam... Bir gün ona bir Elazığ türküsünün sözlerini söyledim: “Mendilin işle yolla / İşle gümüşle yolla / İçine üç elma koy / Birini dişle yolla // Mendilim iri dallı / Ucunda lira bağlı / Her kime gönül versem / Yâr başım sana bağlı. // Hâlden bilmez ne fayda / Söz anlamaz ne çare.” Nasıl içine kıvrıldı mübarek adam, nasıl yandı içi? Halkını bu ölçekte anlayan ve seven kaç adama rastladım sanki niye muhabbet beslemeyeyim? Eğin ve Harput türküleri dilinizden hiç düşmüyor. Doğup büyüdüğünüz Ağın ilçesi bu iki kadim şehrin tam ortasında kurulmuş. Hatta Yazık Olmuş Yârsız Ömrü Geçene adlı kitabınızda diyorsunuz ki; “Eğin bir yanım Harput diğer yanım / Hele sor ki ne hâlde yanan yanım?” Hangi yanınız daha yanık? Bizi yüzlerce yıl iki yanımıza düşmüş bereketli ve feyizli iki meme emzirdi. O yüzden sevdalanmak istidadı bizde gelişti, genlerimize oturdu. O yüzden aşk perileri şakağımıza güfte ve beste üfleyip kanımızda gümansız gezindiler. İki yandan iki ışık yaladı gönül dünyamızı. Çerağında ateşe boyandı yüreğimizin filizleri. Eğin ve Harput.■

80

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Azerbaycan ve Harput müziğinde kullanılan bazı ortak veya benzer ifadeler SAVAŞ EKİCİ*

T

ürkler, Orta Asya’dan çeşitli göçler vesilesi ile değişik coğrafyalara dağılarak değişik kültürlerden etkilenmiş ve tarifi imkânsız kültürel bir zenginlik oluşturmuşlardır. Anadolu da Türk kültürünün sergilendiği önemli coğrafyalardan birisidir. Türk kültürünün ana kaynağının Orta Asya olduğu bilinmektedir. Fakat Orta Asya’dan göç ederek Anadolu’ya gelen Türkler Anadolu kültüründen etkilendiği gibi özellikle İslamiyetin kabulü ile birlikte Arap kültüründen de etkilenmiştir. Günümüz bazı halk kültürü ürünlerinde, Türklerin İslamiyetten önceki eski inanış ve geleneklerin izlerini bulmak mümkündür. Bilindiği gibi Türkler Anadolu’ya gelmeden önce dünya coğrafyası üzerinde sık sık yurt değiştirerek çok geniş bir alana yayılmışlar, birçok kültür ve dinin etkisi altında kalarak farklı uygarlıklar yaşamışlardır. Kaynaklarda Anadolu’nun tamamen Türkleşmesi 1071 Malazgirt zaferi ile birlikte olduğu yazılmış olsa da, Türklerin Orta Asya’dan çıkarak Anadolu’ya ve Anadolu üzerinden Orta Avrupa’ya kadar çeşitli dönemlerde çeşitli vesilelerle göç ettikleri bu tarihten çok daha eskilere dayanmaktadır.[1] Bu nedenle Türk kül* Gaziantep Üniversitesi, Türk Müziği Devlet Konservatuarı, Sanatçı Öğretim Elemanı. 1. Konu ile ilgili daha geniş bilgi için: Mehmet DİKİCİ,

türünün izlerini veya kökenlerini sadece belirli bir coğrafi parçada değil; Türklerin göçüp yerleştikleri, devlet kurup egemen oldukları ülkelerin tümünde aramak daha doğru olacaktır. Türk kültürü denildiğinde, Türk kavminin tarih sahnesine çıkışından başlayarak günümüze kadar süregelen ve Türklerin yerleştikleri, yaşadıkları, bugün de yaşamakta oldukları yerlerde yarattıkları, bugün de etkinliğini sürdüren kültür anlaşılmaktadır. (Turan, 1994,41) Gerek Azerbaycan ve gerekse Orta Asya; Türk milletinin geçmişte ve hâlde yaşadığı önemli coğrafyalardan birisidir. Bu nedenle günümüzde yaşayan birçok kültürel unsurun değişik anlam, ifade veya biçimleri ile bu topraklarda da yaşaması doğaldır. Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türkler; Oğuzlar da olduğu gibi yeni yerleşim yerlerine eski yerleşim yerlerinin boy veya aşiretlerinin adını vermişlerdir. Bu konuya en iyi örneklerden birisi de; Hazar’ın kenarında kurulan Bakü ve Harput şehirleridir. Coğrafi yapıdaki bu ortak ifadelendirme müzikte veya müzik terminolojisinde de bir şekilde yaşamaktadır. Bu ortak adlandırmalardan bazıları şunlardır; Divan: Azerbaycan’da, divan; oktav diatonik Anadolu’da Türkler ve Anadolu’ya Türk Göçleri, s.186, Burak Yayınevi, İstanbul, 1988, esere bakınız.

81

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


ses diziminin 7, kromatik ses diziminin 12, klasik şark musikisinin ise 17-24 derecesini içine alan ses sahası. 1. Divan-ı evvel: Birinci oktav. 2. Divan-ı sani: İkinci oktav. Divan Türk müziğinde; halk müziğinde 18 perdelik ses alanı, bağlama ailesi çalgılarından olan sazın teknesi en büyük olanı, halk edebiyatında bir şiir biçimi, halk müziğinde bir uzun hava türü, bir makam ve divan edebiyatı şairlerinin şiirlerini topladıkları kitap, antoloji anlamlarına gelmektedir. (Özbek, 1998,62) Harput müziğinde ise divan klasik Türk müziğindeki hüseyni makamına benzer yapıda olan bir makam ve bu makamda uzun hava formunda “Harput Divanı” adı ile okunan bir eserin adıdır. Bu eserin ayak bölümleri usullüdür. Hicaz: Arapçada “engel, bariyer” anlamına gelen hicaz; Suudi Arabistan’ın batısındaki bir bölgenin adıdır. Müzikal anlamda ise; 1.Yakın Doğu milletleri musikisinde 12 esas makamın on ikincisi. 2. XIX. yy. Azerbaycan musikisinin rast destgâhında bal-kebuter ile şehnaz arasındaki, rehavi destgâhında bal-kebuter ile Bağdadi arasındaki, çargâh destgâhında Maveraünnehir ile şehnaz arasındaki esas makam şubesi. 3. Şur destgâhında semayi-şems zerbli makamı ile sarenç arasındaki şube; 4. İran musikisinde; eu-eta makamının esas şubelerinden biri. Anadolu Türk müziğinde ise hicaz, gerek Türk halk müziğinde gerek klasik Türk müziğinde ve gerekse Harput müziğinde hüseyni ve uşşak makamından sonra en çok kullanılan makamlardan birisidir. İbrahimi: Azerbaycan halk müziğinde makam şubelerinden biridir. Anadolu Türk müziğinde ise İbrahimi, klasik Türk müziğinde eskiden kullanılmakla birlikte günümüzde fazla kullanılmayan bir makamdır. Bu makamda peşrev ve saz semaisi bulunmaktadır. İbrahimi makamına uşşak makamına benzediği için Doğu Anadolu Bölgesinde uşşak denilmiştir. (Kutluğ, 2000:398) Harput civarında ise ibrahimiye; yöreye özgü bir makam olmakla birlikte aynı zamanda ayak bölümleri usullü olan ve uzun hava formunda icra edilen bir eserin adıdır. Bu eserin diğer bir adı ise “Harput Gazeli”dir. Klasik Türk müziğindeki uşşak makamına benzemektedir. İsfahan: İsfahan, XI. yy’da bir süre Selçuklu İmparatorluğunun başkenti olmuş ve hâlen

İran’ın en eski ve en büyük şehirlerinden biridir. Aynı zamanda Yakın ve Orta Doğu milletleri klasik müziğinin esasını teşkil eden 12 makamdan altıncısıdır. Anadolu’da klasik Türk müziğinde eskiden kullanılmış olan Isfahan makamı, genelde neva perdesinden başlamasına karşılık, başka uygun perdelerden de başladığı görülür. Çıkıcı ve inici bir özellik taşıyan İsfahan makamı, beyati dizisine dügâh üzerinde bir Nişabur dizisi katılması ile oluşmuştur. Güçlü perdesi nevadır. Makam oldukça dar bir çerçevede dolaşır. Isfahan makamını donanımda uşşak makamının arıza işaretleri ile gösterilir. (Kutluğ, 2000:342) Harput müziğinde ise, “İsfahan” veya “İsfahan’da Han İşlerim” adı ile bir eser bulunmaktadır. Bu eser yörede muhalif makamı olarak bilinmekle birlikte klasik Türk müziğinde ki segâh makamına benzemektedir. Hüseyni:1.Yakın Doğu milletleri musikisinin 12 esas makamında on birincisi; 2. Rast destgâhında vilayeti şubesi ile uşşak kûşesi arasında icra olunan parça. 3. Mahur-Hindi destgâhında uşşak ile vilayeti arasındaki kûşe; 4. İran musikisinde şur destgâhında mesihi ile nehib şubeleri arasındaki kuşe. Neva destgâhında rahab ile buselik şubeleri arasına yerleşen kuşe. Anadolu Türk müziğinde hüseyni, uşşak makamı ile birlikte en çok kullanılan makamlardan birisidir. Harput müziğinde ise yine en çok kullanılan makamdır. (Ekici, 2009:579) Arazbarı-Elezber: Arazbar; Nahçivan ile İran arasında bir bölgenin adıdır. Aynı zamanda Araz Nehri, İran ile Azerbaycan arasındaki sınırı oluşturmaktadır. Bar; Azerbaycan’da aynı zamanda “ürün” anlamında da kullanılmaktadır. Arazbarı ise; şur kökünde olan zerbli makamlardan biri olmakla birlikte aynı zamanda bir eserin adıdır. Ölçüsü 3/4 tür. Tek (solo) ve hem de koroyla okunur. Vaykirlik edenler solo okuyanın her mısrasını “ay zalim” diye tamamlarlar. Arazbar klasik Türk müziğinde de kullanılan makamlardan birisidir. Bu makamı ilk defa eser vererek tanıtan Gazi Giray Han olmuştur. Fakat bu makamın Fatih döneminden beri var olduğu düşünülmektedir. Arazbar makamı inici bir özellik göstermektedir. Üç makamın birleşmesinden doğmuştur. Bu makamlar; 1. Neva üzerinde kurulmuş beyati makamı, 2. Çargâh üzerinde kurulmuş rast makamı,

82

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


3. Dügâh üzerinde kurulmuş uşşak dizisi. Makamın Dizisi:

Arazbar eserlerin bestecisi Hacı Sadullah Efendi’dir. Hacı Sadullah Efendi makamı çok güzel işlemiş, klasik faslı tamamlamıştır. Ne var ki, makam son devir bestekârlarımızca iltifat görmemiş, bir kenara itilmiş bulunmaktadır. Makamın tiz durağı gerdaniye, güçlüsü çargâh perdesidir. (Kutluğ, 2000:360) Arazbar Harput bölgesinde halk dilinde “elezber” olarak bilinmektedir. Elezber; Farsçada “çabuk ezberlenen” veya harfi tarif anlamında, başkasından ezberlenen anlamına gelmektedir. Azerbaycan’da olduğu gibi Harput bölgesinde de bir makam ve bu makamda uzun hava formunda icra edilen bir eserin adıdır. Harput’taki elezber makamı klasik Türk müziğindeki “neva” makamına benzemektedir. Mirsi-Mısri: Azerbaycan’da âşık mahnı yaratıcılığı türlerinden biridir. Büyük âşıkların bazılarının fikrince Köroğlu’nun misri kılıcın yenilmez kudreti esas bu mahnıda tasvir edilir. Bununla beraber misri müziğin çok zaman beyati-şiraz makamı intonasiyasında seslenir. Misri, âşık vokal-enstrumental tarzında, lirik ruh hâlinin çok güzel ifade olunduğu görülür. (Araslı, 2008,54) Harput yöresinde ise mısri, bir halk dansının adı olmakla birlikte klasik Türk müziğindeki tahir ve buselik makamlarına benzemektedir. Muhalif: Çargâh destgâhında hasar ile meglup arasındaki şubedir. Harput müziğinde ise yöreye özgü makamlardan biridir. Bu makam adı ile hem hoyrat, hem gazel hem de bir kırık hava yörede yaygın olarak icra edilmektedir. Harput’taki muhalif makamı klasik Türk müziğindeki hüzzam makamının seyir özelliklerini göstermektedir. Fakat çıkıcı olan hüzzam makamı Harput’ta inici de olabilmektedir. Paşa Göçtü: Azerbaycan’da, ölçüsü 6/8 olan âşık mahnı türüdür. Harput müziğinde ise aynı ad ile bir eser mevcuttur. Eserin diğer bir adı ise “Harput peşrevi”dir. Hüseyni makamında olan eser adından da anlaşılacağı gibi peşrev niteliğinde ve meşke başlanırken icra edilmektedir. Peşrev: Azerbaycan’da ayrı ayrı makam veya destgâhtan önce çalınan enstrümantal mukaddi-

medir. Aynı şekilde gerek klasik Türk müziğinde ve gerekse Harput müziğinde peşrev çalınmaktadır. Müzik fasıllarının başında çalınan dört haneli sözsüz ezgidir. Tehnis-Tecnis: Azerbaycan’da; Çok zil ses, anlamı ile kullanılırken Harput müziğinde bu kelime veya ifade “tecnis” e dönüşmüştür. Tecnis Azeri sazında aynı zamanda bir perdenin de adıdır. Bu perde Anadolu bağlamasındaki do perdesi olarak bilinen perdeye karşılıktır. Âşık edebiyatında bir form yapısı olan tecnis; cinas yapma, iki manalı söz söyleme ve bir çeşit müzik makamı anlamlarındadır. Bunun ile birlikte Harput’ta yöreye özgü bir makam adı olmakla birlikte aynı zamanda uzun hava formunda icra edilen bir eserin de adıdır. Ayak ve ara nağmeleri usullü olan tecnis, klasik Türk müziğindeki neva makamının bütün seyir özelliklerini göstermektedir. Tüm bu terminolojik benzerlikle birlikte düğün geleneği ve bu geleneklerin çeşitli aşamalarındaki uygulamalarda da ortaklıklar görülmektedir. Elazığ düğünlerinde “Gelin Alma Havası” ne ise; Azerbaycan düğün havaları içerisinde “Vağzalı Raksı” adı ile bilinen ezgi aynıdır. Her iki eser de, gelinin babasının evinden çıkıp damadın evine götürülme aşamasında icra edilmektedir. Gelinin baba evinden alınarak damadın evine götürülüşü Azerbaycan’da olduğu gibi eskiden Elazığ’da da at ile yapılırdı. “Gelin Alma Havası” düğünün değişik aşamalarında gerek dans ezgisi ve gerekse sözlü olarak icra edilse dahi, düğünün bu aşamadaki icrasında dans ve söz yoktur. Daha çok duygusal bir hava içerisinde hüzünlü bir ortamda icra edilmektedir. Belki de Elazığ’da icra edilen “Gelin Alma Havası”nın daha çok segâh, hüzzam ve hicaz gibi hüznü ifade eden makamlarından oluşmasının sebebi de bu duygusal ortamdır. “Gelin Alma Havası” yörede “Çayda Çıra” oyununun müziği olsa bile aslında Gelin Alma Ezgisi; Şirvan Hoyratının giriş bölümü, Bağ Altına, İsfahan’da Han İşlerim, O yanı Pembe ve Çayda Çıra gibi yörede en çok bilinen değişik makamlardaki eserlere büyük bir ustalıkla geçiş yapılarak icra edilmektedir. Azerbaycan ile Harput yöresi düğün geleneği mukayese edildiğinde evlenecek kızın görülmesinden veya seçilmesinden başlayarak hamam geleneği, hediye götürme, yüzük takma, nişan, kına geleneği, gelinin babasının evinden çıkarılışı, gö-

83

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


türülüşü ve damat evine indirilişi bu aşamadaki birçok geleneğin adları farklı olsa da birbirine çok benzer olduğu görülmektedir. Fakat burada en önemlisi bolluk bereket, huzur mutluluk veya nazar gibi yapılan uygulama veya geleneğin arka planındaki inançların aynı olmasıdır. Kızın, at ile damadın evine geldiğinde başına elma atılması motifi ise yine Harput ve civarında yakın bir zamana kadar Azerbaycan’daki gibi aynı şekilde uygulanmıştır. Fakat gelişen teknoloji, iletişim araçları veya küresel kültür günümüzde bunun gibi birçok kültürel dokunun da değişmesine neden olmuştur. Bunun gibi; kına gecesi, kına günü, kına gelen gece veya kına yaktı toyu, adları ile yapılan merasimler sadece Anadolu ve Azerbaycan’da değil benzer bir anlayış ve inanış ile aslında bütün Türk dünyasında görülen bir gelenektir. Değişik adlarla bilinen kına yakma veya kına koyma merasimleri Türk insanının hayatında aynı zamanda geri dönüşü olmayan bir yolun da başlangıcı sayılmaktadır. Anadolu Türk kültüründe askere giden gence, gelin olacak kıza, kurban edilecek hayvana, tabutun üstüne kınanın atılması da bu inancın bir ifadesidir. Bu nedenle kına yakma motifi Türk insanın hayatında bir dönemin bittiği yeni bir dönemin ise başlangıcı sayılmaktadır. Fakat Azerbaycan düğün geleneğinde Harput’ta unutulan veya yukarıda da belirtildiği gibi teknolojinin etkisiyle değişime ve unutulmaya yüz tutmuş birçok geleneğin veya uygulamanın hâlâ canlı bir şekilde yaşadığı görülmektedir. Bunun sebebi ise Azerbaycan Türklerinin yıllarca kapalı bir toplum hâlinde yaşamış olması ve dışarı ile ilişkilerin son derece sınırlı olması düşünülebilir. Unutulmaması gereken; bu ortak kültürel unsurlar ve benzerlikler aynı kökten, aynı soydan ve aynı kaynaktan beslenen bir millet olmanın doğal bir sonucudur. Görüldüğü gibi aynı zamanda kimliği ifade eden kültür; kendi içerisindeki dinamizminin haricinde ne kadar çok değiştirilmeye hatta yok edilmeye çalışılırsa çalışılsın anlam, ifade veya mekân değiştirerek hayatiyetini bir şekilde sürdürmektedir. ■

Muhafizesi, Halk Müziğinde Çalgılar Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, s. 28, Motif Vakfı Yayınları No:8, Kocaeli. 2- ARASLI, Altan, (2008); Azeri, Kazanlı, Kırımlı Türklerin Folklor ve Musikisi, Yurt Renkleri Yayınevi, Ankara. 3- ASLANOV, Elçin, (2003); “Azerbaycan Toyu”, Tutu Neşriyat, Bakü. 4- BEDELBEYLİ, Efresya,(1955); “Gurban Primof ”, Azer Neşriyat, Bakü. 5-DİKİCİ, Mehmet, (1998); Anadolu’da Türkler, Anadolu’ya Türk Göçleri, Burak Yayınları: 67, İstanbul. 6- EKİCİ, Savaş, (2009); Elazığ-Harput Müzik Kültürü, Akçağ Yayınevi, Ankara. 7- GULİYEV, Oktay, (1980);Azerbaycan Halk Çalgı Aletleri Orkestrası, Işık Neşriyat, Bakü. 8- HACIBEYOV, Üzeyir, (1985); Azerbaycan Halk Musikisinin Esasları, Yazıcı Yayınevi, Bakü. 9- Historica Azerbaycan Skoy Muski, (1992); (Rusça), Marif Yayınevi, Bakü. 10-İSMAİLOF, M.S., (1984);Azerbaycan Halk Musikisinin Janırları (Türleri), Işık Neşriyat, Bakü. 11- İSAZADE, A.İ., Kurbanov B.O., (1991); Nizami-i Muzıka, Elm, Bakü. 12- İMAMVERDİYEV, İlqar, (…?.); Azerbaycan Reqs Havaları, Bakü. 13- İMAMVERDİYEV, İlqar, (2006); İran Türklerinde Aşıq Toy Merasimleri, Bakü. 14- İMAMVERDİYEV, İlqar, (2007); Âşık Sanatında Azeri Sazının Rolü, Halk Müziğinde Çalgılar Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, s.152, Motif Vakfı Yayınları No:8, Kocaeli. 15- KUTLUĞ, Yakup Fikret (2000); Türk Musikisinde Makamlar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. 16- KULİYEVA, Dr. Yakut, (2010); “Azerbaycan Düğünlerinde Gelenekler ve Halk Oyunları”, Kocaeli. 17- KURBANOV, Prof. Dr. Babek, “Türk Dünyasının Ortak Tarihi-Estetik Değerleri Açısından Azerbaycan Sanatı”, 7 Nisan 1999 tarihinde Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü tarafından düzenlenen “Türk Halk Kültürü” adlı panelde sunulan yayınlanmamış bildiri. 18- ÖZBEK, Mehmet, (1998); Türk Halk Müziği El Kitabı-I Terimler Sözlüğü, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara. 19- TURAN, Şerafettin,(1994); Türk Kültür Tarihi, Bilgi Yayınevi, Ankara.

KAYNAKLAR 1-ABUTALIB ABDULLAHZADE, Prof. Dr. Gülnaz, (2007); Azerbaycan Millî Musiki Aletlerinin Berpası ve

84

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Ak karlı, gök buzullu yayla NURLAN ŞERİMBEKOV

A

k kar ve gök buzul kaplayan dağın eteğinde kırka yakın boz üy yan yana sıra halinde dizili duruyordu. Kırgızlar boz keçeden yapılan boz çadır evine böyle derler. Şafak daha yeni sökmüştü. Bu kırk boz üyün az ilerisindeki tepede bir boz üy daha vardı. İşte bu boz evin içinde Timur yatıyordu. O daha henüz altı yaşındaydı. Yeni uyanmıştı. Annesi dışarıda semavere çay kaynatıyordu. Yavaş yavaş kalktı. Yaylanın temiz havasınan içine çekti. Az geçmeden babası koyunları yüksek dağın eteğine kadar götürüp geri döndü. Ağabeyi Babür de kısrakları yaylanın bir köşesinden bulup, eve getirdi. Kısrakların sütünü almak için yavru tayları halata bağladılar. Artık onlar akşama kadar bağlı kalacaklar. Her iki saatte bir kısraklardan da süt sağılacaktı. Sütlü çayla sabah kahvaltısını yaptıktan sonra Timur babasıyla beraber kırk boz eve doğru atla yola koyuldular. Kırk boz evin etrafı bayağı kalabalıktı. Burda buğün düğün vardı. Hemde üç tane. Damatların üçünde de süslü simgelerle işlemeli millî elbise ve başlarında beyaz kalpak vardı. Ellerinde de kamçı. Gelinlerin hepsi uzun ince zarif kiyafet ve başlarında bütün vücüdunu kapatacak genişlikteki beyaz kumaş vardı. Evlerin hemen önünde dağdan inen taş gibi soğuk pınar akıyordu. Çok sayıda alabalık vardı içinde. Ama şu an balık tutma zamanı değildi. Çünkü herkesin dikkati düğüne çevrilmişti. Gelenler arasında çobanlar, at bakıcıları, inek bakıcıları vardı. Ayrıca büyük şehirden herkesin tanıdığı ve akrabaları gelmişti. İlin üst düzey yöneticileri de teşrif etmişlerdi. Timur her bir eve girince bin çeşit nimetlerle donatılmış sofraları gördü. Herkes içeriye girenlere saygı göstererk ikramda bulunuyorlardı. Gelinler semaver başında sıcak çay hizmeti yapıyorlardı. Dışarıda da Büyük kazanlarda ateşle et pişiyordu. Timur bir kaç eve misafir olduktan sonra dışarıya gezinmeye çıktı. Dağlara doğru tırmandı. Biraz tırmandıktan sonra yukarısı dümdüz bir alandı. Orada delikanlılar atlarına binerek akşam yapılacak oğlak kapmaca oyunu için hazırlıklar yapıyorlardı... En son beklenen an gelmişti. Herkes yemeklerini yemiş bir biçimde oğlak kapmaca oyunu yapılacak alana toplandılar. İnsanların bazıları yayan, bazıları at ya da arabayla geldiler. Önceden kurbanlık edilen oğlağı uzağa götürüp bıraktılar. İki takım halinde yiğitler meydana çıktı. Her takımda dörder kişi vardı. Kim oğlağı ortadaki beyaz döşek üstüne bırakırsa, 85

mar t- nisa n-ma yıs 2 0 1 4


o takım kazanacaktır. Bu yaylanın insanları sınır bakımından ikiye ayrılırlar. Büyük ova ve küçük ova olmak üzere. Takımları da eki ova olarak ayrı ayrı kurmuşlardı. Oğlağı ilk yerden kapan getirip döşeğin üstüne bırakmaya çalışıyordu. Ama karşı takımın oyuncuları buna fırsat vermiyordu. Döşeğe yaklaştırmadan, atlarıyla ittirerek, oğlağı kendileri kapmaya çalışıyorlardı. Bu oyunda kazanmak için atın hızlı koşması, yiğidin çevik, kıvrak ve sağlam bilekli olması önemlidir. Herkes heyacanlıydı. Tuttukları takımı destekliyorlardı. Nihayet oğlak döşeğin sırtına gelip düşmeye başladı. Kazanan takım yaşlı ihtiyar dedelerden ödüllerini alarak son süratle atlarıyla ileri yelteniyorlardı. Timur devamlı atlılar arasından Babürü arıyordu. Babür çok mücadele etti. Zamanı gelince arkada savunma yaptı, zamanı gelince de oğlağı karşı takımdan kapıp, kendi takım arkadaşlarına verdi. Ama bir türlü ona oğlağı getirip, döşeğe bırakarak galibiyete ulaşma fırsatı olmadı. En sonunda sayı bakımından iki takım de eşit oldu. Ama bu oyunun kuralına göre mutlak galip olması lazımdı. Takımlar en son mücadele için hazırlık yaptılar. Atlar yorulmuştu. Değiştirmek lazımdı. Seyircilerin arasındaki iki yaşlı insan atlarından inerek gösteriyi izliyorlardı. İkisinin de atı yağız at idi. Böyle anlarda atın oğlak kapmaca için uygun olup olmadığını denemek fırsatı olur. Bu yüzden ikisi de Babüre kendi atlarını teklif etti. Babür beyaz benekli siyah olan atı seçti. Timur bütün olup bitenleri izleyerek, Babürün takımının kazanmasını bekliyordu... Hakem oğlağı uzaklara götürüp bıraktı. Her iki takımdan ikişer kişi savunma yapmak için geride kaldı. Babür ise bir takım arkadaşı ve rakip takımın iki oyuncusu ile oğlağa ilk ulaşmak için yarışa girdi. Babürün siyah atı diğer atları geride bırakarak ileriye çıktı. Babür oğlağa ulaşır ulaşmaz eğilerek yerdeki oğlağı aldı. Oğlağın bir bacağını üzengi kayışının altına geçirdi. Bunu böyle yaptı ki karşı takım kolaylıkla alamasın diye. Hemen atın dizginini çevirdi. Siyah at sanki havada kuş misali hedefe saplandı. Arkasından gelen iki atlı dönüp kovalamaya çalıştı. Ama yetişemediler. Önünden karşılayan iki atlının biri gelip oğlağın bir butuna yapışarak kendine doğru çekmeye çalıştı. Ama Babür siyah atı sağa hafif döndürerek dizgini çekince, bir sıçrayışla ondan kurtuldu.

İkincisini yanıltarak solundan geçti. Diğer takım arkadaşları da rakip takımın oyuncularına engel olmaya çalışıyordu. Dolayısıyla ileride herhangi bir engel kalmamıştı. Karşıdaki insanların kimileri sevinçle ‘koştur! koştur! Oğlağı döşeğe bırak’ derken kimileri ‘yetiş yetiş! Yakalaa’ diye karşı takıma destek veriyordu. Sonunda Babür oğlağı döşek sırtına bıraktı. Ortalığı büyük bir coşku kapladı. İhtiyar dede Babürün eline bir tutam para verdi. Bu onun galibeyet ödülüydü... Timur için bu olay hayatındaki en heyecanlı dakikaların biriydi. Babür onun gözünde bir kahraman olarak çıka geldi. Gurur kaynağı oldu. Galibeyet ulaşan Babürün takımı oğlağı alıp yayladaki boz evlerin birine takdim etmeye yola koyuldular. Zafer kutlaması yapacaklardı. Geleneğe göre ev sahibi onları ağırlayacak. Yorulan yiğitlere koyun kesecek, kımız içirecek. Çünkü herkesin eli ve duası olan bu oğlakla beraber onun evine ve ailesine kut ve bereket girmektedir. Akşam çökünce herkes eve doğru yol tuttular. Timur da uzaktan oğlak kapmaca oynayan cesur civanmert yiğitleri imrenerek evine gidiyordu. Onun evi ta ilerdeki Ak kar, gök buzul kaplayan dağın eteğindeki boz evdir. Babası çoktandır sütü sağılan kısrakları su içirmek için pınar başına götürmektedir herhalde. Annesi ise sıcak ekmekle tereyağını sofraya koyarak Timuru beklemektedir... Sıra dağlar sanki az önce ilerleyip giden, oğlak oyunu sergileyen yiğitler gibi heybetli, onlar gibi sağlam idi. Arkasına dönüp baktığında o oğlak oynanan meydan sezsiz usulca yatıyordu. Herkes uzaklaşmıştı ordan. Kimileri yayladaki evine kimileri de arabasıyla şehire. Ama bu düz ova yerindeydi. Asırlardan beri. Hiçbir yere yılmıyordu. Hep insanlar gelip geçti. At oynattılar. Sıra dağlar onlara seyirci ve rüzgârlara bulutlara karşı duvar oldu. Bu yiğitler ki bu dağların koynunda doğdular, at sırtında büyüdüler, bu ovada oyun sergilediler, cesaretini gösterdiler. Sanki şahin gibi rüzgârla yarıştılar. Onların bu erdemini gören kurt, yırtıcılar ve düşmanlar yaklaşamadılar... İşte şimdi Timur bu oğlak oyunu ovasıyla vedalaştı. Ama Allah nasip ederse mutlaka dönecek. O beklenen an gelince Babür gibi atı yelesinden tutarak koşturacak ve bu oğlak kapmaca oyununu ak kar, gök buz kaplayan dağlara yeniden hatırlatacaktı. ‘Elveda ...’■

86

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


KAYIP DERVİŞİN DEFTERİNDEN II “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” Şeyh Galib

1 Fosforlu gözler dolaşırken odanda Yılan ıslıkları yivlerken duvarını Fırtına teknesine çekerken perdeni Tonlarca ağırlığıyla Karanlık ıssızlığına yükünü boşaltırken Korkunu kaplayan örtüyü çağır Şeyhini çağır Efendini çağır O, senin… Sen onun akan ırmağı Uçan balığı kerametinin Bunu söylediler bana

Şükret bu kapıyı çaldığına Denize ıpıl ıpıl damlamak gibi Sırtından cehennem taşını atmak gibi Dünyayı savurmak gibi Yeniden doğmak gibi bir şey Bir şeyhin huzurunda olmak Bir şeyhin huzurunda olmaktan daha güzel ne var Bunu söylediler bana Âlemin özü ben değilmişim Varlığın gözbebeği ben değilmişim Şair mısrası imiş Şeyh’imin sözü Bunu söylediler bana Şiir bir büyüdür noksana Kirli uğultulardan sonra Uyumlu seslerin ördüğü Bunu söylediler bana Mevsimler içinde kadını, kokuyu Zamanı inkâr eden uykuyu hatırlatır insana Bunu söylediler bana 87

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Zaman ki şeyhin eldiveni Mevsimleri bir mevsimde toplayan Çıkarıp takar geceyi Çıkarıp takar günü Bunu söylediler bana Saatim işlemez, Takvim göstermez, Defter yazmazmış beni Bunu söylediler bana Ben yağmur damlası imişim Bunu söylediler bana Şeyhin camına düşen Yağmur damlası Yaprak yeşertmeyen Yağmur damlası Gece gözlü İklimsiz Yağmur damlası Vav’ını göğe gömmüş Yağmur damlası Issız rüzgârın getirdiği Darasız yağmur damlası Bunu söylediler bana Sustum, dinledim 2 Sustum, dinledim Kim gösterecek beni sana, kim... Kim yaldızlayacak varlığımı Belli ki arınmışlar katında Hep kendilerini konuşturuyorlar Yazının sülüsü, kumaşın terzisi Mabedin adı oluyorlar Bahçıvan meyvesini taşıyor onlara Çoban sütünü, avcı etini Büyüyor büyüyorlar aramızda

88

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Ve kendiliğinden püskürtüyorlar Durmaksızın oyulan yerden Zamanın, Kocasızın, iğdişin Cahilin, okumuşun, katilin günahını Müsebbibi benmişim bütün bunların Bilmezdim bunu bana onlar söylediler Açlar günahımdan aç Açıklar günahkârlığımdan örtünür, Günahımdandır akıtılan oluk oluk kan Musa’nın öfkesi, İsa’nın korkusu günahımdan Ben yokum, günahım var 3 Oysa ben ateşten yeni çıkmıştım Ağlardan kaçmıştım, geceydi Ürkektim, kanatsızdım Çamurla sıvanmıştım Üflenmişlerden biriydim Hisseden, ağlayan kendimi arıyordum Sevilen, sığınan, konuşan kendimi Cüretim olsaydı derdim, dostun kim? Bana da göster Ya Rabb-ül-Âlemin

NAZIM PAYAM

89

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Harput'tan sesler NÂZIM H. POLAT

Necati Kanter, Elazığ’ın farklı bir yüzüne baktırıyor, gösterdiklerini sevdiriyor. Bizim Şehrin Divaneleri’ni, Yazarı Necati Kanter, “öykü” olarak nitelendiriyor. Evet, bu kitaptaki metinlerin tamamında anlatılan bir vak‘a, bir insan etrafında oluşan hikâyeler var.

G

öçün toplumsal dokuyu zedeleyen olumsuzluklarına rağmen Anadolu’nun bazı şehirleri, “kültür adacığı” olma özelliğini devam ettiriyor. Elazığ, Erzurum ve Sivas bunlar arasında ilk akla gelenlerdendir. Kültür adacıklarının üç ayağı vardır: Mimari, musiki ve edebiyat. Ne yazık ki artık mimari güzelliğinden bahsedilemez. Çünkü devasa yapılar dikilse de bunların yerli ve millî olduğuna kimse inanamaz. Fakat sözünü ettiğimiz şehirlerde musiki ve edebiyat canlılığını devam ettiriyor. Bana bunları hatırlatan ve düşündüren, Elazığ’da ki edebî faaliyetin olgun bir seviyede yürüyüşüdür. Yıllardır Elazığ’da, İzzetpaşa Vakfı hizmetleri çerçevesinde Bizim Külliye dergisi yayımlanıyor. “Gelenek ve Şehir” temalı sayısını tam bir hayranlıkla okurken, derginin bütün yükünü omuzlayan üç kültür adamının yeni yayımlanan üç kitabını aldım. Bunlardan biri, daha çok şiirleriyle tanıdığımız Nazım Payam’dan, mensur şiir sayabileceğimiz bir denemeler kitabı: Ses ve 90

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Yaz (Ötüken Yay., İstanbul 2013). Diğeri, isteyenin deneme, isteyenin hikâye kabul edebileceği şahane bir kitap; Necati Kanter’in Bizim Şehrin Divaneleri (Manas Yay., Elazığ 2013). Ayrıca bir de Elazığ’ın şiir birikimini ortaya koyan ve ilaveli olarak ikinci baskısını yapan eser: Dr. Naci Onur’un Harputlu Divan Şairleri (İzzetpaşa Vakfı Yay., Elazığ 2013) adlı bilimsel çalışması. Nazım Payam’ın denemelerine “mensur şiir” sıfatı çok yakışmaktadır. Farklı cepheleri bulunsa da her kalem sahibinin, asıl kulvarı sayılabilecek bir alan vardır. Ziya Gökalp’ın şiirleri, manzum makalelerdir. Ahmet Haşim 20 yüzyıl Türkçenin en güzel metinleri arasına girebilecek denemeler yazdı. Fakat bunların hepsinde şair muhayyilesi vardır. Tanpınar bilim alanındaki en önemli eseri 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde de daima şairdir. Nazım Payam da Haşim ve Tanpınar gibi yürüyeceği vadiyi şiir olarak belirlemiş, benimsemiştir. Nitekim en beğendiği yazarlardan söz ederken andığı iki isimden biri Schiller, diğeri Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Onun hakkındaki “apoletli yazarlarımdan biridir” ifadesini ilk okuduğumda yadırgamadığımı itiraf etmeliyim. Birden bire, “Eyvah, adaşım, sevgili dostum Payam da mı millî hassasiyeti olanları “resmî ideoloji askeri” gibi sınıflandırıyor?” diye iç geçirdim. Fakat bu cümle, kitabı açar açmaz karşıma çıkıp bana bir ibarenin kendi bağlamı dışında nasıl yanıltıcı olacağına dair ders vermek istemişti. Meğer onun dilinde bu kelime bir takdir ve tebrik işaretiymiş. Birlikte okuyalım: Altını çizdiğim cümleler, paragraflar beni düşündüren, bana haz veren yazarıma birer apolettir. En fazla apolet taktığım yazarımı, şairimi bir adım öne çıkarmaktan, geleceğe tanık göstermekten zevk alırım. İnsana dair kazanımları onların tecrübelerinden edinmeye çalışırım. Ahmet Hamdi Tanpınar da apoletli yazarlarımdan biridir. Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ne “Giriş”i bana göre 19. yüzyıl edebiyatının son resitali. Düzyazıda sesle çelikçomak oynamak, düzyazıda insana haz vermek ancak bu kadar olur. (“Altını Çizerek Okumak”, s.25) Payam’ın her şeyden önce şair olduğuna, başka yerlerden delil aramaya gerek yok. Onun aydın kimliğinin şiire borcunu kitabın ilk iki cümlesini şahit gösterebiliriz:

Kafeslerden salınmış şiir kuşlarına bakmak, onların kanat seslerini anlamlandırmak değişik hazlar veriyor, uçuşan sesler içinde şiirimi yakalayacağıma inanıyordum. Beni kitaplara yönlendiren, yazmak istediğim hâlde yazamadığım şiirler oldu. (“Arayış”, s.11) Ses ve Yaz Nazım Payam’ın Sonrası Güldür Açar ( ), Ben Kendimi Dağ Bilirim ( ) ve Şehrin Eylül Tarafı ( ) adlı kitaplarından sonra dördüncü eseri, Ses ve Yaz’da Payam’ın şiir serüvenini, şair dostlarıyla yaşadıklarını ve belki en önemlisi, Elazığ’ın 1970’ten beri gelen kültürel hareketliliğini görebiliriz. Nazım Payam, bugünkü eleştirmenin, yarınki edebiyat tarihçisinin asla ihmal edemeyeceği isimlerdendir. Ses ve Yaz kitabı, işte bu noktada yazarını anlamada ve anlatmada samimi ve sevimli bir malzeme olacaktır. Necati Kanter, Elazığ’ın farklı bir yüzüne baktırıyor, gösterdiklerini sevdiriyor. Bizim Şehrin Divaneleri’ni, Yazarı Necati Kanter, “öykü” olarak nitelendiriyor. Evet, bu kitaptaki metinlerin tamamında anlatılan bir vak‘a, bir insan etrafında oluşan hikâyeler var. Ama birçok bölümünü mensur şiir çeşnisiyle süslenmiş deneme olarak okuyabiliriz. Bu tür eserlerin şahı padişahı merhum Mitat Enç’in Uzun Çarşı’nın Uluları kitabıdır. Mitat Enç, Antep’teki ilginç simaları merkeze alıyordu. Kanter ise Elazığ’ın delilerini anlatıyor. Deliler ve deliliğin hikâyesi, her zaman ilgi çekicidir. Onların dünyasına girerek, dünyaya onların gözüyle bakabilmek tam olarak mümkün değildir. Onlara dair anlatılanlar, onları “deli” diye niteleyenlerin dipsiz kuyuya yansıttığı ayna ışığı veya mum ışığı kadar küçücük şeylerdir. Meselâ Kanter’in tam bir başarı ile anlattığı Aliye Bacı’nın hikâyesi böyle bir ışıkçıktır: Koca koca adamlar Aliye Bacı ile şakalaşırken biz çocuklar ve gençler de muziplik olsun diye kedilerden birini çalardık. Hemen fark ederdi. Asar suratını sinirden dib gibi kızarırdı yanakları. Adeti olduğu üzere kıbleye döner, gözlerini bir boşluğa diker, kıpır kıpır eden dudakları arasında gizemli sözcükler dökülür, sonra da açar ağzını, yumar gözünü!.. Başlar bedduaya... “Dilerim Allah’tan İsmail’in darısına gelesiz!” Kediler miyavlar; çocuklar amiiin! der. Savurur bastonunu Aliye Bacı:

91

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


“İtin eniği!” ..! Rivayet olunur ki; askerden geldiği ilk gün, “aslan parçası” dediği biricik oğlunu polisler karakola çekip döverek öldürmüşler. O gün bu gündür polisleri sevmez ve kendisine bulaşanlara da bu bedduayı eder. “Allah’tan dilerim İsmail’in darısına gelesiz!...” Reşat Cemal Emek’in Hacı Babanın Kumruları (1949) kitabındaki “Aliye Bacı” şiiri de aynı hikâyenin bir başka cephesidir: Çürür sandıkta duvakları, Hülya içinde Aliye bacının… Mevsimsiz kuruyan bir gül ağacının Dallarında, goncaydı dudakları... Genç kız gülüşüyle pencereden, Dökülürdü sokaklara yası.

veya “Divan şiirinden yararlananlar” arasında kabul etmek daha yerinde olacaktır. Meselâ; Ağlıyorsun niçin ey içli semâ Bu kederler, bu katreler kim için? Ağla ey gök biraz da sevgim için Ağla bir dem de gizli gizli bana diyen “Bahar Yağmuru” şairi Ahmet Kemâl Şürüşoğlu (1902-1962) bir Divan şairinden çok Mütareke yıllarında içli şiir yazma geleneğine daha yakındır. Bu şiirin Divan şiiriyle ortak yanı, yalnızca aruz veznidir[1]*. Halbuki duyuş tarzı ve ruhu itibarıyla hiçbir Divan şairi böyle söylemez, söyleyemezdi. Dr. M. Naci Onur’un eseri için söylenebilecek / söylenmesi gereken darası alınmış sözü Orhan Koloğlu söylemiş. Bize, onu tekrarlamak kalıyor: Tahtına yerleştiriverdi tekrar Sundu şi‘re asîl himâyesini

Tanrı’m, bu ihtiyar kızın neden Kabul olunmazdı duası?.. Necati Kanter’in kitabında farklı vesilelerle bazı Divan şairlerinin beyitleri kullanılmıştır. Çoğunda yanlıştan dolayı veznin bozulduğu bu gibi alıntıların yeni baskısında düzeltilmesini arzuluyoruz. Biz söylesek de söylemesek de Kanter, bu güzel kitabı –yeni metinlerle süsleyerek- mutlaka geliştirecektir. Çünkü çok orijinal bir konu yakalamıştır ve içten içe bir acıma hissi sezilen yazdıklarına yüreğini koymuştur. Elazığ’ın edebî geçmişini kayıt altına alan Yusuf u Züleyha (1986), Harputlu Rahmi Divanı (1996) Harputlu şair Hacı Hayri Bey (2004), Harputlu Şair Mustafa Sabri Efendi (2007) gibi eserleriyle tanıdığımız emekli öğretim üyesi Dr. M. Naci Onur, 1988’da yayımladığı Harputlu Divan Şairleri kitabını 25 yıl sonra tekrar bastırdı (2013). Fakat bu eseri artık eski kitabın farklı bir şekli değil, yeni bir eser kabul etmek gerekir. Çünkü 1988’de 10 şair ve eserlerinden söz edilmişken şimdi elimizdeki eserde tam 47 (kırkyedi) şair var. “Araştırma ruhu” denen şey işte bu olsa gerek! Ancak bunlardan bir kısmını Divan şairi saymak yerine Divan şiirinin rüzgârıyla yazanlar

Kattı ecdâdın ömrüne seneler Gerdi üstüne akik sâyesini Serdi târihin önüne şevk ile Harput’un müstesnâ sermâyesini (s.386) Bahsedilen üç eser, Elazığ’ın şehir kültürüne yeni sesler katmıştır. Harput’umuz, artık sadece musikisiyle değil, yüksek seviyeli yeni kalemleriyle, yeni sesleriyle anılacaktır. Harput’tan yükselen bu edebî hava ve seslerden nasiplenenlere ne mutlu!.. Elazığ’da Belediye, Valilik, Özel İdare, Kültür Müdürlüğü gibi resmî kurumlardan biri veya bir vakıf hatta özel bir yayınevi, “Şehir Kütüphanesi” veya “Elazığ Kütüphanesi” adı altında bir yayın serisi oluşturmalıdır. Harput Yollarında (İ. Sunguroğlu), Harput Ahengi (F. Memişoğlu) ve benzeri eserlerle bunların küçük kardeşleri olarak doğan bu yeni yayınlar, ihtimamla basılmalıdır. Elazığ’a giden okuma sevdalısının alacağı, dostlarına sunacağı en güzel hediye paketleri belki de bunlar olacaktır. 1. * Bir dizgi yanlışıyla şiirin vezni “feilâtün/ feilâtün/ feilün/”

92

olarak gösterilmiştir, “feilâtün (fâilâtün) /mefâilün/feilün (fa‘lün) biçiminde düzeltilmelidir.

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


KOCA, Hüseyin, Bir Mistik Dağcılık Hikâyesi, Sur Yayınları Bursa 2013 Mücahit Koca’nın Uludağ’ın kalbine tırmanarak, patikasında yürüyerek, yokuşunda kayarak, bir su başında çay içip dinlenerek, bir çilehane, tekke ve mezar kalıntısında inceleme yaparak geçen 30 yıllık dağcı yaşantısının bir anlatımıdır: Bu yüzden genelde dağcılığı, özelde Uludağ’ı anlatmak ve sevdirmek adına yazılan bir kitap oldu; Bir Mistik Dağcılık Hikâyesi... KOCA, Hüseyin, Şairler Silsilesi, Sur Yayınları Bursa 2013

“Bizim asrısaadet’ten günümüze kadar hiçbir kesintiye uğramadan gelen ve etkisini hala gösteren büyük bir şiirimiz vardır. İlk günden bugüne gelen bu şiirin “ üstat “ şairleri bizim millet, devlet ve medeniyet şairlerimizdi. İsimleri peşpeşe anılan bu Arap, İran ve Türk şairleri birbiriyle ilintili düşünce, inanç, duygu, sanat ve dava birliği güderlerdi…” diye tanıtılmış kitap raflarda… İsteme Adresi: Kurtuluş Mah. Kurtuluş Cad. No: 148-16350/ Yıldırım-BURSA Tel: (0224) 360 56 73 e-posta: suryayinleri@ gmail.com

93

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


KAYAOKAY, İlyas, gül-i tebrizî, Dîvân Edebiyatı Yazıları, Akçağ Yayınları Ankara 2013 “Halk arasında Tevrüzü olarak bilinen bir gül çeşidi vardır. Bu gül bize 15. asırda Tebriz’den intikal etmiştir. Gül-i Tebrîzî olarak bilinen bu gül yerini sevdiği vakit tek bir kökten çadır misali nevş ü nema bulur. Kışa kadar uzanan bir hayat serüveni vardır. Bu gülün kokusu öyle latiftir ki gönüllere ferahlık bahşeder…” İsteme Adresi: Cumhuriyet mah. Selçuk iş Merkezi Tuna Cad. No:8/1 Kızılay-Çankaya/ ANKARA GÖKÇE, H. Orhan, Gönül Köprüsü, İstanbul Matbaacılık, İst. 2013 “…Gönülden vatana; gönülden millete; gönülden İslâm’a gönülden geleceğe= göreneğe; gönülden sılaya yani Harput’a, Elazığ’a; gönülden gönüle bir manevi köprü…” tanıtımıyla ulaşıyor eser okurlarına. İsteme Adresi: Orhan GÖKÇE Atakent Mah. Papatya Çıkmazı 507 ada 5-F Blok B-46 Da. 19 34303 Halkalı-Küçükçekmece / İSTANBUL Tel: (0532) 450 55 25 DOĞAN, Aziz Aydın, Yiğıkili Zülküf, YABA Yayınları, İst. 2013 Aziz Aydın Doğan imzasını taşıyan “Yiğikili Zülküf ” romanı, yaşamış bir kahramanı, eksen alarak bir kenti (Harput’u) ve ülke gerçeklerini sorguluyor. Bu roman, günümüz Türkiye’sinin edebiyat ortamıyla iki nedenle ayrılabilir; dil ve elle tutulur hikâye örgüsü. Hikâyenin kahramanı

‘Yiğikili Zülküf ’ adını bir kenar mahalleden alır. Bu kenar mahalle ise Harput denen antik kentin ovasına kurulan şimdiki Elazığ’ın bir ucundadır. Aziz Aydın Doğan’ın daha önce ‘Afişte Ölen Adam, Kör Pencere, Güneşli Bayır, Islak Kaldırımlar, Bir Taşralı Gencin Günlüğü” kitaplarını okuyanlar “Yiğikili Zülküf ” romanında fazlasını bulacaklar. İsteme Adresi: YABA EDEBİYAT Galipdede 55/1 Tünel BEYOĞLU İSTANBUL (yabaedebiyat79@gmail.com) AKKANAT, Cevat, Eskişehir Şairler Antolojisi, Değirmen Yayınları–28, 2013 …şair, yaşanmışlıkların, duyguların ve hissedişlerin adamıdır. Şair bunlara dokunmaya görsün şehir artık ebedi bir ömür sürecine girmiş olacaktır. Artık şehir yıkılsa ve yakılsa da bir şekilde ortadan kalksa ve kaldırılsa da ebediyen yaşayacaktır… İsteme Adresi: Odunpazarı Belediyesi Kültür Yayınları–28, 2013 BUDAK, Rüstem, Alın Yazıları, Odunpazarı Belediyesi Kültür Yayınları, Sakarya. 2013 “Alın Yazıları; yola çıkacak, yola çıkmış ve yoldan çıkmış her kesim için ufuk açmaya namzet yazılardan oluşmuştur.” İsteme Adresi: Değirmen Yayınları Tığcılar Mahallesi Dönergeçit Sokak No:10 Adapazarı/ SAKARYA

94

Tel: (0264) 278 00 24 e-mail:degirmenyayinevimail.com www.degirmendergisi.com

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


2013 yılının yazar, fikir adamı ve sanatçıları belirlendi AYDIN KARABULUT

3

0 Aralık 2013’te Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği, 1 Ocak 2014’te Türkiye Yazarlar Birliği 2013 yılında ödüle layık gördükleri «Yılın yazar, fikir adamı ve sanatçıları»nı basın toplantılarıyla kamuoyuna açıkladılar. Dergimizin Genel Yayın Yönetmeni Nazım Payam, Ötüken yayınevi tarafından basılan “Ses ve Yaz” adlı çalışmasıyla 2013 yılının denemecisi seçilirken, yazarlarımızdan Köksal Alver, “Mahalle” adlı eseriyle inceleme, Muhsin İlyas Subaşı “Toprağın Dili-Bir Âşık Veysel” ile monografi dalında ödüle layık görüldüler. Bizim Külliye dergisi adına bütün şair, yazar ve fikir adamlarımızı yürekten kutluyor, yeni çalışmalarıyla sanat ve fikir hayatımıza katkılarını bekliyoruz. Türkiye Yazarlar Birliği’nin ödüllendirdiği «Yılın yazar, fikir adamı ve sanatçıları»nın isimleri ve eserleri: Hikâyede, Aykut Ertuğrul, Mümkün Öykülerin En İyisi kitabıyla, Şiirde, Ali Ural, Gizli Buzlanma kitabıyla, Romanda, Beşir Ayvazoğlu, Ateş Denizi romanıyla,

Denemede, Nazım Payam, Ses ve Yaz eseriyle, Fikir’de, Ebubekir Eroğlu, Geçmişin İçindeki Geçmiş kitabıyla, Araştırmada, İsmail Erünsal, Sahaflar adlı kitabıyla, İncelemede, Köksal Alver, Mahalle adlı kitabıyla, Edebi Tenkitte, Yakup Altıyaprak, Dünyaya Karşı Şiir adlı kitabıyla, Hatırada, Necati Mert, Memleket Kitabevi kitabıyla, Dilde, C. Yakup Şimşek, Dilin Tetiği Bozuldu adlı eseriyle, Gezide, Muharrem Sevil, Maveraünnehir Defterleri kitabıyla, Tercümede, Halil İbrahim Sarıoğlu, Mevlana’dan Rubailer tercümesiyle, Biyografide, Fatih Birgül, İrade Hareket İsyan Nurettin Topçu’nun Entelektüel Biyografisi kitabıyla, Şehir Kitaplarında, Rahşan Tekşen, Kırbirkere İstanbul eseriyle, Çocuk Edebiyatında Yılmaz Erdoğan, Konaktaki Hazine kitabıyla, ödüle layık görülmüşlerdir.

95

Basın, yayın, televizyon, radyo alanında

mar t -nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Düşünce: Dr. Cezmi Bayram (Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Seyri Yeni Hedefleri, Ötüken) Temaşa Sanatı: Tacettin Diker (Karagöz Kukla Sanatlarına katkısı dolayısıyla) Halk Edebiyatı: Prof. Dr. Saim Sakaoğlu (Türk Halk Edebiyatına katkıları dolayısıyla) Hâtıra: Kâğıt Kokulu Yıllar (Hasan Başpehlivan, Beyan Yayınları) Hikâye: Recep Seyhan (Güneşin Doğduğu Yerde, Okur Kitaplığı) İnceleme: Prof. Dr. Bilge Ercilasun (Edebiyat Tarihi ve Tenkit Dergâh Yayınları) Karikatür: Osman Suroğlu (Karikatür Sanatına katkılarıyla) Klasik Türk Sanatları: Prof. Dr. Fatma Çiçek Derman (Rikkat Kunt Hoca Hanım, Kubbealtı) Kitap Yayıncılığı: Büyüyen Ay Yayınları (Yıl içindeki bütün kitaplarıyla) Kurum: Yunus Emre Enstitüsü (Türk kültürüne katkılarıyla) Kültür Projesi: Edirne Valiliği “Akademi Rumeli” projesiyle Monografi: Muhsin İlyas Subaşı (Toprağın Dili-Bir Âşık Veysel Monografisi, Şiir Vakti Yayınları) Müzik: Gönül Paçacı (Türk Müziğine katkılarıyla) Okumaya Teşvik: Bitlis Valiliği “Doğu Okuyor” projesiyle Roman: Leyla Karaca (Göğsündeki Gökyüzü, Ferfir Yayınları) Seyahat: Rahşan Tekşen (Kırkbirkere İstanbul, Şule Yayınları) Sinema: “Üç Yol” filmi (Yönetmen: Faysal Soysal) Şiir: Ayşe Sevim (İşlenmemiş Suç, Şule Yayınları) Tarih: İsmail Bilgin (Kut’ül Amare – Osmanlı’nın Son Zaferi, Timaş) Tasavvuf kültürü: Mustafa Özdamar (Bütün eserleriyle, Kırkkandil Yayınları) Tiyatro: Amak- ı Hayal (Tiyatro Nefes)

ödüllendirilenler: Basın fıkra dalında Haşmet Babaoğlu (Sabah) Basın fikirde, Vedat Bilgin, (Bugün) Basın kültür sayfası, Bedir Acar, (Star) Basın röportajda Nil Gülsüm Gül, (Yeni Şafak) Dergi yayıncılığında, Derin Tarih, Elektronik Yayıncılıkta, Kaynakça İnfo sitesi, TV Kültür programları dalında, Gündem Edebiyat (TRT Türk) TV Belgesel’de Muharrem Coşkun, Yoldaki Çığır ile, Radyo programı, Nebahat Koru Yılmaz, Gönül Ustalarımız (TRT Radyo 4), Sinema dalında, Atalay Taşdiken, Meryem adlı filmi ile, Kitap yayıncılığı: Kamu yayıncılığı: Edirne Valiliği, Özel yayıncılık: Hece Yayınları, Yayıncılık özel ödülü: Konya Selçuklu Belediyesi Büyük Selçuklu Mirası ile, Üstün hizmet Ayrıca kültür, ilim ve sanat hayatımıza uzun süreli katkılarından ötürü Prof. Dr. Şaban Karataş, Prof. Dr. Nimetullah Hafız ve Şule Yüksel Şenler’e Üstün Hizmet Ödülü verilmesi kararlaştırılmıştır.

Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği’nin ödüllendirdiği “Yılın yazar, fikir adamı ve sanatçıları”nın isimleri ve eserleri: Ansiklopedi: İhsan Işık (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, Elvan Yayınları) Araştırma: Prof. Dr. İsmail Erünsal (Osmanlılarda Sahaflar ve Sahaflık, Timaş Yayınları) Biyografi: Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar (Abdülbaki Gölpınarlı, Ötüken Neşriyat) Çocuk Edebiyatı: Bestami Yazgan (Çocuk kitaplarıyla) Deneme: Nazım Payam (Ses ve Yaz, Ötüken Neşriyat) Dergi: İtibar Dergisi

Üstün Hizmet Ödülleri: Mehmet Türker Acaroğlu, Dr. Cahit Öney, M. Necati Demirtaş Özel Ödül: Feyzi Halıcı■

96

mar t-nisa n-ma yıs 2 0 1 4


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.