RIZE’DE
Barışa Oyna
Dünün Çocuklarından... O giydiğin gömleği hediye etsen bana Yarim hediye etti bana veremem sana Gittin İstanbul’a bir yar getirsana bana Ben var iken düşer mi sana (Rize - Merkez, Atma Türkü) *** ...Ermeniceye benziyor mu bu dil bilmiyorum. Ben de Ermeniyim belki Çingeneyim bilmiyorum. (Rize Merkez) *** ...Ama aktarmaya aktarmaya bitti. Ben de unuttum hepsini. Bir şeyi devamlı konuşup aktaracaksın ki kalsın. Hafızayı yenilemeyince gidiyor. Aslında çok güzel hikayeler anlatılırdı. (Çinçiva Köyü) *** ...Rumlar bugün kalmadı. Ama bugün bizim kullandığımız köylerde Ermeniler yaşarmış. Hemşinlilerin Ermeni kökenli olduğu söyleniyor. Köylerin isimleri bugün hala Ermenice. Lazların da Megrel’den geldiği söyleniyor. Ama kimdir? Nedir? Bilmiyorum. (Çamlıhmeşin) *** ...Yarı Laz yarı Hemşinli büyüdüm. İki kültürü de iyi biliyorum. (Fındıklı) *** ...Çocukluğuma gittim şimdi. Bütün oyunlar aklıma geliyor ama anlatmak başka, yaşamak başka tabi. (Fındıklı) Yarının Yetİşkİnlerİne... ...Miras oyunu bizim için artık bu cevizler. Bunlar da bizim mirasımız oldu. (Çukulit Köyünden, Miras oyununu oynayan bir çocuk) *** ...Ben Gürcü oyunu oynamak istemiyorum! Bir sebebi yok, oynamam ben onların oyununu. (Çukulit Köyünden, Kozaklar ve Hırsızlar oyununu oynadığımız bir çocuk) *** ...Ben Lazım biliyor musunuz? Hem Lazca da biliyorum. Siz biliyor musunuz? . (Rize Merkezde, Kazlarım İçeriye oyununu oynadığımız bir çocuk)
KÜNYE Barışa Oyna, BoMoVu derneği çalışmasıdır. Bu kitap, BoMoVu tarafından Şubat 2019’da İstanbul’da basılmış ve yayımlanmıştır. Bu kılavuz, içeriği değiştirilmeksizin ve BoMoVu kaynak gösterilerek çoğaltılabilir. Orjinal Fikir: Nil Delahaye ve Eleni Nadin Diker
Metin: Alçay Çelik, Nil Delahaye, Emre Çetin Gürer, İlknur Hacısoftaoğlu, Selçuk Açıkgöz ve Cansu Kılınçarslan Metin Düzeltme: Gülcan Küçük Resimleyen: Karen Fung
Mizanpaj: Gözde Mimiko Türkkan
Destekleyenler:
Bu kitap, Canada Fund for Local Initiatives ve Women Win destekleri ile hazırlanmıştır. Bu kitabın içeriğinin sorumluluğu tamamıyla BoMoVu’ya aittir.
İÇİNDEKİLER Önsöz - Alçay Çelik
4
Giriş - Nil Delahaye
6
I - RİZE’NİN GEÇMİŞİ VE BUGÜNÜ
8
Rize’nin Kültürel Çeşitliliği - Emre Çetin Gürer
10
Rize’nin Eski Çocukları - Nil Delahaye ve Alçay Çelik
14
Rize’de Geçmişin Çocuklarının Oyunlarında Toplumsal Cinsiyet İlişkileri - İlknur Hacısoftaoğlu 18
II - BARIŞA OYNA METODU
22
Barışa Oyna Nedir? - Nil Delahaye
24
Barışa Oyna’da Eleştirel Pedagoji Yöntemi - Selçuk Açıkgöz
30
Çocuklar ile Sözlü Tarih Metodu - Cansu Kılınçarslan
38
Çocuklar ile Toplumsal Cinsiyet ve Spor - İlknur Hacısoftaoğlu 46
III - RİZE’DEN OYUNLAR
50
Çudur
52
Kazlarım İçeriye
55
Lazbord
56
Tsukkanişi
58
Met - Değnek
60
Kozaklar ve Hırsızlar
62
Tombilis
64
Xaneşi
66
Miras - Ceviz
68
Teşekkür
70
ÖNSÖZ Barışa Oyna projesi kapsamında gittiğimiz Rize’de gerçekleştirdiğimiz bu yolculuk, 2016 yılında başladığımız serüvenin devamı olarak sürüyor. Sınırın ayırdığı ve öte tarafın bilinmezliğinin sürdüğü yerden, Rize’den, merhaba diyoruz. Denizin ötesinde neler olduğunu bilmeden ayrı düsen çocukların bir arada olmasına dair inancımızı, barışa olan özlemle sürdürüyoruz. Amacımız; oradaki çocukların dillerinin, kültürlerinin değerli olduğunu yeniden anımsatmaktı. Bunları anlatırken doğrudan söz söylemek yerine dedelerinden, ninelerinden dinlediğimiz oyunları getirdik. Bildikleri ya da adlarını dahi duymadıkları bu oyunları oynarken kafalarında dolaşan, gözlerine yansıyan binbir soru ve muzip gülüşleri ile oyunları oynadık. Kars’ın, Gürcistan’ın, Rusya’nın oyunlarını oynayan Hemşinli ve Laz çocukların, komşu ülke çocuklarının oyunlarına ortak oldular. Sınırın ayırdığı çocuklar oyunlarla “bir aradalığı” tatmış oldular. Onların hissettiklerine ortak olmak, kavganın ve savaşın değil birlikte öğrenmenin ve üretmenin mümkün olabildiğini görmek bizi bir kez daha heyecanlandırdı. Barışa Oyna projesi; tanımadıklarını tanıma, söyleyemedikleri dillerini, unuttukları insanları bu oyunlarla mutlu hatırlamaları için var.
Rize’nin Çocuklarına... Alçay Çelik
4
GİRİŞ
NİL DELAHAYE Barışa Oyna, BoMoVu Derneğinin sınır bölgelerinde yaşayan çocuklara yönelik geliştirdiği bir yöntemdir. Şu ana kadar bölgenin eski oyunlarını araştırdığımız yerler: Kars, Ardahan, Edirne, İzmir, Mardin, Rize ve Artvin oldu. Ayrıca çocuklarla buluşup uygulama yapma şansı edindiğimiz aynı şehirlere bir de Diyarbakır’ı eklemek istiyoruz. 2016’dan bu yana BoMoVu ekibi Barışa Oyna uygulamasıyla bu bölgelerde 340’ın üstünde çocuğa ulaştı ve çocuklarla birlikte sınırda yaşamanın ötekiye olan bakışı nasıl etkilediğini anlamaya çalıştık. Hayatın her alanında maruz bırakıldığımız ve kimi zaman da yeniden ürettiğimiz güç ilişkilerini oyunlarla birlikte konuştuk. Barışa Oyna, 2018 itibariyle, sınırda yaşayan çocuklarla çalışan öğretmenler, eğitmenler, sivil toplum çalışanları ve öğrencilere ulaştırılmak üzere atölyeler şekline evrildi. Bu atölyelerde sadece eski çocuk oyunları değil; toplumsal cinsiyet, kültürel çeşitlilik, eleştirel pedagoji gibi konular ele alınıyor ve katılımcılarla tartışmaya açılıyor. Bu kitapçık, Rize’de yaptığımız 3 günlük atölye sonucu geliştirdiğimiz bir üründür. Bu kitapçığın amacı, öğretmen ve eğitimcilerin BoMoVu’nun geliştirdiği bu yöntemi kendi deyimlerinden yola çıkarak istedikleri şekilde uygulayabilmelerini sağlamaktadır. Elinizdeki bu kitapçığın amacına ulaşması için mümkün olduğu kadar kullanışlı bir hale getirmeye çalıştık. Üç bölümden oluşan bu kitapta Rize’nin kültürel çeşitliliği, Barışa Oyna metodunu ve oyunları aktardık. Kitabın birinci bölümünde Rize’yi anlattık. İlk olarak, Emre Çetin Gürer, çeşitli kaynaklardan beslenerek Rize’nin Kültürel Çeşitliliği ve kısa tarihine bir yolculuk yaparak burada yaşayan halkın zenginliklerini anlatıyor. Sonrasında Alçay Çelik ve Nil Delahaye’nin Rize’nin Eski Çocukları metninde, Ekim 2018’de yaptığımız bir sözlü tarih çalışmasında elde edilmiş olan bilgiler önceki makaleye bir ayna tutuyor; tanıştıkları insanların kendilerini nasıl tanımladığı, birbiriyle nasıl ilişkilendiği ve çocukluklarından bu yana bu ilişkilerin nasıl evrildiğini görüyoruz. Bu geziden çıkan çıktıları İlknur Hacısoftaoğlu Rize’de geçmişin çocuklarının toplumsal cinsiyet ilişkileri bakımından inceliyor; Rize’nin sosyal yapısındaki en belirgin olan güç ilişkilerinin ne tür şekillerde ortaya çıktığını görüyoruz.
6
İkinci bölüm, Barışa Oyna metodunu ve yaklaşımını içeriyor. Nil Delahaye, ‘Barışa Oyna Nedir?’ sorusuna cevap vermeye çalışıyor. Selçuk Açıkgöz, Barışa Oyna’nın merkezinde bulunan ‘çocuklarla sohbet’in yöntemsel olarak nasıl tasarlanacağını Barışa Oyna’da Eleştirel Pedagoji Yöntemi yazısında aktarılıyor. Barışa Oyna’nın beslendiği ve kaynak aldığı yereldeki sözlü anlatımlar ise, Çocuklar ile Sözlü Tarih Metodu yazısıyla Cansu Kılınçarslan tarafından aktarılıyor ve sınıf ortamında çocukların kendi tarihlerini araştırmalarına araç sunuyor. Güç ilişkilerinin daha küçük yaşta ortaya çıkan hallerinden biri olan toplumsal cinsiyeti, Çocuklar ile Toplumsal Cinsiyet ve Spor metni ile İlknur Hacısoftaoğlu ele alıyor.. Üçüncü bölüm, Rize’nin oyunlarını içeriyor. Bu bölüm, sözlü tarih çalışmasında derlediğimiz oyunların hikayeleri, kuralları ve oyun sonrasında çocuklar ile yapılabilecek sohbet önerileri içeriyor. Bu kitapçığın işe yarayacağını umuyor, öğretmen ve eğitimcilere kolaylaştırıcı bir kaynak olmasını diliyoruz. İyi okumalar ve iyi oyunlar!
7
IRİZE’NİN GEÇMİŞİ VE BUGÜNÜ
8
9
RİZE’NİN KÜLTÜREL ÇEŞİTLİLİĞİ EMRE Çetİn Gürer
Rize’nin kültürel çeşitliliği denilince akla içmeye doyum olmayan çayı, leziz muhlaması ve insanı hop oturup hop kaldıran horonları gelir. Ve Laz fıkralarıyla yüzde bir gülümseme belirir. Halbuki Rize’nin kültürel çeşitliliği, bütün bunları içerip ve fazlasıyla aşan, bin yıllara dayanan bir mirasın, birçok medeniyetin ve bölgeye farklılıklarıyla zenginlik katan çeşitli halkların birleşimidir. TARİHÇE Rize’nin ismi Antik Yunanca dağ yamacı anlamında ρίζα (riza)’dan geliyor. Türkçe isminde olduğu gibi, şehrin Gürcüce [Rize ], Lazca [Rizin i ] ve Ermenice [Rize ] isimlerinde de aynı köken bulunuyor. Romalı yazar Pliny’ye göre Rize, MÖ 670 ve sonrasında Milet uygarlığının Karadeniz’de oluşturduğu kıyı ticaret noktalarından biri olarak kurulmuştur. Uzun yıllar Karadeniz’in doğu kıyılarına hakim, şimdiki Gürcistan’ın antik öncüsü olarak da bilinen Kolhida devletinin hakimiyetinde yaşamıştır. MÖ 6.yy’ın ortalarında bölge, Pers hakimiyetine sonra da onları yenen Büyük İskender himayesine girmiştir. İskender’in ölümünden sonra Anadolu’da birçok küçük krallık kurulmuş ve Rize MÖ 180’de bu krallıklardan Pontus’a dahil olmuştur. MÖ 10’da Pontus Krallığı’nın Roma İmparatorluğunca zapt edilmesiyle, bölge bütün Ortaçağ boyunca Roma, Bizans hakimiyetinde kalmıştır. Özellikle Bizans İmparatorluğunun altın çağı kabul edilen Justinian döneminde Hristiyanlaşıp, modern Lazların ataları kabul edilen klanlar merkeze tabii kılınmıştır. Selçukluların bölgeye girişleriyle farklı halklardan özellikle Ermeni göçleri de başlamış Hemşin bölgesi o dönemde oluşmuştur. Bizans’ın zayıflamasıyla bölgede Trabzon ve Büyük Laz İmparatorlukları kurulmuş, 1282’de de Gürcü İmereti Krallığı’nın eline geçmiştir. 1461’de bölgenin Osmanlı kontrolüne geçmesiyle Rize, Lazistan Sancağı olarak Osmanlı’nın Trabzon eyaleti içine dahil edilmiş. Lazistan sancağının merkezi Batum’un 1851’de Rusların eline geçmesiyle de Rize sancağın yeni merkezi olmuştur. O dönemden sonra da Rusların bölgede etkileri genişlemiş; önce 1877-78 Rus-Osmanlı savaşı sonra I. Dünya savaşlarından etkilenmiş ve Brest-Litovski Antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğuna geri verilene kadar 1916-18 yıllarında Rus hakimiyetinde kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla önce Rize, Artvin’le birlikte Çoruh vilayeti adını almış, 20 Nisan 1924’te ayrı bir il haline gelmiştir. II. Dünya Savaşı’nın bitimi ve soğuk savaşın başlamasıyla, Kars ve Ardahan’la birlikte Rize de Sovyetlerin toprak iddiaları içinde talep edilmiş ancak 1921’de Moskova ve Kars antlaşmaları ile çizilen sınır değişmemiştir (Lika, 2015). 10
Rİze’nİn Halkları Çağlar boyunca birçok farklı medeniyete ev sahipliği yapan Rize, bu tarihin yarattığı zengin bir toplumsal çeşitliliğe sahiptir. Türkiye’deki genel algı, bölgede yaşayanların tümünün Laz olduğu, Lazlığın da Türkçe’yi Karadeniz şivesiyle konuşan herkesin olduğu yönündedir (Bucaklişi, 2018). Halbuki, Rize’de Lazlar, Hopa ve Pazar (eski Atina) kazalarında oturan ve Lazca konuşan bir halktır. Lazlar kendilerini “Lazi” olarak tanımlamakta ve konuştukları dile de “Lazuri” demektedirler. Konuştukları dilin benzerliği ve etnik olarak Gürcistan’daki Megrellerle akraba oldukları bilinmektedir (Aksamaz, 1995). Lazların tarih boyu birlikte yaşadığı halklardan biri de Hemşinlilerdir. Hemşinliler, Müslüman olmuş bir Ermeni halkıdır. Kullandıkları dil, Ermenicenin bir lehçesi olan Hemşincedir (Büyükkürkciyan, 2011). Artvin’deki Hemşinlilerle dil ve köken yakınlıkları bilinmektedir ama kültürel olarak farklılıkları da vardır. Örneğin Rize’deki Hemşinliler doğadan topladıkları bitkilerle yaptıkları ilaçlardan, peri hikayelerine, oynadıkları horonlara kadar Artvin Hemşinlilerinden farklılaşmıştır. Hemşin halkı, kendilerine has kültürleri ve Müslümanlığı yaşayışlarıyla “ya Ermenisin ya Türksün” gibi düşünceyi ikili zıtlıklara indirgeyen veya “Müslümanlığın tek bir yaşanışı olabilir” gibi tekçi algılayışları kırmış ve Rize’nin kültürel zenginliğinde vazgeçilmez bir unsur olmuşlardır. Bu kültürel zenginliğin bir parçası, Poşalar veya diğer bilinen adıyla Lomlar’dır. Elekçilik zanaatiyle uğraştıkları için “Elekçi” veya “Elekçi Ermeniler” olarak da anıldıkları bilinir. Müslümanlaşma öncesi Ermeni Apostolik Kilisesi mensubu olan bu halkın aslında kökenleri Ermeni değil, Romandır ve bazı çalışmalara göre Hindistan’dan göç etmişlerdir (Balyan, 2017). Lomca diye adlandırılan dillerinde çok sayıda Ermenice ve Farsça kelimeye rastlandığından Fars İmparatorluğu’ndan Ermenistan’a geldikleri, oradan da muhtemelen Timur istilaları sonucunda Erzurum üzerinden Karadeniz’e geldikleri tahmin ediliyor (Balyan, 2017). Lomca’nın, Romanca ve Ermenice’nin bir karışımı olduğu söylenebilir ve günümüzde daha çok yaşlı Lomlarca, ekseriyetle gizli olarak konuşulur (Balyan, 2017). Rize’de genelde Ardeşen ilçesinde yaşayan Lomlar; Artvin, Erzurum, Trabzon ve daha birçok şehirde varlıklarını sürdürmektedir. Tarihçesinden anlaşılacağı üzere, bölgenin önemli bir nüfusu da Rumlardır. Pontik Rumları diye de bilinen bu halkın bir kısmı öncelikle 1461’deki Osmanlı’nın Trabzon İmparatorluğu’nu ele geçirmesi ve daha sonra da Osmanlı - Rus Savaşı’nda büyük ölçüde Gürcistan’a göç etmişlerdir (Giorgadze, 2017). Osmanlının son döneminde de büyük acılar çekmiş olan bu halk, son olarak 1923’te Yunanistan ve Türkiye arasındaki mübadelede Yunanistan’a yerleşmişlerdir. Neal Ascherson’un anlatımına göre zamanın Türkçe kaynakları mübadele sonrası Yunanistan’a göçen Rumlar için “evlerine döndüler” demiş 11
olsa da bin yıllardır bölgede yaşayan ve kullandıkları Yunancadaki farklılıklar nedeniyle Yunanistan’dakilerle doğrudan anlaşamayan bu halkın, ne yazık ki bölgede yalnızca kadim dilleri, birkaç konak ve yıkılmış kiliseleri gibi izleri kalmıştır. Rize’de bilhassa evlilikler ve çalışma amaçlı gelen birçok Gürcü de yaşamaktadır. Tarlalarda, özellikle çay toplamada çalışan birçok Gürcü olduğu gibi, bölgede “yarıcılık” olarak bilinen ve çeşitli sebeplerle kendi toprağını işleyemeyen toprak sahiplerinin toprağın işlenmesi için verdiği Gürcüler de bulunmaktadır. Özellikle Sovyetlerin yıkılması sonrası sınırın açılması ile beraber ticari olarak Batum üzerinden gelip giden bir nüfus olan Gürcü kadınların, ekonomik nedenlerle seks işçiliği yapıyor oluşu Gürcü kadınlara dair önyargılar oluşturmaktadır. Gürcü kadınların yerel kadınlarla ilişkileri zedelenmiştir. Ancak evlilikler ve çalışma izinlerinin düzenli hale gelip sınır geçişlerinin artmasıyla bu önyargılar zamanla törpülenebilmektedir. Ekonomik sebeplerle bölgede yaşayan bir diğer topluluk da Kürtlerdir. Genelde inşaat sektöründe, tarımda ve turizm sektöründe çalışan Kürtler, ekseriyetle Ardahan, Kars, Erzurum gibi illerden göç etmişlerdir. Zaman zaman ayrımcılığa maruz kaldıkları bilinse de, Kürtler de Rize’nin kültürünü çeşitlendiren bir zenginlik unsuru olmuşlardır. KAYNAKÇA Aksamaz, Ali İhsan. 1995. “Lazlar.” Birikim Dergisi, no. 71–72. Ascherson, Neal. 1996. Black Sea. Balancar, Ferda. 2015. “Hemşin’le ilgili iki tarihi belge.” Agos, Mayıs 21, 2015. Balyan, Varduhi. 2017. “Tarihten günümüze Lomlar veya Poşalar.” Agos. Şubat 13, 2017. Bucaklişi, İsmail Avcı. n.d. “Lazlar Kimdir?” Lazuri.Com. Erişim Aralık 24, 2018. http://www.lazuri.com/tkvani_ncarepe/i_b_lazlar_kimdir.html. Büyükkürkciyan, Talin. 2011. “Hemşinlilerde Unutarak ve Gizlenerek Var Olmak.” İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kültürel İncelemeler Yüksek Lisans Programı. Giorgadze, Marine. 2017. “Pontic Greeks in Ajara-Photo Histories.” Semiotics Research Centre, 40–50. Lika, Idlir. 2015. “THE QUEST FOR SECURITY: SOVIET UNION’S DEMANDS FROM TURKEY, 1945-1946.” Ankara: Uluslararasi İlişkiler Bölümü, Bilkent Üniversitesi. “Pontic Greeks.” 2018. Wikipedia. “Rize Province.” 2018. Wikipedia. 12
13
RİZE’NİN ESKİ ÇOCUKLARI Alçay Çelİk ve Nİl Delahaye
Rize’nin merkez, Hemşin, Çamlıhemşin ve Fındıklı ilçelerinde yaptığımız görüşmelerden çıkan bazı cümleler, insanların o anda bizimle paylaşmayı kabul ettikleri çocukluklarına dair anılar; bir çocuğun aklında, bedeninde uzun zaman önce hissedilmiş duyguların fragmanları gibi… Tekil ve şahsi, tozlanmış bir toplumsallık biçiminin izleriyle dolu. Sözlü tarih yönteminin maarifetlerinden olsun, bu insanlarla birlikte o günleri yeniden yaşar gibi, bir çocuğun heyecanını yaşlı bedenlerdeki kıvranışlarına şahitlik etmek nasip oldu bize. Çocukken ayrı yaşama düzenine müdahale etme çabasına giren amca, belki isimsiz bir kahraman gibidir, barışmanın daha doğru olduğunu düşünmüş olmalı: Okulda genelde ayrı gibiydik. Lazlar ve Hemşinliler olarak. Ben ve benim grubum ortaokulda ilk biz bu düzeni bozduk. Onların evlerine gittik, kaldık, karşılıklı olarak. İlk biz başlattık bunu. Bu olamaz, dedik [sesi üzüntüyle karışık, yükseldi] Niçin ayrı kalalım? Aramızda kan mı var? Neden bu aşağılama oluyor, beni ikinci sınıf sayıyor? Bir arada yaşayamazdık. Hemşinliyle Lazları ısıtan ilk grup bizimkiydi. Aileler de bizi takip etti, komşular da takip etti. O yolu açanlardan biriydim, naçizane.
Amcanın “Olamaz!” diye haykırdığı ve karşısında çocuk olarak mücadele verdiği durum, başkaları tarafından da dile getiriliyor, zaman zaman bir itiraf gibi, zaman zaman bir üzüntü ile ve çoğunlukla kadermiş gibi aktarılıyor: Hemşinlilerle oynama şansımız yoktu bizim. Yan mahalledeki Lazlarla bile oynamak zordur. Hemşinliler ve Lazlar burada beraber ticaret yaparlar. Birbirlerini elbette sevmeyip zarar vermişlerdir. Hele benim köyümde diyalog dahi kurulmazdı. Hemşinlilerin şehre gelebilmeleri için Laz köylerinden geçmeleri gerekiyor. Onlar dağlık bölgelerde yaşarlar. Biz Lazlar sahilde yaşarız. Yaylada vadilerimiz birleşiyor. Biz aslında Hemşinlilerin arazilerini işgal ettik. Onlar da gurbete gitmek zorunda kaldılar...
Rize merkezden başka bir amca: Bu coğrafyada çok Rum vardı. Çok eziyetler çektiler, ağıtlar yaktılar. Ezik insanlardır, ondan, ağıtları iyi. 14
Veya: Yerleşirken doğal sınırlar çiziliyor. Coğrafyanın getirdiği birşey bu. Herkes vadilere yerleşmek istiyor ve herkesin bir vadisi oluyor.
Başkası: Lazlar aşağıda sahil tarafında yaşıyor. Beraber oynama şansımız pek yok çünkü coğrafya da müsait değil.
Coğrafyanın ayırdığı çocuklar çevreyi kullanmanın yollarını da bulmuşlar. Doğa sınırlar çizebiliyorken doğanın ve sınırların kendileri birer oyun arkadaşı haline de gelebiliyor Rize’de: Bizim oyunlarımız sanata dayalıydı, el becerileri vardı. Kendimiz yapardık. Yaptığın o işi ustaca yapacaksın. Her şeyin çözümü o zaman başka başkaydı, biz bulurduk. Şuan arabalara gres yağı koyarlar. Biz yaptığımız arabaların tekerine köyden çaldığımız ineğin yağını koyardık. Biz yoksulduk, bundan, yaratıcıydık. (...) Lazbord’umuzu yapmak için tahta kullanırdık, eskiden evlerin dış kaplamaları o esnek tahtalardandı. (...) Bizim zamanımızda elimiz çatlayana kadar sokakta soğukta oynardık. Çamurdan gelirdik. Sobanın yanında soğuk sıcak birleşmesinden yanardı ellerimiz.
Bir başkası da doğayla kurulan oyun arkadaşlığının büyükler tarafından nasıl sınırlandığını anlatıyor: Buraların peri hikayeleri meşhurdur. Geceleri soba başında çocuklar dışarı kaçmasın diye bunlar anlatılırdı. O kadar gerçekçi ki sahiden korkar sabaha kadar tuvalete dahi gidemezdik. Sözlü ifade edilirdi, yazılı kaynakları yok. Yayla kültürüne aittir. Yayla bitince o da bitti. (...) Bizim çocukluğumuz buralarda geçti. Bütün doğa yaşam alanıydı. Ağaçlar, toprak, su; oyun aracıydı.
Doğa, oyunun bir parçası olmuş olsa da kimileri için doğa oyun alanı bile olamıyor. Hiç oyun oynamadan geçen çocukluk yılları sönümlenip gitmiyor. Çok başka sebeple gidilen herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda, ansızın yaşanmamışlıkların arzusu ortaya çıkıyor. Hissedilen ve bitmeyen ‘çocukluk’ şöyle dile geliyor: Bir park gördüm ve salıncakları görünce dedim ki: ‘’Şimdi çocukluğumu yaşama zamanı!’’ Bindim ve sallandım. Bir yaşlı adam bana bakıyordu dedim ki: ‘’ Sakın beni yadırgama amca ben çocukluk yaşamadım ondan.’’
15
Barışa Oyna projesinde diyalog geliştirme aracı olan çocuk oyunlarının bizim üzerimizde bıraktığı etki tam da anlatıcının öyküsünde saklı. Karadeniz birçok kimliğin bir arada yaşadığı bir coğrafya. Bu da bize çocukların başka kimliklerden çocuklarla temas ettiği bir yer olduğunu söylüyor. Fakat o kimliklerin bilinci ve aidiyeti de aynı oranda gelişememiş, belki de gelişmesinin önüne bir sürü engel çıkmıştır. Kim olduklarını dahi bilmeyen bu halklar, zamanla bu şekilde yaşamaya alışmışlar. Orada yaşayan yaşlı bir amca, bunu şu şekilde dile getiriyor: Hemşinliler, Ermeniyiz diyememiş. Lazlar Türk değil, Ermeni değil ne olduklarını da bilmeden yaşamışlar.
Karadeniz’de yaşanılan kimlik ile ilgili bu bilinmezliği bir başka amca da şöyle dile getiriyor: Buralarda eskiden Trabzon’dan Hopa’ya kadar Pontus İmparatorluğu vardı. Biz Rumdan dönmeyiz, Hemşinliler Ermenilerden dönme, Megrelden dönme de Lazlar. Dedemin annesinin soyadı başka mesela. Dilimiz yok şimdi pek. Trabzon’da Rumlara ait yerler var. Çoğu gitmiş ama olanlar var. (...) Yaşayan Rum aile yok, hepsi asimile oldu ya da kaçıp gittiler.
Yaşam alışkanlıklarının herhangi bir dinle ve öğreti ile bağını kurmayan Karadeniz halkı çoğu kitaplarda “kendinden menkul” bir halk olarak yazılmışsa da onlar kendi doğruları ve bildiklerine göre bir hayatı seçmişler. Görüştüğümüz amcalardan biri, durumu şöyle anlatıyor: Megrel’in Rumlarla biraz bağlantısı var gibi. Eski kilise kalıntıları bölgede var. Benim köyümde Köprübaşı kilise bölgesi imiş. Şuan üstüne ev yapmışlar o kalıntılara. Kilise olması tabiki Ermeni ve Rumların yaşamış olmaları muhtemeldir. Ve akla yakındır. Bu Hemşin ırkı dediğimiz, benim tahminim, Türkiye’de en son müslüman olan gruptur. Biraz da belki, ‘hadi hadi bizde olalım’ zoraki olanlardır. Bugün bile Hemşinlilerin şeyi İslamı benimsemiyor. Bugün bile zoraki öyle. Lazlar biraz daha önce belki. Zoraki, öyle öyle yani.
Kültüre ve dile aidiyetleri zamanla törpülenmiş olsa bile çeşitli sebeplerden, hala neredeyse tüm evlerde bir ya da iki kişi Lazca ya da Hemşince dillerinden birini konuşuyor. Görüşme yaptığımız bir kitabevi çalışanı, bize durumu şöyle özetliyor: Biz lazca biliriz 7 yaşına kadar hiç Türkçe bilmedim. Yaşlılar zaten Türkçe bilmez. Onlarla vakit geçirince sen de pek öğrenmiyorsun. Şimdiki çocukların bilmesi, ailenin biraz dil meselesi üzerine duyarlı olması ile mümkün oluyor.
16
Karadeniz’in doğasının zamanla tahrip oluşu, hem kültürün hem çocuk oyunlarının zarar verip belki de yok olmasına sebep olmuş. Turizmle Karadenizin isminin daha çok anılması geleneksel olanın hızlı yok oluşuna sebep olurken, orada yaşayan insanların yaşamlarının da değişmesine sebep olmuş. Çamlıhemşin’de, köyde muhtarlık yapan bir amca görüşmede bu durumu şöyle dile getirdi: Geleneksel yaşam 80’lerin sonuna doğru bitti. Ne zaman yaylacılık bitti, oyunlar da bitti. (...) Biz Hemşince bilmiyoruz. Hemşin, ortak bir kültürü ifade ediyor yalnızca. (...) Turizm gelişti her şey lüks oldu. Doğa da tahrip oldu. Devlet dur demedikçe bunun önünü alamayız.
17
RİZE’DE Geçmİşİn Çocuklarının Oyunlarında Toplumsal Cİnsİyet İlİşkİlerİ İlknur Hacısoftaoğlu
Toplumsal cinsiyet rolleri ve kalıp yargıları çocukluk döneminde yoğun olarak öğrenilir. Günümüzde bu dönemde oyunlar ve oyuncaklar yüksek oranda cinsiyetlendirilmiştir. Oyuncak mağazalarından alınan oyuncaklardan, bilgisayar oyunlarına hemen tüm oyunlarda cinsiyet ayrımı söz konusudur. Oğlanlar daha çok fizikselliğin ve şiddetin ön plana çıktığı oyuncaklara yönlenir, yönlendirilirken kız çocukları; ev içindeki rollerine uygun düşen güzellik ve bakım pratikleriyle ilişkili oyunlara yönlenir, yönlendirilirler. Esasında çocukluk döneminde oyunların cinsiyetlendirilmesi, modernleşme ve kentleşmeyle yakından ilişkilidir. Kent alanında kamusal ve özel alanın birbirinden ayrılması ve bu alanlardaki ayrışmanın cinsiyetliliği çocuk oyunlarına ve oyuncaklarına da yansır. Oysa kentleşme öncesinde ve bugün de kırsal alanda ev ve evin etrafı yaşamın kurulduğu mekanlardır. Yaşam ve iş alanının birlikte oluşturduğu bu mekanlarda, kadınlar ve erkekler, kızlar ve oğlanların varolduğu mekanlar keskin çizgilerle birbirinden ayrılmamıştır. Çocuklar ayrışmadıkları bir mekânda birlikte oyun kurarlar. Bu yüzden kültürel yapı kadar coğrafi yapı ve mekân kullanımı arasındaki ilişkinin de etkili olduğu kent dışı alanlarda oyunlar, çoğunlukla her iki cinsiyetin birlikte olduğu etkinliklerdir. BoMoVu tarafından Rize’de gerçekleştirilen sözlü tarih görüşmelerinde, katılımcılar genellikle kız ve oğlanların bir arada oynadığına dair bilgi vermiştir. Rize Fındıklı’dan bir erkek görüşmeci çocukların ‘çarşıya’ yani kasabaya çok inmediğini ve köylerde oynayan çocukların da birarada oynadığını ifade etmiştir. Köyde zaten akraba olan çocukların bir arada oynadığını söyleyen görüşmeci, köylerin kız ve oğlan çocuklarını ayrıştıracak biçimde tutucu olmadığının altını çizmiştir: Bizim zamanımızda çocuklar pek çarşıya indirilmez. Köylerde oynardık. Ve kız erkek karışık oynardık. Köylülerin kuzenin olur ya da akraban olur ama olmasa da bizim toplum bu konuda tutucu değil oynanır beraber. Düğünlerde mesela karışık oynanır bu, yıllardır böyledir.
18
Aynı şekilde, Ardeşen’den bir kadın görüşmeci de kasabaya çok yakın olan köyünde sokakta kız - erkek birlikte oynadıklarını belirtmiştir. Ama ev içi mekânda oynanan evcilik ve çamurdan oyuncaklardan bahsetmiş fakat oynayanların cinsiyetine ilişkin herhangi bir yorum yapmamıştır: Ben Rizeliyim. Köyde büyüdük ama kasaba gibiydi bizimki. Merkeze 10 dakika uzaklıkta. Etrafımızda okul, bakkal gibi şeyler yakındır bize. Sokakta kız erkek oynardık. Döverdik uşakları (kahkaha attı şivesi ile söyledi). Evcilik oynardık, çamurdan oyuncaklar yapardık. Şimdiki çocuklar kadar şanslı değildik.
Çamlıhemşin’den bir kadın görüşmeci de benzer bir biçimde kız - erkek bir arada oynandığını anlatmıştır. Çocuklukta ve yetişkinlikte; kızların ve oğlanların, kadınların ve erkeklerin bir arada olduğunu ifade etmiştir: Kız erkek bir arada oynarız. Kapalı değiliz. Haremlik selamlık değiliz biz. Göçler olmuş, beraber bütün köy, kadını erkeği... Bizde öyle yok. Horon oynarken eskiden kadın ve erkekler ayrı oynarmış. Düğünde kadınlar oynamazmış, erkekler oynarmış. Kadınlar odalarda otururmuş. Ama mahallede eski evler iki kapılıdır. Gece kapılar kapanır, gündüz kapılar kapanmazmış. Erkeği, kadını... Evler iç içe, kapıdan ‘merhaba’ diyerek diğer evlere geçiyorsun. Biz de suç oranı yok. Namus davası yok. Hırsızlık, cinayet hala yok. Burda hiç olmamış.
Anlattıkların da anlaşılacağı gibi bu bölgede kaçgöç olmaması, kültürel etmenlerin yanı sıra, coğrafi konumla da yakından ilişkilidir. Karadeniz gibi dağların yoğun olduğu yüksek bir bölgede evlerin kurulması için sınırlı bir alan vardır. Bu durumda, ya evler birbirinden çok uzaktadır ya da sınırlı alanda birkaç ev iç içedir. Görüşmecinin anlattığı gibi evlerin yapısı dış mekanla iç mekân iç içe olacak biçimdedir ve mahrem alan anlayışının olmadığı böyle bir mekân kuruluşunda her iki cinsiyet iç içedir. Ardeşen’de büyümüş bir başka görüşmeci, kasabada büyüdüğünü ve evde oynanan evcilik dışında diğer oyunlarda oğlanlarla birlikte olduklarını belirtmiştir. Çocukların oynadığı mekân, kasabalarda mahallelerdir. Mahallede apartman altı, ev ve sokaklar oyun mekanlarıdır. Aynı görüşmeci yazları da köye gittiklerini ve o mekanda oynadıklarını anlatmıştır: Kızlar erkekler beraber oynardık. Kızların oynadığı oyun, sadece evcilikti. Apartmanların altında, evde, sokaktaydık. Mahallede yaşadık. Yazları da köylere çıkardık.
19
Çocukların oyunlarının aynı zamanda oradaki yaşam koşullarına uyma konusunda da işlevleri olabilir. Örneğin bir köy muhtarının anlattığı gibi bir oyun, çocukların gece vakti evin dışında, doğanın içinde ve tekin olmayan bir yerde dışarı çıkmasını önlemede işlev görebilir. Söz konusu oyun her iki cinsiyet için de işlevseldir: Buraların peri hikayeleri meşhurdur. Geceleri soba başında çocuklar dışarı kaçmasın diye bunlar anlatılırdı. O kadar gerçekçi ki sahiden korkar sabaha kadar tuvalete dahi gidemezsiniz. Sözlü ifade edilirdi, yazılı kaynakları yok. Yayla kültürüne aittir. Yayla bitince o da bitti. Turizm gelişti, her şey lüks oldu. Doğa da tahrip oldu. Devlet dur demedikçe bunun önünü alamayız.
Görüşmelerde oyunlarda cinsiyet ayrımı sadece ev içinde oynanan ve(ya) kadınların bakım rolleriyle ilişkili olan oyunlarda göze çarpmıştır. Evcilik bugün de devam ettiği biçimiyle görüşmeciler tarafından sadece kızlar tarafından oynanan bir oyun olarak ifade edilmiştir. Evciliğin kızlar tarafından oynanan ender oyunlardan olduğunu belirten katılımcı, kendisininse en büyük keyfinin kız - erkek birlikte oynadıkları ‘yamaçtan’ adlı oyun olduğunu söylemiştir: Biz burada kız - erkek beraber oynardık tabi ki. Bütün oyunlar beraberdi. Çok nadir kız çocukları evcilik oynardık evde. Ben oynamadım. Bizim en büyük keyfimiz, kız - erkek ‘yamaçtan’ oynardık. Aksiyon olsun diye yine bahçeye girer, erik çalardık. Halbuki bizde de erik ağacı vardı bahçede.
Ev içinde oynanan başka bir oyun olarak ‘beş taş’ anlatılmıştır. Katılımcılardan ikisi kız çocukları tarafından beş taş oynandığını belirtmiştir: Biz kız - erkek beraber oynardık, futbolu bile beraber oynardık. Kızlar hep beş taş oynardı. Beş taş (oyunu şöyle); önce tek tek ama sonunda her seferinde bir fazlasını almaya çalışıyorsun en son hepsini almak gerek.
Görüşülenlerden birinin de söylediği gibi çocuklar için köylerde yaşam alanı ve oyun alanı birdir ve tüm doğadır. Çocuk için toprak, su, bitkiler ve hayvanlar oyun araçlarıdır. Kız çocukları tarafından oynandığı söylenen bir başka oyun lilig tohumundan öküz, inek, buzağı yapılan oyundur. Oyuncak hem oradaki yaşama biçiminden esinlenmiştir hem de oyuncak malzemesi olarak doğada erişilebilen bir malzeme kullanılır. Yöre çocukları lilig tohumundan ya da şimşirin tohumundan dört bacaklı, bacaklarının üzerinde durabilen bir hayvan yapar ve onunla oynar. Bu oyuncak, kentlerdeki oyuncak bebeklere benzer ve bebeklerle oynamak kız çocuklarının ev içindeki çocuk, bakım rolleriyle yakından ilişkilidir. Fakat tohumdan bebek yapılması tercih edilmez çünkü 20
yörede, Allah’ın öte tarafta bu bebeklere can vereceğine inanılır ve bu yüzden korkulur. Bunun yerine yörede en çok bulunan ve yaşam biçiminin de önemli bir parçası olan inek ve öküzler oyuncak bebeklere dönüşür. Sonuç olarak görüşmelerde genel olarak Karadeniz Rize bölgesinde bugünkü yetişkinlerin çocuklukta, kırsalda, oynadığı oyunların büyük oranda kız ve oğlanlar tarafından karma bir biçimde oynandığı ifade edilmiştir. Bunun dışında sadece kızlar tarafından oynanan üç oyundan bahsedilmiştir: Evcilik, beş taş ve lilig tohumundan oyuncak bebek. Bu oyunlar genellikle ev içinde oynanan ve kızların bakım rolleriyle ilişkili oyunlardır. Fedekar ve Şarman Korkutan (2016) tarafından Seferihisar bölgesi oyunlarına dair yapılan bir çalışmada da benzer bulgular ortaya çıkmıştır. O bölgenin eski oyunlarında da oyun grupları çok büyük oranda karmadır. Seferihisar’da oyunların küçük bir kısmı ‘uzun eşek’ ve ‘çivi’ gibi erkek oyunlarıdır. Fedekar ve Şarman Korkutan’a (2016) göre bu oyunlar fiziksel temas ve yaşam alanlarından uzakta oynanıyor oluşları nedenleriyle kızlar tarafından tercih edilmez. Kız oyunları ise Rize’de ortaya çıkan sonuçla çok benzerdir. Ev içinde oynanan, evcilik vb. gibi kız oyuncağı olarak tabir edilen ‘bebek’le oynanan oyunlardır. Bundan sonra yapılacak çalışmalarda yöresel bazda kültürel ve coğrafi özelliklerdeki farklılıklar göz önünde tutularak oyunların cinsiyete göre nasıl farklılaştığına dair çalışmalar genişletilmelidir. KAYNAKÇA Fedakar, Pınar ve Şarman Korkutan, Selnur (2016) Seferihisar Geleneksel Çocuk Oyunlarının Yapısal Analizi, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 25 (1), 366-374.
21
IIBARIŞA OYNA METODU
22
23
BARIŞA OYNA NEDİR? Nİl Delahaye
1. Sınır bölgelerde yaşayan çocuklara yönelİk bİr oyun programı Sınır denilen bölge çeşitli açılardan ele alınabilir, ancak Barışa Oyna projesinde bir bölgeyi ikiye ayıran bir çizgi olarak “sınır”, ağırlıklı olarak üç şekli ile karşımıza çıkıyor: •
Bir toplumu ikiye bölen bir çizgi olarak sınır: O çizgi orada durduğu için yaşamsal pratiklerini zorlaştıran bir çizgi; alışveriş, akraba ziyaretleri, dolaşım, haberleşme, tarla sürme, düğün, bayram, doğum, cenaze gibi haberlerin toplumun öbür tarafta kalanına haber salmanın koşullandırıldığı bir bölge. Bu koşullar pasaport, vize, vergilendirme gibi evrak ve maddi işlemler olabilir veya militarize bölgelerde fiziksel şartları zorlaştıran deneyimlere sebep olabiliyor. Mesela Soğuk Savaş döneminde Nazım Hikmet’in maceralı kaçış hikayesinden Karadeniz sularında bulunan gemilerin denizde yardım isteyen bir kişiye olan tepkiden sınır hattının ne kadar gergin olduğunu hayal edebiliyoruz.1
•
Ülkenin bütünlüğünün korunması gerekliliği üzerinden bölgede yaşayan insanların görevlendirildiği bir yer olarak sınır: Mesela maddi olarak militarize bölgeler ve manevi olarak düşman algısının propagandası yapılan bölgeler. Bunu mesela Karadeniz bölgesinin geçmişi üzerinden örnekleyebiliriz: Sovyetler Birliği’nin Karadeniz’i bir iç göl haline çevirme arzusu veya Sovyetler Birliği ile “Özgür Dünya” arasında tampon bölge görevi gören Türkiye’nin önemi her iki tarafta talimatlı bir şekilde Türk ve Rus karşıtlığı propagandasına sebep olmuştu.
•
Kendini ve ötekiyi tanımlamanın gerekliliğini mecbur kılan ve kendi bütünlüğünü tanımlamak için ötekinin farklılıklarının daha çok önem kazandığı bir yer. “Ben neyim?” sorusu kimlik soruları etrafında sınırı belirlemek, ötekiyi ve dolayısıyla da kendisini belirlemek için bir araç olabiliyor. En kaba tabiriyle, Türkiye tarafında yaşayanlar “Müslüman” iken, Gürcistan tarafında yaşayanlar “Hıristiyan” olurlar.
1 Nazım Hikmet’in 17 Haziran 1951’de Türkiye’den kaçarken motor ile yanına yaklaşıtğı Rumen şılebi Plekhanov, denizde kurtarma kurallarına rağmen bir saat boyunca onu denizde bekletir; “Kaptan Bükreş’e sormuş olacak ki tayfalar bize el salladı ve sonunda merdiveni indirdiler. O anda Nâzım Hikmet’in yüzü birden aydınlandı. https://t24.com.tr/haber/erduran-pasaya-danistim-nazim-hikmeti-kacirdim,151635
24
Sınır, kültürel anlamda geçişkenliklerin en kuvvetli olduğu yerler. Sınırın her iki tarafındaki yemeklerin ve müziklerin, ülkenin diğer ucundaki yerlere göre birbirlerine çok daha yakın olduğunu söylemek mümkün. Biri nerede başlıyor, öteki nerede bitiyor, bu konuyu adlandırma aşamasında siyaset karar verir ama insan pratiklerinin nerede başlayıp bittiğini kestirmek pek mümkün değildir. Bu tabloda, çocukların rolü önemli. Her iki toplumun da sınırın bir yanında yaşadığını düşündüğümüzde, bu toplumu aslında birleştiren de birçok unsur olabileceğini öngörebiliyoruz. Sınır boyunda yaşayan insanlar aynı köyü paylaştıysa en azından bu sınır çizilene kadar birçok kültürel öğeyi birlikte paylaştığını da varsayabiliyoruz. Bu kültürel öğelerden biri de çocuk oyunları. Çocuklar genellikle aynı köyde aynı oyunları oynuyorlar. Ve bu sınır, buna dair çok bir değişiklik getiremiyor. Tabi sınırın tarihine ve ne kadar geçişken olduğuna bağlı olarak belki zaman içerisinde bu oyunlar gerçekten değişebiliyor ama asırlar boyu çocuklar aynı oyunları paylaşıyorlar. Dolayısıyla, bir sınır bölgesinin geleneksel çocuk oyunları aslında ulusötesi bir mirası da temsil ediyor. Oyunların ikinci bir özelliği ise, çocukların kendi kültürü olması. Nasıl da toplumun her bir grubunun farklı kültürel alışkanlıkları, inançları, adetleri, yemekleri, dilleri olabiliyorsa çocuklara ait olan bir kültür unsuru da çocuk oyunları. Bu anlamda Barışa Oyna, çocuk oyunlarını araç edinirken çocukların kendisine ait bir varlık üzerinden bir paylaşım yaşamaları amaçlanıyor. Bu anlamda, dışarıdan gelmiş ve yeni öğrenmeleri gereken bir şey üzerinden değil de zaten kendi içlerinde bulunan, kendilerinin bir parçası olan oyunlar üzerinden etkileşimde bulunmaları içeriden gelen bir “güçlenmeye”2 sebep olabiliyor.
2. BARIŞA OYNA NASIL KURGULANMIŞ? a. Oyunların izinde: Rize’nin çeşitli köylerinde ve ilçelerinde “Sözlü Tarih” yöntemiyle yaşlılar ile sohbet ederek bize kendi çocukluklarından bahsetmelerini rica ettik, onlar da bizimle paylaştı. Çocukken hangi oyunları oynuyorlardı ve nasıl sosyalleşiyorlardı? Kız - erkek ilişkileri ve farklı halkların birbirleriyle olan ilişkileri oyunlar aracılığıyla nasıl şekilleniyordu? Bu sorular üzerinden giderek insanların kendi yaşamışlıklarına değer atfederek kendi kültürel tarihlerini nasıl ifade ettiklerini anlamak, eski Rize’nin bir çocuk gözünden nasıl bir yer 2 Siyah, sömürge altındaki, Üçüncü Dünya veya “Küresel Güney” kadının güçlenmesi üzerine çalışan feminist teorisyenlerin “güç” kavramını sorgulaması sonucu sosyal kalkınma çalışmalarının tepeden aşağıya yöntemini eleştirerek, güç içeriden gelirse güçlenme olabileceğini ortaya koyuyor: https://www.cairn-int.info/article-E_RTM_200_0735--empowermentthe-history-of-a-key-concept.htm
25
olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla, bu oyunları çocuklara aktardığımız zaman, gerçek bir kişinin hikayesinden bahsedebiliyoruz, bu kişinin çocukluğunun nasıl geçtiği ve tam da bu çocukluk içersinde oynattığımız oyunu nasıl oynadığını anlatıyoruz. Bunu yaparken, elimizden geldiği kadar farklı kültürel kimliklere sahip olan kişilerin anlatımlarını biriktirmeye çalışıyoruz ki, oyunlar vasıtasıyla bu kültürel zenginliği çocuklara aktarabilelim. b. Aktarım: Bu görüşmelerden çıkan hikayeler ve oyunları, çocuklarla çalışan eğitmenlerle paylaştığımız atölyeyi ve bu atölyeden çıkan elinizdeki bu kitapçığı geliştirerek Barışa Oyna yöntemini kullanıma açmaya çalışıyoruz ve uygulanabilir basit bir araca dönüşmesini hedefliyoruz. Bölgede çocuklar ile çalışan herkesin aracısız olarak bu oyunları istediği şekilde kullanabilmesini amaçlıyoruz. c. Uygulama: Son olarak, kullanıma hazırladığımız bu yöntemi çocuklar ile uygulayan eğitimcilerin değerlendirmelerini alarak ‘Barışa Oyna gerçekten işe yarıyor mu’ veya ‘çocukların çevreleriyle kurduğu ilişkide bir gelişme oldu mu, nasıl oldu’, bunu anlayabileceğimiz bir değerlendirme süreci oluyor.
3. BARIŞA OYNA NASIL ÇALIŞIYOR? Sözlü tarihten beslendiğimiz için bizim bulunduğumuz oyunlar, Barışa Oyna’da, gerçek insanların hikayelerinin de bir taşıyıcısıdır. Bu oyunlarla birlikte çocuklara, aslında görüştüğümüz insanların yaşayışlarını, deneyimlerini de aktarmış oluyoruz. ÖRNEK: İlk aşamada, hikaye: İzmir’de yaşlı Yahudi bir kadın var, Sara adında. O, küçükken İzmir’in Yahudi ve Levanten mahallelerindeki çocuklarla birlikte ‘daire körebe’ oynardı. İkinci aşamada, oyun: ‘Daire körebe’nin kurallarını aktardıktan sonra oyunu çocuklarla oynuyoruz. Üçüncü aşamada, sohbet: Oyundan sonra toplanıp çocuklarla birlikte yaşadığımız deneyimi konuşuyoruz. Bu oyunu kimden öğrenmiştik, hatırlıyor musunuz? Sara teyze, hangi mahallelerde oynuyordu? Yahudi ve Levanten ne demek? Sizce yaşadıkları mahalleler, hangi mahalleler olabilir? Bu oyunda gözleri kapalı olanı yönlendirmek için ne yaptınız? Ebeyi kandırmak için strateji 26
geliştirdiniz mi? Bunu yapmak için birbirinize destek oldunuz mu? Bu gibi sorularla eleştirel pedagoji yöntemini kullanarak çocukların kendi içlerindeki bilgiyi ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Buradaki amaç, çocukların önyargılarını konuşabilmek, kendilerini güvende hissedebilecekleri ve aslında hiçbir zaman soramadıkları soruları, onlara basmakalıp biçimde öğretilen şeyleri sorgulayabilecekleri bir ortam yaratmak. Mesela Sinagog, çocukların belki her gün önünden geçtiği bir yapı ama aynı zamanda ne olduğunu soramadığı bir şey. Daha somut kültürel mirasa dair bir şeyi de görüyor olabilir ama anlamlandıramadığı, sormadığı bir şeyi konuşma fırsatına da kavuşmuş oluyor. Veya aynı şekilde oyunda fiziksel bir aktivite yapmış oluyor çocuklar. Ve oyunlarda çeşitli taktikler de geliştirebiliyorlar. Mesela oyundaki bir çocuğun boyu daha kısaysa, ebe onu yakaladığı zaman, arkasında başka bir arkadaşı onu yukarı kaldırıyor. Dolayısıyla ebe uzun boylu birini hayal etmeye çalışıyor. Çocuklar arasında bu türden bir dayanışma halleri olduysa onları konuşmak, olamadıysa da neden olamadı? Ebenin kimi yakaladığını tahmin etmesi çok mu kolaydı? Acaba onu zorlaştırmanın bir yolu var mıydı? Halatın zorlayıcı tarafları üzerine de konuşulabilir. Halat gibi bir sınırın olması, bizi fiziksel olarak nasıl zorladı? Hayatımızdaki sınırlar nedir, gibi sorularla genişletilebilir. Yani kısacası Barışa Oyna’nın amacı eleştirel pedagoji yöntemiyle: • • •
Güç ilişkilerini anlamak: kız/erkek, siyah/beyaz... Sınır algısını esnetmek Eski ve yeni çeşitliliği geri öğrenmek
Oyunu oynadıktan ve sohbet ettikten sonra, belki çocukların aklında Yahudi, hala düşman veya yabancı algısı uyandırabilir. Ancak çocuklar, Sara teyze diye birini ve onun hikayesini biliyor ve onun sayesinde oyun oynayabileceğini de biliyor. Duygusal anlamda bir duyguyu daha katmış oluyoruz. Yani düşmanlık veya nefret gibi duygular nasıl yer alabiliyorsa çocukların veya yetişkinlerin içinde, oyun oynamanın verdiği zevk ve bu kadın sayesinde bu oyunu oynuyor olabilmenin verdiği zevk de duygu olarak diğer duyguların yanında yer ediniyor.
27
4. DUYGUSAL ÖĞRENİM ÖRNEKLERİ Barışa Oyna gibi, toplumsal adaleti dert edinen ve duygusal öğrenme, duyguları geliştirme gibi yöntemler kullanarak toplumsal adalet üzerine yapılan başka çalışmalar da var. Bunlardan bir tanesi Anne Frank’ın Günlüğü.
Örnek 1: Anne Frank’ın Günlüğü Anne Frank, 1929 yılında Almanya’da doğmuş Yahudi bir kız çocuğu. 1933 yılında, henüz 4 yaşındayken ailesiyle Yahudilere karşı ayrımcı uygulamalardan kaçmak için Almanya’dan Hollanda’ya taşınıyor. Nazi Almanyası Hollandayı işgal edince, Frank ailesi Amsterdam’daki babanın ofisinin gizli bölmesi bulunan çatı katında, 4 aile dostuyla birlikte, 1942’den itibaren saklı yaşamaya başlıyorlar. Anne, o zamanlarda 13 yaşında. Onların saklanmasına yardım eden babasının iş ortakları, ofisin şirketini çalıştırmaya devam ediyorlar. Gündüzleri ofis çalışanları onların üst katta saklandığını bilmesin diye evde hareket etmeleri yasak oluyor. Akşamları Yahudilerin saklanmasına yardım ettikleri için ölüm cezası riski altında kalan Hristiyan arkadaşları, onlara yemek ve dış dünyadan haberler getiriyor. O sıralar, Anne Frank’ın bir defteri oluyor ve saklı olarak yaşadıkları bu yerde iki yıl boyunca günlük tutuyor. 1945’te, savaş bitmek üzereyken birileri onları ele veriyor ve tüm aile kampa gönderiliyor. Orada 6 milyon Yahudi’nin kaderini paylaşarak çoğu ölüyor. Bir şekilde sağ kurtulan babası saklı bölmeye dönünce Anne Frank’ın günlüğünü buluyor ve bunu basmaya karar veriyor. Bu günlük, Nazi dönemini yaşamış olan Avrupa ülkelerinde bugün ilk ve ortaokul çocuklarına tarih müfredatı çerçevesinde okutuluyor. Yani tarihi bir küçük kızın günlüğü üzerinden günümüz çocuklarına aktarılıyor. Anne Frank günlüğünde büyürken yapmak istediği, görmek istediği şeyleri anlatıyor, annesiyle, ablasıyla yaşadığı çekişmeleri anlatıyor, ergenlik çağına girmenin zorluklarını anlatıyor. Yani her çocuğun duygudaşlık kurabileceği şeyler. Avrupa’daki çocuklar bu günlüğü okuyarak tarihi duygusal açıdan öğreniyor, hem de kendi dillerinden konuşan “çocuk diliyle” bunu öğreniyorlar.
28
Örnek 1: Apartheid Müze’sİnİn Müzİk Çalışması Güney Afrika’da günümüzde 11 farklı resmi dil kullanılıyor. Resmi olmaları demek onların okullarda, belediyelerde ve mecliste kullanılması demek. Ancak 1994 yılına kadar Apartheid rejimi vardı orada. Bu rejim, yerelde yaşamaya devam eden işgalci beyazların Güney Afrika’yı eski sömürgeci yönetiminden devralması sonucu kuruldu. Bu rejim, hangi ırktan olan insanların nerede yaşaması gerektiği, sadece Beyazların mülk edinme hakkına sahip olduğu, ırklararası evliliklerin yasaklandığı, ırklararsı arkadaşlık kurmanın şüphe unsuru olduğu, insanların yerinden edilip gecekondulara yerleştirildiği ve bunun için kira ödettirildiği bir yasa sistemi. Bu rejime karşı gelmenin önemli bir rolü müzik üzerinden oldu, bu yüzden aktivistlerle birlikte birçok müzisyen hapse atıldı. 1994’te bu rejim yıkılınca Güney Afrika’da “Gökkuşağı Ulusu” adı altında tüm farklılıkların kutlandığı yeni demokratik bir rejim kuruluyor ve başında Nelson Mandela oluyor. Bu yeni yönetim, Anayasası Saygı, Empati ve İnsan Haysiyeti olmak üzere 3 temel kavram üzerine kurulu. Hem geçmişi hatırlamak ve eskiden ezilen halkların onurunu iade etmek için, hem de toplumsal bir barışı inşa etmek için birçok uygulama konuluyor. Bu uygulamalardan biri, Apartheid müzesinin gezen gençler ile yapılan müzik çalışmasıdır: - Şarkı dinlenir ve sözler okunur. - Şarkının içindeki zor kelimeler birlikte tartışılır, anlaşılmaya çalışılır. - Şarkı sözlerindeki duygular üzerine konuşulur, anlamaya çalışılır. - Şarkı ne anlatıyor? - Bu şarkı, sizce neden yazıldı? - Şarkının konusunu kendi sözlerinizle anlatın. - Bu konu ile ilgili kendi şarkınızı yazın. Mesela bu şarkı, sömürgecilik döneminde madencilerin bir şarkısıydı ve Apartheid döneminde Siyah direnişçilerin mücadelelerinde kullandıkları bir şarkı. Bu şarkı nota sistemi ve enstrümanları ile oynanışı şimdi okullarda çocuklara öğretiliyor.
Bu iki örnekte, toplumsal adaletin çocuklarla edebiyat ve müzik üzerinden nasıl konuşulabildiğini gördük. Barışa Oyna da, genel anlamıyla, bir benzerini çocuk oyunları ve fiziksel aktivite üzerinden yapmayı hedefliyor. 29
BARIŞA OYNA’DA ELEŞTİREL PEDAGOJİ YÖNTEMİ SelÇuK AÇIKGÖZ
Eleştİrel Pedagojİ Kavramının Ortaya Çıkışı Eleştirel pedagoji kavramını, Brezilya’da eğitimle ilgili yaşadığı deneyimden yola çıkarak Paulo Freire geliştirdi. Yaşadığı dönemde Brezilya nüfusunun %80’inden daha fazla insan, okuma yazma bilmiyor ve o da, okuma yazmayı nasıl öğretebilirim diyerek bir kavram geliştirmeye çalışıyor. Oradaki koşulların daha iyi anlaşılması açısından şunu da eklemek gerekir; aynı zamanda Brezilya nüfusunun sadece %3’ü kadarı toprak sahibi. Toprağa hükmeden çok ufak bir kesim var ve bunun kölelikle de ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Milyonlarla köle zorla Afrika’dan Brezilya’ya getirildiğinde oranın yerel halkı da soykırıma uğratılıyor. Brezilya, Latin Amerika’da köleliği en son terk eden ülke ve bu, 1940’ların sonuna geliyor. Asırlar boyu süren köleliğin, bugünün toplumsal eşitsizlikleri için bir zemin oluşturduğu söylenebilir. Şu anda hala toprak sahibi olanlar, eskiden köle sahibi olan insanlardı. Freire, kölelerin sadece kişisel gelişimleri için okuma yazma öğrenmelerini, ezilmişliklerinden ya da maruz bırakıldıkları durumdan kurtulmaları için eğitim ve politikanın bir araya getirilmesi gerektiğini düşünüyor. Ve okuma yazma bilmek de, şu açıdan önemli ve Freire’nin bunun üzerinde durmasının sebeplerinden biri de bu: Oy verme hakkı sadece okuma yazma bilenler için geçerli. Bu da çok küçük bir kesime karşılık geliyor. Eleştirel pedagoji kavramının ortaya çıkış amacı, marjinalleştirilmiş toplulukların kendi yaşam deneyimlerini ve karşılaştıkları sosyal gerçeklikleri yeniden düşünmelerini sağlamak; hem kendilerini içinde bulundukları ezilmişlikten kurtarmak hem de bu eşitsizliklerin sebeplerini anlamaya yardımcı olmaktır. Freire, oyunları, eğitim ve politikayı bir araya getirerek özgürleştirme prensibi ortaya koymaya çalışıyor. Okuma yazmayı; onların mekanını, sosyal çevresini gözeterek bildikleri kelimeler ve edindikleri deneyimler üzerinden öğretmeye çalışıyor. ‘Emek’, ‘ekmek’ gibi kelimeleri kullanırken puzzle gibi parçalara ayırıp bir araya getirerek okuma yazma öğretmeye çalışıyor ve bu da dünyanın birçok yerinde etkili oluyor. Freire’ye göre, ezilenlerin en büyük tarihi görevi, kendilerini ve aynı zamanda onları ezenleri özgürleştirmek. Bu, çok ciddi bir zorunluluk. Ama bu dönüşümün de çift taraflı gerçekleşmesi gerekir. Aslında Freire’nin burada vurgulamaya çalıştığı şeylerden biri de diyalog. Kişi önce kendisini, kendi durumunu, kendi maruz kaldığı eşitsizliklerin farkına varıyor. Daha sonra o, 30
maruz kaldığı durumu dile getirerek karşısındaki o ezen kişiye, üst sınıftan insana, toprak sahibine, köle sahibine bunları dile getirerek ezenin de kendinin farkına varmasını sağlıyor ya da farkına varmadıysa da bununla mücadele etmesini sağlayacak prensip geliştirmeye çalışıyor. O yüzden burada ‘ezenleri özgürleştirmek’ten kasıt, o eşitsizliği ortadan kaldırabilmenin tek boyutlu bir şey olmadığıdır. Bankacı Eğİtİm Modelİ Eğitimle alakalı konuşurken belki ilk aklımıza gelen kelimelerden biri ‘ezber’, ‘ezber yapmak’. Yaratıcılığı ortaya çıkarmaması, öğrenciyi motive etmemesi, öğrencinin konuşmasına ve kendisini tanımasına imkan sağlamaması... Freire, dünyanın her yerinde yapılan bu eğitim eleştirisini, belki ilk kavramsallaştıran kişi ve bir kavram geliştiriyor, bu kavram: ‘bankacı eğitim modeli’. Bankacı eğitim, bilgi sahibi olanların ve gücü elinde bulunduranların; ezilen, güce sahip olmayan dezavantajlı grupları eğitmek için kullandığı modeldir. Ve eğitme süreci de, güce sahip olanların ve kararları belirleyenlerin, insanları nasıl şekillendirmek istediklerine göre belirledikleri bir süreç. Bankacı eğitim modelinde, öğretmek, bir yatırım olarak görülüyor. Öğretmen yatıran, yönlendiren ve öğreten; öğrenci ise yatırım yapılan, bilginin işlendiği kişi. Tek taraflı bir iletişim var. Öğretmen, sahip olduğu bilgiyi, öğrencinin ne düşündüğü ya da neye ihtiyacı olduğunu önemsemeksizin aksettirmekle sorumlu olan kişi. Freire, bunun, alınan bilginin sorgulanmadan ve öğrencinin de sorgulamasına müsaade etmeden aktarıldığı bir sistem olduğundan bahsediyor. Hem bilinçli hem bilinçsiz olarak ‘bilme merakının yıkıma uğratımı’nın söz konusu olduğu bir sistem. Diyaloğun olmadığı ve eğitmenin tek başına konuştuğu bir ortamda, bilme merakı ve öğrencinin soru sorma yetisi törpüleniyor ve öğrenci ile öğretmen arasındaki ilişkide hiyerarşi de gitgide kurumsallaşıyor. Öğretmen konuştukça kendi iktidarını güçlendirmiş oluyor ve öğretmen olmaktan çıkıp aynı zamanda kontrol eden, baskılayan ve kendi isteklerine göre şekillendirmeye çalışan bir kişi haline bürünüyor. Eğitim, eleştirel düşünmeyi sağlamak yerine, öğrenimi mevcut baskıcı sistemle uyumlu hale getirerek ehlileştirmeyi amaçlıyor. Peki, tek yönlü eğitim neye sebep oluyor? Kelimeler yalnızca tını oluşturmaya, anlamsızlaşmaya ve içi boşalmaya başlıyor. Saatlerce konuşan bir öğretmeni düşünün. İki saat, üç saat arka arkaya konuştuğunda bir süre sonra kelimeler, anlamlı ve öğrenciler için faydalı dahi olsa, diyalog kurulmadığında kendi anlamından koparak birer ‘boş gösteren’e dönüşüyorlar ve öğretmen ile öğrenci arasında bir iktidar ilişkisi doğuyor. Öğretmen veya anlatıcı kişi, tek bir doğru olduğunu ve bu doğrunun da kendisinde olduğunu düşünerek sahip olduğu bilgiyle, konuştuğu kitleyi eğiterek onları özgürleştirmeye çalışıyor. Aktarılan şey, hiçbir alternatifle de buluşmadığı için anlatıcının gücü 31
sürekli artıyor ve dezavantajlı durumda olan veya bilgi sahibi olmayan gruplar, anlatıcının onların zihninde aksettirmeye çalıştığı şeyi benimsiyorlar. Aktarılan bilgi, tek doğru olarak kabul edilmeye başlıyor ve kişi kendi sorunlarıyla yüzleşmekten uzak kalıyor. Çünkü eğitmenin sorun olarak adlettiği şeyleri kendi sorunu olarak benimsemeye başlıyor. Hegel’in köle efendi diyalektiği de buna paralel bir şeyden bahsediyor: Kölenin özgür olabilmesi için efendiyle diyaloğa girmesi gerekiyor ki köle kendinin köle olduğunu hissedebilsin. Böyle bir eğitim atmosferi ya da özgürlüklerden kısıtlanmış bir yapı var ki kölenin, yaşadıklarının farkına varabilmesi için köleyle temas etmesi değil efendisiyle temas etmesi; efendinin de özgürleşebilmesi için köleyle bir diyaloğa ve ilişkiye girmesinden başka bir seçeneği yok. Öğretmenin dönüşebilmesinin mümkünlüğü öğrencide yatıyor, öğrenci de yaşadığı sınıfsal çelişkiyi de öğretmenle birlikte karşılıklı iletişimiyle kavrıyor. Yüce sahte cömertlik, anlatıcının onun aksettirmeyi planladığı duyguları veya düşünceleri paylaşırken aynı zamanda aktardığı bilginin aktardığı kişiler için organize edilmiş, tasarlanmış olduğunu söylemesi ve tüm bu aktarımdaki ‘onlar için’ vurgusunun sahte, içinin boş olması anlamına geliyor. Mesela Doğu’da farklı illerde bakanlığın yürüttüğü ve özellikle sporun da kullanıldığı sosyal projeler oluyor. Bu projelerde yer alan eğitmenlerle görüştüğümüzde, çocuklarla nasıl etkileştiklerinden bahsederken hep şu gibi söylemleri kullanıyorlar: Yavrularım, çocuklarım, hepsi benim çocuğum, çok faydalı oldu aktivitelerimiz vs. Çocuklarla konuştuğumuzda ise ‘O öğretmen bizim aktivitemize bir sene boyunca iki kere geldi.’ gibi cevaplar verebiliyor. O kelimeler, aynı zamanda, o eşitsizliğin ve mesafenin sürdürülmesi açısından da muazzam bir etki gösterebiliyor. Çünkü o şaşalı, içi boş kelimelere maruz kalan çocuklardan bazıları bunların ne kadar içi boş olduğunun farkında olsa da bazıları da buna aldanabiliyor. Benzer bir örnek, Amerika için de verilebilir. Amerika’daki siyahlar için önlerinde hep üç seçenek olduğu söylenir: Rap yapmak, uyuşturucu satmak ya da basketbol oynamak. Onlar için bu çok klişedir. Bununla alakalı Amerika’da yapılmış bir çalışma var: Amerika’da profesyonel üst düzey bir basketbolcu olmak, büyük ikramiyeyi kazanmaktan bile daha zor bir ihtimalmiş. Buradan da siyahlara sunulan seçeneklerin aslında ne kadar az olduğunun farkına varabiliyoruz. ELEŞTİREL PEDAgojİde Yöntem Eleştirel pedagoji ne öneriyor? Temelde soru sorarak düşünmeyi ve diyaloğu teşvik ediyor. Yanıt bulmaktan bağımsız olarak daha fazla soru üretmeye ve soruları sorgulamaya çalışıyor. Aktif, diyaloğa bağlı, eleştirel bir dönüşümsel eğitimi hedefliyor. Ve en önemli noktalarından biri yatay bir ilişki kurarak bunu 32
gerçekleştirmeye çalışmasıdır. Bu ancak, anlatıcının kendi iktidarından feragat etmesiyle gerçekleşebilir. Aktif yatay bir ilişki kurabilmenin belki de birinci yolu bu. Çünkü öbür türlü bir dinleme gerçekleşmiyor. Tek yollu bir aksettirme durumu ortaya çıkıyor. Ve ‘yüce sahte cömertlik’ten de kurtulabilmek için öğrenme sürecini ‘öğrenenler için’ değil ‘onlarla beraber’ gerçekleştirmek gerekiyor. Çünkü öbür türlü kendi iktidarımızın farkına da varamıyoruz ve bu, aslında ezen için de yorucu bir durum. İktidara sahip olan da iktidarı elinde tutma sürecinde çok ciddi çelişkiler ve travmalar geçiriyor. O yüzden her iki tarafın da özgürleştirilebilmesi için o diyalog çok etkili. Ve kurulan bu diyalog; sorunların yorumlanması, samimi merak, pasif pozisyonun reddedilmesini içermelidir. Bu da doğru soruları sorarak, o soruların üzerine giderek ve iletişim kurma kibrini yok etmekle ortaya çıkabilecek bir şey. Soru sormaktan çekinmeyerek ve yukarıdan bakmadan doğru soruları sormaya devam etmemiz gerekiyor ki Freire’nin ‘abertura’ dediği ‘açılma’, beraber etkileşim gerçekleşebilsin. Soru sorarken ‘özgürleştirme’ yaklaşımıyla değil, o kişiyi anlama yaklaşımıyla o soruların sorulması gerekir ki yeni sorulara da yol açabilsin. Karşındaki insandan bir şey öğrenmeye çalıştığında, eğer anlamaya çalışıyorsan ve merak duyuyorsan aynı zamanda yeni soruları da ortaya çıkarabiliyor. Karşıdaki kişiyi konuşturmak ve onun farketmesini sağlamaya çalışmak ise hiyerarşik ilişkileri yeniden üretir. Bu yüzden bu konuda en temel şey, belki de, iktidarı bölüşebilmek. Ve bu da, öğretmen, eğitmen ya da çocuklarla sokakta futbol oynayan bir kimse olarak, kendi iktidarımızdan feragat edebilmek ve cahil hoca olabilmekle mümkün. Bunu benimsediğimizde ve onların adımlarıyla, onlarla beraber hareket ettiğimizde aynı zamanda muazzam bir öğrenme döngüsünün içine girebiliyoruz. Bunu da ‘zekaların eşitliği prensibi’ni de göz ardı etmeden yapmamız gerekiyor. İnsanları soru sormamaya teşvik eden şeylerden biri de insanların kendi ezilmişliklerinin farkında olması ve fakat bu ezilmişliklerine kendilerinin sebep olduklarını düşünmeleri. Bu yüzden de soru sormaktan, hareket etmekten ve adım atmaktan çekiniyorlar. Bir çiftçiyle bir profesörün diyaloğunda, profesör onlarca soru sorup onlarca yanıt verebilecekken bir çiftçi de aynı şekilde o profesörün hiçbir şekilde bilemeyeceği, tarımla, ziraatle alakalı her şeyden bahsedebilir. Farklı sorular bir araya gelip yeni alanlar açabilir ve bu birbirlerini anlamalarını da sağlayabilir. ‘Açılma’, aşağıdan yukarıya bir dönüşüm gerektirir. Freire bunun ezilen insanla beraber aşağıdan yukarıya büyüyerek gerçekleşmesi gerektiğini söylüyor. Ve bu dönüşümün gerçekleşebilmesi için insanların bir araya gelebileceği özgürlük mekanlarının, özgürlük balonlarının ortaya çıkması gerektiğini söylüyor. Tabi üniversiteler, özel mülkler diye örnekler de veriyor. Bugün, biz, bu örnekleri ne kadar verebiliriz, bu bir soru işareti. Yeni bir haber tur alanı olarak, mekan olarak da aslında açılma alanı, paylaşma, diyalog kurma alanı olabilir. Doğa üzerinden eşitsizliği anlatmak, görsel 33
hafızamıza da hitap ettiği için bir sınıf ortamından daha da fazla etkili olabiliyor. Doğadaki ekolojik problemler veya kentsel dönüşüm sorunu, insanların kendi olsumsallığı ve kendi sorunlarından ayrı gibi görünse de aslında bunlar birbiriyle iç içe geçmiş olan problemlerdir. Bunları ilişkilendirerek o sorunları kendi sorunlarımızla birlikte anlamlandırmak, kendi eşitsizliklerimizi anlamlandırmak açısından çok önemli. Şöyle bir örnek verebilirim; yaşadığı eve yakın bir yerdeki oyun parkı istila edilen genç bir arkadaş vardı. Bu genç arkadaşla konuştuğumuzda bize, kendi içinde yaşadığı çelişkiyi de aktardı. Oraya yeni yapılan bir binaya Starbucks yapılmış ve o, bu Starbucks’a artık erişiminin olduğunu söylüyor. Artık daha rahat bir şekilde Starbucks’a gidip gelebildiğini ve oradan alışveriş yapabildiğini söylüyor. Öbür taraftan da şunu söylüyor: “Orada eskiden bir oyun alanımız vardı ve o oyun alanının yerinde artık yüksek binalar var. Ve burada onlarca yıl yaşayan insanlar vardı. O insanlar belki benim kahve alabilmem için ya da başka sebeplerle oradan göç etmek zorunda kaldı.” Ekolojik değişim ve kentsel dönüşüm gibi bizim gözümüzün önünde olan şeylerin başkaları için ne kadar yıkıcı etkileri olduğunu göstermek açısından bu örnek önemli. Bununla ilişkili diğer kavram, ‘sosyal bağlamdan koparma’ ve ‘yeniden tasarlama’. Yeni sorular sorarak, bu soruları açarak farkına varmaya yardımcı olma anlamına geliyor. Burada esas amaç, herhangi bir bireyin deneyimleri üzerinden eşitsizlik yaratan sosyal politik durumları tartışmak. Eşitsizlikleri diyalog üzerinden aksettirmek için belli bir bilgi birikimi veya belli bir alanda eğitim almamıza gerek yok ve bunları kendi deneyimlerimiz üzerinden de anlatabiliriz. Eleştirel pedagojide nasıl bir yöntem kullanılır? Freire, yöntemin kişinin kendi bilinci olduğunu söylüyor. Önceden belirlenmiş parametreler yerine kişinin alanda bulunarak, öğrendiği yeni sorularla yeni cevaplar kurgulayarak yöntemini geliştirmesi gerekiyor. Aynı zamanda bu, kendi konumundan feragat ederek anlamaya çalışmayı gerektiriyor. Önceden sabit ve sistematik bir sistem belirlemeye çalıştığımızda ve onlar sahayla çeliştiğinde ya bir hata yaptığımızı ya da uygulamaya çalıştığımız sistemin başarılı olmadığını düşünmeye başlayabiliyoruz. Bunun yerine kendi sorularımızı da çoğaltarak yöntemi geliştirmeye çalıştığımızda, sosyal problemlerin farkına varıp bu sorunlar için gerekli eylemi çok daha kolay biçimde gerçekleştirebiliyoruz. Bunun için de kendimizle barışmak ve bu barışmayı mümkün kılmak için de o soruları karşımızdakine sormaktan çekinmememiz gerekiyor. Ve bunu başardığımızda, çözüme giden yoldaki engelleri yavaş yavaş kaldırmış oluyoruz. Freire’nin sınıflandırma prensibi ve buna bağlı olarak geliştirdiği sorular, oyunları çözümlemek ve oyun sırasında yönelteceğimiz soruları tasarlamak için bize yol gösterebilir. 34
Freire’nin sınıflandırma prensibinde altı aşama var: Birinci aşama, bilgi aşaması. İlk aşama anlamaya ya da kavramaya gerek duymadan bilgiyi bulmak, hatırlamak ve hatırlamak için çaba sarf etmektir. Bu, hem sahip olduğumuz bir bilgi olabilir hem de bu bilgiye erişmek için araştırma yapabiliriz. Bu aynı zamanda soruyla ortaya çıkabilecek bir şey. Seçtiğimiz bir konu veya bugün uygulayacağımız herhangi bir oyun da olabilir. Burada esas amaç; öğrenilen şeyin fark edilmesini, anlaşılmasını ve bunun eleştirel bir bakış açısıyla tartışılmasını sağlamak. Anahtar kelimeler: Tanımlamak, sıralamak, hatırlamak veya konumlandırmak. Doğada öğrenmede de aynı biçimde sınıflandırma ve tanımlama var. Bir konuyu anlamak, gruplandırmak, şekillendirmek, hatırlamak çok önemli. Hatırlamak, daha önce konuşmadığımız bir soruyu genişletme açısından önemli ilk aşamada bilgi seviyesi. — Bu oyunun özellikleri neler ve bu oyun nasıl tanımlanır? — Ağ oyunu hakkında neler hatırlıyorsun? — Akrabaların, büyüklerin bu oyunu oynuyor muydu? — Oynuyorlarsa onlar neler hatırlıyorlar? İkinci aşama, kavrama ve anlamlandırma. Bu aşama, yapılan tanımların ötesine geçip gerçekliklerin ne anlama geldiğini detaylandırma sürecini içeriyor. — Bu oyun size ne hissettirdi? — Bu oyunun günümüzde oynanan oyunlarla nasıl bir bağlantısı var? — Ne şekilde benziyor? — Oyunu oynarken neler gözlemledik? Mesela gözlemleme, duyguları daha farklı anlatmak için bize olanak tanıyabilir. Oyunlarda kolaylaştırıcı olan bir kişi, çocuklar gülerken veya arkadaşından kaçarken fotoğraflarını çekebilir. Ve çekilen fotoğraf çocuğa gösterilerek, o anı anlamlandırmak ve somutlaştırmak adına ona, o anda hissettiği duygunun ne anlama geldiği sorulabilir. Üçüncü aşama, uygulama; bilginin uygulanması ve paylaşımda bulundukları bilginin yeniden yorumlanması. Geçmişin farkına varılarak bir kez daha gerçekleştirilmesi anlamına geliyor. Öğrenci bu aşamayı kendisi uyguluyor ve bu aşamayı uygularken ondan yeni baştan yaratması da talep edilebilir. Bu aşama, tek bir sefer oynanan bir oyun veya tek bir sefer gerçekleştirilen bir sosyal aktivite için uygun değil. Bu bir süreç içerisinde de farklı aşamalarla uygulanabilir. Oyunun nerede oynanabileceği sorulması, çocukların mekanla ilişki kurması ve bu ilişkiyi kendisinin belirlemesine olanak tanır. — Öğrenci, bu oyunu bugüne uyarlamak isterse bunu nasıl uygular? 35
Dördüncü aşama, analiz aşaması. Bu aşama, oyunu ve oyunun geçmişini bölümlere ayırarak oyunun kendisinin ne anlama geldiği, hangi kültürden doğduğu, bir ihtiyaç olarak mı ortaya çıktığı ya da tamamiyle eğlenme amaçlı mı ortaya çıktığı, oyunun ortaya çıktığı zamanda ne gibi anlamlar taşıdığı ve günümüzde hangi duyguları aksettirdiği gibi oyunun temel çıkış noktasını analiz etmeye yönelik sorular barındırıyor. Ve bu aşama için gerçeklikle şu anki dönem arasında bir sentez kurmaktan söz edebiliriz. — Oyunu ilk defa oynayan Hemşinliler, bugün bunu Rumlarla oynanabilir mi? — Başka bir kültür tarafından oynanması nasıl hissettirdi? — Bu oyunu farklı kültürdeki arkadaşlarımızla oynayabilir miyiz? — Oyunun ortaya çıkma ya da oynanma sebebiyle veya yarattığı duygularla günümüzün duyguları arasında benzerlik veya farklılık var mı? Beşinci aşama, sentez aşaması. Bu aşamada çocuklar kendi yaşadıkları deneyim ve ona toplumsal olarak aktarılan öğreti ve anlamlar bütünü ile oyunla aktarılan anlatıyı analiz etmenin ötesine geçerek bir sentez oluşturmaya çalışır. Yeni bir üretim oluşturulmaya çalışılır. — Oyunu değiştirmek istesen, nesini değiştirirdin? — Oyun sadece tek bir kültür ya da tek bir cinsiyet tarafından oynanıyor, bunu nasıl değiştirirdin? — Sen bir oyun oluştursan nasıl bir oyun olurdu? Ve altıncı aşama, değerlendirme aşaması. Bu aşama, oyunun getirdiği yeni duyguların daha önce sahip olduğumuz duygularla karşılaştırılması ve bilgiye erişimde kullandığımız araçların yeniden değerlendirilmesini içerir. Oyunları oynarken edindiğimiz duygular bazen o zamana kadar öğrendiğimiz farklı duygular veya bilgilerle çelişebilir. Önceden öğrendiğimiz bilgileri artık yadırgamamıza veya eleştirmemize sebebiyet verebilir. Bu, yeni bilgiye ulaşma araçlarımızı değiştirmemizi de sağlayabilir. Oyunun hissettirdiği duygular ile oyundan öğrenilen bilgiler nasıl karşılaştırılabilir? Okuldaki eğitimi sorgulamak için oyun nasıl kullanılır ya da kullanılabilir mi? Bu aşamada, sadece çocuklar için değil farklı yaş gruplarına da hitap edebilecek şekilde sorular var. Ve hatta bazıları çocuklar için uygun olmayabilir. — Kültürel çeşitlilik, oyunda hissettiğin hangi duygular aracılığı ile anlatılabilir? Oynarken hissettiğin hangi duygular bunu çağrıştırıyor? —Oyunda kalmak için ne gibi stratejiler gelişti? Geliştirilen bu stratejileri, sosyal yaşantımızdaki hangi ilişkilerle ya da coğrafyadaki hangi tarihi olaylarla ilişkilendirebiliriz?
36
37
ÇOCUKLAR İLE SÖZLÜ TARİH METODU Cansu kılınçarslan
Sözlü tarih çalışmasına, öncelikle, gittiğimiz yeri araştırarak, orada yaşayanları ve bölgenin kültürel çeşitliliğini anlamaya çalışmakla başlıyoruz. Barışa Oyna’nın en önemli amaçlarından biri, ön araştırma ile oyunları bulmanın dışında, oyununu bizimle paylaşan anlatıcının duygusunu da hissetmek ve paylaşmak. Bu yüzden oyunları aktarırken önce, o oyunları öğrendiğimiz kişilerin anılarıyla başlamayı tercih ettik. Çocuklara, o kişilerin hikayelerini taşımak ve onların duygularını bugüne getirmek için en uygun yöntemlerden biri sözlü tarih oldu. Çocuk oyunları üzerine yazılmış, çizilmiş pek çok değerli araştırma var. Ancak tam olarak bizim vermeye çalıştığımız duygulara yer veren türde çalışmalara rastlayamadık. Envanter tarzında ya da daha genel, ülkemizin oyunları gibi aslında çeşitliliği de pek göstermeyen kaynaklarla karşılaşıyorduk. O yüzden en basit yönteme, soru sormaya yöneldik ve ele aldığımız yerdeki yaşlılarla tanışıp onların çocukluklarını dinlemeye başladık. Barışa Oyna’da, neden sözlü tarihi bir metod olarak kullanıyoruz? Sözlü tarih metodunun tarihsel gelişimi Barışa Oyna’yı geliştiren duygu ve fikirlere işaret etmesi açısından anlamlı. Kronolojik bir yol izleyerek kimler bunun arkasındaki ‘büyük adamlar’ demek istemiyorum. Çünkü tarih, tam da o büyük adamların,büyük olayların, savaşların ve çatışmaların tarihidir. Bunun dışında tarihle ilişki kurma arayışlarıyla yollarımız kesişiyor. Bu konuya dikkat çekmek için sözlü tarihin tarihi’nden bahsetmek gerekir. Sözlü tarih, hem tarih alanına hem de bu tür çalışmalar yapan herhangi birine; senaristlere, belgeselcilere, yazarlara vb. büyük olanaklar sunuyor. Gelenek ve bilgiyi, sözlü kaynaklardan alma konusu aslında çok yeni bir tercih değil, çok uzun bir geçmişi var. Eski çağlardan beri alışıldık bilgi ve tarih aktarım metodu, sözlü aktarımdır. Ancak tarihin bir aşamasında bu yaygın biçim, kesintiye uğruyor ve tarihin ‘bilimselleşme’ sürecinde özellikle Rankeci tarih anlayışı diye ifade edilen bir dönem yaşanıyor. Bu dönem ‘gerçek’ tarihsel bilgiyi; belgeye dayalı, siyasi tarihin öne çıktığı dolayısıyla kralların yaptıkları savaşlar, anlatılar gibi bir anlatıya sıkıştırıyor. Bu düşünce ile çatışan bir tarih yaklaşımı olarak sözlü tarih ortaya çıkıyor. Aslında geri dönüyor… Burada önemli olan vurgu, artık, sıradan insanın günlük hayat deneyiminin de tarih sahnesine davet edilmesidir. Bir çiftçinin tarım deneyimi, bir kadının gündelik hayatta herhangi bir alandaki deneyimi ya da kadının toplumsal konumunun bir yere sıkışmış olduğu, mutfağa sıkışmış olduğu bilgisi gibi şeyler tam da o kişilerin 38
deneyimlerine verilen değer üzerinden gündemimizde yer bulabiliyor. Sözlü tarih bu çerçevede sesi çok duyulmamış olanların sesini duymamıza imkan veriyor. Ortaya çıkışı Amerika’da 1929 Bunalımı sonrası başlatılan Federal Yazarlar Projesi ile ilişkilendiriliyor. Gazetecilere iş yaratmak için bir yol aranıyor ve gazeteciler yerelde birtakım röportajlar yapmak üzere görevlendiriliyor. Bunun önemli bir kazanımı oluyor. Gazeteciler daha önce bilmediklerini görüyor, öğreniyor, yayınlıyor ve toplumsal alanda yüzleşmelere fırsat yaratıyorlar. Kölelik tarihiyle yüzleşme gibi... Çünkü hem öğrenmek hem de bunu doğrudan iletişim ile yapmak aralarında bir empati gelişmesini destekliyor. Bu, amacı başka türlü de olsa, çok olumlu bir katkı sunuyor. Sözlü tarih çalışmalarının tarihsel gelişimi içerisinde bir de Joseph Gould’un ismi öne çıkıyor. Onun da askerlerle röportaj projesi var. Daha çok vatanseverlik, yurtseverlik duygularını öne çıkarmayı amaçlayan bir proje bu. Ancak rütbesiz askerle ilk kez konuşulmuş olunuyor ve savaşın onlar üzerinde yarattığı insanı etkiler gün yüzüne çıkmış oluyor. Sevdiğine duyduğu özlem, eve dönme isteği, aslında çok korktukları gibi duygularla karşılaşılmış oluyor. Tarihi, ‘büyük adamlar tarihi’nin dışına çıkarmak açısından bu da önemli bir aşamadır. Joseph Gould’un bu röportaj projesi sonrasında şuna yakın bir ifadesi vardır: “Tarih, anlaşmalardan; Sezar, Napolion gibi önemli insanlardan oluşuyor, öyle zannediyoruz. Oysa bu büyük ölçüde yanlış bir şey. Tarih anlayışını aşağılara indirip halkların işleri, aşkları, üzüntülerine getireceğiz. Yani merasimsiz bir tarihe ihtiyacımız var.” Daha sonrasında tarihin, Amerika ve Avrupa’da, kurumsallaşmasına tanık oluyoruz. Sözlü tarih, pek çok başka çalışmanın araç olarak kullandığı bir yöntem. Birtakım kurumların bu tür görüşmeleri gerçekleştirip kayıt altına almaya başlaması ile yeni bir tarih belgesi üretiyor olmak bir hayli cazip hale geliyor. Bu dönemde, zengin insanların kendi tarihlerini yazdırmak ve tarihe geçirmek, bir belge olmak için kullandıkları bir yöntem olarak kullanılıyor. Bugün hala çok büyük sözlü tarih arşivleri var, pek çok kurum tarihi yazılıyor. 1960’lar ve sonrası hak ihlallerini belgelemenin bir aracı, yüzleşme ve adalet arayışlarına bir cevap olarak hafıza çalışmalarının da gelişmesiyle birlikte sözlü tarih, ivme kazanmıştır. Özellikle Nazi Almanya’sında yaşananlar sonrasında sözlü tarih, toplumsal yüzleşmenin önemli bir aracı haline geldi. Anne Frank örneğinde olduğu gibi empatiye erişmek ve duyguları geliştirmek için sözlü tarih yöntemiyle yapılmış başka çalışmaların da varlığından söz etmek mümkün. Bu, aşağıdan tarih yazımı olarak tarif ediliyor. Bütün bu kronolojik yazın sözlü tarihin sunduğu olanakları da gösteriyor. Bu olanaklar; belgeye dayanan anlayışa itiraz edip daha çok sözlü, günlük 39
hayatın ve kişinin deneyimini öne çıkaran, ona değer veren, değer katıyor olması ve büyük adamlar tarihini aşması… Resmi tarihin dışında bıraktıklarına bir mecra olması... Çünkü maalesef tarihte ve kitaplarda pek çok kişinin bilgisi, tarihi özellikle yer almıyor. Resmi tarih, hatırlatmak istediklerine ve unutmak istediklerine yer veriyor. Dolayısıyla sözlü tarih ve bu çerçevede gelişen tarih yaklaşımı, unutturulmak istediklerine de itiraz etmek, ‘buradayım, varım’ demek için bir alan açıyor denilebilir. Cezaevi, tımarhane gibi daha zor erişilen deneyimlerin yanı sıra mutfak, yemek tarihi ve oyunlar gibi erişimi kolay alanların deneyimlerinin de tarihin içine alınması oldukça önemli. Barışa Oyna, böyle bir gereksinimle ortaya çıktı. Unut(tur)ulan ne? Hangi kültürel değerlerimiz unut(tur)uluyor? Onlara ulaşmak için bu yöntem fayda sağlıyor. Tabii ki yönteme dair eleştiriler de yapılıyor. Eleştirilerden biri, bu yöntemin çoğunlukla değer yargısı içeriyor olması. Ama o değer yargısı dediğimiz şey aynı zamanda eğitim sisteminden geçmiş, medyaya maruz kalmış kişilerin değer yargıları gibi eleştiriler de var. İşte bu yüzden zaten sözlü tarihte sadece o dinlediklerimizi alıp ‘bu doğru’ diye koymak değil, biraz eleştirel okuryazarlık yapmak öneriliyor. Sözlü tarih yönteminde sadece anlatıcının bize aktardığı hikaye başat veri olarak kabul edilmez; aynı zamanda bunu anlatırken ne düşündüğü, aktardığı durumla ilgili ne düşündüğü gibi soruları çeşitlendirerek kendimize yöneltmemiz gerekir. Bunu söyledi, bunu niye söyledi? Bu gibi anlatılar bazen içinde çelişki de barındırabilir fakat insan, zaten çelişkileriyle var ve aslında o da anlamlı ve değerli. Bu çelişkiler bazen bir yüzleşme anına da eşlik edebilir. Çünkü anlatıcının görüşme sırasında kendine yönelttiği sorular da olabilir; nasıl yaptım, neden yaptım, şimdi ne düşünüyorum, bu konuyla ilgili ne hissediyorum… Hepsi iç içe geçebilir. Bazı görüşmelerde çok çelişkili cevaplarla karşılaşılabiliyor. İzmir’de Barışa Oyna görüşmelerinin birinde katılımcının karşı çıktığı, düşman bildiği bir şeyle ilgili özlemini hissettik. Leyla Neyzi’nin aktardığı bir görüşmede ‘Rumlar babamı öldürdü.’ diye anlatan ve onlarla ilgili olumsuz hislerini tarif eden bir kişi, konuşmanın devamında ‘Ah eski İzmir! Onlar varken ne kadar güzeldi. Kültürlü bir İzmir’di ama şimdi yoz... Kimler geldi onların yerine.’ diyebiliyor. Aslında kişinin tüm bu çelişkileriyle yüzleşmesiyle, sözlü tarih, sadece kişisel bir bilgi kaynağı olmuyor; eleştirel pedagoji de gündeme gelen ‘diyaloğa’ dönüşüyor. İşte o anda, orada, hem görüşme yapılan kişide hem de soruları soran kişide bir değişim yaratıyor. Bir yüzleşme anı yaşanıyor. Bir sözlü tarih çalışmasının; tasarım ve ön araştırma, görüşme, arşivleme gibi aşamaları vardır. Ön araştırma, konuya karar verme ve bilgi toplama aşamasıdır. Kimlerle görüşülebilir? Konunun sınırları ne? Barışa Oyna’da oyunlar üzerine çalıştığımız için başta hangi bölgeye gidiyorsak oranın etnik - kültürel çeşitliliğini anlamaya çalışıyoruz. Görüşmelerimizi kimlerle, hangi ilçe ve mahallelerde 40
gerçekleştireceğiz gibi sorulara yanıt arıyoruz. Kimlerle görüşebiliriz; oradaki kurumlara, kişilere ulaşmaya çalışıyoruz. Medyadan da bir tarama yapıyor, yakın zamanlardaki gelişmeleri anlamaya çalışıyoruz. Ne gibi sorulabilir? Hassasiyetler neler, anlamaya çalışıyoruz. Soruların nasıl sorulabileceğine dair taslak oluşturuyoruz. Ayrıca gittiğimiz sınır şehrinin hemen ötesindeki bölgenin oyunlarına da ulaşmaya çalışıyoruz. Kayıt için cep telefonu ya da küçük bir ses kayıt cihazı kullanıyoruz ve tabii bunu, kişilere bilgi verip izin alarak yapıyoruz. Bu da arşivlemeyi kolaylaştırıyor. Arşivleme, yapılan işin niteliğine göre değişiyor. Bir sözlü tarih arşivi niyeti varsa tüm konuşmanın deşifre edilmesi ve konu başlıklarına göre ayrıştırılması öneriliyor. Burada oyunlardan bahsetti, burada gençlik döneminden, burada köydeki kuşlardan bahsetti gibi önemli kategoriler çıkarılabilir; sadece ilgilenilen noktalar çekilerek yazılı kayıt oluşturulabilir. Hem katılımcının hem de görüşmeyi yapanın duygu ifadeleri dikkate alınarak bir görüşme günlüğü şeklinde de notlar saklanabilir. Görüşmelerde öncelikle evet - hayır soruları sormamak öneriliyor. Sadece görüştüğümüz kişinin değil, bizim de karşılıklı rahat bir etkileşim kurabileceğimiz şekilde, diken üstünde olmayacağımız bir ortam sağlamak. Örneğin, ben çok kalabalık görüşmelerde rahat hissetmem ama başkaları kalabalık olduğunda daha rahat ve daha güvende hissedebilir. Kısacası ekibin kendi ihtiyaçlarını dikkate alması önerilir. Görüşmelerin en önemli noktası karşıdakini dinlemektir. Böylece sürekli kağıda bakmadan aklımızda olmayan ama konuşabileceğimiz bambaşka bir alan açan bir sohbete imkan verilebilir. Çocukluğa dair sorularla başlamak, sadece oyun araştırmaları için değil tüm sözlü tarih görüşmeleri için öneriliyor. İnsanlar çocukluğunu hatırlamaktan keyif alırlar, rahatlatıcı olur. Görüşme öncesinde kişiyle ilgili bilgi almak, hem sonraki soruları şekillendirmek için bize bir yön veriyor hem de arşiv aşamasını kolaylaştırıyor. Bu bilgi bize nasıl yön verir? Kafamızda bir profil canlanırsa; kaç yaşlarında, buranın hangi değişimlerine tanıklık etti, nerede yaşadı, nerede büyüdü, geldiği yere dair bilgiler,... vb. sorabileceğimiz soruları detaylandırmaya yardımcı oluyor. ÖRNEK SORULAR — Çocukluğunuz nerede geçti? Çocukluğunuz Rize’de mi geçti gibi evet ya da hayır ikililiğinde bir yanıta hapseden sorular sorulmamalı. — Çocukken Rize’nin neresinde oturuyordunuz? — Ne zaman, nasıl geldiniz; hatılıyor musunuz? Kaç yaşındaydınız? (Çocukluğu Rize’de geçmediyse) — Geldiğiniz yerdeki oyunlar buradaki oyunlarla benzer miydi? — Çocukken boş zamanlarınızda ne yapardınız? 41
Mesela bu soruda, katılımcı, oyun oynadığını söylemediyse çalışıp çalışmadığı sorulabilir. — Çalışırken ne yapardınız? Belki tarlada kendisinin oyun demediği bir ürün toplama yarışını anlatacak ve bunu konuşmak mümkün olacak. — Boş zaman yaratmaz mıydınız? Bu gibi sorular üzerinden oyun kurar mıydınız gibi bir meseleyi dile getirmek mümkün. — Çocukken hangi oyunları oynardınız? — Kız ve oğlan çocukların oyunları ortak mıydı? Farklıysa, farklılıklar nelerdi? — Kızlar ve oğlanlar, birbirlerinin oyunlarına katılırlar mıydı? — Kız çocuklarının oyun oynamalarına çevreden baskı olur muydu? Ve bunu aşmak için ne yapardınız? Bir erkeğin ve bir kadının bu sorulara ne gibi yanıtlar verdiğine bakmak, önemli olabilir. — Çocukluğunuzun Rize’sinde hangi farklı kültürler vardı? Bu kültürlerle temasınız olur muydu? — Hangi dilleri duyardınız? — Hemşince sizin için ne anlam ifade ediyor? Rize’de yaşayan Laz ve Hemşinli bir nüfus var. Eğer konu oraya gelmediyse onlarla tanışıklıklarının, anılarının olup olmadığı sorulabilir. — Sınır kapısının açılmasından sonra hayatınızda neler değişti? — Daha önce sınırdan geçtiniz mi? — Sınırın öteki tarafını merak ettiniz mi? Gitmemiş olabilir ama merak etti mi? Merak ettiyse ne yaptı o konuyla ilgili? Mesela İzmir’den bununla ilgili bir anlatı hatırlıyorum. Görüştüğümüz kişi, ‘Radyoyu karıştırırken hep Yunan radyosunu duyardım’ diye öyle bir merak geliştirdiğini anlatmıştı.
Bu sorular, bir kural gibi elimizde tuttuğumuz sorular değil. Bir taslak olarak düşünüp görüşme sırasında kendiliğinden şekillenen sorulardır. Katılımcı ile kurduğumuz diyalog kendi sorularını ortaya çıkarır ve hatta çıkarmalıdır. Bunun için de araştırma konusu hakkında bilgi sahibi olmak önemli. Rahat hissetmek için görüşme öncesinde soruları ya da temaları gözden geçirmek öneriliyor. Bu görüştüğümüz kişiyi rahatsız etmemek için de önemli. Bir teknik ekipmanla çalışılıyorsa ses kaydı nasıl alınır, görüntü nasıl alınır önceden denemiş olmak faydalı olur. Görüşme öncesinde nasıl kayıt alınacağı; ne konuşulacağı bilgisini vermemiz de gerekir. Sadece oyunlarla ilgili olduğu bilgisi verildiğinde sonra da ‘etnik - kültürel çeşitlilik’le ilgili sorular sorulduğunda görüştüğümüz kişiyi huzursuz edebiliriz. Özellikle çatışma alanlarında bu konuları konuşmak zorlaşabilir, görüşmeye karşı kaygı duyan kişiler, rahat hissetmemeye başlayabilir. Önerilen, görüşme henüz başlamadan ‘Oyunları ve buradaki çeşitliliği araştırıyoruz’ demek... Tabii ki bu durum da görüşme yapılan yerin koşullarına göre, görüşmecinin tercihine göre değişebilir. Ön araştırma aşamasında karar verilecek konulardan biri de olmalı. Görüşme sırasında katılımcıların mimikleri, iç geçirmesi, susması, kararsız kalması ya da kayıttan sonra başka bir şey söylemesi gibi anları not etmek gerekir. Çünkü anlatıcının aktarımında beden dili de görüşmenin bir parçasıdır. 42
Sözlü tarİh çalışması, çocuklarla ortak çalışmalara nasıl uyarlanabİlİr? Bir eğitim yöntemi olarak sözlü tarihin yerel tarihçilik kapsamında kullanımına, 1970’lerde Amerika’da FoxFire okul gazetesi örnek olarak gösterilebilir. Çocuklara onların merak ettiği bir soru ya da konu başlığı önerilebilir. Sonra onlarla, nasıl bu konuda bilgi toplayabilecekleri tartışılabilir. Alternatif tarih araştırma biçimleri olduğundan bahsedip sözlü tarihi önermek de mümkün fakat ansiklopediden bakılabilir. Böyle bir şey çocukların ilgisini çekebilir. ‘Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi mi alındı mı’ gibi bir soru sorup bunun üzerine eleştirel okuryazarlık yapabilecekleri, yaşlılarla konuşarak bilgi edinebilecekleri ve bunları tartışacakları bir ortam yaratılabilir. Yönteme dair bilgilendirme yaparak, çocuğu görüşme yapması, kendi soru taslağını hazırlaması, not almayı deneyimlemesi ve küçük bir araştırma gerçekleştirmesi desteklenebilir. Kiminle görüşecek, soru taslağı nasıl şekillenecek ve görüşme sırasında teknik ekipman kullanacak mı gibi soruların yanıtlarını atölyenin sorumlusu ya da öğretmenle birlikte araması faydalı olacaktır. Çocuk, görüşme sırasında belki başka sorular da ekleyerek gerçek bir diyalog ortamını deneyimleyebilir. Dinlemek yeni kuşakların çok zorlandıkları bir beceri. Sözlü kaynakları dinleme ve oradan öğrenme tecrübesi, çok perspektifli ve birlikte düşünme tecrübesidir. Çocuklar, sınıfa bu hikayeleri getirdiğinde hikayedeki çelişkiler üzerine bir tartışma yürüyebilir. Diğer bir alternatif ise, zaten var olan arşivlerden faydalanmak olabilir. Doğrudan görüşmeler yapmasalar da yapılan görüşmeleri ‘dinlemek’ ve çözümlemek de bir o kadar kıymetli olacaktır. Çünkü dinleme eylemi, empatiyi de beraberinde getirir. Kayıt çözümlemesi, çocukların dinledikleri görüşmelerdeki bahsi geçen konuların tarihsel bağlamına merak duymalarını da sağlayabilir. Çocuklar, anlatıcının hangi dönemde çocuk olduklarını düşünerek, o dönemde telefonun olup olmadığı gibi soruları yöneltebilirler. O dönemin yaşantısını ve koşullarını düşünüp merak ederek geçmişle bugün arasında kendilerinin bağlantı kurmasını sağlayabilir. Çocuklar, dinledikleri kayıttan notlar alarak öncelikli gördüğü konuları sunabilir. Sunumlar, sınıfta bir tartışma ortamı açığa çıkarabilir. Bir şeyin çerçevesini belirleyip onun etrafında konuşmak, onu sunmak gibi bir beceri kazanmış olacaktır. Her birinin kendi duyarlılıkları ve deneyimleriyle farklı noktalara dikkat çekmesi, birbirlerini anlamalarını kolaylaştırabilir ve çeşitliliği tecrübe etmeleri için bir zenginlik yaratabilir. Barışa Oyna için bu yöntem, ‘oyunun kurallarını birlikte çıkaralım ve oynayalım’ gibi bir teklifle kullanılabilir... Ve Sara Hanımın kaydını dinledikten sonra neler hissettikleri, nelerin dikkatlerini çektikleri konuşulabilir. Böylece katılımcı bir öğrenme süreci desteklenebilir, diyalog için imkan yaratılabilir. 43
Bir diğer yöntem olan eleştirel okuryazarlık, destekleyici unsur olabilir ve çocuklara hayatının pek çok alanında kullanabileceği bir beceri de kazandırabilir. Eleştirel pedegoji yöntemini de geliştirebileceğini söylemek mümkün. Eğitim tek taraflı ve birinden diğerine bir akış değildir. Aksine bizim hiç bilmediğimiz bir şeyi çocuklar öğrenip bize bunu aktarabilirler. Bilgisine hiç sahip olmadığımız bir konuda aktaranın çocuk olması, diyaloğa fırsat tanıyor. Dinleme, soru sorma, konuşma pratiği normal hayattaki becerileri de destekleyen bir şeydir. Ayrıca tarih eğitimi ‘öteki’ ve ‘bizden olmayan’ ayrımcı dili inşa ederken dinleme bunun aksine, ‘tarihsel empati’ konusunu da gündeme getirir. Peki o ne yaşadı? Onun hissettikleri üzerinden bir duygudaşlık geliştirmenin çocuklar için önemli olduğundan bahsedilebilir. Hem görüşme yapan için hem de anlatıcı için her türlü diyaloğun ezber bozan bir tarafı olur. Oradaki duygudaşlık kıymetli bir tecrübedir. Anlatıcı, geçmişte yaptığı bir şeyden utanç duymasa da mutluluk yani gurur duymaması hali anlatıcı için bir kazanım. Ve sessizlikleri okuyabilmek, dinleyici için önemli bir kazanım olacaktır. Sözlü tarih yöntemiyle öğrenme deneyimi bir yanıyla da tarihe katılma, tarih yapma deneyimidir. Birilerinin onlar için yazdığı tarihi okumanın, öğrenin, ondan sınava girmenin ötesinde, tarihi doğrudan kendisinin yazmasına fırsat tanır. Çünkü o görüşme sonrası yaptığı kayıt, arşivlediği ya da not ettiği ödev aslında yeni bir tarih belgesi. Başka bir yöntem, çocukların daha önce pek girmediği bir yer, komşu köy vs. seçilip sözlü tarih, oraya da uyarlanabilir. Bu şekilde çocuklar, kendi yereline ve yereldeki kültürel çeşitliliğe merak duyabilir. Yaşlı evi gibi alanlar, henüz çocuğun tanışmadığı kişilerle ya da kültürlerle bir araya gelmesini sağlayabilir. Kuşakların iletişimi, bu tecrübenin yine dikkate değer yanlarından biridir. Çocukların televizyonda büyük şehirlerin ışıkları ve olanaklarıyla haşır neşir olması ve kendi hayatlarının yaşam alanlarının değerli taraflarını görmemesi çok yaygın… Burada her gün oynadıkları oyunların değerli olduğunu ve kendisinin, her eyleminin değerli olduğunu hissetmelerine destek vermek de önemli bir paylaşım.
44
45
Çocuklar İLE Toplumsal Cİnsİyet VE SPOR İlknur Hacısoftaoğlu
Bu metinde beden ve spor alanında toplumsal cinsiyetin tezahürlerini ele alacağım. Bunun için öncelikle bugün sosyal bilimler ve toplumsal cinsiyet çalışmaları içinde neden cinsiyet değil de toplumsal cinsiyet kelimesinin kullanımının tercih edildiğini açıklamaya çalışacağım. Cinsiyet yerine toplumsal cinsiyet kelimesinin kullanılmasının arkaplanında bir sorgulama yatar. Bunu önemli bir feminist düşünür olan Simone de Beauvoir’in sloganlaşmış cümlesi üzerinden açıklamaya çalışayım; kadın doğulmaz kadın olunur. Bu cümlenin özde bize söylediği cinsiyetin, cinsiyete atfettiğimiz anlamların tarihsel ve toplumsal olarak değiştiğidir. Kadınlar ve erkekler belirli üreme organlarıyla doğdukları andan itibaren, intersex olsa dahi, belli bir cinsiyetle tanımlanmaya başlarlar ve cinsiyetine uygun olarak nasıl davranmaları gerektiğini, kadın ya da erkek olmanın ne anlama geldiğini öğrenirler. Tarihsel süreç içinde kadınlığın ve erkekliğin ne anlama geldiği, nasıl görülmesi gerektiği sürekli bir değişim içindedir. Benzer biçimde toplumsal ve kültürel olarak da cinsiyet rollerinden beklenenler değişir. Bir başka deyişle, cinsiyet statik değil, dinamiktir. Fakat toplumsal cinsiyet, sorgulayıcı bir göz için değişebilirliğinin oldukça görünür olmasına rağmen, sabit ve değişmez bir kimlik gibi algılanır. Bu kavramı güçlü ve belirleyici yapan başat etmen de ondaki biyolojikliğe referansla değişmezlik vurgusudur. Oysa bir kadın ya da bir erkek doğduğu andan itibaren nasıl davranması gerektiğini öğrenir. Nasıl bakmamız, nasıl yürümemiz gerektiğini, arkadaşımızla ilişkimizi nasıl düzenlememizin uygun olduğunu, saçımızı nasıl yaparsak daha kadınsı, nasıl yaparsak daha erkeksi görüneceğimizi, hanım hanımcık oturmanın ya da erkek gibi dövüşmenin ne demek olduğunu ÖĞRENİRİZ. İcra ederek, eyleyerek öğreniriz. Doğduğumuz andan itibaren ilk öğrendiğimiz şey cinsiyet kimliğimiz olur. Tabii bu tarihsel ve toplumsal olarak değişirken, bir yandan da şu bin yıllardır değişmez gerçek: Ataerkil toplumların içinde bu kimlikler belirleniyor. Ancak ataerkil toplumların içinde bir dönüşüm de söz konusu. Toplumsalın kanvası olan bedenlere, bedenlerin cinsiyetlendiriliş biçimi toplumsal yapı içinde sürekli değişiyor. İdeal kadının ve ideal erkeğin, güzelin ve çirkinin ne olduğu; dişiliğin gösterenleri, erkekliğin sergileniş biçimi özellikle son yıllarda büyük bir hızla dönüşüyor. Modernleşme, toplumsal cinsiyete dayalı olarak bedenin dönüşümüne daha küresel bir düzeyde etki etti. Modernleşme ve beraberinde kentleşmeyle birlikte ev ve iş yerinin birbirinden ayrılması ve bu çerçevede özel ve kamusal alanın tanımlanarak cinsiyetlenmesi kadınlığa ve erkekliğe ilişkin normlar 46
üzerinde de bir etkiye sahip oldu. Çünkü tarım toplumlarından farklı olarak iş alanı, evden ayrı bir alan olarak tanımlanmaya başlandığında kadın evde kalıyor ve erkek ev dışındaki alanda yer alıyor. Böylece kadın ve erkek mekânsal ve zamansal olarak bir ayrışma yaşıyor. Bugün biz bu ayrışmayı tarihten bu yana varmış gibi yaşıyoruz. Yani mağarada evi bekleyen ve çocuk bakan kadın ve avlanarak evine bakan erkek gibi modern zamanlar icadı bir mitimiz var ama bunun tarihsel bir karşılığı yok. Buna rağmen bugün var olan bu ayrım kadınlara ve erkeklere dair değişmez özellikler olarak kabul görüyor. Bu ayrım kadını evde nazik ve kırılgan, erkeği ise eve ekmek getiren, güçlü ve mücadeleci olarak kuruyor. Bedenlere ilişkin toplumsal normlara doğrudan etki eden bu kurgu ideal beden temsilinden popüler kültür ürünlerine kadar kadınların ve erkeklerin her türlü bedensel eylemine etki ediyor. Bedensel eylemlerimizin ilk biçimi çocuk oyunlarında karşımıza çıkıyor. Oyunlar hayata ilk adımlarımızda onu öğrenmenin en önemli yolu. Çocuk, etrafındaki koca dünyayı oyunlar aracılığıyla anlıyor ve dolayısıyla da kimliğine ilişkin biçimlendirmelere de ilk oyunlar aracılığıyla maruz kalıyor. Cinsiyet kimliği oyunlarda çok belirgin bir ayrım yaratıyor. Mavi erkeklere, pembe kızlara; tabancalar erkeklere, bebekler kızlara; tabak çanak kızlara, yarış arabaları ve top ise erkeklere. Peki oyuncaklar çocuklara ne söylüyor? Oyuncaklar diyor ki kız çocuklarına ‘daha çok evinizde kalın ve ev işleriyle, bakımla ilgilenin’. Oğlanlara ise ‘çıkın ve hayata karışın, arabaya binin, iş yerinize gidin, fiziksel olarak aktif olun, güçlü olun, gerekiyorsa savaşın’. Oyunların, günümüzde yaygın bilgisayar oyunları dışında, birçoğu fiziksel aktivite içeriyor. Günümüz oyunlarında fiziksel olarak aktif olmayı gerektiren oyunların çoğu ise oğlanların oyunları. Kız çocuklarının en çok oynadığı oyuncaklar ince “mükemmel” bedenli bebekler. Güçlü bedenler yerine ince ve hareket edebilmesi zor bu bedenlerle kız çocukları pasif ve güzel görünmeye dönük biçimlenmiş bir beden düşüncesiyle büyüyorlar. Kadın, kendini bu biçimde daha çok ‘görülen, bakılan pasif bir nesne’ olarak konumlandırıyor. Susan Bordo bir biçimi de zayıflık çılgınlığı olan ideal kadın bedeninin inceliğine yapılan vurgunun anoreksiya nervoza rahatsızlığıyla kendini gösterebildiğini, bu rahatsızlığın cinsiyete göre incelik, narinlik üzerinde oluşturduğu baskının billurlamış hali olduğunu söylüyor. Bu ayrımlar çeşitli mitlerden besleniyor ve çeşitli mitleri besliyorlar. Kadın narindir, erkek güçlüdür; kadın zayıf, erkek kaslı güzeldir. Kadın kozmetikle kendini güzelleştirmeye çalışır, erkekse doğal görünümüyle vardır. Kadın zarif ve yavaş hareket etmelidir, erkekse birçok sporda aktif ve hareketlidir. Dolayısıyla, bütün bunlar, kız çocuklarının kadınlara, oğlanların erkeklere dönüşümü yetişkinlik hayatımızda bir şeylere neden oluyor. Mesela araba kullanmak erkeğe aittir. Hareket eder, kamusal alanda yol alır, kendisine ait 47
alanlarda dolaşabilir. Teknik olan bir alet kullanır çünkü teknik olan da erkeğe aittir. Bir taraftan tabanca güçlü erkeğe aittir ve şiddet içerir. Başka bir insanı öldürmek için kullanılır ama yine erkeklik türünün bir parçasıdır. Kadınlar evleri kuruyor, yemek yapıyor, çocuklara bakıyor. Çocukluğun ilerleyen dönemlerinde cinsiyet ayrımlarının etkisinin arttığını gözlemliyoruz. Ergenlik dönemindeki kız ve oğlanların yapmaya çalıştığı şey kendi kimliklerini bulmaktır ve kendisini ötekisinin gözüyle görmek en çok bu dönemde yoğunlaşır. Bu yüzden bu dönemde toplumun onu nasıl gördüğü çok önemlidir. Hem Amerika’da hem Türkiye’de yapılan araştırmalar, ergenlik döneminde sporu bırakanların ya da yaşları ilerledikçe beden eğitimine yönelik tutumları daha olumsuz olanların oranının kızlarda daha yüksek olduğunu gösteriyor. Ergenlik döneminde çok daha fazla kız sporu bırakmaya başlıyor. Ve bedenine yönelik olumsuz tutumları yoğunlaşıyor. Iris Young’ın “Kız Gibi Fırlatmak” adlı çok güzel ve çokça referans verilen bir makalesi var. Bedeninizi açarak değil de kapatarak, daraltarak narin ve kırılgan kurmanız gerektiği size söylendiğinde bu sizin yapabilirliğinizi etkiliyor. Size sınırlar çiziyor ve neyi yapabileceğiniz değil, neyi yapamayacağınızı öğretiyor. Kadına kamusal alanda mümkün olduğunca bedenini kapaması gerektiği öğretilirken erkeğin kendini açması ve alanı kaplaması anlatılıyor. Çünkü erkekseniz kamusal alan size ait, istediğiniz gibi kaplayabilirsiniz. Ama bu erkeklerin de bu alanda dezavantajlı olamayacağı anlamına gelmiyor. Erkekler için de belirlenen sınırlar güçlü olma zorunluluğu üzerinden çiziliyor. Erkekler için uygun görülen sporlarda, futbol gibi, başarılı olmayan ya da bu oyunları sevmeyen çocuklar için yaşam zorlaşabiliyor. Dolayısıyla erkeklik, bir değil ve erkeklerin deneyimleri birbirinin aynısı değil. Dolayısıyla biz çocuklarla oyun oynatırken sadece o güçlü koşan erkeklerle karşılaşmayacağız. Bunun dışında kalan, kendini “dışarıda” hisseden çocuklarla da karşılaşacağız. Ve aslında onu da öyle hissettiren şey, bu bahsettiğimiz sistem. Dolayısıyla kendisini erkeğe ait görünmeyen bir alanda ifade etmek isteyen çocukların, beden eğitimi dersinde, bütün diğer çocuklar futbol oynarken voleybol oynamak isteyen erkek çocuğunun ya da arkadaşlarıyla çizgi oynamak isteyen erkek çocuğunun dışarıda kalmasına, ezilmesine ve alay edilmesine duyarlı olmak gerekiyor. Bütün bu nedenlerden dolayı çocuklarla oynarken dilimize çok dikkat etmemiz gerekiyor. ‘Kız gibi oynama’ dediğimizde sadece kızları değil, erkekleri de yaralamış oluyoruz. Dışlama pratiklerinin farkında olmamız gerekiyor ki onları nasıl oyuna içerebileceğimiz üzere kafa yorabilelim. Eğer biz dışarıda kalan çocuğa ‘hayır işte canım, sen de niye ağlıyorsun’ dersek bu, onun üzerinde daha çok baskı oluşturuyor. Aslında burada konuştuğumuz o dışlama pratiklerinin ezici biçiminden birine maruz kalmış oluyor. Çocuk, oyun içinde haz duyduğu için var olmalıdır. Çünkü her çocuğun oyun oynamaya hakkı var 48
ve her çocuğun kimliği nasıl olursa olsun oyundan zevk alma hakkı var. Bütün bu temel üzerinden hareket ediyor olmamız gerekiyor. Bizim yapılandırabildiğimiz ve müdahale edebildiğimiz oyun ortamlarında kızlar ve oğlanlar özellikle on yaşından küçüklerse bir arada oynatabiliriz. Toplumsal cinsiyete dayalı bariyerleri kırmak için bir arada oynatmak, zaten teşvik edilen ve olması gereken. Çünkü kızlar ve oğlanlar bir arada oynadıkça bedenlerinin birbirlerinden aslında o kadar da farklı olmadığını, yapabildiklerinin ortaklaştığını görmüş olurlar. Metni her şeye rağmen diye bitirebiliriz. Foucault’un söylediği gibi, iktidarın olduğu her yerde direniş de var. O yüzden kadınlar, kadın hareketiyle eşitlik ve özgürlük talep ettiklerinde ilk direniş biçimlerinden biri bisiklete binmekti. Çünkü bisiklet kadınlara hareket deneyimi sağlıyor. Vücudunu, Viktoryen dönemdeki korseli kadınlardan farklı kurmak isteyen, pasif olandan aktif ve güçlü olana dönüştürürken kadınların söylemeye çalıştığı şey kamusal alanda hareket eden, tek başına bisiklete binen bir kadını göstermek. Hareketli ve aynı zamanda bisiklete bindiğindeki kıyafetiyle de kendisine çizilmiş rolün dışına çıkan bir kadın. Bugün de kız çocukları, her şeye rağmen dünyada fiziksel olarak daha aktif olarak devam ediyorlar, daha çok şey talep ediyorlar. 2012 Londra Olimpiyatları bütün branşlarda kadınların katıldığı ilk olimpiyat oldu ve bütün ülkelerden kadın sporcular olimpiyatlardaydı. Rio Olimpiyatlarında yetmiş küsür Lgbti sporcu kendini ifade etti ve bir aktivist gibi yer aldı. Sadece sporcuların değil, bunun dışında kız çocuklarının da aktif olmayı daha çok talep ettiği bir dünyada yaşamaya başladık. Neyse ki çok güçlü kız çocukları ve kadınlar görünür olmaya başladı. O yüzden mücadeleye devam etmek için gerçekten zeminimiz var. Ve güçleniyoruz da hep birlikte. Ve bunu da bütün bu yaptığımız çalışmalarla mümkün olabileceğini düşünüyorum. Oyunları oynatırken bütün bunların farkında olmak, cinsiyet kimliklerinin, davranış kodlarının farkında olmak bizim için çok önemli. Eğer biz onları gördüğümüzde doğallarmış gibi, zaten olması gerekenlermiş gibi kabul edersek bütün bu dediğimiz şeyleri yeniden üretmiş olacağız. Bunlara müdahale edememiş olacağız. Bu yüzden cinsiyet rejiminden sıyrılmak bir yandan çok zor. Çünkü gerçekten gündelik hayatımızın içine çok sinmiş ve doğal olarak kabul ettiğimiz bir şeyi sarsmaktan bahsediyoruz. Bu ikili kabulü ve onlar arasındaki hiyerarşiyi sarsmaktan bahsediyoruz. Ve bu, bizim için oldukça sancılı. Kendi kimliğimizi kurarken de çok zor. Ama çok güçlendirebilecek bir şey aynı zamanda. Çünkü neyi, ne için istediğini ve daha iyi nasıl güçlenebileceğini biliyorsun. Bu sadece kadınlar için değil bence erkekler için de çok güçlendirici ve bu, onların da bütün bu biçimlendirmenin dışına çıkma talebi… Tabii, kadınlara destek değil, kendi erkekliklerini sorgulama diyoruz. Bu nedenle bir erkeğin ‘benim üzerimde nasıl bir baskı var’ sorgulamasının çok özgürleştirici olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bütün bu şeylere, umuyorum, kafa yormaya devam edebiliriz. 49
IIIRİZE’DEN OYUNLAR
50
51
ÇUDUR Hazırlık Oyun dış mekanda, en az 6 kişi ile iki takım oluşturularak oynanır. 6 tane dikili taş kullanılır. Süre 25-30 dakika Oyuna Giriş Çamlıhemşin’in Şenyuva, eski adıyla Çinçiva köyünde yaşlı bir teyzeden dinlediğimiz bu oyun, çocukların köyde dışarıda oynadığı bir oyundur. Çocukluğunun bir kısmını, ailesinin iş bulmak için gittiği Erzurum’da geçiren teyze, çudur oyununu orada da oynarmış. Çinçivalı teyze Hemşince dilinin çoktan unutulduğunu söylüyor. Oyunun Amacı Çocuklar, iki takım oluştururlar. Her bir grubun sorumlu olduğu 3’er dikili taş vardır. Çocuklar grup arkadaşlarıyla beraber sırasıyla bir başka taş yardımıyla dikili taşı yıkmaya çalışırlar. Yönerge İki takım oluşturulur. Takımlar en az 3 kişiden oluşmalıdır. Oyunda 6 adet dikili taşa ihtiyaç vardır. Bir de o taşları yıkabilmek için elimizde tuttuğumuz bir başka taş olmalıdır. Üç kişilik gruplardan oluşan takımların sorumlu olduğu 3 dikili taş vardır. Elindeki taşla sırasıyla her bir çocuk dikili taşları devirmeye çalışır. Dikili taşları yıkmak amacıyla attıkları taş yassı ve iyi seçilmiş olursa bu işlerini kolaylaştırmış olur. İlk hangi takım tüm dikili taşları devirebilirse o kazanmış olur. Kaybeden takım kazanan takımın oyuncularını köyden belirledikleri dereye kadar sırtında taşıma, ya da devrilen taşlar uzak bir mesafede olduğu için oraya kadar sırtında taşıma gibi ceza- ödül gibi sonuçları olur. Çözümleme Önerileri - Hemşince nedir? Sizce bir dil nasıl kaybolabilir? Kaybettiği dilin “Çinçiva” gibi isimleri teyze neden hatırlıyor? Çinçiva’da Hemşince dilinin unutulduğunu söyleyen teyze, yaşadığı köyün ismini Hemşince söylüyordu. Bu soruyla çocuklar, Hemşin dili ve kültürü hakkında bildiklerini birbiriyle paylaşabilir ve bilgi birikimlerini zenginleştirebilir. Bir dilin kayboluşu ve/veya yokedilişi nasıl oluştuğuna dair fikir yürütebilir. Bazı kelimelerin kalmasının değeri ortaya çıkartılabilir. 52
- Erzurum’a ailesiyle göç eden teyze, evinden uzakta iken neden çudur oynamaya devam etmiş? İnsanlar göç ederkenyanında neler götürebiliyor? Bu soruyla aidiyet hissi, göç etmenin zorlukları üzerine konuşulabilir. Göç eden kişinin bildiklerini başka çocuklarla paylaşmasının, bu zorluklarla baş etmenin bir yolu olup olamayacağı tartışılabilir. Akrabaları arasında göç etmiş olan çocuklar varsa, yakınları memlekete döndüklerinde yeni şeyler gösterip göstermediği konuşulabilir. - Dikili duran taşları herkes yıkabildi mi? Daha çok yıkanın davranışları değişti mi? Gruptakilerin ona karşı davranışları değişti mi? Bu soruyla, başarıların davranışlara nasıl yansıdığı, başarılı bir hamleden sonra ne gibi tepkiler verildiği üzerine konuşulabilir. Gruptaki diğer oyuncuların, başarılı olan oyuncuya karşı davranışlarının nasıl değiştiği tartışılabilir. Bu sorular, grubun dinamiklerine göre değişkenlik gösterebilmektedir. - Elinizdeki taşla dikili duran taşları dağıtabilmek için nasıl bir yol izlediniz? Atış çeşitliliği var mıydı? Bu soru ile oyunda kullanılan tekniklerin neye göre şekillendiği üzerine düşünülebilir. Bir kural mı konuldu yoksa herkes kendi geliştirdiği teknikle mi taşını attı, bunun üzerinden tartışılabilir. Oyunda geliştirilen stratejiler ve yaratıcılık üzerine konuşulabilir.
53
Çudur oyunu
54
KAZLARIM İÇERİYE Hazırlık 10 kişi ile oynanan bu oyunda, alanda iki kale belirlemek için yere çizgi çizilir. Süre 30 dakika Oyuna Giriş Rize’nin çeşitli yerlerine göç edenler arasında Kars’lı ve Muş’lu Kürtler de vardır. Kars’ın ve Muş’un çocuklarının da oynadığı ‘kazlarım içeriye’ oyunu, bölgenin barındırdığı kaz hayvancılığından esinlenerek oluşturulmuş. Kazları çağıran çoban, hayvanlarına elini ağzının önüne vurarak “Eeeeee!” diye seslenirmiş. Bu seslenme, bölgede çok kıymetli olan kazların kaybolmaması çok önemlidir. Oyunun Amacı Bir kalede duran “kazlar”, “kurtlara” yakalanmadan diğer kalede duran “kaz sahibine” ulaşmaya çalışır. Yönerge En az bir kaz sahibi ve en az iki kurt belirlenir; grubun çoğu kaz olur. Kaz sahibi kazları çağırır. Kazlar, “Eeeee!” diye bağıran sahiplerine koşarak ulaşmaya çalışır. Ancak yolda kurtlar vardır. Kurtlar yakaladıkları kazları kenara götürür. Sahibe ulaşan kazlar hep beraber sevinir. Çözümleme Önerileri - Bu oyunun adı sizce neden ‘kazlarım içeriye’, hiç düşündünüz mü? Bu soru ile kazların en çok nerede yaşadığı üzerinden, Kars’ın oyunu olan bu oyunu anlatarak Kars’ta yaşayan çocuklardan bahsetmek mümkün olabilir. - Bu yörede kimlerin yaşadığını biliyor musunuz? Bu soru ile orada olan bütün kimliklerin konuşulması ve kültürel çeşitlilik üzerine bir diyalog şansı doğabilir. - Bu oyunda kaz, kurt ya da çoban olmak sizin için ne ifade etti? Hangisini oynarken en çok keyif aldınız? Bu soru ile oyunda ayrı ayrı aldıkları rollerin onların üzerindeki etkileri, ne hissettikleri konuşulabilir.
55
LAZBORD Hazırlık Oyun dış mekanda, bir tane esnek tahta kullanılarak oynanır. Bu tahta ile engebeli bir zeminde tepeden başlayarak kayılır. Oyuncu sayısında bir sınırlama yoktur. Süre 25-30 dakika arası Oyuna Giriş Lazbord, eski adı Viçe, şimdiki adı Fındıklı’da yaşayan bir amcadan dinlediğimiz bir oyundur. Trabzon’dan Viçe’ye göç etmiş olan bu amca, ‘belki Rumuz belki Ermeniyiz bilmiyoruz ne olduğumuzu’ diye anlatıyor. Günümüzde festivalleri yapılan Lazbord oyununu o, Trabzon’un karlı tepelerinde oynarmış çocukken. Lazbord, “Laz” kelimesi ve İngilizce’de ‘tahta’ anlamına gelen ‘board’ kelimelerinden türetilmiştir. Oyunda kullanılan tahta, her çocuğun özenle hazırladığı yontulmuş ağaçtan yapılır. Lazbord için kullanılan tahta, sadece evlerin kaplamasında kullanılan tahtadan da yapılabilir. Bir anlatıcı, eskiden evlerin kaplanmasında kullanılan tahtaların esnek olduğunu ve bu yüzden de oyun oynarken özellikle bu tahtaları tercih ettiklerini aktardı. Oyunun Amacı Oyuncuların kendi yaptıkları lazbordlarla, tahtaları parçalanmadan tepe noktadan bitiş çizgisine ulaşmaları beklenir. Çocukların ağaçtan ya da evlerin kaplamasında kullanılan tahtadan yaptıkları lazbordların onların el becerisini geliştirdiği söylenebilir. Yönerge Çocuklar kendilerine, yontulmuş ağaçtan ya da evlerin kaplamasında kullanılan tahtadan faydalanarak lazbord yaparlar. Bir tepe belirlenir ve herkes kendi yaptığı lazbord ile belirlenen tepeden kaymaya başlar. Çözümleme Önerileri - Daha önceki adı Viçe olan bu yerin şimdiki adı neden Fındıklı olabilir? İlçenin değişen ismi üzerinden Viçe’nin anlamı konuşulabilir. Viçe’nin hangi dilde olduğu sorularak buradaki kimlikler üzerine konuşma fırsatı doğabilir. - Trabzon’dan Viçe’ye gelen bu amca, sizce bu oyunu orada kimlerle oynardı? Bu soruyla hem Trabzon’da kimlerin yaşadığı hem de bu oyunu nerden 56
öğrenmiş olabileceği üzerine konuşulabilir. - Eskiden karlı tepelerde oynanan bu oyun günümüzde hangi koşullarda oynanıyor olabilir? Günümüzde daha az kar yağması, doğada yaşamın yapısal koşullarının değişmesi ve iklim değişiklikleri gibi konular üzerinden doğa ile ilgili konuşmanın imkanları yaratılabilir. - Lazbord’un daha hızlı kayması için ağacı sizce ne şekilde yontmak gerekir? Bu soru, çocukların kendi ürettiklerine dair konuşmaya ve onları değerlendirmeye imkan tanımaktadır. Yaptıkları lazbord’un daha nitelikli olması ya da farklı koşullarda da kullanılabilir olması için neler yapılabileceği birlikte değerlendirilebilir. - Bu oyunu oynarken daha hızlı bitiş çizgisine ulaşan arkadaşınızın bitiş çizgisine ulaşmasında sizce fiziksel özellikleri mi etkili oldu? Oynanan oyunda daha hızlı sonuca ulaşmanın fiziksel özelliklerle ya da biyolojik cinsiyetle bir ilgisi olup olmadığı tartışılarak başarıya ulaşmaya yüklenen anlam beden ve cinsiyet rejimi açısından irdelenebilir. Bedensel özelliklerin toplumsal anlamları tartışılarak bu anlamlarla yeniden üretilen güç ilişkilerine değinilebilinir.
57
TSUKKANİŞİ Hazırlık Oyun dış mekanda, bir çubuk yardımı ile en az 4 kişi ile oynanır. Belirlenen bir çizgi, bir nokta seçilir. Süre 25-30 dakika arası Oyuna Giriş Eski adıyla Viçe olan Fındıklı’da kitabevi sahibi Laz bir amcadan dinlediğimiz bu oyun, çocukken dışarıda oynadıkları bir oyunmuş. Çocukluğu Laz ve Hemşinliler arasında geçtiği için, iki halkın da kültürüne hakim olarak büyümüş. Büyüdüğü yerde Lazlarla Hemşinlilerin çocukken beraber çok oyun oynayamadıklarını anlattı. Hatta Lazlar da kendi aralarında, aynı mahalleden değillerse oynayamazlarmış. ‘Coğrafya biz istesek de bize izin vermedi’ diye anlattı. Oyunların isimleri ise halklar arasında değişiklik gösterse de aslında aynı oyunları oynamışlar. Oyunun Amacı Takımlardan biri, çubuğu karşı takımın almaması için sert vurup daha çok zıplamasını sağlamaya çalışır. Karşı takım ise çubuğu havada yakalamaya çalışır. Yönerge İki takım oluşturulur. Takımlar en az iki kişiden oluşmalıdır. Bir tane çubuk bulunur, bu bir dal ya da tahta parçası olabilir, ve çubuğun her iki tarafı sivri hale getirilir. Bir çizgi belirlenir. Her iki takım, karşısındaki takımın olduğu tarafa çubuğu atmaya çalışır. Oyuncu çubuğu, kullanmadığı eliyle ters yöndeki kulağını tutarak atmalıdır. Bu, oyunu zorlaştırmak için konulmuş bir kuraldır. Karşı takım atılan çubuğu havada yakaladığında puan kazanır, yakalayamadığında ise puan kaybeder. Oyun bu biçimiyle beyzbola benzetilmektedir. Çözümleme Önerileri - Bu oyunu neden Laz çocukları diğer çocuklarla değil de sadece birbirleri ile oynamış olabilir? Bu soru, çocukların Lazlar, Hemşinliler, Gürcüler veya Lomların kim olduğunu, nasıl yaşadıklarını sorabilmesine olanak tanıyabilir. Bundan farklı olarak, diğer çocuklarla birlikte oynamamanın bir nedeni olarak coğrafyanın olumsuz koşullarına işaret edilirse doğanın yaşamımız ve kurduğumuz ilişkiler üzerine etkilerine dair tartışma şansı bulunabilir. - Çubuk en çok kimin elinde kaldı? Çubuğu hiç atamayan oldu mu? Neden? 58
Bu soruyla baskın kişiliklerin sözlü olmayan yollarla nasıl ortaya çıkabildiğini konuşulabilinir. - Çubuk elinizdeyken heyecan hissettiniz mi? Çubuğu attığınızda ne hissettiniz? Heyecanınız atış için gerekli olan konsantrasyonunuza etki etti mi? Normal hayatta duygularınıza hakim olmaya çalıştığınız durumlar oluyor mu? Bu tür sorular, duygular üzerine konuşmaya fırsat verebilir. Duygularına hakim olmanın ne tür zorlukları olduğu, duygularını gizlemenin veya ifade etmenin arasında ne tür iyi ve kötü etkileri olabileceği konuşulabilir. - Hiç konuşmadan anlaşmak, karar vermek mümkün mü? Bu oyunda nasıl anlaştınız? Sözsüz iletişim üzerine konuşmaya fırsat verebilir. - Çubuğu atarken havada yakalama esnasında çubuğun size zarar vermemesi için ne yapıyorsunuz? Bu soru ile oyuna dair geliştirdikleri strateji öğrenilebilir, konuşulabilinir. - Oyuncular, oyuna başlarken ekiplerini kız - erkek karışık oluşturmuşlarsa bunun nedeni ne olabilir? Toplumsal cinsiyet algısıyla ilgili konuşulabilinir. - Çubuğu atarken bir sıranın oluşmasının nedeni sizce ne olabilir? Bu soru ile birbirini bekleme ve birlikte hareket etmeye dair konuşmanın imkanı doğabilir.
59
MET - DEĞNEK Hazırlık Dış mekanda oynanan bu oyunda ağaç dalları ve çam ya da ladin ağacından kesilmiş bir parça kullanılır. 2 takım oluşturulur. Takımlar en az 4 ya da 5 kişiden oluşmalıdır. Süre 45 dakika Oyuna Giriş Met, Ermenicede ‘bir’ anlamına gelir ve oyunun bir diğer ismi de değnek’tir. Çamlıhemşin’de yaşayan muhtar amcadan dinlediğimiz bu oyun, Pokut yaylasında oynanırmış. Çocuklar için doğanın yaşam alanı olduğunu söyleyen muhtar amca, ‘ağaçlar, toprak, su birer oyun aracıydı’ diyor. Bu oyunu yayladaki bütün çocukların bir araya gelerek birlikte oynadığını anlatan amca, ‘yaylada bütün gün oyun oynardık’ diye anlatıyor. Oyunun Amacı Oyunun amacı, daire şeklindeki çukurdan met’i uzaklaştırmamaktır. Met’e ne kadar iyi vurulursa o kadar uzağa gider. Ve böylece oyunun süresi uzayacaktır. Süre uzadıkça hem met’in çukura denk gelme şansı artar hem de oyun zorlaşır. Yönerge 4 ya da 5 kişilik iki takım oluşturulur. Toprağa yuvarlak bir daire şeklinde çukur açılır. Bu çukurun içine bir ağaç dalı yerleştirilir. Ağaç dalının üstüne çamdan veya ladinden kesilmiş bir parça koyulur. Başka bir sopa yardımı ile çukura yerleştirilen ağaç dalına vurulur. Karşı takım sopayı havada yakalarsa yakaladığı sopayı tekrar kazılan çukura doğru atar. Kim daha hızlı çukura yeniden denk getirirse oyunu kazanmış olacaktır. Çözümleme Önerileri - Oyundaki sınırlar sizin için ne ifade ediyor? Oyunda çizilen sınırlar, oyunun içeriği ve sınırın onlara ne ifade ettiği ya da ne hissettirdiği konuşulabilinir. - Oyunda olmasını istemediğiniz kurallar var mıydı? Şu kural olsa daha iyi olurdu, dediğiniz ve eklemek istediğiniz bir kural oldu mu? Oyundaki kuralların onlarda ne düşündürdüğü üzerine konuşulabilir ve kendi kurallarını yazmaları, oyunun stratejilerini kendilerinin belirlemesine olanak tanıyabilir.
60
- Daha önce bu oyuna benzer bir oyun oynadınız mı? Oyunun başka yörelerde değişen isimleri ortaya çıkabilir. Bu durum, kültürel çeşitlilik üzerine konuşabilme imkanı yaratabilir. - Oyunu kazanınca veya kaybedince neler hissettiniz? Bu sizce bir yetenek oyunu mu? Kazanmak ve kaybetmek ile ilgili değişen duygu durumları üzerine konuşulabilir. Oyunun yetenekle ilişkisi sorgulatılırken yeteneğin kuvvet ve beceri güç ile ilişkisi üzerine de sohbet edilebilir. Kuvvet ile beceri üzerine düşünürken toplumsal cinsiyet rollerine atfedilen farkların gerçeklikten ne kadar uzaklaşabildiği durumlar konuşulabilir.
61
KOZAKLAR VE HIRSIZLAR Hazırlık Oyun dış mekanda oynanır ve belirli bir alan seçilir. Oyun için tebeşir gereklidir. Oyun 10 kişi oynanır, iki takım oluşturulur. Süre 40 dakika Oyuna Giriş Rize’nin çeşitli yerlerine yerleşen Rusların çok eski bir çocuk oyunudur ‘’kozaklar ve hırsızlar’’. Özgür ruhlu ve maceracı olan kozaklar bir halk değil, Rusya’nın çeşitli yerlerinde bu hayat biçimini tercih eden insanlara denilir. Zamanla cesaretleri ile ünlenen bu insanlar Rusya’da Çar‘ın ordusuna katılıyorlar. Oyunun Amacı Hırsızların nerede saklandığını bulmaya çalışan kozaklar, aralarında gizli belirledikleri şifreyi çözmeye çalışırlar. Yönerge Hırsız olan takım bir gizli şifreye karar verir, bu bir kelimedir. Kozakların gözü kapalı durur ve hırsızlar saklanır. Kozakların onları bulması için, hırsızlar tebeşir ile çeşitli yerlere izler bırakır. Onları bulan kozaklar hapishaneye götürüp gıdıklayarak veya başka yöntemlerle gizli şifreyi öğrenmeye çalışırlar. Çözümleme Önerileri - Rize’de Rus var mı sizce? Rize’de kimlerin yaşadığı, Rusların nereden ve nasıl geldiği üzerinden sınır algısı konuşulabilir . - Kozak ismi nasıl hak edilmiş olabilir? Özgür ruhlu, maceracı olmak ne anlama geliyor? Kozak ismi üzerinden özgürlük ve maceracı olmak gibi kavramları ve kozak isminin anlamı üzerinden oyunun içeriği konuşulabilir. - Sizce Kozaklar güçlülerin mi yanında durmuşlardır? Neden Rus Çarı ordusuna katılmış olabilirler? Güç ilişkileri bağlamında Kozakların kimlerin yanında olduğu konuşulabilir, Rus Çarının yanında olmalarının bu güç ilişkilerinin neresinde durduğu ve güçlü olmak üzerine konuşulabilir. - Hırsızlar kimleri temsil ediyor? Hırsız olanı yalnızca Rus olmayanların mı temsil ettiği üzerinden hırsız olmanın 62
bir kimliği alabilir mi, tartışılabilir. Biz ve bizden olmayan ‘öteki’ algısı üzerine konuşulabilir. - Hırsız olmak mı daha çekici sizin için Kozak olmak mı? Hırsızlık, cesaret, güç, erdem, macera gibi oyunda karakterlere ait olan tüm özelliklerin gerçek hayatla bağı kurularak onlar için ne ifade ettiği üzerine konuşulabilir. - Hapishane nerede konumlanıyor? Hapishane deyince aklınıza ne geliyor? Hapishanelerin konumu üzerinden bir mekan algısı üzerine konuşulabilir. Hapishanelere ihtiyaç olup olmadığı ve bir cezalandırma modeli olarak hapishanelerin işlevi üzerine konuşulabilir. - Oyunda dokunularak ceza verilmesi size kendinizi nasıl hissettirir? Dokunmanın her kültürde anlamı başka başka olduğu için temasın hissettirdikleri üzerine konuşulabilir ve önceden belirlenmiş bu temaslı kural yerine alternatif tartışılabilir. - Gruptan bir arkadaşınız şifreyi söylediğinde nasıl davranırsınız? Oyunun bozulmasına yönelik alacakları tutum ve kuralların bozulmamasının kesinlik içerip içermediği konuşulabiliyor.
63
TOMBİLİS Hazırlık Dış mekanda oynanan bu oyunda üst üste dengede durabilecek dokuz adet taş seçilir. Ve bir tane top gerekmektedir. Kalabalık oynanan bu oyun, en az 4’er kişiden oluşan iki takım ile oynanır. Süre 30-40 dakika Oyuna Giriş Lazların ‘tombilis’ diye adlandırdıkları oyun, Türkiye’nin başka yerlerinde ‘dokuz taş’ olarak bilinir. Bu oyunu çocukluğunu İkizdere’de geçirmiş bir amcadan dinledik. İkizdere 1200’lerin başından 1400’lerin ortalarına kadar Trabzon - Rum İmparatorluğunun parçası olduktan sonra Osmanlı’da ‘Kuray-ı Sab’ diye bilinirdi. Dokunulmamış doğasında yetişen çiçeklerden çıkan balı ile meşhur olan vadide, çocuklar tombilis oynarken eğlenceli olması için en kalabalık gruplar oluşturarak oynarlarmış. Oyunun Amacı Takımlardan biri tarafından yıkılmış olan dizili taşları tekrar dizerken bunu, diğer takımın atacağı toptan kaçarak yapmak gerekir. Yönerge İki takım belirlenir. Dokuz tane taş üst üste koyulur. Dizili taşlara eşit mesafelerde duran çocuklardan biri, taşları top ile devirir. Taşlar devrilince oyun başlar. Taşları topla devirmiş olan takımın amacı, taşları tekrar üst üste dizmektir. Diğer takım ise birbirine topu atarak taşları dizen takımı top ile vurmaya çalışır. Top ile vurulanlar elenirken takımın geri kalanı taşları dizmeye devam etmeye çalışır. Takımlar ardından yer değiştirerek oyunu tekrar oynar. Çözümleme Önerileri - Tombilis oyununu daha önce hiç duydunuz mu? Sizce ismi hangi dilden gelmiş olabilir? Yaşadıkları yerde farklı dillerin kullanılmasıyla ilişkili olarak kültürel çeşitlilik üzerine konuşulabilinir. - Tombilis oyununu sizin oynadığınız herhangi bir oyuna benziyor mu? Tombilis oyunun bugünkü oyunlarla bağını kurarak eskiyle yeninin benzerliğini ve farklılığını konuşmak mümkün olabilir.
64
- Oyunun takım oyunu olması size neler hissettirdi? Oyunda ‘kaçmak, kazanmak’ neler hissettirdi? Oyundaki takım olmanın çocuklarda hissettirdiklerini konuşurken ‘kaçmak, kazanmak’ gibi kavramlarla güç ilişkilerinin onlarda yarattığı etki üzerine konuşma imkanı doğabilir.
65
XANEŞİ Hazırlık Bir adet yassı taş ve tebeşire ihtiyaç olacaktır. Tebeşir ile birbiri ile bağlantılı kareler çizilir. En az 2 kişi ile oynanır, oyuncu sayısında bir kısıtlama yoktur. Süre 30 dakika Oyuna Giriş Fındıklı Merkez’de kitabevinde tanıştığımız abinin anlattığı bu oyun, seksek oyunun çok benzeridir. Bu abi, Lazcayı iyi biliyor ve elinden geldiğince çocuklara öğretip unutulmamasını sağlamaya çalışıyormuş. İki kültürün de etkisinde büyümüş ve bu durumdan çok memnun olduğunu dile getiriyor: “Normalde Çamlıhemşinliyim. Ama Fındıklı’da büyüdüm. Dedem esnaftı, kışları buradaydık. Bir ya da bir buçuk ay köyde ve yaylada olurduk. Yarı Laz yarı Hemşinli büyüdüm. İki kültürü de iyi biliyorum.’’ Oyunun Amacı Yere tebeşir ile çizilen karelere değmeden ve bu karelerin dışına çıkmadan başlanılan noktaya geri dönülmesi gerekir. Yönerge Yere 8 haneli olacak şekilde kareler çizilir: İlk kare ve 2. kare, seksek’teki gibi birbiri ardına gelir. 3. ve 4. kare, ikinci karenin ardına yanyana olacak biçimde çizilir. 5. ve 6. kare de aynı şekilde yanyanadır ve üçüncü ve dördüncü karenin oluşturduğu sıranın ardına gelir. Ve son olarak beşinci ve altıncı karenin ardındaki yedinci ve sekizinci kare de yanyanadır. Yassı bir taş bulunur ve taş ilk kareden başlanarak karelerin içine atılır. Atılan taş, tek ayak üstünde, karelerin içine zıplayarak alınması gerekir. Bu, sırasıyla bütün karelere zıplanarak devam eder. Tüm karelere basan ve her seferinde başlangıç noktasına geri dönebilen oyuncu kazınır. Taşı istenilen kareye isabet ettiremeyen, karelerin çizgilerine değen ya da dengesini kaybeden oyuncu oyuna baştan başlar. Çözümleme Önerileri - Xaneşi’nin ne demek olduğunu biliyor musunuz? Sizce bu oyun hangi dilde olabilir? Lazların oyunu olan xaneşi üzerine konuşurken orada yaşayan bütün kimlikler üzerine de konuşabilme imkanı doğabilir. - Xaneşi bugün oynadığınız hangi oyuna benziyor? Seksek oyunu ile karşılaştırılarak dünün eski çocuk oyunları üzerine kültürel miras konuşulabilir. 66
- Xaneşi daha çok kızların oynadığı bir oyun olduğu söyleniyor, sizce bu neden böyle olabilir? Bu oyunun cinsiyet kimlikleri üzerine etkisi konuşulabilir. Bu kimliklere yüklediğimiz toplumsal anlamlar ve cinsiyet rejimi ile ilgili bir tartışma yürütülebilir. - Karelerin çizgilerine tek ayak basmamaya çalışmak sizi zorladı mı? Bunu yapamadığınızda neler hissettiniz? Dengede durmak, konsantre olmak, vücut hakimiyeti üzerine sohbet edilebilir. Bu tarz becerileri elde etmek için neler gerektiği konuşulabilir.
67
MİRAS - CEVİZ Hazırlık İç veya dış mekanda oynanan bu oyun, bilye gibi ceviz ya da fındıklar ile oynanır. Sert zemin için tebeşir veya toprağı çizmek için çubuk kullanılır. En az iki kişi ile oynanan oyun kalabalık gruplar ile de oynanabilir. Süre 25 dakika Oyuna Giriş Rize merkeze yakın bir köyde büyümüş olan bir amcadan dinlediğimiz ‘miras’ oyunu, Giresun’da ‘muras’ olarak da bilinir. Köydeki tüm çocukların bir araya gelerek oynadıkları bu oyuna hazırlanan çocuklar, ağaçlardan topladıkları cevizleri ve fındıkları oyundaki şanslarını arttırmak için en yuvarlak olanları bulmaya çalışırlar. Oyuna en uygun olan cevizleri ‘ellik’ diye tabir eden amca, oyunda geçilmemesi gereken çizgiye ‘ermen’ diyor. Oyunun Amacı Yere çizilen üçgenin dış tarafındaki çizgiyi [ermen’i] geçmeden parmağınla cevizleri hedef çizgisine ulaştırmak gerekir. Bu esnada diğer oyuncuların cevizlerine vurmayı başaran, vurduğu cevizlere de sahip olur. Oyunda amaç; hem bitiş çizgisine ulaşmak hem de o çizgiye elinde bir sürü cevizi kazanarak ulaşmış olmak. Yönerge Bir üçgen çizilir ve üçgenin bitiminde bir çizgi olur. Bu çizginin adına “ermen” denir. Çocuklar kendileri için belirledikleri cevizlerden bi tanesini alıp geri kalanı yere sererler. Yere serilen cevizlerin üçgene uzaklığı 30 cm civarı olmalıdır. Oyuncu, ermen çizgisini geçmeden cevizi parmağıyla vurarak hedef noktasına ulaştırmaya çalışır; hedef noktasına ulaştırılan cevizleri oyuncu geri alır. Cevizi hedefe ulaştırmaya çalışırken oyuncu, kendi ceviz sayısını arttırmak için yerdeki cevizlere vurmaya çalışır. Atılmış olan ceviz ise yerde kalır. Oyun sonunda elinde en çok cevizi olan oyuncu, oyunu kazanmış olur. Çözümleme Önerileri - Mirasın ne olduğunu bilen var mı? Giresun’da neden ‘muras’ deniliyor olabilir? Kelime anlamı üzerinden oyunun değişen ismiyle ve burada yaşayan farklı kimliklerle ilgili sohbet edilebilir. Ayrıca miras kelimesinin anlamı, neyin başkasına miras bırakılabilir, mesela oyunlar veya kültürel öğelerin miras olabileceği konuşulabilir. . - Bu oyunu oynarken neler hissettiniz? İyi oynamak bu oyunda sizin için ne demekti? 68
Oyunda hissettikleri üzerinden oyunların onlarda yarattığı duyguyu konuşma şansı bulunabilir ve iyi oynamanın gerekçelerini konuşurken güç ilişkileri üzerine konuşulabilir. - Sizce bu oyun neden cevizlerle oynanıyor? Başka ne ile oynanabilir? Oyunun materyalleri üzerine konuşmak, eskiyle yeniyi değişen koşullarla birlikte ayırt etmemize olanak tanır. - Oyunda geçilmemesi gereken çizgiye ‘ermen’ deniyor, sizce ‘ermen’ ne demek olabilir? Ermen’in ne anlama geldiği konuşularak bu kelimenin bir sınırı simgelemek için neden seçildiği üzerine sohbet edilebilir. - Oyundaki üçgenin sınırları hedefinize cevizleri atmanızı zorlaştırdı mı? Bu sınır neden çizilmiş olabilir? Oyunda çizilen sınırla birlikte, üstteki soruyla bağlantılı olarak yaşadıkları coğrafyadaki sınır, sınırın ötesinde kimlerin yaşadığı ve onlarla olan ilişkilerin biçimleri hakkında konuşulabilir.
69
TEŞEKKÜR Barışa Oyna basit prensipler üzerine kurulu olsa da duygusal olarak çok ciddi süreçler geçiyoruz. Bulduğumuz her oyunu dinlerken bir sürü yaşanmışlık ve görüşmedeki buğulu gözlere değiyoruz. Bu durum bizi de o hikayenin bir parçası yapıyor. Bu programın temelini tam da o yaşanmışlıkların parçası olmak ve kaybolanın değerini yeniden hatırlatmak niyetiyle yapıyoruz. Bize anılarına hüzün ve mutluluklarına ortak eden Rize yaşlılarına teşekkür ediyoruz. Yetişkinlerle metodumuzu paylaşmak üzere bize ev sahipliği yapan ve bu çabamızda bizi yalnız bırakmayan Çukulit Yenit Hayat Derneği’ne minnettarız. Çukulit’i bir rüyaya çevirmiş ve bize her daim destek olmuş Ayben Aydoğan’a, Selda Çeboğlun’a, İlker Kartal’a, İlker Topaloğlu’na, Cihan Babuz’a ve İrem’e teşekkür ederiz. Emeğini emeğimizle ortaklaştıran uygulama yapmamız için kapılarını açan Rize Kent Gönüllüleri Derneği’ne teşekkür ediyoruz. Atölyeye katılıp değerli fikirleriyle içeriğini zenginleştiren arkadaşlara; Filiz Türüt’e, Candan Candan’a, Begüm İltüzer’e, Aykut Alkoç’a, Beyza Öztürk’e, Cansu Balcı’ya, Tayfun Demircan’a , İlayda Önal’a, Tuğçe Ok’a ve Muhsin Üstüner’e teşekkür ederiz. Ayrıca çabalarından dolayı Abu Su Ürünleri’ne güzel yemekleri için, Erdem Ağabey’e ulaşımda bize yardımcı olduğu için, Anka Kitabevi ve Pastanesi’ne teşekkürlerimizi sunarız. Birlikte oyun oynamanın yeniden mümkün olduğu bir dünya dileğiyle.. Rize’nin Çocuklarına Sevgilerle...
BoMoVu Ekibi
70
Bomovu.org
facebook.com/bomovu
iletisim@bomovu.org instagram.com/bomovu