Boo! İkinci Dönem, Sayı 2

Page 1

ikinci dönem, sayı: 2 15 kasım - 15 aralık 2011

kitaplığı ve okuma alışkanlıklarını anlattı:

Yekta Kopan

ben tek, siz hepiniz:

Sisters of Mercy

ayın fotoğrafçı konuğu:

Erdem Akkaya

Pearl Harbor Baskını hikayeyi bir kez de Japonların tarafından anlatmalı

Ares Pink Floyd Lawrence Block Miguel de Unamuno



Önsöz “Gerçekleri Silah Yoluyla Değiştiremezsiniz!”

S

on iki üç yıldır derginin bu şeklini hayal etmekle meşgul olduğumdan, bol miktarda da hayalimde yazdığım önsözler birikmişti. Kendi çapımızda idealistiz ya, bir seferinde teknolojiye giydirecek, bir seferinde acımasız çalışma hayatının insana ne kadar boş amaçlar edindirip robotlaştırdığı üzerine fikir yürütecek, doğanın ve gezegenin geldiği duruma hayıflanacak, tüketim kültürünü eleştiren şeyler çiziktirerek karşılayacaktık okurları. Bu hayali gerçekleştirebilmenin tek yolu önsözü dergi çıkmadan önce en sona bırakmak yerine, daha en başta yazıp dergi çıkana kadar kenara koyup değiştirmemek galiba.

Geçen gün (11 Kasım) Kemal Sunal’ın 67. doğum günüydü. 30-40 yıl daha geçse elimizde bastonlar, aynı filmleri sıkılmadan izleyerek yad ederiz kendisini.

İhtiyaçları Alt Üst Eden Gerçekler Yazacaktık bir şeyler, kafa gündeme gitmeden edemedi. Kadın cinayetleri ve tecavüz haberleri, ardından bir başka “bıçak kemiğe dayandı” yalanını attıran terörist saldırılar serisi ve tanımadığı insanların meseleleri yüzünden hayatlarını kaybeden gençler… Yetmedi mi? İyi haberler bizim neyimize, Türkiye’de son yılların en şiddetli depremi bu sefer Van’ı vurdu. Yetmedi, müteahhitler sağ olsun (!) bir kere daha vurdu. Kan, şiddet, gözyaşı bir yana, sorumsuzluk, kaypaklık, insaniyetsizlik diğer yana. İşte size son bir ayın özeti. Üzülüyoruz elbette başkaları adına, ama benim moralimi esas bozan ve hayatla ilgili beklentilerimi ümitsizliğe sürükleyen nedir biliyor musunuz? Yalancıktan gelişen olayların ardından yalan mağduriyetlerin prim yaptığı bir ortamda; ölümün ve psikolojik tahribatın (ki bunların olduğu yerde bunlardan daha ciddi ve gerçek hiçbir şey olamaz) mağdur ettiği insanların uğradığı adaletsizliklerdir benim moralimi bozan. Failler hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam ederken, mağdur olanın ertesi gün bir kere daha dayak ve sopa yemesidir. Hakkını arayana, görüş alanındaki bir başkasının hakkının yenmesini önleme çabasına giren insana “Sen sus!” denmesidir. Düşene bir tekmenin resmen, bir diğer tekmenin de “neme lazım”cılaştırılan mahalle tarafından atılmasıdır. Tek başımıza kalmışız, koruyan kollayanımız, destek olanımız yok. Belki aynı hisleri hisseden, aynı düşünceleri paylaşan bir kalabalığız ama hepimiz kendi işimizden başka şeye bulaşmaz olmuşuz, “neme lazım”! Birey olmayı biraz tersinden mi anladık ne? Rastgele hayatlar yaşıyoruz işte. Haberlerde okuduğumuz her trajediden sonra kendi hayatımızı düşünüyoruz. Yaşadığımız şeyleri düşünüyoruz, kendimizi benzer durumda hayal ediyoruz (daha doğrusu, kabusluyoruz). 5 dakika sonra hayatta ve rahatta olup olmayacağımızı bilememek, kafayı bu düşüncelere taktığımızda delirtmeye başlıyor sanki. Ve bir de bakıyoruz bu rastgele hayatımızda ihtiyaçlar hiyerarşimizi ısıtmaya kısa gelir olmuş battaniyemiz, önce hayatta kalmanın derdine düşmüşüz. Bu derginin konu edindiği her bir şeyin, sağlıklı bir insanın ihtiyacı ve ruh-zihin besini olması gerekirken, her biri yine lüks haline gelivermiş. Kara Kaplı Dergi Bu ay hepimiz için biraz karanlık geçti, kimimiz için daha karanlık. Lüks olduk olmasına, yine de dergiyi yapmaktan vazgeçemedik. Sadece işte, kötü şans bizim de yanımızdaydı ve geçen sayıdaki 84 sayfadan bir forma düşerek bu sefer 68 sayfa çıktık. Bir yandan bütün ekipçe dersimizi de aldık: 3. şahıslar senin dergini asla senin kadar ciddiye almaz! Biz içeriğimizi oluştururken mümkün oldukça işimizi başkasına bağlamadan planlamalıyız ki, bu tip aksaklıklar olmasın. 68 sayfa yine gözünüzü doyurabilir, bizi doyurmuyor. Siz doyun hele zaten, bizim doymamamız iyi bir şey. Yukarıdaki başlığın yazıyla alakası da… azaldı tabi. Terör ve (yasal-yasadışı fark etmez) silahlanma üzerine içimde biriktirdiğim bütün kini dökeceğim bir önsöz üzerine düşünürken dinlediğim bir şarkıda geçen sloganvari bir sözün tercümesiydi sadece. Sonra gündem değişti. Önsöz değişti, başlık değişmesin istedim. Vaktinizi aldım, şimdi ikinci sayı sizin… Alper Demirci

Bize Yazın! Yazın ki bizim de bir “okur mektupları” sayfamız olsun. Aklınıza takılan soruları yazın, dergiyle ilgili yorumlarınızı, eleştirilerinizi, önerilerinizi yazın. Hal hatır yazın. boo@boodergi.com şeklinde adresimiz. PK bilmemkaçlı bir adres alana kadar e-posta ile idare edelim, sonrasında hakiki mektupları da bekleriz! 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 3


Ne Var Bu Ay?

15 Kasım 15 Aralık 2011 Dönem: 2 Sayı: 2

48

44

Sisters of Mercy

Lawrence Block

18 yıldır albüm yapmayı reddeden bir adamın, birkaç grupluk müzisyenle beraber hikayesi.

Komedi polisiyelerin mucidi Block ve favori karakterleri Bernie, Matt ve diğerleri burada!

62

36

42

26

Pink Floyd

Pearl Harbor

Ares

Erdem Akkaya

Dizin Ares, sf. 42 Dijital Ağıt, sf.24 Erdem Akkaya, sf. 26 Fotoğrafçının Kerameti, sf. 34 iDans, sf. 20 4 | Boo! Sayı: 1

Lawrence Block, sf. 44 Miguel de Unamuno, sf. 64 Nils ve Uçan Kaz, sf. 32 Pearl Harbor, sf. 36 Pink Floyd, sf. 62 Sisters of Mercy, sf. 48 Stars of Istanbul, sf.

22 Yağmur Şarkıları, sf. 41

Güncel, sf. 6 Ajanda, sf. 13 Sandık, sf. 30 Raftaki, sf. 52


Genel Yayın Yönetmeni Görsel Yönetmen Alper Demirci Yazı İşleri Müdürü Melis Mine Şener Koordinatörler Ali Hıdımoğlu Armağan Kanca

Muhabirler Gökçe Altınbay Günhan Oral İllüstrasyon Ersin Karakoç Soner Aktaş

32

57

Nils ve Uçan Kaz

Yekta Kopan

Avlular Adile Naşit, sf. 30 Alice Cooper - Welcome 2 My Nightmare, sf. 60 Almanya’ya Hoş Geldiniz, sf. 54 Anadolu Kartalları, sf. 54 Ankara Tiyatro Festivali, sf. 15 Antalya Piyano Festivali, sf. 18 Asansör, sf. 31 Aydın Esen, sf. 17 Batman: Arkham City, sf. 59 Behzat Ç: Seni Kalbime Gömdüm, sf. 53 Efsane Sahne: Brazil, sf. 55 Call of Duty: Modern Warfare, sf. 59 Coldplay - Mylo Xyloto, sf. 61 Derleme - Organize Oluyoruz, sf. 61 Feist - Metals, sf. 61 Florence & the Machine Ceremonials, sf. 61 Gameshow, sf. 31 İstanbul Animasyon Festivali, sf. 16 İÜ Rock Kulübü, sf. 9 Ladytron - Gravity the Seducer, sf. 60 Lou Reed&Metallica - Lulu, sf. 52

Mezarlık Kitabı, sf. 56 M.S. 2150, sf. 53 Rajon, sf. 12 Salon İKSV, sf. 19 Sıdıka Öpücük Balığı Fabrıga, sf. 56 Sineklerin Tanrısı, sf. 56 Sting - The Best of 25 Years, sf. 61 Superheavy - Superheavy, sf. 61 The Rapture - In the Grace of Your Love, sf. 60 Thievery Corporation - Culture of Fear, sf. 60 Konuk Kitaplığı: Yekta Kopan, sf. 57

Bu Sayıda Yazanlar Alper Kara, Ant Uğurdağ, Aslı Alkan, Atıl Yücel, Burak Sayın, Büke Sevindi Tanır, Ceyda Zeynep Koyuncu, Furkan Emir, Gözde Karahan, Gülin Enüst, Mert Günhan, Mert Serim, Merve Sevinç, Sinan Yorulmaz, Şener Soysal. Katkıda Bulunanlar Berkay Aşkaroğlu, Çağkan Sayın

Boo! Aylık kültür-sanat dergisi. Parası olmadığı için internetten yayın yapar. Internetten yayın yapan dergiler arasında en uzun ömürlü olanıdır. Mühim adresler: http://boodergi.com http://issuu.com/boodergi http://facebook.com/boodergi http.//twitter.com/boodergi http://myspace.com/boodergi

1 Çocukluk Yaptım, sf. 32 5 Yıl Evvel Boo!, sf. 30 80’ler Alfabesi, sf. 31 Kara Bant, sf. 58 Küstah, sf. 10 N’aptın Müdür?, sf. 58 Spoilar, sf. 8 Tarihte Bu Ay, sf. 30

Dergide imzası belirtilen tüm yazılar ile röportajlarda konukların söyledikleri, kişilerin kendilerine ait düşünceleridir ve derginin görüşü olarak kabul edilemez. Her türlü görüş, öneri, eleştiri, teklif (öhöm, iş teklifi, reklam teklifi falan) için e-posta adresi: boo@boodergi.com 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 5


Güncel

Yakın geçmişten, günümüzden ve “günümüz” diyebileceğimiz günlerden manzaraların yeri burası: Röportajlar, etkinlikler, gelişmeler...

TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı Başladı, Bitiyor Bile! Yıllar önce, İstanbul’a ilk geldiğim zaman, büyük bir sevinçti benim için TÜYAP. Bütün kitapları bir arada gördüğüm, kitap imzalattığım, öğrenci bütçesiyle indirimli epey bir kitap aldığım, üstelik de İstiklal’in sonunda bir cennet. O zamanlar henüz 17.’si idi benim katıldığım ilk fuar, ben 18. Şimdilerde TRT’nin binası olan Odakule’nin arkasındaki yerinde, daracık stand aralarında tıklım tıklım ama güzelliği paha biçilemez bir fuardı. Bu sene 30. kez yapılıyor, varın siz tahmin edin yaşımı :) TÜYAP tarafından Türkiye Ya-

yıncılar Birliği iş birliğiyle düzenleniyor Kitap Fuarı. Ne yazık ki, Beylikdüzü, TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nde. Taksim AKM önü ve başka diğer ana ulaşım noktalarından servisler kalkıyorsa da, o bina bana asla o ilk yılların sıcak havasını vermedi, veremiyor. Yine de ulaşım eskisi gibi el altı olmasa da, fuarın daha ferah feza gezildiği su götürmez. Bu seneki fuara 600’den fazla sivil toplum örgütü ile 35’e yakın ülkeden yazarlar katılıyor. Fuarın Onur Yazarı Ferit Edgü‚ ana teması ise “Umut: Düş mü‚ Gerçek mi?”. Mısır ise Necip

Mahfuz sebebi ile konuk ülke. Fuar‚ hafta içi 10.00-19.00‚ hafta sonu ise 11.00-20.00 saatlerinde ziyaret edilebiliyor. 12 Kasım’da kapılarını açan Fuar 20 Kasım Pazar 19.00`a kadar açık. TÜYAP’ın bu sene müjdeli bir haberi de var okurlara. Her sene imza kuyrukları ile konuklarını darboğaza sokan TÜYAP’ta imzalar artık imza salonlarında atılacak, böylece koridorlarda sadece kitaplarla biz olacağız. İmza için bekleşenler değil… Bu haber nasıl verilmeli bilmem, e-kitapların alıp yürüdüğü, kitap fiyatlarının el yaktığı, korsan kitapların kol gezdiği bu dönemde; kitap kokusu, kâğıt dokusu deyip akıl çelinir mi şüphedeyim. Ve fakat hiç değilse bir kere deneyimlenmesi gereken bir fuar olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Şahsım adına ben, seneler senesi görülsün der, keyifli gezintiler dilerim. -Melis

Boo!’ya duyuru yollayın! Etkinlik mi düzenliyorsunuz? Haberiniz mi var? Yeni bir şey mi çıktı? Duyurmak için boo@boodergi. com adresine e-posta atıyorsunuz. Yerimiz yettiğince duyuruyoruz. 6 | Boo! Sayı: 1

Geçen Ay

Geçtiğimiz ay içerisinde ucu kültüre ve sosyal mevzulara dokunan olaylardan kesitler: Mahsun Kırmızıgül’ün yönetmenliğini üstlendiği sinema filmlerinden sonra, ilk dizisi Hayat Devam Ediyor’un çekimlerinde bir yangın sahnesi için Ürgüp’teki bir tarihi Rum evi gerçekten yakıldı! Reyting uğruna vandallık yapılması haberinin üzerine sonradan bir yalanlama gelmiş, ev değil, çevreye yerleştirilen fasatlar yakılmış. İs lekeleri ise silinebilir boyaymış. N’apalım çocuklar, inanalım mı? Kim kötü niyetli? Yakma haberini ortaya atan gazeteci mi? Çektiği filmlerle zar zor (!) kazandığı entelektüel imajı koruma derdindeki Kırmızıgül ve dizi ekibi mi? Ya da bahaneyle kendi reklamını yapmış olan dizinin uydurması mı tüm bunlar? “Tamam ya, yakmamışlar evi işte” diyip rahatlayalım mı çocuklar? 23 Ekim Van depreminden hemen birkaç saat sonra organize olup, bir hafta boyunca toplanan 40 grup ve tekil müzisyen 30 Ekim’de Van İçin Rock isimli yardım konserini gerçekleştirdi. Konserin ve içeride satılan bütün yiyecek içeceğin geliri Kızılay’a bağışlanırken, organizasyonda çalışan kimsenin tek kuruş almadığı da belirtiliyor. Bu yıl yirminci yılını kutlayan Kesmeşeker 2004 yılından sonraki ilk, Cenk Taner’in solo albümüyle beraber sayınca ise toplamda sekizinci albümünü bu ay çıkarıyor (hatta belki çıkardı bile). Albümün adı: Doğdum Ben Memlekette. Yeni albümü edinmeli, en çok da sözlere dikkat etmeli. Örneği şarkı isimlerinden verelim: “Sermaye”, “Benim Adım Ne”, “Atlar Dönmedi”, “Metin Kurt Yalnızlığı”...


GÜNCEL

ADAP

Yaratıcı Kutular Yarışması Var Enerji içeceği sevenlerden misiniz bilmem ama içmeseniz de, reklam amaçlı yapılan eğlenceli aktivitelere bir göz atmakta fayda var. Red Bull Yaratıcı Kutular, Red Bull’un düzenlediği bir yaratıcılık yarışması. 1999’dan beri dün-

yanın 40’tan fazla şehrinde gerçekleştiriliyor. Yarışmanın prosedürü şöyle: Red Bull’un malum kutusu ile yapacağınız bir tasarımı (heykel, resim, bina, artık ne yaratırsan!) 18 Kasım’a kadar redbullyaraticikutular.com sayfasından başvurup, 25 Kasım’a kadar eserinizi jüriye ulaştırmak. Jüride Burçak Madran, Erdem Akan, Cem Dinlenmiş, Esen Karol, Gamze Saraçoğlu, Mehmet Turgut ve Mehmet Erkök eserleri değerlendirecek. Seçilen 50 eserin yaratıcıları, Milano Tasarım Haftası’na katılım, İsveç’teki Ice Hotel’de konaklama veya Buzdan Heykel Yapma Atölyesi’ne katılım hakkı kazanma şansına bir adım atacak. Çalışmalar 21 Aralık-8 Ocak tarihleri arasında sergilenecek. -Melis

Orta Format Yayında Tevfik Çağrı Dural ve Boo! yazarlarından Şener Soysal’ın fotoğraf üzerine kurdukları internet yayını Orta Format yayın hayatına başladı. Orta Format’ın amacı, çağdaş fotoğraf serilerini yayınlamak. Sade bir internet sitesi arayü-

zünde, reklam almadan bağımsızlıklarını vurgulayarak, seri seçimine özen göstererek önceliği fotoğraf kültürüne vermek. Şuradan bakınız: ortaformatdergi.com

Onlar, aslında farkında olmadan dev bir şantiyede yaşıyorlar. Her gün trafikte, 24 saatlik günlük ömürlerinin en az 3 saatini harcıyorlar. Metroların, tramvay hatlarının gün yüzü görmediği, bitmemiş projelerin çocukları onlar. Kimliksiz hissediyorlar, çünkü bir de bakıyorlar geçen gün gördükleri bina yok olmuş, kentin uzaklarında bir yerinde ise bir gökdelen yükselmiş. Hepsinin ağzında aynı şey; “Gelecek yerel seçimlerde oyumu hayatta bunlara vermem!”. Ama o ülkede kim gelse aynı belediyeciliği yapacak ki! O zaman biz de naçizane, biraz belediyecilik adabı öğreterek bu bilince katkıda bulunuruz. Ülkemizdeki sayın belediye başkanlarımız, lütfen üzerinize alınmayın. Yazının başında “onlar” diye bahsedilen insanlar, Amsterdam halkı! Felemenkçeye çevirip ilgili makamlara yollayacağız belediyecilik adabını: -Sokaklar altyapı çalışmaları için sadece bir kere kazılır, ne döşenecekse o kazıda halledilip bitirilir. Gelecek yatırımlar öngörülüp ona göre bir daha kazmadan döşemeyi sağlayacak çözümler üzerine düşünülür. -Bir kaldırımın 2-3 senede bir yenilenmesinin belediyelere ekonomik canlılık getirdiği söylense de, emek ve malzeme israfından başka bir şey değildir. Üzerinde gayet rahat yürünebilen bir kaldırımı yenilemek apaçık israftır. Ayrıca o kaldırım üzerindeki yaşanmışlıklara saygısızlıktır. -Sokaklara asfalt dökülmez, parke döşenir. Kaldırımlar için bunu söylemeye gerek yoktu ama asfalt veya beton kaldırım yapan zevksiz mahalleler bile görüldüğü için söylemek şart oldu: Kaldırımda parkeden taştan başka bir şey olmaz! -Bir caddede dev bir metro inşaatı sürmekteyken, cadde üzerinde başka kazılar inşaatlar yapıp vatandaşın ve trafiğin canına okunmaz. -Kentler, sokaklar, insanların birbiriyle selamlaşmasalar bile hayatlarını paylaştığı, bir ortak kültür ortamı yaratan sahnelerdir. Bu sebeple sokaklardan masaları, bankları, performans sanatçılarını, müzisyenleri, ressamları, sokak sergilerini çekip kaldırmak, kent ve sokak hayatına karşı işlenmiş bir cinayettir. -Eski binalar kentin kimliğidir. Eski binalar korunur, isterse müteahhit denen adam evin sahibine milyar dolarlar verip o evi yıkmak üzere satın alsın, adap sahibi bir belediye buna katiyen izin vermez. -Apartmanlaşma şehir merkezinin içerisinde değil, dışarısında gerçekleşir. Ama doğrusu, kolaycılığa kaçmadan, toplu konut ruhsuzluğundan uzak bir apartmanlaşmadır. -Sokaklar mümkün mertebe temiz tutulur, halkın da temizlik ve görgü anlamında bilinçlendirilmesi çalışmaları yapılır. -Gerekirse kullanılan aracın boyutunu küçülterek, toplu taşıma gece saatlerinde de çalışmaya devam eder. 24 saat boyunca yaşayan bir kentte suçlular elini kolunu sallayarak gezebilecekleri boş bir zaman bulamazlar. -Tekrarlayalım: Üzerinde gayet rahat yürünebilen bir kaldırımı yenilemek apaçık israftır. Ayrıca o kaldırım üzerindeki yaşanmışlıklara saygısızlıktır. 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 7


GÜNCEL

Spoilar

- Dizi Film Mevzuları

Ali Hıdımoğlu a.hidim@gmail.com

Okumadan Önce: Geçen ay da belirttiğimiz gibi, bu yazıyı okurken bilinçli olarak yerleştirilmiş birden çok spoiler (bölüm içi gerçekleşmesi muhtemel olaylar) ile karşılaşabilirsiniz. Yeni başlayan dizilerden gidelim istiyorum bu ay için. Misal elimizde Once Upon a Time var. Bu yılın çok iddialı dizilerinden olmasa da (bir Terra Nova gibi iddiası yoktu) gayet iyi bir başlangıç yaptığını belirtebilirim. Gerçek dünya ile masal dünyası arasında gidip gelmesi, gerçek dünya karakterlerinin masal kahramanı özellikleri göstermesi ve tabii ki Henry’nin zekası, ilk bölüm sonrasında ikinci bölümü hemen açma isteği uyandırıyor insanda. Efektleri pek de güzel olmasa da (muhtemelen bütçe sıkıntısı) bence ilk bölümler için yeterli idi. Eksik olarak; masal dünyasındaki karakterlerin biraz daha oturması gerektiğine inanıyorum, zira hitap ettiği kitlenin yetişkinler olduğunu varsayarsak karakterler biraz çocuksu kalmışlar. Yine de ilerleyen bölümlerde ana hikâyenin kesinleşmesi bize ne gibi sürprizler sunacak göreceğiz. Ayrıca Stargate Universe’den tanıdığımız Robert Carlyle’ın da dizide olması, hele hele Rumpelstiltskin gibi bir karakteri canlandırması dizi için heyecanımı katlamakta. Bir diğer yeni başlayan dizi ise Grimm idi. Bir nevi Supernatural özentisi gibi gözükse de yine de ayrı kulvarlarda ele alınabilir. Tabii bunu ilerleyen bölümler gösterecek. Konu itibari ile yine masal kahramanlarının gerçek dünyada olması var, fakat içerisinde biraz daha fazla polisiye ve daha fazla uzak doğu döğüş usulleri göreceğinizi de belirteyim. Bu dizinin dikkat edilesi karakteri ise Eddie Monroe diyebilirim. Takip etmenizi öneriyorum, 8 | Boo! Sayı: 1

Once Upon a Time daha güzel bölümleri yolda diyeyim. Var olan dizilerden devam edersek, elimizde Terra Nova’nın pek de beklediğimiz gibi gitmediği gerçeğini göz ardı ettiğimizde pek fazla malzeme kalmamakta. Fringe’de Peter’ın geri gelmesi ve onu kimsenin onu hatırlamaması hatta ve hatta kimsenin Observerları da hatırlamaması diziye olan sevgimizi katlamakta. Ama yine bir başka paralel evren ve bir başka şekil değiştiren muhabbetine girmeleri, “konu sıkıntısına mı düştüler acaba” dememize de sebep olmakta. The Vampire Dairies’de orijinal vampirlerin nasıl yaratıldığına ve orijinal vampir ailesinin dramına şahit olmaktayız. Mikael’ın diziye beklenen şiddeti katmasını umuyorum ayrıca. Ah o sadece vampirlerden kan içen orijinal baba. Supernatural ise şu anlık melekler ve şeytanlar olayından uzaklaşıp, ara bölümlerle klasikleşmiş Winchester kardeşlerinin aralarındaki duy-

Grimm gusallığa değinmekte. Şahsen bu diziden daha büyük olaylar beklemekteyim. Castiel ortada olmasa da onlara yardım edecek başka biri çıkabilir. Bu ay uzun bir ara veren başka bir dizi de yayın hayatına geri döndü: Leyla ile Mecnun. 30. bölüm çoğu kişiyi memnun etmiş, ben birkaç bölüm sonra izleyicinin tamamen memnun olacağını düşünüyorum. Leyla’nın gidişi ve Mecnun’nun acısı güzel anlatılmıştı. Aynı şekilde Zeynep’in de gitmesi ve Yavuz’un hali yaramıza tuz bastı. Arda karakteri ise basit bir ara cümle ile çıkartıldı diyebilirim. Ayrıca: Geçmiş olsun Onur Abi.

Çok uzundur True Blood hakkında bir şeyler duymadığınızı biliyorum. Aldığım bazı duyumlara göre 5. sezonun ilk bölümlerinde Sookie’nin çocukluk yıllarında gücünü kullanışını göreceğiz. Ayrıca diziye birkaç Hunter’ın (Avcı) dâhil olacağını da belirteyim. Yeni diziye Nora adında zeki, güzel bir vampirin daha katılacağı da deniyor ki o da Godric’den olma. Ayrıca kendisi Eric’i de seviyormuş. Ah ah, nerede o Stargateler, Star Trek: The Next Generationlar demeyi de es geçmeyelim. Ayrıca Boardwalk Empire izleyin, güzel dizi takdir ettim.


GÜNCEL

Topluluk: İÜ Rock Kulübü

Furkan Emir b.furkanemir@gmail.com

Türkiye’nin ilk rock oluşumu, yaptığı sayısız organizasyonla rock müziğinin gelişimine büyük destek olmuş topluluğu bir de yakından tanıyalım dedik. Genel kurullarını çiğ köfte partisiyle birleştiren oldukça eğlenceli insanlardan oluşan kulüp 2 gün önce doğum gününü kutladı. Kendilerine müzik dolu eğlenceli seneler diliyorum. İstanbul Üniversitesi Rock Kulübü olarak Türkiye’de önemli bir misyonunuz olduğunu düşünüyor musunuz? Görkem: Türkiye’de rockmetal kültürünün yükselmesine katkıda bulunmuş bir kulüp. Kimsenin cesaret edemediği dönemde, gelir getirmez diye önem vermediği metal konserlerini zamanında bizim abilerimiz bu kulüp adı altında borçlanarak yaptılar. Metin: Çünkü Rock Kulübünün yaptığı önemli ve başarılı işler var. Yerli-yabancı konserler, okul içi şenlik gibi etkinlikler Türkiye’de rock müziği daha yüksek yerlere ulaştırdı. Zaten amacımız da bu müziği yaymak. Ve yıllardır da kulüp bu amacından şaşmamış. Cansu: Böylece bize açılan kapı kalmıyor. Rock adı hiçbir oluşumun içinde barınmıyorken nasıl akıllarına geldi eski üyelerinizin burayı kurmak? Metin: Kurucumuz Tayfun Altınbaş’ın okula geldiğinden beri hayaliymiş bu müzik adına bir şeyler yapabilmek, bunun için kısa bir süre içerisinde çalışmaları tamamlayıp kulübün kuruluşunu sağlamışlar. Böylelikle ilk rock kulübü kurulmuş ve bu sayede diğer üniversitelere de bu anlayış yayılmış. Ses getiren neler yaptınız? Metin: Önemli çalışmalar var

mesela, Istanbul Meets Berlin, Euro Rock Fest gibi uluslar arası alanda da başarılı organizasyonlar yapmıştır. Ya da 2000’de rock kulübü tarafından düzenlenen Rotting Christ konseri gelirinin tamamı depremzedelere bağışlandı. İlk yıllarda konserlerden gelirler elde etmişler mi? Görkem: Hepsi batık durumda olmuş ama asıl amaç bu işlerden kazanç elde etmek değil, rock-metal kültürünü, ruhunu yayabilmek. Türkiye’de de yurt dışında olduğunu bildiğimiz grupları görebilmemizi sağladı bu kulüp bize. En azından bir şeylere ön ayak oldu ve olmaya da devam ediyor elinden geldiğince. Rock artık moda ve günümüzde kendisi geniş bir yelpazenin adı. Siz bu duruma nasıl bakıyorsunuz her rock grubuna kapınız açık mıdır? Cansu: Geniş bir yelpazede olması bizim yararımıza bence çünkü böylece kalıcılığımız artmış oluyor yani eskiden bakıldığı gibi bakılmıyor bu tarza çoğu kişi bu tarza yönelmiş

oluyor. Barlarda farklı gruplar görmeye başladık mesela senelerdir aynı grupları dinlemek yerine artık başkalarını da görebiliyoruz aynı sahnede ve bence bu gayet güzel bir durum. Metin: Bence olması gereken oluyor. Tamam, rock çok farklıdır. Bu nasıl hissettiğine bağlıdır ama artık insanlar her şeye çok çabuk ulaşıp onu benimseyebiliyor. Benimseyip vazgeçebiliyor. Geniş bir yelpazeye ulaşması bence normal. Hepsine olmasa da çoğuna kapımız açık. Görkem: Bence geniş bir yelpaze olması bu piyasanın gelişmesi açısından güzel her grubu rocktan saymıyorum tabii ama rock adına ne kadar çok şey yapılırsa bizim için de o kadar iyi. Yelpazenin geniş olması özün bozulabilme riskini de çok fazla canlı tutmuyor mu ama? Görkem: Ben öyle bir risk olduğunu düşünmüyorum, sonuçta herkesin rock müzik adına sevdiği farklı gruplar var. Grup çeşidinin artması daha çok kitleye ulaşılma-

sını sağlıyor ve daha çok kitleye ulaşınca da bu, sektörde iş yapanlara bu cazip geliyor. Nitekim ülkemizde daha çok grup görüyoruz, dinleyici için de artış olumlu. Tanya: Her zaman gelenekçiler olacaktır, o yüzden bozulmadan kalacak bir kısım olacak ama aynı zamanda büyüyüp gelişecek bir kısım da olacak. Tekdüzelik hiçbir zaman olamaz. Her yeni grup yeni bir ses getiriyor, her yeni dinleyici de öyle. Konuyu boşlukları doldurarak kapatalım: Bizim topluluk marşımız: Pink Floyd – Hey You’dur. Tuvalete bile bu şarkıyla gidiyoruz. Biz bu alanda en iyiyiz çünkü: En eski en faal ve en ünlüyüz, ilk biziz. Kulüp başkanı Metin Uslu’ya, yardımcısı Görkem Taşkıran’a, dış ilişkiler sorumlusu Cansu Öcalan’a ve kulüp yazışmalarını üstlenen Tanya Setenay Aslan’a söyleşiye renk kattıkları için teşekkür ediyorum. Ekibe rockkulubu.com adresinden ulaşabilirsiniz. 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 9


GÜNCEL

Küstah

Alper Kara mrg.samsa@gmail.com

Şimdiki Geçmiş Zaman S

elamlar saygıdeğer okuyucular. Sene 1991. Lisedeyiz. MTV’nin has yılları. Sabah okula gittiğimde kız arkadaşım “Alper dün bi grup çıktı izledin mi? İsmi Pearl Jam, şarkının adı Alive, siyah-beyaz bi’ klip”. Dedim, “Evet aklım uçtu”. Bi’kaç gün sonra aynı şekilde “Smells Like Teen Spirit’i izledin mi hani böyle garaj gibi bi yer… Adam ne deli söylüyodu!”. Hafta sonu Ten ve Nevermind kasetleri walkmanimizde, elimizde biralar, bir parkta çimenlerin üstündeydik. Albümleri hayranlıkla dinlerken, X kuşağının müzi-

10 | Boo! Sayı: 1

ği grunge’ın başlangıcına tanıklık ediyorduk. Sonra daha da araştırmaya başladık başka benzer gruplar var mıydı diye: Alice in Chains, Stone Temple Pilots, Hole, Soundgarden, Temple of the Dog, Mudhoney ve tabii ki Mother Love Bone.

Tozlanmayan bir yaprak: Pearl Jam Malumunuz geçen ay “Pearl Jam 20” dokümanteri gün yüzü gördü. Andrew Wood’la başlıyor belgesel. Kendisi için hem Mother Love Bone, hem Green River ve tabii ki Pearl Jam’in, nihayetinde grunge müziğin babası desek yeri.

Grup için bir solistten çok daha fazlası olan Wood, 1990’da aşırı dozdan öldükten sonra dümene Eddie Vedder kardeşimiz geçiyor. Her türlü teknolojik gelişmelerinden faydalanmış çekimlerle harmanlanan ilk dönem kayıtlarından perdeye yansıyanlar, Mother Love Bone küllerinden doğan Pearl Jam’in Soundgarden ile olan yakınlığı, Temple of the Dog, ilk albümleri Ten ile karşı konulmaz yükseliş, Kurt Cobain, Neil Young’la yapılan Mirror Ball albümü, Ticketmaster’a karşı verilen savaş, 2000 yılında Danimarka Roskilde Festival’de ölesiye

ezilen 9 hayran, eski yeni, pek çok konser performansı… Belgeselde özellikle Chris Cornell’e Temple of the Dog ve Andrew Wood’un ev arkadaşı olması vesilesiyle epey yer ayrılmış. Bu cool adamın gözlerinin dolup, sesinin titrediğini görmek inanın sizleri de hisler alemine sürüklüyor. Ve tabi Eddie Vedder’in maymunlara taş çıkarır şekilde 1520 metrelik sahnenin üzerine tırmanması ve bu arada devam eden performans sırasında diğer grup elemanlarının bir yandan çalarken bir yandan da tepemize düşmesin di-


GÜNCEL

ye aşağıdan yukarıya korkuyla bakışları komik. Sahne dalışı yaptığı sahneler çok güzeldi. 1970’lerde bir Rolling Stones muhabiri olduğu günlerin otobiyografik yansıması Almost Famous (ki şiddetle tavsiye ederiz) ve bir kuşağın Seattle’a göç fantezisi sebebi 1992 filmi Singles’ın da yönetmenliğini yapan Cameron Crowe, kişisel tarihinin fonunda en az bir Pearl Jam şarkısı olan herkesin ruhunu beslemiş görünüyor. Sene 2010, Madison Square Garden’da Betterman’in ilk yarısını bir ağızdan söyleyen o güruh belli ki sadece dinlemeye gelmemiş Pearl Jam’i. Yaşamaya, daha doğrusu yaşadıklarını hissetmeye gelmişler… O kadar güzel anlatılmış ki o 20 sene, 90’lar… Rock ve grunge tarzlarının saf, duru halini, müziğin gerçek anlamıyla yaşandığı o günleri hatırlatıyor. Ekose gömlekler, postallar, bermudalar… Bir de rahmetlik Kurt’ün hırkası. Zaman geçiyor, yaşlanıyoruz. Daha kötüsü bu yaşlanmayı reddetmek tabi. Laf yaşlanmaktan açılmışken MFÖ’nün yeni albümünü dinleme fırsatınız oldu mu a dostlar? Kendileriyle tanışıklığımız İzzet Öz’ün Teleskop programından başlar. Peki ilk albümlerinin hikayesini bilir misiniz? Ajda Pekkan’a yaptıkları vokallerden alacaklarını toplayan Fuat, Mazhar’ın Ankara’da yaşamasını fırsat bilerek “yeter artık bizim de bi albümümüz olsun” kafasıyla parayı Balet plağa yatırır. Böylece 1984’te ilk albümleri “Ele Güne Karşı Yapayalnız” çıkar. Sonrasında 1989’a kadar her sene bir albüm (ki hala çoğunu severek dinleriz), Eurovision maceraları, ayrıldılar/birleştiler falan filan hikayeleri. Şimdi efendi gibi söyleyeyim; bence son iyi al-

bümleri MVAB’dir. Sonrasında gerek diğer albümleri, soloları, gerek toplamaları, AGU, son albüm “Ve MFÖ” dinleyicinin gösterdiği hürmetle karşıladığı albümler oldu. Ama şöyle bir hürmet; çok uzaklarda yaşayan bir akrabanız ziyarete gelmiş de, onu da rahatsız etmeden ama siz de orada daha fazla durmayı istemeden (neredeyse zorla) bir “hoş geldiniz” dersiniz ya… Tabii ki çok seviyoruz kendilerini, bugün bizim kuşağa sorsanız güzel yurdumuzda, müzik adına her daim en parlak, en ilginç eserler hep MFÖ’den gelmiştir. Bir seferde kafadan en az 15 şarkılarını sayar, konserlerde eşlik ederiz. Tabii ki haddimize düşmez kendilerini eleştirmek ancak, ancak artık akılda kalan, tekrar tekrar dinlenen, adeta dilimize pelesenk, stadyumlarda marş olabilecek bi’ şeye çok uzun zamandır rastlamıyoruz. Belki hata bizde, sürekli böyle yüksek beklenti içerisinde olmamızda. Belki de yukarda arz ettiğimiz yaş meselesinde… Kim bilir? İki dakka dürüst olalım Bu kadar efkar muhabbeti sanırım içinizi iyice baymıştır. Şöyle çiçekli böcekli Polaroidli mevzular açalım diye düşünürken önce şehit haberleri ardından Van’da yüzlerce yurttaşımızın yaşamını yitirdiği, binlercesinin yaralandığı deprem geldi… Bütün modern arkadaşlarımız o gün profil fotolarını siyah kurdeleye çevirip, sosyal yardım mesajları tweetlediler. Fakat daha birkaç gün geçmeden “@ bilmem nerde with bilmem kim” “yardırıyoruz hacı sizde gelin” “bande istiorum onda-

aan” yazılarını da gördük. Gelin iki dakka dürüst olalım: Ne bu şimdi? O kadar sahte, o kadar şekilci ve ikiyüzlüyüz ki. 3-5 gün bile dayanamıyoruz. Zamanında bir kampanya vardı sosyal mecrada, belki hatırlarsınız: Otoyoldaki hayvan ölümleri için hedef 1 milyon imza. Yani milyon imza bulunsa her yer cennet bahçesi mi olacak? Hayır. Bu sadece bilinçlendirmeye yönelik bir hatırlatma/uyarma gibiydi. Sahte de olsa iyiydi. Ama hem koy kurdeleyi hem hangi mekanda yılan olduğunu ifşa eyle oldu mu anam babam? Hazır bu duyargaları gelişmiş (!) arkadaşlara değinmişken... Biliyosunuz geçen ay Steve Jobs hayatını kaybetti. Toprağı bol olsun, yaptıkları, önayak olduğu işler, gelişmeler tartışılmaz. Ben kendi hesabıma herhangi bir Apple ürünü sahibi değilim (tabii dergi yönetiminin hepimize

vaat ettiği iPad 2’ler elimize ulaştığında fikrimiz değişebilir!), olanları da hasetle izlemiyorum inanın (yalan tabi). Ancak toplumumuzdaki Steve Jobs hassasiyetini şaşkınlıkla izledim. Belki de kaçırdığım, o elmadan bi’ ısırık alabilmiş olmanın hazzına eren bünyelerdeki “zenginin malı züğürdün çenesi” durumu olabilir mi? Hepimiz bir düş bahçesinde kendi rüyalarımıza inanıp akıp gidiyoruz. Öyle değil mi? Önümüzdeki ay görüşünceye kadar sizleri her perşembe 22:00-01:00 saatleri arasında alternatif, indie, post punk, garage ve diğer sevdiğimiz seslerle radionovo.com adresinde Closedown programına bekliyorum. Dinlemeyen kendi kaybeder arkadaş! Kış kapıda, havalar pis ve hayat hakkaten berbat. Amman kafayı kaybetmeyelim! Esen kalın saygıdeğer okuyucular… 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 11


12 | Boo! Say覺: 1


Ajanda

Uzak Gözlüğü

Hazırlayanlar: Gökçe Altınbay - gokce.asena@gmail.com Günhan Oral - gunhan.oral@gmail.com

raber (en azından su damlasına göre bulması daha zor)…

Bu yazının başındaki tırnak işareti ne güzel duruyordu ilk sayıda, bu ay da yapalım!” gibi bir bahaneyle açıyoruz 15 Kasım ile 15 Aralık 2011 arasını kapsayan ajandamızı. Ajandanın uzunluğuna zeval gelmedi ama bu sefer biraz yabancı mı hissettik bu bölümü hazırlarken ne? Günhan ve Gökçe’yi bilemem, ben kesinlikle böyle hissettim. Kim biliyor bu isimleri, kaç kişi konserlerine müzisyenlerin azılı takipçisi olarak gidiyor, hepsine para yeter mi, bir nevi okyanusta kum taneleriyiz müzik zevkimizle be-

Pazartesi

Adını sanını bilmediğim bütün indie, elektronik, klasik müzik icracılarını edebi bir gafla yerin dibine soktuktan sonra gelelim bu ayın gidişatına: İstanbul’un dışına çıkan bol miktarda etkinlik var! Mesela içinde bulunduğumuz 1 aylık süreç anında İzmir Kısa Film Festivali ile başlıyor. 18’inde Ankara Tiyatro Festivali, 25’inde Antalya Piyano Festivali başlayacak. Yine 18 Kasım’da İzmir’de iki günlük bir elektronik müzik festi-

Salı

Çarşamba

15

İzmir Kısa Film Festivali bugün başladı, 20 Kasım’a kadar sürecek.

22

Uluslararası bir indie rock topluluğu olan Guillemots Babylon’da...

29

Pat Metheny Trio bugün ve yarın CRR Konser Salonu’nda.

6

Komedi ve müzikali bir araya getiren Pagagnini CRR Konser Salonu’nda.

Mike Tramp (White Lion) ve grubu bugün İstanbul’da, 18’i Ankara’da. 16 Kasım’da başlayan İstanbul Koro Günleri’nin son günü bugün.

21

Javier Perianes Akbank Sanat’ta klasik bir konser verecek.

28

Toto’nun gitaristi Steve Lukather bugün Jolly Joker İstanbul’da.

Red Bull Flying Bach gösterisi İzmir’de, Ankara Tiyatro Fest. son günü.

ABD’li indie rock grubu The Antlers Salon İKSV’de sahne alıyor.

12

Piyanist Soo Cho, grubuyla beraber CRR Konser Salonunda çalıyor.

13

Floridalı heavy metal grubu Iced Earth bugün Refresh the Venue’de.

vali Electronic Music Fest var (ya şuna orijinal veya Türkçe bir isim bulaydınız da saçma bir cümle kurmayaydım). Red Bull Flying Bach turnesi ise üç büyük kenti dolaşacak 2530 Kasım arasında. Daha yerli grupların Anadolu turnelerini sayayım mı? Burada saymayayım, sayfayı çevirin. Aşağıda takvim, ilerleyen sayfalarda detaylı ve kısa kısa bol miktarda etkinlik, zaman ve mekan konusunda denk düşerseniz sizlerle buluşmak için can atmakta. Kişisel ajandanızı hazır edin! - Alper D.

Perşembe

16

İstanbul Koro Günleri dün başlamıştı, o da 21 Kasım’a kadar sürecek.

23

UFO’nun virtüöz gitaristi Vinnie Moore bugün İstanbul, yarın Ankara’da.

30

Brightonlı indie rock grubu The Maccabees, Babylon’da çalacak.

7

17

24

Daha önce Rcok’n Coke’ta da sahne alan FM Belfast Babylon’da.

Cuma

15 Aralık: Igor Levit 15-16 Aralık: Apparat Band 16-17 Aralık: Enrico Rava Tribe 16 Aralık: Auditive Connection 16 Aralık: Erik Truffaz Quartet 16 Aralık: Rox 17 Aralık: Alternative 4 17 Aralık: Diego El Cigala 17 Aralık: Cattle & Cane 18 Aralık: Milow 27 Aralık: Imam Baildi 14 Ocak: Anouar Brahem Quartet 18-19 Ocak: Jane Birkin 27 Ocak: Arch Enemy 4 Şubat: Bratsch 16 Şubat: Paris Combo Not: Konserlerin tümü İstanbul’dadır. Aşağıda sarı kutular Kasım, yeşil kutular Aralık ayına aittir.

Cumartesi

Atlantis Sirki 4 Aralık’a kadar Ankara Antares AVM’de.

18

Veteran İngiliz folk punk grubu Levellers bugün Ghetto’da.

25

Ankara aynı gün hem Feridun Düzağaç’ı, hem de Suitcase’i ağırlıyor.

Mor ve Ötesi Ankarada. Emre Aydın İzmir’de.

1

Red Snapper konseri bugün İstanbul’da, yarın Ankara’da.

8

Atlantis Sirki 25 Aralık’a dek Eskişehir’de.

Pazar

19

16 Kasım’da başlayan İzmir Kısa Film Festivali’nin son günü.

26

Duman bugün Samsun’a gelip konser verecek.

2

Taylan Erler Jazz Quartet İzmir’de konser verecek.

9

Leonard Cohen’in oğlu Adam Cohen bugün İstanbul Live’da konser veriyor.

20

27

3

10

14

Salon İKSV’de Junior Boys sahne alacak.

Not: Burada yayınlanan etkinliklerin iptali ya da tarih değişikliğinden Boo! dergisi sorumlu değildir. Etkinliğe gitmeden önce kendiniz de internette bir araştırma yapınız.

15 Kasım-15 Aralık 2011 | 13


AJANDA

Kısa Kısa

Ay boyunca yurt çapında gerçekleşen etkinliklere önümüzdeki 6 sayfa boyunca bu sütunda kısaca bakıyoruz: 7 Aralık’a kadar / İstanbul Tiyatro

3. Türden Yakın İlişkiler: Başlangıç

Daha önce gösterilen 3. Türden Yakın İlişkiler’in (ve elbette onun devamı 3. Türden Yakın İlişkiler 2’nin) öncesini, onun yaratılışını anlatan evre, başlangıç. Doğa Rutkay, Hakan Bilgin, Yosi Mizrahi gibi isimler oyuncular arasında. Dekor ve kostümlerde Barış Dinçel’in imzası olan oyun Gökhan Semiz ve Savaş Dinçel’in anısına ithafen oynanıyor.

15 Kasım İstanbul / 18 Kasım Ankara Konser

White Lion

1983 yılında Amerika’da kurulmuş, When the Children Cry adlı şarkısını yeryüzünde bilmeyen kalmamış bir gruptan bahsediyoruz. Evet, White Lion bu ay biri İstanbul, bir diğeri Ankara’da olmak üzere iki konser verecek. Grubun beyni sayılabilecek isim Mike Tramp ise 16 ve 17 Kasım tarihlerinde Bodrum’da sahne alacak gibi görünüyor. Ne yazık ki turnenin Antalya ve İzmir ayakları iptal edilmiş. Evet, sabırsızız, gözü doymaz in14 | Boo! Sayı: 1

Ay Boyunca / Çeşitli kentler

Anadolu’dan Konser Seçkisi Bu ay yerli gruplar ve müzisyenler bol bol geziyorlar. Üç büyük kentin haricinde gerçekleşecek olan konserleri derledik. Bunların arasında Gripin’in dev turnesi göze çarpıyor elbette. 1 ayı biraz geçen turnede Gripin, bu sürede 19 konser verecek. Model’in de Gripin kadar olmasa da ufak bir turnesi bulunmakta önümüzdeki ay içerisinde. Takvime bir bir diğer isimler de eklenince hepsini bir sayfada ortak bir döküm haline getirmek, meraklıları için fevkalade faydalı bir kaynak olma fırsatı doğurdu. Gripin’in turnesinden başlıyoruz, turne bu ya, dayanamayıp İzmir ve İstanbul’u da ekledik: 15 Kasım: Şanlıurfa, Atatürk Kapalı Spor Salonu 17 Kasım: Gaziantep, Kalender Plaza 18 Kasım: Adana, Çukurova Üni. Amfi Tiyatro 19 Kasım: Mersin, Mersin Üni. Amfi Tiyatro 21 Kasım: Konya, Rixos Hotel 22 Kasım: Antalya, Ramada Plaza Antalya 24 Kasım: Isparta, Çamlı Plaza 25 Kasım: Denizli, Merkez Kapalı Spor Salonu 27 Kasım: Afyonkarahisar, Kocatepe Üniversitesi Spor Salonu 28 Kasım: Kütahya, Dumlupınar Kapalı Spor Salonu

30 Kasım: Eskişehir, Hayal Eskişehir 2 Aralık: Samsun, Büyük Samsun Oteli 3 Aralık: Ordu, Garden Club 4 Aralık: Trabzon, Süleyman Restoran & Bar 9 Aralık: İzmir, Ooze Venue 10 Aralık: İstanbul, Jolly Joker İstanbul 17 Aralık: Bursa, Resimli Bar 20 Aralık: Sivas, 4 Eylül Kapalı Spor Salonu 21 Aralık: Malatya, Altın Yunus Restoran Sırada Model’in turnesi var: 16 Kasım: Edirne, Assortie Bar 17 Kasım: Çanakkale, Mask Bar 18 Kasım: Samsun, Büyük Samsun Oteli 24 Kasım: İstanbul, Sabancı Gösteri Merkezi 25 Kasım: Konya, Rixos Otel 26 Kasım: Kayseri, Kayseri Hilton 27 Kasım: Aydın-Nazilli, Na-

zilli Belediyesi 2 Aralık: İzmir, Ooze Venue 3 Aralık: İstanbul, Jolly Joker İstanbul Bunların haricinde Duman var mesela, 18 Kasım’da Konya Rixos Hotel’de, 27 Kasım’da Samsun Samara Restoran’da “Helal olsun!” diyecek dinleyicilerine. Zakkum var, 17 Kasım’da Antalya’nın Jolly Joker’inde ve 9 Aralık’ta Bursa’nın Resimli Bar’ında konser veren. Bursa ve Resimli Bar bereketli, 19 Kasım’da Bülent Ortaçgil, 25 Kasım’da Feridun Düzağaç, 3 Aralık’ta Cem Adrian konserleri de var Zakkum’un haricinde. 23 Kasım günü Antalya Jolly Joker’de Jehan Barbur var. Eskişehir… Gece ve Büyük Ev Abluka tarafından önümüzdeki ay teşrif edilecek. Gece 8 Aralık’ta, Ablukacılar ise 19 Kasım’da Hayal Eskişehir’de. Hadi isimleri geçmişken ayıp olmasın diye büyükşehir konserlerini de verelim: Zakkum 18 Kasım’da İstanbul Bronx’ta, Duman 26 Kasım’da İstanbul Live’da, 3 Aralık’ta Jolly Joker Ankara’da. İzmir NOXX Stage ise 25 Kasım’da Gece’yi, 2 Aralık’ta Cem Adrian’ı ağırlıyor. Tarihleri biz verdik, saat ve fiyatları araştırması ise size kalmış. -Alper D.


AJANDA

18-28 Kasım 2011 / Ankara

16. Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali TAKSAV Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali 16 yaşında! Buz gibi Ankara rengarenk oyunlarla kendi kendini ısıtacak gibi görünüyor. Tiyatro tutkunlarının her yıl heyecanla beklediği, Türkiye’nin en uzun soluklu festivallerinden biri olan Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali, 16. yılında yine dopdolu programıyla dikkati çekiyor. 8-28 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek festivalin ciddî tiyatro gruplarını ağırlamanın yanı sıra, paneller, belgesel ve film gösterimleri ile de zenginleştirildiğini belirtmek gerek. Organizasyonu Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat için Vakıf (TAKSAV) tarafından gerçekleştirilen 15. Uluslararası Tiyatro Festivali’nde yer alan tiyatrocu ekiplerden bahsedelim:

18 Kasım’da Kızılay Sakarya Caddesi’ndeki Sokak SanatlarıAtölyesi’yle açılacak festivalde bu yıl Türkiye’nin en uzun ömürlü özel tiyatrosu olup 1963’ten bu yana sergilediği oyunlarla dikkati çeken Ankara Sanat Tiyatrosu’nun Zübük müzikali, İstanbul’dan Tiyatro Boğaziçi’nin ve Kocaeli Oyun İstasyonu’nun 20 Kasım’da DT Şinasi Sahnesi’nde oynayacakları Otobüs’ün yanı sıra Azerbaycan Oyun Çocuk Tiyatrosu ve İstanbul Çizgi Kukla Tiyatrosu gibi farklı türler yer almakta. Festivalin ilk oyununu İzmir’den Eğitim-Sen İzmir 5 Numaralı Şube Tiyatro Topluluğu 19 Kasım’da Yenimahalle Dört Mevsim Salonu’nda sergi-

sanlarız, ne yapalım :( Not: İşin doğrusu, gelen grup tam olarak White Lion değil, Mike Tramp & Rock’n’Roll Circus. Ama şarkı listesinde White Lion’dan da 3-4 şarkı olacakmış. Bilet satışları artsın diye organizasyonun White Lion diye duyurulduğu söyleniyor. 15-27 Kasım Ankara / 2027 Kasım İstanbul Tiyatro

Bir Delinin Hatıra Defteri

leyecek. Sergilenen oyun da yabancı olmadığımız bir isimden, Anton Çehov’dan komedi ağırlıklı bir eser: Sevgili Doktor. Çehov’un kısa hikayelerinin tiyatro uyarlaması olan bu oyun aynı zamanda tarihi bir inceleme niteliğinde. Ankaralılar sıkılacaklarını düşünmeseler iyi olur, çünkü oyun üzerine yazılan incelemeler umut vaat ediyor. Festivalin dikkat çekici oyunlarından olan Kebap, Actors Without Borders tarafından 21 Kasım günü saat 20.00’da Ankara Sanat Tiyatrosu’nda sahneye konuyor. Böylece Zübük’le kendi oyunlarını festivalde sergileyen Ankara Sanat Tiyatrosu, bir başka oyun ekibine de ev sahipliği yapıyor. “Şiddet, pornografi, erkekler dünyası… güzelim kızlar… Ve birtakım insani (!) ihtiyaçlar daha…” cümlesi ile kendini açıklamayı uygun görmüş Kebap oyunu, Beyoğlu’ndaki Kumbaracı Yokuşu’ndan Ankara Sanat Tiyatrosu’na kat ettiği yolda, oldukça samimi bir hayran kitlesi edinen yapıtlardan. Tıpkı Actors Without Borders ekibi gibi. Onlar da oyun dünyasına getirdikleri yenilikçi ve cesur yorumlarla tanınıyorlar. Kendi yansımanızı başka bedenlerde bulabileceğiniz, beklenen bir etkinlik olan Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali, sunduğu oyun seçenekleriyle Ankaralıları bir sonraki yılı sabırsızlıkla bekleteceğe benziyor. -Gökçe

Uyarımı en baştan yapıyorum; iki farklı oyun söz konusu. Aslına bakarsanız oyun temelde aynı oyun, Gogol’un yazdığı Bir Delinin Hatıra Defteri. Amma velakin bu oyunu İstanbul Cafe Theater’da Metin Zakoğlu seyirci ile etkileşimli bir şov şeklinde sunarken Ankara’da ise Behzat Ç. olarak tanıdığımız Erdal Beşikçioğlu söz konusu.

16 - 21 Kasım / İstanbul Festival

4. Uluslararası İstanbul Koro Günleri

Dünyanın dört bir yanındaki çok sesli koroları İstanbul izleyicisiyle buluşturmayı misyon edinen Uluslararası İstanbul Koro Günleri bu sene dördüncü etkinliğini yine İstanbul’un çeşitli mekanlarında gerçekleştiriyor. 18-19 Kasım / İstanbul Tiyatro

Aşk Olsun Sana Çocuk

15 Kasım-15 Aralık 2011 | 15


AJANDA Bir şeyleri unutturmamak, farkındalık kazandırmak ve bazı değerleri hatırlatmak üzerine kurulu belgesel niteliğinde bir oyun. Deniz’i, Hüseyin’i, Yusuf’u hatırlayın. Ya da isimleri boş verin, çabayı ve emeği hatırlayın. Arkasındaki fikirleri hatırlayın. Fazla gerçek olayları anlatan bir oyun. Ne yazık ki. 18-19 Kasım / İzmir Festival

Electronic Music Fest Elektronik müzik sevenler için İzmir Arena’da Türkiye’nin en ünlü DJ’leri bir araya geliyor. Yabancı isimler de var. Kadroda Milk and Sugar, Cervus, Fuchs, Freemasons dahil toplam 10 farklı eğlence, festival dahilinde.

18 - 24 Kasım / İstanbul Tiyatro-Müzikal

Barışa Şans Verin

Bir tiyatro oyununun 20 yıl boyunca güncelliğini koruyabilmesi birçok açıdan hayranlık uyandırıcı olarak görülse de ne yazık ki bu oyun için aynı şeyi söylemek zor oluyor. 20 yıldır savaş, ölüm, yıkım, acı hala var ve ne yazık ki en az bir 20 yıl daha sürecek gibi. Can Doğan’ın yazıp yönettiği bu müzikal, bir pop-rock operası olarak Müjdat Gezen Tiyatrosu’nda seyirci ile buluşuyor. 22 Kasım / İstanbul Konser 16 | Boo! Sayı: 1

22-27 Kasım 2011 / İstanbul

7. İstanbul Animasyon Festivali İstanbul Animasyon Festivali, koltuğunuza kurulup animasyona doyabileceğiniz altı harika gün sunuyor sizlere. 22 Kasım – 27 Kasım 2011 tarihleri arasında yapılacak olan etkinlikte animasyona dair her şey mevcut. 6 gün boyunca, 11.00 ile 21.30 saatleri arasında dünyanın dört bir yanından da gelen başarılı yönetmenlerin ve animatörlerin çalışmalarını görebilmek mümkün. Bu festivalde animasyon dünyasını renklendiren çeşitli konular yansıtılacak. Özellikle, “Çocuklar için”, “Doyumsuz İnsanlık”, “Karanlık Öyküler”, “Edebi Uyarlamalar”, “Şu Animatör Türkler” gibi farklı konularla her yaştan insanın ilgisini çekebileceğini düşünüyorum. Bu festivalde de, öncekilerde olduğu gibi usta yönetmenlerin işlerine ve atölye çalışmalarına tanıklık edebilme imkanımız olacak. Bir önceki İstanbul Animasyon Festivali’nde, Oscar ödülüne aday gösterilen “Logorama” kısa animasyonu değinilmesi gereken yapıtlardan. Animasyon tarihçesine baktığımızda bu tarz festivallerin ne kadar değerli olduğunu daha iyi anlıyoruz: Dünyanın ilk animasyon deneme filmi olarak kayıtlara geçen “Fantasmagorie” 1908’de, Emile Cohl tarafından yaklaşık 700 çizimden yararlanılarak çekilmiş ve tarihte yerini almıştır. Geçen zaman içerisinde ve gelişen teknoloji sayesinde animasyon yapımı daha kolaylaştığından, şimdi insanların dikkatini çekmek ve daha farklı teknikler kullanmak için birçok girişimde bulunuluyor. Günümüzde bilgisayar teknolojisi ile vektör ve piksel tabanlı animasyonlar yapımı yönetmenlerin işini daha bir hafifletiyor. Özel yazılımlar ve programlar da animasyon dünyasına farklı bir soluk gelmiş durumda. Ani-

masyon filmlerinde artık işin nasıl yapıldığından ziyade, filmlerin ne anlattığına bakılıyor. Yapımı zor olan bu kısa ve uzun metraj filmler, zamanla tekniğinden çok içeriği ile ön plana çıkıyorlar. Uzun zamandır hayatımızda olan animasyon, artık pek çok alanda kullanılır durumda. Bazı sinema filmlerinde bile özel programlar sayesinde animasyon kullanılıyor. Hatta 3B animasyon olarak yapılan sinema filmleri gerçeğe yakınlığı ile bizlerde hayranlık ve şaşkınlık uyandırmakta. İstanbul Animasyon Festivali’nde bu animasyonların hem ekrandaki yüzünü, hem de perde arkasını görebileceğimizi düşünüyorum. Festivalin yaratacağı bu görsel şölene Pera Müzesi ev sa-

hipliği yapacak. Biletleri çok yakında Pera Müzesi’nden temin etmek mümkün. Fiyatlardan bahsetmem gerekirse, gösterimler 5TL, uzun metrajlı filmler 10TL (indirimli 5TL), ödül kazanan filmlerin gösterimi ve atölye çalışmaları ücretsiz olacak. Böyle bir festivalin kaçırılmaması için her şey sağlanmış. Size sadece gidip bu görsel zenginliğe dahil olmak kalıyor. Eğer siz de bir animasyon film tutkunuysanız, hatta bir animatörseniz veya etrafınızda animasyon seven kişiler varsa işte sizin festivaliniz! Bu 6 gün sürecek festivalin detaylı programını iafistanbul.com adresinden inceleyebilirsiniz. Şimdiden iyi seyirler… -Berkay Aşkaroğlu


AJANDA

29 Kasım 2011 / İstanbul

Aydın Esen Akbank Sanat’ta Bu yazı biraz 29 Kasım’da Akbank Sanat’taki Aydın Esen masterclass ve atölyesi, biraz, aslında çokça da Aydın Esen’in kendisi ile ilgili olacak. Esasında hiç kimse bir masterclass etkinliğine, derginin bu bölümünde yer alan çok etkinlikli festivaller kadar dikkatini vermeyebilir, ama sözün konusu Aydın Esen’in bu masterclass’ın başında olması! Dolayısıyla 29 Kasım’dan beklentilerimi gözler önüne sermem gerek: Aydın Esen bence sadece piyanodaki ustalığıyla değil düşünmek konusundaki ustalığıyla da takip edilmeli. Berklee’yi dört sene iken bir senede bitiren adam olarak tarihe geçmesini herkes gibi şaşkınlıkla karşılıyorum ancak; albümlerinin paralelinde yaptıklarından büyük bir keyif almasını ve yoğunlukla düşündürme başarısını ağzım açık (uçlarından da hafifçe gülümseyerek) karşılıyorum. Kendi galaksisinde bir acayip müzisyen o... Şimdi ise o galaksiye adım atabilmek için önümüzde bir fırsat var. Aydın Esen özellikle uğraştığı türler açısından kendi ülkesinde birçok başka isimden çok daha az biliniyor. Bir röportajında şöyle diyor “uğraşılan türler” ile ilgili: “Ben buradayım diye bağıran melodi anlayışı 40 yıl önce dev-

Al Di Meola & Zülfü Livaneli Zülfü Livaneli’nin 40. sanat yılı şerefine düzenlenen konserde sanatçıya eşlik edecek isim dünyaca ünlü Al Di Meola. Livaneli’nin eserlerinin seslendirileceği konser 22 Kasım’da İş Sanat’ta. 24 Kasım / İstanbul Konser

Gevende

Kendilerini aşure müziği grubu olarak tanıtan, yıllar önce çıkardıkları ilk albümleri Ev ile beğeni toplayan Gevende, ikinci albümlerinden parçalarla 24 Kasım’da Hayal Kahvesi’nde.

rini tamamladı. Şimdi eserin her noktasında beliren, lineer, horizontal melodiler kullanılıyor”. Bu cümlenin anlamını masterclass ve atölyeye katılanlar yakalayabilirler mi bilmem, ama bu cümleler bence yenilikçi olan her müziğe “atonal” denmemesi gelişmesinin yaşanabilmesi adına önemli. Bizim ülke müzisyenleri ve müzikseverleri olarak birçok kavrama alışmamız gerekirken, fikriyle, mantığıyla müziğini birleştirmek bir yana, onların kendisinden hiç de zıt olmayan bir ses galaksisi yaratabilmiştir Aydın Esen. Kapasite meselesi ise öyle, ama kesinlikle başka bir şeyler var... Sesler üzerinde herkes bir şeyler söylemiyor mu? O halde bu kadar kulaktan kulağacılık belki de yeterlidir! Cesurca içine atılabilmiş biri olduğu için Aydın Esen’e hayran oluyorum. “Elimde ne ile kalırım” kaygı-

sı tüm diğer müzisyenleri sarmış, beraberinde başka yollar çizmeye yöneltmiş (hadi ama, kim “müzisyenlerin” sadece müzik yaptığını söyleyebilir; bu prodüksiyon şirketivari müzik dünyasında? Pek ala çok başka dallanıp budaklanmalara şahit olduk hepimiz). Aydın Esen ise kendinden taşan bir değişim dünyasının baş ikonu olarak benim için orada duruyor... Reklam yapabilme kabiliyeti çok ayrı bir konu... Hal böyleyken tercihini oradan yana kullanmamak benim buradaki rolümü önemli kılıyor. Bunun dışında bu yazıyı yazarken o masterclass’a izleyici olarak katılabilmek ve Esen’in patlamalarından seken bir parçanın bana çarpmasından başka bir şey ummuyorum. İyisi mi siz de gelip benim gibi dinleyin, izleyin. Çok farklı bir deneyim olacak. -Gökçe

24 Kasım İstanbul / 25 Kasım Ankara Konser

Vinnie Moore

Özellikle Out of Nowhere adlı albümüyle birçok insanı kendine hayran bırakan Vinnie Moore 24 ve 25 Kasım tarihlerinde İstanbul ve Ankara’da iki konser verecek. David Rosenthal, Dave LaRue, Shane Gaalaas gibi isimlerle çalışmış, 2003 yılında da efsanevi grup UFO’ya katılmış Moore ikinci kez Türkiye’ye geliyor. 26 Kasım / İstanbul Festival

Kontakt

Türkiye Alt Kültür Topluluğu 26 Kasım günü ilk etkinliği KONTAKT’ı düzenliyor. Birçok üniversite kulübünün, 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 17


bağımsız toplulukların ve alt kültür ile bireysel olarak ilgilenen kişilerin desteğiyle İTÜ Maslak Kampüsü’nde düzenlenecek olan etkinlik FRP, LARP ve cosplay gibi önemli alt kültür öğelerini barındıracak. Detaylı bilgiler için kon-takt.com adresini ziyaret edebilirsiniz. 26 Kasım / İstanbul Tiyatro

Van Gogh

Hakan Gerçek’in tek kişilik tiyatro oyunu Van Gogh ve “onun hakkında ne düşünüldüğü”. 29 Kasım / İstanbul Konser

Steve Lukather

29 Kasım akşamında İstanbul bir diğer önemli gitar virtüözüne ev sahipliği yapacak. Daha önce Michael Jackson, Rod Stewart, Aretha Franklin gibi isimlerle çalışmış, Toto’nun kurucu üyesi olan Steve Lukather çıkardığı son albüm olan All’s Well That Ends Well albümünün turnesi kapsamında İstanbul’da bir konser verecek. Kesinlikle kaçırılmaması gerekenlerden.

25 Kasım - 17 Aralık 2011 / Antalya

12. Uluslararası Antalya Piyano Festivali Bu yıl 12.si düzenlenecek olan Antalya Piyano Festivali, sanatseverleri oldukça heyecanlandırmış durumda. Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği, Fazıl Say’ın sanat yönetmenliğini yaptığı bu harika festival çok özel bir programla yine katılımcılarını bekliyor. Müziğin büyüsünü Antalyalılara tattıracak olan bu festivalin çok önemli bir özelliği, Antalya’nın sadece merkezinde değil, birçok farklı hatta uzak bölgelerinde düzenlenecek dört halk konserlerini içeriyor olması. Bu sayede farklı profilden birçok müziksever festivale katılım imkanı bulacak. Halk konserlerinin ilkini Fazıl Say 11 Aralık saat Ufuk & Bahar Dördüncü

30 Kasım - 1 Aralık / İstanbul Konser

Halk konserlerini ünlü sanatçıların okullarda öğrencilerle yapacağı atölyeler izlediği için, bunlardan öncelikli bah-

Pat Metheny

Cazın en önemli isimlerinden Pat Metheny, Bill Stewart ve Lanny Grenadier ile birlikte sahne alacak. Yumuşak tınıları, modern caza yakın tarzı ve belki de en önemlisi, gülüşüyle akıllarda yer edinen sanatçı, geçtiğimiz yıl yayımlanan ve müzik icrasına çok farklı bir bakış açısı getiren Orchestrion projesi ile yalnızlık ve müzik kavramlarını bir güzel sorgulamış, üzerine il18 | Boo! Sayı: 1

13.30’da çok farklı bir mekanda yapacak. Bu mekan, at eğitimlerinin yapıldığı bir alan, yani “manej” oluyor ve Antalya Döşemealtı Orfe Atlı Spor Klübü’nde gerçekleşecek. Klasik müzik ile komediyi ustalıkla birleştiren meşhur Igudesman & Joo ikilisi 2 Aralık 14.30’da Akdeniz Üniversitesi’nde halk konseri verecek olan başka bir ekip. 8 Aralık 14.00’da Ufuk & Bahar Dördüncü’nün Kepez Kültür Salonu’nda, 12 Aralık 20.30’da Dieter Koehlein’in Antalya Kültür Merkezi’nde halk konserleriyle karşınızda olacağını da belirtelim.

setmek mutluluk verici geliyor. Bu girişimim, halk konseri ve atölye imkanlarının müzikseverler için çok parlak olduğunu düşündüğümden ve büyük sanatçılar ile ilgili haberleri her yerde bulabileceğimizdendir esasında. Aynı zamanda bu faaliyetler festivalin yeni nesil sanatçılar ve müzik dinlemekten neden hoşlandığını sorgulayabilen nesiller yetişmesinde fayda sağlayacaktır. Atölye çalışmaları Gürer Aykal, Gabor Boldoczki, Lara Melda, Olli Mustonen, Birsen Ulucan, Elif Şahin & Szymon Chojnacki, Dorantes ve Vladimir Spivakov tarafından, Büyükşehir Belediyesi İsmail Baha Sürelsan Konservatuvarı, Akdeniz Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, Güzel Sanatlar Fakül-

Fazıl Say

Igudesman & Joo


Lara Melda

Densö Ranki ve Edit Klukon

ginç de bir çözüm sunmuştu. Ne yalan söyleyeyim, o kadar konser haberi yazdık, aralarında en çok gitmek istediğim konser bu ( -Günhan). 7 Aralık / İstanbul Müzikal

Pagagnini

tesi, Antalya Koleji ve Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’nde gerçekleştirilecek. Festival süresince devam edecek olan sergiden bahsetmeden olmayacaktı: Macar besteci Liszt’in doğumunun 200’üncü yılı anısına düzenlenecek ‘Liszt Sergisi’. Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Macaristan Büyükelçiliği işbirliğiyle hayata geçirilecek sergi, 25 Kasım-17 Aralık tarihleri arasında Antalya Kültür Merkez fuaye alanında olacak.

Liszt teması o kadar yoğun ki bu festivalde, Antalya Kültür Merkezi’nde de 1 Aralık saat 20.30’da gerçekleşecek olan bir “Liszt Gecesi” konseri düzenlenmiş. Sanatçılar Densö Ranki ve Edit Klukon. Müzik dünyasındaki ilk çıkışı çok yetenekli bir piyanist olarak gerçekleşen Liszt, en verimli döneminde sürekli piyano konçertoları yazdığı için böyle bir tercih yapılmış olabilir ancak; bence bu seçim barışa yönelik bir işaret ni-

teliğinde! İçinizden gülmek gelmesin sevgili okuyucular, müzik dünyasındaki “bu burjuvazi, şu halktan” görüşlerinden çok sıkılmış durumdayım. Muhatap olduğu çevre itibariyle “burjuva” sayılabilecek olan Franz Liszt, bu halk konserleri ve atölyelerle zenginleştirilmiş festivalde kendine bu kadar büyük bir yer bulabiliyorsa, bu Türk misafirperverliğinden başka bir şey değildir! Ve esasında, bu oldukça güzel bir şeydir... -Gökçe

Ay boyunca / İstanbul

Salon İKSV Programı Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi, hala devam ediyor. 14, 21 ve 28 Kasım tarihlerinde Talimane Tiyatrosu’nda Esra Bezen Bilgin’in oldukça beğeni toplayan performansına şahit olabilirsiniz. Yine geçtiğimiz ay da söylediğimiz gibi 15-16 Kasım tarihlerinde The Czars’ın eski vokali John Grant sahne alacak. 18 Kasım’da VeAne Brun

ga, 19 Kasım’da ise geçtiğimiz sene M-U-S-I-C albümünü çıkaran Elif Çağlar müzik ziyafeti verecek. Yekta Kopan, Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy’un hep beraber hikaye çözümlemesi yaptıkları Ubor Metenga Buluşmaları’nın Kasım ayağı 22’sinde. 23-24 Kasım tarihlerinde Amerikalı ünlü caz şarkıcısı Stacey Kent, 25 Kasım’da da Platinum ödüllü Ane Brun müzik ziyafet vermeyi uygun görmüş. 26’sında Yasemin Mori konser verirken, 2 Aralık’ta da mo-

Keman virtüözü denince akla gelen ilk isimlerden Niccolo Paganini’ye saygı duruşunda bulunulan bu müzikal komedide Paganini’nin birçok eserine yer verileceği gibi Mozart, Chopin, Boccherini gibi isimlerden izler de taşıyacak. 13 Aralık / İstanbul Konser

Yaylılar ve Sesler Buluşması Mannheimer Ensemble’ın ve Boğaziçi Caz Korosu’nun dostluk konseri. İlk bölümde Mannheimer Ensemble klasik ve popüler eserleri seslendirirken ikinci bölümde de Masis Aram şefliğinde Boğaziçi Caz Korosu sahne alacak. 13 Aralık / İstanbul Konser

Iced Earth

dern caz grubu Portico Quartet deneysel tarzları ile Salon İKSV seyircisiyle buluşuyor. Son albümlerini geçtiğimiz Mayıs ayında çıkaran Amerikalı indie rock grubu The Antlers 6 Aralık’ta sahne alırken Kanada’dan indie pop ismi Junior Boys Haziran ayında çıkardığı It’s All True albümünden parçalar sunacak. -Günhan The Antlers

The Hunter, Watching Over Me gibi sevilen parçalara sahip power/thrash metal grubu Iced Earth 13 Aralık’ta Refresh the Venue’da sahne alıyor. Yeni albümleri ve yeni vokalleriyle Türkiye’ye ilk kez gelen grup mükemmel bir konser tecrübesi yaşatacak gibi. 15-16 Aralık / İstanbul Konser

Apparat Band

Almanya’nın önemli plak şirketlerinden Shitkatapult’un sahiplerinden, Apparat ismi ile bilinen Sascha Ring, grubu Apparat Band ile beraber 15-16 Aralık tarihlerinde Babylon’da. Son albümü The Devil’s Walk birçok övgüyü hakkıyla alırken aynı albümden bir parçayı Breaking Bad’in son bölümünde de dinleyip şaşırmıştık. 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 19


Merve Sevinç mrvsevinc@gmail.com

etkinlik

Dans Her Yerde 30 Eylül - 23 Ekim tarihleri arasında dans dünyasının birçok ismi, iDans Festivali sayesinde bir araya geldi. Beşincisi düzenlenen İstanbul Uluslararası Çağdaş Dans ve Performans Festivali iDans sayesinde bizler, sokaklarda ve salonlarda bedenin kıvrımlarına, hayatın gerçeklerine tanıklık ettik.

E

trafında dansçı arkadaşları olan şanslı kişilerden biri sayılırım. Performanslarını izlemenin ötesinde, hep beraber dışarı çıktığımızda bile danslarını izlemek insana keyif veriyor. Bu sene düzenlenen iDans, yerli ve yabancı sanatçıların katılımıyla açık ve kapalı bir çok mekanda gerçekleştirilerek bu keyfi herkesin yaşamasını sağladı. Hatta dansçı arkadaşlarımdan birinin “Bu sene düzenlenen festival herkese hitap ediyordu” demesi bile birçok anlamın kafamda sıralanıvermesini sağladı. Sokak Gösterileri Bimeras tarafından düzenlenen festival, geçen sene Ekim ayında “Free Zone” adıyla açtığı sergiye yapılan saldırıya karşı açılan davanın duruşmasıyla beraber, festival duruşunu sergileyerek performanslarına başladı. iDans’ın, yıldönümü olması sebebiyle Beşiktaş Meydanı’nda özel bir performansı, açık hava etkinliği yer aldı. Belçikalı Thomas Steyaert ve Portekizli Raúl Maia; The Ballet of Sam Hogue and Augustus Benjamin (Sam Hogue ve Augus20 | Boo! Sayı: 1

tus Benjamin’in Balesi) için 18-19 Ekim tarihlerinde meydanı prova mekanı ilan ettiler ve performanslarını gerçekleştirdiler. Şaşkın bakışlar arasında dans eden ve değişik figürler sergileyen sanatçıları izleyen insanları izlemek kimi zaman daha değişik duygular uyandırdı içimde. Yine de bu tarz gösterilerin yapılması, tepki görmelerine ve hatta önceki senelerdeki gibi saldırıya uğramalarına rağmen sokak sanatçılarının güçlü olduklarını gösteriyor. Sokaklardaki etkinlikleri seviyoruz, onlara elimizden geldiğince destek oluyoruz. Toplumda bazı durumların tepki göstermedikçe değişeceğini beklemenin hata olduğunu birçoğumuzun bildiğine eminim. Neyse konumuza dönelim... Bir sonraki ayak; Berlin iDans kamusal alanda, her gün yürüdüğümüz yollarda, orada burada ya da kapalı mekanlarda ve sahnelerde düzenlenen performanslarıyla tekdüzelikten kurtularak daha etkileşimli ve canlı bir hava yaratma amacındaydı. Bu sene çerçevesi “İşte” olarak belirlenen festivalin, önümüzdeki sezon Berlin’de “biDans: Misafir İş-

ler” olarak devamı gerçekleştirilecek. Sanatçı İşçiliği Performans sanatlarının da bilindik işler gibi süreçlerinin olduğunu ve bu zaman dilimlerinin birer iş olduğunu ortaya koyan festival, günümüzde sanata değin aklımıza gelen birçok soruya yanıt aradı. Her zaman düşündüğümüz, ama cevaplandırmaya hangi tarafta yer alacağımızı bilemediğimizden ulaşamadığımız bir soru, beden diliyle, farklı bir bakış açısıyla değerlendirildi. Para, sanata etkisi, maddiyat, yaratıcılık, emek, birliktelik ne şekilde icra ediliyor anlatıldı. Dansçının işçi olarak neler hissettiğine ayna tutulmaya çalışıldı. Sanatın ve sanatçının, iş ve işçi olarak yansımaları, hayatın kesitlerini izlediğimiz anlardı. Gelişim Programları Festival boyunca dansların yanı sıra genç koreograflar için

düzenlenen bir gelişim programı yürütüldü. “Europe in Motion” adı altında yürütülen proje için 4 ortak festival bulunuyor. Springdance (Utrecht, Hollanda), Brut (Viyana, Avusturya), Dance4 (Nottingham, İngiltere) ve iDans (İstanbul). İstanbul’un böyle bir grup içerisinde yer alması ve iDans sayesinde uluslararası çağdaş bir performans festivaline kavuşmuş olmamız, kendilerine bir teşekkür iletmeyi borç saydırıyor bana... Kritik Çaba Jardin d’Europe etkinliklerinden biri olarak geçen sene “Kritik Çaba” adındaki yazarlık atölyesi, bu sene de etkilerini gösterdi. Dans ve performans sanatları yazarlığı konusunda kendisini geliştirmek, ufkuna yeni çizgiler katmak isteyen kişiler için oldukça geniş bir programla 23-24 Ekim tarihlerinde oturumlar, seminerler ve tartışmalarla gerçekleştirildi. idansblog.


Katılım Sağlayan Performanslar Sokaklarda gösteri yapan bir başka ikili performans, festivalin iki Afrikalı sanatçısı Sello Pesa ve Vaughn Sadie tarafından Dolapdere’de gerçekleştirildi. Inhabitant olarak adlandırdıkları performanslarında Johannesburg kenti için kurgulanan bir çalışmalarını İstanbul’a uyarladıklarını gördük. Farklı kesimlerde yaşayan ve bir araya gelerek bir çete misali takılan kişilerin kendi bölgelerini ilan etmelerinden kaynaklanan bazı sorunlar ve onlara karşı yaşanan mücadelenin bir yansımasını izlediğimiz performans asıl olarak göçmenler üzerine kurgulanmış. iDans tepkilerinden öte dünyaca ünlü sanatçıların da performanslarını bize izleme imkanı sağladığı için ayrı bir öneme sahipti. Yine sokaklarda denk geldiğimiz Satılık Dans gösterisi, Brezilyalı sanatçı Ricardo de Paula tarafından kurulan dansçı topluluğu Grupo Oito’nun kurduğu çadırlarda birçok kişiyle buluştu. Dans konusunda merak ettiklerinizi sormak, öğrenmek ya da denemek istediklerinizi rahatça gerçekleştirebilmeniz için güzel bir fırsattı. Anne Teresa De Keersmaeker’in 1982’de

sahnelere ilk adımı attığı eser Fase, Steve Reich’in dört bölümlük kompozisyonu ile gerçekleştirildi. I am not me, the horse is not mine gösterisiyle William Kentridge değişik bir performans sergiledi diyebilirim. Animasyonlar, projeksiyondan kendisine ve arka plana yansıtılan görüntüler eşliğinde hikayesi, izlenmeye değer performanslardan biriydi. Benim ilgimi çeken bir diğeri ise, genç koreograflardan Clément Layes’in Allege gösterisi oldu. Bir bardak suyla neler yapıldığını ve neler düşündürdüğünü görmek insanı farklı bir boyuta taşıyor gerçekten... Katılan sanatçılardan Ayşe Orhon, ÇOK adlı performansıyla güncel olanın öyküsünü bedenin kılavuzluğunda sunarken, Fransız Loic Touzé ve Anne Kerzerho beden bilgisini ortaya koyan bir performans gerçekleştirdi. Yine bekleriz... Jérome Bel’in 10 yaşına ulaşan koreografisi The Show Must Go on, festivalin son performansı olarak iDans’a şahane bir biçimde veda etmemizi sağladı. Tamamen yerli sanatçılardan yeni bir ekibin oluşturulduğu koreografi birçok popüler parçanın eşliğiyle sahnelendi ve sanıyorum insanlar üzerinde, benim gibi unutulmaz bir etki yarattı. Daha fazla festivalin düzenlenmesi, daha fazla gerçekliğe tanık olmamızı sağlıyor. Toplumun farkındalığının artması, belki hayal kuruyorum, biraz bilinçlenmenin sağlanması için daha fazlalarının gerçekleşmesi dileğiyle, takipte kalın sevgili okuyucular... 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 21

Bitti.

org adresinden etkinlik sürece gerçekleşen aktivitelerin değerlendirmelerini, makalelerini, eleştirilerini yani kısacası yazınsal içeriğini inceleyebilirsiniz. Bu yıl, bir de afişlerde gördüğümüz kedileri de bizimle buluşturan etkinlik yani iKedi sosyal yaratıcılık projesi olarak İstanbul’un 28 mahallesinde ve her ay iki okulda yıl boyunca devam edecek.


Merve Sevinç mrvsevinc@gmail.com

etkinlik

Bir Açıkhava Sergisi: İstanbul’un Yıldızları Bir süredir İstanbul sokaklarında, bazı mekanlarda renk renk boyanmış yıldızlarla karşılaşıyoruz. UNICEF Türkiye tarafından, Stars of Istanbul adı altında düzenlenen proje sayesinde 30 Kasım’a kadar görebileceğimiz bu yıldızların, oraya buraya serpiştirilmesinin çocuklar için güzel bir sebebi var.

Y

ıldızlara özel bir ilgim vardır. Çocukluğumda, yaz gelsin diye sabırsızlanır dururdum. Çünkü yaz geceleri, arkadaşlarımla beraber sahilde uyuyabilir, bir bütün gece battaniyeme sarılıp yıldızlara bakarak hayal kurabilirdim. Bana bu güzel günleri, saflığı ve hayalleri hatırlatan yıldızları sokaklarda rengarenk boyanmış görmeye başlayınca, aldı beni bir merak. Hemen gittik bir tanesinin yanına ve anladım ki işin kaynağı UNICEF. Çocuklarla ilgili birçok işe imza atan UNICEF Türkiye, tüm dünyada kendisi adına bir ilki gerçekleştirerek bir açık hava sanat sergisi oluşturdu İstanbul’da. Aziz Sarıyer tasarımı yıldız heykelleri projeye destek olmak isteyen firmalar tarafından satın alındı, bir sanatçının elinde hayat buldu ve 22 | Boo! Sayı: 1

seçtikleri mekanlara yerleştirilerek halkla buluştu. Birçok sanatçı, bu kocaman yıldızların üzerine İstanbul’un kültüründen kesitler, esinlendikleri olaylardan renkler çizdiler. Neden Yıldız? Aziz Sarıyer’in tasarladığı heykellerin yıldız olmasının sebebi, hepimizin bildiği gibi yıldızların umut taşıması, iyi dilekleri simgelemesi. Yıldızın umutları temsil etmesi dışında, üst kısmın baş, yan kısmın kollar ve alt kısmın ayaklar olarak düşünüldüğünde insanı simgelemesi de yine seçilme etkenlerinden biri. Dört elemente ve dört mevsime de gönderme yapıldığı bilgisini paylaşmadan edemeyeceğim. Yani kısacası yıldız şekli çocukların geleceği için biçilmiş kaftan...

Eğitimsiz Çocuk Kalmasın! Türkiye’de ve dünyada çocukların eğitimi için birçok kurum tarafından sürekli etkinlikler, sergiler düzenleniyor. Eğitimin ne kadar önemli olduğundan falan bahsetmeyeceğim şimdi. Ama değinilmesi gereken bir konu olduğu kanısındayım. Keza, cehaletin verdiği zararlar geçtiğimiz günlerde oldukça fazla canımızı yaktı, daha da yakacağa benziyor. 2015’e kadar eğitimsiz çocuğun kalmaması için uğraş veren UNICEF ve Birleşmiş Milletler “çocukların geleceği parlasın” sloganıyla yola çıkarak sadece Türkiye ile sınırlı kalmayacağını umut ettikleri bir proje ortaya koyuyorlar. Serginin sokaklarda olması, toplumun bilinçlenmesi açısından önemli. Herkesin bütçesi gidip de sergileri gezmeye yetmiyor nihayetinde. Ayrıca sanatı sokağa taşımanın, sokakları da güzelleştirdiği aşikar. İnsanın hoşuna gidiyor İstiklal Caddesi’nde yürürken rengarenk yıldızlarla karşılaşmak... Aynı zamanda büyük firmalar ve sanatçıların buluşmasını da sağlıyor olması, iş-sanat birlik-

teliğine güzel bir örnek teşkil ediyor. UNICEF Türkiye sayesinde bu yıldızlar Aralık ayında uluslararası bir müzayedede satışa sunulacak. Bu satışlar sonucunda planlanan projeler için yüksek meblağda gelir elde edilmesi hedefleniyor. Aynı zamanda yıldızlar için ödenen para düşünüldüğünde bile, gelirin okutacağı çocuk sayısı insanın gözlerini parlatıyor. Tüm Dünyaya Örnek Olacak Proje UNICEF Türkiye, Stars of İstanbul sergisinin, sadece Türkiye değil tüm dünyada adını duyurmayı planlıyor. Farklı şehirlere de örnek olması istenen projenin ne kadar çok duyurusu yapılırsa, o kadar faydalı olacağı kesin. Dünyanın birçok yerindeki büyük şehirlerde böyle bir serginin düzenlendiğini düşünsenize, binlerce çocuğun geleceği gerçekten parlayacak demek oluyor bu. Toplum Sanatla Buluşuyor Aynı zamanda çocuklarla beraber sanata ve sanatçıya da destek olunması söz konusu. Projeyi galerilerde hapsetmek yerine halka indirgiyor olmak, daha önce de dediğim gibi,


Sayfadaki yıldızlarla tanıştıralım: Sol üst: Fezada Bir Yıldız (Engin Öztekin)

tıyor. Sokakta ya da internet sitesinde görüp beğendiğiniz bir yıldızın numarasıyla telefonunuzdan bir mesaj atarak siz de çocukların geleceğine 10 TL destek olabilme imkanına sahipsiniz. Stars of Istanbul projesinin, sokaklarda size zorla bağış yaptırmaya çalışan gençlerden çok daha güzel bir yol olduğu kesin.

Sağ alt: Yıldız Beyn (Alametifarika, Şekil Tasarım)

Katılımcılar Projenin internet sitesinde yıldızlarla ve yapılarıyla ilgili geniş bilgiye yer verilmiş. İlgililer starsofistanbul.com adresinden tüm detayları öğrenebilir. Hatta yıldızların birer şablonu koyularak sanatçının dertsiz tasasız rahatça çalışabilmesi için bütün olanaklar sağlanmış. Genç isimlerden ustalara birçok sanatçının katıldığı projede benim en çok hoşuma gidenler arasında Deniz Toraman’ın TEB için tasarladığı Yaşamın Özündeki Sır, Adel Kalemcilik’in Lowe İstanbul tarafından tasarlanan yıldızı Kalemlerin Yıldızı, Demet

ve İbrahim Kutluay ile Niyazi Selçuk imzalı, Okan Koleji’nin yıldızı olan Çocukların Yıldızı, Pınar tarafından Alametifarika ve Şekil Tasarım’a hazırlatılan Pınar Beyni adlı yıldız, Çağdaş Erçelik tarafından İkinci Parti adına tasarlanan İkinci Dünya yıldızı var... Cemil İpekçi’den Türkan Şoray’a, Haluk Bilginer’den Mehmet Turgut’a birçok ismin yer aldığı projenin detaylarını merak ediyorsanız, buyurun sizi internet sitesine alalım. Aman unutmayın, bir mesaj demek 10 TL demek, bizim için bir öğün, onlar için okul parası...

Sağ üst: Çocukların Yıldızı (Niyazi Selçuk, Demet & İbrahim Kutluay) Sağ orta: Ford Ralli Yıldızı (Ford Otosan Design Studio)

Bitti.

toplumun sanatla buluşması ve gelişime yakından tanık olması açısından da oldukça önemli. Bilmedikleri ya da tek yönüyle bildikleri sanatçıların farklı temalarda ortaya koydukları eserlerine tanık olmak birçok kişiyi şaşırtıyor aynı zamanda. Bizlerin bilmediği ama dünya çapında bir yere gelmiş sanatçılarımızın da yine tanınması, kendi toplumumuz tarafından fark edilmesi sağlanıyor Stars of İstanbul sayesinde. Birçok farklı sektör satın aldıkları yıldızlarla çocukların geleceği için bir birliktelik sağlamış oluyor aynı zamanda. Rekabetten öte bir dayanışma yaratan proje, firmaların duyarlılığını gözler önüne seriyor. Aynı zamanda markalarını böyle bir sosyal proje içerisine koyarak, prestijlerini ve halkın gözünde güvenirliklerini de arttırdıkları apaçık ortada. Onların bu güvenilirliği yaratması aynı zamanda kişilerin de projeye güven duyması ve destek vermesi konusunda bir pekişme ve farkındalık yara-

15 Kasım-15 Aralık 2011 | 23


Mert Günhan mert.gun@gmail.com

teknoloji

Geçmiş İçin Bir Dijital Ağıt Burası bizim şehrimiz, burası bizim dünyamız, tarih 29 Ekim 2011, ben bu satırları dijital bir daktilodan yazıyorum, benim düşüncelerim sayıların ve düşüncelerin buluştuğu koca bir iletişim denizinde kayboluyor belki, belki sizin zihninize düşüyor, işlenmiş veya işlenmemiş fikirler bizlerin kafasında bir göl yaratıyor, bu ortak göl, düşlerden ve rüyalardan oluşuyor, insanlık hep beraber evriliyor böylece, hep beraber tek bir varlık olmaya. Resimler: Paul Klee

İ

nsanlar yaşamlarının başından beri hep beraber olmayı dilemiştir. Şüphesiz kimse yalnızlığı sevmez, kimse yalnız olmayı istemez, bir şekilde, ne kadar kötü olaylar yaşarsak yaşayalım, ne kadar türdaşlarımıza karşı güvenimizi kaybetsekte. Yalnız olmayı istemiyoruz ve bu yüzden sürekli olarak baş24 | Boo! Sayı: 1

kalarına ulaşmaya çalışıyoruz hayatımız boyunca. Geçmişte çeşitli metodlar kullanıyorduk, bu çabalar günümüze göre oldukça ilkeldi belki. Anneannemin evinde bulunan çevirmeli tozlu telefonlar şimdi bana sadece yaşanmamış bir geçmişin tekrar tozlu parçaları gibi gelmekte.

Kendi kendimizi her geçen gün güncelliyoruz ve bunu yaparken geçmişin değerli altın parçalarını çok çabuk silkeliyoruz kanatlarımızdan. Edebiyat için edebiyat yapmak gibi bazen sadece yalnız kalmamak için iletişiyoruz birbirimizle. Sahte kimliklerimiz ve alt egolarımız kaplıyor dört bir yanımızı gün geçtikçe. Edebiyat parçalamak gibi olmasın, her geçen gün insanoğlu bambaşka bir yola doğru gidiyor, yollar artık birbirine bağlanan büyük sokak sistemlerini andırıyor, belki dijitale fazla önem verir olduk, belki fiziksel önemini yitirdi dijital olmasaydı bile yitirecekken. Düşünceler önemli belki artık, formumuz değil, formumuzu düşüncemiz ile yaratıyoruz belki artık, belki hepimiz kendimizi her sabah gerçek kılıyoruz kendimizi, sabahları ve

saatleri. İnternetten Şapka Çıkartmak Yitirişler ve yeniden kazanılışlar çok kolay artık. Telefonun diğer ucunda bulunan ise adeta bir ülke, adeta bir hükümet, adeta bir zengin insan kalkışı ile sunuyoruz iletişimimizi. Gümüş tabaklar da klavyeler, içinizden geçenleri sunmanın sadece başka ve daha hızlı bir yolu. İnsan bunun için mi yaratıldı? Gidişatta biraz nostaljiye olan özlem, gündemde ise hızlı cep bilgisayarları var. Çocukken yakalamaya çalıştığım şeyler artık ekranımın önünde, renkli bir dünya, ben oraya o kadar yakınım ki, bu yakınlaşmaların hepsi ise adeta uzaklaşmalar. Kaç cümle kurabilirsin? Yaşamın boyunca sana dadanmış iç


ağrılarını sadece 140 karaktere doldurabilir misin? Öfkeni 140 karakter ile dizginlemene izin verseler, bunu nasıl başarırsın, bunu yap deseler, bunu yap deseler, yapabilir misin mesela? Eski iletişim formlarına duyulan özlem mi körüklüyor entellektüel uğraşlarımızı? Bu gerçekten bir uğraş olabilir mi peki? Pek çok soru soruyoruz zaman karşı yarışırken, hızlı dijital yakınlaşmalarımızın pek azı beklediğimiz sadakati ve sevgiyi sunuyor. Belki bir yerlerde yanlış yaptık, belki bir yerlerde bir takım şeyler doğru gitti, buna rağmen melankolimiz oldukça kişisel ve bir o kadar evrensel.

Ruh Sepeti Uzakta bir Empire dergisi var, ben bunu satın almak istiyorum, benim sadece tek bir tık ötemde istediğim şey, önümde ise tek ödediğim bedel zaman ve para. İnsan ihtiraslarına ve emellerine ulaşmak için aynı şeyden fedakarlık edebilir, fakat nesneye birden bire sahip olmak tartışılmalı belki. Aklımızda olan müziğe birden bire ulaşmak da başlı başına bir lüks bence, gerçekten bu kadar kolaylığı kim hak ediyor ki dünyada? Her geçen gün bunların fazlası ile ruhlarımız beslenmekten öte körleşiyor, bence bu tip şeylerden vergi alınmalı, gerçi alınıyor, sonuçta insanlar yurt dışında albüm satın alıyorlar, internetten müzik satın alıyorlar, filmleri satın alıyorlar, bir şeyler ödeniyor fakat ödenen şeyler de genelde birlerden ve sıfırlardan ibaret, dünyamızın yüzde sekseni gibi bunlar da yerel ağın içinde bulunan ve iletişme hızları ile gurur duyan olgular. İstediğin görüntüye ulaşma-

nın, istediğin müziği dinlemenin anında mümkün olduğu bir düzen aslında geçmişte anlatılsa cennet sayılmaz mıydı? Düşünün bir an, 1600 yılında yaşıyorsunuz ve 400 yıl sonra insanlık sürekli sıcak kalmayı, istediği ile istediği an görüntülü bir şekilde konuşmayı, atom bombalarını, kameralı cep telefonlarını, fotoğraf makinelerini, iMAX filmleri, üç boyutlu televizyonları ve el konsollarını bulacak. Havada uçacak, ses hızından güçlü bir şekilde yol alacak. Bütün bunları o zamanlar anlatsanız bunlar cadılık, şeytanlıktı, şimdi ise bu senin gerçekliğin işte. Sen bunu yaşıyorsun, sen bu çağın içinde yaşıyorsun, bu çağın bütün sunduğu meyvelerden yiyorsun, fakat buna rağmen eksiksin, buna rağmen, diğer

insanlara ne kadar hızlı bağlanırsan bağlan asla tamamen kendini bulamayacaksın belki, mesafeler kapansa bile ruhlar doymayacak bu sefer, çünkü her zaman daha fazlasını istiyoruz, bir 400 yıl sonra istediğimizin yanına istediğimiz an gidebilsek gene daha fazlasını istemeye devam etmeyecek miyiz zaten? Edeceğiz, ederiz de, çünkü biz bunu yaparız, çünkü egomuz bitmiyor, çünkü tükenmiyoruz, sapıkça yaşama bağlanıyoruz, hayatta kalıyoruz, hayatta kalmaya devam ediyoruz, böylece yaşıyoruz işte, zamanlar geçiyor, saatler bozuluyor, gene devam ediyoruz yol almaya.

Monolog Olmak Bu da dursun internetin bir köşesinde, bu da dursun. Bu benim konu ile ilgili kişisel bir araştırmamın raporu olsun, benim de tanrısal bilgi haznesine bir katkım olsun ama değil mi? Günü gelir belki gerçekten bir olursak bunlar da onu oluşturan rafine düşünceler olarak dökümantasyon sürecinden geçsinler insanlığın. Belki daha hızlı tüketiyoruz fakat daha hızlı üretiyoruz, zaman kavramımız değişir belki zamanla kim bilir? Belki türler evrimlerini böyle geçiriyorlardır artık, hızlı olmak, daha hızlı olmak, her zaman daha fazlasını istemek ve bunu daha hızlı istemek. Ne de olsa bu da bir yaşam biçimi olabilir. Olamaz mı? 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 25

Bitti.

Her iş akşamının sonunda kabloları beynimize bağlıyoruz, sürekli olarak aradığımız şeyler var, kiminin bilgi, kiminin iş bitirme telaşı, kiminin entrikaları ve kiminin gerçeği öğrenme isteği klavyelere basmamıza sebep oluyor.


portfolyo

Erdem Akkaya Sergilenmiş hangi projelerin var? Kurması en keyifli sergi hangisiydi? Şu ana kadar sadece bir sergim oldu. YTÜFOK’un 10. Amatör Fotoğraf Günleri’nde “ Hayatımın Kadınları” adlı bir sergim oldu. Pek sevmedim açıkçası. Bir daha da sergi girişimim olur mu bilmiyorum. Galiba fotoğraflardan seri oluşturamama gibi bir sorunum var.

akkaya_erdem@yahoo.com info@creamtr.com foto@estanbulfoto.com

Fotoğraftan önceki hayatın nasıl geçti? Bu soruyu oldukça genel almam gerekiyor galiba. 1986 İzmit doğumluyum. Üniversiteye kadar olan bütün hayatım da İzmit’te geçti. 1 yıl önce Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği’nden mezun oldum. Bu mesleği henüz yapmadım yapmayı da düşünmüyorum. Şu anda freelance fotoğrafçılık yapıyorum. Fotoğraf çekmeye nasıl başladın? Fotoğraf çekmeye üniversitenin ikinci yılında başladım. Açıkçası Yıldız Teknik Fotoğraf Kulübü (YTÜFOK) bu konuda hem arkadaş edinme açısından hem de fotoğraf yolunda ilerlemem konusunda oldukça işime yaradı. Daha sonra da Türkiye’deki çok iyi fotoğrafçıların yanında asistanlık yaparak yavaş yavaş piştim diyebilirim. Gerçi hala çok toyum.

26 | Boo! Sayı: 1

Ekipman senin için ne kadar mühimdir? Ekipman hem beni hem de müşterimi tatmin etmesi açısından çok önemli. Teknik konulardan çok anlayan biri değilim. Ama çokça belirsiz şartlar altında çekim yapabildiğim için edinebildiğim en iyi ekipmanlarla çalışmayı tercih ediyorum. Fotoğraflarını izlerken en çok etkilendiğin fotoğrafçılar kimler? Baştan şunu söyleyeyim, “Erdem bize takip ettiğin 5 tane fotoğrafçıyı say” deseniz cevap veremem. Bu takip etmediğim için değil tamamen isimlerinin hafızamda yer etmemesindendir. Yoksa tabi ki sürekli takip halindeyim. Sürekli blogları ve siteleri takip ediyorum. Fotoğrafçıların da sitelerinin olduğu bir belge tutuyorum ve düzenli takip ediyorum. Ama Mert&Marcus’un adlarını vermeden de geçemeyeceğim.

Fotoğraf çekme eylemine özel anlamlar katanlardan mısın, yoksa “sadece severek yaptığım bir uğraş” demek yeterli mi? İkisi de geçerli benim için. Severek yapıyorum çünkü iyi yaptığıma inandığım bir şey fotoğraf çekmek. Bu nedenle de çok özel benim için. Tam bir siyasetçi cevabı oldu ama verebileceğim en iyi cevap da bu galiba. Fotoğraf çekmekle ilgili geleceğe dair hedeflediğin bir şeyler var mı? Birçok hedefim var tabi ki. Hayaller desek daha iyi olur. Maddi açıdan rahat bir duruma gelip az kişinin beğeneceği ama benim tatmin olacağım şeyler çekmek istiyorum.


15 Kas覺m-15 Aral覺k 2011 | 27


28 | Boo! Say覺: 1


Bitti. 15 Kas覺m-15 Aral覺k 2011 | 29


Geçmiş zamanda asılı kalmış, geçerliliğini her daim koruyacak yazıların yeri burası: Biyografiler, akımlar, araştırmalar, mahaller...

Adile Naşit

Sizleri bilmem ama benim kuşağım çokça şanslı bir kuşaktı. Önce TRT’yi, sonra Star’ı, “necefli maşrapa” ve 10’da İstiklal Marşı ile açılan TV kanallarını gören bizler, Adile Naşit’i Münir Özkul’un eşi ya da anneannemiz sanarak geçirdik okul öncesi çağları. Anne babası (Amelya Hanım ve Naşit Özcan) ve kardeşi de (Selim Naşit Özcan) tiyatrocu olan Naşit 1930 Haziranı’nın 17. gününde dünyaya gelip 11 Aralık 1987’de dünyadan göçene kadar yüzlerimizde tebessümler, kalplerimizde sıcaklık yaratmayı bildi hep o tonton haliyle. Her akşam “kuzucuklarım” diyerek masallar anlatmasını, büyük sözü dinlemek, yemek yemenin faydaları, erken yatmak uyarılarını hatırlarız biz hala, o dönem çocuk olanlar. Öldüğü zaman ölümün ne olduğunu çok anlamasak da bir daha masal anlatmayacağını; toprağın altına, bizim anneannemizin yanına gittiğini anlamışızdır ya, birkaç gün durup durup ağlamışızdır. Hababam Sınıfı’nın çanı elinde koştura koştura merdivenler-

den inen Hafize Ana’sını TÜRVAK Sinema-Tiyatro Müzesinde görünce en çok bizim kuşak sevinmiş, gözleri dolmuştur muhakkak. Kalplerimizdeki yerine atfen 1985’te yılın annesi de seçilmiştir Hafize Ana. Minik serçe olarak Hababam’ın yılsonu müsameresine çıkışını hatırlamaz mısınız, nasıl da “normalde kendi halinde, çekingen ama içinde coşkulu sahneleri seven” bir kadındır… Nasıl da kıkır kıkır güler, kendine has ses tonuyla… Biz Neşeli Günler’i, Aile Şerefi, Bizim Aile, Gülen Gözler’i bin kere olsa oturup izleyecek nesiller, erkek adı koyduğu kızlarını evlendirmeye uğraşan Nezaket Hanım’ın kızların odasına girip “Nane likörü mü? Bayılırım” diye likörden lüpletmesini taklit ederek likör içtik bazen. Turşunun iyisi sirkeyle olur, limonla olur tartışmalarını sofralarımıza taşıyıp kuru fasulye pilavın tadını artırdık kendimizce. Melek Hanım’ın, borularını taktırmak istediği, “benim boyum yetişmez anne” diyen oğluna kafa sallayışını hatırladık sırık kar-

30 | Boo! Sayı: 1

16 Kasım 1945: Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) kuruldu. 17 Kasım 1939: Nazi işgali altındaki Çekoslavakya’da Prag Üniversitesi öğrencilerinin işgale karşı direnişinin sonucunda öldürülen veya toplama kampına gönderilen öğrenciler adına, 1941 yılından beri, Uluslararası Öğrenciler Günü olarak kutlanır.

deşimizin kaytarmalarında… Neşeli Günler’de Küçük Ev’i izlerken hüngür hüngür ağlamasına içlenmedik mi biz de? Hele “Ah Nerede?” filminde, Tarık Akan’ın bacaklarına sarılıp “hani benim elektrikçim, elektrikçim” diye şarkılar söyleyen ve sonunda elinden kaçırdığı kuşu (Akan) karşısında görünce gözlerini devirerek “ahh telli baba, sana adadığım adaklar oldu sonunda” diyen Huriye’ye az mı gülmüşüzdür gelinliğini toplayan damadın ardı sıra koşarken? Velhasıl kelam, çocukluğumuzu doldurmuştur bir şekilde Adile Naşit. Ve fakat onlar gidince, yüzünüze güller, çocukluğumuz oralarda bir çamaşır ipine takılı kalmıştır. -Melis

5 Yıl Evvel Boo!

Yine 15 Kasım 15 Aralık arasını kapsayan bir sayı, ama bu sefer takvimler 2006’yı gösteriyor. Çoktan çatlamaya başlayan “kollektif kapak konusu” çabaları bu sayıda kendini gösterememiş, biz de kolaycılığa kaçıp içerideki yazılardan en uygun gördüğümüz yazıyı

15 Kasım 1983: KKTC’nin ilanı.

kapağa taşımıştık: O zamanlar Avrupa kentlerini anlatan Çiğdem Çevrim’in Barceloneta izlenimleriydi bu. Bunun dışında oyuncu Nilüfer Açıkalın ile röportaj yapmışız. Punk tarihinden bahsetmişiz, Cihan Alpgiray fotoğraflarıyla, İlker Çelen çizimleriyle konuk olmuş.

20 Kasım 1985: Microsoft, Windows’un 1.0 sürümünü piyasaya sürdü. 25 Kasım 1925: Şapka kanunu kabul edildi ve 9 yıl sonra, yani 1934 yılında soyadı kanunu çıktıktan sonra Atatürk, yine aynı gün, İsmet Paşa’ya İnönü soyadını verdi. Ve yine aynı gün, 1969’da ise John Lennon, İngiltere kraliçesinin verdiği unvanı reddetti. 1 Aralık 1935: Türkiye’de kadınlar seçme ve seçilme hakkı kazandı. 1 Aralık ayrıca dünya AIDS günüdür. 5 Aralık 1901: Walt Disney doğdu. Ama aynı gün, 1791 yılında Wolfgang Amadeus Mozart’ın, 1870 yılında Alexandre Dumas’nın ve 1926 yılında ünlü Fransız ressam Claude Monet’nin öldüğü günmüş. Ayrıca, 1945 yılında Bermuda Şeytan Üçgeninde bir uçak kaybolmuş. 12 Aralık 1949: Yerli Malı Haftası, o yıldan bu yana bugünden 18 Aralık’a kadar ülkemizde kutlanır. Acaba ilkokullarda hala elma, armut şeklinde şapkacıklar giyiliyor mu?

* Vikipedi sağolsun, Sinan Yorulmaz’ın da sağ olduğu kadar.

Sandık

Tarihte Bu Ay*


SANDIK

Eski Medya:

Gameshow Medya? Tartışmalı konularda kıvırmak adettendir, bir rock müzik dergisinde Portecho röportajı yayınlanırsa “ama performansları bir rock konseri havasında geçiyor” diye kıvırarak anında savunma mekanizmasına geçilip yapılan iş meşrulaştırılır mesela. Ama şimdi biz de medyayız, Gameshow da medyaydı, ama yer altındaydı.

Asansör Asansör kelimesi kimi insana genelde insanın üzerine gelen metalik duvarlarıyla, bir kattan diğerine ulaşımı sağlayan kuvvetle ihtimal daracık, klostrofobik bir odayı çağrıştırır. Oysa İzmir’i sevenler ve İzmirliler için bunun ötesindedir: Kulaklarda bu yalnız şehre duyulan sevginin, Dario Moreno’nun neşeli sesinde hayat bulan yankısı ve insana her şeyi bir an için de olsa unutturan İzmir silueti… 1907 yılında Musevi işadamı Nesim Levi tarafından yaptırılan Tarihi Asansör İzmir’in en

önemli sembollerindendir. Mithatpaşa Caddesi ile Halil Rıfat Paşa Caddesi arasındaki yükseklik farkı nedeniyle inşa edilen Asansör, iki mahalle arasındaki ulaşım sıkıntısını gideren bir araç olmanın yanında şehir için estetik ve nostaljik bir yapı mertebesine de ulaşmıştır aynı zamanda. Tam bir İzmir sevdalısı olan sanatkâr Dario Moreno’nun da evinin bulunduğu ve adı da sonradan Dario Moreno Sokağı olarak değiştirilen sokaktan ulaşılır bu tarihi mekâna. Bu civarda tarih, sanat ve bir şehre duyulan sevda birbirine karışır. Restore edilmiş haliyle restoran ve kafe olarak da hizmet veren Asansör’de bir başka güzelleşir İzmir. Buradan görülen manzara ruhuna işler insanın ve zaten kişiye çakırkeyif bir boş vermişlik hissini hiç beklenmedik anlarda dahi vermeye muktedir olan İzmir, daha da büyüleyici bir çehreye bürünür. -Burak

90’lı yıllar müzik ve edebiyatın haricinde video oyunlarında da fotokopi fanzinlere sahne oldu. Mert Topçu ve Timur Çataklı tarafından Mart 1995 tarihli ilk Gameshow yayınlandığında bir fotokopi fanzindi ve sadece 100 adet basılmıştı. İkinci sayı 350 kopyaya çıkınca üçüncü sayıda ofset baskıya geçme ihtiyacı hissettiler. Dördüncü sayı 900, beşinci sayı renkli kapak derken dergi 2000 tirajı görüp, arkasında dev medya gücü olmamasına rağmen on ikinci sayısında hem Yay-Sat ile anlaşıp bütün Türkiye’deki dergi bayilerine ulaştı, hem de o sayıda Screamer adındaki yarış oyununu diskette hediye etti. Bunların sonucunda ise üçüncü sayfaya kocaman puntolarla “RİSK BUDUR!” yazmayı hak ettiler. Ben o sayıyı aldığım günü hatırlıyorum, kabul, Screamer

80’ler Alfabesi (D-G) Dire Straits / “Romeo and Juliet” (1981): Shakespeare’in bildiğimiz Romeo ve Juliet’inin daha modern bir konseptte ne şekilde sunulabileceğinin en güzel örneklerinden biri bu şarkı. Mark Knopfler’ın güzel gitar tınılarınında etkisiyle, 80’lerin en popüler ilan-ı aşk şarkılarından biriydi diyebiliriz.

Echo & the Bunnymen / “The Killing Moon” (1984): Pistlerin karanlık ve tekinsiz şarkısı. 80’lerde de popülerdi, fakat günümüzde eskisinden çok daha popüler. Kaliteli müziğin 80’lerde neden hep İngiltere’den çıktığını insana tekrar düşündüren ve Ian Mcculoch imzalı vokaliyle tam anlamıyla bir efsane.

için almıştım dergiyi ve bahaneyle bilgisayarın RAM’ini 4 MB’den 8’e çıkarttırmıştım. Sonra disket çalışmadı o ayrı… Yaş küçük olunca dergide yazan hiçbir şeyi anlamıyordum. Oyun terimleri, mavra kültürü, yazarların kendi aralarında şakalaşmaları… Dergiyi özel yapan şeylerin hiçbiri o yaşıma hitap etmediği için bir daha da almadım Gameshow’u, büyüyünce pişman olarak… Gameshow’un birinci dönemi Eylül 1998’e kadardı, 1 yıl sonra geri döndüler. İkinci dönemleri ilki kadar parlak olmadı, Kasım 2001’de ise kepenkleri bilfiil kapağın üzerine indirdiler. Aynı ekip 1999-2001 arasında FRP&Magic ve Netshow adında dergiler de çıkardı. Ve burada yerimiz yetmediği için, detay bekleyenleri sadecebirmuze.com adresine yolluyoruz. -Alper D.

- Armağan Kanca & Gülin Enüst

Foreigner / “Waiting for a Girl Like You” (1981): Arena rockın önemli temsilcilerinden Foreigner’ın önceki eserlerinden daha hafif olan bu ballad tam anlamıyla balo gecesinin arka fonudur. Ayrıca, 90’larda revaçta olan toplama albüm furyasının da değişmezlerindendir. Kısaca, herkes bu parçayı bilir!

Gazebo / “Lunatic” (1983): Lübnan doğumlu İtalyan müzisyen Paul Mazzolini’nin sahne adı olan Gazebo’nun “I Like Chopin”den sonra en fazla bilinen parçasıdır. Klibinde yönetmen rolünü canlandırır ve Nostradamus, Frankenstein, Kurt Adam gibi korku figürlerine göndermede bulunur. 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 31


SANDIK

1 Çocukluk Yaptım

Ceyda Zeynep Koyuncu ceyzeykoy@hotmail.com

Bu ayki malzemelerimiz 2 eski zaman ritüeli; 80’li yıllar TRT Pazar kuşağının unutulmaz çizgi filmi Uçan Kaz ve korkunç bir ritüelden miras kaldığı bilinmeden oynanagelen bir oyun; Körebe.

1 Çizgi Dizi: Nils ve Uçan Kaz

Bir pazar sabahı, 80’lerdeki herhangi bir pazar sabahında olduğu gibi yine kulakları gayet iyi duyan babanızın, normal haber bülteninin hemen ardından başlayan işitme engelliler haber bültenini neden bu kadar ilgiyle izlediğini düşünerek bekliyorsunuz Uçan Kaz’ın başlamasını. Aslında bir çizgi filmden fazlası Uçan Kaz ama bilmiyorsunuz, bildiğiniz bir şey varsa Nils adında yaramaz mı yaramaz tembel mi tembel bir çocuk olduğu ve yaşadığı çiftlikteki hayvanları canından bezdirdiği. Derken nihayet başlıyor Uçan Kaz. Bir gün ailesi evde yokken Nils, ihtiyar bir cüce yakalıyor çiftlikte (aslında bilmiyorsunuz ama yakaladığı şey bir “tomte” yani İskandinav ülkelerinde çiftçinin ailesini, çocuklarını talihsiz olaylardan koruduğuna inanılan efsanevi bir karakter). İhtiyar cüce

diyor ki Nils’e, “Beni serbest bırakırsan sana kocaman bir altın para veririm” Nils oralı olmuyor ve hayvanlarla konuşabilen bir parmak çocuğa dönüştürüyor cüce onu. Nils’in küçüldüğünü gören çiftlikteki hayvanlar öçlerini almak için harekete geçiyorlar. Tam bu sırada çiftliğin üzerinden, göç etmekte olan bir yabani kaz sürüsü geçiyor. Sürünün başında komutan Akka (o an çok da önemli değil sizin için belki ama Komutan Akka’yı Göksel Kortay seslendiriyor) isimli kaz var. Çiftlikte yaşayan Morton isimli evcil kaz (Morton’u seslendirense Mehmet Ali Er-

Orijinal Adı: Nils Holgerssons Underbara Resa Genom Sverige Yapım Yılı: 1980 Bölüm Sayısı: 52 Bölüm Uzunluğu: 25 dakika Türkiye’de Yayınlayan: TRT 1

Yapım: Japonya Stüdyo: Studio Pierrot, NHK Yazar: Selma Lagerlöf Senaryo: Narumitsu Tagushi Dizayn: Toshiyasu Okada Yönetmen: Hisayuki Toriumi, Mamoru Oshii Müzik: Chito Kawauchi Tür: Macera, Dram, Komedi

32 | Boo! Sayı: 1

bil) kafasına koymuş, sürüye katılacak, havalanıveriyor. Tek çarenin kaçmak olduğunu fark eden Nils de tutuveriyor Morton’un boynundan. Peşlerine takılan evcil kazın ve parmak çocuğun varlığından hoşnut olmayan yabani kazlar onları İsveç üzerinde maceralı yolculuklara çıkarıyorlar. Tüm bu yolculuklar boyunca Morton deneyimli bir yabani kaz gibi uçabildiğini Nils ise yaşadıklarından pek çok şey öğrendiğini ve bundan sonra iyi bir çocuk olacağını ispatlamaya çalışıyor yabani kazlara. Bir yanınızda (varsa) kardeşiniz, diğer yanınızda babanız (anneniz ya kahvaltıyı hazırlıyor ya da masayı topluyor, babanızsa kendi çocukluğunda hiç görmediğinden büyük ihtimalle hiçbir çizgi filmi kaçırmıyor, hepsini sizinle birlikte izliyor) keyifle izliyorsunuz Uçan Kaz’ın maceralarını. Bilmiyorsunuz sizin Uçan Kaz diye

bildiğiniz çizgi filmin aslında Selma Lagerlöf’ün 1906-1907 yıllarında yazdığı ve orijinal adı Nils Holgersson’un Muhteşem Maceraları olan bir kitaptan uyarlandığını, bu kitap sayesinde yazarın 1909 yılında Nobel Edebiyat ödülünü kazanan ilk kadın yazar olduğunu. Kitabın Le Monde’un yüzyılın en iyi 100 kitabı listesinde 68. sırada yer alacağını ve 20 İsveç kronunun ön yüzünde Selma Lagerlöf’ün, arka yüzünde Nils ve Uçan Kaz’ın resminin olacağını da bilmiyorsunuz henüz. Mutlusunuz. Mevcut bildiklerinizle, mevcut sahip olduklarınızla mutlusunuz, çocuksunuz. Sahip oldukça, daha çok bildikçe huzurunuzun kaçacağı günlerin çok uzağında, mutluluğun en naif çağındasınız. Tek sıkıntınız Uçan Kaz’ın arkasından başlayan Pazar Sineması’nın ve o hiç mi hiç hazzetmediğiniz Pazar Konseri’nin bir türlü bitmek bilmemesi. İşitme Engel-


SANDIK

Al Beni Çal Beni / Körebe Artık yeter vazgeç sen oyundan Çocuk değiliz ayrıldık okuldan Sen benle körebe oynama Çöz gözünü bak ben karşındayım Sen de seviyorsun farkındayım Sen benle körebe oynama Yıllar var ki ben oyunu unuttum Sense evlenip ayrı bir yol tuttun Madem ki tekrar sen döndün bana Neden gözün görmüyor Ayrı ayrı olmuyor Artık yeter oynama körebe Hayat bir sahne bizler artist ortada Her seven oynar bu piyesi dünyada Madem ki döndün kalbin beni anlasın (1974’teki 45’likten. Yorumcu: Nilüfer Söz: Fecri Ebcioğlu Müzik: Sebastian Lana Michaele) liler Haber Bülteni, Uçan Kaz, Pazar Sineması, Pazar Konseri, İşitme Engelliler Haber Bülteni, Uçan Kaz, Pazar Sineması, Pazar Konseri… Derken bir pazar günü artık iyi bir çocuk olduğunu ispatlayan Nils parmak çocuk olmaktan kurtularak eski haline geri dönüyor. Siz Nils’le Morton’un ayrılmasına mı yoksa Uçan Kaz’ın bitmesine mi daha çok üzüldüğünüzü düşünedurun,

çocukluğunuzun bir parçasını daha geride bırakıyorsunuz. Belki sadece Nils’in kırmızı şapkasını, Morton’un bembeyaz tüylerini (o da renkli televizyonunuz vardıysa eğer) hatırlayacaksınız ilerde bir gün, pazar sabahları yediğiniz yumurtalı ekmeğin tadını bir de ve düşüneceksiniz mutluluğun ne menem bir şey olduğunu…

1 Oyun: Körebe

İsveç’te Blind Bock (kör keçi), Almanya’da Blinde Kuh (kör inek), Danimarka’da Blinde-buk (kör keçi) derler, Türkiye’de yaygın ve bilinen adı körebe olmakla birlikte pek çok farklı ilde pek çok farklı adla da anılır oyun. Mesela Ankara köylerinde kör çebiştir adı yani kör keçi yavrusu. Yavrunun başının üstündeki tüyler uzundur ve gözlerinin önüne düşer kapatır gözlerini, oyundaki ebenin gözlerinin bir kumaşla kapatılması gibi. Oyunun adı gibi oynanış şek-

li de çeşitlidir. Bunlardan biri vardır ki Prof. Dr. Metin And’ın anlatımıyla oyunun çok eski bir ritüele dayandığını ispatlar sanki. Oyunda gözleri bağlanan ebe kimin alnına iki kez dokunabilirse “yandın” der. Ritüelde ise hayvan postu giyen ve gözleri bağlanan rahip rastgele birine dokunarak ateşte (gerçekten) yanacak kişiyi belirlemiş olur. Zaman içinde ürkütücü bir kurban etme ritüelinden masum bir oyuna dönüşen körebe, aşkın gözünün kör olduğu rivayetinden midir, aşkın da ebe gibi dokunduğu kişiyi yakmasından mıdır bilinmez pek çok filme, şarkıya, öyküye, tiyatro oyununa, şiire konu olmuştur. Bazen bir Göksel şarkısıdır dinlediğiniz, bir Murat Gülsoy öyküsü ya da bir Özdemir Asaf şiiridir okuduğunuz, bazense bir Cenap Şahabettin oyunu ya da bir Türkan Şoray Filmidir izlediğiniz. Benim sık sık dinlediğim ve size de tam şu anda dinlemenizi tavsiye ettiğim ise sözlerini Fecri Ebcioğlu’nun yazdığı bir şarkıdır; 1974’teki, öbür yüzü “Al Beni Çal Beni” diyen 45’lik pikaplarımızdayken Nilüfer söyler gencecik, duygu dolu sesi ile: “Artık yeter oynama körebe”. 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 33


Şener Soysal senersoysal@yahoo.com

fotoğraf

Sihir Makinede de, Keramet Fotoğrafçıda F

Gördüğümüz bir şeyin benzerinin bir kağıt üzerinde oluşması çok büyüleyici değil mi? Ama o büyü, bizim bakış açımız olmadan bir hiç. Bakış açımızı katabildiğimize göre fotoğraf görece bir gerçeklik ortaya koyar. Hayırdır inşallah, fotoğraf neyi, nasıl anlatır? Haydi, bakalım.

otoğraf, üretim bakımından diğer sanat ürünlerine göre oldukça sihirli bir şey. Bir kutudaki ışığa duyarlı kağıda ya da filme ışık düşürülür. Cisimden yansıyan ışığın kutudaki minik delikten girer. Duyarlı tabakadaki gümüş iyonları kararır ve fotoğraf oluşur. Öyle bir ressamın her bir fırça darbesini görmesi gibi değildir. Keza dijital fotoğraf makineleri de benzer şekilde çalışır. Düğmeye basarsın, çekersin ve ekrandan görürsün devamında.

İçeride, o küçük makinenin içinde türlü fizik kuralı işler. Işığın girme süresi, ışığı algılayan yüzeyin hassasiyeti, optik merkezler, odak noktaları ve daha bir sürü şey... Dışarıdan bakarak tam olarak çözümlenebilir bir şeymiş gibi görünmemesi insanların onda bir sihir aramasına yol açar. Sihir gibidir sahi. Özellikle karanlık odada geliştirici kimyasalın içinde bekleyen pozlanmış kağıt bir buçuk dakika içinde üzerinde yazıları belli eder. Hadi, bu uzun bir süreç diyelim; Polaroid makinelerden çıkan o siyah kağıtta iki dakikada görüntünün oluşması 34 | Boo! Sayı: 1

çocukken hangimizi şaşırtmamıştır ki? (Mühendislik eğitimi alan ve fotoğrafçılık yapan biri olarak beni hala şaşırtıyor da, bu çok mu komikli bir durum bilemediğimden susuyorum)

Sihirli Annem Bu sihri oluşturan fotoğraf makineleri gitgide o kadar ciddiye alınmaya başladı ki, birazcık sihri gerçekten oluşturanlar unutuldu sanki. Sihri sağlayan bu fizik kurallarına göre çalışan aletin araç olduğu biraz unutuldu. Çünkü ressam için fırça neyse, fotoğrafçı için de fotoğraf makinesi aynı. Resmi fırça yapmaz tek başına. Tabi ki kullanılan ekipman yapılmak istenen için etkendir, önemlidir ama tek başına bir hiçtir. Biz onu araç olarak kullanıp bir anlatı dili oluştururuz. Yani asıl keramet sahibi, fotoğraf makinesini kullanan insandır. Canon mu Nikon mu? Pff! Belki burada fotoğraf makinelerine, ekipmanlarına ihtiyacımız olmadığı halde aşırı bir şekilde sahip olma arzusunun biraz da pazarlama stratejilerinin ürünü olduğunu söylesek fena olmaz. Objektifler, hep

daha üst modeller tam kullanılamayıp sadece bir kalite göstergesi olarak satın alınıyor. Sınıfsal üstünlük gösterme çabası sanki. Üzerine şöyle bir düşünmeli sanki, “sahiden neden bir sürü megapikselli makine istiyorum, bir sürü objektif istiyorum?” deyivermeli bir. Belki burada bir de “Canon mu Nikon mu?” sorusuna da bir cevap vermeli: “Leica” ya da “Hasselblat”. Bu ikisini gönül rahatlığıyla söylerim ama benim de onları alacak param yok. Ayrıca sanmam ikisi de popüler kültüre hizmet etmi-

yor. Bence ikisi de olur, ticari bir iş yapmıyorsanız farkı anlayamazsınız. Hangisi elinize, yüreğinize daha sıcak gelirse onu alın derim. Keramet Kafadaki Makinede Şimdi güncel tabirle ‘popi’mizi artırdığımıza göre, yeniden fotoğrafın keramet sahibine yeniden gelelim. Keramet sahibi fotoğraf çekenler, fotoğrafa kendi bakış açılarını katarlar. Olaylara, şekillere, fotoğrafını çekmek istedikleri şeye öznel yaklaşımda bulunurlar. Bu zamanla geliştirilebilir bir şeydir hatta. Sanki kelimeleri öğ-


liyor. İşlerini incelediğinizde karşınıza tabi ki bir reklam fotoğrafı keskinliğinde ve canlılığında fotoğraflar çıkmıyor. Aksine bulanık, netsiz ama anlamlı görseller var. Belki marka ve ekipman tartışmaları içinde boğulan fotoğrafseverlere de bu işleri görmek bir nefes olur, ufuk açar. Bunların bir kısmı örnek olarak bu sayfada bulunmakta. Hemen sol altta ise “o makine” var.

Fotoğraf çekmeye ilk başladığımda, kulüp gezilerinden birinde bir abimin, Hasan Ali’nin söylediği bir şey vardı; “Elinizdeki makinenin hiç bir önemi yok, asıl olan kafadaki makinedir”. Düşünülesidir, uygulanasıdır. Çünkü kafadaki makine susarsa, eldeki binlerce dolarlık şeysinin bir anlamı kalmaz.

Şimdi Haberler Genelde “fotoğrafın gerçeği anlattığı” vurgusu vardır. Bir seferde var olanı görüntülediği için, inanılagelen anı yakalama hali için. Ancak bu fazlasıyla tartışmalı bir konudur. Fotoğrafçının durduğu yer ve bakış açısını bir yana bıraksak bile kullandığı objektifler, ekipmanlar var olan, gözümüzün gördüğü gerçekliğin birebir aynısını sunmaz. Bu yüzden aynı yeri bize bambaşka yansıtan fotoğraflar görebilmekteyiz. Güncel bir konu örneğin; Anadolu Ajansı haber olarak geçtiği fotoğraflarda sonsuza doğru uzanır gibi çektikleri çadır fotoğraflarını kullanır-

Burada Miroslav Tichy’i de anmamak olmaz. Makaralar, ipler, kırık şişe dipleri, bira kapakları gibi envai çeşit ürünle kendi makinelerini yapan, sadece bu makinelerle fotoğraf çeken bu abimiz Çek fotoğrafındaki üstatlardan kabul edi-

Bir kişinin sadece elini görmekle yakışıklı olup olmadığı anlaşılabilir mi? Öyleyse bir fotoğrafla neye güveneceğiz? Sanırım güvenmeyeceğiz. Fotoğraf güvenilir bir kaynak değildir tam olarak. Hele ki yanlı basın sorunsalı da düşünülürse... Üstelik bunu ülkemiz bazında algılamamalı. Örneğin Amerika’nın Irak’ta yaptıklarını pek çok uluslararası ajans foto muhabiri belgelemiş, lakin yayınlatamamıştır. Ancak birinin cep telefonuyla çekiverdiği bir fotoğraf sosyal paylaşım ağları sayesinde hem güçlü bir sağduyu uyandırabilmekte hem de daha inandırıcı gelmektedir. Çünkü bağımsız bir kaynaktır. Yine de tartışılası konu çok. Bunların her biri fotoğrafla ilgili söyleşilerde konuşulan, tartışılan şeyler. Çözüm henüz yok, ama biraz düşünmeli... Sorguladıkça basmakalıp sözler siliniyor çünkü.

Hisseli Kıssalar Kumpanyası Bazen yazarken kendime kızıyorum: “Ağğbbi bırak Canon, Nikon satsın; ‘ışığın bol olsun’ densin”. Ama duramıyorum işte. Sanırım buradaki fotoğraf yazıları hep bu kıvamda biraz oyunla gidecek, hep işin tekniğinden uzak, kültürüne yakın olacak. İlk yazıda “fotoğraf nesnel bir gerçeği anlatmaz” derken, bu yazıda bunu başka bir yönden biraz daha açıp bir de üstüne “fotoğraf makinesi, bizde iyi bir kafa olmadıkça bir halt etmez” ile devam ettik. Aslında uzak gibi dursalar da özünde birbirine bağlanıyor. Bizde iyi bir kafa olduğunda da zaten öyle bir bakış açımız oluyor ki, nesnel gerçeklikten öznel bir anlatıma dönüşüveriyor fotoğraf. Nesnel gerçekliği olan fotoğrafı zaten bizim birey olarak çekmemizin imkanı yok. Çünkü duygularımız var. Karışık mı oldu, bilemedim. Lakin o vakte kadar esen kalmanızı dilemek dışında bildiğim şey, yeni Boo!’nun üçüncü sayısında da fotoğrafın kural olarak kabul edilen “vay efendim üçte bire gökyüzünü oturt, köşeden diyagonal gelsin, altın oran” gibi ıvır zıvırlarla “uğraşacağımızdır”. 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 35

Bitti.

renen bir çocukmuş gibi başlayan fotoğraf çekme serüveni, kendince özgün öyküler yazabilen biri olarak devam edebilir. Oluşan dil, fotoğrafı özgün kılar. Anlaşılabilirliği, bakan insanları düşündürmesi fotoğrafı iyi kılar. Bu yüzden makineler, objektifler çok da önemli değildir. Bir cep telefonu kamerası bile çok başarılı fotoğrafların elde edilmesi için yeterli olabilmektedir.

ken, başka bir ajansın geçtiği fotoğrafta tek tük çadır görmekteyiz. Bu fotoğrafçıların göstermek istedikleri şeyle, bakış açılarıyla alakalı. Biz şimdi bunun hangisinin doğruluğuna inanalım? Kadrajlanmış bir parçaya bakarak her şeyi nasıl öğrenebiliriz?


Ant Uğurdağ antugurdag@gmail.com

tarih

Çaresiz Bir Baskın:

Güneş İmparatorluğu’nun Harakirisi Her şey bir Pazar sabahı erkenden olup bitiverdi. Çalar saatlerinin alarmıyla güzel bir hafta sonuna uyanmayı bekleyen Pearl Harbor’daki Amerikalılar, sabahın erken saatlerinde Japon uçaklarının silah ve bombalarının yarattığı mahşervari patlamaların gürültüsüyle uyandılar.

B

eşeri ilişkilerdeki çıkar gözetim mekanizması nasıl tersinir bir al gülüm-ver gülüm tarzı kimyasal bir reaksiyon gibi işliyorsa, devletlerin iktisadi, siyasi ve askeri politikaları da aynı şekilde işlemekte. Taraflardan birinin denklemdeki değişken birimini azaltması veya ortadan kaldırması; eşitliği bozmanın yanında, pastadan aldığı çıkar parsası azalan tarafın, misilleme planlarıyla gazabına uğramasının da yolu açılmış oluyor. Tarih boyunca “savaş hileleri”, ”aldatmacaları” ve “bozgun taktikleri” ile nice ordular sayısız zaferler veya anlık başarılar elde ettiler. Antik çağda “Truva Atı” hilesi bunun en çok bilineni.

36 | Boo! Sayı: 1

Pearl Harbor saldırısı aslına bakılırsa İkinci Dünya Savaşı’nın yanında dolaylı olarak yakın tarihi yekun değiştiren önemli bir vakadır. İkinci Dünya Savaşı’nın “Pasifik Sahnesi”nin kapısını açan anahtar olay bu saldırı olmuştur. Saldırının temelinde çok farklı politik ve ekonomik sebepler yatmakla beraber, Birleşik Devletler maksatlı veya derin bir istihbaratsal zafiyetin yarattığı ihmaller silsilesinden dolayı, böylesi büyük çaplı bir baskında göz göre göre faka basmıştır. Güneş İmparatorluğu Üzerindeki Gölge Aralanıyor 1853 Temmuz’unda 4, 1854’te ise 7 harp gemisiyle gelen

Amerika, 1855’te Rusya, İngiltere ve Hollanda Donanma güçlerinin, 1858’de ise Fransa ve Rusya donanma güçlerinin Japonya’ya gelip ağır ticari antlaşmalar imzalamasıyla Japonya’nın limanlarını zorla yabancı gemilere açmak zorunda kalması üzerine, Japonları uyarmıştı. Çağdaşlığa ulaşamamış toplumların sömürülmeye mahkum olduklarını acı bir şekilde tecrübe etmişlerdi. Sonucunda geç de olsa yoğun bir reform kalkınma planına geçmişlerdi. Adliye sistemi yenilenip, telgraf hattı ve Avrupa tarzı posta sistemi kuruldu. Tokyo’dan Yokohoma’ya kadar ilk tren hattı kurulup akabinde tüm ülkeye yayıldı. Avrupa takvimine geçilip, fabrikalar kurulup,

modern orduya geçiş yapıldı. Öte yandan Japon ordusu ve toplumu; başat batı toplumları ve kamuoyu tarafından “sarı adamlar” sıfatıyla küçümsendiler. Yükselen Japon değerlerinin anlaşılması; aslında 8 yıl süren ancak “15 Yıl Savaşı veya Büyük Doğu Asya Savaşı” olarak adlanan Çin-Japon savaşının başlangıç kıvılcımının vuku bulmasına denk gelir. Japonlar farklı savaş taktikleri, yöntem ve araçları kullanarak kendisini hakir gören batıya karşı manidar bir mesaj vermiştir. Bu etki yine batı gözündeki imajının değişmesini çok etkilemese bile devamında gelen Rus-Japon savaşındaki zafer; Birleşik Krallığın etraflıca büyüyen bu yeni güce dikkat kesilmesine yol açmış-


tır. Japon ordusunun bu kapsamlı reformlarının tek başına bir faydası olamazdı, bunu destekleyecek insan faktörü olan insan hammaddesine de bakmak lazımdır. Yüksek ahlak ve saygı prensiplerine göre yetiştirilen Japon çocukları için askerlik bir gurur meselesi ve onuruyla kendini vatan hizmetine feda etme ritüeli idi. Askerlik vazifesine giden Japon gencinin geri dönmesi beklenmezdi ve geleneklere göre ailenin evinin önüne bir masa konur ve bu masaya komşular, dostlar hediyelerini sunarlardı. Japon geleneklerine göre bu onurlu vatan savunması görevi için asker ocağına giden gencin gözünün arkada kalmama-

sı için ve ailesinin o olmadan da geçimini sağlaması için geride kalanların ailesine yardım edeceğini unutmaması için yapılan bir gelenekti. Öyle ki emir komuta zinciri kademesinde üstler hiçbir şekilde astlara ve erlere tepeden bakmaz, aynı şekilde erat ve astlarda üstlere ölesiye saygı minneti ve hürmetle bağlıydı; tam bir aile kenetlenmesi şeklinde ideolojik ve milli şuur ile sarılı bir silahlı yapının tezahürü şeklinde idi silahlı kuvvetlerin tebaası. Savaş taktiği olarak sıra dışı şekilde; sayıca az kalsalar bile topyekun, soğukkanlı ve patırtıya mahal vermeden, yılmayan bir saldırış biçimiyle

düşman birliklerini afallatıp, dehşet içinde bırakmayı benimsemişlerdir. Batılı uzmanlar tarafından askeri açıdan hatalı sayılan bu yöntem; Japonların gurur kültürünün de bir tezahürüdür. Umutsuz durumda olsalar bile “Banzai!” diye haykırarak ölümüne son bir süngü saldırısına çıkmaları bunun kanıtıdır. Meşhur “Baskın, basanındır!” sözü nereden mi geldi? Kore ve Mançurya toprakları üstünde hakimiyet kurmaya çalışan Rusya ve buna engel olmak isteyen Japonya arasında bir kutuplaşma baş gösterdi. Başkomutan yetkisi verilen Amiral Togo’nun komutasındaki donanmayla “Port Art-

hur Baskını”nı yapıp, kaleyi ve bölgedeki Rus donanmasını işgal edip, Rusların Pasifik donanmasına çok ağır zayiatlar verdirdiler ve sürecin sonunda kuşatılan Rus birlikleri ana karargahla bağlantıları kesildiğinden yardım gelmeyeceğini düşünüp, 3 aylık erzak ve yeterli mühimmatları olmasına rağmen Japonlara teslim oldular. Bu kayıpla beraber, üstüne daha fazla kayıp vermek istemeyen Ruslar bölgeye takviye donanma göndermemeyi tercih etti. Ayrıca bu baskının önemi Rusya’daki ”1905 Devrimi”ni hızlandıran bir domino taşı etkisi yapmasıdır. Bunun akabinde 7 Aralık 1941’de Amerika saatiyle 07.48’de başlayan İmparatorluk donanması saldırısının ar15 Kasım-15 Aralık 2011 | 37


Tam O Ara Dünya Kızışırken...

dındaki baskının başarılı olacağı inancı, Port Arthur’da yapılan provadır!

Bundan tam 70 yıl önce Atlantik ve Pasifik Okyanusları’nda sular iyice kaynamaya başlamıştı. Birinci Dünya savaşı sonucunda sömürgecilik yarışında oluşan sekteler ve parsasını kaybeden Almanya, İtalya ve Japonya gibi hırslı devletlerin tekrar bir karşı hamlesi ve bunun antitezi olarak ellerindeki sömürge ve diğer kaynakları kaybetmek istemeyen İngiltere, Fransa, Rusya ve daha sonra aralarına eklenecek Birleşik Devletler gibi devlerin ekonomik ihtirasları sonucu İkinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiğini idrak etmemiz gerekir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Versay antlaşmasının ağır şartları sonucu kamburu çıkan Almanya, yeni bir dünya savaşıyla dengeleri kendi lehine değiştirip bu siyasi ve ekonomik darboğazın cenderesinden sıyrılmayı umuyordu. Nitekim Çin’deki hakları ve Büyük Okyanus’taki ada sömürgelerini Japonya’ya devretti. Sanayi ve ekonomik olarak gelişen yeni ve genç “Güneş İmparatorluğu“ yeni askeri açılımlar geliştirme peşindeydi. Amerikan hükümeti ile Hollanda ve Birleşik Krallık birçok açıdan Japonya’yı derin bir çaresizlik çukuru38 | Boo! Sayı: 1

na sürüklemişti. İkinci Dünya Savaşı başladığında başta Roosevelt tarafsız kalmayı seçmişti. Savaşa dahil olan Churchill Britanya’sı zorluk içindeydi ve aslında gönüllerinde yatan, Amerika’nın da kendi saflarına katılmasıydı. Fakat Amerika’nın topyekun bir savaşa, hele hele bir dünya savaşına katılması için toplumun çoğunun yoğun ve ateşli desteğine ihtiyacı vardı. Aynı şekilde başkan Roosevelt 1940 yılında Amerikan halkına Philadelphia’da yaptığı bir seslenişte; Amerikan anavatanı ve kuvvetlerine herhangi bir şekilde saldırı olmadığı sürece hiçbir ülkeye savaş açılmayacağını ve hiçbir Amerikan askerinin ilk dünya savaşında olduğu gibi yabancı topraklara (Avrupa’yı kastederek) gönderilerek yaşamının tehlikeye atılmayacağının teminatını vermişti. Zaten halkın büyük bir kısmının yeni bir dünya savaşına karşı bir kamuoyu içerisinde olduğunu bilen Roosevelt bu açıklamayla halkı hem rahatlatmış hem de kuşkulu olan muhalif bir kesimi de rahatlatıp oyalamaya çalışmıştı. Her ne kadar savaş karşıtı rüzgarlar esse de, madalyonun diğer yüzündeki Japon suları aynı şekilde sakin değildi.

Tarihe ve dillere pelesenk olan o meşhur “Baskın, basanındır!” sözünün gelişi de Pearl Harbor’dır denilebilir. Japonların beklenmedik saldırısı Amerikalılara tarihin en büyük şokunu yaşatmıştır. Akabinde gelen cephelerde ve daha sonraki yıllarda olan savaşlardaki paranoya hep bu Pearl Harbor baskınından dolayı ileri gelmektedir. Literatüre “önleyici saldırı” kavramını kazandıran bu baskın aynı zamanda, “Su uyur düşman uyumaz” sözünü bir kez daha kanıtlamıştır. Ekonomik ve siyasi açıdan darboğaz kıskacına sürüklenen Japonya’nın Amerika Birleşik Devletleri’ne savaş açmaktan başka çaresi kalmadı. Fakat alenen bir savaş açmanın da uyuyan bir devi uyandırmak ve aynı zamanda Amerikan ana karasına saldırmanın sürrealistlik olduğunu bilen Japon İmparatorluğu; hızlı ve ani bir baskın ile Hawaii’de Oahu adasındaki Amerikan Askeri Donanma gücünün bel kemiğini kırıp imha ederek Pasifik’teki hegemonyasını sağlamlaştırmak ve takım adalar ile atolleri de kuşatarak Japon anavatanı savunma hattı çemberini genişleterek, gücünü perçinleme yolunu tercih etti. Avrupa’daki karışık cephe durumundan faydalanarak böylesi bir operasyonun başarılı olma ihtimali yüksek

gibi gözüküyordu. Eğer Japonya hedefini gerçekleştirebilirse hem güney sahasının egemeni olacak hem de düşman koalisyonunun uzak doğudan ithal ettiği ham madde akışını sekteye uğratacaktı. Daha plan aşamasındayken; ordu kara, deniz ve hava kuvvetlerinin birlikte yürüteceği yıldırım baskınları tatbikatlarına başlamıştı bile. Büyük baskın öncesi İmparatorluk Pilotları Ağustos 1941’de Japon İç Denizi’nde sığ suda torpido bırakma, pike bombardıman ve alçak bombardıman gibi bir dizi seri eğitime tabi tutulmuşlardı. Baskın Mevsimi Japonlar; Pearl Harbor, Wake, Guam, Hong Kong, Thailand, Malaya ve Filipinler’e aynı anda saldıracaktı. Stratejik olarak büyük bir hata ve tehlikeli bir operasyon gibi gözükse de tüm hedeflere aynı anda yapılacak bir saldırı düşman müttefik güçleri arasında ana saldırı altında olan yerin neresi olduğunun anlaşılamaması, kuvvet bölümü veya yardım birliği gönderme ihtimalini ortadan kaldırarak büyük bir kargaşa yaratacaktı. Pasifik’e giden donanmalarındaki uçak taşıyan gemi ihtiyacını Birinci Dünya Savaşı’nda fark eden Japonlar filoyu dönemin en modern uçak gemileri ile donatmışlardı fakat Amerikalılar uçak gemilerinin önemini onlar kadar önceden


idrak edememişlerdi. Japonlar çeşitli analizlerden sonra hedefe kuzeyden sonra yaklaşmayı tercih ettiler. 6 uçak gemisi, 2 muharebe gemisi, 2 ağır kruvazör, 1 hafif kruvazör, 9 muhrip, 3 denizaltı, 8 yağ gemisi ve 5 adet cep denizaltısından oluşan hızlı ve modern Japon Müşterek Filosu, Amiral İsoroku Yamamoto’nun emrindeydi. 6 uçak gemisindeki toplam 414 uçaktan 360’ı baskın hücumu için görevli olup geriye kalan 54 avcı uçağı, uçak gemilerinin savunmasında görevliydi. Saldırının öncelik sırası ise şu şekildeydi: Havada devriye gezen her Amerikan (müttefik) uçağı, rastlandığı anda havada imha edilecek, kesin hava üstünlüğü sağlandıktan sonra, Oahu göklerinde filo halinde devriye gezilip iki kola bölünerek, Oahu üzerindeki tüm havaalanları uçaklarıyla beraber imha edilecekti. Daha sonra ise hedefte; limanda bulunan ve daha önceden Japon istihbaratı tarafından fotoğraflanıp, işaretlenen donanma gemilerine saldırmaktı. Japon filosunun bir kısmı yoğun bir telsiz sessizliği yaparak kendini kamufle etmesini sağlarken, Japon İç Denizi’ndeki telsizler de devreye girerek deniz kuvvetlerinin hala anavatan suları civarında olduğu izlenimi vermeye çalışıyorlardı. Bu yayınların sahte olduğu ancak Japon saldırı filolarının dalgalar halinde Oahu ada-

sı üstüne çullanmasına adeta beş kala anlaşılması Amerikan kuvvetleri adına büyük bir hezeyan olmuştur. Oahu üzerine yönlenmiş Koramiral Chuichi Nagumo ve Amiral Isokuro Yamamato’nun güçleri tam yol ilerliyordu, donanma gemilerini beşik gibi sallayarak bordalarının üzerini aşan dalgalarla boğuşmasına rağmen; tüm subay ve askerler kutsal addettikleri görevlerine o kadar odaklanmışlardı ki denizin etkisini hiçbiri önemsemiyordu bile. Japonlar o sırada aldıkları istihbarata göre gemilerin limanda olduklarını ancak uçak gemilerinin rutin açık deniz talimine çıktıklarını öğrendiler. Savaş rüzgarları esse de ihtiyatsız bir rahatlıkla Amerikan üssünde uçak gemisi filosu her pazartesi ile cuma günü arası açık deniz seferine çıkıp tekrar hafta sonu geri dönüyordu. Ayrıca büyük baskından kısa bir süre öncesine kadar Pearl Harbor’daki silah tahkimleri ve depoları eski teçhizatlar ile doluydu ve garip bir rahatlıkla bunlar yenilenmiyordu. Keza radar istasyonu ve dinleme noktalarında da büyük bir erat eksikliği ve uzman personel yetersizliği vardı. Öyle ki telsiz dinlemeler sadece gün ağarmaya başlarken birkaç saatliğine yapılıp bırakılıyordu. Aylar öncesinden Japonlar’ın özel şifreli dili “MAGIC” çözülmüştü ve olası bir saldırı bekleniyordu ama bunun tam olarak Pearl Harbor’ı hedef alacağı tah-

“6 uçak gemisi, 2 muharebe gemisi, 2 ağır kruvazör, 1 hafif kruvazör, 9 muhrip, 3 denizaltı, 8 yağ gemisi ve 5 adet cep denizaltısından oluşan hızlı ve modern Japon Müşterek Filosu, Amiral İsoroku Yamamoto’nun emrindeydi.” min edilmemekle beraber göz ardı edilmişti ve tam zamanı da öğrenilememişti. Fakat Japonlar da durmadı ve tesadüfen de olsa yeni bir kripto diline geçtiler. Birleşik Devletler bölge komutanlığı ise o sıralarda Korgeneral Walter C. Short ve Amiral Husband E. Kimmel’ın ortak inisiyatifine verildi. Komutanlar tam bir saldırı beklemeseler de olası

bir sabotaj ya da benzeri bir riske karşı uçakları yan yana konumlandırıp, zırhlı araç ve mühimmatları yakın istiflerde konumlandırdılar ve ek uçak savar ile asker tahkimlediler. Bu önlemler sabotaj için yerinde bir çözüm olsa da, Japonların yaptığı gibi bir baskın için aşırı büyük kayıp vermenin yolunu açarak stratejik bir hata yaptılar. Ortak komu15 Kasım-15 Aralık 2011 | 39


Yazıdan Taşanlar -İkinci Dünya Savaşında Japon torpidoları diğer ülkelerin kullandıklarından daha farklı olup aynı zamanda daha fazla tahrip gücüne sahiptiler. Ayrıca saldırı için özel üretilen torpidoların fazla derinliğe inmemesi için üstlerine özel bir pervane sistemi eklenmişti. -Japon hükümeti Amerika’ya bir istek listesi yollamıştı, bunu reddeden Washington’a karşı elde yapacak başka bir yaptırım ve yol planı kalmayan Tokyo’nun tek çaresi plan ve hazırlık aşama-

tan koalisyonu ek olarak liman veya yakınında görülecek tüm denizaltıların yok edilmesi emrini verdiler. 7 Aralık sabahı Japonlar ilk olarak çift torpidoya sahip beş tane cep denizaltısı ile gizlice limana sızıp stratejik gemileri torpillemeyi hedeflediler fakat bunlardan sadece birinin torpil atmayı başardığı, diğerlerinin ise başarısız olduğu bilinmektedir. 10 personelinden 9’unu kaybedip birini ise ilk savaş esiri olarak vermişlerdir. Japon filosu tam bir yüksek gizlilik disiplini içinde Oahu adasına doğru bulutların içinde süzülerek ilerliyordu. Saatler 07.50’yi gösterdiğinde, avcıbombardıman ve uçan kale denen bombardıman uçaklarının park halinde dizili olduğu havaalanları ve hangarlara ilk bombalar bırakıldı. İlk şoktan dolayı üste alarm bile verilememişti. Öyle ki yerel Honolulu radyosunda bile normal yayın yapılıyordu. Fakat ilk şoku atlatınca çabuk toparlandılar, az bir kuvvetle de olsa hatırı sayılır bir uçak gücüyle umutsuz bir savunmaya giriştiler ve ilk sortide üç tane, toplamda ise yirmi dokuz tane Japon uçağı düşürebildiler. Ardı ardı40 | Boo! Sayı: 1

na patlayan torpiller ve bombalardan dolayı tüm alan ve limandaki gemiler mahşeri bir alev topuna dönmüştü. Baskından sonra o gün saldırı filosunda bulunmuş Japon pilotların anılarında dahi Amerikan askerliklerin umutsuz ama kahramanvari savunmalarına hayran kaldıklarını yad ederek anmışlardır. İki saldırı dalgası halinde gelen Japon hava filosunun geri dönerken en sonda kalan Albay Fuchida’nın uçağı saldırının resmini çektiğinde, sağlam kalan yerler olmasına rağmen, büyük bir isabet oranı ile başarıya ulaştıklarına kanaat getirmiştir. Üçüncü bir dalganın gerekli olduğu önerilse de Amiral Nagumo bu teklifini reddederek donanmaya geri dönüş emrini verdi. Her ne kadar başarı sağlansa da Japonların asıl hedefi Amerikalıların o an üste olmayan; Enterpise, Lexington, Saratoga gibi uçak gemilerini batırmaktı. Arizona, Oklohoma, California, West Virginia, Nevada, Pennsylvania, Maryland, Tenessee, Shaw, Cassein, Downes, Oglata, Utah gibi birçok gemi batırılmış ya da ağır hasar almıştı, bu bile büyük bir

başarı sayılırdı ama tüm uçak gemileri yok edilseydi ancak o zaman Birleşik Devletlerin eli kolu bağlanacaktı. Japonların en büyük hatası baskın sonrası çıkacak savaşın donanma muhrip ve zırhlıları arasında geçeceğini zannetmeleriydi. El Netice Bu saldırı uyuyan devi uyandırmıştı, Japonlar temel yer üstü kaynağı olarak zayıf bir ülkeydi ve bunu dengeleyecek tek şey ticaret filosu kapasitesiydi. Lakin bu da yeterli tonaj ve sayıda değildi. Amerika’nın başta savaşa girmemesinin temel sebebi; Avrupa‘da savaşa tutuşmuş müttefik güçlerine yaptığı aktif yardımın ekonomiyi büyük sekteye uğratmasıydı. Her ne olursa olsun kapasite, kaynak ve tekrar kalkınma gücü bakımından Amerikalılar onlardan kat kat daha güçlülerdi. Bu da savaşın nihai neticesini belirleyecek en önemli etkendi. Japonlar bunun bilincinde olsalar bile az olan başarı ihtimalini Pearl Harbor’da Rus ruleti ile oynayarak kullandılar ve anlık bir başarıyla tüm ülkenin kaderini riske attılar. Akabinde gelen atol savaşlarında Japonlar yine ustaca taktikler ile baskın vermeye çalışsalar da; bu sefer tutmadı ve MAGIC’ten sonra geliştirdikleri kripto dilini kıran Amerikalılar artık çoktan onların bir iki adım önü-

sında olan büyük baskını faaliyete geçirmek olacaktı. 1 Aralık’ta tüm üst düzey askeri birimlere Amerika Birleşik Devletleri’ne savaş açıldığı ilan edildi. 8 Aralık günü (Japon takvimine göre) ise “saldırı günü” olarak belirlendi. -Pasifik Okyanusu coğrafyasında yoğun olarak bulunan mercan resiflerinden oluşan küçük adalar, her iki taraf arasında sık sık el değiştiren ve şiddetli çatışmalara sahne olan stratejik bölgeler olmuştur. ne geçtiler. Birkaç yenilgi ve Iwo Jima gibi uzun süreli ada savaşları harici Japonlar yavaş yavaş anakaraya çekilmeye meylettiler savaşın sonlarında. Roosevelt yönetiminin ülkeyi savaşa sokmak için bilinçli önlem almayan vurdumduymaz tavırları sonucu saldırıya uğranmasının yanında kuramların yadsınamayacağı gibi bir sonuca da varmak olası. Çünkü saldırı sonrası Roosevelt ülkenin hain bir saldırıya uğradığını deklare ettiği açıklamayla beraber, neredeyse savaş tamtamları çalanların yanında tüm pasifist muhalifler dahil halkın büyük desteğini arkasına almış gibiydi. Operasyonda ölenlerini ulusal kahramanlığa yükseltip mitolojik tanrısallığı atfeden Japonlar; 1812 yılındaki İkinci Bağımsızlık Savaşı’ndan beri kendi topraklarında savaş görmemiş Amerikalıları büyük bir şoka soktuğundan dolayı, sinsi ve kalleşçe saldırı yapan bir millet olarak hafızalarda bellenmişti. Bu paranoya ve öfke, Amerika ve Kanada’daki Japonların toplama kamplarına yollanmasına kadar sürmüş, sonuçta tüm Japon ve Asya kökenli halklara karşı oluşturulan günümüze kadar süregelmiş büyük bir toplumsal önyargının tohumlarını filizlendirmişti…

Bitti.

Roosevelt, Pearl Harbor baskınının ardından Japonya’ya savaş ilan ederken.


Gülin Enüst gulinenust@gmail.com

liste

Yağmur Şarkıları Aylardan Kasım. Ekimde iyiden iyiye hissetmeye başladığımız sonbaharın doruk noktası bu ay olacak. Dökülmüş yapraklar, gri gökyüzü, serin rüzgar ve elbette, yağmur. Bu ay pek çoğumuz yağmurla yüzleşeceğiz, kimimiz isteyerek ve bekleyerek, kimimiz ise yakınarak. Bu anlarda bize eşlik edecek bir şarkıya ihtiyacımız olabilir diye düşündüm. Sizin şarkınız hangisi acaba? se bu şarkıyı Gene Kelly kadar mutlu söyleyemez diye düşünmeden edemiyor insan. Eğer yağmur sizi de mutlu ediyorsa, hele bir de bu mutluluk içinde bir yerlerde aşk da barındırıyorsa, hiç durmayın ve dans edin. Raindrops Keep Falling on My Head: Pek çok fark-

lı isimden dinleyebileceğimiz bir şarkı bu: Andy Williams, Engelbert Humperdinck, Dean Martin, Burt Bacharach gibi. Aynı zamanda farklı film müziği albümlerinde de karşımıza çıkan bir şarkı bu, Spiderman II, Forrest Gump ve Butch Cassidy and the Sundance Kid ilk akla gelenler. “Yağmur beni ıslatıp duruyor, hüznünü yolluyor ama beni yenemeyecek” diyorsanız, “yağmurdan keyif alırım ben, yağsın istediği kadar” diyorsanız, bu sizin şarkınız.

katmayı düşünebilirsiniz.

Only Happy When It Rains: Garbage’ın 1995’de çıkardığı ve grubun kendi adını taşıdığı albümünden bir şarkı bu. Shirley Manson’ın son derece karanlık ve tekinsiz bir tavırla söylediği şarkıda asıl dikkati çeken, şarkıdaki personanın “acıları zevk edindim” gibisinden bir yaklaşıma sahip olması. “İşler ters gidince içten içe bir zevk alıyorum, karanlıklarda huzur buluyorum, kime ne bundan” diye düşünüyorsanız siz de zaman zaman, dinleme listenize bu şarkıyı

November Rain: Nedense içinde “kasım” ve “aşk” olan filmler, şarkılar pek hüzünlü. Merak etmeyin, Sweet November’dan bahsetmeyeceğim burada size (ki zaten hiç hazzetmem o filmden) çünkü Guns’n’Roses’a ait olan November Rain yapış yapış bir romantizm değil, çok daha gerçekçi hisler uyandırıyor insanda. Klibiyle birlikte çok daha etkili. “Kasımda da, yağmurda da biraz hüzün var bence” diyorsanız, size listeden en uygun şarkı bu.

Have You Ever Seen the Rain: Bugüne kadar Rod Stewart’tan tutun da Ramones’a kadar pek çok farklı isim ve grubun tekrar söylediği bir Creedence Clearwater Revival şarkısı. Şu anda bu listede bulunuyor olmasının sebebi, diğer şarkılardan farklı olarak yağmur hakkında olumlu düşünceler uyandıran bir şarkı olması. Sabah yağmurlu bir güne başlıyorsak eğer, güzel bir seçenek olabilir.

15 Kasım-15 Aralık 2011 | 41

Bitti.

Singin’ in the Rain: 1952 yılında yayınlanan müzikal ile aynı adı taşıyan bu şarkı, adını okuduğunuz anda tatlı melodisiyle mutlaka zihninizde yankılanmaya başlamıştır. Gene Kelly’nin seslendirdiği bu şarkı, en neşeli ve en mutlu yağmur şarkılarından biri olsa gerek. Filmdeki muhteşem dans sahnesi ile birleştiğinde, kim-


Melis Mine Şener laysamina@yahoo.com

mitoloji

Kan da Aşktan Gelir, Ölüm de… Çınlıyordu gök, savaşçılar doldurmuştu alanı. Truva yıkılmamış, direniyordu. Bir tek insanların değil tanrıların da kavgasıydı Truva. Sadece Hector, Achilleus, Paris değil Athena, Ares, Zeus ve Hera’da oradaydı aslında. Sadece, hepsi bunu bilmiyordu, o kadar… Diomodes’in vuruşuyla yere düştü Ares ve o zaman anladı oradaki tek Olympos’lunun kendisi olmadığını…

Y

unan mitolojisinde 12 tanrının arasında yer almasına rağmen adı çok geçmeyen bir tanrıdır Ares. Savaş Tanrısı. Annesinin Hera, babasının Zeus olduğu bilinir. Böyle bir çiftten doğacak çocuğun başka türlü olması mı beklenirdi bilinmez ama hep bir kenarda sevilmeyen bir tanrı olmuştur. Bir başka söylenceye göre Zeus’un Athena’yı yaratmasına karşılık Hera’nın yer yüzünü tekmelemesi ile meydana gelen yarıktan çıkmıştır Ares. Akbaba ve köpek kutsal hayvanlarıdır.

Afrodit ve Eros ile... (Paris Bordone, 1560) 42 | Boo! Sayı: 1

Genel inanışa göre kardeşi Athena da savaş tanrıçası sayılsa bile savaşlara aklıyla dâhil olduğu için Ares’ten ayrı tutuldu hep. Sevildi sayıldı. Ares ise Athena’nın aksine savaşları akıl ve mantık yoluyla değil, kaba kuvvet ve güçlü askerlerle kazanılabileceğini savundu. Bu yüzden de Ares için tapınak yapanlar, ona saygı gösterenler sadece savaşçı bir millet olan Romalılar oldu. Hatta öyle ki Romalılar Ares’i kendi ataları kabul ettiler. Roma’nın kurucusu Romulus’un efsanevi babası olan Merih (Ares)

Romalılar tarafından ataları olarak benimsenmiştir. Ama kendisine bu ihtimamı gösteren sadece Romalılar olarak kaldı tarihte. Romada Mars olarak bilinir ve cesur, yakışıklı, yiğit bir savaşçı olarak resmedilir. Ancak bu ihtimam az önce de belirttiğimiz gibi sadece Romalılardan gördüğü bir lütuftur. Roma’da tarım ürünleri ve hayvanların da koruyucusudur. İlkbaharın ve savaş mevsiminin başlangıcı sayılan Eski Roma takviminde ilk ay olan Mart, ona adanmıştır. Onuruna şenlikler yapılır yarışmalar düzenlenirdi. Roma imparatorlarından Agustus Caesar, Julius Sezar’ın katillerini yenilgiye uğrattıktan sonra aynı zamanda öç alma duygusunu simgeleyen Mars için iki tapınak yaptırmıştır. Roma’da böylesine sevilen Ares Atina’da aynı muameleye layık görülmezdi. Aksine Atina’da adam öldürenler ve dini suç işleyenler Aeropagos yani Ares Tepesi olarak isimlendirilen bir tepede yargılanırdı. Ve Yunanistan başta olmak üzere adına tapınak bulmak neredeyse imkânsızdı. Miğferinin üstünde insana korku hissi veren bir sorgucu vardır. İnsanların birbirlerine girmesini, dereler gibi kan akmasını çok sever. Bu yüzden insanların kalplerine kin ve nefret sokar. Kör bir cesarete ve olağanüstü bir kuvvete sahip olduğundan kavgalara korkunç naralar atarak (savaş alanı baştanbaşa çınlar, dokuz bin

kişinin nâra attığı sanılırmış) girer, kılıcını sağa sola savurur, durmadan adam öldürür. Geçtiği yerlere ölüm ve felaket saçar. Ares’in ayak bastığı yerlerde ot bitmez; onun girdiği ülkelere uzun yıllar bahar gelmez. Hep kan ve gözyaşı götürür gittiği bütün ülkelere. Bu yüzden insanlar savaş tanrısını sevmezler. Truva ah Truva! Savaş tanrısı olup da Truva Savaşı’na karışmamak olur mu? Olmaz elbet… Ancak diğer Olymposlular birlik olunca Truva’yı kurtarmaya Ares’in de gücü yetmemiştir. Üstelik Ares’in Truva savaşına karışması Hera’nın devlerini ayaklandırmıştır. Ares, Truva’nın yanında yer alır, Yunanlıları öldürmeye başlar. Savaşın sebebi malum, Paris güzellik yarışmasında altın elmayı Afrodit’e vermiştir, Hera’ya ya da Athena’ya değil. Böyle olunca ikisi de fırsat kollarlar acısını çıkarmak için, kabak da Ares’in başına patlar. Athena Diomodes’in Ares’e saldırmasını sağlar. Ares, Athena’nın gücüyle mızrağını düşürünce işte bir bit yeniği olduğunu anlar ama artık çok geçtir. Diomodes Ares’i yaralar ve Ares, Truva savaşından çekilir. Bir başka söylence oğluyla ilgilidir. Aslen Trakyalı olduğu söylenen tanrı, Trakyalıları Amazonlara karşı kışkırtır. Çıkan savaşta cenk ederken kendisi için kafataslarından bir piramit inşa eden oğlu Kyknos’un ölüm haberi gelir. Kyknos, piramidi tamamlamak üzere


Mars (Ares) ve Minerva’nın (Athena) çarpışması. (Jacques-Louis David, 1771)

Ares’in bir başka söylencesi ise pek tabi Afrodit ile olandır. Ares pek çok kadınla ilişkisi olduysa da aslında tek bir kadına, Afrodit’e bağlandı. Ancak bahtsız bir ilişkiydi onlarınki… Afrodit’in kocası Hephais-

tos Helios’un uyarısıyla şüphelendi ve bir ağ örerek (demir muhtemelen, çelik o zamanlar yoktur) Ares ve Afrodit’i suçüstü yakaladı. Bir sabah Lemnos adasına gideceğini söyleyerek evden ayrıldı. Ama gitmeden ağla bir tuzak kurdu elbet. Ares ile Afrodit sevişirken ağlar üzerlerine düştü ve yataktan kıpırdayamaz hale geldiler. Hephaistos Olympos’lu tanrılara gösterdi onları. Haliyle onları böyle gören tanrıları “durdurulamaz bir gülme” aldı. Bunun üzerine Ares Trakya’ya, Afrodit ise Kıbrıs’a kaçtı. Müttefikler güçlü kılar, Tanrıları bile… Başka pek çok söylence vardır Ares’in rezil rüsva edildiği ama ne yerimiz var ne de ben Ares’ime kıyabilirim daha fazla… O yüzden diğer mevzulara geçelim: Afrodit ile olan birlikteliklerinden pek çok çocukları oldu:

Harmonia (uyum), Eros (tutkulu aşk, sevda), Phobos (korku), Deimos (dehşet), Adrestia (intikam), Anteros (karşıt sevgi). Bunlardan Eros, Harmonia ve Anteros daha çok iyi tarafı temsil ederken diğerleri Ares’in savaşlarında büyük yardımcısı oldular. Akıl hocaları olarak Themis (ilahi adalet), Nike (zafer), Dike’den (adalet) yardım aldığı söylense de yandaşları onun gerçek eğilimlerini gösterir diye inanılır. Ki bir göz atılırsa refakatçilerine inanışa ters düşmediği de görülür kolayca: Achlys (ölüm), Androktasiai (kıyım), Alala (savaş narası), Eris (nifak), Enyo (felaket), Hebe (gençlik), Homados (savaş gürültüsü), Hysminai (kavga), Kydoimos (kargaşa), Keres (ölüm ruhları), Makhai (savaş ruhları), Palioxis (geri çekilme), Polemos (savaş), Proioxis (saldırı). Kendisi hakkında iki satır iyi

söz bile bulunamazken belki sırf Trakyalı diye, bir hemşehri bağlılığıyla, severim ben Ares’i. O gözü pekliği, hiçbir şeyin sonunu düşünmeden hesapsızca savaşa dalışı, içten pazarlıklı değil olduğu gibi olması sebebiyle… Evet, kötüdür Ares, kana düşkündür, ama olduğu gibidir, diğer tanrılar gibi ayak oyunları yapmaz, belki bu yüzden de severim kendisini ben. Kimse sevmedi diye onu… Diğer tüm kötülükler unutulup “kol kırılır, yen içinde kalır” misali unutulduğu için silip atamam… Her ne hal ise, o da diğerleri gibi bir tanrı’dır işte, diğerlerini öve öve bitiremeyip bunu taşlamak olmaz diyerek bu sayıda da Ares’e yer vermek istedim. Yoksa elbet savaşmayalım derim! (Gizli itiraf: Ares’i sevmem zamanında Herkül ve özellikle Zeyna dizilerindeki Ares’ten kelli olabilir…) 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 43

Bitti.

iken zirvede kalan tek boş yere yerleştireceği kafatasının sahibini aramaktadır. Teselya kralının kafasını düşünürken karşısına çıkan Herkül’le fikir değiştirir ve ona meydan okur (“Be hey hadsiz” demek istiyorum kendisine ben!). Pek tabii ki Herkül Kyknos’u öldürür. Bu haberi alan Ares, oğlunun intikamı için Herkül’ün peşine düşer. Ancak Herkül tarafından alt edilir. Sert geçen kavganın ardından Herkül bariz bir üstünlük kazanarak Ares’i kaçmak zorunda bırakır (Ama şimdi savaş tanrısının, tanrılar tanrısının yarı tanrı oğluna yenilmesi taraf tutmak değil de nedir azizim, pes artık, mitolojide bile adam kayırma var!).


Melis Mine Şener laysamina@yahoo.com

edebiyat

Komedi Polisiyelerin Mucidi B

azı adamların erken doğmuşluğundan üzgünümdür ben. Benden çok önce gitme ihtimalleri yüksek olduğundan. Hani derler ya sıralı ölüm diye, öyle olursa eğer bu muzip kalemşor ben çocuklarımı üniversite kapılarına bırakıp kendi hayatıma döneceğim yaşa geldiğimde, elveda deyip bu yerküreye, Matt’i, Elaine’i, Bernie’yi, Carolyn’i, Ray

44 | Boo! Sayı: 1

Rüşvetten, yolsuzluktan, susuzluktan veyahut burbonlu kahveden, eski kitaplardan, hırsızlardan ve katillerden ve dedektiflerden ve de eski polislerden, telekızlardan ve kadın pazarlayanlardan… Yani hayatın her yerinden her şeyle tebessümle karşılaşmak isteyenler; doğru yerdesiniz. Lawrence Block’un dünyasına hoş geldiniz… Krischmann’ı, Keller’i ve beni bir başımıza bırakıp gitmeye niyetlenmiş olabilir ya da, korkarım, çok daha önce bile yapabilir bunu. Ben o canavarlarla boğuşurken… (Hayır, çocuğum yok, hayır, şu an için öyle bir ihtimal dahi yok!) Atasözlerine inat, inadına yaşamak… 1938’de Amerika’da (Buffalo, NY) doğan Lawrence Block,

“yaş 70 iş bitmiş” gibi memleketim deyişlerini yalanlayarak yaşamaya ve üretmeye devam ediyor. Polis eskisi ruhsatsız özel dedektif alkolik Matthew Scudder, kitapçılık yapan hırsız Bernie Rhodenbarr ve kiralık katil John Keller (benim için başlıcalar) olmak üzere daha pek çok karakterin yaratıcısı bu beyin yaşlanıp köşesine çekileceğe benzemiyor. Zira geçtiğimiz günlerde “The

Night and the Music” isimli son Matthew Scudder romanı memleketinin kitapçılarında boy göstermeye başladı. Okul hayatı pek çok yaratıcı yazar gibi başarısızlıklarla bezenmiş (Heyhat! Bu, benim gibilerin başarılı yazar olma şansının düşük olduğunu mu gösterir yoksa?), koleji mezun olmadan önce terk eden Block’un 50’li yıllarda por-


no dergilerde takma isimlerle öyküleri yayınlanmış. Kendi ismiyle yayınlanan ilk eseri “You Can’t Lose” hikâyesi. Eşi Lynne ile 150 civarında ülkeyi ziyaret eden ve sürekli seyahat halinde bulunan Block için yine de gerçek evi New York. Başlıca kahramanları Matt ve Bernie New York’ta yaşarlar. Hele hele Matt’le resmen New York’u bölge bölge blok blok haritalayabilir dikkatli bir okuyucu. 1983’te “Ölmenin Sekiz Milyon Yolu” ile Shamus Ödülü’nü alan, 1994 yılında Mystery Writers of America tarafından Grand Master (Büyük Usta) olarak isimlendirilen Block, 2005 yılında da Gumshoe Ömür Boyu Başarı Ödülü kazanmıştır. Paul Kavanagh en çok kullandığı takma isimlerdendir (Yani bu isimle bir kitap görürseniz Lawrence’ındır diyerek alın). Benim çokça sevdiğim ve neredeyse bütün romanlarını yalayıp yuttuğum iki kahramana torpil geçmek niyetim bu yazıda. Elbette ki Keller’i da Block’la tanıştığım kahraman olarak ayrı bir sevsem de Bernie ve Matt canımın Lawrence Block köşesi olurlar. Eski kitap ve Perrier ile Bernie Sevdiğim iki gözüm Bernie işe çıkacağı akşamlar içki içmez, Perrier maden suyu içer. İlk başta sadece hırsızdır, sonra eski kitaplar satan bir kitapçıyı satın alır ve kitapçılığa başlar. Hırsızlığa ara vermektir niyeti, hem vallahi hem de billahi. Ama can çıkmadan huy çıkmaz ya, Bernie de bırakamaz elbet hırsızlığı. En iyi arkadaşı Carolyn köpek kuaförlüğü yapan hafif alkolik bir lezbiyendir. Aynı kadınla (farklı zamanlarda da olsa) birlikte olma risklerinin dışında çok iyi anlaşırlar. Carolyn iki kedisi ile yaşar (bu noktada aklıma hep Araf gelir, West an’ the Rest). Üçüncü kediyi asla almak istemez çünkü üç kedi bir kadının yaşlı ve yalnız olmasının ispatıdır ona göre. İki kedi iyidir ama olur. Bir de Ray Krischmann vardır. Tombul ve

kendine göre dürüst polis Ray. Bernie’yi çok kereler tutukladığı için civardaki her incelikli hırsızlık olayında Bernie’nin kapısına damlar. Bernie’ye sorsanız kitapçıdır ama 3 tanesi 5 dolara kitaplarla ömür geçmeyeceğini Ray de Bernie kadar iyi bilir. Bu yüzden belli iş birliği ödenekleri ve pek çok sefer Ray sayesinde Bernie hapse girmekten yırtar. Ne hikmetse hemen her kitapta bir cinayet ve en az bir güzel kadın olur. Cinayet ya Bernie’nin hırsızlık için girdiği yerde işlenir ya da bir şekilde Bernie’nin üstüne kalacak bir yer ve zamanda (Bernie’nin evi, tuvaleti, iş yeri, iş yerinin önü). Her seferinde üstüne kalan beladan

sıyırmaya çalışan Bernie hırsız mı dedektif mi olduğundan emin olamadığımız bir şekilde (hırsızlık yeteneğini ki bu ona Tanrı’nın verdiği bir yetenektir sorarsanız, dedektifliğine yardımcı bir şekilde kullanır sık sık) ortalığı alt üst eder. Katili bulur, adalete, yani Ray Krischmann’a teslim eder. Muhtemel ödül ya da soygun gelirini de uygun bir şekilde Ray ile bölüşür. En çok sevdiği şeylerden biri Carolyn ile her öğlen değişik yerlerden aldıkları yemekleri yiyerek günlük olaylardan, artan su fiyatlarından, bozuk yollardan, kedilerden, hırsızlardan ve cinayetlerden, bahsetmektir. Bir de olayı çözünce her sefer ola-

ya karışan herkesi uygun bir mekânda toplayarak Hercules Poirot gibi tüm hikâyeyi anlatmaktır. O sahneler hep bir Agatha Christie romanını hatırlatır. Burada şaşmayan tek kural Bernie’nin her zaman en karlı çıkan kişi olmasıdır. “Ben namuslu insanlar arasında namuslu bir insan olarak yaşamak isterim ama bunu yapabileceğim namuslu bir iş bulmuş değilim henüz. Hırsızlığın ahlaki bir yanı olmasını isterdim ama ne yapalım ki, yok işte. Ben doğuştan hırsızım ve bu işe bayılıyorum” der, “Kipling’den alıntı yapan” Bernie, bu yüzden de kendisine kızmak elden gelmez. En15 Kasım-15 Aralık 2011 | 45


fes kahve yapan kapı komşusu Bayan Hesch, dudağının ucunda tüten sigarası ve tülü tülü kabarık gri saçları ile benim karşı komşum gibidir, o derece severim. Karşı komşum yok aslında, bir katta dört daire var ve kapıları karşılıklı bakan daireleri bizimkiler değil ve kat komşularımdan ikisini tanımıyorum bile! Ama eski mahalledeki komşu teyzeler gibi dersem tanım oturur gibi. Kendi gizli dedektiflik macerasını yaşamanın heyecanındadır Bayan Hesch de… Bernie jogging yapan avukatıyla genelde maratona hazırlık koşularında buluşur ve başını dertten kurtarması için durumu özetlerken kan ter içinde kaldığı çoktur. Umduğunu Değil Bulduğunu Yiyen Hırsız, Dolaptaki Hırsız, Kipling’ten Alıntı Yapmayı Seven Hırsız, Spinoza Felsefesi Öğrenen Hırsız (bu kitabı bulamıyorum ben hiçbir yerde), Mondrian Gibi Resim Yapan Hırsız, Polisiye Romanlar Okuyan Hırsız, Kendini Humphrey Bogart Sanan Hırsız, Kütüphanedeki Hırsız, Gönül Çelen Hırsız ve Av Peşindeki Hırsız olmak üzere tüm maceraları Türkçemize çevrilmiş, keyifle de okunmuştur. Burbon ve kahve ile Matt Burbonlu kahveye özendiren Matthew Scudder, alkol sorunları olan polis eskisi ruhsatsız bir dedektiftir. İlerleyen za46 | Boo! Sayı: 1

manlarda ruhsat alacak ve alkolü bırakacaktır orası ayrı. Bir kovalamaca sırasında kaza ile yedi yaşında bir kız çocuğunun ölümüne yol açınca mesleği bırakır ancak ne polis duruşu ne de polislerin yaptığı işleri bırakabilir. Olan yolunda gitmeyen evliliğine ve mesleğine olur. İşi bırakır, boşanır ve bir otele yerleşir. Sürekli içtiği için girip çıktığı barlar, barmenler ve muhbirlerle karanlık bir hayatı vardır. Uzatmalı sevgilisi telekız Elaine ve hayatına girip çıkan diğer kadınlar Matt’in karamsarlığını dağıtmaya yetmez her zaman. Sonra, macera başladıktan çok sonra değil ama, içkiyi bırakmaya karar veriyor Matt gün be gün ve Adsız Alkolikler’in toplantılarına katılmaya başlıyor. Albino zenci Danny Boy, dürüst polis Joe Durkin, sokakların nabzını ölçen TJ, meşhur mafya Mick Ballou, Matt’in en yakın halkasını oluşturuyor. Kendi adaletini kendi sağlıyor kimi zaman, kimi zaman rüşvet veriyor, kimi zaman olmayacak ipliklerin peşinde koşuyor ama her zaman hikâyeyi bir sona kavuşturuyor. New York polisinin de kendisi için söylendiği üzere kemik peşindeki köpek gibi asla vazgeçmiyor. Pes etmiyor. “Yüz hatları kalemle çizil-

miş gibiydi; atmaca bir burun, dolgun dudaklar, sert bir çene, ama sanki birinin üzerine bir şeyler kazımasını bekleyen boş bir mezar taşının etkisini veriyordu...” der Matt, Babaların Günahları kitabının başında karşısındaki adamı tarif ederken. Olmayacak insanlarla olmayacak sohbetler etmesi, polislere şapka veya takım parası adı altında rüşvetler vermesi, yerli yersiz polis olduğunu söyleyerek kazanç sağlaması (bu kazanç bilgi oluyor çoğunlukla yanlış anlamaya mahal vermeyelim), TJ ile ödemeli telefonlar üzerinden yaptıkları telefon konuşmaları, Armstrong’un Yeri’nde yenen yemekler, içilen içkiler ve bitmek tükenmek bilmez tekrarlarla çalan müzikten bardaki adama kadar her detayı anlatışı… O kadar ki, bir süre sonra siz 57. ile 58. sokakların köşesindeki otelinden


Armstrong’un Yeri’ne kaç dakikada gideceğini, o olmazsa Mick’i bulmak için Mick’in tapusu kendi adına olmayan barına gidip Mick’in 12 yıllık İrlanda viskisini, onun ise soda veya Coca Cola içeceklerini, sabahlayıp sonra da Kasap Ayini’ne gideceklerini her sefer bilirsiniz. Niye bilmeyesiniz ki? New York biz gitmeyeli yollarını ne kadar değiştirmiş olabilir? Yürüme mesafesi ile bir yerin diğerine uzaklığı aşağı yukarı her zaman aynıdır. Tabi Armstorng’un Yeri gibi, başka bir yere taşınmazsa… Ama onda da telaşa gerek yoktur, zira Matt her ne kadar içkiyi bıraksa da bize yeni adresi verecektir.

Bir de diğerleri var elbet… Block’un bütün çalışmaları

Bernie ve Matt’ten ibaret değil tabi ki; Eva Tanner, Chip Harrison, Martin Ehrengraf, John Keller da dizi dizi kitaplarıyla buluşmuştur okuyucularıyla. Bunların dışında pek çok öyküsü (toplama öykü kitabında 84 öykü vardı yanılmıyorsam), romanları, film senaryoları mevcut. Ayrıca son dönem popüler sosyal medya araçlarını da ustalıkla kullandığı takip edilebilir. Adını taşıyan web sayfasının blogunda sık sık yazıları güncellenen Block Goodreads (goodreads.com) gibi platformlarda da aktif olmaktan geri kalmıyor. Neyse yine klasik kahramanlarımıza dönelim: Evan Tanner dilimize bildiğim kadarı ile çevrilmedi henüz. Kendisi gizli servis ajanı, Kore Savaşı’nda

Yazar bu yazıyı yazarken… Goodreads’te Lawrence Block ile arkadaş oldu, ondan resim istedi (cevap gelmedi ama). Bir yandan Game of Thrones seyrediyordu, bir yandan tez çalışması için makale okuyordu. Dostlarıyla yemekler yedi, güldü, eğlendi. Block’un evdeki kitaplarını karıştırıp sahaflardan alacağı eksikleri listeledi. lawrenceblock.com sitesinde gezindi. Simply Red ve Sting dinledi. CSI: NY izlemekte ısrarcı oldu, Kendisini Block’la tanıştıran arkadaşı Ayşe’ye bu ayın kahramanını müjdeledi.

bir şarapnel parçasıyla kafadan yaralanmış. Bu yaralanma ile uyku düzeni bozulur Tanner’in. Kahramanın bilinen 16 yıllık geçmişi uykusuzlukla geçer. Tanner da günde ortalama 7-8 saatlik bu kazancını okuyarak, çeşitli diller öğrenerek, para karşılığında öğrenci tezlerini yazarak geçirir. Kimsenin adını duymadığı, garip gurup derneklere üye olmak gibi tuhaf bir hobi edinir. Bir diğer Türkçe ile henüz tanışmamış kahraman Chip Harrison’dur. Tropikal balık yetiştirip Nero Wolfe’un izinden giden şişman özel detektif Leo Haig’in yardımcısıdır. Yardımcısı dediysek lafta, her işi onun adına yürütür. Çünkü Haig genellikle koltuğunun dedektifi olarak takılır. Yaş itibari ile cinsel dürtüleri fazla olan Chip’in bu maceraları da kitapların kıyı köşelerinin konuğudur. Başka bir kahraman Martin Ehrengraf, şıklığından hiç ödün vermeyen bir ceza avukatı. Tüm müşterilerinin masum olduğuna inanır ve davalarını kazanmak için adam öldürmek dâhil her türlü yola başvurur. Ve yine benim sevdiğim bir başkası (fark ettim ki sadece Türkçe’ye çevrilmiş olanlarla bağ kurmuşum, anadile düşkünlük değil de nedir bu?) JP Keller. Kendisi pek vicdanlı ve sempatik bir kira-

lık katil. Kadınlarla olan ilişkileri konusundaki tereddütleri bir adamı öldürmeden öncekilerden çok daha fazladır. Esas patronu ölünce kendileri yürütürler cinai işlerin programını. Perde Arkasından Bir Bernie (Dolaptaki Hırsız) ve bir Matt (Ölmenin Sekiz Milyon Yolu) sinemaya uyarlansa da genel görüş “berbat” oldukları yönündedir. Ki IMDB’den ilgili filmlere bakılırsa gerek oyuncu seçimleri, gerek aldıkları puanlar itibarıyla durum anlaşılacaktır. Yine beyaz perde için Wong Kar Wai ile birlikte “My Blueberry Nights”ın senaryosunu yazmış, ama ağırlığı kitaplarına vermekten vazgeçmemiştir. Her zaman ince alayları, günlük hayata dair detayları ve gerçekçi verilerle şekillenen mekan zaman kavramları ile yormayan, akıcı, zaman zaman tahmin edilebilir (tanıdık demeyi tercih ediyorum ben) ayrıntıları ile keyifle okunan çok sayıda romanı ile yaşı kemale ermiş bir polisiye ustasından bahsettik bu ay. Akıllarda bir merak noktası yaratabildiysem ne mutlu bana… Bir sonraki sayıya kadar, kitapla, edebiyatla… 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 47

Bitti.

Babaların Günahları, Cinayet ve Yaratma Zamanı, Ölümün Ortasında, Buz Kıracağı Cinayetleri, Ölmenin Sekiz Milyon Yolu, Kutsal Bar Kapandığında, Bıçak Sırtı, Tahtalı Köye Bir Bilet, Mezbahada Dans, Mezar Taşları Arasında Gezinti, Şeytan Biliyor ki Ölüsün, Bir Dizi Kötü Adam, Kötüler Bile, Herkes Ölür, Ölmeyi Bekle, Çiçekler Ölürken, henüz Türkçeye çevrilmemiş olan “A Drop of the Hard Stuff” ve yeni çıkan “The Night and the Music” ile yaşlanmaya devam eden Matt, şimdilik hayatına devam eden Bernie’nin aksine ölür mü günün birinde bilinmez ancak, arkasında Burbon ve kahve ikilisine özendirdiği kitle büyümeye devam edecek.


Armağan Kanca armagankanca@hotmail.com

eskici

Bir Eldritch Projesi: Ben Tek, Siz Hepiniz! A Tam 21 yıldır albümün a’sından bahsetmeyen (son 18 yıldır albüm yapmayı bizzat reddeden) The Sisters of Mercy, müzik endüstrisinin kalıplaşmış figürlerine karşı tek başına kararlı bir şekilde duruyor. Goth’un tanrısı ilan edilen Andrew Eldritch önderliğindeki The Sisters of Mercy’i yakından tanıyalım.

48 | Boo! Sayı: 1

dını Leonard Cohen’in bir parçasından alan The Sisters of Mercy, kanlı canlı bir davulcuya sahip olmamasına rağmen bol miktarda elemanın libero gibi girip çıktığı bir gruptur. Kavga ve gürültünün bir an olsun eksik olmadığı grupta Doktor Avalanche “bile” (çünkü kendisi bir davul programı) nasibini modelinin değiştirilmesiyle fazlasıyla almıştır. Birbirinin gırtlağına sarılmakta bir an olsun tereddüt etmeyen grup elemanlarından Sisters bayrağını günümüze taşıyan Andrew Eldritch olmuştur. ‘Siz hepiniz ben tek’ sloganını mahkeme salonlarında da hissettirmiş, inatçı ka-

rakterinin ödülünü hukuki yollardan almıştır. Bunca harala güreleden sonra geçinilmesinin zor olduğunu tahmin ettiğim Eldritch, Sisters markasını tek kişinin hüviyeti altına getirmiş ve Eldritch Projesi olarak insanların zihninde yer edinmiştir. Muhatap olduğu hemen hemen tüm mercilerle papaz olan Eldritch sırf idealleri uğruna uzun süre albüm çıkartmamıştır. Dolayısıyla ‘müzik benim hayatım’ gibi ölümcül bağlılıklar gösteren cümleler yerine ‘müzik de aynı resim, sinema, edebiyat gibi hayatın bir parçasıdır’ gibi cümleleri hayat tarzına daha fazla yedirmiştir. Müzisyen kimliğiyle tanınan Eldritch için


Harala Gürele Andrew Eldritch (vokal, klavye, gitar, davul / Her daim grupta) Gary Marx (gitar / 80’lerin ilk yarısına kadar grupta) Ben Gunn (gitar / 80’ler ilk çeyreğine kadar grupta) Wayne Hussey (gitar, geri vokal / 80’lerin ortasında bir ara görünüyor) Craig Adams (bass / 80’lerin ortalarına kadar grupta) Patricia Morrison (bass / 80’lerin ortalarından sonuna kadar grupta) Not: 90’lardan sonrası tahmin edileceği üzere evlere şenlik. yukarıdaki belirttiğim cümlenin özü (röportajlardan çıkardığım) yanlış anlaşılmamalıdır. Eldritch, hayatında müziğin önemsiz olduğunu anlatmaya çalışmıyor, sadece diğer hobilerinin de en az müzik kadar etkin olduğunu belirtmeye çalışıyor. Dolayısıyla uzun süre albüm çıkartmamasının nedenini müziği ciddiye almadığından değil de mükemmeliyetçi yapısından kaynaklandığını da belirtmekte fayda var. Bir Etikettir Gidiyor Karakteri konusunda ipucu verdiğim Eldritch’in, tahmin edileceği üzere, gruba yapıştırılan etiketleri de itinayla reddettiğini anlamışsınızdır. Üstlerine yapışan ‘goth’ etiketi yerine ‘rock’ grubu olarak görülmeleri gerektiğinin altını çiziyor. Bu mütevazı yorumların ne kadar doğru olduğunun tartışılması gerekir. Karanlık kültüre aitmiş gibi gözüken grup, değişen dünya koşulları içerisinde (The Crow gibi kültleşen filmler ve gotik imajın ön plana çıktığı moda anlayışı) bahsedilen kültürün tanrıları olarak lanse edilmelerini sağladı. Dönemin ‘goth’ müziği içerisinde karanlık sıfatını en fazla hak eden grup, Mera Luna gibi bir gotik mabedinde başıçeken grup olarak çıkma konusunda tereddüt etmedi. Bütün bunlar doğrultusunda hala daha goth etiketini reddetmeleri de yüzlerde şaşkınlık ifadesi yaratmıyor değil. Eldritch’in ima ettiği etiketlendirme çılgınlığında bir korku filmi sinefili olarak ben, onlara en fazla yakışan sıfatın ‘korku kültürü entelektüelleri’ olduğunu düşünüyorum.

“Müziğin Değeri Nedir?” Sorusu Bu başlıkta ‘müzik nedir’ gibi varoluşsal söylevlerin üzerinde durmayacağım. Hem zaten bu tarz bir konu üzerinde derin analizler yapabilecek kapasitede görmüyorum kendimi. Asıl sorulması gereken soru şudur: Müziğin ötesinde olamayacak şeyler nelerdir? İşte bu hususta Eldrich devreye giriyor. Kural basit: Plak şirketleri, dinleyici grupları, sektör, medya organları vs. bütün bunlar müzik değerini aşamayan elementler. Müziğin içinde olmalarına karşın bu mercilerle işleri olmadıklarını düşünüyorlar. Amaçları süslenip püslenmiş paket müzik yerine ‘iyi’ müzik yapmak. Göstermiş oldukları kararlı yapıyı esas alırsak, grubun ticari kaygılarının sıfıra yakın olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilir miyiz? Medya ile araları nötrdür. TV’yi sloganların sıralandığı bir yayın organları olarak kullanmamışlardır. Ancak bu tavırlarını negatif bir yapının içinde düşünmemeliyiz (Kliplerini TV’de yayınlamışlardır orası ayrı). Örneğin Amerikan alternatif rock grubu The Replacements gibi anti-video bir tavır sergilememişlerdir. Hatta klip sayılarının, yaptıkları albüm sayılarına göre ne eksik ne fazla olduğunu da özellikle söylemeliyim. Özetlersem medyaya karşı tavırları şudur: Medyayı sallamamışlardır! İmaj Tanrısı Bir grubu tanıtırken tek kişiyi ön planda tutmayı sevdiğim pek söylenemez ancak bazı

gruplar yaptığım bu tanım için istisna oluşturabiliyor. Örnek vermek gerekirse, Nine Inch Nails’ın asıl adamı Trent Reznor ve The Sisters’in her şeyi Andrew Eldritch bu duruma birebir uyar. İmaj tanrısı diye bahsettiğim kişi Eldritch’tir. Kendisi goth etiketini kabul etmese de bu sıfatı kabul etmemesini şu bakımdan anlayabiliriz. Çünkü kendisi goth kavramını makyaj yapmak ve poz kesmek olarak algılamamıştır. Yani ‘Eğer yukarıda bahsettiklerin goth sıfatı ise ben bunu kabul etmiyorum ‘ şeklindeki bir yaşam tarzını benimsemiştir. Damla model güneş gözlüğü, deri ceketi ve baston şeklindeki kılıcıyla arzı endam eder. Sigarası ve simsiyah kıyafetleri de bu karizmanın içinde eksik olmayan bileşenlerdir. Eldritch, sisler içindeki sahnede, işte böyle seyircinin karşısına çıkar. Kan kırmızısı ve kül rengi grinin birbirine karıştığı ışık süzmeleri, simsiyah Eldritch’i

de bünyesine katarak kendine özgü atmosferini oluşturur. Goth Rock’ın İçindeki The Sisters Goth rock kavramını bir anda ele almak o kadar kolay değil. Özellikle 80’li yıllarda ivme kazanan goth kavramı uzunca bir süre yeraltında kaldı. O kadar dallanıp budaklandı ki, türün içinde adı geçen grupları sıralamaya kalkarsam ortak nokta bulmakta zorlanacağım. The Sisters’ı diğer önemli gruplarla karşılaştıralım. Bauhaus ile Siouxsie & The Banshees’in aynı paralelde ilerlediğini söyleyebilirim. Ancak, The Sisters her iki gruba göre oldukça sert kaçar. The Cure, The Sisters’a göre oldukça melankolik iken; ilk albümlerinde Siouxsie’nin izinden giden Cocteau Twins, The Sisters’a göre aşırı dingin kalır. Bütün bunlar dışında benzerlikler de yok değildir. Örneğin, Cocteau Twins ile The Sisters kanlı canlı bir davulcu15 Kasım-15 Aralık 2011 | 49


Başıçeken Olmak? Olmamak? Bütün Mesele Bu. Bu başıçeken grup (headliner) olayı neye göre seçiliyor merak etmiyor değilim. Açıkçası bu tercihleri de hiçbir zaman tam olarak anlayamayacağım. Seçimin kıstasları nelerdir? Popüler olması mı? Kaliteli müzik yapması mı? Albümlerin çok satması mı? Bütün bu soruları sorup da karşılaştığım tabloları gördükçe anlam verememeye devam ediyorum. Bu başlıkta, ülkemizde verilmiş konserlerden anlam veremediğim başıçeken grup listelerini açıklıyoya sahip değildir. Bauhaus ve Siouxsie & The Banshees, The Sisters’ın sahne atmosferine benzer atmosferlerde performans sergilerler. İmaj olarak da The Sisters’a paraleldirler. Eldritch’in Entelektüel Yönü Okul yıllarından bu yana sorun ilan edilen bu adam Oxford Üniversitesi’nde Fransız ve Alman Edebiyatı üzerine okumuştur. Tahmin edileceği üzere okuldan atılmıştır. Okul yıllarının etkisinden midir bilinmez Fransız romancıları el üstünde tutmuştur. Nesneler dünyasının hakimi olan Fransız yazar Alain Robbe-Grillet, Eldritch’in dünyasında önemli yer kaplarken; Fransız Ro-

50 | Boo! Sayı: 1

rum: 2006: Folk punk devrimi yapmış Violent Femmes gibi bir grubun yeni yetme Black Eyes Peas’in önünde sahne alması neyin nesiydi? 2006: Goth tanrısı ilan edilen The Sisters of Mercy’nin, Placebo ve Muse gibi ne idüğü belirsiz grupların önünde sahne alması Sisters’a haksızlıktı. 2009: Linkin Park’ın başımantik şairler ise şamarı yemişlerdir. Şairler dünyasında önünde eğildiği şairler, mistik William Blake ve referans manyağı Thomas Stearns Eliot’tur. James Joyce ve Marcel Proust gibi bilinç akışı yazarlar Eldritch’in hayranlığını kazanırken, James Graham Ballard gibi bilimkurgu romancıları da takdirini kazanmıştır. Sadece edebiyat değil bilimkurgu sinemasının da müptelası olan sanatçı sinemasal zevklerde Avrupa sinemasının izini takip etmiştir. Rüyalarını yazan Fellini, dünyayı yeniden keşfe çıkan Herzog, resim sanatına referans vermeden rahat duramayan Greenaway de Eldritch’in ilgi alanında.

çeken olduğu bir festivalde Lollapalooza’nın gediklisi Jane’s Addiction’ın olamaması içler acısıydı. 2011: Alice Cooper, Slipknot gibi bir grubun önünde neden sahneye çıktı birisi bana başım ağrımadan anlatsın. 2011: Happy Mondays gibi Madchester soundunun dinamiği olan bir grubun Manic Street Preachers’ın önünde sahne almasını Bez’in ülkemize gelmemesine bağlıyorum. Albümler 1985 yılından önce EP yayınlayan grubun piyasaya çıkışları sancılı oldu. Eldritch’in istekleri grup elemanlarını çıldırtmış durumdaydı. Yapımcılardan 40000 pound kadar bütçe koparan grup, aldığı paranın hakkını vererek muhteşem bir albüm çıkardılar. First and Last and Always, içindeki 10 parçanın 9’unun kalburüstü

olduğu bir albüm. Ancak ne ilginçtir ki, albümün en iyi parçalarına klip çekmemişlerdir. Videosu çekilen Walk Away, Eldritch’in ayrıldığı sevgilisine ithafen yazılmışken, Black Planet ise dünyayı küllerinden doğurmaya çalışır. No Time To Cry korku kültürünün en saf hali olup albümün konsepti hakkında ciddi ipucu verir. A Rock and A Hard Place, Lynchvari bir yapbozun parçaları iken, parçada geçen ‘alibi’ sözcüğüyle olayı daha da mistik hale getirir. Grubun en bilindik parçası olan Marian, Nouvelle Vague tarafından coverlanmıştır. REM için Losing My Religion veya Queen için Bohemian Rhapsody neyse The Sisters için de bu parça odur (bu şarkı sayesinde The Sisters ile tanışmamı sağlayan Gülin’e kocaman teşekkürler). First and Last and Always, girişiyle dikkat çeken bir parça ve albümün en farklısı. İngiltere’nin kuzeyinden “9’dan 9’a” anlamına gelen Nine While Nine girişindeki piyano ile büyüler. Amphetami-


ne Logic ise isminden de anlaşılacağı üzere ilaç bağımlısı birinin ‘bir hayat daha istiyorum’ şeklindeki nidalarıdır. “And I’m waiting And I wait in vain Nine while nine and I’m waiting For the train”

“And the people that drive Lost in the drift Are there”

İlk iki albümden uzak bir çizgi çizen Vision Thing hard’n’heavy havasıyla diğer iki albümden ayrılıyor. Farklı bir çizgide ilerlediği için ilk etapta adapte olamadığım albümü kötü olarak değerlendirmek ise insafsızlık olur. “Doctor Jeep”, “Vision Thing” ve “Detonation Boulevard” Eldritch’in daha önce uygulamadığı hard’n’heavy formülüne göz kırpıyor. Eldritch bu türe gençliğinde yabancı değildir ancak nedense albümlerinde bu türün ağırlığı daha önce hiç hissedilmemişti. Değişim sadece hard’n’heavy ile sınırlı kalmıyor. I Was Wrong ve Something Fast gibi akustik parçalarla birlikte The Sisters daha önce hiç yüzmediği denizlerde yüzmek istiyor. Derinlik sarhoşluğu yaşamadan alınlarının akıyla bunun da altından kalkmasını biliyorlar. When You Don’t See Me parçasıyla birlikte en doğru karışımı buluyorlar. Hard’n’heavy havasına gotik müziği en iyi şe-

The Sisters’daki Kadın Vokaller Eldritch’in tekelindeki grup, kadın vokalleri de şarkılarında ihmal etmiyor. Eldritch’in bariton sesini dengeleyen bu kadın vokalleri listeleme gereksinimi duydum: “Temple of Love” - Ofra Haza “Vision Thing” - Maggie Reilly “Under The Gun” - Terri Nunn “Dominion / Mother Russia” - New York Choral Society “This Corrosion” - New York Choral Society Bir de Eldritch’in espri anlayışı var. Kendisi aşağıdaki şarkı listesinde kadın vokal taklidi yapıp olaya değişik bir yönden bakıyor: “Fix” - Andrew Eldritch “Long Train” - Andrew Eldritch “Body and Soul” - Andrew Eldritch kilde yedirdikleri bu parça albümün bana göre en iyisi. “I don’t exist when you don’t see me I don’t exist when you’re not here” Albüm parçaları dışında saf hard’n’heavy türündeki en iyi işleri Temple of Love ve The

Rolling Stones parçası Gimme Shelter’a getirdikleri efsanevi yorumu da dinlemeden geçmeyin. Protesto Ediyorum Madem Eldritch 1993 yılından bu yana müzik dünyasını protesto ediyor ve albüm çıkarmıyorsa ben de bu yazıyı protesto edip son sözü yazmıyorum. 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 51

Bitti.

İlk albümde buldukları formülü devam ettiriyorlar. Bu albümde de 9 parçanın 8’i çok iyi. Floodland albümüne ismini veren parçalar, Flood I ve Flood II açık bir şekilde cinselliğe göndermede bulunur. ‘Her hallway’ gibi kalıplar bu tezi destekler niteliktedir. Flood II, Flood I’e göre daha tempoludur. Özellikle 4. dakikanın sonlarına doğru giren klavye, şarkıyı diskografi içerisinde ilk 5’e sokuyor. Endüstriyel müziğin paslı havasını içine çeken bir klibe sahip olan “Lucretia, My Reflection” mitolojik karakter Lucrezia’ya göndermede bulunur. Eldritch’in bas gitarist Patricia Morrison ile uyumu sadece bu klipte değil, Dominion parçasında da devam etmektedir. UNESCO tarafından koruma altına alınmış Ürdün şehri Petra’da çekilen klip otantik havasıyla dikkat çeker. Her zamankinin aksine beyazlar içinde bir Eldritch görürüz. Açıkçası grupların beklenmedik parçalarının özellikle incelenmesi taraftarıyım. “1959” gruptan beklenilmeyecek derece duygusal bir piyano balladı. 1959’un neye göndermede bulunduğunu ise merak etmiyor değilim. Kimisi Eldritch’in doğum tarihi olduğunun altını çiziyor. Basları ile dikkat çeken Driven Like the Snow değeri verilmeyen parça olarak albümde yerini alıyor. Halbuki tam bir korku filmi müziği gibi. 10 dakikalık şaheser This Corrision grubun eski üyelerine taşlama niteliğindedir. 40 kişilik bir koroyu da arkasına alan parça albümün en görkemli parçası olarak gözüküyor.


Raftaki Nesneleştirilebilir kültür-sanat öğelerini bu sayfalarda konuk ediyoruz ki, çoğunu evdeki raflara diziyorsunuz zaten: albüm, film, kitap, oyun...

Vizyona Girecek Filmler 18 Kasım: -The Twilight Saga: Breaking Dawn (Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti Bölüm 1) -Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi -Komik Bir Aşk Hikayesi -Margin Call (Oyunun Sonu) 25 Kasım: -The Ides of March (Zirveye Giden Yol) -Dedemin İnsanları -The Tree of Life (Hayat Ağacı) -A Dangerous Method (Tehlikeli İlişki) -Hjem Til Jul (Yeni Yıl)

Lou Reed & Metallica

LULU - Şimdi “Metallica nedir, Lou Reed kimdir?” gibi bir tarif tabii ki vermiycez. Thrash Metal’in varlık sebebini alın (ve biraz da yaşlanma faktörünü ekleyin), üstüne The Velvet Underground günlerinden, solo albümlerine değin her türlü arızaya imza atmış bir ismi koyun ve bunları yüksek basınçlı bir düdüklü tencereye atın. Çıkan şey ne yazık ki aşure değil Lulu oluyor.

se vasat bile olamayacak işler çıkarmalarına rağmen gereken saygıyı fazlasıyla hep aldılar. Lou Reed de yıllar boyu aynı hörmetli yaklaşımı avangart çevresinden gördü. Yanlış hatırlamıyorsam Raven albümünden sonra “bu işleri bıraktım, bi sahil kasabasına yerleşcem” dediğini duymuştuk. Ama anlaşılan James ve Lars’ın ısrarları karşısında duramamış.

Ergeninden eski usul rockerına milyonlarca insanın favori grubudur Metallica. Zaman içerisinde, bazen Romalı muzaffer bir komutan edasında, bazen-

Bilen bilir; Lou Reed genellikle şarkı söylemez, mırıldanır, söylenir, sarhoş gibidir ama neden bahsettiğini çok iyi bilen bir sarhoş. Spoken Word deni-

Tarz: Avant-Garde Yayıncı: Warner Bros Kadro: Lou Reed Vokal, gitar. James Hetfield - Vokal, gitar. Kirk Hammett - Gitar. Rob Trujillo - Bas. Lars Ulrich - Davul 52 | Boo! Sayı: 1

len bu hadisenin nadir adamlarındandır. Böyle sürprizli prodüksiyonlar çoğu zaman bekleneni vermez bunu biliyoruz. Kısa aklımızın ermediği nokta da bu zaten, bunu kendileri de mi hiç düşünmüyor? Stüdyoda saatler harcadıktan sonra, ortaya çıkan müzikten hiçbirinin tatmin olmamasına rağmen (aslında o utancı sınırlarda yaşayan) ama yine de: “Olm çok iyi, çok farklı bi iş yapıyoruz” diyen lise grupları olur ya, aynen onların hesap olmuş. Evet, her iki taraf için de şu saat itibarıyla satış kaygısı, reklam, şöhret gibi şeyler önemini çoktan yitirmiş ve belli ki başka bir amaç için bir araya gelinmiş. Ama işte hocam olmayınca olmuyor / olamıyor. Ne Metallica ne de Lou Reed dinleyicisine hitap etmeyen, elde patlayan, hiç bir şekilde arşiv değeri olmayan bir albüm olmuş Lulu. Nakledilen organın vücudu reddetmesi gibi, birbirlerini ittikçe daha büyük batmışlar. -Kara

2 Aralık: -Hugo -Arthur Christmas (Hediye Operasyonu) -Entelköy Efeköy’e Karşı -Seeking Justice (İntikamın Bedeli) -Mavi Pansiyon -Musallat 2: Lanet 9 Aralık: -Moneyball (Kazanma Sanatı) -Jane Eyre -I Rymden Finns Inga Känslor (Aşkın Formülü Yok) -Ay Büyürken Uyuyamam -Ironclad -Take Shelter


R A F TA K İ L E R

Yeni Çıkan Kitaplar Birkaç Arpa Boyu - Sevim Sancar Kopoy - Barış Andırınlı 2050 - David Passig Barışa Emanet Olun Hasan Cemal Sur Kenti Hikayeleri - Ali Ayçil Beyazlı Kadın - Wilkie Collins Manga: Bir Kültürel Direniş Aracı - Mehmet Korkut Öztekin Çocuğumu Fişte Unuttum! Marie Winn Kültür, Sanat, Bilim ve Felsefe Üzerine - Bob Avakian Meleklerden Mesajlar -Diana Cooper Evsiz -İbrahim Altay Deli Kadın Hikayeleri Mine Söğüt Kediler Güzel Uyanır Yekta Kopan Keyfekader Kahvesi Aykut Ertuğrul

Çok Satanlar

1. OD - İskender Pala 2. Prag Mezarlığı Umberto Eco 3. Ve Steve Jobs Apple’ı Yarattı - Michael Moritzen 4. Bir Gün - David Nicholls 5. İki Cami Arasında Aşk Mürvet Sarıyıldız 6. Küçük Mucizeler Dükkanı - Debbie Macomber 7. Karatay Diyeti - Canan Efendigil 8. Şahane Hatalar Heather McElhatton 9. İskender - Elif Şafak 10. S*ktir Et - John C. Parkin

Ayın Filmi BEHZAT Ç.: SENİ KALBİME GÖMDÜM - Bir Ankara polisiyesi, kaldığı yerden sansürsüz haliyle gösterime girdi. Ankara’nın tüm parklarının reklamının yapıldığı film bu özelliği nedeniyle de sanırım bir ilk niteliğinde. Dizi ekibi filmimizde de aynen kendisini gösteriyor. Yönetmen koltuğunda Serdar Akar var, senaryonun da yine bir Emrah Serbes romanından oluşturuldunu görüyoruz. Türkiye’nin en yakışıklı kötü adamı Nejat İşler’in yüzünü ise anlatılan hikayenin kendisiyle kesişmemesinden ötürü göremiyoruz. Behzat ve ekibi filmde tabuta konup Ankara’nın çeşitli yerlerine gömülen cinayetlerin perde arkasını arıyorlar. Kötü adamımız ise Red Kid karakteriyle Tardu Flordun (özellikle kendisinin finaldeki performansı büyük alkışımı topladı).

Red Kid’le birlikte kalbimizde yer eden diğer kötü adamımız ise Pembo (Rıza Kocaoğlu). Öyle ki onun içinde bulunduğu ve salonun gülmekten kendini alamadığı hiçbir sahne yok. Özellikle kendisi sınırsız küfür kullanımı konusunda tam bir dahi. Dizinin beyaz perdeye aktarılırken genel misyonu aynı hikayenin daha büyük bir prodüksiyonla sansürsüz aktarılmasıydı; daha büyük prodüksiyonun nimetlerini her ne kadar pek göremesek de sansürsüzlük, Behzat Ç. sevenlerinin beklentilerini kesinlikle karşılayacaktır. Filmin benimle birlikte Behzat Ç. severleri üzen ilk yanı Cansu Dere’nin filmin içine gitmemiş olması. Tahmin edildiği gibi bir performansla karşılaştık. Olmayınca olmuyor kabilinden. İkinci yanı ise gereksiz araba reklamları, o da “olmayınca olmuyor” etiketi haricinde bir etiket

hak etmiyor filmdeki haliyle. Filmde ayrıca ekibin komedi unsuru Harun’un fena halde zayıflamış haliyle karşılaşıyorsunuz. Umarım, Mesut Yar II vakası yaşamayız ve nasıl kilo verdiği hep bir sır olarak kalır. Harun’un repliğiyle yazımıza son verelim: Bu adam kimi gömüyor? Emekli yakınlarını. Babam emekli beni de gömmeye kalkmasın bu! -Furkan Yazarın notu: Red Kid’in derdi kiminle?

Ayın Kitabı M.S. 2150 - Thea Alexander’ın yazdığı kitapta, ana karakterimiz Jon Lake ile bir savaş sonrası 70’lerine, bir de 2150’ye gidiyoruz. 1970’lerde psikolojiyle ilgilenen bir doktora öğrencisi ve öğretim görevlisi olan John, savaş sonrası bedensel ve psikolojik sorunlarla uğraşırken rüyalarında da 2150 yılına seyahat etmeye başlar. Dünya günümüzde sınırlarını zorluyor, tabii insanları da. İnsanlar bunun sonrasında bambaşka bir toplum olma ve bambaşka bir dünya yaratma yolunda ilerliyorlar. Bu yolu izleyen çoğunluk makro toplum olarak adlandırılıyor ve dünyanın yeniden yaşanabilir olmasını sağlıyor. Bizim gibi kalmaya devam edenler yok mu peki? Var. Onlarsa mikro toplum oluyor. Ve kendilerine ait topraklara, renklere ve ırklara

sahip olmaya devam ediyorlar. Jon işte böyle bir dünyayı keşfediyor. Hem de uykusunda. En yakın arkadaşı hatta kendisi bile buna zor inansa da, makro toplumun bir üyesi oldukça orada edineceği güçleri 1970’lerin fiziksel dünyasında kullanabilmesi (hastaları iyileştirmek, insanların fiziksel görünümlerini hatta kişiliklerini bile değiştirebilmek, cisimleri uzaktan hareket ettirebilmek…) yaşadıklarının sadece rüya olmadığını kanıtlıyor. Kitabın etkileyici bir sonu var. Ama kitabın okunmasına asıl sebep, olay örgüsü değil, yüklü olduğu hayaller. “Bir Makro Felsefe Klasiği” alt başlığıyla tanımlanan kitapta daha önceden ilgimizi çeken şeylerle de karşılaşıyoruz. Örneğin; Jon’un seyahatleri sırasında bedenini ardında bırakması ve bu sırada gümüş kordonunun

koparılmasıyla iki dünyada da ölecek olması Matrix’i çağrıştırıyor. Kitaptaki en ilgi çekici kısım ayrıntılı olarak betimlenen hatta kitabın sonunda bir de ansiklopedik bilgilerine ulaşabildiğimiz makro toplum, makro insan, makro bilinç kavramları. Paul Auster’ın Son Şeyler Ülkesinde’sinin neredeyse tersi de diyebileceğim bu ütopik gelecek kitabı, okuyucusunu çok farklı bir yaşam deneyimiyle tanıştırıyor. -Gözde 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 53


R A F TA K İ L E R

Filmler: ANADOLU KARTALLARI 1911 yılında kurulan bir kurumun 100. yılı geldi çattı. Kendisine ithafen yapılan Anadolu Kartalları özellikle hava tutkunlarının izlemesi gereken bir yapım. Filmin yönetmeni ise Amerikalı filmiyle tanıdığımız, özellikle Eşkıya filmiyle büyük beğeni kazanan başarılı yönetmen Ömer Vargı. Çekimlerin bir kısmının havada olması gerektiği için Amerikan şirketinden 600.000 dolara 4 günlük bir jet bile kiralanmış. Kendisi HD olarak havada 4 saat çekim yapabiliyormuş. Prodüksiyon hakkında sorulan sorulara Ömer Vargı “Türk Hava Kuvvetleri olmasaydı filmi çekemezdik” diyor. Filmin oyuncu kadrosu ise oldukça kalabalık, başarılı isimlerden oluşuyor. Engin Altan Düzyatan, infoman Binbaşı rolünde. Filmde kendisine kimsenin aşık olmadığı gibi o da kimseye aşık olmuyor yani bir Engin Altan filminde kimse kendisine iş olmadan bitiyor. Oyuncu ekibinin diğer isimleri Şevket Çoruh, Ekin Türkmen, İlhan Şeşen, Alper Saldıran, Alpay Kemal Atalan, Hande Subaşı, Özge Özpirinçci, İsmail Filiz, Çağatay Ulusoy’dan oluşuyor. Film, 5 gencin Türk Hava Kuvvetleri’nde pilot olmak için yaşadıklarını ve etraflarında gelişen olayları konu alıyor. Türk Hava Kuvvetleri fonunda filmde gelişen olayları izleme-

54 | Boo! Sayı: 1

yi beklemeyin zira filmin aldığı en büyük eleştiri bunun tam tersi olduğu yönünde. Milli içerikli bir film olduğu için bu tarz işlerin çekirdek beğeni kadrosu olduğu gibi çekirdek bir düşman kitlesi de var. Bu ikilinin çatışması durumu ise bu tarz filmler için harika bir reklam kaynağı niteliğinde. Anadolu Kartalları şu an Nefes’in çıkardığı sesi çıkaramadı ama özellikle bu iki çekirdek grup radikalliklerini film üzerinde sürdürürse film çok geçmeden beklenen sayının üzerine çıkabilir. Son olarak Anadolu Kartalları Türkiye’de yaşanan olaylardan ötürü bir galaya sahip olamadı. Oyuncular ve teknik ekip gala yerine kendi aralarında bir yemek yemeyi daha uygun gördüler. Ekip yine aynı duyarlılığını kendi yapım şirketleri olan Fida Film sayesinde Van’a 120.000 lira göndererek de gösterdi. -Furkan

ALMANYA’YA HOŞ GELDİNİZ - Film, Almanya’nın işgücü açığı duyurup birçok ülkeden işçi talep etmesi üzerine davete icabet eden bir Türk ailenin Almanya’ya gidişini anlatıyor. Alenen üstünde durmasa da bu ailenin “önce” ve “sonra” hallerini görüp karşılaştırabilmek mümkün. Kültürel değişimleri ise gayet insani ölçülere dayandırarak taraf tutmadan anlatabilmeyi başarabilmiş olması ise filmin artısı. Türk-Alman entegrasyonunda yerini belli eden tek kişi ise Almanya topraklarına ayak basan 1000001. işçi olan Hüseyin Yılmaz. Zira hikaye de hep bu sempatik dedemizin etrafında gelişiyor. Türkiye’ye ilk etapta Film Ekimi ile gelen film, ülkenin çeşitli yerlerinde çok fazla gösterim şansı bulamadı. Behzat Ç’nin 54324 salonda, Anadolu Kartları’nın 764564 salonda ve bilumum Hollywood filmlerinin 5346754 salonda gösterime girdiği düşünüldüğünde film birazcık daha fazla ilgiyi hak ediyor diye düşünüyorum. Willkommen in Deutschland’ın yönetmeni Yasemin Şamdereli, kendisi Almanya doğumlu olması hasebiyle Türkler üzerindeki bu değişimi yakından incele fırsatı bulmuş. Kim bilir belki filmde anlatılan çoğu olayın bilfiil içinde de bulunmuştur. Ekibin diğer oyuncu parçası ise yer yer Türk dizilerinde, yer yer Türk-Alman ortak yapımı filmlerde sıkça gördüğümüz isimlerde oluşuyor. Film geneli itibariyle güzel bir senaryoya sahip, dedemiz “Yola çıkacağız” dediğinde tüm

izleyenlerin ortak şeyi düşündüğünü tahmin edebiliyorum: “İşte Little Miss Sunshine geliyor”. Fakat ne yazık ki film genel olarak o kadar eğlenceli bir film değil. Filmin çoğu yerlerinde kopukluklar var, sanki her şey ortasında son buluyormuş gibi. Filmin içinde izleyicinin keyif alabileceği birçok sahneye ise uzun süre yer verilmemiş, kısa kesilmiş. Ama yine de filmi güzel kılan şeyler de yok değil; filmin içindeki önce-sonra geçişlerine tanık olmak gerçekten güzel. Ve nasıl Rıdvan Dilmen, “Alman bir futbolcu Türkiye’de top oynarken belli standartların altına asla düşmez” diyorsa bu da bir Türk-Alman ortak yapımı olarak diğerleri gibi harika müziklere sahip. Film, kapanışı da düşündürücü bir konuşmayla yapıyor: “Şirket yönetiminin tecrübelerini tek bir cümleyle özetlemek istiyorum: Tekrar karar vermek durumunda kalsaydık sadece Türk işçilerini davet ederdik.” Son olarak, filmin Berlin Film Festivali’nde yarışma fırsatını son anda kaçırdığını da belirtelim. -Furkan


R A F TA K İ L E R

Efsane Sahne

- Büke Sevindi Tanır

BRAZIL - Saat: 20:49, 20. yüzyılda bir yer...

kası olmayan bu film yine de Brezilya’da yasaklanmıştır.

Hayatta her zaman sisteme ihtiyaç duyarız ama çoğu zaman da sistemin kötülüğünden nefret ederiz. Bu iki kavram birbirinden çok farklı olsa da devlet sistemi genelde insanları yorar ve ardında komplolar barındırdığına inanılır.

Terry Gilliam filmde yer alan kurgusal totaliter hükümeti ve yarattığı baskıyı, günlük hayata girmiş ve artık kanıksanmış terörü kurguladığı bu filmde George Orwell’in “1984” romanından esinlenmiş ve Kafka’ya da selam çakmıştır ve böylelikle sinema tarihinin en iyi yapımlarından biri ortaya çıkmıştır. Monty Python filmlerini bilen Terry Gilliam’ı da mutlaka bilir, yıllarca Monty Python filmlerinde pişen Gilliam’ın ekipten ayrılıp solo çaldığı dönemin en iyi ürünlerinden biridir Brazil. Yaratıcı ve etkileyici görselliğiyle 94 dakikalık bir seyir zevki sunan film, devlet yönetiminin kâbus gibi olduğu ve bürokrasinin insanların hayatlarını tehdit ettiği bir dünya anlatılıyor.

Terry Gilliam’ın Brazil filmi aynı isimli neşeli şarkıyla başlarken devamında göreceklerinizin sizi mutlu edeceğini düşünebilirsiniz. Fakat bir yerden sonra kabuslar, borular, tesisatçılar, teknoloji, beyin yıkama gibi birçok olgunun içine çekilip film bittiğinde kendinizi yorgun ve böyle şeylerin hiç olmamasını dilerken bulabilirsiniz. Brazil, yönetmen Gilliam’ın Oslo’da karanlık, puslu ve gri bir liman kahvesinde, işçilerin çalışırkenki bezginliğini izlerken duyduğu “Brazil” şarkısıyla oluşan tezattan çok hoşlanmış ve filmin hikayesinin ilk çıkış noktası karanlığa fon müziği olan neşeden gelmiştir. Konusu Brezilya’yla ala-

Filmin ana karakteri Sam Lowry, 20. yüzyılda bir yerlerde yaşar. Bilgi bakanlığında memur olarak çalışan Sam, yaşadığı hayattan çok sıkılmıştır ve düşlerine sığınmıştır, rüyalarında sevdiği ama gerçek hayatta asla karşılaşamadığı sev-

gilisini görür. Sırf bu yüzden sürekli rüya görmeyi isteyecek duruma gelmiştir. Günün birinde gerçeklikte sevdiği kadınla karşılaşan Sam, annesini ve kariyerini bir yana atarak sıkıldığı hayatından sevdiği kadınla birlikte kaçarak mutlu ve sakin bir hayatın hayalini kurmaya başlamıştır. Başka bir ayrıntı da, filmde tamirat yapmanın yasak olmasıdır. Evinizde bir sorun varsa bir sürü bürokratik işlemden sonra patlak borularınız için tamire Super Mario Kardeşler gelebilir ve zorla evinize girmeye çalışabilir. 1984 romanını okuyan veya filmini izleyenler de bilir ki “Büyük Birader” kavramı Brazil’de de ele alınır. Tüm bu sıkıntılar içinde memurluk yapmaya ve yaşamaya çalışan Sam kendini hizmet ettiği bürokrasinin engellerinde savaşırken diğer yandan aşkının peşinde koşarken bulmuştur. Bütün karakterleriyle bizi içine alan, gelişen teknolojiyi, güzellik kavramını, terörü, insanlığın gittiği yönü ironik, ka-

ra komik ve hüzünlü bir dille anlatan film aradan geçen uzun yıllara rağmen yine de izlerken bugünden bir şeyler de anlatıyor. Filmin efsane sahnesi ise seçmesi zor olsa da final sahnesi diyebiliriz. Bürokrasiyi delen, devlete karşı gelen, memurluğu sevmeyen ve sisteme karşı koyan Sam Lowry bu şekilde davranan herkesin gittiği yere gitmiş ve bu davranışları için cezalandırılmıştır. Bu şekilde belki de hayallerine kavuşmuş ve mutluluğu bulmuştur. Hem de “Aquarela do Brazil” şarkısıyla, neşeyle ve umutla... 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 55


R A F TA K İ L E R

Kitaplar: SIDIKA ÖPÜCÜK BALIĞI FABRIGA – “...Bir seviyi anlamak, Bir yaşam harcamaktır. Harcayacaksın...” der Özdemir Asaf, o her zamanki inceliğiyle. Ve bu incecik şiir de, gelir duru Öpücük Balığı’nın başında. Meşhur Sıdıka (hani bir vakitler Show TV’de, şimdilerde Digiturk’ün dizi kanalında arz-ı endam eden Hasibe Erenli, Füsun Demirelli, Kenarlı, Baturalpli Saka ailesinin olduğu eğlenceli Sıdıka) ile başlayan kitap, Atilla Atalay klasiklerini bozmuyor ve önce komik, okunan yere ve zamana aldırmaksızın güldüren Sıdıka meselleri, sonra da buruk, hüzünlü, yine zaman ve mekândan bağımsız ağlatan naif öyküleri ile devam ediyor. Atilla Atalay’ın yayın sırasında üçüncülüğe yerleşen bu kitabı, pek çok gönülde istisna tanımadan birinciliğe oynuyor bence. Hani Sıdıka’ları zaten Hasibe Eren sayesinde bilirsiniz diyeceğim ama bir Öpücük Balığı, bir Seslerim, bir Geliş Gidiş hele hele bir Fabrıga... Bunlar okunmadıysa, ilk gençlik aşklarının tarifi eksik kalmıştır derim. Fabrıga, Atilla Atalay’ın dedesinin öyküsünü anlatır, biraz da kendi çocuk gözünden o zamanki hayatı. Karbük Demir Çelik Fabrikası’nın kuruluşunu, fabrika ile orada hayatları değişen insanları anlatır. Ama öyle bir anlatır ki... Okurken gözünüzden süzülen yaş ne ara çenenize değmiştir hiç anlamazsınız ve “ömrümm”ün ne büyük bir sevda sözü olduğunu, o vakit aklınıza kazırsınız. Ve pek kıymetlim, ilk göz ağrım Öpücük Balığı… Bir aşk hikayesi böyle sıradan kelimelerle böyle basit bir öykü ile böyle mükemmel nasıl anlatılır diye merak eden varsa, tekrar tekrar okumanın faydası yok, onu söyleyeyim. Ben kerelerce okusam da, “tıpkı benim düşündüğüm-hissettiğim gibi” hissiyatından ötesine varamadım. Bu kadar incecik, bu kadar kırılgan, bu kadar kırıcı, bu kadar nasırlaşmış, bu kadar narin olabilmenin yanyanalığını başka çok az yerde gördüm. İyi ki de az gördüm. “’Bak şimdi bu çerez tabağını dökücez; leblebiler saatmiş, üzümler dakika, fındıklar günmüş ama...’ ...tek şamfıstığını çıkarıp ‘peki bu yılmış, yıl olsun’ derdi. ‘yüzyılmış tamam mı, ölüm gelinceye kadarmış’”. Fındıklar gün olmaz, tamam; şamfıstığı yıl olsun, yüz yıl olsun, ölene kadar olsun. Tek, hayallerimiz camdan küreler gibi olmasın yılbaşı ağaçlarına astığımız... “Masallar biter mi, biter işte”. Masallar biter, kalbimizde ince bir sızı. Arada umutsuzluğa mı kapıldık? Biten masallarla acıtmak için canımızı daha da fazla, hemen bir doz “Öpücük Balığı” alırız. Okudukça kendini sevdiren, sevdikçe okutan, başa döndüren bağımlılık yapan yazarlardan Atilla Atalay. Ve hala başlamayanlar varsa okumaya, Sıdıka Öpücük Balığı Fabrıga, başlamak için iyi bir nirengi. -Melis 56 | Boo! Sayı: 1

MEZARLIK KİTABI - Mezarlıkta yaşayan Nobody Owens, yaşıtlarına nazaran biraz farklı arkadaşlara sahip. Hayaletler ve Ölüler onun dostları. Koruyucusu Araf’ta kalmış bir adam. Belli bir zamana kadar mezarlığın dünyası onu eğlendirir, büyütür, korur ve kollar. Ama öte yanda, mezarlığın o büyük demir kapısının dışında koskocaman parlak bir hayat vardır ve bir süre sonra Bod, bu hayatı merak eder. Ama öte dünyada da hayat kolay değildir. Üstelik Bod’un peşinde ailesini öldüren ve onun hayatına da göz diken bir adam vardır. Mezarlığın dışındaki hayata karşı onu koruyacak olanlarsa mezarlıktaki dostları ve koruyucusudur. Yer yer resimlerle hayal dünyanızdaki ışıkları yakarak mezarlıkta yürürken size biraz ışık tutan kitap, Bod’un ailesinin ölüm sahnelerinde de Coraline’i hatırlatıyor biraz. Gaiman’ın diğer pek çok kitabı gibi hızla bir görsel şölene dönüşen anlatım burada da yalnız bırakmıyor bizi. Neil Gaiman’ın hem korkutucu, hem karanlık ve ıslak bir gece gibi gerilimli hem de çocuk oyunları gibi eğlenceli romanı “Mezarlık Kitabı”, okuyanlara Terry Pratchett’in “Johnny ve Ölüler” kitabını çağrıştırabilir. Bana öyle yapmıştı. Ama hangisi hangisinden ilham almış diye hiç sorgulamadım. Malum maille haberleşerek bir kitap kotaran bu iki dahi adamdan hangisi hangisinden etkilense de mühim değil, kabulümüzdür. -Melis

SİNEKLERİN TANRISI - İlk olarak Stephen King’in bir romanında, Maça Kızı’nda karşılaştım bu romanla. Yaşlı adam küçük bir çocuğa bahsediyordu Sineklerin Tanrısı’ndan. “Çocuklar hep masumdur, sonradan fikirleri davranışları değişir” diye düşünür ya da düşünmek ister insanlar. Peki; bir grup çocuk, yanlarında yahut başlarında bir büyük yokken bir adada kalırsa ne olur? Yiyeceğe, kalacak bir yere ve elbette düzeni sağlayacak bir lidere ihtiyaç duyarlar. Başta idare edebilseler de sonrasında iyi ve kötünün, aynı zamanda birçok kavramın çatışması, bir de zamanla her insanın sahip olduğu korkunun çocukların sonsuz hayal gücüyle birleşmesiyle masum çocukların şaşırtıcı değişimine tanık oluruz. Bu değişimi önce anlayış, sonra şaşkınlık, en sonunda da dehşetle izlemek, insanın hem gerçek toplumu hem kendi benliğini sorgulamadan geçememesine sebep oluyor. İnsan önce o çocuklara, sonra o çocukların karıştığı topluma üzülüyor. “Çocukları toplumdan koruyan büyükler, çocukları birbirinden koruyabilecek mi?” diye sormadan edemiyorsunuz, hatta kendilerini çocuklarından... Sineklerin Tanrısı ile Lost gibi dizilere, öykülere, Stephen King gibi dehalara ilham perisi olan William Golding’in diğer kitaplarına göz atmak da fena olmaz tabii. Ama Mina Urgan çevirisini diğerlerinde bulamayacağınızı belirtmek gerek. Öyle ki kitapta Urgan’a ait bir sonsöz bile bulunuyor. -Gözde


R A F TA K İ L E R

Konuk Kitaplığı: Yekta Kopan Yeni kitabı “Kediler Güzel Uyanır” geçen ay içerisinde yayınlanmışken, Yekta Kopan’a kitaplığı ve okuma alışkanlıklarını sorduk. Fotoğraf: Çağkan Sayın Şu anda kitaplığınızda yaklaşık kaç kitap var? Gerçekten hiç saymadım ya da tahminde bulunmadım. Çalışma odasında, salonda, başucunda, işyerindeki ofiste… Çok sayıda kitap var. Ama kaç tanedir bilemem. Bir de sahip olunan kitapların sayısı değildir önemli olan diye düşünürüm. Kaç kitap okunmuştur, kaçı içselleştirilmiştir, kaçı üstüne derinlemesine düşünülmüştür, kaçı okurunda bir değişime yol açmıştır? Örneğin çocukluğumda Gezici Kütüphane’den ödünç kitap alıp okurdum, gençlik yılları kütüphanelerde geçti ve o kitapların hiçbiri yok bende. Önemli olan zihnimdeki kütüphanede kaç kitap olduğu bence. Kitaplığınızda en çok hangi tarz kitaplar yer alıyor? Kurmaca eserler çoğunlukta. Referans kitaplar, özel ilgi alanlarıma yönelik kitaplar da var ama öykü kitapları, romanlar çoğunlukta. Bir de şiir kitapları var tabii. Koleksiyonunuza en son kattığınız kitap hangisi? Barış Bıçakçı’nın “Sinek Isırıklarının Müellifi” adlı son romanı. Çıkışını uzun bir süredir heyecanla bekliyordum. Misafirliğe gelen akrabanın küçük çocuğu bazı kitaplarınızı yırtsa en çok hangisi için sinirlenirdiniz? Yırtılmasından etkileneceğim bir kitabı ortada bıraktığım için kendime kızardım herhalde ama böyle bir şey hiç olmadı. Bizim eve misafirliğe gelen çocuklar kitap seven çocuklardır. Ayrıca eşim, çocuk kitap-

ları yayıncısı olduğu için, evde gelen çocukları mutlu edecek sayıda çocuk kitabı da var. Hiç kitaplığınızın da dahil olduğu bir taşınma yaşadınız mı? Hem de kaç kere. Hatta bir iki koli kitabın kaybolduğu bir taşınmam bile oldu. Hiç sormayın bunu. Bir kitapseverin kabusudur o taşınmalar. Kirası olmayan bir sahaf dükkanınız olsa, başka bir şey ister misiniz? Nefis bir hayal. Yoksa böyle bir öneriniz mi var? Bir önceki kitabınız “Bir De Baktım Yoksun”un öncesi oldukça sıkıntılı bir dönemdi sizin için. Peki geçtiğimiz günlerde yayınlanan yeni kitabınız “Kediler Güzel Uyanır” nasıl bir dönem eşliğinde oluştu? Her kitabın yazılış, bir bütün haline getiriliş süreci bir öncekinden farklıdır. Kendine hastır ve bu anlamda biriciktir. “Kediler Güzel Uyanır” da benim iyice an’a odaklanma isteğimin belirginleştiği bir dönemin metinleriyle oluştu. Kitaptaki öykülerin kimileri yıllar öncesinden gelse de, bu bütüne ulaşma sürecinde tekrar gözden geçirildiler ve yeni metinlerle bir dil ve duygu birliği kurdular. Bu kitabın tamamlanması sürecinde en çok azaltmak, sadeleşmek, hatta giderek sessizleşmek istedim. Öyküler sayfalardaki varlıklarından çok okurların zihninde konuşsun ve tamamlansın istedim. Belki ben de giderek azaldım böylece. Yazarken hikaye tarzını,

roman tarzına göre, kendinizi ifade etmek için daha uygun görüyorsunuz sanırım. Bu yönelişte iki tarz arasındaki ne gibi farklılıklar rol oynuyor? Aslında türler arası bir ayrım yok kafamda. Ama çoğunlukla hikayeye daha yakın görüyorum kendimi. “Kediler Güzel Uyanır” tümüyle an’ın fotoğrafını çekmek, hatta flaşın patlama anında olanları görmek amacındaydı. Ama bu demek değil ki, bir başla zamanda, anlatmak isteyeceklerimi bir romanla anlatmayacağım. Türlere sıkışmayı, yazdıklarımı türler üstünden sınırlandırmayı sevmiyorum. Zaten, yazı ya da konu nasıl bir dil ve dünya istediğini kendiliğinden fısıldıyor kulağıma. Yazdığınız kitaplarınız var, seslendirme ve sunuculuk yapıyorsunuz, dergilerde yazdığınız da oluyordu, amatör müzisyenlik ve fotoğrafçılık… Bu farklı kimliklerin her birinin ilk doğduğu zamanları düşünürseniz, sizi en çok he-

yecanlandıranı hangisi olmuştu? En kolay cevaplayacağım soru oldu bu: Yazmak. Hatta yazmaktan önce okumak. İyi bir okur, iyi bir yazardan zor yetişir. O yüzden önce okur olmak. Ben en çok okurken, o dünyada kendimi bulmaya çalışırken heyecanlanırım. Internet’e ve e-kitap hadisesine genel eğilimin aksine olumlu, en azından yapıcı yaklaşan yazarlardansınız. Peki sizin takip ettiğiniz ve bize de tavsiye edebileceğiniz birtakım sanal kitaplıklar var mı? Son zamanlarda ilgiyle takip ettiğim sanal kitaplık Kobo oldu. Hem bana çok uygun bir içeriği hem de okuma zevkini kabartan bir uygulaması var. İnanıyorum ki önümüzdeki günlerde bu cümleleri fazlasıyla kuracağımız daha pek çok site, uygulama olacak. Okumak istedikten sonra hangi alanda, hangi uygulama olduğu pek de önemli değil zaten. Yeter ki gerçekten okumak isteyelim. 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 57


R A F TA K İ L E R

N’aptın Müdür? “Ve Bir Gün İnsanlık Onuru Bunalım Müziği Yenecektir!” “Kara Bant” nedir peki? Bir çeşit bunalım müzik antolojisi? Gecenin içinde kaybolmuş bir melodinin tınısı? Radyoda duyduğunuz fakat adını öğrenemediğiniz en sevdiğiniz şarkınız? Sizlere bu ay 12 tane parça seçtim, 12 tane, ruhunuzun farklı yönlerine tesir edecek parça. A tarafında 6, B tarafında altı. This is Our City yeni keşiflerimden, shuffle’ın azizliğine uğramanın en güzel yolu. Morning Swim ise shuffle’ın beni ikinci kere mutlu edişi bir gece içerisinde. HEALTH tekrar üçüncü sırayı koruyor, USA Boys, hepimizin bildiği bir hikaye aslında. Bu sefer üzüntü ve keder yok, Get Some ile kapanmış duyularımız ve gece akseden bir kara büyü var. Listeye sıradan yeni bir yüz geliyor; Joy Formidable’dan While The Flies. Blue Foundation bu ay benim kişisel favorim oldu, “Stained” benim hayatımın önemli bir yerini kapladı bu ay. Burayı gene 90’lara ayırmayı uygun buldum, Ashes

on a Brittle Air. B kısmına geldiğimizde biraz daha farklı konuklarımız var. Pioneer to The Falls burada bir kere. Havana Lied, eski kafa darkwave dinleyicileri için gelmeli. Heartbeat, dünyanın en güzel bedava eğlencesi. Whirring, dinlemenizi o kadar istiyorum ki ikinci yüzde de var bu grup. Twilight Galaxy, çok daha farklı bir Metric ile tanışmamızı sağladı bu ay. Picture ise Odd Soul’dan öncelikli yerini koruyor hala. A Yüzü: 1. Taken By Cars - This is Our City 2. Turbo Goth - Morning Swim 3. HEALTH - USA Boys 4. Lykke Li - Get Some 5. Joy Formidable - While the Flies 6. Blue Foundation - Stained B Yüzü: 1. Interpol - Pioneer to The Falls 2. Miranda Sex Garden Havana Lied 3. Blackbird Blackbird Heartbeat 4. Joy Formidable - Whirring 5. Metric - Twilight Galaxy 6. Mutemath - Picture

Her ay burada dergideki şanslı kişiye kültür sorgulaması yapıyoruz. Bu ayın şanslı kişisi ise, Alper Kara. En son aldığın albüm hangisi? En son para vererek aldığım albüm Fleetwood Mac - Rumours (alakasız bir süpermarketin fırsat sepetinden). Sinemaya en son hangi film için gittin? Sinemaya en son Conan’ı izlemeye gittim ve büyük hayal kırıklığına uğradım. Berbat olmuş... En son okuduğun kitap? İhsan Oktay Anar’ın Amat romanını yeni bitirdim (yeri gelmişken usta artık yeni bir kitapla bizleri sevindirse diyor, kendisine saygılarımı iletiyorum). Şimdilerde Nick Hornby’nin Juliet Çıplak’ını ve bir de eşzamanlı olarak Ümit Bayazoğlu’nun Uzun, İnce Yolcular kitabını tekrar okuyor, Boo! okurlarına da şiddetle tavsiye ediyorum. Video oyunu oynar mısın? Video oyunlarını uzaktan severim, bir ormanı sever gibi. Bu ara hangi dergiler evine giriyor? Dergi olarak yıllarca Uykusuz, Bir+Bir ve Karga Mecmua’yı takip ediyorum. Tabii kapanana kadar çok sıkı bir Roll takipçisiydim. Albüm, kitap, film, oyun ya da dergilerden koleksiyon yaptığın oluyor mu? Albüm kitap film ve dergi koleksiyonu yaparım. Bizleri besleyen de bunlar değil mi?

58 | Boo! Sayı: 1


R A F TA K İ L E R

Oyunlar: BATMAN: ARKHAM CITY - Kötülerin ezeli düşmanı, çelikten bir irade ve değişmez prensiplere sahip ıssız gecelerin bekçisi Kara Şövalye 2009’daki başarılı oyun çıkartmasından sonra tekrar bizlerle beraber olmaya ve maceralarını bizimle paylaşmaya geri dönüyor. Bir önceki oyunda Arkham Tımarhanesi’nin Joker ve adamları tarafından altının üstüne getirilmesiyle ve Batman olarak Joker ile ona yardım eden Zehirli Sarmaşık, Bane gibi birçok kötü adamı durdurmuştuk. Joker’in ve geliştirdiği zehir olan Titan sorunlarının halledilmesinin üzerinden 6 ay geçmiştir

ve o zamanın Tımarhane müdürü şimdi ise Gotham Valisi olan Quincy Sharp’ın yüzyılın fikri olarak ileri sürdüğü Arkham City projesi ile karşı karşıyayız yeni oyunda. Arkham Tımarhanesi’nin kullanılamayacak duruma gelmesi ile valilik Gotham şehrinin tüm kuzey bölgesini karantinaya almış, etrafına duvarlar ve geniş güvenlik önlemleri kurarak şehrin tüm azılı suçlularını buraya getirmiştir. Batman olarak olaya engel olamayan Bruce Wayne ise politikaya atılarak projeyi sonlandırmaya çalışır ancak konuşması sırasında resmi olarak valiliğe çalışan özel bir güvenlik şirketi olan TYGER tarafından kaçırılır ve Arkham City’ye götürülerek eski dostumuz Penguen’e teslim edilir. Burada söylemek istediğim, Rocksteady firması gerçekten bir önceki oyunda başarıyla gerçekleştirdikleri birçok şeyi

CALL OF DUTY: MODERN WARFARE 3 - Uzun zamandır merakla beklenen oyun sonunda geldi. Entrikalarla dolu Alpha erkek dünyasını konu alan Call of Duty serisi Modern Warfare’in 3. oyunu nihayet raflarda yerini aldı ve artık kült olma yolunda giden eski dostlarımız Captain Price ve Soap Mactavish ile olan hasretimiz son buldu. Oyun doğruca ikinci oyunun bittiği yerden başlıyor. Amerika Ruslar tarafından hala işgal altında, Makarov dünya düzenini cebren ve hileyle istediği gibi yönetiyor ve dostumuz Soap en son oyunda aldığı yaradan dolayı komaya giriyor. Yeni oyunda Soap ile oynayamıyoruz ve onun yerine eski Rus komandosu olan Yuri ile maceraları-

mıza devam ediyoruz. Oyunun tanıtım videolarında yazan “3. Dünya Savaşı” ise savaşın Amerika’dan İngiltere, Almanya ve Fransa’ya sıçramasıyla başlıyor. CoD serilerinden alışık olduğumuz üzere her cephede farklı bir karakteri oynuyoruz ve Afrika ile Asya dahil 4 kıtada mücadele veriyoruz. Oyunun gerek grafikleri, gerek adrenalin dolu aksiyon sahneleri olsun gerçekten tempo düşmeden bizi içine alıyor. Ancak belki de serinin nasıl anlatıldığına alıştığımızdan dolayı, senaryoda karşımıza çıkacak birçok şeyi önceden tahmin edebilir duruma geldik. Bu da senaryoda yapılmaya çalışılan sürprizleri baltalayacak bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Yalnız unutmayın, CoD oyunla-

Kısa Haber bir adım daha öteye götürerek mükemmel bir oyun ortaya koymuşlar. Oyunun asıl senaryo kısmı %42’lerde bitiyor, bu da demek oluyor ki oyun asıl bitirildikten sonra başlıyor. Çünkü Arkham şehrinde bulunacak birçok kişi ve dinlenilecek bir sürü hikaye var. Gerek Bilmececi’nin (a.k.a. Riddler) tüm şehre bıraktığı bilmeceler olsun, gerekse yapabileceğiniz bir sürü yan görev olsun, emin olabileceğiniz tek şey Arkham şehrinde bir saniye sıkılmayacağınız. Bir başka ilginç nokta ise oyunu orijinal alanlar veya 2. el almayanlar için güzel bir sürpriz olarak oyuna değişik bir tat kazandırma amacıyla düşünülerek eklenen; kendine has dövüş komboları ve senaryosu olan Kedi Kadın ile oynama şansını elde ediyorlar. Kara Şövalye kendi görevlerini yaparken bu çevik hırsızımızın şehirde neler karıştırdığını bilmek isteyenler için birebir. -Atıl

rının asıl zevki çevrimiçi oynamakta geçiyor (ki boşuna senelerdir en iyi Multiplayer FPS ödüllerini almıyor). Oyunun tek kişilik senaryosunu bitirdikten sonra kesinlikle bir göz atın diyorum. -Atıl

Bu yıl çıkacakken Mart 2012’ye ertelenen Mass Effect 3’te çoklu oyuncu desteği olacağı netleşti. Demosu bu ay yayınlanacak. Günümüzde çıkan rol yapma oyunları arasında eski tarz oyun stili ile yeni nesil grafiklerin nasıl bir araya getirileceğine çok güzel bir örnek olan Witcher serisinin 3. oyununun 2012’de çıkabileceği duyuruldu. Firma yetkileri ne yazık ki kesin tarih vermedi. Bekliyoruz (sabırsızca). Dedikodulara göre tüm hakları Ubisoft’a ait olan Assassin’s Creed serisinin film projesini kapabilmek için Sony ve Universal başta olmak üzere birçok firma Ubisoft’a fiyat teklifinde bulunuyor. Başka bir söylentiye göre ise Sony ile Ubisoft sözleşme imzalamada son noktaya gelmiş durumdalar. PC oyuncularının üzüleceği bir haberi vermek üzereyiz: Beklenen oyun Assassin’s Creed: Revelations’ın PC için çıkış tarihi 15 Kasım’dan 2 Aralık’a ertelendi. Oyun Xbox 360 ve PS3 için açıklanan normal zamanında çıkacak. GTA 5 duyuruldu. Oyun için yayınlanan ilk tanıtım videosundan anlaşılabileceği üzere San Andreas’a geri dönüyoruz. CJ dahil ve seride yer almış diğer birçok GTA karakterinin de oyunda yer alacağı kulislerde konuşulanlar arasında. Oyunun ana karakterinin ise Vice City’den hatırlayacağınız Tommy Vercetti’nin 30 yıl yaşlanmış hali olduğu iddia edilmekte. 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 59


R A F TA K İ L E R

Albümler: THIEVERY CORPORATION CULTURE OF FEAR 18th Street Lounge Music 1995’te, Washingtonlı Eric Hilton ve Rob Garza’nın kurduğu Thievery Corporation’ın tarzı genelde Massive Attack, Tricky ya da Portishead’e benzer. Bir yandan da onlar kimseye benzemez. Downtempo groove’u reggea ve dub ile güzelce birleştirerek ortaya kendi tarzını koyan grup 6. albümünü geçtiğimiz aylarda çıkardı. Ben kendileriyle, üniversite yıllarımda The Richest Man in Babylon (2002) albümleri sayesinde tanıştım. Sonra biraz daha araştırıp Radio Retaliation (2008) ile karşılaştım ve müzik listemde 6-7 ay kadar en çok çalınan albümler arasında üst sıralarda yer aldılar. Arada Cosmic Game (2005) ve Versions (2006) albümleri de çıkmış olsa da nedense şu an onlarla pek ilgilenmediğimi fark ediyorum. Neyse, siz de benim gibi downtempo aşığıysanız, evde öyle TV falan bulundurmayan, sadece müzikle vakit geçirenlerdenseniz, çıkıp bir tepeye öylece denizi izlemek istiyor ve ne dinlesem diye düşünüyorsanız, Culture of Fear sizi tatmin edecektir. Biraz hareketli ritimler melankoliden uzak kalmanızı sağlarken, güçlü vuruşlar müziği iyice hissetmenizi sağlıyor. Tüm bunları yaparken yormayan bir ses ortaya koyması ayrı şahane... Grubun hayranlarının pişman olmayacağı bir albüm bu. Yeni başlayanlar içinse güzel bir seçim... Şarkıların genel olarak birbirine benzerliğini ilk hissettiğimde, benim hüsnü kuruntum olduğunu sandım ama okuduğum yorumlardan, herkesin böyle düşündüğünü anlamam geç olmadı. Önceki albümlere bakınca, her şarkının farklı bir duygu cümbüşü yarattığını düşünürsek, bu durum Culture of Fear için biraz sıradanlık yaratmış gibi. Ama diğer yandan, vokallerin etkisi yadsınamaz şekilde bu durumu kırmak için orada durur gibiler. Bahsetmek istediğim 2 şarkı, içerisinde jazz-fusion bileşimleri, minimal davullar ve groove bulunan albümün enstrümantal parçaları Light Flares ve Tower Seven sizleri gezegenler arasında tura çıkmış hissiyle sarmalıyor. Albümün sizin seçkinizde ne kadar değere sahip olacağını bilemem ama Thievery Corporation ortaya koyduğu tarzla, birçok türün aynı potada erimesini sağlamış ve downtempo türünün açılımlarında bir fark yaratmıştır. Bunu dikkate alarak dinlemenizi rica ediyor, keyifli dakikalar diliyorum... -Merve 60 | Boo! Sayı: 1

LADYTRON GRAVITY THE SEDUCER Nettwerk Liverpoollu elektropop grubu Ladytron, yeni albümüyle huzurlarınızda. 99’dan beri müzik yapan grubun geçmişine baktığımızda 2002’de çıkan Light&Magic albümünün en göz alıcısı olduğu basitçe anlaşılıyor. O albümdeki Seventeen şarkısı, ne idüğü belirsiz birçok DJ tarafından mixlendi. Ama biz en çok orijinal halini sevdik. Sonra bir bağımlılık yaratıverdi Ladytron. Belki adını Roxy Music’in bir şarkısından alması sebebiyle. Yeni albümleri ise her zamanki gibi synthlerle öne çıkarılmış parçalardan oluşan, soft vokallerle çerçevelenmiş bir albüm. Daha iyisini yapabileceklerimize inandığımız gruba buradan bir selam eder, önce Seventeen, sonra Velocifero albümü ve akabinde Gravity the Seducer’ı listenize ekleyerek, bir gecenizi onlara ayırmanızı tavsiye ederim... -Merve

THE RAPTURE IN THE GRACE OF YOUR LOVE DFA / Modular Amerikalı bir grup olan The Rapture, 1998’den beri indie rock temelli müzik yapıyor. Daft Punk’la 2007’de turneye çıkmış grubun bugüne kadar 3 albümü piyasaya sürüldü. No Sex For Ben adındaki parçaları 2008’de GTA IV için kullanılırken, son zamanların güzel dizilerinden Misfits’in girişinde Echoes şarkısı yer aldı. In the Grace of Your Love, indie rock müziğin hala devam ettiğine bir kanıt gibi karşımıza çıkıyor. Yeraltı bir grup olduğunu kabul ettiğimiz The Rapture’ın Echoes (2003) ve Pieces of the People We Love (2005) albümlerinden sonra bu kadar uzun ara vermiş olması, bazı hayranlarında şüphe uyandırmıştı. Bu sene çıkan How Deep is Your Love şarkısı grubun hayatta olduğunu müjdeledi ve arkasından hemen albüm geldi. Artık bize, arkamıza yaslanarak onları dinlemek kalıyor. -Merve

ALICE COOPER WELCOME 2 MY NIGHTM... Bigger Picture Geçen yaz boğazımızı paralarcasına, gündemimize cuk oturan School’s Out ve Elected şarkılarına eşlik ettiğimiz Alice Cooper’ı konser alanından uğurladıktan sonra albümünü beklemeye koyulmuştuk. 2000’lerdeki işlerine ısınamayıp, 70’lerdeki albümlerini seven bense öyle pek heyecanla beklemiyordum, “köklere dönüş” haberlerine rağmen. Doğrusu pek inanmıyordum. Dinlediğimde inandım. Besteler hakikaten son dönemdeki endüstriyel eğilimden baya uzak, 75’teki Welcome to My Nightmare havasına sahip. Zaten esas maksat o albümün devamını hazırlamak. Kapağından bestelerine, prodüksiyonundan konseptine kadar devam albümü niteliğinde. Sonuç gayet fevkalade ama Kesha’nın vokal desteği ve ilk şarkıdaki rezalet vokal efektleri bana hiç olmamış. Nasıl yapsak? -Alper D.


R A F TA K İ L E R

COLDPLAY MYLO XYLOTO Parlophone Albümün çıktığı ilk hafta 500 bine yakın satış rakamlarına ulaşması her gruba nasip olmuyor. Ancak isminiz Coldplay ise bu rakam çok da şaşırtıcı değil. Chris Martin ve Brit çetesi 5. stüdyo albümleri Mylo Xyloto ile hayranlarını selamladı. Hayranlar da Mylo Xyloto’nun anlamını merak edip ta Google’da tam 100 milyon kez arama yaptılar. Ancak derin anlamlar barındırıyormuş hissi veren bu iki kelimenin herhangi bir anlamı yok. Albüm Chris Martin’e göre mutlu sonla biten bir aşk hikâyesi üzerine kurulu. Çıkış şarkıları Every Teardrop Is a Waterfall ve ikinci single Paradise’dan anladığımız kadarıyla Coldplay deneysel olmak konusunda artık çok daha cesur. Rihanna’nın vokaliyle şenlenen Princess of China ve Charlie Brown ise dikkat çeken diğer şarkılardan. -Aslı

FEIST METALS Polydor Fiona Apple ve Charlotte Gainsbourg’u karıştırın, üzerine bir tutam da Kings of Convenience serpiştirin. Ortaya çıkan minik kadına kısaca Feist diyebilirsiniz. Kings of Convenience’ın Know How şarkısındaki ruhani ses, Susam Sokağı’nda 1234 şarkısıyla çocuklara sayı saymayı öğreten sevimli şahsiyet, James Blake’in Limit To Your Love şarkısının asıl sahibi bu güzel insan 4. albümü ile yeniden karşımızda. Spin dergisinin kulağınıza doğrudan fısıldanıyormuş hissi verdiğini söylemesi boşuna değil, Metals albümü şu ara dinlediğim en huzurlu albümlerden. Çıkış şarkısı How Come You Never Go There? gibi diğer şarkılarda da Feist’in folk-jazz-piano ile karışan sihirli sesi insanı sakinliğe boğuyor. Müzikçalarınıza albümü atıp hemen dinlemenizi tavsiye ederim, zira kış güneşinde metal gibi parıldıyor. -Aslı

SUPERHEAVY SUPERHEAVY A&M Records Mick Jagger, Dave Stewart, Joss Stone, Damian Marley ve A.R. Rahman’dan mülhem artık hangi aklın eseri bilemediğimiz bir bileşim Superheavy. Hatırlarsanız bir ara VH1’da Superband diye bir program vardı. “Beş benzemez” tabir ettiğimiz insanları, şekil şartlarının (her türlü lüks) sağlandığı bir ortama tıkılması neticesinde ortaya takdire şayan bir eser çıkması beklenirdi. Ne yazık ki bol bol kavga gürültüden, sansasyondan başka bir şey çıkmazdı. Superheavy’de ise müzikten ziyade sansasyon olabilecek tek şey Joss Stone’un güzelliği olabilir. Hepsi kendi alanlarında hatırı sayılan isimler ancak herkes kendi bildiği işi yapsa dünya daha güzel bir yer olmaz mı? 12 şarkıdan akılda inanın bir şey kalmıyor. -Kara

FLORENCE & THE MACHINE CEREMONIALS Island Müziğe 2007’de başlayan Londralı grup, Florence Welch ve birlikte çalıştığı farklı sanatçılardan oluşuyor. Kısaca Florence Welch sabit üye, Machine ise sürekli değişmekte. Bir gece kulübünün tuvaletinde sarhoş halde Motown cover’ı yaparken keşfedilen Florence, White Stripes dinleyerek büyümüş kızıl saçlı bir afet. Müzikleri için soul ile indie rock harmanı denilebilir. Welch, sonuçları ve garip ahlak konulu hikayeleri olan metaforik şarkılar yazdığını söylüyor. 2009’da çıkan ve 2 yıl üst üste çok satanlar listesinden inmeyen albümleri Lungs ile Brit Ödülleri’nde ‘Critics Choice Award’ ödülüne layık görüldüler. Merakla beklenen bu 2. albüm ise 31 Ekim’de raflardaki yerini aldı. What Water Gave Me şarkısının Virginia Woolf’un ölümüne gönderme olabileceğini de not edelim. -Aslı

DERLEME ORGANİZE OLUYORUZ Pasaj Müzik Hiphoplife.com.tr’nin önderliğinde geleneksel olarak her yıl, kaliteli çalışmalarıyla kitleleri etkileme potansiyeline sahip olan isimlerin yer alacağı Organize Oluyoruz Volume 1 Temmuz ayında satışa sunuldu. Albümle rap müziğin daha geniş kitlelere yayılması ve yıllardır bu işi yeraltında yapanların gün yüzüne çıkması hedefleniyor. Pasaj Müzik etiketiyle yayınlanan albümde Ceza, Sansar Salvo, CashFlow, Pit10, Patron, Emre Baransel, Casus, Evren Besta, Sırtlan, Sahtiyan, Da Poet, Alaturka Mavzer, Rapozof, Saian, Karaçalı, Mozole Mirach, Susturucu, Yunus Emre, Frekans, Farazi & Kayra, Nomad ve Dramelodi Project gibi isimlerin yanı sıra Akşit Uğurlu, Can Volkan, DJ Suppa O, Ferhat Tokmak, GZP, İnziva, Kerem Akdağ, Kupa-A, Misda Oz, Roka, Volkan Malkoçoğlu ve Yusuf Taş da beatleriyle katkıda bulundu. -Aslı

STING THE BEST OF 25 YEARS A&M Records Bi’kaç sene öncesine kadar korsan tezgahlarının en gözde CD’leri Loreena McKennit ve Sting’in “Greatest Hits” “Best Of…” ve “Esenşıl…” olanlarıydı. Kim bilir bazıları hakikaten var olan “seçme” albümlerdi. Sting’i sevdik, saygı duyduk. Yeri geldi coştuk, yeri geldi giden manitanın ardından onun sözleriyle hüzünlendik. Şöyle yakışıklıdır, böyle yoga yapar, falan filan… 24 Ekim tarihli yeni albümü ise az evvel okuduğunuz gibi yine/yeni bir Best Of. Malumunuz bu Best Of olayı Anadolu tabiriyle “soğuk fırından sıcak ekmek”tir. 25 yıldır evir çevir aynı şarkılar: If You Love Somebody Set Them Free, Fields Of Gold, Englishman In New York, Mad About You. Bir de duble CD… -Kara 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 61


Mert Serim mert.k.serim@gmail.com

albüm inceleme

Ekip İçin Kırılma Anı: A Saucerful of Secrets P ink Floyd, 1967 ile 1994 yıllarını kapsayan bir zaman diliminde müzikal yaşamına devam etti ancak günümüzde bile ekip bir araya geldiğinde pek çok insanı heyecanlandıran bir ekol durumunda. İkinci albümleri “A Saucerful of Secrets” ise grubun yapabileceklerini ve yapamayacaklarını gördüğü bir deneme tahtasıydı. Bu konudaki en iyi yorumu grubun basmalı çalgılarının hükümdarı Rick Wright veriyor; “Saucerful of Secrets şarkısını ilk hazırladığımızda Norman Smith’in ‘Bu şeklide olmaz, çok uzun. 3 dakikalık şarkılar yazmanız gerekiyor’ dediğini hatırlıyorum. O dönemler bayağı ukalaydık ve kendisine ‘Albümü yapmak istemiyorsan gidebilirsin’ dedik. Güzel bir davranış olduğunu düşünüyorum”. Çünkü albümler o dönemde 13 - 14 parçaya sahip 40 dakika civarındaydı.

62 | Boo! Sayı: 1

Albüme ismini veren parçanın 11 dakika 52 saniye olması ile karşılaşan her yapımcı aynı tepkiyi verirdi. Keza albüm yayınlandıktan sonra şarkıyı dört ayrı parça haline getirilerek yayınlanmış bir minialbüm bulunmaktadır. Grup için de, dinleyici için de farklı bir albüm olduğunun belirtilerinden birisi ise ABD listelerine girmeyen tek Pink Floyd albümü olması. Birleşik Krallık listelerinde ise 1968 yılında kendine 9. sırada yer bulabildi. The Piper at the Gates of Dawn sonrası kimlik arayışı Grup 4 Ağustos 1967’de ilk albümünü yayınladıktan bir ay sonra beş günlük İskandinavya turnesine çıktı. Danimarka’da başlayıp Danimarka’da son bulan tur, çıkış albümlerine ek olarak “Reaction In

Pink Floyd’a üç farklı dönem yaşatan Syd Barrett’ın, Roger Waters’ın, David Gilmour’un birlikte bulunduğu tek albüm olan A Saucerful of Secrets döneminde grubun en genci 22, en yaşlısı 25 yaşındaydı. Yani tam olarak “Üniversite bitiyor. İş, askerlik ne olacak?” soruları ile boğuştuğumuz yaşlara denk geliyor. Oysa 5 hayalperest genç, kendilerinden beklenmeyecek işler yarattı.

G” isimli yeni bir kompozisyon da içeriyordu. 9 Ekim 1967’de Londra’daki De Lane Lea stüdyolarında A Saucerful of Secrets albümü için kayıtlar başladı. Daha sonra mekan değiştirmek zorunda kalan grup Abbey Road stüdyosuna geçti. Ve her iki stüdyoda kayıtlar devam etti. Ancak albümün olgunlaşması ve son halini alması Abbey Road stüdyosundaydı. Takvim yaprakları Ocak 1968’i gösterdiğinde ilk albümün beyin önderliğini yapan Syd Barrett’ın sağlık sorunları kötüye gitmeye başladı. Farklı söylentiler bulunmasına rağmen bu sorunları tetikleyen

unsurun ağır uyuşturucu kullanımı olması en ağır basanı. Barrett, sorunlarının kötüye gitmesiyle birlikte grupta yerine geçebilecek birini bulma konusunda kendisini sorumlu hissetmeye başlamıştı. Böylece dört isim önerdi grup üyelerine. Roger Waters, “İki çılgınla karşılaşmış. Biri banjo diğeri saksafon çalıyordu... Ve iki kadın sanatçı” diyor bu dört öneri hakkında. Grup, Aralık 1967’de Syd’in eski arkadaşı David Gilmour’a gruba katılması için teklifte bulundu. Barrett ise bu durumu istemeyerek de olsa kabul etti. Grup yeni haliyle ilk canlı performansını 12 Ocak 1968’de Birmingham’daki Aston Üni-


Albümün Aldığı Eleştiriler Record Mirror dergisinin incelemesinde albümden “Partilerde çalınan arka plan müziklerini unutun” diye bahsediyor. “Dini bir tecrübe gibi” sözleriyle John Peel da albümü beğendiğini açıkça ortaya koyuyor. NME dergisi ise albüme ismini

veren parça hakkında “Uzun ve sıkıcı. Nispeten de monoton yönde devam ediyor” diyor. Allmusic.com adresi ise çarpıcı bir noktaya dokunuyor: “Grup ayrıntılı bir şekilde planladığı karanlık ve kendini tekrar eden ritimlerle adeta gelecek kayıtlarının karakterini oluşturuyor”. semeye sebep oluyor.

Şubat 1968’de Abbey Road Stüdyolarında devam eden kayıtlar grubun lideri olan Barrett ile başladı fakat ayın sonunda Barrett yoktu. 23 Mayıs 1968’de Hollanda turnesinden döndüğünde seyircilerde bıraktıkları yeni izler vardı. Çünkü bu turnede seyirciler Let There Be More Light ve A Saucerful Of Secrets ile tanışmıştı. Lider ruhlardan farklı imzalar Yeni haliyle kariyerine devam

eden Pink Floyd’da Barrett’ın ve Waters’ın üçer, Gilmour’un ise beş parçada aktif rolü vardır. Bu durum A Saucerful Of Secrets’ı beş üyenin imzasını taşıyan tek albüm yapıyor. Pink Floyd’un kariyerine baktığımızda ilk iki albümün ardından “space rock” türünün dışına çıkıldığı görülüyor. Özellikle ilk albümdeki tuhaf sözler ağırlıklı olarak uzay, bostan korkuluğu, bisikletler ve peri masalları ile bağlantılıydı. Bu yapıdaki üretkenliğin son ürünü ise A Saucerful Of Secrets albümü. Barrett’ın ekipten ayrılmasıyla gerekli hammaddeyi sağlama ve işleme sorumluluğu Waters’a ve Wright’a kaldı. Al-

Albümü Kıymetli Kılan İlkler A Saurcerful of Secrets, David Gilmour’un söz yazarı olarak yer aldığı ilk parçadır. Fakat ismi yanlış telaffuz edilmiş ve albümde de “Gilmore” şeklinde yazılmıştır. Bu hata 1994’te yayınlanan yenilenmiş versiyonunda düzeltilmiştir. Remember A Day, albümdeki Jugband Blues dışında gitar çaldığı tek parçadır. Corporal Clegg şarkısı, İkinci Dünya Savaşında bacağı-

nı kaybetmiş ve alkolik bir eşi olan bir asker üzerinedir. Pink Floyd’un savaş üzerine gönderme yaptığı ilk parçadır aynı zamanda. Roger Waters, A Saucerful of Secrets şarkısını “savaşın içinde bulunmak” olarak tanımlamaktadır. Something Else ve Syncopated Pandemonium bölümlerini savaş meydanı, Storm Signals bölümünü savaş sonrası ve Celestial Voices bölümünü ise ağıt olarak belirtmektedir.

bümün açılış parçası olan “Let There Be More Light” Waters tarafından yazılmış olsa da Barrett’ın kurduğu uzay tabanlı müziğin üzerine eklenmiş bir kat gibidir. Enstrümanların yarattığı boşluk hissini sözler de tamamlamıştır. “Summoning his cosmic powers / And glowing slightly from his toes / The psychic emanations fly” diyerek son bulur parça. Üstünkörü dinlendiğinde gürültü gibi gelebilecek bir ses topluluğunu rasyonel olduğu kadar uçarı, mantıklı olduğu kadar anlamsız kılıyor bu parça. Belki de bizim anlamadığımız karşılıklarda kullandıkları sözcüklerle günlük hayattan farklı bir şeyler hissettirebiliyor açılış parçası ile. “Jugband Blues” Barrett’ın söz yazarlığını ve vokalini yaptığı tek parçadır. Aynı zamanda grup için yayınladığı son parçadır. Grubun pek çok hayranı tarafından Barrett’ın kederli veda parçası olarak görülmüştür. Aralarında geçen olayları bilmemiz imkansız fakat parçada geçen “I don’t care if the sun don’t shine / And I don’t care if nothing is mine” sözleri manidar bir gülüm-

Regina Üniversitesin öğrencileri tarafından hazırlanan The Carillon dergisinin Ekim 1970 sayısında Pink Floyd ile yaptığı röpotajda “Ummagumma’dan sonra şöhret açısından sayılan bir grup oldunuz sanırım” cümlesiyle karşılaştıktan sonra ekibin verdiği cevap da kariyerlerindeki değişimleri objektif yargılar nitelikte: “İlk single’ımızla İngiltere’de bahsi geçen bir grup olduk. Ve ardından Amerika Birleşik Devletleri geldi. Fakat A Saucerful of Secrets döneminde bocaladık. Kısacası yukarı, aşağı, tekrar yukarı”. Hem grubun geleceğini, hem de liderlerini A Saucerful of Secrets’ın kayıtlarında belirlediler. Bu yorucu süreç müzik yaşamına köstek olmadı. Milyonlarca hayran kazandılar. Nesiller Pink Floyd ile büyüdü. Belki onların ilham aldığı şeye ulaşamayız. Ancak bu beş genç, keşfedeceklerimizin sonunun olmadığını bize ispatladı. 15 Kasım-15 Aralık 2011 | 63

Bitti.

versitesinde gerçekleştirdi. 26 Ocak 1968 gününde ise Southampton Üniversitesinde Barrett olmadan sahnede yer aldılar.

Medya yönünden A Saucerful Of Secrets 28 Haziran 1968’de albüm görücüye çıktığında 7 parçalık, 39 dakika 25 saniyelik dinleti keyfi sunuyordu. Albüm kapağı ise Hipgnosis isimli tasarım ekibi tarafından hayat bulmuştu. Albüm kapağının müzik dünyası için önemi ise yapımcı şirket olan EMI’ın ikinci kez dışarıdan tasarım kabul etmesidir, ki daha sonra Pink Floyd’un pek çok albüm kapağında Hipgnosis’in imzası olacaktır.


Burak Sayın buraksayin86@yahoo.com

edebi inceleme

Sislere Karışan Bir Dünyaya Direnmek 20. yüzyılın ilk yarısını ama özellikle de, asrın ortalarında olacak olaylara bir patika olması bakımından, ilk çeyreğini düşünmek genelde soluk, puslu bir atmosfer imgesi yaratır. Miguel de Unamuno, tam da böyle karmaşık ve renksiz bir dönemde Sis gibi bir şahesere imza atmış. Ve adeta, Camus’nün tabiriyle Korku Çağı’nda bireyi bekleyen hezeyanları içten içe sezerek başarmış bunu.

H

ayatta affetmediğim bazı aymazlıklarım olmuştur hep. Öyle ki bunlar yüzünden ömrümün sonuna kadar eksik kalacak olmam olası. Unamuno’nun Sis’ini de yirmi beş yaşından sonra okumuş olmak bu affedilmez günahlarım arasına çoktan girdi. Söz konusu roman hakkında bir şeyler yazmaya cesaret etme cüretini göstermek bile aslında başlı başına bir küstahlık benim için. Fakat aziz dostum (önsözde Victor Goti’nin yaptığı gibi ben de onu böyle nitelemeyi tercih ediyorum) Augusto Pérez’in soylu anısı uğruna bu küstahlığı her şeye rağmen sergilemek zorundayım. Onun puslu kaderinden bir şekilde pay alan az sayıda kırgın ruh da Augusto’nun varoluşunu şereflendirmeli. Çünkü Pérez’in varoluşunu olumlamak varoluşçuluğa kıyısından köşesinden bulaşmış her gezgin için aynı zamanda kendi varlığına da evet demek. Ve bu olumlama da ancak onun üzerine düşünmekle, yaşantısını yani yaşadıklarını, yaşamını kabul etmekle anlam

64 | Boo! Sayı: 1

kazanabilir. Çünkü bir şeyi düşünmek için onun en azından belli bir tarzda var olması gerekir. Ben Augusto Pérez’i düşünüp, onun hislerini anlamaya çalışmakla onun varlığını hiç değilse kendi açımdan apriori olarak kabul etmiş oluyorum. Augusto Pérez yaşadı, o her şeye rağmen vardı ve ben bugün 2011 yılında onun hakkında konuşmakla varoluşunu bir kez daha ortaya koymuş oluyorum. Ama bu varoluşun ne tarzda bir varoluş olduğu ve herkes için aynı şekilde tezahür edip etmediği tamamen başka bir hikâye. Fırsat olsaydı bu yazıda değinmek isteyebileceğim ama altından kalkabileceğimden emin olmadığım bir hikâye… Aslında bu yazıyı bile hakkıyla yazabileceğimden emin değilim. Eğer bir yazıyı hakkıyla yazmak diye bir şey varsa tabii. Çünkü Sis, hiç alışık olmadığım tarzda ve bir kere okumakla kesinlikle derinlemesine özümsenemeyecek bir kitap. Öyle ki romanda yer alan her bir karakterin ettikleri sözler ayrı ayrı üzerin-

de durulup, düşünülmeyi hak ediyor. Ancak tabii ki başkarakter Augusto Pérez’i odağa koymak, böyle genel bir yazı için çok daha sağlıklı olacaktır. Zira ben de yazma sürecinde okurla beraber kitabı biraz daha keşfetme yoluna çıkmış olacağım. Kim Bu Augusto Pérez? Augusto’yu tanımak için başta sorulması gereken “Nasıl bir adam bu?” sorusu. Cevabı basit: Sıkıntılı bir adam. Basitliğinin sebebi kitabı okuyan okurun yüzeysel bir gözlem sonucu bu kanıya varabilecek olması değil, varoluşu

üzerine düşünmeye cesaret eden her insanın içine düşeceği durumun kaçınılmaz olarak sıkıntılı bir ruh hali oluşturacağı gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, bu unsur ve Augusto’nun yaşamı arasında kurulacak olan bağın bize açıkça bu cevabı sunması. Zira önemli olan görünenin ardındaki öze ulaşabilmekse eğer (tıpkı Augusto’nun yapmaya çalıştığı gibi), onun sıkıntısının ardında yatan sebebin de varoluş üzerine derinlemesine düşünmek olduğunu en başta bir köşeye yazmamız gerekiyor. Çünkü ancak bunu yaparak Unamuno’nun bize sun-


duğu sisler içindeki dünyaya müdahil olabiliriz. Sis’te birbirinden farklı kavramlar farklı anlatılar içerisinde okura sunulmuş gibi adeta. Buradaki farklılığı vurgulamamın sebebi şu: Aşk, evlilik, varoluş, hatta siyaset ile bile ilgili olan, her biri kendine özgü bir üslupla ortaya konulmuş bölümler var. Öyle ki ana hikâyeyi yani Augusto’nun hikâyesini doğrusal bir çizgi gibi alırsak, bir anda bu çizginin kırılması ile kendimizi anarşizm eksenli bir tartışmanın içinde veya evliliğin doğası üzerine düşünürken bulabiliyoruz. Her şey Augusto Pérez’in bir gün sokakta yürürken Eugenia adlı piyano öğretmeni olan (ama müzikten nefret eden!) bir kız görmesi ve ona âşık olmasıyla başlıyor. Bu aşk Augusto’yu derinden etkiliyor ve adeta histerik bir sürece girmesine neden oluyor. Gerçekten de kitabı okurken de okuduktan sonra da, kendimi bir gözlemci noktasında konumlandırıp romanın iskeletini veya ilk bakışta göze çarpan çekirdeğin ne olduğunu görmeye çalıştığımda, kafamda oluşan ilk imge söz konusu aşk hikâyesi oldu. Ancak bu sadece okura görünen kısım; vurguladığım gibi eğer görünenin ardında yatana ulaşamaya çalışılmazsa, Sis hakkı verilerek okunmuyor demektir. Nitekim bu noktada da aşk kavramının kanımca son derece problemli ve muğlak doğasının her zaman akıllarda yarattığı bulanıklık gibi, romanın ana konusunu bir aşk hikâyesinin ekseninde algılamak da benzer bir bulanıklık veya karmaşa yaratabilir. Zira Augusto’nun sözlerine derinlemesine vakıf olunmaya çalışıldığında görülen şey, Unamuno’nun aşkı sanki bir araç gibi kullandığıdır. Evet, bu hastalıklı aşkın içine düşen Augusto hezeyanlara kapılır fakat onun gerçek derdi aşk denen akıldışı çılgınlığın çok ötesindedir. Aşk (ki yaşanan şeyin gerçekten bu olduğu, daha doğru-

su ideal bir aşkın gerçek olma olasılığı şüphelidir) sadece bu ruhsal nöbetlerin fitilini ateşleyen bir kıvılcım konumundadır. Zaten mevzu bahis sanrılar da bir kadınla ilgili olmanın ötesinde varoluşla ilintilidir. Ancak bütün bunları detayına girerek anlatmak onlarca sayfa sürer. Sis görece kısa (189 sayfa) bir roman olmasına karşın içeriği çok yoğun bir eser. Bu yüzden, okurken dikkatimi çeken belli yerlerdeki notlarım üzerinden giderek ilerlemeye çalışacağım. Çünkü ne yaparsam yapayım bu yazı sübjektif olmaktan kurtulamayacak,

dolayısıyla nesnel bir bakıştan olabildiğince uzaklaşmadan kişisel izlenimlerimi kaynak olarak kullanmak en mantıklısı gibi görünüyor. Aşkın Cisimleştiği Dünya mı Dünyayı Cisimleştiren Aşk mı? Bu ikilem Augusto’yu sancılı düşüncelere sevk eden tehlikeli bir nokta. Bir kadını seviyor, deli gibi sürekli onu düşünerek seviyor, ya da kendini buna inandırmak istiyor. Çünkü saf aşk (!) söz konusu olduğunda (olabilirse) sevilen kişiyi yüceltir insan gözünde ve o insanın imgeleri kaplar ruhu,

zihni. Oysa Augusto şöyle diyor: “Amo, ergo sum! … Aşk sayesinde ruhumun bir cismi olduğu bilincini duyumsuyorum ve ona dokunuyorum”. Herhalde bundan daha açık bir itiraf olamaz. Seviyorum, o halde varım! Descartes’ın denklemindeki tek bir kelimenin değiştirilmesiyle, meşhur aşk kavramı, varoluşu kanıtlamak için kullanılan bir yardımcı ögeye dönüşüyor (veya indirgeniyor). Augusto için çok açık olan bir şey var: Yalnızca beden, var olduğumuzu kanıtlamaya yeter bir koşul değil. Yukarıda değindiğim gibi temel problem özde yatı15 Kasım-15 Aralık 2011 | 65


yor. Ancak görüldüğü kadarıyla burada Sartre’daki varoluş-öz ilişkisinden de farklı bir bakış açısıyla karşı karşıyayız. Çünkü Augusto özü yani ruhu bir kenara koyduğunda, beden ona pek az şey ifade ediyor. Tam burada bir karaktere daha parantez açmam lazım ki bana göre Augusto’dan sonra belki de Unamuno’nun kendisiyle birlikte (bunu gerçekten kastediyorum, zira yazar bir bölümde Augusto’yla romanın içinde diyaloga giriyor) en önemli ikinci kişi diyebileceğim Augusto’nun köpeği Orfeo. Orfeo evcil bir hayvan olmanın ötesinde Augusto için bir sırdaş, dertlerini dinleyen ve hatta dinlemekle kalmayıp belli ölçüde anlamaya çalışan sadık bir dost. Nasıl ki Augusto aşk yoluyla ruhsal varoluşunu temellendirme çabası içindeyse, Orfeo için de sahibi onun varoluşunun dayanağı. Özellikle kitabın yedinci bölümü sadece Augusto’nun Orfeo’yla konuşmalarından oluşuyor ve bence en çarpıcı kısımlarından biri. Ruh-beden problemine geri dönersek, Augusto yine Orfeo’ya şöyle diyor: “Bedenimi elliyorum Orfeo, bedenime dokunuyorum, görüyorum, ama ruhum? Ruhum nerede? Ruhum var mı benim? Ruhumu yalnızca burada Rosario’yu, zavallı Rosario’cuğu, dizlerimin üzerine alıp kucakladığım zaman birazcık duyumsadım; o ağladığı ve ben ağladığım zaman”. Rosario, Augusto’ya platonik diyebileceğimiz bir aşk duyan hizmetçilerden biri ve bir dizi olaydan sonra Augusto’yla ara66 | Boo! Sayı: 1

larında bir yakınlaşma oluyor. Ancak az önce Eugenia’ya duyduğu aşkla var olduğunu iddia eden Augusto’nun bu metafizik şüpheleri hala geçmiş değil belli ki. Aslında aşk denen illüzyon (ki söz konusu durumda son derece uygun oluyor bu tabir) bir bahaneden başka bir şey değil. Acı, kimilerince varoluşu ortaya çıkaran bir turnusol kâğıdıdır. Augusto da yaşadığı bu inişli çıkışlı ilişkilerin kendisinde yarattığı travmalar ve bunlardan ötürü vücudunun gösterdiği reaksiyonlar (ağlamak gibi) sayesinde ruhunun varlığını kendine kanıtlamak istemektedir aslında. Çünkü insanın kendi varlığından şüphe etmesi asla önü alınamayan bir süreçtir. Demek istediğim şayet bu şüphe başladıysa, daha sonra huzurlu bir hayat yaşayabilmek pek mümkün olamaz.

Augusto da bu kararından sonra Miguel de Unamuno’ya gider ve son derece çarpıcı bir sahneye şahit oluruz. Yazar karakteriyle konuşurken, okur kimin gerçek olduğu ya da ortada bir gerçeklik olup olmadığı konusunda allak bullak olur. Kendisini yaratan (!) Unamuno’nun Augusto’ya gerçekte var olmadığından ötürü intihar edemeyeceğini söylemesi üzerine, Augusto için durum bambaşka bir çehreye bürünür. Yaratıcısıyla hararetli bir tartışma içine giren Augusto, onu öldürmeyi düşündüğünü söyleyince Unamuno çılgına döner ve intihar etmesine izin vermeyeceğini ama onun ölmesini sağlayacağını söyler. Bu andan itibaren, henüz beş dakika önce intihar etmeyi düşünen Augusto, birden yaşama isteğiyle dolar ve yaşamak istediğini adeta haykırır.

aslında Sis’i incelemek için apayrı ve derin analizler içeren bağımsız bir metin yazmalı. Ben sadece üç sayfaya en uygun biçimde sığdırabileceğim ölçüde içerikten yararlanmaya çalıştım. Oysa Eugenia’nın ailesi, Augusto’nun Orfeo’yla yaptığı tüm konuşmalar, Unamuno’nun dâhil olduğu bölüm ve tabii ki Orfeo’nun en sonda yaptığı ve okuru derinden vuran konuşma… Bütün bunlara ayrı ayrı yer vermek isterdim, bu yüzden biraz suçluluk hissetmiyor değilim. Lakin elden gelen bir şey yok. Böyle bir kitabın 1914’te yazılmış olması da değinmeden geçemeyeceğim noktalardan biri. Henüz varoluşçuluk sonraki yıllarda olacağı gibi çok fazla duyulmamışken, savaşların ve kaosun kasıp kavurduğu bir dünyada bu eseri ortaya koymak muhteşem bir başarı.

Kaçınılmaz Kaçış: İntihar Söz konusu varoluşçuluk olduğunda bir şekilde intihar kavramının ortaya çıkması neredeyse kaçınılmazdır. Sis’te de Augusto yaşadıklarından sonra intihar etmeye karar verir. Burada maalesef uzun uzadıya Camus’ye değinecek yerimiz yok. Fakat en azından şunu söyleyebiliriz: İntihar, varlık problemleri üzerine düşünen bir kişi için bir çözüm değil, ancak bir kaçış olabilir. Çünkü intihar, görünüşte iradenin özgürlüğüne işaret eder izlenimini bıraksa da, aslında hem varoluşunu kanıtlamaya çalışıp hem de onu ortadan kaldırma teşebbüsünde bulunmak anlamına gelmesi bakımından, temelde kendi içinde çelişkili ve “saçmadır”.

Bu sahne Tanrı ve yarattığı arasındaki çekişmeyi sembolize eden, aynı zamanda fikrimce kader problemine de atıfta bulunan olağanüstü bir metafordur. Dikkat edilmesi gereken nokta, bireye, intihara duyduğu arzunun “kendi eylemi” olduğu sürece anlam ifade ettiğidir. Ne zaman ki bir üstün güç tarafından veya dışarıdan bir zorlamayla eylemeye mecbur bırakılırsa bu arzunun ortadan kalktığını görürüz. Çünkü mühim olan iradi eylemdir. Bilincinde olarak özgürce alınan karar varoluş açısından bir şeyler ifade eder. Oysa Augusto’nun Unamuno karşısında içine düştüğü durum, aslında onun en büyük korkusunun tezahürüdür.

Bugüne baktığımızda Augusto Pérez gibi insanlar hala var mı diye düşünüyorum. Şüphesiz varlar. Ama çok az kaldılar sanırım. Bunun nedeni koyunların çoğalmasından dolayı çobanların mı kaybolup gitmesi, yoksa çobanların da artık koyunlardan farksız olması mı bilemiyorum. Aslında daha da kötü bir olasılık var ki belki de gerçek olan bu: Varoluş önemini yitiriyor insanlar için. Yani hayat soluklaştı ve sisler arasına gömüldü. Kimsenin umurunda mı ki ruhun nerede olduğu veya özün ne olduğu? Sefaletin sisleri bu etrafımızı sarıp bizi içinden çıkılmaz bir karanlığa gömen. Augusto’dan bir alıntıyla bitirmek en uygunu olacak: “Bugün dün gibi, yarın bugün gibi” görünüyor bana.

Başlangıçta belirttiğim gibi,

Bitti.

“Çünkü intihar, görünüşte iradenin özgürlüğüne işaret eder izlenimini bıraksa da, aslında hem varoluşunu kanıtlamaya çalışıp hem de onu ortadan kaldırma teşebbüsünde bulunmak anlamına gelmesi bakımından, temelde kendi içinde çelişkili ve ‘saçmadır’.”


15 Kas覺m-15 Aral覺k 2011 | 67


“Bizim oralarda filozof da çoktu, tanrı ve tanrıça da. Ama şu üzüm gibisi de var mı evlat? Alırdık elimize bir salkım üzümü, üzüm çekirdekliyse öbür elimize de kaseyi, bir süre için bizim etrafımızda dönerdi dünya. Yiye yiye güzelleşirdik. Nice heykeltıraşa böyle ilham kaynağı oldu bizim oralar. Buyur, vereyim üzümden. Mevsimi geçiyor bak bulamazsın daha...” 68 | Boo! Sayı: 1


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.