ikinci d繹nem, say覺: 5 15 mart - 15 nisan 2012
Öz Hakiki Çakallar Giyim
Öz Hakiki Çakallar’da takım elbise sadece
199,95 TL!
“Takım elbisenizi Öz Hakiki Çakallar’dan alın; mezuniyette, iş görüşmelerinde, düğünlerde havanız olsun!”
Not: Bu ilan tümüyle kurmacadır, isim benzerliği taşıyan gerçek kişi ve kurumlarla bir ilgisi yoktur.
Çünkü 200 yazsak almayacağınızı biliyoruz...
Önsöz Duvarlar Üzerimize Gelirken
S
ağlığımız sıhhatimiz yerinde çok şükür, herhangi bir sakatlığımız da yok. Yalnız şahsım adına konuşmam gerekirse, eskisine göre çok daha uçlarda tepkiler gösteriyorum şu sıralar. Sebebini bilmiyorum, ama sağa sola bakmadan sırf içimden geldiği için patlatıveriyorum şiddetli kahkahayı. Gözyaşları gözlerimden daha kolay süzülüyor. Üzerine ağırlık sinmiş ortamlarda kasıntı tiplerin onaylamayacağı hareketler yapıyorum. En çok da sinirlenince verdiğim tepkilere şaşırıyorum, beni tutan ne varsa birden ortadan kayboluyor, kendimi durakta durmayan otobüsün camını yumruklarken, rütbesine yediremediği için sipariş almayı reddeden hızlı yemek lokantası müdürüne bağırırken, proje yarışmasında oylama için kahveden adam toplayan yarım akıllı öğrencilere itiraz ederken, kapalı mekanda sigara içenlerin üzerine yürürken buluyorum (gerçi bu son dediğim tanıdık arkadaş çıktı, kavga etmeye gidip “Vay n’aber n’aptın?” diye sohbete koyulmuş oldum).
“Adalet kayıp, tecavüze uğramış, gitmiş adalet. İplerinizden sizin elinizi kolunuzu oynatırlarken, adaleti bitirmişler.” Metallica - ...And Justice For All
“Oh olamaz kapana kısıldık!” Olaylara olan tepkisini asgari düzeyde dile getiren biriyken bir anda böyle bir değişime uğramamın sebebi bireysel mi, yoksa benden başka kişilerde de mi bu var, onu bilemiyorum şu an. Ama kolektif bir durum söz konusuysa, sanırım kafamda cevap hakkında bir miktar fikir oluştu: Duvarlar üzerimize daha da hissettirir şekilde geliyor. Ben baskıcı ortamları yıllar yılı, o eski, maceralı çizgi filmlerin klişesi olan, iki taraftan birbirine yaklaşan karşılıklı iki duvarın olduğu odalara benzetirim. Burada duvarlar dokununca can yakan cinstendir, siz deyin ateşten kızgın duvarlar, ben diyeyim elektrik yüklü duvarlar. Bir başkası iğneli duvarlar desin, öbürü yapışkan ve öğütken, böcek kapan çiçekler gibi. Neticede bu odanın uçlarında takılanlar, bu duvarların ilk kurbanı olanlar oluyor. Aralarında idealist olanları, ölmek pahasına duvardan merkeze doğru bir adım atmayı reddederken, bir kısmı daha da ileri giderek duvarları yıkabileceği ümidini içinde taşıyor. Ayrıksı insanların bir kısmı yaklaşan duvarın tehlikesini duyumsamaya başladı mı hemen geri basıyor, “uçta olma” özelliğinden ödün vererek sıradanlığa bir adım daha yaklaşıyor. Ama hayati açıdan, duvardan uzaklaşarak paçayı da kurtarıyor. Ortaya yakın, ortalardakiler bu yüzden görece şanslı, daha rahatlar ve uzun süre onlara bir şey olmuyor. Ne isyan ediyorlar, ne de bu duvarları yıkmayı kafasına koymuş ilkeli insanlara destek oluyorlar. Hatta iyilik yaptıklarını zannederek sırf rahatlık namına, uçlardaki kimi insanları da ortaya yaklaştırmaya çabalıyorlar, herkes kendileri gibi konformist bir hayat sürsün istiyorlar. Çatışmaların En Aptalcası Duvarlar her geçen gün birbirine daha çok yaklaşıyor. Üzerimize daha da hissettirir şekilde geliyor. Güç’ü eleştiren, Güç’e karşı bir adım atan, Güç’ün işine gelmeyen çalışmalar yapanlar için duvarlar artık çok yakında. Sevdiklerini kendi alanının rahatlığına çekmeye çalışan ortadakiler, nefret ettiklerini ve halk düşmanı bellediklerini ise aniden duvarlara ittirmekten, ecelini bekleyememekten çekinmiyorlar. Bundan zerre rahatsız olmuyor, vicdan azabı duymuyorlar, “Yine olsa yine yakarım!” diye slogan atıyorlar. Ama zaman ilerliyor, duvarlar birbirine yaklaşıyor. Duvarlar iyice kapandığında, bugün o duvarları yıkmaları için idealist kişilere destek vermeyen, onlarla çatışan neme lazımcı rahatlık müptelaları da, Güç’e ne kadar taparlarsa tapsınlar, bu oyunun birer kurbanı olacaklar. Eğer başlarda bahsettiğim dengesiz tepkiler gösterme mefhumu son günlerde sizde de baş gösteriyorsa, sanırım bunun sebebi duvarın sıcaklığını, manyetik alanını, kokusunu hissetmemizdendir. Ama öte yandan, bu durum duvarlardan bağımsız olarak sadece benim ruh halimle ilgiliyse bile, kendimi daha önce hiç bu kadar hafif hissetmemiştim. Darısı başınıza! Alper Demirci
Yazdırılabilir Sürüm Boo! dergisinin bir de yazdırılabilir sürümü olduğundan haberiniz var mıydı? Yazıların resimsiz, iki sütunlu, 1 punto büyük halleri sade bir PDF dosyasında derlenip indirmeniz için boodergi.com’da bulunmakta. Yazdırılabilir sürümün bir çok önemli esprisi daha var: Kesilmemiş röportajlar! Sığması için kırptığımız röportajların kırpılmamış upuzun halleri de yazdırılabilir sürümümüzde yer alıyor. Yazdırılabilir sürüm, her yeni sayı yayınlandıktan sonra 1-2 gün içerisinde çıkar. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 3
Ne Var Bu Ay?
15 Mart 15 Nisan 2012 Dönem: 2 Sayı: 5
34
32
Barlas
Ali Erel
Yeni albümü “Senden Kalan” öncesinde, üretken besteci Barlas’la konuştuk.
Ankaralı müzisyen Ali Erel ilk albümünü çıkardı, bize de nasıl yaptığını sormak kaldı.
30
26
60
40
Taken By Cars
Melis Özdil
Sabahattin Ali
Uğur Doyduk
Dizin Ali Erel, sf. 32 Bağımsız Yerli Filmler, sf. 56 Barlas, sf. 34 El Angel Exterminador, sf. 76 4 | Boo! Sayı: 5
Güzellik Üzerine, sf. 48 Hermes, sf. 58 Instagram, sf. 38 Jellyfish, sf. 62 Melis Özdil, sf. 26 Neutral Milk Hotel, sf. 74 Oulipo, sf. 50 Sabahattin Ali, sf. 60
Sinemada Dans Kavramı, sf. 52 Taken By Cars, sf. 30 To the Moon, sf. 80 Uğur Doyduk, sf. 40 Van Gogh Alive, sf. 22 Virginia Woolf, sf. 82
Güncel, sf. 6 Sandık, sf. 44 Raftaki, sf. 64 Ajanda, sf. 13
Genel Yayın Yönetmeni Görsel Yönetmen Alper Demirci Yazı İşleri Müdürü Melis Mine Şener Koordinatörler Ali Hıdımoğlu Armağan Kanca
Muhabirler Gökçe Altınbay Günhan Oral İllüstrasyon Ersin Karakoç Soner Aktaş
62
71
Jellyfish
Mahir Karayazı
Bu Sayıda Yazanlar Alper Kara, Ant Uğurdağ, Aslı Alkan, Atıl Yücel, Burak Sayın, Furkan Emir, Gözde Karahan, Gülin Enüst, Mert Günhan, Mert Serim, Merve Sevinç, Pınar Derin Gençer, Sinan Yorulmaz. Kapak Fotoğrafı Uğur Doyduk
52
Boo! Aylık kültür-sanat dergisi. Parası olmadığı için internetten yayın yapar. Internetten yayın yapan dergiler arasında en uzun ömürlü olanıdır. Mühim adresler: http://boodergi.com http://issuu.com/boodergi http://facebook.com/boodergi http.//twitter.com/boodergi http://myspace.com/boodergi
Sinemada Dans Kavramı Yıllarca sinema perdesinden müzik, müziğin canlı olduğu sahnelerden dans eksik olmadı. Şimdi bunların çoğunu bir araya getiriyoruz.
Dergide imzası belirtilen tüm yazılar ile röportajlarda konukların söyledikleri, kişilerin kendilerine ait düşünceleridir ve derginin görüşü olarak kabul edilemez. Her türlü görüş, öneri, eleştiri, teklif (öhöm, iş teklifi, reklam teklifi falan) için e-posta adresi: boo@boodergi.com 15 Mart-15 Nisan 2012 | 5
AJANDA ETKİNLİK RÖPORTAJ PORTFOLYO YENİLİKLER HABERLER
Güncel Ali Erel
Sayfa 32’de
Taken By Cars Sayfa 30’da
Melis Özdil Sayfa 26’da
Barlas
6 | Boo! Sayı: 5
Sayfa 34’te
Uğur Doyduk Sayfa 40’ta
GÜNCEL
Geçen Ay...
Geçtiğimiz ay içerisinde ucu kültüre ve sosyal mevzulara dokunan olaylardan kesitler: 2 Temmuz 1993’te Madımak Oteli’nin insanlarla birlikte yakılmasından sorumlu kişilere açılan davanın zaman aşımına uğraması ve ceza almadan kurtulmaları yurt çapında halaylarla, hayır dilekleriyle, “yine olsa yine yakarız” sloganlarıyla kutlandı (!). Düşünmenin, müspet işler yapmanın ve üretmenin dolandırıcılıktan, tecavüzden, tacizden, cinayetten, insan yakmaktan daha büyük bir suç sayıldığı resmiyet kazanmış oldu (normalde suç bile değil düşünmek, ama eskiden beri suç idi, şimdi “daha büyük suç” oldu). Geçen sayıda haberini verdiğimiz, Ataköy Atletizm Salonu’nda gerçekleşen 2012 Dünya Salon Atletizm Şampiyonası 9-11 Mart arasında gerçekleşti, oyunlardan ülkemiz sporcularına toplam 2 madalya çıktı. Gümüş madalyayı kazanan isim erkekler 1500 metre koşuda İlham Tanui Özbilen iken, bronz madalyayı ise aynı kategorinin kadınlar için olanında yarışan Aslı Çakır Alptekin kazandı. 9’u altın toplam 17 madalya alan ABD’li sporcuları 9 madalya ile Birleşik Krallık, 5 madalya ile Etiyopya takip etti. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü bu yıl Ukraynalı aktivist grup FEMEN’in getirdiği sesle geçti. Dünya çapında çıplak protestolar gerçekleştiren örgüt bu sefer kadına şiddeti protesto etmek için İstanbul’a geldi, polisin müdahale etmesi uzun sürmedi. Muhafazakar toplumumuzda ise bunun üzerine konu başka yerlere çekilerek “kadına şiddet” mevzusu unutuldu, “akıllı kadın vücudunu göstermez” temalı ahlaki (!) tartışmalar yürüdü.
Kan Gao ile Ayaküstü Konuşmaca Boo!’nun ilerleyen sayılarında göreceğiniz To The Moon oyununun yapımcısı, senaristi ve müzik direktörü Kan Gao kendisine yönelttiğimiz birkaç sorumuzu yanıtlama nezaketini gösterdi. İşte kendisi ile yaptığımız soru-cevap kısmımız. -Atıl İyi günler Bay Gao. Okuyucularımızın sizi tanıması için öncelikle kısaca kendinizden biraz bahsedebilir misiniz? Heya Atıl! İlginiz için teşekkür ederim, gerçekten çok minnettar oldum. İsmim Kan Gao ve Kanadalıyım. Hobilerime gelirsek; müzik bestelemeyi, eski tarz rol yapma oyunları oynamayı ve hafta sonları parkta evcil kutup ayımı gezdirmeyi seviyorum. Peki bize firmanızı nasıl kurduğunuzdan ve “görsel hikaye” anlatımına ağırlık veren oyun yapmaya nasıl karar verdiğinizden bahsedebilir misiniz? Aslında hiç birinin üzerinde uzunca düşünülmüş bir plan ya da çaba yoktu. Müzik bestelerken, hikaye yazarken ya da oyun programlarken bizi sınırlayan tek şey aslında gene biziz. O yüzden ben sadece ne yapmak istiyorsam onu yaptım. Eski tarz rol yapma oyunları her zaman senaryoları bakımından ilgimi çekmiş ama her atılan adımda oyunun bir anda zoraki olarak bizi savaşmaya itmesi, kendimi senaryodan kopmuş hissetmeme neden oldu. Bu yüzden de yaptığım bütün oyunlarda, oynayanları hikayeden uzaklaştırmak yerine oyuncuların daha fazla hikaye merkezli tecrübeler yaşatmaya çalıştım. Oyunlarınızda kullandığınız müziklere aşık olmuş biri olarak merak ediyo-
rum. Acaba önce müzikleri besteleyip, bestelediğiniz müzikler ile yaratmaya çalıştığınız duygulara göre mi senaryo yazıyorsunuz yoksa senaryoyu yazıp ona göre ihtiyaç duyulan müziği mi besteliyorsunuz? Sanırım her ikisinden de yapıyorum! Bazen bir sahneyi yazarken takılıyorum ve böyle durumlarda önce arka planda kullanacağım müziği bestelemeye başlıyorum. Bu şekilde yaratmaya çalıştığım duyguyu bizzat kendim yaşıyor ve senaryoyu yaptığım müziğin bende yarattığı duyguya göre şekillendiriyorum. Söyleyebilirim ki bu şekilde sahnelerin yazımı gerçekten çok kolaylaşıyor, bunu biraz da sahnenin kafamda şekillenmesi için kullandığım itici bir güç olarak görebilirsin. Oyunlarınızı oynayan bazı oyuncular oyunlarınızda 16 bitlik grafik kullanmanızdan dolayı sizi eleştiriyor ama siz 16 bit grafik kullanmakta ısrar ediyorsunuz. Merak ediyorum neden 16 bit? Günümüzde diğer oyunların grafikleri ile karşılaştırıldığında gerçekten anlaşılabilir bir eleştiri. Ancak şahsen ben 16 bit grafiklerden gerçekten çok hoşlanıyorum. Beni eski 2 boyutlu rol yapma oyunlarının günlerine götürüyor. İnanıyorum ki, oyunlarımda hissedilen ve eski oyuncuları oyunların iyi ve para ile kirletilmemiş olduğu o eski ve güzel günlere götüren nostaljik havanın asıl nedeni bu 16 bit grafiklerdir. Yaptığınız oyunlar arasında başyapıt ya da keşke
üzerinde daha fazla uğraşsaydım dediğiniz yapımlar var mı? Hahah, oyunlarımın hiçbirini başyapıt olarak değerlendiremem. Ancak yaptığım oyunlar arasında To The Moon, gerek yaratmak istediğim duygunun yaratılması gerekse istediğim müziği besteleyebilmem için gerekli ilhamın gelmesi konusunda beni tatmin eden yapım olmuştur. Ayrıca diğer projelerimde edindiğim bilgi ve tecrübeleri en doğru şekilde yine bu oyunda kullandığıma inanıyorum. Diğer projelerimden bahsetmek gerekir ise çoğunluğu deneme amaçlı idi ve hepsi amaçlarını bir bakıma yerine getirdi. Üzerinde çalıştığınız yeni bir oyun ya da yeni fikirleriniz var mı? Gelecekte sizi ne gibi projelerle görüceğiz acaba? Aslında To The Moon uzun soluklu olacak bir serinin ilk oyunu. Başrollerini ilk oyundan hatırlayacağınız haylaz ve aslında bir o kadarda melankolik doktorlarımız oynayacak ve her bölümde yeni bir hasta ve onun keşfedilmeyi bekleyen hikayesi yer alacak. Şu anda söyleyebilirim ki tüm zamanımı buna vermiş durumdayım. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 7
GÜNCEL
ADAP Bu ay, göstermemiz gereken en temel davranışlardan sözü açıyoruz, adapların babası, anası, temeli, direği... Sofra adabı. İnsan gibi oturalım, insan gibi yiyelim, insan gibi kalkalım diye: -Yemeğin, sofradaki diğer kişilerin yemeklerinden erken gelmesi durumunda, diğerlerinin icabeti alınmadıkça yemeye başlanmaz. -Sol elle çatal, sağ elle bıçak tutulur. Bir kere de solakların hayatı kolaylaşsın ama di mi? -Yemek yerken ağız şapırdatılmaz. -Ağızda lokma varken konuşulmaz. Hele yutulsun, mideye düşsün de, o zaman... -Ekmek elle koparılmaz, bıçakla düzgünce dilimlenmelidir. -Elle koparılmış ekmekle menemene laaaaaarng diye dalınmaz. Çatala alın menemeni, ekmekle sıkıştırıp ağzınıza atın. -Öyle sofrada parmak falan yalanmaz. -İğrenç konular yemekten sonraya bırakılır. Öyle “sümük”, “kusmuk”, “kaka” kelimeleri söylenmez, pislik fetişi konuşulmaz. Yemek yiyoruz la burda! -Yemek bitince herkes en azından kendi önünü temiz bırakmalıdır. Hele ki kantin masalarında tabağını pisliğini çöpünü bırakan Akıllı TV gençliğinin hay masasını temizleyelim! -Yağlı ellerle tuzluk, karabiber ellenmez. -Yemek yerken tabağını sıyıranlara laf edilmez, insanların tarzı o. 8 | Boo! Sayı: 5
GÜNCEL
Spoilar
- Dizi Film Mevzuları
Okumadan Önce: Burada okuduğunuz her satırda bilinçli olarak spoiler (izlemeden önce okuyunca filmin heyecanını kaçıran detaylar) ile karşılaşabilirsiniz. Sonrasında dergiye “aman da ben bunu okudum tüm zevkim kaçtı” ya da “hani böyle demiştin olmadı” temalı e-postalar atmayınız (Bkz: Spoiler Free). Bu ay dizilerden kafamızı kaldırıp biraz da filmlere yönelelim istiyorum. Bakalım önümüzdeki günlerde hangi yapımlar, ne gibi içeriklerle karşımızda olacak. The Avengers yönetmeni Joss Whedon’un söylediğine göre, filmin içerisinde birden fazla Iron Man kıyafeti olacakmış. Bu konuda Marvel ile anlaşan yönetmenimiz, aslında Iron Man kıyafetlerindeki üçgenin ne kadar kötü olduğunu, onun yerine çember ve orijinal tasarımda olan kıyafetin daha güzel olduğunu eklemiş. Hazır Iron Man’den bahsediyoruz, üçüncü filmin çekimlerinin başladığını da belirteyim. Hulk için de konuşan Whedon, sonunda Mark Ruffalo ile karakteri tam olarak ele aldıklarını düşündüğünü belirtmiş. X-Men: First Class’ın devam filmi için senaryonun bittiği yönünde duyumlar var. Ayrıca Robocop’un yeniden çekimi için 9 Aralık 2013 tarihi de arada geçiyor, başrol için de Joel Kinnaman’dan bahsediliyor. Uyuyan güzel hikâyesini Maleficent’in gözünden anlatan film için Maleficent rolü Angelina Jolie’ye, uyuyan güzel rolü ise Super 8’den tanıdığımız Elle Fanning’e verilmiş. Chronicle filminin 15 milyon dolarlık yatırımla 105 milyon dolar kâr getirmesi devamı için yol açmış, filmin senaristi Max Landis devam filmi için senaryo çalışmalarına başladığını be-
Ali Hıdımoğlu a.hidim@gmail.com
lirtmiş. Ek olarak Men in Black 3’te K’nin genç halini göreceğimizden de bahsetmiş miydim? Ridley Scott’un Prometheus filmi için yapılmış olan siteye weylandindustries.com adresinden ulaşarak filmin içerisinde bulunan Weyland firması hakkında bilgi toplayabilirmişiz. Cloverfield 2 konusunda senarist Drew Goddart’ın dediğine göre ajandasında J.J. Abrams ve Matt Reeves ile film hakkında görüşmek varmış. Ayrıca filmin devam senaryosu için de kendisinin hazır olduğunu ama önce Star Trek olayını bitirmeleri gerektiğini belirtmiş. Eskilerden gelsin, Bill & Ted’i hatırlarsınız, Keanu Reeves’in da onayladığına göre Bill & Ted 3 için senaryo (öyle böyle değilmiş, çok güzelmiş) tamamlanma aşamasına çok yaklaşmış. Bu arada Sherlock’un yıldızı Benedict Cumberbath’ın The Hobbit’te Smaug ve Necromancer rollerini canlandıracağı kesinleşmiş. Buzul çağında geçen ve vahşi yamyamlar arasında kalan son insanların hikâyesinin anlatıldığı The Colony filmi için seçmeler başlamış. Quantum of Solace ve World War Z yönetmeni Marc Forster’ın Cowboy Ninja Viking’in senaryo haklarını yazarlarından aldığı ve World War Z’nin çekimi bittikten sonra bu filmi çekeceği söylenmekte. Ana karakterimiz, hükümet için yaratılmış şizofrenleri suikastçilere çeviren gizli bir projeden gelmekte. Bu suikastçı programı bir kovboyun, bir Ninja’nın ve bir Viking’in özelliklerini içer-
Dark Shadows
mekte. Bu suikast ekibindekiler için Irak’ta işler pek de iyi gitmediği için tekrar akıl hastanesine kapatılıyor ama bizim ana karakterimiz kaçarak bu projenin arkasındaki milyarderi bulmaya çalışıyor. Vince Vaughn, Ben Stiller, Richard Ayoade, Jonah Hill’in oynadığı “uzaylı istilası sonra-
sı mahallede bir gözleme timi oluşturulması ve mahalleyi savunmalarını anlatan” Neighborhood Watch’ı da unutmayalım. Dizilere girmek istemiyorum fakat bunu demeden de olmaz; duymayan kaldı mı bilmiyorum ama Terra Nova iptal edildi. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 9
GÜNCEL
Küstah
Alper Kara mrg.samsa@gmail.com
Dünyanın En Zor Mesleği: Efendi Olmak S aygı değer okuyucular, merhaba… Bi türlü bitmek bilmeyen bi kış yaşıyoruz. Bakın 2012 yılının üçüncü ayına geldik, fakat bu süre zarfında ne kar yağışı durdu ne de yerdeki buz kalınlığında bir eksilme oldu. Bu İskandinav havalarının hastası olan ülkemiz black metal tutkunlarına da ayrıca selamlarımı iletiyorum (eminim hepsi anasının yaptığı tarhana ile ısınan tiplerdir). Bazı aylar bu satırları yazarken evet konu sıkıntısı çekiyoruz. Hatta yazar arkadaşlarla “Bu ay ne yazcan dostum?” gibisinden ince yoklamalar da çekiyoruz. Fakat geçtiğimiz aylar öyle dandik olaylarla dolu ki… Leon film değil miydi? Malumunuz mevzu rock müzik olunca Jimi Hendrix rahmetli peder kadar sevdiğim, saydığım bi insan. Daha doğrusu insanüstü bi insan. Bir de kardeşi varmış, ismi Leon Hendrix. Bunca sene nerede saklanmış bilmiyoruz ancak abisinden ekmek yakalama derdiyle bi grup kurmuş “The Blue Experience” diye, üst başlık da “The Jimi Hendrix Show”. Şimdi sormak istiyorum “Ne iş yaparsın sen Leon?!”. Gitaristlik sevdasında olan milyar10 | Boo! Sayı: 5
larca dünyalının idolü, ilham kaynağıdır Jimi Hendrix. En bilindik isimlerden Malmsteen ve Satriani her fırsatta kendisine hürmetlerini dile getirirler. 8 yaşındaki Youtube yıldızı çocuklardan en profesyoneline kadar herkes en az bir Hendrix parçasını motamot çalmaya heveslenir. Şimdi size sorayım; aslı dururken, “Şahane miras soyadım var. E gitar da çalıyorum. Peki neden bundan para kazanmayayım?” diyen bi adamı dinler misiniz? (Az evvel öğrendiğim kadarıyla babası Leon’u Jimi’den kalan mirastan men etmiş. “Hay babana rahmet!”) Var böyle gruplar biliyosunuz. Depeche Mode Tribute Band, Coldplay Tribute Band ve belki de en acısı The Smiths Tribute Band: The Smyths (ki ocak ayında Babylon’da konser verdiler). Konu The Smiths olunca kantarı topuzu kaçar ve terbiyesizleşebilirim. Hadi burdan küfür etmeyeyim ama siz bu Smyths’in vokalistine bi bakın lütfen. Nasıl bir kendinden geçme halidir bu? Moz görse inanın sahneye çıkar ve dayak atar bu adama. Yaptığın iş baştan sona taklit olduktan sonra git kendini karaoke barda rezil et di mi? Sıkıcısın ve fukarasın bunu da kabul et.
Houston’ın yokluğunda Grammy Çocukluktan beri takip ettiğimiz bi aktivite (en azından o yıllarda, o kadar müzisyeni, ünlüyü bi arada göreceğimiz tek organizasyondu) Grammy ödülleri. Tabi ki bir itibar ve parlama vesilesi. 2012 Grammy töreni, tam da o gün RnB ve pop dünyasının yıldızlarından Whitney Houston aramızdan ayrıldı. Nasıl öldüğü ise bizi hakkaten ilgilendirmez kendi bileceği iş. Yaş itibarıyla kendisinin çıktı-
ğı ve akabinde fırtınalar estirdiği yılları net bi şekilde hatırlıyorum. Ve nasıl düşüşe geçtiğini de. Sizler bu satırlarla buluşmadan önce bin yerde yazılıp çizilmiş olacak zaten. Kariyerinin zirvesindeyken yaptığı en büyük hata, şöhreti kaybolmaya yüz tutmuş olan Bobby Brown ile evlenmesi ve akabinde gelen mahkemeler, tutuklamalar ve uyuşturucu alışkanlığı. Hepimiz için geçerli olan“Aşk da bir başka sebeptir ıskalanmış hayata” kuralı. Hatalar yapmaya doymuyoruz, ki
GÜNCEL
Kings of Convenience
Whitney Houston
bu hatalar bazen bu tarz sonuçlara da varabiliyor. Whitney Houston’ın öyküsü, bana benzer kariyer ve kadere sahip olan güzel insan Sylvia Plath’i anımsattı. Bu kıymetli ses için en zarif hareketi, tören açılışında “We’ve had a death in our family” şeklinde başlayan konuşması ve duası ile LL Cool J yaptı. Ne diyelim huzur içinde uyusun. N’aber Adele? Geçtiğimiz bikaç ay içinde sosyete kafesinden gariban meyhanesine kadar her yerde duyduğumuz, ikinci albümü olan “21” ile yukarda bahsi geçen Grammy ödüllerinden “yılın en iyi şarkısı” da dahil 6 adet götüren Adele, “4-5 yıllığına defolup gidiyorum, sürekli çalıştığımda ilişkilerim mahvoluyor” buyurmuş*** yeni manitasıyla daha çok horizontal ortamlar yaşamak için. Sanırız aniden gelen şöhret hararet yaptı (radyatöre bi baktırsın). Bu arada Brit ödüllerinde kendisine ayrılan konuşma süresini 20 defa “tenk yu veri maç” şeklinde harcamaktayken sunucu *** The Independent’ın yalancısıyız. Buyrun bu da linki http://www.independent. co.uk/arts-entertainment/ music/news/six-grammysfive-years-off-adele-putslove-before-career-6917681. html
“kusura kalma apla süre bitti, şimdi Blur!” diyerek kesince, az evvel ajitasyonda tavan yapan Adele orta parmağı kameralara kaldırmış. Bu nası çirkin bi sevimsizliktir? Böyle denyoluklar unutuldu eskide kaldı sanıyodum. Git Adele ve gelme olur mu? Ya buna değer verdik vakit ayırdık ve dinledik ama değmezmiş. İçindeki yontulmamış tomruk ortaya çıkmış. Ayrıca durmadan “müziği bıraktım” diyenleri yazmaktan ben usandım. Ya insan azcık vakur bi duruş gösterse, misal bi Bruce Springsteen dese ki “40 senelik kariyerimin ardından, artık çiftliğimde eşimle, torun torbayla, atla tavukla ilgilenip, pazar günleri eşe dosta mangal yapcam, her şey çok güzeldi ancak emekli olma zamanım geldi, teşekkürler” dese gidip elini öpmez miyiz? Ama sen bi Adele’sin, belli zaten sorunların var, ağlak şarkılarınla bizi
bi süre oyaladın ve parayı buldun, peki bu “müzik dünyası artık bensiz kalacak” gibi artizlenmelerin anlamı var mı? Kendini bombalarsan muadilin hep bulunur canım benim. Misal bi başka ağlayan ve sesi en az onun kadar güzel Lana Del Ray çıktı. Bakalım onun hükmü ne kadar sürer? Pahalı bilete karşı bedava program Uzun süredir beklenen ha geldi gelecekler denilen Kings of Convenience. Bunlar efendi adamlar. İlk başta epey reddettiğimiz tarzlarına, sonradan hasta olduk. Albümlerine, şarkılarına yağmurda kalmış bir kedi yavrusuna gösterdiğimiz hassasiyetle yaklaştık. Gün oldu Feist’le işbirliği yaptılar, gün oldu Whitest Boy Alive şekline büründüler. Sükunete karışmış neşeli havalarla aklımızı aldılar. Planımız şuydu: Biliyorsunuz nisan ayınAdele
da, üstelik iki gün Babylon’a geliyolar. İki bilet alır ve sevdiğimiz insana sürprizi yapar, güzel bir bahar akşamı yaşarız diyorduk. Ta ki dün bilet fiyatlarını öğrenene kadar. Yukarda da belirttim efendi olalım ağzımızı bozmayalım diyoruz. Ama nafile. Yani bi Rolling Stones olsa ve konseri stadyumda izleyecek olsak anlıycam. Maddi durumunuz nasıl bilmiyorum (ve o biletler çoktan tükenmiştir onu biliyorum), şöyle bişey düşündüm: Konser verecekleri ilk gün 12 Nisan Perşembe gününe rastlıyor. E malumunuz her Perşembe 22:00/01:00 arasında radionovo.com adresinde indie müziğin nadide örneklerini verdiğimiz Closedown isminde bi programımız var. Biz de Kings of Convenience gecesi yaparız, hatta yanına Brazzaville’den sevdiğimiz eserleri de ekler, kendimiz çalar kendimiz oynarız. Üstelik beleş. Tabi isteyen programı kemik çerçeveli gözlük, kareli gömlek, dar pantolon ve Vans ayakkabısını giyerek dinler, istediğini içer, dilediğince dans eder… Ne dersiniz? Boş atıp dolu tutmaya çalışarak, yazının sonunu getirdik bile. Önümüzdeki ay görüşünceye kadar aman kendinize dikkat edin (havalar sakat malum).
15 Mart-15 Nisan 2012 | 11
12 | Boo! Say覺: 5
Ajanda
Uzak Gözlüğü
Hazırlayanlar: Gökçe Altınbay - gokce.asena@gmail.com Günhan Oral - gunhan.oral@gmail.com
“
Bu sene de ne indie yaptı bea” tepkisi içerisinde muhtemelen indie seven azımsanmayacak kitle. Yani zaten belli başlı mekanlar ve organizasyonlar sayesinde gelirdi yine bu tarzda gruplar, ama bu yıl arka arkaya açıklanan isimleri ben bile ismen biliyorsam bir “2012 indie bereketi”nden söz edebiliriz elbette. Dev sergiler hız kesmeden devam ediyor. Dali sergisi bitmeden Rembrandt ve Çağdaşları açıldı, Van Gogh Alive ise daha önce benzeri bir sergi gez-
Pazartesi
meyenleri edindikleri bu yeni tecrübe karşısında şaşırtmaya devam ediyor. Eh, İstanbul’da kaçırırısak 2012’nin sonlarında Ankara’ya gider orada görürüz. Şahsen şaka maka kaç yıldır hiç gitmedim Ankara’ya. Arka arkaya sergileri patlatan İstanbul’a karşı İzmir durur mu (gerçi taaa Kasım’da açıldı yanılmıyorsam)? 31 Mart’a kadar gidebileceğiniz bir post empresyonizm sergisi var. Hemen sayfayı çevirin, sol üst köşeye bakın. İçeriden tanıdığım olmadığı
Salı
Çarşamba
için yağ çekmeme gerek yok, o yüzden net yazıyorum: Geçen yılki Sonisphere Festival ile rockseverlerin gönlünü değil, nefretini kazanan Purple Concerts yurtdışıyla daha fazla çalışamayacak olmuş olacak ki, kendi festivalini düzenlemeye karar verdi. Istanbul Open Air adındaki bu festival yenilenen Parkorman’da gerçekleşecek, başı da Gunsn’Roses çekiyor. Daha yabancı gruplar açıklanacakmış. Bakalım Axl Rose’un kaprisleri festivale nasıl bir renk katacak. Diğer gruplar için sağa bakınız. -Alper D.
Perşembe
19
Hardcore grubu Deez Nuts bugün İstanbul’da Pulp Live’da çalıyor.
26
Babylon Newcomers Festival bugün başlıyor, 31 Mart’a kadar sürüyor.
Social Inclusion etkinliği bugün Babylon’da.
20
BlackColin Vearncombe bugün İstanbul, yarın Ankara’da.
27
Bobby McFerrin dün Ankara’daydı, bugün İstanbul’da.
9
This Will Destroy You’nun konseri bugün.
10
Aaron Parks Trio konseri bugün Salon İKSV’de.
Rotten Sound Pulp Live’da. Ön gruplar UÇK Grind ve Cenotaph.
Richie Kotzen bugün İzmir’de, yarın Ankara’da.
23
Matt Bianco bugün İstanbul’da konser veriyor.
24
The Doors Tribute grubu The Roadhouse Doors bugün Ankara’da.
30
Yael Naim bugün İstanbul’da konser veriyor.
31
31. İstanbul Film Festivali dün başladı, 15 Nisan’a kadar sürüyor.
6
Xiu Xiu Salon İKSV’de, Numbers Night Babylon’da.
Yaşar Kurt Bursa’da, Can Bonomo İzmir’de.
Jehan Barbur İzmir’de, Melis Danişmend Eskişehir’de.
4
Nirvana Tribute grubu Nervana bugün İstanbul’da.
11
İstanbul Resitalleri kapsamında Mona Asuka Ott bugün sahne alıyor.
Garanti Caz Yeşili Nordik Müzik Festivali bugün başlıyor, 15 Nisan’a kadar.
17
29
28
The Civil Wars konseri bugün Salon İKSV’de.
19. İzmir Avrupa Caz Festivali kapanışı bugün Paganini Trio ile yapıyor.
22
Richie Kotzen turnesi bugün İstanbul’da başlıyor.
5
12
Pazar
16
Zuhal Olcay bugün İzmir’de.
21
Not: Vilayeti yazılmamış etkinliklerin tümü İstanbul’dadır. Aşağıda sarı kutular Mart, yeşil kutular Nisan ayına aittir.
Cumartesi
15
23. Ankara Film Festivali bugün başlıyor, 22 Mart’a kadar sürüyor. Fatih Erkoç Akustik Trio bugün Antalya’da.
Cuma
17-18 Nisan: Theatres Des Vampires (Ankara, İstanbul) 21-28 Nisan: 12. İzmir Film Festivali 23 Nisan: Terror, Death Before Dishonour 5 Mayıs: Harlem Globetrotters 10-31 Mayıs: 18. İstanbul Tiyatro Festivali 11-13 Mayıs: Euroleague Basketbol Dörtlü Finali 7 Haziran: Madonna 19 Haziran: Megadeth 4-6-7 Temmuz: Istanbul Open Air (Guns’n’Roses, Godsmack, In Flames, Apocalyptica, Within Temptation, Ugly Kid Joe...)
My Brightest Diamond konseri bugün Salon İKSV’de. Model bugün Bursa’da.
Not: Burada yayınlanan etkinliklerin iptali ya da tarih değişikliğinden Boo! dergisi sorumlu değildir. Etkinliğe gitmeden önce kendiniz de internette bir araştırma yapınız.
13
7
18
25
1
8
Summer Camp konseri bugün Babylon’da.
14
Red Hot Chili Peppers Tribute grubu bugün İstanbul, yarın Ankara’da.
15 Mart-15 Nisan 2012 | 13
AJANDA
Kısa Kısa
Ay boyunca yurt çapında gerçekleşen etkinliklere önümüzdeki 6 sayfa boyunca bu sütunda kısaca bakıyoruz: 31 Mart’a kadar / İzmir Sergi
Arkas Koleksiyonu’nda Post Emresyonizm Post Empresyonistler İzmirde. Arkas Sanat Merkezi’nde sergilenen 76 eserlik sergi 31 Mart gününe kadar devam ediyor. Modernizm, Kontürcülük, Pont Aven, Yeni İzlenimcilik, Noktacılık, Nabiler ve Fovizm başlıkları altında sergilenen eserler dönemin ruhunu yansıtmada eşsiz bir fırsat sunuyor. Pazar günleri hariç her gün 10.00-18.00 arası açık olan bu ücretsiz sergiyi gezmeyi ihmal etmeyin.
22 Şubat - 10 Haziran 2012 / İstanbul
Rembrandt ve Çağdaşları Hollanda sanatının altın çağını görmek için artık Amsterdam’a gitmeye gerek kalmıyor. Hollanda-Türkiye diplomatik ilişkilerinin 400. yılı şerefine artık biz de bu sanat eserlerini görme fırsatına sahip oluyoruz. Rijksmuseum Koleksiyonunun nadide örneklerini göreceğimiz sergi “Rembrandt ve Çağdaşları” adı altında ülkemize konuk oluyor. İki ülke arasındaki kültürel ve sanatsal ilişkileri güçlendirecek olan eserler 10 Haziran 2012 tarihine kadar Sakıp Sabancı Müzesi’nde sergileniyor. Yılda 1 milyondan fazla turist çeken Rijksmuseum’un; 79 tablo, 19 desen ve 18 objeden oluşan bu koleksiyonunu kaçırmamak istiyorsanız şimdiden ajandanıza not etmenizde fayda var. Sergiye damgasını, adından da anlaşılacağına göre, Rembrandt vuruyor. Rembrandt’ın 10 eserine ev sahipliği yapacak sergide, Hollanda Gerçekçiliğinin diğer önemli sanatçıları Vermeer, Hals, Steen ve Ruisdael’in başyapıtları da sergide yerini alıyor. Ne tarzda eserlerle karşılaşacağımızı önceden tahmin edebilmemiz için Hollanda Gerçekçiliğini gelin birlikte inceleyelim.
14 Ocak - 15 Nisan / istanbul Sergi
Segment #1A Sergisi ‘Helsinki Okulu’ fotoğraf akımının Önemli temsilcisi Ola Kolehmainen bilgisayar temeline dayanan sanatla sanatserveri buluşturmayı amaçlamış. ‘Spot On’ denen yeni bir de sergileme akımını kullanan serginin küratörü Dr.Necmi Sönmez’miş. Hadi bakalım, görmeyi istiyorsanız Sarıyer’deki Borusan Contemporary’ye.
14 | Boo! Sayı: 5
Hollanda Gerçekçiliği 17. yüzyıl Kuzeybatı Avrupa sanatının önemli akımlarından olan Hollanda Gerçekçiliği, Rönesans’tan sonraki durak olan Barok döneme denk gelir. Barok dönem İtalya’sının karakteristiğini takip etmede gönülsüz davranan Hollandalı sanatçılar bu dönemde kendi yöntemlerini geliştirmişlerdir. Akımın gelişmesinde din önemli bir etken olmuştur. Örneğin Protestan çoğunluğa sahip bir ülke olan Hollanda’da, din dışı konuların ön plana çıkmasını ve günlük konuların işlenmesini tahmin etmek hiç de zor değildi. Benzer şekilde, Katolik çoğunluğa sahip Flaman bölgesi şehirlerinden
Antwerp doğumlu Rubens’in İtalya’ya gidip Barok dönemi takip etmesi ama Leiden doğumlu Rembrandt’ın oralı bile olmaması şaşırtıcı bir etki yaratmazdı. Buna istinaden, İtalyan Barok dönemine ilgisiz olan Rembrandt’ın bir numaralı esin kaynağının İtalyan bir sanatçı (Caravaggio) olması da ayrı bir ironidir. Altın çağın oluşmasında ülkenin çeşitli yerlerine dağılan sanat okullarının payı büyüktü. Haarlem, Utrecht, Leiden,
Dordrecht ve Delft bu okulların bazılarıydı. Okullarda, manzara resmi için: kırsal bölge, kanallar, gemicilik, çiftçilik; tarz resmi için: detaylı iç kesim, düzen, muntazamlık, iki insanı arasındaki mahremiyet; portre için ise; burjuva sınıfına ait kişiler konu ediliyordu. Burjuva sınıfı duvarlarına asmak için ressamlardan kendi portrelerini yapmalarını istiyor, böylelikle küçük ölçekli portreler önem kazanıyor ve aynı zamanda ressamlar da maddi kazanç sağlıyordu.
AJANDA
Sergiyle Alakalı Etkinlikler Konferanslar (tanesi 10 TL, hepsi saat 14’te): -Avrupa’da ve Osmanlı’da Modernite Bağlamında Barok Mimarlık, Prof. Dr. Uğur Tanyeli, 17 Mart. -17.yy’da Hollanda-Osmanlı İlişkileri, Doç. Dr. Tülay Artan, 31 Mart. -17.yy’da Avrupa’da Müzik, Prof. Dr. Filiz Ali, 7 Nisan. -Sanat Üzerine Bilimsel Araştırmalar: Rembrandt mı Değil mi?, Dr. Jörgen Wadum, 12-13 Nisan. -Hollanda Grup Portreciliği ve Rembrandt’ın ‘Syndics’i, Prof. Dr. Uşun Tükel, 21 Nisan. -Rembrandt ve Vermeer’in
Yakın Mercek Bu süreçte bazı ressamlar yenilikçi yaklaşımlarıyla kendi markalarını yarattılar. Rembrandt ile başlayalım. Uzmanlık alanı oto portre olan sanatçı, bu dalda çığır açmıştır. Tuvalin her yerinde etkisini hissettiren karanlığın içinden bir aydınlık çıkar. Aydınlığın içinden çıkan “yüz” duyguların abartılmadan anlatıldığı bir figürdür. Kırışıklıklarla dolu yüz ve hareket halindeki vücut, ayrıntılar içinde anlatılır. Bu mimik ve jestlerin olduğu gibi anlatılmasında Rembrandt’ın erken yaşta kaybettiği eşi ve çocuğunun etkisi büyüktür. Yalnızlığını tuvaline yansıtmış ve koyu renkleri içimize işlettirmiştir. Delft okulunun medarı iftiharı olan Vermeer, getirdiği bilimsel yaklaşımlarla resimde
Döneminde Hollanda Evleri ve Resmi Binalarda Resmin Önemi, Prof. Dr. Xander van Eck, 28 Nisan. -Rembrandt ve Oryantalizm, Prof. Dr. Zeynep İnankur, 5 Mayıs. -Rembrandt Van Rijn’ın Işıklı ve Gölgeli Dünyası, Prof. Dr. Semra Germaner, 26 Mayıs. Film Gösterimleri: -İnci Küpeli Kız, 11 Mart, 8 Nisan, 13 Mayıs, 10 Haziran, saat 15. -Dutch Light ve Rembrandt Belgeselleri, sergi boyunca her gün, gün boyu.
lında Antwerpli bir ailenin çocuğudur. Grup portreciliğinin ustası olarak bilinen sanatçı, soylu sınıftan köylü sınıfına kadar bütün kesimin resmini yapmıştır. Aynen Vermeer gibi yaşarken değeri bilinmeyen sanatçının yeniden gündeme gelmesi 19. yüzyılı bulmuştur. Başta Manet olmak üzere; Courbet, Monet gibi izlenimcilerden takdir toplaması dikkatlerin üzerine çekilmesini sağlamıştır. Yaşarken ciddi anlamda fakirlikle boğuşan sanatçının “Tieleman Roosterman Portresi” eserinin yaklaşık 12 milyon dolara alıcı bulması oldukça ironiktir (Vermeer’e hakkı teslim edilmemişken, “İnci Küpeli Kız” 25 peniye satılmıştı). Curcunayı pek bir seven Steen, kalabalık içindeki hengameyi resmetmekte uzmanlaşmıştı. Bu hengamenin resmedildiği yerin arka planını ise kendi işlettiği meyhanesi oluştururdu. Karnaval havasının hissedildiği resimlerin özünü oluşturan konu sarhoşluktur. Eserlerinde pembeye çalan kırmızıyı tercih eden sanatçı sembolizmi o kadar gözümüzün içine sokmuştur ki bazen aşırıya kaçtığı bile düşünülmüştür.
kendine yer edinmiştir. Yaşarken tanınmamış olan ressam, öldükten 200 yıl sonra hak ettiği değeri görmeye başlamıştır. Kendisine ait 35 eser olduğu tahmin edilen Vermeer, eserlerine tarih koymaktan kaçınmıştır. Dolayısıyla kendisinin kaç tane esere sahip olduğu hala daha tam olarak bilinmemektedir. Rembrandt’ın aksine açık renkleri kullanmıştır. En fazla tercih ettiği renkler saman sarısı ve soluk mavi olmuştur. Genelde tarz resmin dışına çıkmayan sanatçı, iç kesim resimlerine sembolizmi ve tarihi referansları serpiştirmiştir. İşin geometrisine de giren sanatçı ‘camera obscura’ kavramını kullanmış ve bilimsel yaklaşım konusunda Leonardo da Vinci ile birlikte akla gelen ilk sanatçı olmuştur. Yaşamının neredeyse hepsini Haarlem’de geçiren Hals, as-
Manzara resminin önemli isimlerinden van Ruisdael (ressam van Ruysdael’in yeğenidir); Vermeer ve Steen’in aksine sembolizmden yararlanmamış, onun yerine betimleyici bir tarzda ilerlemiştir. Doğanın bütün figürlerini kullanmada oldukça becerikli olan sanatçı özellikle nehir ve şelale gibi yapılarda ustalığını ön plana çıkarmıştır. Son Olarak Özetlersem, tarz resmi gibi bir türün gelişmesine ön ayak olması bakımından bile takdiri hak eden Hollandalı sanatçılar, sadece kendi ülkelerinde etkilerini hissettirmemiş; Fransa, İngiltere, İspanya ve İtalya’da gibi ülkeleri de peşinden sürüklemiştir. Bu değerli sergiyi kaçırmamanız dileğiyle yazıyı noktalıyorum. -Armağan
27 Ocak - 6 Nisan / İstanbul Sergi
İstanbul Eindhoven SALTVanAbbe: 89’dan Sonra
SALT Beyoğlu ile Hollandadaki modern sanat müzesi Van Abbemuseum’un ortak projesi, hem SALT Beyoğlu hem de SALT Galata’da gezilebilir. İki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler başlayalı tam 400 yıl olmuş ve bu ortak proje, bahsettiğim döneme ait olan ve “portreleme”, “edebiyat ve metin”, “film”, “zaman ve mekân” gibi birtakım kilit temalar etrafında şekillenmiş. Serginin bir başka önemli görülen bölümü ise uçlardaki deneyleri ile tanınan Mike Kelley’in Sınıflandırma Zorunluluğu ve Morg adlı çalışmaları. Oldukça farklı bir deneyim olabilir. 25 Şubat - 5 Nisan / İstanbul Sergi
Mart Kedileri
Ürün Sanat Galerisi’nde artık gelenekselleşmiş bir serginin bu yılki ayağı açıldı: Mart Kedileri. Sergide Eren Eyüboğlu, Cihat Burak, Niyazi Toptoprak, Ender Dandul, Ayten Taşpınar, Züleyha Akbaş’ın resimleri, Derya Baran’ın heykelleri, Mehtab Kardaş’ın minyatürleri, Kamil Masaracı’nın karikatürleri ve Leyla Tekbulut’un takılabilir gümüş kedileri yer alıyor. Kedileri seviyoruz. Koşarak gidiyoruz. 18 Şubat - 31 Mart / İstanbul Sergi
Merve Şendil BirdDay
Galatasaray Pi Artworks’te ziyaretçilere açılan Merve Şendil’in kişisel sergisi BirdDay, genel tarzını değiştirmeyerek kurgu ögesini sergisinde fazlasıyla kullanmış. Serginin hikayesi ise Çin lokantası görünümlü bir esnaf lokantası ve bu lokantada yemek yiyen çift etrafında şekilleniyor. Algı dünyası ve 15 Mart-15 Nisan 2012 | 15
AJANDA gerçek dünya arasındaki geçişler bu hikayeye yön veriyor. Görseller renkli, eğlenceli sayılabilecek türden. Hem hoş vakit geçirmek hem de düşünmek mümkün olabilecek mi? Bunu öğrenmek istiyorsanız sergiye gidiniz derim. 7 Mart - 1 Nisan / İstanbul Sergi
Güzel Ama Yalnız Kadınlar
Kadınlık üzerine her türlü durum ve olguyu inceleyen, açığa vuran, değiştirmeye çalışmayan ama perdeyi kaldıran bir sergi “Güzel Ama Yalnız Kadınlar”. Fotoğraf ve retrospektifleri tarihin içinden koşarak gelen birçok kadını işliyor. Tünel’deki Alan İstanbul, Pazar ve Pazartesi hariç 13:00-19:00 arası gezilebilir. 17 Mart / İstanbul Konser
Scottish Ensemble İskoçya’nın ve Avrupa’nın hatırı sayılır müzisyenlerinden kurulu Scottish Ensemble, klasik müziğin ‘klasikleşmiş’ eserlerini sahneye taşımaktaki ustalığı yanında, heyecanlı performansları ile de fark yaratıyor! Nasıl mı heyecanlı? İzleyin, dinleyin ve tanık olun. İş Sanat Kültür Merkezi’nde, saat 21:00’da. 19-29 Mart / İstanbul Festival
Akbank 8. Kısa Film Festivali Daha önce dergimizde yarış-
16 | Boo! Sayı: 5
Ay Boyunca / İstanbul-Ankara
Tribute Grup Modası Üzerine İlginç bir durum var; geçtiğimiz aylarda yerli yabancı birçok tribute band (saygı grupları) Türkiye’de sahne aldı. Bu ayki programa ve hatta önümüzdeki aylardaki programlara göz gezdirdikçe daha fazlasının geleceğini görebiliyoruz. Durum ilginç çünkü daha önceleri bu kadar fazla ilgi görmeyen tribute gruplar -görünen o ki- müzikseverlerin ilgisini toplamaya başlamış. Bildiğiniz gibi tribute grupları belli bir grubun şarkılarını orijinallerine olabildiğince bağlı kalarak çalan gruplardır. Aklıma ilk gelen örnek yerli bir grup; 7 Pink Floydlar ve 2 Prenses. Yaklaşık altı senedir Türkiye’nin çeşitli illerinde Pink Floyd şarkıları çalan bu grup sadece bir örnek. Fake No More, Stung, Hats Off to Led Zeppelin, Coldplace gibi çoğunun ismi kelime oyunlarından oluşan yüzlerce saygı grubu var. Kimisi isimlerini grup şarkılarından alıyor, kimisi grup ismini değiştiriyor. Tam bir tribute grubu olmasa da benim favorim Beatallica. The Beatles ve Metallica şarkılarını birleştiren (Black Album ile White Album’u birleştirip Gray Album yapan) güruh tribute sınırlarını zorluyor bir bakıma. Neyse, konudan fazla uzaklaşmayayım. Peki neden bu sene bu kadar çok tribute grubu konser veriyor? Bariz nedenlerden birisi gençlerin günümüz pop müziğinden çok ‘70lerin, ‘80lerin müziğine, o dönemki gruplara ilgi duyması. Led Zeppelin, Queen, Pink Floyd ne yazık ki artık konserlerini izleyemeyeceğimiz gruplardan. Tribute konserleri ise hem onları dinlemek hem de aynı müziklerden hoşlanan insanlarla tanışmak için hoş birer fırsat. Bir diğer neden ise tribute gruplarının orijinallerinden daha az masraflı olması.
Nervana
Orion
The Roadhouse Doors izleyicilerine ‘60lı yıllardaki bir The Doors konseri deneyimini birebir yaşatmak isteyen İrlandalı The Doors tribute grubu. 2009’dan beri çeşitli yerlerde
Türkiye Tribute Maratonu Adele Tribute: Olivia Leigh 17 Mart İstanbul, 18 Mart Ankara. The Doors Tribute: The Roadhouse Doors 24 Mart İstanbul, 25 Mart Ankara. Metallica Tribute: Orion, 30 Mart İstanbul. Nirvana Tribute: Nervana, 5 Nisan İstanbul. Muse Tribute: Muze 7 Nisan İstanbul, 8 Nisan Ankara. Red Hot Chili Peppers Tribute: 14 Nisan İstanbul, 15 Nisan Ankara. Queen Tribute: Prag 21 Nisan İstanbul, 22 Nisan Ankara. Killer Queen 5 Mayıs İstanbul. konser veren grup işini en iyi yapanlardan birisi. Orion ise Metallica tarafından
AJANDA
Tarihten Tribute ve Cover Grupları Tribute grupların yaygınlaştığı şu sıralar, ‘Bu insanlar neyin peşinde?’ sorusunu kendime sorduğumu söylemeliyim. Yanıttan önce birkaç cümleyle bahsi geçecek terimlerin sınırlarını belirgin bir biçimde ayırmakta fayda var. Tribute gruplar, sevip saydıkları grupların peşinden giden gruplardır. Övgüye boğdukları grupların şarkılarını defalarca çalmaktan bıkmayan ve yaratıcılıklarını o alanda kullanmak isteyen (ki çoğu zaman sınırlamak olan) bu gruplar; ‘izinden gittikleri grupların’ sadece müziğini değil aynı zamanda sahne şovlarını da programlarına entegre eder. Çeşitlemeler ile süsledikleri şarkıları başka boyutlara taşıyabilecek olan gruplar ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, bocaladıklarında, ‘iyinin kötü taklidi’ olarak görülebilecekleri bir an illa ki olacaktır. Övgüye boğdukları grubun gölgesinde kalacak tribute gruplar, saygıda kusur etmedikleri grupların satış grafiğini yakalayamayacak ve onlar kadar ünlü olamayacaklardır. Ayrıca bu durumu zaten kanıksadıklarını düşündüğüm tribute grupların bunları önemsemediklerinin de farkındayım. Tribute grup ile karşılaştırılmaması gereken diğer bir kavram cover gruplardır. Evet, tribute gruplar takdir ettikleri grupların parçalarıonaylanmış, dünyanın en iyi Metallica tribute grubu olarak geçiyor. 12 yıllık bir geçmişe sahip olan Orion, Harvester of Sorrow’dan Creeping Death’e bir çok Metallica şarkısını birebir olarak çalacak. Nervana, bilmiyorum söylememe gerek var mı, bir Nirvana tribute grubu. Üç kişiden oluşan Boston’lu grup Nirvana şarkılarını şaşırtıcı derecede benzer çaldığı gibi gayet güzel sahne şovlarına da sahip.
ma aşaması duyurulan kısa film festivalinin kendisi geldi çattı. Ücretsiz takip edilebilecek çok renkli kısacık filmler, hayatınızın bambaşka bir halde bulunmasına yol açabilir. Festivalin farklı farklı bölümleri var: Uluslararası, Kısadan Uzuna, Belgesel Sinema ve söyleşilerden oluşan Deneyimler adlı bölüm. Takip için akbansanat.com adresine gidip ‘Kısa Film Festivali’ sekmesine tıklayın. 18 Mart / İstanbul Tiyatro
Tetikçi
nın coverını yapar bu doğru ancak ‘tek bir grupta’ odaklanmışlardır. Cover grupların böyle bir zorunluluğu yoktur. Cover gruplara verilebilecek en iyi örneklerden birisi Fransa çıkışlı Nouvelle Vague grubudur. Genellikle new wave ve bossa nova türünden (zaten Nouvelle Vague; İngilizce’de new wave ve Portekizce’de new trend demektir) yararlanan grup, kıyıda köşede kalmış parçaları önümüze sunmuş ve daha öncesinde ısınamadığımız bazı parçalara başka bir açıdan bakmamızı sağlamıştır. Bahsetme gerektiğini düşündüğüm diğer bir kavram parodi gruplardır. Parodi gruplar da, tribute gruplar gibi cover yaparlar ancak bu cover parçalar ‘evlere şenMuze, İngiltere’nin en iyi Muse tribute grubu olarak kabul ediliyor. Yine üç kişiden oluşan grup diğerleri gibi saygısını Muse’un şarkılarını birebir çalarak gösteriyor. Her ne kadar ilk başta ucuz bir imitasyon olarak görülse de tribute konserlerinin havası bir başka oluyor. Bir kere oradaki herkes, sahnedeki grup da dahil, asıl grubun fanı oluyor. Bu da inanılmaz bir samimiyet ortamı sağlıyor. Bunun
liktir’. Güfteleri farklı ancak bestelerinin aynı olduğu bu tip coverların ustası “Weird Al” Yankovic’tir. Michael Jackson’ın “Beat It” parçasını “Eat It” ve Madonna’nın “Like a Virgin” parçasını “Like a Surgeon” şeklinde önümüze sunduğu olmuştur. 80’li yıllar kliplerinin parodisi “Weird Al” Yankovic’ten sorulurken, 70’lerde ise bu parodi albüm kapakları üzerinden yapılıyordu. The Residents’ın Meet The Residents albüm kapağı Meet The Beatles ve Frank Zappa’nın We Are Only In It For The Money albüm kapağı, her ne kadar yayımlanmasına izin verilmese de, Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band albüm kapağına göndermede bulunuyordu. -Armağan
Bir suikasta hazır olun. Yoksulluğun, erkekliğin, toplumun, suikastlerin gerçek yüzleri ile tanışmaya hazır olun! Avantgard oyunların sahnesi İkincikat’ta, Bulut Oyuncuları tarafından sahneye konan bu etkileyici oyuna gittikten sonra, kafanız soru işaretleriyle dolacak. 22 Mart / İstanbul-İzmirAnkara Konser
Richie Kotzen
Daha önce 2010 yılında İstanbul’da konsere gelen 42 yaşındaki gitarist Richie Kotzen, bu sefer 3 büyük kenti kapsayacak bir turne için geliyor. En son geçen yıl 24 Hours albümünü çkaran, geçmişte de Poison ve Mr. Big gruplarının bazı albümlerinde yerini alan Kotzen’i hard rock sevenler kaçırmasın.
yanında tribute grupları kendilerini son çıkan albümlerden parça çalma zorunluluğunda hissetmediklerinden en sevdiğiniz şarkıları canlı dinlemenize olanak tanıyor ki en güzel tarafı da bu bence. Tamam, hiç birimiz Pulse konserine gidemeyeceğiz ama bir benzerini neden dinlemeyelim? Hala orijinal Camel grubundan bir şeyler dinleme ümidimi kaybetmedim gerçi. -Günhan 15 Mart-15 Nisan 2012 | 17
AJANDA 22 Mart / İstanbul Konser
The Aristocrats Marco Minnemann, Guthrie Govan ve Bryan Beller’dan oluşan The Aristocrats, Indigo’da sahne alacak. Govan geçen yıl da Türkiye’ye konsere gelmişti. Beller’i ise Steve Vai, Dethklok ve Mike Keanelly’nin künyesinde görmek mümkün. Minnemann da Necrophagist, Paul Gilbert, Tony MacAlpine gibi isimlerle çalışmalar yapmıştı. Heavy metal kökenli deneysel bir müzik tatmak isteyenler konser günü grubu karşılamalı. Gruba kemaneci Ozan Bircan da bu konserde eşlik edecek. 23 Mart / İstanbul Konser
Tiger Lilies
Pek eğlenceli İngiliz kabare punkçıları Tiger Lilies, 23 Mart saat 20:30’da Salon İKSV’de. 2003’te yaptıkları kulaklara durgunluk veren The Gorey End albümleriyle Grammy adayı olmayı başaran bu farklı adamları Türkiye’de görmek, kaçırılmaması gereken bir fırsat. 24 Mart / İstanbul Konser
Malia
Afro-jazz konusunda bir İngiliz’in bu kadar başarılı olmasını dünya da beklemiyordu: Üstelik Malia Bu konuda epey alçakgönüllü. Son zamanlarda yaptığı Nina Simone şarkılarını dünyaya duyurmak için turneye çıkan müzisyen, 24 Mart’ta Tamirane’de olacak.
Ay Boyunca / Çeşitli Kentler
İstanbul Dışından Konserler Birkaç sayı evvel olduğu gibi bu ay da gözümüze İstanbul dışından bol bol konser çarptı, o zaman neden hepsini bir sayfada toplamayalım? Tabi hazır müzisyenleri anmışken İstanbul konserlerini de listeye katmadan etmedik. Bir dönem gençliğinin “Oynatmaya az kaldı” ve “Ellerim bomboş” adlı şarkılarla tanıdığı trombon üstadı Fatih Erkoç, Hakan Süersan ve Erkan Kenç ile birlikte 15 Mart’ta İzmir’de, 19 Mart’ta Antalya’da, 26 Mart’ta İstanbul’da pop, caz, türkü gibi bir çok farklı tarzdan sevilen şarkıları akustik olarak yorumlayacak. İyi bir tiyatro oyuncusu ve usta bir yorumcu olan Zuhal Olcay 16 Mart’ta İzmir’de vereceği konserde Gürol Ağırbaş, Birol Ağırbaş, Cem Tuncer, Tolga Kılıç, Göksun Çavdar ve Levent Bursalı ile birlikte sahne alacak. İzmir’den bir başka konser haberi daha Birsen Tezer’den. 1998 yılında bülent Ortaçgil ile düet yapan, daha sonra da Ortaçgil’in Çığlık Çığlığa şarkısını seslendirerek ses getiren sanatçı 2009 yılında çıkardığı Cihan albümünden şarkılarla 22 Mart’ta İzmir’de konser verecek. Bir Derdim Var ve Cambaz gibi şarkılarla tanıdığımız Mor ve Ötesi son albümleri Masumiyetin Ziyan Olmaz albümlerinden parçalarla 23 Mart’ta Konya’da, 24 Mart’ta Antalya’da konser verecek. Ay sonunda daha belli olmayan tarihlerde ise Rotterdam ve Amsterdam’da da konser verecekleri grubun sitesinde belirtilmiş. Alternatif tarzı ve tarzlarına uygun bir biçimde alışılagelmişin dışındaki vokal anlayışı ile çıktığı dönemde bü-
18 | Boo! Sayı: 5
yük ilgi gören ve şu sıralarda Türkiye’nin alternatif müzik piyasasının önemli isimlerinden biri olan Duman 23 Mart’ta İzmir Ooze Venue’da sevenleriyle buluşacak. Can Bonomo hareketli performansları ve kendine has tarzı ile sevilen bir sanatçı. Bu seneki Eurovision’da Love Me Back adlı parçayı seslendirecek olan sanatçı turne kapsamında 24 Mart’ta Bursa’da, 30 Mart’ta İzmir’de, 13 Nisan’da da Ankara’da konserler verecek. 2009 yılında çıkan Perili Sirk ve 2011 yılında yayımladıkları Diğer Masallar (ve bu albümde yer alan Pembe Mezarlık adlı şarkı) ile şöhret kazanan Model de bir Türkiye turnesine çıkıyor. 24 Mart’ta Çanakkale, 13 Nisan’da Bursa, 14 Nisan’da Eskişehir’deler. Sesinde serotonin olduğundan şüphelendiğim Jehan Barbur 29 Mart akşamı İzmir’de. Aynı akşam Eskişehir’de bir başka güzel ses, Melis Danişmend sahne alacak. Yılların eskitemediği bir isim
Yeni Türkü. Resim, Karanfil, Dönmek gibi şarkılarla bir çok insanın beğenisini ve hatta hayranlığını kazanmış grup 30 Mart’ta Ankara’da, 6 Nisan’da da İzmir’de konser verecek. Arda Tunçboyacıyan ile beraber çıkardığı Nefrete Kine Karşı’dan parçalarıyla Yaşar Kurt 30 Mart’ta Bursa’da konser veriyor. Son albümü Bende Bi’ Aşk Var’ı bu senenin başında çıkaran pop müzik sanatçısı Göksel 6 Nisan’da Ankara Jolly Joker’de. Tuana, Med Cezir, Yeter ki Onursuz Olmasın Aşk gibi şarkılarıyla sevdiğimiz, Türkiye’nin en iyi bas gitaristlerinden birisi Levent Yüksel 7 Nisan’da Ankara’da en sevilen şarkılarını seslendirecek. -Günhan
AJANDA
29 Mart - 21 Nisan 2012 / İstanbul
Nur Ataibiş, “...ve Ötesi” Sergisi Çok müşkül durumdayız, sergiyle ilgili olarak bize gelen basın bültenini aynen aktarıyoruz:
İnsan… Geceyi ve gündüzü içinde barındıran... Kendi cennetini de cehennemini de yaratabilen… Hem sefil hem yüce... Sonsuz ve sınırsız… İnsan… Duvarların ötesine geçip kendinin tutsağı olmaktan kurtularak geleceğe nasıl bir dünya bırakmak istediğini düşünebilecek mi? “…Ve Ötesi” bir kentin henüz keşfedilmemiş bir mekânına ait bir duvardır belki de… Duyarlı olduğu konulara eserleriyle dikkat çekmeyi başaran ressam Nur Ataibiş’in; dış dünyadaki iktidarın gücü, doğanın yok edilişi, göç, kaos ve şiddet gibi meseleleri içsel yolculuğuyla birleştirerek bilinçaltı katmanlarını ortaya koyduğu çalışmalarına yer verdiği 10. kişisel sergisi “…Ve Ötesi”, 29 Mart – 21 Nisan tarihleri arasında Dem-art Sanat Galerisi’nde sanatseverlerle buluşuyor.. Nur Ataibiş; sergide yer alan eserlerinin, batık kentler ile yaşayan kentler arasında, suların altında ve üstünde bir yerlerden, sürreal mekânlardan ve uygar dünya imgelerinin insanda yarattığı çelişki ve korkulardan parçalar yansıttığını belirtiyor. Eserlerinde Zeynep Sayın’ın sözleriyle “kendi tarihini, kendi kayıt altına alınmışlığını apreleyen”, yaşarken çalıştığını ve çalışırken yaşadığını özellikle vurgulayan Nur Ataibiş; “…Ve Ötesi” isimli kişisel sergisinin kabullenme döneminin bir sonucu olduğunun altını çiziyor. İlk kişisel sergisini 1999 yılında açan, yurt içi ve yurt dışında pek çok sergiye imza atan Nur
Ataibiş, eserlerinde insana dair çelişkileri ve korkuları yansıtırken insanın ilişki içinde var olmayı öğrenmesi gereğinden yola çıkarak toplumların özledikleri demokrasiye kavuşabilmesi için bireylerin bu süreçten geçmeleri gerektiğine inanıyor. İşlere derinlik kazandırarak geçmişi, şimdiyi ve geleceği yansıtmasına yardımcı olduğunu düşündüğü malzeme ve dokulara ağırlıklı biçimde yer veren Nur Ataibiş; “…Ve Ötesi” başlıklı sergisindeki eserlerinde muslukçu keteni, kum, zift, tutkal, kağıt, cam tozu, sprey boya, macun ve akrilik boya gibi malzemeler kullandı. Nur Ataibiş’in “…Ve Ötesi” başlıklı sergisi 29 Mart-21 Nisan tarihleri arasında Pazar günleri hariç 11:00 – 18:30 sa-
27-31 Mart / İstanbul Festival
Babylon Newcomers Fest ‘Yeni gelenler’in en parlakları bu festivaldeymiş! Postendüstriyelin getirdiği yeni seslerden, drone müzik türünün kirli gitarlarından bluesa ve rock müziğe uzanan geniş bir yelpazede çok parlak grupları ağırlayacak olan Babylon’daki Newcomers Fest, kombine biletlerin 50 liradan başlamasıyla da şaşırtacak kadar ucuz. Gönül ister ki etkinlikler ücretsiz olsun, ancak Babylon’u öğrenciler için yüksek fiyatlarıyla tanıyoruz. O yüzden iyisi mi siz kaçırmayın, baharı karşılayan Mart ayında yepyeni müziklerle kulak boşluğunuzu doldurun. Festivaldeki gruplarsa gün sırasına göre: Kill It Kid / The Ringo Jets, Little Fish / The Away Days, Factory Floor / Men With a Plan / Club Bangkok, Ikonika / Stay + / Mondual şeklinde.
29 Mart / İstanbul Konser
Timber Timbre
atleri arasında Dem-art Sanat Galerisi’nde sanatseverlerin ziyaretine açık olacak.
Folk sevenler buraya! Üstelik bu Canadian Folk. Hem de ödüllü bir üçlüden. 2009’dan beri yaptıkları albümler folk dinleyicisi tarafından pek sevilen Timber Timbre, 29 Mart saat 21:30’da Salon İKSV’nin konuğu oluyor. Bilet fiyatları tam 35, öğrenci 25 TL şeklinde.
Sanata olan tutkusunu fark etmesinin ardından 1991 - 1994 yılları arasında Kasım Koçak atölyesinde temel sanat eğitimi ve çeşitli hocalardan Felsefe ve Sanat Tarihi dersleri alarak sanatı her yönüyle inceleyen Nur Ataibiş, 1994 yılında kurduğu atölyesinde çalışmalarına devam ediyor. İlk kişisel sergisini 1999 yılında açan ve çok sayıda karma sergiye katılan Nur Ataibiş çalışmalarına İstanbul’da devam etmektedir. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 19
AJANDA 29 Mart / İzmir Konser
Jehan Barbur Türkiye’de kendi müziğiyle beklenenin çok üstünde çıkış yakalayan mütevazi, yeni ve yenilikçi bir müzisyen, Jehan Barbur 29 Mart saat 22:30’da İzmir Bios Bar’da sahne alacak. 2009’da çıkardığı ilk albümü “Uyan” ve yeni albümü “Hayat”tan parçalar söyleyecek. Jehan Barbur bildiğiniz gibi son albümünün prodüktörlüğünü de kendisi üstlenmişti. Bu parlak sanatçıyı dinlemek için İzmirliler, bence 29 Mart akşamı Bios’ta olun. 31 Mart / Ankara Konser
Athena
Yıllardır başarıdan başarıya koşan Athena, Mart ayının son günü Ankaralı müzikseverlerle buluşacak. VIP bilet sahiplerinin pek bir ayrıcalıklı olduğu bu konser, son dönemin popüler konser mekanlarından Jolly Joker Balans Ankara’da saat 22:00’da gerçekleşecek. 6 Nisan / İstanbul Konser
Photek
Drum’n’bass tarzının babası İstanbul’da! Rupert Parkes (bilinen adıyla Photek) 90’ların başında tek başına drum’n’bass “dünyasının” sembolüydü. Ama şimdi durum öyle değil! Hali hazırda bu dünyayı hem kuran adam, hem de en büyük temsilcisi olma özelliğini taşıyor kendisi. Hem DJ, hem prodüktör. Photek, 6 Nisan saat 23:30’da Babylon sahnesinde. 6 Nisan / İzmir Konser
Yeni Türkü
Çocukluk, gençlik, tüm bir hayat onların müzikleriyle geçti. Hala eskimediler. Piyasada tüketim ürünü gibi seri üretilen müzikler arttıkça aksine onlar değerlendi. Yeni Türkü, 6 Nisan’da İzmir Bios Bar’da sevenle-
31 Mart - 15 Nisan 2012 / İstanbul
31. İstanbul Film Festivali İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın bu yıl 31.’sini düzenlediği Uluslararası İstanbul Film Festivali 31 Mart-15 Nisan tarihleri arasında gerçekleştiriliyor. Bu seneki festival de dolu dolu. Hızlıca bölüm başlıklarına göz atalım isterseniz: -Uluslararası Yarışma: On bir film Şakir Eczacıbaşı anısına verilen Altın Lale ödülü için yarışacak. -Sinemada İnsan Hakları Yarışması: Avrupa Konseyi ve Eurimages işbirliğiyle verilen Avrupa Konseyi Sinema Ödülü (FACE), bu bölümde yer alan ve insan hakları konusunda kamuoyunda duyarlılık ve bilinç uyandıran, bu konunun öneminin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunan bir filme veriliyor. -Türkiye Sineması 2011 2012: Ulusal Yarışma, Yarışma Dışı, Yeni Türkiye Sineması ve Belgeseller alt başlıklarında toplam 39 film yarışıyor. -İKSV 40. Yıl “Sinema ve Müzik”: Düzenlediği festival ve etkinlikleriyle İstanbul’un kültür ve sanat yaşamında önemli bir rol üstlenen İstanbul Kültür Sanat Vakfı, 2012 yılında 40. yaşını kutluyor. İstanbul Film Festivali de özel bir bölümle İKSV’nin 40. yılını kutlayacak. “Sinema ve Müzik” başlıklı özel bölümde, İKSV’nin kuruluş yılı olan 1973’ten bu yana her 10 yıldan seçilmiş beş müzikal film seyirciyle buluşacak. -Dünya Festivallerinden: Belli başlı film festivallerinde öne çıkan, dünyanın dört bir yanından çoğu ödüllü filmlerden oluşan bu bölüm, en son sinema akımlarını yansıtıyor, dünya sinemasının en yeni yapıtlarını bir araya getiriyor. -Antidepresan:
20 | Boo! Sayı: 5
Festivalin
mizahi yönü ağır basan bölümü. Hayatın yükünü biraz olsun hafifletmek için dokuz film bu bölümde yer alıyor. -Mayınlı Bölge: Sinemanın farklı, deneysel ve aykırı olarak nitelendirilebilecek filmlerinin toplandığı bölüm. Canvar, P-047 ve Michael aralarında merak ettiklerim. -Yunanistan’da Neler Oluyor?: Son dönem Yunan sinema örnekleri. Özellikle ekonomik çöküş ve sonrası ile ilgili bir şeyler anlamak için izlemek önemli. -Devrimin Filmini Çekmek: Tunus, Mısır, Suriye, Libya gibi devrim rüzgarlarının estiği bölgelerin filmleri, anlayışları, devrimsel belgeleri. Sadece bu kadar da değil, Terence Davies, Marjane Satrapi, Corneliu Porumboiu, Bril-
lante Mendoza, Nuri Bilge Ceylan ile sinema dersleri, Micha X. Peled, Murathan Mungan ve Sevin Okyay ile yapılan söyleşiler, Yunan Sineması, Wuxia, Van Depremi, Hes’ler üzerine söyleşiler ve nice atölyeler de 31. Uluslararası İstanbul Film Festivali programı içinde. Her festivalde olduğu gibi oturma düzeni ve bilet alım sorunları ile ilgili problemler olsa da yine de Faust, Khodorkovsky, Portret V Sumerkakh gibi filmleri izlemek için gidilesi bir etkinlik. Ajandanızda yer ayırmayı unutmayın. -Günhan
AJANDA
9 Nisan 2012 / İstanbul
This Will Destroy You Post rock müziğin farklı sesleri arasında olan This Will Destroy You uzun bir dönem Sigur Ros ve Mogwai gibi grupların arkasında kaldı. 2006 yılında yayınladıkları Young Mountain isimli EP’leri minimal kapak tasarımı ve hikayesi olan parçaları ile Amerika dışında küçük bir dinleyici kitlesinin gönlünde büyük bir yer edindi. Amerika’da ise en prestijli müzik dergileri arasında yer alan Rock Sound tarafından yılın albümü seçildi. Kendi isimlerini taşıyan çıkış albümleri ise 2008 yılında yayınlandı. Yedi parçadan oluşan bu albüm Rock Sound tarafından yılın beşinci en iyi albümü seçildi. Aynı zamanda bu albüm ile birlikte ilk Avrupa turnesini gerçekleştirdi. Geçtiğimiz sene ise Tunnel Blanket isimli ikinci stüdyo albümlerini yayınlayan This Will Destroy You, eleştirmenlerden tam not aldı ve şu ana kadar yayınladı-
7 Nisan / Ankara Konser
Levent Yüksel Levent Yüksel yıllar içerisinde çizgisini koruyan mütevazi bir müzisyen olmasına rağmen, Türkiye’de pek sevilir. Aslında çok iyi bir bas gitarist olan Yüksel’in yıldızı bildiğiniz gibi Sezen Aksu ile şarkı söylemesiyle parlamıştı. O günlerden bugünlere Levent Yüksel pek değişmese de sevenleri giderek arttı. Önümüzdeki konseri Jolly Joker Ankara’da, 7 Nisan saat 22:00’de. İçeriye girmek isteyen dinleyiciler VIP için 60, normal giriş için 30 TL vermeli. ğı en iyi albüm olarak nitelendirildi. Billboard listelerine 25. sıradan giren Tunnel Blanket, başarısını perçinlemiş oldu. Easternbull Entertainment ile Türkiye’ye ilk kez gelecek olan This Will Destroy You 9 Nisan’da dinleyici ile buluşa-
cak. Ve bize “Quiet”, “There Are Some Remedies Worse Than the Disease”, “World is Our___” gibi parçaları ile hayallerimizdeki yerlere gitmemiz için bir bilet verecek. -Mert S.
18 Nisan 2012 / İstanbul
Errors 2004’te Glasgow’da, Simon Ward, Greg Paterson ve Stephen Livingstone tarafından kurulan grup yakaladığı yüksek enerji ile bir anda dikkatleri üzerine çekti. Yarattıkları kaliteli elektronik altyapı Mogwai’ın kulağına kadar gitti ve Mogwai’ın da bağlı olduğu Rock Action Records ile anlaşma imzaladılar. Aralarına James Hamilton’ın da katılması ile ilk albümlerini yayınlayan Errors’ın hayran kitlesi de hatırı sayılır bir şekilde büyüdü. Ardından 2010’da ve bu sene yayınladıkları albümler ile elektronik müzik ile indie arasında harika bir sentez yakaladıklarını ispatladılar. Hatta müzikal altyapıları öyle zengin ki dans ritimlerinden bir anda dinlendiren post-rock tonlarına geçiş yapabiliyoruz. Müzik
riyle buluşuyor. Bilet fiyatları 34 TL ama, bilmiyorum değmez mi ?
yaşamlarının büyük bir bölümünde Mogwai ile turladıktan sonra Eurosonic ve SXSW gibi dünyanın önemli festivallerinde de sahne aldılar. Bir buçuk ay sürecek olan İngiltere turnelerinden önce Türkiye’yi ziyaret edecekler. 18 Nisan’da Babylon’da bize kah zıplamadan olmaz diyip günlerce boy-
10-15 Nisan / İstanbul Festival
Garanti Caz Yeşili Nordik Müzik Festivali
Babylon’un ev sahipliği yaptığı festivalde göze çarpan ilk isim Kings of Convenience. Tabi ardından 144.5 TL’lik bilet fiyatı da grubun hayranlarının suratına çarpıyor. Çok kısıtlı bir seyirci kapasitesi ayrıldığı için fiyatlara rağmen tüm biletleri tükenen grubun konseri anlaşılan VIP havasında geçecek. Festival boyunca diğer gruplar Sin Fang, Amiina, Soley, Hess Is More ve Korallreven’dan oluşuyor. Gün, saat, bilet gibi mevzulara Babylon’un sitesinden ya da Biletix’ten göz atabilirsiniz.
numuzu ve sırtımızı ağrıtacak, kah soluklanmamız için zaman tanıyıp aklımızda bambaşka düşünce balonları açacak. Yıldızını yurtdışında da parlatmaya kararlı olan Errors’ın bu performansını izlemek grubu yakından tanımak için de harika bir fırsat. -Mert S. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 21
P覺nar Derin Gen癟er pinarderingencer@gmail.com
etkinlik
22 | Boo! Say覺: 5
Van Gogh Alive:
Van Gogh ile Yıldızlı Bir Gece “Çerçeve yok, içindesin” sloganı, şaşırtıcı görselliği ile İstanbul’u kasıp kavuruyor Van Gogh Alive. Uçuşan kargaların karanlığı ruhunuzu sararken; çıkıveren sarının sıcaklığı kaplıyor benliğinizi. Şimdi dünyayı dışarıda bırakın ve dalın Van Gogh’un uçsuz bucaksız hayal alemine.
V
incent Van Gogh, şubatın o kahreden soğukluğunda çiçekli badem ağacının mavi kokusu eşliğinde heyecan verici yeni bir dünyanın kapılarını aralamak için İstanbul’un konuğu oldu. Karaköy Antrepo 3’te sanatseverleri yeni ufuklarla tanıştıran sergi dinsel bir ilham niteliğindeydi. 15 Şubat-15 Mayıs tarihleri arasında İstanbul’un kanatları altında olacak olan Van Gogh’u ziyaret edecekler önceden benimsediğiniz tüm geleneksel müze ziyareti fikirlerinden vazgeçin, eserlere uzaktan bakmak için sessiz sanat galerilerinde parmak ucunda yürüme kavramının tamamını unutun, içerikle etkileşim kurma şeklinizi değiştirin, ruhunuzu bir “sergi”nin ne olması gerektiği ile ilgili inançlardan sıyırın. Unutulmaz bir deneyim olarak hayatınızda yer edecek birleştirilmiş ve yükseltilmiş canlı bir ışık, renk ve ses senfonisine kendinizi hazırlayın. Dev ekranlar, duvarlar, kolonlar, zemin ve hatta tavanı kaplayan 3000’den fazla dev boyuttaki Van Gogh görseli sanatla olan bağınıza farklı bir bakış açısı getiriyor.
Bir yanı elle tutulacak gibi gerçek, öte yanı uçucu İnsan kimi zaman bir yazarı, kimi zaman bir ressamı kendine çok yakın sayar. Gerekçesini bilir. Dillensin istemez. Saklar. Van Gogh bu iki kimliği ruhunda barındırarak, tutkun hale getirmiştir insanlığı kendine. Dünyayı kavrama biçimi, çocuksu düşselliği, sanatının inatla yaşamı kovalamasıyla büyülendik hepimiz; Van Gogh’un gösterişten uzak ama iddialı yapıtlarından. İfade gücünün o denli yüksekliği sayesinde kavuştuk on yedi yıl boyunca, intiharından iki gün önceye dek kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplardan oluşan gizli bahçesine. Siyasal derinliği, entelektüel arayışları ile kendi eser olmuş, bir yanı elle tutulacak gibi gerçek, öte yanı uçucu biriydi. Öldürdüler onu. Vincent, mektuplarında çalışmalarını, esinlerini ve düşünce yapısını o kadar detaylı açıklıyordu ki, yaşamı boyunca sadece dikkat çekici bir sanatçı değil ayrıca olağanüstü bir mektup yazarı olarak da ün saldı. 819’u Vincent tarafından yazılmış (651’i Theo’ya) ve 83’ü Vincent tarafından alınmış (41’i Theo’dan) olan
toplam 902 Van Gogh mektubu hazine olarak saklandı. Önde gelen bir modern sanat dergisi olan Mercure de France’ın sanat eleştirmeni Albert Aurier, Ocak 1890 gibi erken bir dönemde gayri resmi olarak Vincent’in mektuplarından alıntılar yayımlıyordu. İlk resmi yayın 1892 yılında Richard Roland Holst Kunstzaal Panaroma’daki (Amsterdam) Van Gogh sergisi için hazırlanan kataloga 4 kısa alıntı eklediğinde gerçekleşti. Vincent’in mektuplarının en ünlü basımı 1914’te yapıldı. Theo’nun o sırada dul olan eşi Jo Van Gogh-Bonger, “Brieven aan zijn broeder”i yayımladı. Üç ciltlik geniş baskı, Vincent ve Theo tarafından yazılan mektupların çoğunu ve ayrıca birkaç aile mektubunu da içermekteydi. Sergiden bağımsız kısa ve önemli bir not olarak Pınar Kür’ün çevirisini yaptığı Vincent’in Theo’ya yazdığı mektupların bulunduğu “Theo’ya Mektuplar” isimli kitap Yapı Kredi Yayınlarından en kısa zamanda edinmeniz için sizleri beklemekte. Ki serginin büyüleyici ambiyansında dolaştıktan sonra mektupları okumayı kesinlikle istiyor olacaksınız. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 23
Birtakım Resimler Kırmızı Üzüm Bağı Sarı Ev olarak bilinen evinin yer aldığı Arles’daki bir üzüm bağını yansıtan bu resminde Paul Gauguin’in etkisi görülebiliyor. Sonbahar kırmızıları ve sarıları ile akşam güneşinin nehirdeki parıltılarıyla kendinden geçen Van Gogh, bir akşam yürüyüşünden sonra hafızasına resmetti. Kontrast renk teorisinin kalıplaşmış kurallarını hiçe sayması zamanının ötesinde bir tarz ile sonuçlanmış ve genellikle daha geniş sanat çevreleri tarafından kabul edilmemiştir. Yaşamı boyunca Anna Boch’a 400 Frank’a sattığı tek resimdir. Natürmort: Vazoda 12 Ay Çiçeği Paris’teki Montmartre bahçelerinden ilham alarak, sarı ve kahverenginin doğurduğu umut ve gün ışığıyla dolu güzel bir dünyayı gözlerimize seriyor. “Ay çiçeği bir açıdan bana ait” cümlesini Theo’ya mektuplarında kullanan Vincent’in kompozisyonunu temel elementlere ve renklere, özellikle en sevdiği renk olan sarıya indirgeyebilme yeteneği eserlerine realizmi yitirmeden büyük bir sadelik kattığını sergiyle deneyimleyeceksiniz.
Vincent’in Yatak Odası Zamanın Hollandalı sanatçıları tarafından kullanılan yumuşatılmış renklerin yanı sıra kesinliğin kısıtlayıcı elementleri ve perspektif çerçevesini dikte eden realizme isyan ediyor. Saint-Remy’deki akıl hastanesine kapatıldığında hafızasından yaptığı bu resim, Van Gogh’un ürettiği üç yağlı boya resminin üçüncüsüdür. Kulağı Sargılı Otoportre Van Gogh, Gauguin’in Sarı Ev’i terk edip Paris’e döneceği ve dolayısıyla Van Gogh’un stüdyosunu paylaşma hayallerini yerle bir edeceği haberini duyduğunda sinirlenmiş ve yıkılmıştı. 23 Aralık 1888 gecesi, Gauguin’e göre Van Gogh’un kendisini bir jilet ile tehdit ettiği korkunç bir tartışma sonrası, Gauguin evi terk etti. Ertesi gün döndüğünde polis onu bekliyordu, çünkü Van Gogh bir kan gölü içinde, kulağının bir bölümü kesilmiş ve yerel bir randevu evinde çalışan Rachel isimli bir fahişeye teslim edilmiş şekilde bulunmuştu. Kontrollü ve düşünülmüş fırça darbeleri, parlak yeşil arka plan ile birlikte sargılı suratı ve büzülmüş duruşu, bir gerginlik hissi ve bu dünyaya ait olmayan
ressamlarının rahat ve güvenli biçimde toplandığı bir yerin resmedilmiş halidir. Sarıya olan düşkünlüğünü yine hücrelerinizde hissedeceksiniz. Işığı ve refahı temsil ettiğini düşündüğü için mi kullanıyordu sarıyı bu denli resimlerinde bilmiyor olsak da Vincent için vazgeçilmez bir yerdeydi bu renk. bir atmosfer yaratıyor. Teras Kafe Kafenin davetkar, sıcak sarı ışığının, yine sarının dokunduğu, yıldızlarla aydınlanan gece gökyüzünün karanlığına karşı kurulması, zamanının
Sandalye ve Pipo Gauguin ile aralarındaki gergin ilişki nedeniyle yaşadığı keder ve yalnızlık duygularını açığa çıkarmaktadır. Gauguin’in sandalyelerinden biriyle aynı zamanda, Aralık 1888’de resmedilen Van
“Dünya ve dünyanın ihtirasları geçicidir.” Van Gogh İncil’de geçen bu sözden yola çıkarak hayatını öyle güzel renklendirmiş ki, sergide dikkatlice oluşturulmuş deneyimin değişken “hareketleri”ni hem bağımsız olarak, hem de daha geniş hikayenin bir parçası olarak keşfedeceksiniz. ‘Hareketler’, Vincent’in otoportrelerinden oluşan bir seri ile başlıyor. Vincent’in sorunlu ve değişken duygu durumunu, resimlerin tarzı ile tonu açıkça betimliyor. İlk ‘Hareket’ Vincent’in ana vatanı Hollanda’yı betimler. 24 | Boo! Sayı: 5
Gogh’un sandalyesi, mütevazı ahşap bir sandalyedir. Üzerindeki tütün ve pipo haricinde boş ve yalnızdır. Gauguin’in sandalyesi ise çok daha süslü ve savurgandır. Van Gogh’un kendisini, dünyevi ve egoları yüksek Gauguin’den daha çok, sık sık resmettiği köylülere yakın görmüş olması mümkündür. Ren Nehrinde Yıldızlı Bir Gece Gece gökyüzü ve yıldızlara olan hayranlığını, Eylül 1888’de yaptığı üç resmi, Ren Nehrinde Yıldızlı Bir Gece, Teras Kafe ve Eugene Boch’un Portresi’nde sembolize etmiştir. Parlak ışıklarla aydınlatılmış evlerle parlayan yıldızlar ve su üzerindeki ışık yansımaları hep birlikte mistik bir ha-
Dönem tarz olarak karanlıktır. Manzaralar, insanlar, ilerleyen yıllarda geliştirdiği, ‘modern’ sanatın temellerini atacak olan canlı stilden çok farklı olup bastırılmış ve dünyevi tonlarda resmedilmiştir. Deneyim Hollanda’dan Fransa’ya ilerler. Vincent, Paris’in enerjisinden ve empresyonist ressamlardan etkilenmiştir. Paleti parlak çiçekler, bahçeler ve meyve sepetleri tablolarına dönüşürken yavaş yavaş Vincent’in sevilen tarzı ortaya çıkmaya başlar. Paris’ten trenle, Fransa’nın güneyinden Arles’a yol alıyor ve Vincent’in canlı ve iyimserlikle dolu resimlerine geçiş yapıyoruz. Bu-
va yaratıyor. Süsen Çiçekleri 8 Mayıs 1889’da Van Gogh, arkadaşı Pastor Salles’in tavsiyesi üzerine yakındaki bir kent olan Saint-Remy’deki Saint Paul-de-Mausole Akıl Hastanesi’ne yatmayı kabul etti. En büyük korkularından biri, kardeşi Theo’ya aylık kirasını tamamlamak için yaptığı 100 franklık yardımı kazanabilmek için resim yapmaya devam etmesine izin verilmemesiydi. Van Gogh, akıl hastanesi yöneticisi Doktor Peyron’un gözetimine verildi ve kendisine giriş katında bir oda tahsis edildi. Bir ay içerisinde resim yapmaya tekrar başladı, Süsen Çiçekleri burada tamamladığı ilk resimlerinden biriydi. Belirgin si-
rası için Vincent’in en mutlu ve üretken olduğu yer şeklinde söylemlerin olduğunu fısıldamak isterim. ‘Hareket’ Van Gogh’un “Ayçiçekleri” serisi ile başlıyor. Hayata, manzaralara ve bölgenin insanlarına geçiş yapmadan önce Van Gogh’un Japon sanatına olan sevgisine dokunur. Ayrıca ‘hareket’ içerisinde Vincent’in hızla akıl hastalığına doğru yol alması da sunulur. Vincent’in Arles’daki Yatak Odası resmi, duygusal dengesizliğinin açık dönüm noktası olarak gösterilir. Van Gogh, Saint-Remy’deki akıl hastanesine yattığında ruh ha-
Yıldızlı Gece Saint-Remy kentinin akıl hastanesinden bir gece gökyüzü, girdap gibi dönen bulutlar ve hilal evresindeki ay ile on bir yıldız arka planda sahneye derinlik kazandıran küçük kuleyi yansıtan ön plandaki serviye eşlik ediyor. Akışkan fırça darbeleri ve dönen gökyüzü, yoğun duyguları belirtir ve derinlemesine problemli bir zihne bir bakış sağlarken ümitsizlik hissi oluşturmuyor. Otoportre Kargaşa ve karmaşık duygularla dolu endişeli bir yüz ile bakan Van Gogh sakin ama belirsiz görünüyor. Çiçek Açmış Badem Ağacı Yeni bir canlının hayata gelişinin getirdiği iyimserlikti sanırım mavi gökyüzüne narin çiçek palet ve kalıplarını kondurmasını sağlayan Van Gogh’un. 31 Ocak 1890’da Theo’nun karısının doğurup Vincent adı verilen yeğeninin yarattığı güzel duyguların resmi diyebiliriz.
linde bariz bir değişiklik olmuştu. Hem işkence çeken, hem de huzurlu manzaralar üretti. Sergide “Yıldızlı Geceler” serisi ile ima edilen umut ışıltısında zirveye ulaşan, kriz ve kontrol arasındaki bariz çelişkiyi gözlemleyeceksiniz. Kapanış ‘hareketi’ Auvers-surOise’ın geniş açık alanlarını içeren geniş manzara çalışmalarını inceliyor. Van Gogh’un o sıralarda hissettiği boşluğun yansımalarını belirgin biçimde içinizde hissediyor olacaksınız. Çıkış görüntülerinde Van Gogh’un tartışmalı biçimde en lanetli ve temel çalışması, “Buğday Tarlası ve Kar-
Auvers’te Kilise Kırmızı Üzüm Bağı’nın gerçekleşen satışına ve akıl hastanesinden ayrılacağı haberlerine sevinerek, hem renkli hem de pozitif olan çiçekler serisi resmetmeye başlamıştı. Bahçesinin aydınlık kilisenin gölge içinde olması kaybettiği Protestan kariyerinin bir sembolü olarak nitelendirilebiliriz. Doktor Gachet’in Portresi 15 Mayıs 1990’da üç dakika içinde 82.5 milyon Amerikan Doları’na Japonya’nın ikinci en büyük kağıt imalatçısı Ryoei Saito’nın almasıyla, en pahalıya satılan resim olma rekorunu taşıyor. Her ne kadar doktorun kendi sinirsel problemlerinin en az kendininkiler kadar ciddi olduğunu iddia etse de Van Gogh doktorunu sevmişti. Buğday Tarlası ve Kargalar 27 Temmuz’da Van Gogh, Theo’ya hiç bitirmediği bir mektup yazmaya başladı. Mektubun ortasındayken kentten tarlalara yürüdü ve burada kendisini vurdu. Muhtemelen Van Gogh’un yaptığı son resim, eli kulağında kederi ve hatta ölümü betimleyerek sıkıntılı zihnini gösteren Buğday Tarlası ve Kargalar büyük hüznünün ve aşırı yalnızlığının bir yansımasıdır.
galar”, son günlerindeki ruh halinin yansımasıdır. Deneyim tam bir daireyi tamamlıyor. Son bir retrospektif ‘hareket’ Van Gogh tarafından kariyeri boyunca ürettiği birçok kuvvetli ve genellikle düşüncelere daldıran otoportrelerini inceler. Acının ve düş kırıklığının ilacı herkese göre değişse de; Van Gogh yaşama kaynağını büyüleyici fırça darbelerinde bulmuştur. Bütün çelişkilerini, iyimserliklerini, kusurlarını, şiddetini tüm çıplaklığıyla deneyimleyeceğiniz görsel bir şölen için Van Gogh Alive’ı ziyaret edin. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 25
Bitti.
yah kontur kullanması, resmin betimleyici gücünü yeniden güçlendirmeye yardım eden Japon tahta kalıp baskılarının belirtisidir ki bunu sergide bizzat görme zevkini tadıyor olacaksınız.
Merve Sevinç mrvsevinc@gmail.com
röportaj
Melis Özdil:
Bir Gezi Projesi Yine Yollarda Melis Özdil, bundan bir yıl önce hayalinin ne olduğuna karar verdi ve Bir Gezi Projesi’ni masaya koydu. Dünyayı gezme düşüncesini hayallerinden aldı, gerçek hayata koyuverdi. Melis, bizler için hayallerimizin o kadar uzakta olmadığını göstermeyi amaçladığı projesini anlattı. 26 | Boo! Sayı: 5
Bize Bir Gezi Projesi’nden bahsedebilir misin? Bir Gezi Projesi, Ocak 2011’de bir anda hayallerimi şekillendirmemle oluştu. Ben yıllardır dünyayı gezmek istiyorum, her yere gitmek istiyorum, kutuplara bile gidesim var. Bir gün, bir çıkmazdayken her şey kafamda oluştu ve ben de yapmak istediğim projeyi etrafımda olan insanlarla, arkadaşlarımla paylaştım. Yaklaşık bir ay sonra İstanbul’a geldim. Belli konular vardı zaten ama insanlarla konuştukça paylaştıkça herkesin tepkisiyle olumlu olumsuz, daha da büyüdü ve tam şekline oturdu. Daha sonra proje üzerine düşünme ve odaklanma süreci başladı. Ne yapmak ve ne yansıtmak istediğimi düşündüm. Dediğim gibi paylaşarak büyüyen bir proje, çünkü ben bunu tek başıma yapmak istemedim hiç bir zaman. Tek başıma oraya buraya gidip blog yazıp fotoğraf çekebilirdim. Ama önemli olan bunu arkadaşlarım ve benim gibi düşünen insanlar, aynı hayali paylaşan insanlarla yapmaktı. Çalışmaya başladım ve önce Facebook sayfasını kurdum 26 Ocak’ta. Hiç bir şey yoktu o zaman, sadece hayal vardı ve ana me-
tin vardı hayalin ne olduğuna dair. Bunun üzerine çalışmaya başladım. Mart ayında baktım ben bunu yapıyorum ve bir ülke seçmemiz gerek. İlk ülkemizi seçtik, birçok arkadaşıma teklifte bulundum. Kimisinin hayat koşulları, kimisinin iş durumu, kimisi kabul etti kimisi reddetti. Mayıs ayında Fas’a gittik. Orası için nasıl bir süreç geçirdiniz, sponsorlar ve hazırlık süreci hakkında bilgi verebilir misin? Bodrum’da yıllardır beni tanıyan ya da tanımayan insanlarla görüştüm. Maddi durum var tabi işin içinde, bunu sağlayabilmek için firmalarla görüştüm. Bütçemiz çok küçüktü. Belki para biriktirerek ya da tutumlu olarak bu parayı toparlayabilirdim. Ama önemli olan bir ismi, markayı yanımıza alabilmekti. Ben de o yüzden 20’nin üstünde firmayla, isimle görüştüm. Küçük küçük bütçeler topladım ve o bütçelerle ilk ülke Fas’a gittik. Yolculuk nasıldı? Zeynep adında bir arkadaşım var, onu uzun süredir tanıyorum, biliyorum da nasıl biri olduğunu. O yolculukta ya-
nımda olabilecek bir kişiydi. Bir kişiye daha ihtiyacım vardı. O sırada Facebook sayfasında bir izleyici artışı vardı. İnsanlar takip etmeye, ne bu diye sormaya başlamışlardı. Ki o zamanlarda daha hiç bir şey yoktu. Nasıl ucuza gezilir gibi ipuçlarını paylaşıyordum sadece. Gamze’yle tanıştım. Skype üzerinden iletişim kurduk. Son 2 haftada bütçeyi tamamladım. 3 Mayıs’ta Fas’a gittik. Gitmeden nasıl bir hazırlık yaptınız? Fas’a gitmeden önce ben rotayı çalıştım. İlk defa böyle bir şey yapıyorduk ve kısa sürede çok fazla şey yapmak istiyordum. Çünkü ben aslında Fas’a ihtiyaçlarımı öğrenmek için gittim. Program çekmek için değil de ben bu işi yapabilir miyim, kaç kişiye ihtiyacım var, nasıl karakterde insanlarla gitmeliyim, neye dikkat etmeliyim, bütçeyi hesaplarken nasıl yapmalıyım sorularına cevap aradım. Fizibilite çalışması idi aslında. 12 gün boyunca Fas’taydık. Toplam bütçemiz 3200 TL civarındaydı. 3 kişiydik ve orada bir fotoğrafçı arkadaşımız daha bize katıldı. Bize yardımcı oldu. Onun da bütün ihtiyaçlarını karşıladık ve 12 gün boyunca araba da kiralayarak Fas’ı gezdik. Çok büyük bir rotaydı ve en önemli yerleri gördük. Fas’a gidip geldikten sonra Bir Gezi Projesi’nde ne gibi gelişmeler oldu? Bu seyahat gelecek geziler için ne gibi şeyler öğretti sana? Gidip geldikten sonra yorgun olduğumu hissettim. Çünkü Ocak’tan Mayıs’a kadar sabahtan gece yarılarına, bir çalışma süreci vardı. Bilgisayarla özdeşleşmiş bir süreçten bahsediyoruz. Fas’ta da 3000 km araba kullandım. O yüzden yorgundum. Bir süre durdum. Sonra görüntüleri ve fotoğrafları toplamaya başladım. Eksiklerim vardı, çünkü dediğim gibi öğrenmeye gitmiştim. Sonra bir süre fotoğrafları düzenleyerek, güzel tepkiler alarak, bir süre şimdi
ne yapacağım diye düşünerek geçti. Yaklaşık 4 ay böyleydi. Bir Gezi Projesi profesyonel bir oluşum olmadığı, ben hayalimi gerçekleştirmek üzere yola çıktığım için, her şeyi yaşayarak görüyorum, sindirerek anlıyorum. Bazı şeyler zaman alıyor, ha deyince olmuyor. İşte o sürecin sonucunda kendime dedim ki, evet sen bunu yapmak istiyorsun, yapabilirsin, sana manevi destek olan insanlar var, senden bir şeyler bekleyen insanlar var, bunu yapmalısın. Bende maymun iştahlılık da vardır yani, hevesim kaçmadı, devam etmek istedim. Sonra işte yeni rota, nasıl olacak, kimler gelmeli diye çalışmaya başladım. Bir sonraki gezi nasıl oluştu? Rota ve süre hakkında bilgi verebilir misin? Kasım ayında İstanbul’a geldim televizyon kanallarıyla görüşmek için. O dönem kanallarla görüşmek için zor bir dönemdi aslında. O sırada sunum dosyası yapmam gerektiğini fark ettim ve bir dosya hazırladım arkadaşlarımın yardımıyla. O dönem daha çok acaba televizyon olur mu diye düşünüyordum, o yüzden rota çok karışıktı. Oradan oraya gitmek, kıtalar arası seyahatler planlamaktan bahsediyorum. Aslında sona televizyonun benim için üçüncü ya da dördüncü aşama olduğu15 Mart-15 Nisan 2012 | 27
“Televizyondaki programlara baktığımda gezi programları ya da belgesellere, hep takıldığım bir nokta var: “Las Vegas’tayız, her şey çok eğlenceli” diyor adam da, oraya nasıl gittin arkadaşım, ben nasıl gideceğim oralara?”
28 | Boo! Sayı: 5
ne yapıyorsun” sorusunu kendime sordurmamak için, başka bir zamana ertelemeye karar verdim. Tayland, Kamboçya, Vietnam, şansımız varsa Laos, şansımız varsa Hong Kong olarak yeni bir rota yaptım ama bir anda kendimizi Malezya’da da bulabiliriz, biraz oraya gidince yaşayacaklarımıza ve duruma da bağlı. 29 Şubat- 24 Nisan arası süremiz var ama süreyi kısaltabiliriz de, orada belli olacak. Bu süreci biz nasıl takip edeceğiz? Bizi birgeziprojesi.com ya da Facebook, Twitter sayfalarımız üzerinden takip edebilirsiniz. Bir sonraki rotayı planladın mı? Buradan sonra Güney Amerika. Hemen hazır olacaksın ya-
ni... Evet, ama şöyle bir durum var, aslında birazcık her şey maddiyatta bitiyor. Ben bunu kırmaya çalışarak bir şeyler yapmaya çalışıyorum, o da zaman alıyor. Şansım olursa yazın bir Balkanlar düşünüyorum. Oradaki vizesiz ülkeler... Bir Gezi Projesi neden farklı? Televizyondaki programlara baktığımda gezi programları ya da belgesellere, hep takıldığım bir nokta var: “Las Vegas’tayız, her şey çok eğlenceli” diyor adam da, oraya nasıl gittin arkadaşım, ben nasıl gideceğim oralara? Biz bunu yapmamak için elimizden geleni yapmaya çalışacağız, yüzeysel değil de biraz içine girerek, turist değil gezgin olarak yerel bilgiyi paylaşacağız. Bu iki kişiyle olacak bir şey değil. Benim 4 kişi olalım derken derdim; ne kadar ka-
labalık, ne kadar yetenekli insan, ne kadar enerji, o kadar güzel bir şeyin çıkmasını sağlayacak olması. Ben 2 kişiyle yapmam zaten bunu, keşke şansım olsa 10 kişi gidebilsek. Sponsorlara duyurulur buradan... (gülüşmeler) Son olarak, projeyi özetlemeni istesem nasıl özetlerdin? Bir Gezi Projesi “dünya bizim evimiz” sözüyle yollarda ve “eğer gerçekten istiyorsan, gerçekten hayalini kuruyorsan yap arkadaşım” demek. Ben hayalimi gerçekleştiriyorum ve başından beri süreci paylaşıyorum, “Seni yenicem İstanbul” gibi notlar yazıyorum, yani ne yaşıyorsam paylaşıyorum. Eğer bir şey için hayal kurar ve onun için çalışırsan, yapabilirsin, bak biz yapıyoruz ve eğlenceli, farklı bir şey yapmaya çalışıyoruz. Herkes yapabilir...
Bitti.
nu fark ettim. Çok arzuladığım bir durum değildi. Sonra madem bu benim hayalimden çıktı, daha da ukala olabilirim diye düşündüm. Aklımda Güney Amerika vardı. Kasım dönemi de orası için çok uygundu. Ama sonra, Güney Amerika için biraz acemi olduğumu hissettim, korktum biraz. Sonra Uzakdoğu neden olmasın dedim ve oraya çalışmaya başladım. İlk önce Hindistan, Nepal, Butan da vardı işin içinde ama araştırmalarıma göre Hindistan çok zor bir rota olacaktı. Kendimizi bu kadar zorlamaya gerek olmadığını düşünerek onları eledim. Bir yandan Nepal ve Butan’da görmek istediğim yerler var. Ben tapınaklarda, Himalaya’nın altındaki köylerde zaman geçirmek istiyorum. Öyle bir zamanım olmayacağı için, kendimi koparılmış hissedip, onun ikilemini yaşamak istemedim. “Melis sen ne istiyordun, şimdi
15 Mart-15 Nisan 2012 | 29
Mert Günhan mert.gun@gmail.com
röportaj
Taken By Cars:
Arabaların Esir Aldığı Şehrin Çocukları 30 | Boo! Sayı: 5
Son dönemde Dualist isimli albümleri ile indie müzik severlerin ilgisini çeken ve dünya çapında kült bir hayran kitlesi olan Taken By Cars ile şahane bir röportaj gerçekleştirdik. Filipinli indie rock grubunun solisti Sarah Marco bu röportajda 2008’deki albümleri “Endings of a New Kind” ve ondan oldukça farklı olan “Dualist” arasındaki geçiş sürecini bizlere anlatacak ve albümden bahsedecek.
Endings of a New Kind sonrası Dualist dönemi oldu sizin için ki Dualist benim favori albümlerimden birisidir. Bu iki albüm arasında geçiş nasıl oldu peki? Dualist’i ilk dinlediğimde her şarkının bir hikayesi var gibiydi fakat büyük bir bütünü oluşturuyorlardı, ne diyorsunuz? Albümlerimiz arasındaki geçişler aslında Endings of a New Kind’ı yapmaktan daha yavaş bir süreç olmuştu. Bu albümler arasında grupta bir takım değişiklikler oldu, basçımız Benny Yap bir takım kişisel ve kariyere bağlı sebeplerden dolayı grubu terketti. Kişisel kariyerlerimiz yüzünden de çok fazla vakit ayıramadık, hepimizin sorumluluğu arttı. Üstelik bütün bunlar olurken hepimiz farklı şeylerin peşinden de gidiyorduk. Fakat bütün bunlar ikinci albümün gelişmesine yardımcı oldu. Bir takım sorunlar yaşadık ve sorunlar yaşıyorsanız bilin ki büyüyorsunuzdur. Dualist’te bulunan şarkılar, üzerinde çok düşünülmüş şarkılar. Şarkıları yaparken ve albümü kaydederken hepimiz hem insan hem de müzisyen olarak olgunlaştık. Albümde bunların etkilerini görebiliyoruz. Enstrümanlara synth ekledik ve bu müziğimize derinlik kattı. Şarkıları kaydederken de çok meşakkatli bir süreç vardı. Kaydetmeden önce şarkıların nasıl duyulduğu konusunda çok tartıştık. Hangi efektin nasıl etki vereceği konusunda çok kafa yorduk. Sonra kayıt etme-
ye başladık, post prodüksiyonda ise daha neleri geliştirebiliriz diye konuştuk. Taken By Cars gerçekten eşi bulunmaz bir sounda sahip. Bunun etkilerini This Is Our City isimli şarkınızda hissedebiliyoruz, bu şarkıyı beğenmemek elde değil gerçekten. İlk dinlediğim zaman “keşke ben de kendi şehrimle ilgili böyle güçlü hislere sahip olabilseydim” diye düşünmüştüm, siz ne düşünüyorsunuz? Albümdeki birkaç mutlu şarkıdan birisi… İşleri oluruna bırakmak ve zamanın içinde herşeyin akışının doğru yolu bulacağına inanmak ile ilgili. Şarkıyı yazarken kendi şehrimle veya toprak sevgisi ile ilgili şeyler düşünmemiştim. Daha çok özgür olmak ve bir şeylere sahip olmak ile ilgiliydi. Dualist ismini çok merak ediyorum, albümünüze neden böyle bir isim verdiniz? “Dualist” iki veya daha fazla güce karşı savaşan insanlara denir. Bizim albümümüz ile ilgili çok fazla şey söylediğini düşünüyorum bu ismin, çünkü daha önce dediğim gibi bazı yerlerde emreden, agresif ve güçlü hisler varken bazılarında oldukça nazik ve tatlı hisler var. Albümü yaparken bu güçler bize yardım etti ve pek çok şeyi ekleyip çıkartırken bunun etkisini gördük, özellikle seslerin birbiri ile çalışmasını izlerken buna şahit olduk. Thrones: Indifference ve Thrones: Equals albümdeki iki şarkı. Peki ama neden “Thrones”? Bunlar güce sahip olmakla veya olmamakla ilgili şarkılar. Yaşam oyununu oynarken bazı şeyleri denersiniz ve bazı konularda gücünüzün olduğunu bazılarında ise olmadığını görürsünüz. “Thrones” bunu anlatıyor. Equals’ta “Buraya gelmemeliydin” derken yaşamda doğru olan şeyleri elde etmekle ilgili bir his var. İstediğiniz herşeyi yapabilirsiniz ve yapa-
Dualist isimli ikinci albüm, geçen yıl Nisan ayında Party Bear etiketiyle yayınlanmıştı. İlk albüme kıyasla çok daha iyi tepkiler aldı.
bileceğiniz herşeyin bir etkisi gerçekten vardır. Albüm yapma sürecinizi anlatır mısınız? Gerçekten çok yorucu. Detaylar ve nasıl bir ton elde etmek istediğimizle ilgili ince eleyip sık dokuyoruz, gerçekten efektlerle, enstrümanlarla ve teknikle çok oynuyoruz. Sadece “iyi” deyip geçmiyoruz, bir standardı olması lazım, gene de herşeyin sonunda yeterince iyi değil, en sonda hepsi bağlandığında doğru gelmiyorsa iş bitmemiştir. Filipinler’de işler nasıl? Başka ülkelerde çok hayranınız var fakat orada durum nedir? Burada işler iyi gidiyor fakat yapacak çok şey var. Hep şovlar ve turlar yapıyoruz. Daha fazla insana ulaşmaya çalışıyoruz, yaptığımız şeyler şimdilik bunlar ile sınırlı. Müziğinizi yaparken etkilendiğiniz sanatçılar var mı? Neler dinliyorsunuz? Pek çok şey dinliyoruz. Hepimizin grupta birtakım suçlu zevkleri ve farklı tadları var. Genel olarak indie, brit rock, electro ve Avrupa sesi bizi tanımlayabilir. Bir noktadan sonra iyi olan ne varsa dinliyoruz. Klasik rock dinlemeye bayılırız, ben new wave ve house severim, bazılarımız hip hop ve pop seviyor ve hepsi bizi müziğimizi yaparken etkiliyor. Twitter’da beni bulmanıza çok şaşırmıştım, hayranlarınız ile olan iletişiminiz çok açık ve sıcak, müziğiniz gibi, bu bir soru değildi bunu sadece söylemek istedim.
Bu işi yapma sebebimiz bu ve sevdiğimiz şeyi yaparken karşılığında sevgi almamız bizi çok mutlu ediyor. Teşekürler Mert! Tur planlarınız var mı? Neler yapıyorsunuz? Şu sıralar Amerika’ya gitmeye hazırlanıyoruz. SXSW’de çalacağız, bu bizim şimdiye kadar bulunduğumuz en büyük ikinci müzik festivali olacak ve Austin, Texas’ta yapılıyor. Bizim için çok önemli çünkü katılan ilk Filipinli grup olacağız. Hazırlık yapmak için çok vaktimiz yok ve orada kendimizi en iyi şekilde temsil etmeliyiz, ülkemizi ve müziğimizi de. Türkiye’de hayranlarınız olduğunu biliyor muydunuz? Hayır, bilmiyorduk fakat sürprizlerle karşılaşmak harikadır, orada ki bütün hayranlarımızı selamlıyoruz ve sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz! Gelecekte Türkiye’de bir şeyler yapma planınız var mı? Belki bir konser? Şu sıralar yok fakat birisi bizi davet ederse neden olmasın! Boo! okurlarına ve Türkiye’deki hayranlarınıza söylemek istediğiniz bir şeyler var mı? Çok büyük bir “teşekkürler” demek istiyoruz öncelikle bizi destekleyen herkese. Bu bizim için çok önemli ve bizi dinleyerek müziğimizi denizaşırı yerlere ulaştırdığınız için gururluyuz, umarım günün birinde daha fazla insana ulaşabiliriz. Görüşmek üzere! 15 Mart-15 Nisan 2012 | 31
Bitti.
“Taken by Cars” ismini almadan önce pek çok isim denemişsiniz fakat sonra şimdiki isimde karar kılmışsınız, bunun sebebi nedir? Genel olarak “Hareket” ile ilgili bir isim istiyorduk. Müziğimizde çift karakterli ve hareketli bir tarz var, bazen çok hızlı, agresif olabilirken bazen çok yavaş, sakin olabiliyoruz. Gerçekten aslında çok büyük bir açıklaması yok, bize hissettirdikleri ile alakalı daha çok.
Mert Serim mert.k.serim@gmail.com
röportaj
Ali Erel:
Ankara’nın Müziğe Katkısı Bitmiyor Ankara’nın alternatif müziğe kattığı sanatçı sayısı bir hayli fazla. Ali Erel ise şehrin dışına çıkan yeni isimlerden. Jinga ve Money Talks gibi gruplarla çaldıktan sonra kendi albümünü çıkartmaya karar verdi. Albümün arka kapağına baktığımız zaman da besteci, söz yazarı, gitarist ve davulcu kimliği kendini belli ediyor. Albümdeki her parçada katkısı var. Bu durum da onu Türkiye’deki sayılı müzisyenlerin arasına koyuyor.
32 | Boo! Sayı: 5
Merhaba, çoğumuz müzikal kimliğinize yabancı. Biraz kendinizden bahseder misiniz? Sanırım 7-8 yaşımdan beri müzikle uğraşıyorum. Bir klasik; müziğe piyano dersleriyle başladım. Fakat daha sonra birçok farklı enstrümana ilgi duydum. Lise yıllarımda kurduğumuz bazı gruplarla çalıyordum, bazen vokal, bazen gitar çalardım. Başka bir klasik, davulcumuz gruptan ayrıldığında birisinin davul çalması gerekiyor diye davul çalan da ben oldum. Daha sonra da farklı mekanlarda çalmaya başladık, bir funk ve reggae grubumuz vardı çok zevk alarak çaldığımız, sanırım bu sırada bu mü-
zik tarzıyla çok haşır neşir oldum. Üniversitedeyken tiyatroya merak saldım ve oyunlara müzik yazmaya karar verdim. Başka birçok projeye daha dahil olduktan sonraysa yavaş yavaş kendi bestelerim oluşmaya başladı ve bu albüm sürecine başladık. 2000’lerin ortasından bugüne baktığımızda amatör ve şehir grubu olmaktan profesyonel müziğe adım atan gruplar arasında büyük bir kesim Ankaralı müzisyenlerden oluştuğunu görüyoruz. Ankara’nın müziğe teşvik eden bir atmosferi mi var? Ankara’da müzikle uğraş-
mak gerçekten diğer şehirlerden farklı bir deneyim. Küçük bir çevre var burada, dışarı çıktığımızda hep tanıdık yüzler görüyoruz. Müzikle uğraşan insanların çoğu ise birbirini yakından tanıyor. Şehir İstanbul’a kıyaslandığında oldukça sakin, galiba bu da işimize konsantre olmamızı kolaylaştırıyor.
Çok yönlü bir müzisyen olduğunuz için Ankaradaki amatör gruplar için değerli biri olmalısınız. Onlarla ilişkiniz nasıl? Konserlerde özellikle yeni jenerasyondan yetişen oldukça yetenekli birçok müzisyenlerle karşılaşıyor, tanışıyoruz. Elimizden geldiğince yakın iletişimde olmaya çalışıyoruz. İmkanlarımızı diğerleriyle de paylaşmak bizim için bir külfet olmanın tam tersine, zevk haline geldi hep. Sanat ile uğraşan insanlar bir yandan da ip üstündedir kimi zaman. Müziğe alternatif bir şey düşündünüz mü hiç? Ben müziğin para için yapılmasından keyif almıyorum. Keşke hepimiz yalnızca müzikle uğraşarak hayatımızı rahatça devam ettirebilsek. Evet, ip üstünde olduğumuz doğru ve başka işlerle de uğraşmamız gerekli olabiliyor çoğu zaman, fakat insanların sevdikleri işe, hangi meslek olursa olsun, yeterince inanmaları ve emek vermeleri sonunda bir şekilde mutlu sona ulaşıyor diye düşünüyorum. Albümün
prodüksiyonu-
nu ve kayıtlarını Ankara ve Bodrum’daki ev stüdyolarında yaptınız. Bu süreçten bahseder misiniz? Oldukça eğlenceli bir süreçti. Stüdyolarda kayıt yapmaktan keyif almıyoruz pek, çünkü artık kayıt teknolojileri öyle bir noktaya gelmiş durumda ki, basit birkaç ekipmanı edindiğinizde şaşırtıcı kalitede kayıtlar alabiliyorsunuz. Ben bu işi biraz daha ileri götürmeye karar verdim ve stüdyolarda harcayacağım zaman ve parayı bu işe yönlendirmeyi tercih ettim. Evde kayıt yapmanın rahatlığı ise daha sonradan bir bağımlılık haline geldi. Çalışmak istediğim müzisyenler arasında birçok farklı şehirde yaşayan insan olduğundan, herkesi en azından iki farklı şehirde bir araya getirmeye çalıştım. Davul ve bas kayıtlarını alabilmek için Mert Önal ve Orhan Deniz’i Bodrum’da yakaladık. Burada başladığımız kayıtları bitirdikten sonra diğer müzisyenlerle de Ankara’da kayıtlara devam ettik. Kayıtlardan tahminimden çok daha iyi sonuçlar aldık ve mix işini de aynı zamanda bas gitarlarda büyük emeği geçen Osman Alkan’la kendimiz yapmaya karar verdik. Benimle beraber 4 davulcu albümde yer aldığı için de farklı bir çalışma oldu sanırım bu. Ekip arkadaşlarınızı projenizde çalmaya nasıl ikna
ettiniz? Hepimizin benzer müzik tarzlarıyla ilgileniyor olmasının yanında, yaptığımız işin Türkiye’deki pop kültürünün biraz daha dışında kalıyor olması beraber çalıştığımız müzisyenleri bu projeye katılmaları konusunda teşvik edici oldu diye düşünüyorum. Farklı işler yapmaya çalışıyoruz, bağımsız müzisyenlerin, büyük şirketlerin etkisinden kurtulması ve istedikleri müziği diledikleri gibi seslendirmelerinin peşindeyiz. Çalışmalarımızda da kişilerin enstrümanlarını nasıl çaldıklarından çok, müziğe ne kattıklarıyla ilgileniyoruz ve bu da birçok müzisyeni bu projede yer almaya ikna etmemizi kolaylaştırıyor. Albümdeki anonim parçalar dışındaki şarkıların tamamının söz yazarı sizsiniz. Ve parçalarınız alışılagelmiş temaların dışında daha genel konulara farklı açılardan yaklaşıyor. Sizi neler etkiledi? Gündelik hayatta başımıza gelen ufak tefek sorunlar, kimi zaman oturup saatlerce kafamızı kurcalayabiliyor. Basit şeylerden bahsediyor aslında sözler ve karmaşık anlamlar, ortaya çıkaramadığınız gizemli mesajlar yok. Bu yüzden hepimizin bildiği ama belki de bir parçaya konu olmasını pek tahmin etmeyeceğimiz şeylerden bahsettim sanırım kayıt-
larda... “Değiştik” şarkısı aynı zamanda çıkış parçanız. Klibi ise çok hoş. Neler yaşadınız çekimler sırasında? Nasıl bir tecrübe oldu? Teşekkür ederim. Beğenmenize çok sevindim. Bizim için de oldukça keyifli bir çalışma oldu. Geçtiğimiz sene 3 adet Altın Portakal ödülü alan Gişe Memuru filminin müziklerinin arkasındaki isim, aynı zamanda çok da eski bir arkadaşım olan Cem Adıyaman’la, uzun zamandır böyle bir iş çıkarmak istiyorduk ve bu yüzden albüm bittiğinde aklıma gelen ilk isim o oldu. Kendisi de çok yetenekli bir müzisyen olduğundan, çok iyi anlaştık bu süreç içerisinde. Prodüksiyonunu Mantar Film’le yaptığımız klibi oldukça kısa bir sürede çekmeyi başardık. Gerek olumsuz hava şartları gerek türlü imkansızlıklar moralleri bozmaya yetmedi ve yağmur çamurun içinde klibi bitirebildik. Sanırım en eğlenceli ama zorlu sahne Hitchcock’un North by Northwest filmine gönderme yaptığımız uçak sahnesi oldu! Konser takviminiz nedir? Sizi canlı dinleyebileceğimiz bir etkinlik var mı yakınlarda? Konserlerimizle ilgili duyurulara facebook.com/alierel adresinden ulaşabilirsiniz. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 33
Bitti.
Bu durumda Ankara’nın size kattıkları nelerdir? Gerek insanlara ulaşmak, gerekse çalışmaların zamanlamasını ayarlamak burada daha kolay. Çaldığımız yerlerde bizi takip eden oldukça keyifli bir seyirci kitlemiz oluşmaya başladı ve eğlenceli konserler veriyoruz. Bunun yanında zorlukları da olan bir şehirdeyiz tabii ki ama seyahat etmek de modern hayatın gerçeklerinden birisi galiba.
Pınar Derin Gençer pinarderingencer@gmail.com
röportaj Barlas:
Gölgesiyle Konuşan Adam
80’li yıllarda Axe ve Hardline gruplarıyla Türkiye’deki müzik ortamına ağır ve sert bir şekilde giren Barlas, geçen yıllarda pop olsun, rock olsun o kadar müzisyeni ve şarkıcıyı etkiledi ve verdiği besteleriyle besledi ki, bugün Türkiye’de müziğin temel unsurlarından sayılabilecek bir isim haline geldi. Yeni albümü “Senden Kalan” çıkmadan evvel kendisiyle derin bir sohbete koyulduk.
34 | Boo! Sayı: 5
Sanatta kötüyü, çirkini, şiddeti ve seçkinciliği öne çıkaranlar bir yana; mitolojilerden, din, ahlak, politika ve sanata iyi, güzel, özgürlük, eşitlik ve adalet için; kötüye, çirkine, baskıya, ahlaksızlık ve haksızlıklara karşı olmayı görüyoruz geçmişten günümüze. Bu bağlamda Barlas’ın sanat yaklaşımını nasıl değerlendirirsin? Reha Muhtar’ın ana haber sloganı gibi “her nerde yaşanıyor ve yaşatılıyorsa”, ben de dünyada var olan her türlü duygudan besleniyorum. Mesela bir aşk şarkısı yazarken sadece “seni seviyorum” demiyorsun, bin bir açılımı oluyor. Sokaktaki bir elektrik direği bir elektrik direğidir ama güneşe, yağmura, kara, rüzgara maruz kalır, yanından geçen milyonlarca insanı görür, dibinde sevişenleri, kavga edenleri, yaşayanları, ölenleri… Ama gece olunca asli görevi olan aydınlatmaya, yani kendi “seni seviyorum”una devam eder. Onun gibi bir şey. Sigara içmek varoluş alanları içinde gerçek özgürlüğü yaşadığı tek yer olabiliyor bazen insanın. Bütün
varlığınla, tam olarak kendini verdiğin tek eylem, tek projen nedir? Geniş anlamda: Mutluluk ve huzur… Bu da mesela gün içinde ya da gece boyunca geçim kaynağı güdüleriyle hiçbir organik fonksiyonellik bağı bulunmayan abuk sabuk ya da abuk sabuk olmayan şeylerle uğraşmak olabilir. Ne yaptığı işle ne de içinde yaşadığı toplumla kendini özdeşleştiremeyen bir adam bu dünyanın neyini seviyor? Ya da müziğin? Beni kastetmiyorsun herhalde ama farz edelim bu ben olayım, bir kere ben her tür toplumla kendimi özdeşleştirebilirim istersem, ya da özdeşimdir belki de. Müziğe gelince, aslında ben müziğin kendisini yani notalardan oluşan bölüm ya da anlamını sevmeye odaklı biri olmadım hiç. Ben bir müziğin arka planıyla ilgiliyim, yani ne anlam ifade ediyor ya da nasıl bir hayat biçimiyse onla. Yani mesela Jimmy Page’in yürüdüğü notalar yerine pena vuruşları ya da penayı neden öyle vurduğuyla ya da Müslüm Gürses’in notaları nasıl bastığından ziyade o bitik haline takılmam gibi. Ya
da glam rocktaki çizme ve deri pantolon gibi. Çağcıl yaşamın “kural alanı” ile sınırlı olmayan bir hayat, nasıl geçti onca yıl ve daha nasıl geçecek? Sanırım Mevlana’nın dediği gibi “Ne kadar bilirsen bil, anlattıkların karşındakinin anlayabildiği kadardır” ile geçecek gibi görünüyor. Aslında ben bu saptamana pek katılmıyorum, çok da sınırsız bir yaşam alanım yok zaten, kuralsızlık da gün gelir kendi kurallarını yaratır. O yüzden ortaya karışık bir bakış açım var yaşam üzerine, kuramsal ve kuralsal olarak. Sadece, şarkı yazabilmek söyleyebilmek için içimi diri tutmak ve bir yerlerde bir saflığı ve cahil cesaretini korumak zorunda olduğumu hissetmişimdir hep. Yaşıma ve konumuma göre çok bir ağır abi ve de olgun bir portrede olmadığım gibi çoook uzun yıllar önce de o yaşıma göre ağır abi ve olgundum, yani ruhum hep bir yerde sabit durdu, yukarıdaki elektrik direği misali. “Hayatı severdi. Duyarlı duygulu bir doğası vardı ve bayılırdı aşk yapmaya. Kötü bir şeyler oldu.
Ne olduğunu bilmiyorum, ama hayatında kötü bir şeyler oldu“ şeklinde giderken seni anlatan cümleler, ne oldu da bu kadar içli şarkılar yazdırdı sana? Benim bir özelliğim var, yani hep vardı bu; ben bir işin içyüzünü ya da derini hissedebiliyorum. Bu, nasıl anlatsam, bir fantastik mecrada vardır ya, ejderhayı sadece gözüne kılıç ya da mızrağı saplayarak öldürebilirsin diye; benim algım da herhangi bir şeyin, bir duygunun bir olayın hamaliye ve haybeye ya da öyle genel değil, öldürücü noktalarını seçiyor. Hayatın da o noktalarını seçiyor. Herkesin ya da her olayın ya da her bir ilişkinin tek bir can alıcı noktası ya da özelliği vardır, onu görüp onun üzerine gitmekle alakalı sanırım. Yaşam acı vericidir ve düş kırıcıdır. Senin şarkılarında bunu yoğun şekilde hissediyor olmamızda Barlas’ın mı yoksa kadınlarının mı rolü var? Yanlış bir anlaşılma var galiba sen de beni Franz Kafka yaptın valla ehehe… Benim şarkılarım aksine umut doludur. Hayatta her şey olur ama hayat devam 15 Mart-15 Nisan 2012 | 35
sonra Türkçe işlerimde isimle çıkıp biraz öyle bilinince olayı gruba çeviremedim, halen de tam olarak çeviremiyorum. İnsanlar bir şeyi bir şekilde belleyince onu öyle sabitliyorlar. Grup müziğinin her zaman en sağlam ve anlamlı olay olduğunu düşünmüşümdür.
eder. Tabi olan şeylerin doğası gereği her ne ise onu tam olarak hisseder ve yaşarsın ve de suyunu çıkarırsın, artık suyu kalmaz ve sen o acının ya da neşenin ya da coşkunun posasını atar ve yeni acı neşe ve coşkulara yelken açarsın… Şunu da söylemem gerekirse ben ben sekiz veya dokuz, bir seneden az olmamak üzere büyük ve uzun ilişki yaşadım ve hiç terk edilmedim ya da aldatılmadım bildiğim kadarıyla. Ya doğal yollardan bitmiştir karşılıklı olarak, ya da giden ben olmuşumdur ya da istisnai olarak öyle bir şey yapmışımdır ki bırakmak zorunda bırakmışımdır karşımdakini. Teoman’dan Özlem Tekin’e; Metin Arolat’tan Yeşim Salkım’a kabarık bir liste var şarkılarını yorumlayan, nedendir bu yoğun talep? Valla Umay’dan sonra Özlem’e Aşk Her Şeyi Affeder mi’yi verdim, şarkı tutulunca herkes şarkı istemeye başladı. O zamanlar da müzik sektöründe paranın bol ve kara olduğu yıllardı. Ben de vere vere besteci oldum. Aslında o zamana kadar kendi şarkılarını kendisi için yazan ve kendi grubunda şarkı söyleyen serserinin tekiydim ben de anlamadım valla… Belki hala da öyle olmaya devam ediyor olabilirim, ondan da emin değilim. 36 | Boo! Sayı: 5
Şarkılarına, Barlas’ın kalbinin tadını verebiliyorlar mı bu adamlar? Ve neden Barlas söylemiyor bu şarkıları? Ben çok ama çok ürettim ve halen de üretiyorum. Hepsini söylemeye ömrüm yetmez yahu. Ve bu arada bu olay bir şekilde benim geçim kaynağım da. Kalbimin demeyeyim de, olması gereken tadın verilemediği çok şarkım oldu tabi kalbimin kapasitesinin üzerinde verilenler de oldu ortaya karışık idare ediyoruz işte. Şarkının hakkını vererek yorumladığını düşündüğün tek bir isim söyle dersem bu kim olur? Özlem Tekin ve Teoman başta geliyor derim ben de. İkisi de çok iyi solistler ve daha önemlisi arka planları dolu. Aşk Her Şeyi Affeder mi, Kara Yazılım, Dursun Dünya, İstanbul Yeditepe gibi tabiri caizse patlayan şarkıları ellere verirken hiç mi acımadı canın? Ya da sonrasında hiç pişmanlık duydun mu? Valla duymadım desem inanır mısın? Ya da kim inanır buna, Kadir İnanır ehehe. Farkındayım esprinin şapşallığının ama idare et artık… Şarkılarını yorumlamak isteyenleri seçerken kri-
terlerin var mıdır? Yok… Ankaralı Yasemin’le Björk, Atilla Taş ile Marilyn Manson arası çok geniş bir yelpazem var. Ama tabi gönülden verdiklerimle bir de iş icabı verdiklerim gibi ayrım da olmuyor değil. Ve 2012 yılı ile birlikte yeni bir albüm raflarda yerini almaya hazırlanıyor. Albüm içeriği hakkında neler söyleyebilirsin? Tek bir aşk hikayesini ilk gününden son gününe kadar anlatan, daha doğusu (2 şarkı hariç) tüm bestelerini tek bir aşkın içinde yaptığım ilk albümüm… Ve grup arkadaşlarımla yaptığım da ilk albümüm, hepsine kucak dolu sevgiler ellerine sağlık. Çok sağlam bir albüm olduğunu düşünüyorum gerek ses gerekse de şarkılar açısından. Bakalım neler olacak göreceğiz hep birlikte. Pasaj Müzik etiketi ile piyasaya açılacak olan albümün çıkış tarihi belirli mi? Şimdilik Nisan başına doğru… Yeni bir albümün yanında farklı bir oluşum içinde yoluna devam ettiğini görüyoruz. Tıpkı eski günlerdeki gibi bir grup oluşturma eğilimine seni sürükleyen nedir? Aslında hep o eğilimdeydim, zaten müziğe grupla başladım
Grup ruhunun tadını mı özledi Barlas? Yeni ekibinden bahseder misin? Gruptaki arkadaşlarla nedeni bilinmez, doğal bir kimya uyumu oluştu, 1 senedir tanışıyoruz ama sanki yıllardır tanışık gibiyiz oldu. Selçuk olsun Hazar olsun Mesut olsun hepsi çok benden benim gibi ve bu beni çok mutlu etti. Yıllardır sevgili ararsın ama karşına çıkanlar olmaz ama bir gün biri çıkar onunla olur ya işte öyle bir şey oldu. Müziğinin tarihine şöyle bir göz attıktan sonra yine vurucu şarkılar bekliyor dinleyiciler, sence ne kadar derinlere inecek bu albüm şarkıların? Benim o hit şarkıların vurduğu dönem daha farklıydı. Bunu nasıl anlatsam bilemiyorum aslında. Bu sıralarda zamanın ruhunun hit kavramı da biraz değişik yani hit mentalitesi o zamanlardaki gibi değil. Albümüm bir tutku ve bir aşktan nasiplendiği için gerçekten dinleyenlerde böyle bir etki yapabilecek bir ruha sahip ve aslında bunu dinleyenlere bırakmak en iyisi sanırım. “Ne ekmek ne de su” deyince akan sular durur benim hayatımda, peki Barlas’ın hayatının şarkısı nedir? “Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul’un”… Umay Umay deyince hatırlanması gereken ilk adamsın sanki; neden Umay Umay? Bilmem o beni buldu. O devirde alternatif tarzda besteler yapmaya başlamıştı ve bu faaliyetim bayağı bir yayılmıştı yurt sathına. Ankara’ya geldi, bir gün kapı çaldı, açtım ve
“Sadece, şarkı yazabilmek söyleyebilmek için içimi diri tutmak ve bir yerlerde bir saflığı ve cahil cesaretini korumak zorunda olduğumu hissetmişimdir hep.”
karşımda duruyordu. Çay çorba içtik konuştuk dinledik ve ilk albümünü benim şarkılarımdan yapmaya karar verdi, yaptı da. Sonrası da malum.
Bitti.
Ve son olarak ruhunda ayak izlerini bırakan bir kadını anlatmanı isteyeceğim senden. Onu kelimelere ve cümlelere sığdıramam, bırakalım hapsettiğim kalbimin duvarlarını tırmalamaya devam etsin. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 37
Ali Hıdımoğlu a.hidim@gmail.com
teknoloji Instagram:
“iPhone Varken Polaroid de Neymiş?” dermişiz...
Fotoğraf çekme, eski zamanın güzelliği, sosyal medya ve gelişen teknoloji konularının birleşiminden oluşan, sadeliği ile herkesin kullanabildiği bir program olan Instagram’ı bu yazımızda ele almaktayız.
A
kıllı telefon sahibi iseniz ya da sahip olan arkadaşlarınız varsa, telefonu almadan önce hep “bir sürü fotoğraf çekerim ben” manasında cümleler kurarlar. Sonucu hepimiz biliyoruz, telefonu aldıktan sonra maalesef o kadar fotoğraf çekmezler. Bunun için birçok neden sıralayabiliriz ama benim karşılaştığım genel neden; gelişen teknolojinin bize sağladığı sosyal medyaya rahat erişimin, fotoğraflar üzerinde olamamasıdır. Biraz tarih… Tabii bu bahsettiklerimiz 2010 sonuna kadar böyle oldu diyebiliriz. Önceden sadece Facebook ve Twitter üzerinden fotoğrafları arkadaşlarımızla paylaşıyorken, aslında titreyen elimiz ve uyumsuz ışıklarla ne kadar kötü fotoğraf çektiğimiz yüzümüze vuruluyordu. İşte bu sıralarda yeni bir program iPhone ortamına giriş 38 | Boo! Sayı: 5
yaptı ve bir anda dikkatleri üzerine çekti. Bu “Instagram” adı verilen program çok basit işlemekteydi; fotoğrafı çek, belirli bir filtreden geçir ve paylaş. Paylaşma kısmında hem Facebook hem de Twitter üzerinden paylaşımı katması kullanıcılar için tam ihtiyaçları olan şeydi. Çünkü elinizdeki akıllı telefonla ne kadar uğraşırsanız uğraşın, üst düzey dijital SLR makine kalitesi yakalayamayacaktınız, ama bir mütevazı bir Polaroid karesi gibi gösterebilirdiniz. Başlarda Türkiye’de bulunan iPhone kullanıcıları için pek de cazip görünmese de kendi hayran kitlesini yaratmaktan o kadar da aciz kalmadı. Sadece iPhone cihazlar üzerinden hizmet veren, siz adresini tam olarak bilmedikçe internet üzerinden erişemediğiniz bu program, hem filtreleri hem de kullanıcıları açısından tam bir feno-
Nedir yani, ne yapar bu program? -Filtreler: Rakipleri ilk çıktığı zaman, filtre açısından pek de zengin değillerdi. Fakat Instagram, sadece ikinci ana versiyonunda beş tane yeni filtre katarak, zaten çeşitliliğini kullanıcılarına göstermişti. -Paylaşım: Fotoğraf paylaşıldıktan sonra orijinalini bozmadan filtrelenmiş halini aletin üzerine kaydederek zaten kullanıcıya istediği yerde paylaşma özgürlüğü taşımaktaydı. Program kendi üzerinden paylaşıldığında, kendi sitesine giden bir link bırakmaktaydı, şimdi ise Facebook profilinizde bir arşiv oluşturarak direk oraya yüklemekte. Bu özellik genel olarak çektiklerinizin daha büyük gözükmesi gibi anlaşılsa da, Facebook’un işleyiş
mantığında paylaştığınız fotoğrafın daha çok arkadaşınız tarafından görülmesi demek oluyor. -Hızı: Söz konusu görüntü işleme olunca (hem de akıllı telefonlardan çekilen görüntünün haddi sayılır derecede büyük boyutlu olması da işin içine girince) hız önemli bir mevzu olmakta. Sadece bir filtreden diğer filtreye geçerken aletinizin takılmaması Instagram’da bulunan en önemli özellik. -Erişim: Başlarda sadece kendiniz, arkadaşınız ve popüler fotoğraflara program üzerinden ulaşabiliyorken yeni sürümünde hashtag (#kelime şablonundan oluşan etiketler) yardımı ile diğer kullanıcıların fotoğraflarına da kolayca ulaşabilmektesiniz.
Yazıdan Taşanlar
-İnternet üzerinde o kadar çok yardımcı site ve program var ki burada sıralayamayız. Ama Instagram’ın sadece foto paylaşımı ile merdivenin ilk adımını attığını belirtebiliriz. En son “Breakfast” adında bir ekip tamen haline geldi. Bu kolay paylaşım ve üzerinde bulunan görüntü filtreleri sayesinde eski polaroid fotolardan daha çok seçeneğe erişme olanağı sayesinde, iPhone kullanıcıları “fotoğraf çekme” ve “fotoğraf paylaşma” arzularını gidermeye başladılar. Aslında o kadar da çok özelliği bulunmuyormuş gibi gözüken o küçük program, fotoğraf çekmenin sadece profesyonellerin değil, elinde akıllı telefonu olan herkesin yapabileceğini ispat ederek zaten büyük bir amaca hizmet etti. Buradan sanmayın ki çekilen fotoğraflar çok güzel. Programın kendisi bile en iyi fotoğrafı çekemeyeceğinizi biliyor. Bu yüzdendir ki yaratılış amacı cep telefonu ile çekilen o çok iyi olmayan fotoğrafların, filtreler aracılığı ile daha güzel hale getirilip sunulması. Ama bu, güzel şeylerle karşılaşmayacağınız manasına gelmesin. Nice güzel eserlerle karşılaşa-
rafından partiler ve etkinlikler için Instagram fotoğraflarınızı basabileceğiniz bir alet geliştirildi, birkaç ay sonra satışa çıkacağından bahsedilmekte. -Filtreler şu şekilde: Amaro, Rise, Hudson, X-pro II, Sierra, Lo-fi, Earlybird, Sutro, Toaster, Brannan, Inkwell, Walden, Hefe, Valencia, Nashville, 1977, Kelvin. Sadece temel versiyon güncellemesinde beş tanesinin yeni olarak eklendiğini düşünürsek, zaten başlangıçta çok sayıda seçenek sunarak kullanıcıların gönlünde yer edinmişti. caksınız kim bilir. Zira 150 milyonun üzerinde filtrelenmiş ya da filtrelenmemiş fotoğraf üzerinden konuşmaktayız. Olayın felsefesi Sosyal medyanın önlenemez yükselişi belki de en güzel Twitter sayesinde açıklanabilir. Önceleri sadece mikro-blog tarzında olan uygulama sonrasında hepimizin de şahit olduğu gibi, gereksiz paylaşımlara boğuldu ve sonrasında aforizma dile getirme aracı olarak yerini edindi. Evet, “tuvaletteyim”, “duşa gireceğim eki eki” tarzı mesajları kastediyorum. Bu tip gereksiz paylaşımların Instagram üzerinde de olmadığını sanmayın. Sonuçta Instagram’ın bize profesyonelliğe benzerlik sunması, zaten popüler kültür içerisinde bulunan “her eline fotoğraf makinesi alanın ‘Osman Photography’ adı altında çalışmalar yapması” durumunu daha da körükledi. Neyse ki Instagram fotoğ-
“Sonuçta Instagram’ın bize profesyonelliğe benzerlik sunması, zaten popüler kültür içerisinde bulunan ‘her eline fotoğraf makinesi alanın Osman Photography adı altında çalışmalar yapması’ durumunu daha da körükledi.” rafları yapısı gereği profesyonel benzeri olarak nitelendirildiğinden o paylaşımları profesyonel paylaşım sitelerinde görememekteyiz. En son karşılaştığım eğilim ise; takip eden sayısını arttırmak için, “internetin karanlık köşelerinde bulunan profesyonel fotoğrafları telefona indirildikten sonra filtre ile paylaşma” durumuydu. Alakalı alakasız etiketlemelerle beraber, zaten tüm fotoğraf alemini elindeki telefondan takip ettiğini sanan genç bireyler için bu son kopyacılar hayranlık uyandırmaya başladı. Sonuç olarak fotoğraf bir sanattır ve her sanat gibi belirli bir eğitim ve uzmanlık gerektirmektedir. En azından Instagram’ın sağladığı kolaylık fotoğrafa olan merakı arttırmakta ve amatör-
leri profesyonellerin arasından çekip çıkarmakta. Gelecekten haberler Yazıda dikkatinizi çekmiştir, Instagram sadece iPhone cihazlar üzerinde çalışan bir program. Bu demek değil ki diğer telefonlara asla gelmeyecek. Programın sahipleri tarafından Android tabanında çalışacak bir Instagram için de çalışmalara başlandığı bildirildi. Fakat tam olarak ne zaman yayına alınacağı şu an için belli değil. Android tabanına da geçtikten sonra kullanıcı ve yayınlanan fotoğraf sayısının iki katına çıkması öngörülmekte. Bu olayın bizim için manası ise, daha fazla arkadaşımızın paylaştığı fotoğraflara erişmek. Not: Bu yazıda hiçbir gerçek Osman kastedilmemiştir. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 39
Bitti.
-Kevin Systrom ve Mike Krieger tarafından düşünülen Instagram şu an 25 milyonun üzerinde kullanıcı tarafından kullanılmakta. Bu zamana kadar 150 milyonun üzerinde fotoğraf paylaşılmış. Tahmini değeri 40 milyon dolar (en son yayınlanan haberlere göre, önümüzdeki günlerde 500 milyon dolarlık yatırım alacakmış)
portfolyo
Uğur Doyduk li, canlı, simetrik, derli toplu fotoğraflar aradı gözlerim. Buna şöyle demiştim bir seferinde: “Doğayı o kadar çok seviyorum ki insanlara abartarak anlatmayı seviyorum”.
ugurdoyduk.com
Fotoğraftan önceki hayatın nasıl geçti? Çocukluğumda annemin 70’li yıllarda biriktirdiği Alman moda dergilerindeki portrelere ve ev dekorasyonlarına bakar bakar hayaller kurardım sürekli. Bunun yalnızca fotoğraflarıma değil, yaşam biçimime de yansımaları oldu. Pastel renkler, donuk bakışlı modeller, hasır dekorasyonlu evler hep ilgimi çeker. İlk gençlik yıllarımda da büyüdükten sonra da fotoğraf hep oldu. Gazi Üniversitesi Turizm Öğretmenliği bölümünü bitirdim, gıda sektöründe yıllarca çalıştım. En sonunda fotoğrafçılığı meslek olarak yapmaya başladım. Fotoğraf çekmeye nasıl başladın? Ben doğa fotoğrafçısı kökenliyim. Doğaya kafa dinlemeye gidişlerim artık fotoğraf makineli olmaya başladı. Renk-
40 | Boo! Sayı: 5
Sergilenmiş hangi projelerin var? Kurması en keyifli sergi hangisiydi? “Gizli Bahçe” projem var. İnsanların şehir hayatından kaçışlarına şahit oluyoruz tatil zamanlarında. Bu kaçış elbet bende de var, belki de fazlasıyla. Şehre dönüşlerimde kendi hayal dünyamı renklendirecek fotoğraflar oluyordu elimde. O fotoğraflara bakmak bile bir kaçıştı. İşte gizli bahçeye, iş yerinde çalışırken, gizlice atlayıp kaçmaktı projemdeki ana fikir. Ekipman senin için ne kadar mühimdir? İyi ekipman iyi işler çıkartıyor. O yüzden elbette önemli. Ucuz ve az ekipmanla da profesyonel görüntüler verebilmek mümkündür. Seçtiğiniz tarzla da doğru orantılı bu durum. Fotoğraflarını izlerken en çok etkilendiğin fotoğrafçılar kimler? David LaChapelle, Akif Hakan Çelebi, Attila Kozo, Derrick Gomez, Parish Kohanim.
Fotoğraf çekme eylemine özel anlamlar katanlardan mısın, yoksa “sadece severek yaptığım bir uğraş” demek yeterli mi? Ne dediğimden çok bana ne hissettirdiği önemli. Heyecan verici bir projeye başlamak gibisi yok. Tüm hazırlıklar yapılmıştır ve çekim günü söz sizdedir. Dans eder gibi gerçekleştirirsiniz çekiminizi. Bunun heyecanı hiçbir şeyde yok. Ancak bir de “çekmeniz gereken işler” vardır, kimisi duygularınızı çalıştırır kimisi mantığınızı. Fotoğraf çekmekle ilgili geleceğe dair hedeflediğin bir şeyler var mı? Her zaman geleceğe yönelik plan yapmalısınız zaten. Size uygun, kalbinizin derinliklerinden gelen bir sese kulak verip üretmelisiniz bir proje. Video klip de çeken birisi olarak film çekmek olur herhalde ileri zamandaki hedefim.
15 Mart-15 Nisan 2012 | 41
42 | Boo! Say覺: 5
Bitti. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 43
BİYOGRAFİ DOSYA ARAŞTIRMA TARİH NOSTALJİ
Sandık Türkiye’de Bağımsız Sinema Sayfa 56’da
Hermes
Sayfa 58’de
Sabahattin Ali Sayfa 60’ta
Sinemada Dans Kavramı
44 | Boo! Sayı: 5
Jellyfish
Sayfa 52’de
Sayfa 62’de
SANDIK
Eski Medya:
Ne Cevherler Stüdyo Var: Sır Dosyası İmge Kısa bir süre önce, uzun yıllardır merak ettiğim bir diziyi ancak izleyebildim. Zaman geçtikçe değeri anlaşılan Sır Dosyası, beklediğim etkiyi fazlasıyla karşıladı. Yönetmenliğini Taylan Biraderler’in (Yağmur-Durul Taylan) yaptığı dizi; çekim teknikleri, işledikleri konular ve nefis jenerik müziğiyle (“Ahura” - Demir Demirkan) kendisine hayran bıraktı. Star TV’de gece yarısı yayınlanan bu dizi reytinglere kurban gidip sadece 5 bölümden sonra kapı dışarı edilmekten kurtulamamıştı (Şu an 12 yaşında olsam bu diziyi izlerdim. O zaman pek hazırlıklı değilmişim). Başrolünü Taner Birsel, Mehmet Günsür ve Ayça Bingöl’ün paylaştığı dizi; doğa üstü olayları inceleyen iki komiserin ve ona yardım eden otopsi uzmanının gizemli hikayelerini ele alıyordu. Araştırdığım sitelerden edindiğim bilgilere göre X-Files’a benzediği söylenen (hiç izlemedim!) dizinin konuk oyuncuları da başrol oyuncuları kadar dikkat çekiyordu. Örneğin, 3. bölümünde Şenay Gürler, 4. bölümünde İlker Aksum ve Özge Özberk gibi isim-
ler konuk oyuncu olarak kadroya adını yazdırıyorlardı. Amerikan korku sinemasından esintiler taşıyan bölümler (birinci ve ikinci bölüm “They Live”, üçüncü bölüm “The Entity” ve dördüncü bölüm “The Fog” & “Deadly Blessing” filmlerinden esintiler bulundurmaktaydı), yansıttıkları mistik havayla şu an bile yakalanması zor bir ambiyansı 13 yıl önce hissettirmeyi başarmışlardır. Youtube’dan 4 bölümünü izleyebileceğiniz 45’er dakikalık bu yapımı, şu an yaşadığımız dizi enflasyonunda, geç de olsa takdir etmenin tam sırası. -Armağan
80’ler Alfabesi Proclaimers / “I’m Gonna Be (500 Miles)” (1988): 80’lerde de popüler olan ancak günümüzdeki popülerliğini How I Met Your Mother dizisinden alan şarkı İskoç grup Proclaimers’ın “tek seferlik şöhret”i. Tam bir yolculuk parçası olan 500 Miles, Ted ile Marshall’ın dinlemekten usanmadığı bağımlılıkları adeta?!
80’li yıllarda yayın hayatına atılan Stüdyo İmge 90’lı yılların ilk çeyreğine kadar yayımlanmaya devam etti. “İlk ve tek rock dergisi” sloganını kullanan dergi, sadece rock üzerine odaklanmıyor aynı zamanda caz, rap ve blues gibi türlere de yer veriyorlardı. Led Zeppelin, Sex Pistols ve Nirvana gibi döneme damgasını vurmuş ve hemen hemen herkesin bildiği grupları ele aldıkları gibi; Suede, Mahavishnu Orchestra, XTC, Cabaret Voltaire, Mudhoney, Electronic gibi nispeten daha az popüler grupları da sayfalarına taşıyorlar ve bu bakımdan takdiri hak ediyorlardı. Konu başlıkları vurucu 2-3 kelimeyle, şarkı sözleriyle veya esprili bir dille (“Mavi Kaplumbağa Düşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı” veya “Police’iye Bir Hikaye”) ele alınırdı. Bu tip yazılardan orijinal şeyler çıkabildiği gibi, yabancı kaynaklı makalelere de hayır demezlerdi. ‘Araba var oldukça radyo yayınları devam edecek’ cümlesinin aklımızın ucundan geçmediği yıllarda insanların yeni çıkmış bir şarkıyı ilk
duydukları yer radyoydu. O yılların internet görevini üstlenen radyoya büyük önem veren Stüdyo İmge; program sunucularıyla röportajlar yapar, reklamlarını yapar, günlük programlarını yayınlardı. Teknolojik gelişmeler yakından takip edilirdi. Kompakt diskler, amplifikatörler, LEM mixerler ve niceleri detaylı biçimde açıklanır, işin teknik yönüyle uğraşanlar için eşsiz fırsatlar sunarlardı. Bu teknolojik aletlerin yanı sıra enstrüman tanıtımına da özel ilgi gösterirlerdi. Önemli markaların gitarlarını yakından inceleyen dergi, bununla yetinmez, gitar akortlarını da araya sıkıştırırdı. Şu anda yayın hayatına internet sitesi şeklinde devam eden Stüdyo İmge’yi sahafların tozlu sayfalarında gördüğünüzde kaçırmamanızı önererek yazıyı noktalıyorum. Unutmadan, yanınıza biraz para almanızda yarar var. Dergiler biraz tuzlu da o bakımdan! -Armağan
- Armağan Kanca & Gülin Enüst
Queen / “Who Wants to Live Forever” (1986): Queen’in 80’lerde pek çok efsane şarkısı var fakat bunu seçmemin nedeni, şarkının sadece çok görkemli bir güzelliği olması değil, 1986 yılındaki Wembley konseri kaydının olağanüstülüğüdür. Muhteşem, görkemli ve ruhani.
R.E.M. / “Perfect Circle” (1983): Grubun ilk albümleri Murmur’dan, 90’lardaki tanıdık bildik R.E.M. stilinden oldukça farklı bir şarkı. Pek bilinmemesine rağmen, çok naif ve en sevdiğimiz R.E.M. şarkılarından biri.
The Smiths / “Big Mouth Strikes Again” (1986): 1986 çıkışlı bu şarkı, listelerde hak ettiği başarıyı yakalayamadı belki ama günümüzde hala en popüler The Smiths şarkılarından biri. Sinirinizi içinizde tutmamak için dinlemelisiniz.
15 Mart-15 Nisan 2012 | 45
SANDIK
Geride kalan sayfalarda Van Gogh Alive sergisinden bahsetmişken Van Gogh’un kendi hayatı üzerine bir özet geçmesek olmazdı.
1853-1890 yılları arasında yaşayan Vincent Van Gogh, Kuzey Brabant’ın Groot Zun Dert ilçesinde papaz bir babanın ilk çocuğu olarak doğar. Adını kendisinden önce ölü bir bebek olarak dünyaya gelen abisinden almış olan Vincent’in sanatında bu olayın derin etkiler bıraktığı aşikardır. Kasvetli, soğuk ve kısır bir çocukluk geçirdiğini her defasında hissettiren Van Gogh 1872’de kardeşi Theo ile mektuplaşmalarına başlar. 1869-1876 yılları arasında değişken şehirlerde aslında gerçekte sevmediği Gaupil ve Ortakları Şirketi’nde simsarlık yapar. Nihayetinde ayrılarak öğretmen olarak İngiltere’ye gider. Fakat 1876 yılında Hollanda’ya dönerek bir kitapçı dükkanında çalışmaya başlar. Mayıs 1877’de teoloji okumak amacıyla Amsterdam’a geçse de çok geçmeden bu hayalinden vazgeçerek ailesinin yanına döner. 1879’un Ocak ayında misyonerlik amacıyla Belçika’da fakir bir madenci bölgesi olan Borinage’a yerleşti. Buradaki madencilerin kötü yaşam koşullarından etkilenen Van Gogh, onlarla daha iyi iletişim kurabilmek için özellikle kötü koşullarda yaşadı, yemek ve kıyafetlerinin çoğunu işçilere verdi, yatak yerine saman üzerinde uyumaya başladı. Sonrasında rahiplik mesleğinin saygınlığını zedelediği için kilise tarafından işine son verilen Van Gogh için tüm bu geçişler belki de kurgulanmış gidişattı. Aslında Vincent 20’li yaşlarının başında bir yeteneği olduğundan az çok haberdardı ama bunun ne olduğundan emin değildi. 1880 yılında 27 yaşında olan Vincent, sonunda önceki girişimlerinde göster46 | Boo! Sayı: 5
Tarihte Bu Ay* 15 Mart 1985: İnternetin ilk alan adı alındı. 18 Mart 1915: Çanakkale Deniz Harekatı’nda İtilaf Devletleri’nin birleşik donanması ağır hasar alıp geri çekilmek zorunda kaldı. 20 Mart 1969: John Lennon ve Yoko Ono evlendi. 21 Mart 1937: Tunceli’de Dersim isyanı başladı, harekat sonucunda iki yüz asker ve on üç binden fazla insan hayatını kaybetti. 22 Mart 1888: İngiliz Futbol Ligi kuruldu. 23 Mart 1839: OK sözcüğü, Boston Morning Post gazetesinde ilk kez kayıtlara geçmiş.
diği acelenin aynısıyla sanata döndü. 19. yüzyılın hem empresyonizm hem de post empresyonizm akımlarından etkilenen Van Gogh, zamanın Monet, Pissarro, Bernard ve Gauguin gibi sanatçılardan ilham aldı. Sadece 10 yıl boyunca aktif bir ressam olmasına rağmen kendi kendini yetiştiren sanatçı, yaklaşık 930 resim, 1100 çizim ve taslaktan oluşan 2000’den fazla sanat eseri üretmiştir. Bu büyük eser hacmine rağmen, Van Gogh’un yaşadığı süre içinde satılan tek resmi Kırmızı Üzüm Bağı’dır. Van Gogh’u özellikle hayatının son iki yılında ciddi şekilde etkilemiş olan hastalığı için bugüne kadar 30’dan fazla teşhis veya olası neden ileri sürülmüş olup; şizofreni, bipolar bozukluk, frengi, boya zehirlenmesi, güneş çarpması bunlardan sadece birkaçıdır. Kötü beslenme, aşırı çalışma, uykusuzluk ve alkol düşkünlü-
ğü muhtemelen hastalığın etkilerini arttırmıştır. Sarı rengine olan düşkünlüğünün tıbbi bir bozukluktan kaynaklandığı bile ileri sürülmüştür. Bolca içtiği absintte bulunan tüyon adlı madde, zaman içinde Van Gogh’un görüşünü bozarak nesneleri sarımtrak renkte görmesine neden olmuş, bu da eserlerine yansımıştır. 27 Temmuz 1890’da resim malzemelerini alıp bir tarlaya yürüyen Van Gogh, kendisini tabancayla göğsünden vurdu. Sendeleyerek kaldığı otele döndü ve yatağına uzandı. Kanamayı fark eden otel sahibi, kasaba doktoru Mazery’yi ve Van Gogh’un doktoru Gachet’yi çağırdı. Doktorlar, mermiyi çıkarmanın çok riskli olacağına kanaat getirip Theo’ya hemen gelmesi için haber yolladılar. Vincent Van Gogh 29 Temmuz 1890 sabahı 1:30 sularında, kardeşi Theo’nun kollarında öldü ve Auvers-sur-Oise’a gömüldü. -Pınar
27 Mart 1891: Tevfik Fikret, Halit Ziya Uşaklıgil, Mahmet Rauf, Cenap Şahabettin gibi yazar ve şairlerin bir araya geldiği Servet-i Fünun dergisinin ilk sayısı çıktı.
2 Nisan 1948: Ankara’da Opera binası, Ahmet Adnan Saygun’un “Kerem ile Aslı” operasıyla açıldı. Törene cumhurbaşkanı İsmet İnönü’de katıldı 5 Nisan 1804: Kayıtlara geçen ilk meteor, İskoçya’ya düştü. Aynı gün 1945 yılında Cem Karaca dünyaya geldi ve yine aynı gün 1994 yılında, Kurt Cobain, evinde ölü bulundu. 7 Nisan 1827: İngiliz Kimyager John Walker’ın buluşu kibrit satışa sunuldu. 9 Nisan 1953: İlk üç boyutlu film olan House of Wax gösterime girdi.
* Vikipedi sağolsun, Sinan Yorulmaz’ın da sağ olduğu kadar.
Vincent Van Gogh
SANDIK
5 Yıl Evvel Boo! 2007 yılının 15 Mart’ında çıkan 15 numaralı sayımız aslında derginin önemli anlarından birini oluşturuyordu, çünkü bu sayıdan sonra artık kapak konusu için çırpınmaktan vazgeçip, portfolyo bölümünde tanıttığımız fotoğrafçının kapağa konabilecek bir fotoğrafını öne çıkarmıştık. O andan sonra işte “güzel kapaklı dergi” sıfatına nail olmuş, bir süre kendimizi şehirli alternatif moda ve tasarım dergileri gibi hissederek kendi çapımızda elit havalara girmiştik. Kapağın içerikle alakası yoktu (hala yok), ama kapak güzeldi. Dergide o dönemlerde süregelen moda sayfaları bir “şehirli kadın dergisi” konusu daha yumurtluyor, masaj dosyasını sayfalara taşıyordu. İkinci dönemimizin ağırlığı ve ide-
alist yapısının atmosferi içerisinden bakınca “O neymiş öyle?” demeden olmuyor. O zaman Akira Kurosawa verelim bu sayıdan. O olmazsa The Doors verelim, 14. Louis’den verelim. Şu ara tiyatroyu dergimize taşıyamıyoruz, o zaman 15. sayıdaki tiyatro kitaplarından verelim. Yani, eski sayılarımız da var bizim!
Baykal Kent Zamanın çarkı bizim beynimizden hızlı çalışıyor olsa gerek. Daha dün Dijital Binali olarak izlediğimiz, tarazlı sesi ile sigarayı yeni bırakmış tiryakiye eşlediğim, güler yüzlü şişman adam Baykal Kent de öte tarafı çoğaltmak üzere terazinin diğer kefesine geçti Şubat ayı başında.
Nedense ilk önce “Seven Eleven”ı hatırladım Baykal Kent denince. Sonra düşünüp düşünüp bulamayınca, aradım. Eskilerde bir zamandan Beşiktaş’taki 7 Eleven’da ailesiyle saldırıya uğradığı haberini hatırlamışım meğer. Bir de tabi “Derya, Baykal’ı gördün mü?” replikli bir reklam filmini… Nüfus kayıtlarına göre, Baykal Açmazlale 1 Ocak 1943’te doğar, 6 Şubat 2012’de ölüm ilanı yazılır. İstanbul’da başlayan hayat Bursa’da son bulur ve senelerini verdiği tiyatro sahnesinden uğurlanır öte dünyaya.
Yaklaşık 25 yıl boyunca Ferhan Şensoy’un Orta Oyuncular’ı kadrosunda rol alan Kent, zaman içinde sinema filmlerinde ve TV dizilerinde de rol aldı. Bunlarda daha çok komik karakterleri canlandırdığından mı, yoksa şişmanların neşeli olduğuna inançtan mı bilinmez hep gülen yüzüyle gördük onu biz. Ama son dönemlerde en çok Dijital Binali karakteri ile kazındı akıllara, yardımcısı Laptop Recai ve sürekli kendisini kazıklayan Feridun Bitir’in peşindeki komik mafya babası olarak. Öte dünya varsa eğer, huzurla yatması, orada her ne yapılıyorsa keyifle yaşaması dileğiyle… -Melis 15 Mart-15 Nisan 2012 | 47
Ant Uğurdağ antugurdag@gmail.com
inceleme
Güzelliğin M Fizyolojisi, Karşılaştırmalı Anatomisi, Organik Kimyası ve Analitik Geometrisi
Üzerine
Her işin başı sağlık, varlığın temeli maneviyat ve maddi nüfuzun gücü, insani ilişkilerin temeli etik ve samimiyet, besinden önce canlılığın temeli su ve oksijen, aşkın temeli elektrik almak ya da hoşlanmak ise güzelliğin ölçütü ya da kaynağı nedir? Güzelliği tayin eden konuşan aynaların devri masallarda kaldığına göre, sayın “güzellik”, kime göre neye göresin?
48 | Boo! Sayı: 5
addi kaynaklar icat olmadan önce, hatta takas sisteminin de çok öncesinden bugüne kadar insanlığın zihnini kurcalayan başlıca en büyük sorunsalların birkaçı ölümsüzlük, sonsuz gençliğin kaynağı, ömür boyu sağlık ve refah, güzellik, çekicilik gibi dünyevi hayata ait konulardı. Ölüm, ölümsüzlük gibi insanın tamamen müdahale edemeyeceği konular için elden fazla bir şey gelmemesine rağmen; güzellik ve fiziksel çekicilik gibi (her ne kadar bu kavramlar kişiler arasında göreceli olsalar da ve bazılarının doğuştan daha şanslı olmasına rağmen) nispeten insanın kendi eliyle geliştirebileceği bir konu olması onun sürekli ilgisini çekmiştir. Başka insanlar tarafından beğenilmek, kabul görmek ve imrenilmek insanın yaratılış hamurundan gelen ve bunun sağladığı özgüvenle kendini daha kolay gerçekleştirmesini sağlayan gurur okşayıcı bir ihtiras duygusu olsa gerek. Sosyo-fizyolojik temellere tepeden inme bir bakış Ünlü Amerikalı psikolog Abraham Harold Maslow’un ortaya attığı İhtiyaçlar Hiyerarşi-
si’ne göre kişiler belli ihtiyaçlara sahiptir ve bu ihtiyaçlarını ikame ettikleri oranda ihtiyaç piramidinde bir üst kademeye geçerler; piramit beslenme, uyku, cinsellik gibi fizyolojik ihtiyaçlardan, kişisel tatmin ve başarı gibi yani bireyin kendini gerçekleştirmesi olan aşamaya kadar kademelenir. Konumuzla ilgisi şudur ki; içgüdüsel olarak, insanın oluşumundan bu yana beğenilmek, arzu edilmek, onaylanmak gibi toplum tarafından kişinin egosunu okşayıcı, pozitif güdüleyici ve patlayıcı potansiyelini ortaya çıkaran yaklaşımların olası evrimsel ya da yaratılış sürecinde insanın hem fizyolojik hem de anatomik yapısına dahil olduğu adeta iliğine, kemiğine kadar işleyerek bir nevi ruhiyet kazandığını söylemek mümkündür. Fiziksel cazibenin temelinde, karşı cinsin dış görünüşünün ve gözle görülmeyip koklandığının farkında olmadığımız etrafa yayılan kimyasal uyarıcı hormonlar olan feromonların bilinçaltına yaptığı etki büyüktür. Fiziksel çekiciliğe ek olarak, gençlik de bunun pekiştireç unsurudur. Dış görünüşün aldatıcı, iç görünüşün önemli olduğu yaygın görüşün
“Bana alıcı gözle baksan neler söylersin?” Erkek gözüyle bakıldığında potansiyel eş seçiminde karşı cinsin; kendilerinden boy olarak daha kısa, genç ve bebeksi diye tabir edilen yüzlü, parlak ve pürüzsüz cilde sahip, ışıltılı ve canlı saçları olan kendinden daha küçük yaşlarda ya da yaşıt, simetrik yüz ve vücut hatlarına sahip, dolgun dudaklı ve düşük bel-kalça oranlı gibi özelliklere sahip olması tercih önceliğindedir. Kadınların gözüyle baktığımızda ise; çoğunlukla kendilerinden uzun boylu, yüksek simetrik yüz hatlarına sahip, maskülen hatlar gibi vücut yapısı özelliklerine (sakal gibi) haiz, geniş omuz, dar bel oranında atletik üçgen vücut (orijinal adıyla; “V-torso”) diye tabir ettiğimiz özelliklere sahip bireyleri tercih etmeleri olasıdır. Birçok bilimsel araştırmayla bu sonuçlar desteklenmiştir. Kültürel olarak bakıldığında gerçekten de uzun boylu erkeklerin daha çok kendinden kısa boylu kadınlarla evlendiği görülmüştür ve toplum tarafından da bu fiziksel oranlar ideal olarak onaylanmıştır. Çünkü kısa boylu kadın ve uzun boylu erkek arasında oluşacak olan oran üremeyi pozitif yönde etkileyecek bir korelasyon göstermektedir. Araştırmalara göre, çok az bir oranda kalsa da uzun boylu kadınlar nadiren kısa boylu erkekleri de eş olarak seçebilmektedir. Uzun boylu erkeklerin daha tercih edilir olmasının sebebi, bazı kültürlerde bunun statü ve zenginlik göstergesi olmasındandır. Aslında bu tarz fiziksel görünüş süzgecinin temelinde; en güçlü, en çevik, en sağlıklı ve doğurgan eşi bulma isteği yatıyor. Bunun evrimsel bir seçim süzgeci olduğu düşünülse de, bilimsel olarak kesin bir şekilde kanıtlanamamıştır. Konu eş seçiminden açılmışken
dış görünüşün sosyal statüye, arkadaşlık ve karşı cins ilişkileri gibi faktörlere olan etkisi de yadsınamaz. Birçok sektörde işe alım süreçlerinde, kişinin eğitim seviyesi, akademik tecrübeleri, alan deneyimi, sertifika ve kurs eğitimleri haricinde dış görünüşüne de oldukça önem verilmekte. Prezentabl olma şartı adeta, modern çağ iş başvurularının baş kriterlerinden biri olmuş durumda! Eğer bireyin vücudunda belirgin bir asimetriklik ya da görüntüsel bir anormallik varsa bu karşı cinsin bilinçaltında; geçmişte bir rahatsızlık ya da kaza yaşandığına dair negatif bir imaj oluşturuyor. Çekiciliğin algısı genel olmakla beraber tamamen evrensel değildir. Örneğin, Antik Çin geleneksel kültüründe küçük ayaklı kadınların daha makbul olduğundan dolayı küçük yaşta kız çocuklarının ayakları bağlanarak, kemik ve kas yapısının büyümesi baskılanarak ayak küçültme yapılıyordu. Aynı şekilde yine İngiltere’de ise kadınların çok sıkı korseler giyerek bel-kalça oranını düşürmek adına sağlıklarını hiçe sayarak; iç organlarına hayati hasar verip, soluk almalarını baskılayacak bu ilginç metodu uygulamaktaydılar. “Güzel değil dediler sevdiği kızı yarine vermediler” Sonuç olarak; ister spor yoluyla fiziksel olarak, ister kimyasallar, ilaçlar ve desteklerle olsun, ister cerrahi müdahale yoluyla vb bir yolla olsun yani inorganik ya da organik fark etmeksizin; insan nefsi her zaman güzel ve çekici olmak için her yolu denemekte ve karşı cephe tarafından egosunun okşanmasıyla kendini gerçekleştirmenin hazzını hissedip, bu hissi tüm organellerine kadar içselleştirmek istediği oldukça aşikar. Tüm bu hengameye rağmen burada asıl sorulması gereken önemli olan soru şu; “Güzel olmak elzem mi?”. Ya da şöyle sormalı: Sizin güzellik ölçütünüz nedir?
Organizmanın güzelliği DNA sarmallarında gizli Güzellik ya da cezp edicilik sadece insanlarda değil, yaşayan tüm türlerde bulunmaktadır. Örneğin mavi tavus kuşunun (Pavo cristatus) erkek bireyleri gösteriş açısından dişilere kıyasla oldukça heybetli olmasına karşın, hoş bir ses çıkarmaz. Aynı şekilde bazı örümceklerin dişi bireyleri, erkek bireylerine nazaran oldukça heybetli ve güçlü olabilmekte, yine bir başka örnekte ise mandarin ördeklerinde (Aix galericulata) erkeklerin tüylerinin rengi oldukça göz alıcı ve dikkat çekiciyken, dişi bireylerde ise oldukça sıradandır. Türlerin içindeki bu bireysel farklılıkların tümü, seksüel/eşeysel dimorfizm (eşeysel dış görünüş farklılığı) adı altında incelenmektedir. Şöyle durup bakınca aslında bunların yaşanan çevreye uyumu kolaylaştırıp, üremeyi kalitelendirip, çeşitlendirmek adına rekabet unsuru katmak için za-
man boyunca oluşmuş; “biyolojik maliyetler” olduğunu söyleyebiliriz. Hayvanlarda üreme zamanı hemcins bireyler arasında (özellikle erkek bireylerde) bir güç gösterisi, boynuzla tos vurma, ısırma, sesli uyarı benzeri davranışlar ve karşı cinse ise kur davranışları ile üreme için kendisini seçmesi için işaret yollanması karakteristiktir. Bizim türümüzde ise işin rengi biraz daha değişiyor. Modern çağda teknolojinin getirdiği ulaşım kolaylığı ve bu uğurda iletişim için harcanan çaba maliyetinin azalmasıyla insan ilişkileri ve buna bağlı olarak cinsiyet ilişkilerinin boyutu da kökten değişmeye başladı. Bilinmeyene olan özlem ve ona ait olan tüm gizem perdesinin yavaş yavaş aralanmasıyla, bitmek bilmeyen doyumsuz ve tatminsiz açlığı hiçbir varlıkla ikame edilemeyen obur bir insanlık oluşturulmaya başlandı.
Geçmiş zaman olur ki, efsaneler dilden dile gezer Eski tarih hikayelerinde sürekli olarak bahsedilen ve içine mitoloji sosu da katılan Romeo ve Juliet, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı gibi bir çok sosyolojik mesaj içeren ve dönemlerine ışık tutan bu güne kadar anlatıla gelmiş bir çok aşk hikayeleri mazinin küflü fıkraları gibi unutulmaya yüz tuttu. İlk görüşte aşk, önemli olan insanın dış değil iç güzelliği, nerde o eski aşklar/evlilikler tarzı dışavurumlar aslında bu çağa özgü sanılmasına rağmen, aksine insanın var olduğu ve toplumsallaşmaya başladı ilk anlardan beri mevcuttu! Tek fark teknoloji, farkındalık ve eğitim seviyemizin artışıyla bu sorunsalların altında yatan kökler hakkında daha fazla çözüm teorisi üretebilmemiz dolayısıyla bu sıkıntıları ilk defa yaşadığımızı
zannediyoruz… Ergenlik dönemine ait duygu-durum değişikleri içeren sorunların daha “Sümer Uygarlığı” döneminde, keşfedildiğini biliyor muydunuz? Tarihteki birçok toplum güzellik ölçütlerini oldukça farklı tanımlamışlardır. İlkel kabile toplumları ve antik çağ toplumları genelde tapındıkları ana tanrıça figürlerine atfettikleri fiziksel özellikler ölçüsünde, güzellik algılarını tanımlamışlardır. Anadolu kültüründe ana tanrıça ve bereketin timsali Kibele olmuştur. Aynı izdüşümü antik Roma dönemi zamanları Mısır’ında İsis, Yunan mitolojisindeki aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit, antik Roma kültüründe ise Artemis tanrıça figürüyle görmek mümkün. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 49
Bitti.
temelinde; güzel ve çekici insanların, zeki, dürüst, esprili ve kültürlü gibi ideal özellikleri beraberinde taşıdığının düşünülmesi yani bir nevi, pozitif bir önyargı yanılsamasıdır.
Armağan Kanca armagankanca@hotmail.com
edebiyat akımı Oulipo:
Şifreli Edebiyat Bir cümlenin integralini, logaritmasını alabilecek kapasitede bu Oulipocular. “Nasıl olur?” demeyin, şapkadan çok tavşan çıkardılar yıllar içerisinde. “Sözel zeka mı, sayısal zeka mı?” tartışmalarına ise hiç girmeyin, atın çöpe gitsin.
OUvroir de LIttérature POtentielle,������ kısaca OULIPO, iki kafadar şair ve yazar Raymond Queneau ve matematikçi François Le Lionnais’nin yırtınmaları sonucu temeli atılan, 1960 yılı, Fransa çıkışlı bir edebiyat akımıdır. Kelimesi kelimesine çevirdiğimizde ‘potansiyel edebiyatın atölye çalışması’ anlamına gelen bu akım, külliyatı yalayıp yutmuş Enis Batur tarafından “gizediş” (gizil edebiyat işliği) olarak adlandırılmıştır. Akımın olmazsa olmazı, yeni kalıplar ortaya çıkarmak ve bunu yaparken de olabildiğince eğlenmektir. ‘Kısıtlama’ sözcüğü yazarların gözlerinde parıltılara yol açar ve bu kısıtlamalar çoğu zaman sözlükte kullanabileceğiniz sözcük sayısını azaltsa da, laf cambazlığını gün yüzüne çıkarmada bulunmaz bir nimettir. Kısıtlama kuralları matematiksel bir altyapıya dayandığı için, akıma ait bir ki50 | Boo! Sayı: 5
tabı okuduğunuzda kendinizi bir çıkmazın, bir yapbozun veya bir girdabın tan orta yerinde bulmamanız imkansızdır. Ne menem bir şeyle uğraştıklarının farkında olan Raymond Queneau, Oulipocuları şöyle niteler: “Kendi kurdukları labirentten kurtulmaya çalışan fareler”. Bu labirentin duvarlarını örerken kullandıkları kısıtlamaları gelin yakından inceleyelim. Kapana Kısıldık 1. S+7 veya N+7 kuralı: “Bir cümledeki her bir ismi ve/veya fiili, alfabetik olarak kendisinden sonra gelen yedinci isimle değiştir” der ustalar. Kural N+7 ile sınırlı olmayıp bazı internet sitelerinde N+1’den N+15’e kadar çeşitlendiği görülmüştür. The Snow Man One must have a mind of winter To regard the frost and the boughs Of the pine-trees crusted with snow Yukarıdaki
gördüğümüz
ir ünlü Amerikan şair Wallace Stevens’ın The Snow Man şiirinden bir parçadır. Bakın bu caaaanım şiir Oulipocuların elinde nasıl da yoyoya dönüşüyor: The Soap Mandible One must have a miniature of wisdom To regard the fruit and the boulders Of the pinions crusted with soap 2. Kartopu: Bu kuralda her bir dizedeki her bir kelime, kendisinden önce gelen kelimeden bir harf fazladır. Aşağıdaki beyit bu duruma güzel bir örnektir. Dizedeki ilk kelime bir harflik yer kaplarken, yedinci kelime yedi harflik yer kaplamaktadır. On beşinci kelimeden sonra mı? Solunum cihazına, marş marş! I am far from happy Mother reduced A no-fly zone using yellow ribbons.
şi-
3. Lipogram: Yazdığımız bir metinde, belirlediğimiz bir harfi yemin etmişçesine hiç
kullanmıyorsak lipogramın hakkını veriyoruz demektir. Genelde sesli bir harfi kullanmama olarak zuhur eden bu durum, kuşkusuz ki sessiz bir harfi kullanmama durumuna göre daha fiyakalı gözükmektedir. En güzel örnek Fransız yazar Georges Perec’in “La Disparition” kitabında karşımıza çıkar. Perec bu kitabın hiçbir kelimesinde bırakın ‘e’ harfini, ‘e’ harfinin aksanlı halini bile görmeye tahammül etmemiştir. Fransızca’da ‘e’ harfinin önemini anlatmaya gerek yoktur. Perec’in zekasına hayran kalmak için aşağıya bakmanız yeterli: L’auto croupissait dans son hangar. Il n’y avait aucun habit manquant dans son placard. L’on n’avait pris aucun sac. Aucun sang n’avait jailli. Mais Anton Voyl avait disparu. Perec’in cambazlıkları bununla bitmemiştir. Aynı kitabın bir paragrafında hem ‘a’ hem de ’e’ harfini kullanmaz. İnce espri anlayışını yedirdiği o paragrafı okurken gülmekten karnınıza ağrılar girer.
Bu kısıtlamanın kapanışını 2 adet Türkçe ve 2 adet İngilizce cümle ile yapalım: Ey edip Adana’da pide ye, Ayla’da mı madalya Never odd or even, Rise to vote sir 5. Tekseslilik: Bir metinde tek bir sesli harften yararlanıyorsak bu durum teksesliliktir. Bu kısıtlamanın en bilinen örneği ‘pacman’ Georges Perec’in “Les Revenentes” eseridir (“Heberler” de olabilir elbet -Alper D). Fransızca sözlüklerde karşılığı olmayan kelimenin aslı “Les Revenantes” şeklindedir ve “geri dönenler” anlamına gelmektedir (arada kılıfına uydurmuyor değildi). “Les Revenentes” kitabının hiçbir yerinde ‘e’ harfi hariç sesli harf kullanmamıştır. Tekseslilik kuralının diğer bir örneği CC Bombaugh’nın 1890 yılında yazdığı bir şiirinde görebiliriz. CC Bombaugh, bu şiirinde ‘o’ harfi hariç hiçbir sesli harfi kullanmamıştır. No cool monsoons blow soft on Oxford dons, Orthodox, jog-trot, bookworm Solomons 6. Mahkum’un Kuralı veya Macao Kuralı: Bu kuralda belirli türde harfler seçilerek metin oluşturulur. İtalyan bir tenorun engiiiin görüşle-
ri alındı mı bilinmez, ne kreşendo / dekreşendolar havada uçuşmuştur bu kural için bir bilseniz. Kuralın daha iyi anlaşılması için tüm alfabeyi baştan sona yazıyorum: abcdefghıjklmnopqrstuvwxyz. Koyu harfler metinde kullanabilecek harfler olup, geride kalanlarla muhatap bile olmuyoruz! Koyu harfleri metnimizde kullanmamızın tek sebebi harf yüksekliklerinin aynı boyutta olmasıdır. Kısıtlamanın adının nereden geldiği biraz muamma. Araştırmış olduğum bir siteden edindiğim bilgiye göre bu kural mahkumlara verilen sayfa sayısının kısıtlı olmasından geliyor. Sözün özü, mahkumlar bu kuralı uygulamaları durumunda mektuplarında meramını daha fazla anlatma şansına sahip olacaklar (?!). John Keats’in “Ode on a Grecian Urn” şiirinden bir parçayı yazalım: Thou still unravish’d bride of quietness! Thou foster-child of silence and slow time Sylvan historian, who canst thus express A flow’ry tale more sweetly than our rhyme: What leaf-fring’d legend haunts about thy shape Of deities or mortals, or of both, In Tempe or the dales of Arcady? What men or gods are these? What maidens loth? What mad pursuit? What struggle to escape? What pipes and timbrels? What wild ecstasy? Bir şiiri bir de mahkumlar yazsın: urn ıs a new, no-noıse, secure woman, no-noıse n’ wearısomeoccasıon’s reserve-new-one, usıne scrıvener can nae announce a vıvacıous memoır more wınsome versus our verse so name me an aurıc ıcon occurın’ near urn maxımum ıcons or man, or a
Oulipo Türkçe’de! -Biçem Alıştırmaları / Raymond Queneau / Sel Yayıncılık, 2003 -Kayboluş / Georges Perec / Ayrıntı Yayınevi, 2005 -Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu / Italo Calvino / Yapı Kredi 2008 -Yaşam Kullanma Kılavuzu / Georges Perec / İmge Kitabevi 2009 sum ın unıson, ın a senıor wıse man’s rooms or ravınes ın a sıncere area. name me men or ıcons. name women averse. name ınsane aıms. name evasıons. name musıc convenıences. name a more overrun vıvacıousness Mahkum’un Kuralı ile birlikte teorik olarak Oulipo kurallarını tamamlamış olduk. Kuralları uzatmak mümkün, gelin teoride geçmeyen ama Oulipocuların sıkça kullandıkları kısıtlamalara bir göz atalım: 7. Spoonerism: İsmini Oxfordlu profesör William Archibald Spooner’ın yaptığı dil sürçmelerinden alan bu kısıtlama, ikili kelime gruplarının ilk harflerinin yer değiştirmesine dayanıyor. Yasıl naani? “A cozy little nook” yerine “A nosey little cook”, “Dağıttığı kağıtlar” yerine “Kağıttığı dağıtlar” bu duruma verilebilecek örneklerdir. 8. Anagram: Bir kelimenin harflerinin yerlerinin değiştirilip başka bir anlamlı kelime oluşturmasına anagram denir. Genellikle ünlü şahsiyetlerin sahne adları gerçek adlarının anagramlarıdır. Sürrealist akımın ünlü isimlerinden Salvador Dali de anagram isme sahip olan sanatçılardandır. Sürrealist kuramcı, şair ve yazar André Breton tarafından “Avida Dollar$” olarak adlandırılan Salvador Dali, bu anagram isme, satın aldığı limuzinden sonra sahip olmuştur. O
dönemde İspanya’da sadece üç kişide bulunan bu aracı satın alması gerçeküstücüler tarafından pek de olumlu karşılanmamış ve “Dolar Hırsı / Para Hırsı” anlamına gelen “Avida Dollar$” ismini şakayla karışık iliştirivermişlerdir. 9. Pangram: Yunanca’da Pan (hepsi, bütün) ve Gramma (harf) sözcüklerinin yan yana gelmesiyle oluşturulmuştur. Alfabede harflerin alayını bir cümlede kullandıysak o cümle pangram oluşturmuş demektir. Bir harfin tekrarlanması önem teşkil etmez. Bu durumu hem İngilizce, hem Türkçe hem de Fransızca bir cümleyle özetleyelim: “The quick Brown fox jumps over the lazy dog” “Pijamalı hasta yağız şoföre çabucak güvendi” “Portons dix bons whiskys à l’avocat goujat qui fumait au zoo” Yukarıda yazmış olduğum son örnek George Perec’in “La Disparition” kitabından olduğu için tabii ki de ‘e harfi’ kullanılmamıştır. 1960’lardan bu yana edebiyat dünyasında farklı ve orijinal bir tat olmaya devam eden bu akım, her ne kadar üye sayısı az olsa da, günümüz okurlarınca tanınmayı hak ettiği bir gerçek. Bulmaca çözmeyi seven okurlar için biçilmiş kaftan olan bu akımı tanımanın ve onca laf salatası edebi akım içerisinde şans vermenin sizce de zamanı gelmedi mi? 15 Mart-15 Nisan 2012 | 51
Bitti.
4. Palindrom: Tersten okunuşu kendisiyle aynı olan kelime, cümle veya birden fazla cümleden oluşan paragrafa palindrom denir. Günümüzde bilinen iki tane palindrom roman vardır (David Stephens’ın 59.795 harflik eseri “Satire: Veritas” ve Lawrence Levine’in 31.954 harflik eseri “Dr Awkward & Olson in Oslo”). Perec’e bu kısıtlamada da rahat batmış ve 1969 yılında 5.556 harflik “Grand Palindrome” eserini yayımlamayı kaşla göz arası halletmiştir. Çok akıllı adamdı bu Perec, çok.
Armağan Kanca armagankanca@hotmail.com
dosya
Flashdance
Sinemada Dans Kavramı:
Beyaz Perdede Boogie Woogie Zamanı N Sinema tarihi boyunca uç şeyler deneyen yönetmenlerin çalışmaları haricinde filmlerden müzik, müziğin canlı çalındığı sahnelerden dans eksik olmadı. Şimdi bu dosyada, filmlerdeki dans mevzuuna kesintili bir özet geçiyoruz.
52 | Boo! Sayı: 5
eden böyle bir dosyayı hazırladığım hakkında en ufak bir fikrim yok! Ancak dosyanın içeriği hakkında biraz ipucu verebilirim. Öncelikle bu dosyada ‘müzikal filmlerdeki’ dans sahnelerinin yer almadığını özellikle belirtmeliyim. Eğer müzikal türü de dosyaya dahil etseydim uçsuz bucaksız bir ormanın içinde kaybolmanın eşiğine gelirdim. Filmleri kendi içinde belli gruplara ayırmanın doğru olacağını düşündüm ve listeleyerek yazmaya başladım. Şimdi sevgili okur! Bu girizgahtan sonra okumaya başlayabilirsin.
1) Dans Pistini Karıştıranlar Bir gürültü patırtıdır gidiyor. Bu başlıkta dans pistindekilerin curcuna dolu süreçlerinden bahsedeceğim. Öncelikle yönetmen Todd Phillips’i mercek altına alalım. Kendisi bu başlığa iki filmiyle katılıyor. Bunlardan ilki “Old School / Sıkı Dostlar”, diğeri ise geçen yaz sinemada izlediğim tek film olan “The Hangover / Felekten Bir Gece”. Her iki film de belirli bir yaş düzeyine hitap ediyor ve bel altı espriler kullanmada en ufak tereddüt etmiyor. Farrelly biraderlerin filmlerindeki hava Phillps’in filmlerinde de mev-
cut. Gelelim filmlere, her iki filmde de düğün sahneleri dikkat çekiyor. Düğünde 50 Cent ve Bonnie Tyler’ın şarkılarının akustik versiyonları arada geçiyor. Düğünde, eski topraklar Death Proof dans ederken “Candy Shop” parçasının yavaş versiyonu onları şok etmeye yetiyor. Neden mi? Hemen sözlere bakın! Yine bir düğün. Bu sefer Yahudi düğününü karıştıran isim Adam Sandler. O bir aşık ve “Love Stinks” demekten kendisini alamıyor. “Love Stinks” dedikçe hızını alamıyor ve bütün düğünü berbat ediyor. Tahmin etmesi güç değil. Neredeyse kültleşmiş bir sahneyle karşı karşıyayız, filmin adı “The Wedding Singer / Evlilik Öpücüğü”. Bu filmin diğer bir güzel tarafı da Yahudi’lerin düğününü karıştıran Sandler’ın gerçek hayatta da Yahudi olması. Ne tesadüf ama! “24 Hour Party People / 24 Saat Parti İnsanları”, daha önce bu filmi tanıtmıştım (Boo! birinci dönem, 27. sayı). Sex Pistols ve New Order zamanını inceleyen filmdeki Sex Pistols performansı sahnesinde salonda sadece 42 kişi vardı. Dans eden bu ahali ilk kez izledikleri bu punk grubunun yırtıcılığını alarak pisti karnaval alanına çeviriyordu. Dipnot olarak Sex Pistols’dan sonraki New Order zamanı Haçienda havasını da unutmamak gerekir. “The Party / Parti”, Peter Sellers’ın Hintli bir aktörü canlandırdığı bu filmin can alıcı sahnesi partiye Rus grubun geldiği andan itibaren başlar (O ana kadar gülmekten karnımız zaten ağrımıştır ve bu
sahneyle birlikte gülmekten nefes de alamamaya başlarsınız). Ruslar dans pistini neşelendirir neşelendirmesine ancak sahneyi üzerinde sloganlar yazan bir filin (yanlış okumuyorsunuz, bir fil) adeta çalmasıyla birlikte iş çığırından çıkar. Evet, Kafkas dansı yapan bir Rus’un kendini bir anda havuzun sularında bulması sadece bir başlangıçtır! “You love her, but she loves him, and he loves somebody else” (The Wedding Singer’dan) 2) İşte Bu Çok Tehlikeli Hepsi 15+ olabilecek filmler. Seksi danslar bu başlığın ana teması. “Death Proof / Ölüm Geçirmez” ile başlayalım. Tarantino filmlerinde dans sahnelerini çok görürüz. “Death Proof”taki dans sahnesi her ne kadar Tarantino’nun önceki filmlerindeki sahneler kadar ünlü olmasa da 15+’lık statüde yerini almasını bildi. Bu film sayesinde ‘Kucak Dansı’ adı verilen bir dansı öğrenmiş olduk. Diğer filmlerdeki yıldızları söyleyince aklınızda oluşacak ilk düşünceyi şimdiden okuyabiliyorum. Bu yıldızlar Demi Moore ve Salma Hayek! Başlığın da akıbetine uğrayarak, ilk olarak aklınıza “Striptease” ve “From Dusk Till Dawn” filmleri geldi mi? İkisi de 1996 yapımı olan bu filmlerin öncesine bakalım. Bu filmden önce Demi Moore cüretkar sahnelerde oynamakta çekinme-
From Dusk Till Dawn
mişti. “Indecent Proposal / Ahkasız Teklif”ten tutun da “Disclosure / Taciz”e oradan “About Last Night / Bir Gecelik Aşk”a kadar bütün bu filmlerde Demi Moore bir neslin nefesini kesmedi mi? Kapanışı “Striptease” ile yapmış gözüküyor. Salma Hayek’in durumu da Moore’a benziyor. O da “Desperado” filmindeki Antonio Banderaslı sahnelerle dikkati çekti ve
aradan 1 yıl sonra “From Dusk Till Dawn / Günbatımından Şafağa” filmindeki ‘piton yılanlı kadının dansı’ performansıyla medyanın odak noktası haline geldi. “Hey, Warren! Is there anybody in this place you could vouch for to give me a ride home?” (Death Proof’tan)
15 Mart-15 Nisan 2012 | 53
Dirty Dancing
3) Cümbür Cemaat Genç, yaşlı, çoluk, çocuk. Herkes dans ediyorsa bu cümbür cemaat bir danstır. İlk filmimiz Bernardo Bertolucci filmi “Il Conformista / Konformist”. Faşizm İtalya’sındaki bir konformistin dans pisti kalabalığındaki yalnızlığından bahsedeceğim. Dans pistindeki herkes eğlenmektedir. Bir süre sonra üstüne üstüne gelen kalabalık konformisti boğdukça boğar. Kalabalık dans ederek bir ileri bir geri gider. Konformist ne yaparsa yapsın her zaman boğulmaya mahkumdur (mudur?).
“Det Sjunde Inseglet / Yedinci Mühür” sinema tarihindeki en iyi kare kategorisine aday bir sahneyle karşı karşıyayız. Ölüme gidenlerin neşeyle uğurlanması üzerine bir dans sahnesi. Azrail de dahil herkes el ele tutuşmuş kırda gölgelerini bırakırken geriye baktığımızda nasıl bir film izlediğimizi çözmekle uğraşırız.
“Citizen Kane / Yurttaş Kane” belki çok dikkat çekici bir sahne değil ama ileride Vincente Minnelli’nin çekeceği filmlerdeki dans sahnelerinin özünü bu sahnede bulmak mümkün. Seçim propagandası öncesindeki Kane’in kabare kızlarıyla dans etmesi onun neşesinin yerinde olduğunu gösteriyor. Bir yandan neşesi yerindeyken diğer yandan takım elbiselilere meramını anlatmaya çalışıyor. Seçim sonucu mu? Hüsran!
“Slumdog Millionaire / Milyoner” bir Hint filmi olur da dans sahnesi olmaz mı? Hint filmlerinde diyaloglar bir anda kesilir ve dans etmeye başlarlar ya, işte o zaman Bollywood filmi tam olarak bu derim içimden. Gerçi bu filmde öyle bir anda diyalogu kesip dans etmek yok, sadece son sahnede Hint sinemasına saygı duruşu niteliğinde bir sahne mevcut ve bu da işin kaymağı açıkçası. Her şey bitmiş, erkek kıza kız erkeğe kavuşmuş ve son
54 | Boo! Sayı: 5
Can’t Buy Me Love
sahnede Hint sinemasına saygı duruşunda bulunulmuş, olay tam olarak bu! “Little Miss Sunshine / Küçük Gün Işığım”, Sinemada Aile Kavramı dosyasında da belirttiğim bir film (Boo! birinci dönem, 43. sayı). “Super Freak” şarkısıyla birlikte bütün ev halkı bir anda kendisini sahnede buluyor. Aile bireylerinin McHammer figürleri yapması da cabası. Bunun üzerine yarışmadan derhal kovulan aile, arkalarına baktığında ne kadar eğlendiklerini anlıyor.
Listedeki en komik dans sahnesine geçelim. İki kız barda tartışırlar. Kızlar birbirine yumruk atarken birinin kafası jukeboxın içine girer. Jukebox çalışır. Bu sırada sarhoşun birisi ritme kendisini kaptırır ve dans etmeye başlar. İlk dans eden bu bizim sarhoştur. Bunun üzerine bardaki herkes piste koşar. Pisti dışarıdan izleyen “Top Gun” filmindeki Tom Cruise kılıklı bir teğmen gözüne pistteki bir kızı kestirir. Kız tam anlamıyla ‘Lady In Red’ tarifine uymaktadır. Adam kıza yaklaşır ve John Travolta figürleri yapmaya başlar. Arka planda ça-
La Boum 2
Footloose
lan parça ise Bee Gees’den “Staying Alive”dır. Sözün özü, “Airplane / Uçak” böyle absürt bir filmdir işte! “She’s a super freak, super freak. She’s superfreaky, yow” (Little Miss Sunshine’dan) 4) Yakınlaşma Zorluğu Yakınlaşmak için dans etmeyi teklif etmek mi? Böyle bir şey var mı? Neyse sonuçta bir ‘adım atma’ durumu söz konusu. Kimler dans pistinde değildi ki? “Scarface / Yaralı Yüz” ile başlayalım. Hatırlanacağı üzere filmde Michelle Pfeiffer, Al Pacino’ya tokat gibi bir cevap vermişti. Ona dünyadaki son kişi bile olsa onunla çıkmayacağını söylese de bu lafını afiyetle ye-
mişti orası ayrı. Ama sonuçta Al Pacino’yu dans pistine çıkarttı mı? Hem de nasıl!
“Picnic / Piknik” taşra yaşamının aşka bakış açısını anlatan bu filmdeki sahne bu listedeki sahnelerin en naif olanı. Fakir ve serseri oğlanın bütün o piknik tantanasından söküp çıkardığı dansın bütün karelerini görürüz. Filmin başrol oyuncusu William Holden’ın, yıllarca Hollywood tarafından soğuk sarışın olarak adlandırılan Kim Novak’ı bu dansla etkilediğini de hatırlatayım. Sınıf farkı olan bu gençler kalplerinin seslerini dinleyecek midir? “Titanic”teki de, gemideki sınıf farkı olsa gerek. En altta katta kendisine bir yatak bulan fakir oğlan, zengin kızla dans eder. Bütün o danstan sonra rüya ile kabus arasında gezinirler. Jack ile Rose’da değişmeyen tek şey aşkları olacaktır.
“I’m so tired of being told I’m pretty.” (Picnic’ten) 5) 80’ler Kuşağı 80’ler, hani her tarafta garip bir neşenin olduğu yıllar. 80’li yılların 3 dinamik filmini bir anda söylemek istiyorum. “Dirty Dancing / İlk Aşk, İlk Dans” ile başlamak isterim. Bir kamptaki dans hocası ile kampa gelen bir kızın yakınlaşmasını anlatıyor. Birçok kült sahne mevcut ancak en önemlisi tabii ki son sahne. Bill Medley ve Jennifer Warnes düeti olan “The Time Of My Life” parçası eşliğindeki muhteşem dansı unutmak mümkün mü? Patrick Swayze’ın en iyi performansını bu filmde görebilirsiniz (Evet, “Ghost / Hayalet” de dahil). Hemen vakit kaybetmeden “Flashdance” filmine geçelim. Çok rahat bir şekilde 15+ statüsünde değerlendirilebilecek bir film. Islak bir dans söz konusu bu filmde. Terden sırılsıklam olmadan yapılan dans, dans değildir. “What A Feeling” ve “Maniac” ile coşmaktır Flashdance. Aslında bir nevi 80’lerin özetidir. “Footloose” tam anlamıyla bir yıldızlar karması. Kevin Bacon, Lori Singer, John Lithgow, Dianne West, Chris Penn ve Sarah Jessica Parker. Kevin Bacon’ın filmdeki misyonu, dansın yasak olduğu taşraya dansı tekrardan getirmektir. Bütün bu hummalı çalışmada Kevin Bacon, bir sanatçı edasıyla, kalas arkadaşı Chris Penn’den bile bir dans ustası yaratmasını bilmiştir. Bununla da yetinmeyip, gerekirse mahkemeyi bile karşısına alarak dansın her zaman var olduğunu ispatlamıştır. Sonuç mu? Muhteşem bir balo sahnesi! Adını The Beatles’ın bir parçasından alan “Can’t Buy Me Love” filmiyle devam edelim. Belki de tüm listedeki en komik isimli dansa sahip. Dansın adı: Afrika Karıncayiyen Dansı. Çok sevgili “kaybeden” karakter Ronald Miller’ın televizyondan öğrendiği bu dans, öğrenciler arasında hit oluyor. İlk başta Ronald’ın ne yaptı-
ğını çözmeye çalışan öğrenci grubu daha sonra dansın ritmine kendilerini kaptırıyor ve kendilerinden geçiyorlar. “Peggy Sue Got Married / Peggy Sue Evlendi”, 80’leri anlatmasa da (çünkü film 50’li yıllarda geçiyor) 80’li yıllarda çekilen bir film olduğu için bu başlığa girmeye hak kazandı. Filmdeki en önemli performanslardan birisi kuşkusuz altın renkli ceketleriyle arzı endam eden Nicolas Cage ve Jim Carrey’nin Doo Wop türünde bir parça olan “I Wonder Why” parçasına eşlik etmesidir. Aralarına iki kişi daha alarak dörtlüyü oluşturan ekip sahnede her türlü afacanlığı yapmaktan çekinmiyor. “La Boum 2 / Patlarsam Yanarsın 2”, serinin her iki filmini de çok seviyorum. “La Boum 2”nin listemize girmesini belki çoğu sinemasever gözden kaçırabilir. Her ne kadar “La Boum 2” kendine özgü bir dansa sahip olmasa da klasik sinemanın müzikallerine yaptığı göndermelerle bir şekilde 80’ler kuşağı başlığında kendisine yer edindi. Filmde 16 yaşında olan Sophie Marceau kimi zaman “Singin’ In The Rain” parçasını söyledi, kimi zaman Liza Minnelli’nin “Cabaret” müzikalindeki şovuna ayak uydurmaya çalıştı. “Thriller”, hem bir video klip hem de bir kısa film. 13 dakikalık Michael Jackson şaheseri dönemin korku türü ustası John Landis’ten çıkma güzel bir kısa film. Daha önce “An American Werewolf In London / Kurt Adam Londra’da” ile rüştünü ispatlamış olan Landis için bu kısa film adeta çantada keklik. Sonuç mu? Literatüre kazandırılan bir Thriller Dansı. “What a feeling, bein’s believin’ I can’t have it all, now I’m dancin’ for my life Take your passion, and make it happen Pictures come alive, you can dance right through your life” (Flashdance’ten) 15 Mart-15 Nisan 2012 | 55
Bitti.
Peggy Sue Got Married
Mert Günhan mert.gun@gmail.com
araştırma Türkiye’de Bağımsız Sinema:
Kanaması Durmaya Başlayan Bir Yara Türkiye’de son 10 yıl içinde bağımsız sinema adına gerçekten çok güzel işler başarıldı. Oldukça yaralı ve kanamalı bir süreç olan bu süreç, gerçekten de pek çok fedakarlığın ve geçişin ürünüdür. Peki ama geldiğimiz yer neresi? Şu anda neredeyiz dersiniz?
Ş
üphesiz çoğumuz “bağımsız sinema” lafını çok duymuşuzdur. Peki ama bağımsız sinema nedir? Bağımsız sinema genel olarak büyük film stüdyolarında üretilmeyen ve bağımsız yayımcılar tarafından yayımlanan filmlere verilen genel addır. Amerika’da bu anlayış ilk olarak 1919 yılında ortaya çıkmıştır. Mary Pickford, Charles Chaplin, Douglas Fairbanks ve D.W. Griffith United Artists ekibini kurarak Amerika’nın ilk bağımsız sinema stüdyosunu oluşturmuşlardır, bağımsız film ve bağımsız eser fikri buradan itibaren almış başını gitmiştir. Türkiye’de ise bu durum kendisini çok ama çok geç ortaya çıkartmıştır. Öncelikle 56 | Boo! Sayı: 5
1914 yılında geleneksel Türk sinemasının ortaya çıkışından sonraki yıllarda oluşacak olan patlama, bu tarz bir fikrin Türk sinemasına girmesini uzun yıllar erteleyecektir. Bu noktadan sonra Türk sinemasının yıllarca yurtdışında işlenmiş olan temalara doyması gerekecek ve ana akım sineması oldukça beslenip güçlenecektir. 1910’lu yıllarda emeklemeye başlayan Türk sineması “Belirli bir hikaye anlatan uzun metrajlı film” noktasına uzun yıllar sonra geçmiştir. Baha Gelenbevi, Şakir Sırmalı, Turgut Demirağ, Çetin Karamanbey, Aydın Arakon gibi isimler farklı işler yapmaya çalıştılarsa bile çok fazla bir de-
ğişiklik olmadı. 1950’lerde yaşanan politik durum, çok partili hayat düzeni ve bunun sonrasında gelen darbe ile yeni bir anayasa hazırlanmıştır fakat Türk sinemasında sansür hala kaldırılmamıştır. 1980’de ise bütün her şey değişmiştir. Yurtdışında olanı Türk toplumunun da istemesi ile arz ve talep ilişkisinin dinamikleri sonsuza kadar değişmiş, değişik şeylerin önü açılmıştır. İlerleme Devri Bu noktada en önemli filmlerden birisi şüphesiz Eşkıya’dır. Eşkıya bir kırılma noktası olmuş, Türk sinemasında bir takım taşları yerinden oynatmıştır. 1987 yılında ise siyasal filmler almış başını gitmiştir. Ses, Dikenli Yol bunlardan sadece ikisidir. 1986’da Sinan Çetin Gökyüzü’nü çekmiş, 1987’de ise Tunç Başaran Uçurtmayı Vurmasınlar ile ikinci bir kırılma noktası yaşatmıştır. Bu noktadan sonra işler kötüye gitmeye başlamıştır. Türk sineması daha önce çözümleyemediği sorunlar ile karşılaşmış, Amerikan filmleri çok başka bir teknolojik çağa girmiş, televizyonlarda yayınlanan Amerikan filmleri Türk izleyicisinin deyim yerindeyse “aklını almıştır”. “Yerli sinemaya yöneltilen bir başka eleştiri de filmlerin sonunun baştan belli olmasıdır. Bu eleştiri belli ölçüde doğrudur. Teknik açıdan da sosyolojik açıdan da konuya bakma kaygısı taşınmadığı izlenimine sebep olmaktadır. Bir kere sinemanın sürpriz sonlara ulaşması zorunluluğu yoktur. İkinci olarak sonun baştan belli olması seyircinin filme olan ilgisini tamamıyla yok etmez.” (Scognamillo,2003) Bu umutsuzluk dönemi Türk sinemacılarını daha kollektif işler yapmaya itmiştir. Ame-
rikan sinemasına kaptırdıkları kitleyi tekrar kazanmak için kendine ait yepyeni bir dil yaratan Türk sineması, bu noktada gerçekten çok başarılı olmuştur. Sürekli olarak orta direk yaşamı veya doğudaki sorunu dillendirmiş Türk sineması, bu dönemde şehrin içinde oluşmaya başlayan fakir, evsiz ve itilmiş olan toplumu fark etmiştir. Bağımsız Türk Filmlerinde Farkındalık Bu farkındalığın en iyi örneği Tabutta Rövaşata’dır. Sosyal bir mesaj verme dışında kişisel bir hikayesi olan Tabutta Rövaşata, gerçekten dönemin sorunlarını ve atmosferini çok iyi anlatabilen, bir Türk başyapıtıdır. Zeki Demirkubuz bu dönemin en çok öne çıkan, en güzel işlerinden birkaçını üretmiş yönetmenidir. Masumiyet, Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Üçüncü Sayfa gibi filmler ile toplumun dışına itilmiş, küçük insanların hikayelerini anlatmıştır. Bunu yaparken kurguladığı atmosfer ise o kadar doğal, o kadar gerçektir ki, izlerken adeta kendinizi kurguyu yaşıyormuş gibi hissedersiniz. Mesela Masumiyet için Altyazı dergisi 2001’de şunu demiştir; “Filmde televizyonun bu denli etkin biçimde kullanılması özellikle de eski Türk filmlerinin sürekli ve pür dikkat seyredilmesi, televizyondaki eski filmlerin içinde bir başka filme göndermeler yapılmaktadır. Filmin bir sahnesinde ‘ağlama, o film’ denmesine karşın geçmişe geri dönüşlerle (geçmişe yolculuk) belki o ilk masumiyetler, (Uğur’un da arayış yolculuğu geçmişteki masum günleri olabilir) sevecenlikler, mutluluklar, aşklar ve tutkular aranmaktadır ya da arayış yolculuğudur. Bu arayış geçmiş ile gelecek arasında durmaktadır. ‘Siyah’lık bizlere karanlıkların, ölümün, kötü-
Türk Bağımsız Sinemasına Farklı Açıdan Bir Bakış Zeki Demirkubuz bir yandan kendi işlerini yaparken 1996 yılında, bambaşka bir dile sahip, bambaşka bir yönetmen görürüz. Ferzan Özpetek İtalya’da sinema eğitimi gören ve orada senelerce bulunan birisi olarak, İtalyan/Türk kültürünün birleşimi ile oldukça farklı bir dil yakalamış, bunu çektiği 5 filminde göstermiştir. Ferzan Özpetek’in ilk uzun metrajlı filmi Hamam, zamanında İstanbul’a göçüp yerleşen teyzesinden kendisine bir hamam kalan bir İtalyan mimarın İstanbul’a gelişinde yaşadığı değişimi anlatmaktadır. Bu film ile ilgili “Ben sinema salonuna gittiğimde ne görmek istiyorsam o türde film yapıyorum, herhangi bir mesajım yok” diyen Ferzan Özpetek, Harem Suare’de Meşrutiyet’ten sonra Harem’in kapatılmasının dört-beş yıl öncesini ve otuz yıl sonrasını anlatmaktadır. Ferzan Özpetek’in en önemli özelliği şüphesiz Türkiye’nin dışından fakat bir o kadar Türkiye’ye dair hikayeler anlatabilmesidir. Burada Derviş Zaim’den bahsetmezsek olmaz, kendisini Tabuttta Rövaşata, Filler ve Çimen, Çamur ve Cenneti Beklerken isimli filmlerden tanıyoruz. Derviş Zaim, filmlerinde toplumun dışında olan insanlara dair hikayeler anlatmış, sistemi eleştirmiş, modern tüketim toplumunun modernizme ulaşırken harcadığı insanlara dikkatimizi çekmiştir. Bu noktada Derviş Zaim’den sonra en önemli isimlerden bi-
Ferzan Özpetek
Derviş Zaim
Zeki Demirkubuz
risi Serdar Akar’dır. Gemide, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Maruf, Barda gibi filmleri çeken Serdar Akar, filmlerinde çok küçük maliyetlerle çalışmıştır. İnternette kimin yazdığı belli olmayan bir bağımsız sinema makalesinde Gemide filmi için şunlar söylenmektedir: “Gemide, ‘bir memleket gibidir gemi’ cümlesiyle açılmaktadır. Gemide’nin kahramanları aslında 90′larda bir ahlak çöküntüsüne ve bunalıma kapılan insanların bir izdüşümü gibi durmaktadır. Filmin bir diğer yönü de Laleli’de Bir Azize filmi ile kimi ortak sahneleri ve oyuncuları paylaşmasıdır. Filmin ilk cümlesi gibi toplumsal düzenle gemidekilerin hayatları birbirine paraleldir. “Gemide’nin mekanları, gerçeklikle simgeselliği olağanüstü bağdaştıran bir özgünlüğe ulaşır. Kimi zaman belgesele yakın bir üslupta, tüm gerçek fonksiyonları içinde gösterilen ‘gemi’, elbette memlekettir, kaba ve acımasız, gündelik ve sorunsuz, hazır ve tüketici tutumlarımızla bir cennetten bir cehenneme dönüştürdüğümüz şu kendi ülkemiz… Laleli semti ise sanki yeni düzenin İstanbul’unun simgeleri yolsuzluk, mafya, sömürü kadırımlara taşmıştır.” Paralel Dönemlerin Yönetmenleri Paralel zamanlarda ve biraz daha sonrasında devam eden dönemin parlayan isim-
leri arasında Semih Kaplanoğlu, Yeşim Ustaoğlu, Kutluğ Ataman vardır. Kutluğ Ataman özellikle “İki Genç Kız” filmi ile Türkiye’de başka bir noktaya parmak basar. Ulaş İnanç, Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan ise bambaşka bir konudur. Nuri Bilge Ceylan özellikle cast seçimi konusunda farkındalığı ile değişik bir açıda durur. Yine aynı sahipsiz kaynak şöyle der Ceylan için: “Ceylan’ın filmleri ,’temiz’ görselliğiyle izleyicide orada bulunma arzusu uyandırsa ve bu yönüyle dingin, huzurlu bir atmosfer çağrıştırsa da, derinlerde acıtıcı, yaralayıcı bir sahicilik taşır. Onun filmlerinde çatışmayı, gerilimi oluşturan bu acıtıcı durumlar, günlük yaşamın sıradanlığı içinde gizlidir. Uzak, bu yönüyle yönetmenin en can sıkıcı filmi olarak görülebilir. Uzak, bir suçluluk duygusu yaşatır izleyiciye, yönetmen için bu duygu oldukça tanıdıktır ve çocukluktan itibaren farklı olmakla ilgilidir. Ceylan bu konuyla ilgili olarak şöyle söyler: ‘Bilincim özellikle farklılıklarım üzerine yoğunlaşırdı. Suçluluk duygusu yarattığı için çocukluktan beri böyleydi. Bilirsiniz çocuklukta bir alay mekanizması vardır. Alay edilmemek için alay etmek zorundasınızdır. İktidar ilişkisi çocukken, okulda başlar.’” Gelecek? 90’ların sonuna kadar Türk Bağımsız Sinemasının çoğunluğu-
nu yukarıdaki isimler oluşturmuştur. 2000’ler ve sonrası ise bambaşka bir yazının konusudur... Fakat şununla kapatmak gerektiğini düşünüyorum, ünlü sinema yazarı Giovanni Scognamillo’ya “Türk sinemasının geçmişini en iyi bilen insanlardan birisi olarak geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sorduklarında şu cevabı vermiştir: “Kesin bir değişiklik olacağını ben tahmin etmiyorum. Bazı yıllar film sayısı daha fazla olacak, bazı yıllar daha az. Bu durum da aslında kötüye yönelik bir işarettir. Ama tür olarak bence popüler sinema yine popüler sinema olarak kalacak, sanat dediğimiz sinema yine devam edecek, tabii yurt dışına yönelik denemeler olarak. Sayısı belki de artacak ama gene ben Türk Sineması’nın halini eskiden olduğu gibi bugün de biraz tehlikeli görüyorum. Yeşilçam Sineması bir endüstri kuramadı. Kuramadığı için de gitti. Ve bir ülkede, o ülke sinemasının toptan gitmesi dünya sinema tarihinde görülmemiş bir olaydır. Bir de tabii Türkiye’de sinema daima dışa bağımlı bir sinema oldu. Bugün artık dijital sinema var. Bir negatif filmi pozitife çevirmek için yurt dışına ya da post-prodüksiyonda yabancı stüdyolara bağlı olduğun sürece o ulusal sinemayı ve o ulusal endüstriyi kuramıyorsun. Bugün dijital kurtarıyor ama endüstriyel temeller hala sağlam değil bence.” 15 Mart-15 Nisan 2012 | 57
Bitti.
lüğün, mutsuzluğun, egemen güçlerin rengini simgelerken ‘beyaz’lık sonsuzluğun, saflığın, bereketin, mutluluğun, yalınlığın, suçsuzluğun, sadeliğin ve masumiyetin rengini belki de rengin sıfır derecesini beyaz sunuyordu. Beyazsiyah karşıtlığı cop-sargı bezi ile koşutluk yaratıyordu.”
Melis Mine Şener laysamina@yahoo.com
mitoloji
Uçan Ö Sandaletli Prens Hermes:
Kanatlı ayakkabıları ve miğferiyle tanrıların en hızlısı olan Hermes’ten başkası olamazdı “habercilerin tanrısı”. Ve de tabi ki hırsızların! Rüzgârın, habercilerin ve hırsızların (ve de hızlı olanın hayat kurtardığı hekimlerin) tanrısı Hermes, yeni yazımızın misafiri. 58 | Boo! Sayı: 5
nceleri rüzgârın tanrısı olarak bilinen Hermes, tanrılar tanrısı Zeus’tan olma, Titan soyundan Atlas ile Pleione’nin kızı yağmur perisi Maia’dan doğma bir ölümsüzdür. Doğduğu günün gecesi kundağından kaçarak Apollon’un sürüsünden 50 inek çalar ve bunları bir mağaraya saklar. Bu macera sırasında yaşlı bir çiftçi olan Battos’la karşılaşır ancak onu sırrını saklamaya ikna eder. Sabah olduğunda yine mışıl mışıl beşiğinde uyumaktadır. Ancak Apollon eksilen 50 ineği fark etmekte gecikmez. Neticede izini sürerek Hermes’e ulaşır. Bittabi inkâr eder Hermes, “Ben kundaktayım, kendi başıma buradan nasıl çıkayım da senin sürülerini çalayım?” der. Apollon ikna olmayınca Zeus’un huzu-
runa çıkılır. Ancak Hermes öyle sevimli, öyle ikna edicidir ki, tanrılar tanrısı Zeus kıyamaz oğluna. Kanatlı sandallar ve kanatlı bir miğfer hediye eder. Bu arada Hermes de boş durmamış kaplumbağanın bağasından yaptığı liri çalarak Apollon’u da Zeus’u da mest etmiştir. Apollon’a da kendisini affetmesi için lirini verince, Apollon da yufka yüreğiyle affeder Hermes’i ve sonrasında her daim koruyup kollar kardeşini. Tanrılar Katının En Hızlısı Dedik ya sandaletlerin kanatlısına sahip olmuş diye, tanrıların habercisi olmuş böylece. Zeus’un haberlerini, emirlerini diğer tanrılara iletmiş, tanrılar arası haberleşmeyi sağlamıştır. Bu sebeple sürekli hareket ha-
mes-ül Heramise ve İdris. Bazı inanışlara göre İslamiyet’in dört büyük meleğinden Cebrail’e eştir. Başka bir tanesine göre de Kur’an-ı Kerim’de adı geçen İdris Peygamber’in ta kendisi. Diğer tanrılara nazaran eski kültürlerden Batı mitolojilerine geçişinde daha belirgin bir durum vardır. Öyle ki Eski Mısır’da “üç kere yüce” Thot olarak kutsanır. İskandinav mitolojisinde ise Hermod olarak bilinir.
Solda, Hermes Kalipso’ya Odisseas’ı bırakmasını emrederken... Resim Gerard de Lairesse tarafından 1670 yılı civarında yapılmıştı. Hemen yanda ise Hermes Athena ile birlikte. Bartholomaeus Spranger tarafından 1546 yılı gibi resmedildi.
Çat burada, çat kapı ardında Eskiden bilmeceydi bu deyiş çocuklar arasında. Ama düşünürsek kanatlı ayakkabılarını Hermes’in, kendisi için de kullanabiliriz kolaylıkla. Pek çok efsanede görülür Hermes ve pek çok anlatıda. Truva Savaşı sırasında oğlu Hector’un cansız bedenini almak için Kral Priamos’u Aşil’in yanına Hermes götürür.
na ve Afrodit’i İda Dağı’na Paris’in yanına götüren, yarışmanın ödülü altın elmayı Paris’e teslim eden de odur. Yine Zeus’un çapkınlıklarında, Dionyssos’u Hera’nın hışmından kurtarmak için kaçıran ve büyütülmesi için Nysa Dağı’na sonra da Athama’ın yanına götüren Hermes’tir. Odysseus’u büyücü tanrıça Kirke’den kurtulması için nasıl alt edeceğini söyler. Odysseus yolculuğu sırasında Kirke’nin adasına ulaşır. Avlanmak için adaya çıktıklarında Kirke’nin konağını görür ve bir adamını yollar. Kirke onları davet edince de şüphe etmeden konağa girerler. Ancak Kirke Odysseus’un adamlarını domuzlara çevirir. Bu sırada Hermes imdada yetişir. Kirke’nin ikram ettiği zehirli şaraba atması için sihirli bir bitki olan “malü”yü verir ve nasıl kullanacağını anlatır. Odysseus da bitkiyi Kirke’nin şarabına atar şarabı içince de ona ele geçirerek arkadaşlarını eski haline getirtip kendilerine kötülük yapmayacağına yemin ettirir. Devler Savaşı’nda Hades’in başlığını takıp görünmez hale gelir, Hippolytos’u öldürür, Zeus’un Typhon’la çarpışmasında bir düzen kurarak tanrılar tanrısını kurtarır.
Farklı kültürlerde farklı isimlerle görülür Hermes. Argiphontes, Emis, Ermiş, Trismegiste, Hiram, Hermestut, Mer-
Rüzgâr Gibi Kanatları, Yakın Eder Uzakları Altın elma hikâyesinde de rastlarız Hermes’e; Hera, Athe-
Zeus’un çapkınlıkları sırasında yakasını kurtarmasına da yardımcıdır Hermes. Zeus’un maceralarından birinde, su perisi İo’yu kıskanç tanrıça Hera’nın gazabından korumak için, bir ineğe dönüştürür. Ancak Hera cin, bu numarayı yutmaz ve inek kılığındaki İo’yu kendisine armağan etmesini ister Zeus’tan. Zeus da çaresiz verir ineği. Hera bunun üzerine, İo’yu Argos’a emanet eder. Argos 100 gözlü devdir. Uyurken bile birkaç gözü muhakkak açıktır ve böylece tüm olan bitenden hep haberdardır. Hera İo’yu Argos’a emanet ederek Zeus’u engellediğini düşünür. Ama yanılmaktadır tabi. Zeus Hermes’i Argos’a gönderir ve Hermes Argos’a hikâyeler anlatmaya başlar. Öyle ki sonunda Argos’un 100 gözü de kapanır, uykuya yenik düşer. Hermes de onu öldürür. Böylece İo bu gözeticiden kurtulur. Gerçi, Hera onu yine rahat bırakmaz ya, bu başka bir anlatının konusu olmalı.
Başta Afrodit’le olmak üzere pek çok ilişkinin tarafı olmuştur Hermes. Haliyle de pek çok çocuğu olmuştur. Pan, kimine göre Eros, Hermaphroditus, Priapos, Tyche, Abderus, Rhodos, Eunomia ve Autolycus Hermes’in çocuklarıdır. Pan Odysseus’un karısı Penelope ile olan birlikteliklerin-
den dünyaya gelen çobanların tanrısıdır. Yarı insan yarı keçi. Bir de Prometheus hikâyesine bulaşır Hermes. Prometheus bilgelik ateşini tanrılardan çalıp insanlara verince, Zeus buna çok kızar. Prometheus’u cezalandırır ancak öfkesi geçmez ve bir ceza daha vermek ister. Öyle ki tüm ölümlüleri bu öfkeden nasibiyle buluştursun. Tüm tanrılara akıl danışır ve sonunda fikir bulunur. Bir kadın yaratmak! (Bakınız ataerkil düzen sinyalleri) Hephaistos suyla toprağı karıştırır ve bir kadın şekli verir. Sonra Athena, bu kadına el işlerini öğretir ve süslü kuşağını bu kadının beline sarar. Son olarak Afrodit kadının yüreğini arzuyla doldurur. Zarafet, heyecan, güzellik, tutku, şehvet bahşeder. Ve nihayetinde Hermes yalan dolan, düzenbazlık, şeytanlık ekler bu kadının ruhuna. Ve en sonunda dört rüzgâr eser Zeus’un emriyle, bu bedene ruh üflerler. Kadın yaratılınca periler onu süsler. İsim babası da Hermes olur. Kadının adı “bütün tanrıların armağanı” anlamına gelen “Pandora”dır. Tahmin edeceğiniz üzere, Pandora 4 titandan Epimetheus’un karısı olan ve dünyaya bütün kötülüklerin saçılmasına sebep Pandora’nın kutusunu açan o kadındır. İşte böyledir Hermes’in hikayeleri. Haberleri uçurur dört bir yanına evrenin. Ve bizlere de şöyle der kanımca; “Var olan en mükemmel düzenle, kaos’la kalın”. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 59
Bitti.
linde olduğundan gezginlerin de tanrısı olmuş, onları koruyup kollamış onlara yardımcı olmuştur. Ama yine de bu habercilik görevi ona bir ağırbaşlılık vermemiş, evin küçük oğlu haşereliğinde (evin küçükleri alınmasın) devam etmiş hayatına. Afrodit’in kemerini, Ares’in kılıcını yürütmüştür Apollon’un sürülerinden sonra. Bu yüzden hısızların da tanrısı sayılmış Hermes (hâlbuki Lawrence Block’un ünlü kitapçı hırsızı Bernie’nin başka bir Tanrı’dan bahsettiğine eminim, bulacağım). Sınırların Tanrısı da denmiş kendisine. Birilerinin “asla” dediğini duyar duymaz dibinde biter ve o “asla”yı yutturana kadar türlü oyunlar edermiş. Bizdeki “tükürdüğünü yalamak” deyiminin gerçekleştiricisi imiş yani Hermes. Ayaklarında kanatlı sandaletleri, kanatlı miğferi, yılanlı sopası ile güzel, genç bir delikanlı olarak resmedilmiştir. Elindeki sopası ile insanları uyutur, uyandırır ve gerekirse (yahut isterse diyelim) Hades’e götürür, onlara eşlik eder ama yalnız başlarına bırakmaz. İşbu yüzden Ölüler Diyarı ile, Hades’le haşır neşir olmak da yine altın kanatlı sandaletleriyle rüzgardan hızlı Hermes’in işlerindendir. Bu sebeple kendisine ruhlar kılavuzu anlamına gelen Psykhopompos da denir. Falcılık ve büyücülük de ondan sorulur. Kayıp eşyalar ondan sorulur ki el falında serçe parmak temsil etmektedir Hermes’i. Hermes yolların, yolcuların, tüccarların ve ticaretin koruyucusu kabul edildiğinden yollara Herme adı verilen tanrı büstü ve bir fallos simgesi taşıyan kaideler dikilirmiş. Bunlar ilk çağın kilometre taşları kabul edilir. Hekimlik tanrısı da kabul edilir Hermes ve hatta hekimliğin simgesi yılanlı asa bizzat Hermes’in sopasıdır. Defne ya da zeytin dalından olan bu sopaya iki yılan dolanmıştır.
Melis Mine Şener laysamina@yahoo.com
edebiyat Sabahattin Ali:
Sanki Değirmen Taşı Hem şair, hem öykünün ustası, hem de romanın. Kısacık ömrüne Türk edebiyatının ölmez eserlerini, en incelikli hikâyelerini katan ufacık tefecik ama irikıyım gözlemci yazar, Sabahattin Ali bu ayki misafirimiz. Göz kıyısında bir damla gözyaşıyla okumaya hazır olunuz. Doğduğun yerlerde ölmekse kaderin, neylersin? ısa bir ömür çizgisinin üstünde yürüyüp ardında derin izler bırakan adamlardan biri daha bu sayfalarda hatırlanıyor. Zira hatırlamak için unutmaya gerek yok. Hep hatırlayıp unutmamak olmalı belki de şiar. Her ne ise, bu usta adamlardan bir tanesi, hüzünlü bakışlı resmi ile YKY’den çıkan kitap kapaklarıyla gözümün önünde Sabahattin Ali. 25 Şubat 1907’de o zaman Edirne’ye bağlı Gümülcine kazası Eğridere köyünde (Bugün Bulgaristan sınırları içinde kalıyor) doğar Sabahattin Ali. Baba mesleği askerlik sebebi ile pek çok yerde öğrenim görür ve yaşar. Muallim Mektebi’ni bitirince 1927’de Yozgat’ta öğretmenliğe başlar. O sıralar Maarif Vekâleti’nin açtığı sınavı kazanır ve 1928’de burslu ola-
K
60 | Boo! Sayı: 5
rak Almanya’ya eğitime gider, Potsdam ve Berlin’de öğrenim görür. Memlekete dönünce Aydın’daki bir ortaokulda Almanca öğretmenliğine atanır. Ve ilk bela tohumları ekilmeye başlanır Ali’nin topraklarına. Yıkıcı propaganda yaptığı gerekçesiyle ilk tutuklamasını alır, 3 ay tutuklu kalır. Ardından Konya’ya atanır. 1932’de bu kez Mustafa Kemal’i eleştiren bir şiir yazdığı sebebiyle gözaltına alınır ve Konya ve Sinop Cezaevlerinde yatar bir yıl. Edip Akbayram yorumuyla kulaklarımızda meşhur “Aldırma Gönül” bu cezaevi günlerinin Sinop kısmına düşer işte. Hapishane ile ilgili bir anısında anlatır meali aşağı yukarı şöyle olarak (yoksa bir öyküsünde de mi diyordu bunu? Evet, evet, “Duvar”da…): Bir insanı hapse koymak demek onu özgürlüğe en yakın halde tutup o özgürlükten mahrum bırakmaktır. Yoksa kapkara zindanlarda insan görmeden, gün
görmeden çürümek denizin, o uçsuz bucaksız özgürlüğün sesini duyup ona erişememekten daha az mahkûmiyettir. Öyle bir yere atsalar daha iyi. (doğrusu için sağ üstteki kutuya bakınız) Tam o sıralar Cumhuriyet’in onuncu yılı sebebiyle çıkan genel afla özgürlüğüne kavuşur. Ve bu mahkûmiyetten ötürü yitirdiği memuriyetini geri almak için bağlılığını ifade eder bir şiir yazdıktan sonra (kendisinden istenen budur çünkü) memuriyete geri döner. Maarif Vekâleti Talim Terbiye Dairesi’nde, Neşriyat Müdürlüğü’nde çalışır, Almanca öğretmenliği, Ankara Devlet Konservatuarı’nda çevirmenlik, öğretmenlik, dramaturgluk yapar. 1946’da işsiz kaldığı dönemlerde Rıfaz Ilgaz ve Aziz Nesin’le birlikte Marko Paşa dergisini çıkarmaya başlarlar ve yine mahkûmiyetler başlar. Derginin muhalif mi-
zah anlayışı sebebiyle başı sık sık derde girer ve her sefer de sorumlu olarak Sabahattin Ali mahpushane yollarına dökülür. Bu süreçte çok yıpranan Ali, bir süre geçimini sağlamak için bir kamyon alarak taşımacılık yapmaya başlar. Ancak sürekli izlenme, mahkûmiyetler, davalar, yargılanmalar Ali’yi yorgun düşürür ve bu durumdan kurtulmak için yurt dışına, doğduğu topraklar üzerinden Avrupa’ya gitmeye karar verir. Kırklareli üzerinden Bulgaristan’a geçeceği sırasında kendisine kılavuzluk eden Ali Ertekin tarafından, milli duygularını rencide ettiği gerekçesi ile sınırı geçemeden, söylentilere göre Sazara köyü yakınlarında öldürülür. Takvim 2 Nisan 1948’i göstermektedir. Bu ölümün ardındaki sırlar, katilin gerçekten bahsi geçen kişi olup olmadığı ve Sabahattin Ali’nin mezarı hala soru işaretleri arasındadır.
Söylenmiş Sözler
Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna romanları; Dağlar ve Rüzgâr, Kurbağanın Serenadı ve Öteki Şiirler şiir kitapları, Değirmen, Kağnı, Hanende Melek, Ses, Yeni Dünya, Sırça Köşk, Kamyon da öykü kitaplarıdır yazarın. Öyküleri daha sonra YKY’den “Bütün Öyküleri I-II” olarak çıkmıştır ve benim tanışmam da o kitaplara tekabül eder usta ile. Bütün eserleri aynı kapak ve farklı renkli zeminlerle çıktığı için aynı hüzünlü resimle hatırlıyor olabilirim tabi ben kendisi-
ni. Leylim Ley, Aldırma Gönül, Beni Sarar Melankoli, Ben Gene Sana Vurgunum, Çocuklar Gibi ve Geçmiyor Günler Geçmiyor gibi şiirleri kulağımızın pasını silen melodilerle bir dönem hayatımıza eşlik etmiştir. Zanaatkârlar isimli bir oyunu da vardır. 1940’ların başında pek çok çeviriye de imzasını atmıştır Sabahattin Ali. Hatta bir dönem MEB’in 100 temel eser arasında- ki çeviri eserlere de katkısı olmuştur bu çevirilerle. Filiz Hiç Üzülmesin Okudukça gerçekliğini bildiğiniz hikâyelerini, içiniz bir fena olur. “Duvar” deseniz ayrı, “Kamyon” deseniz ayrı, “Sırça Köşk” ayrı, “Hasan Boğuldu” apayrı, “Kuyucaklı Yusuf” başkadır. O hüzünlü öykülerini okuduysanız Sabahattin Ali’nin, o kadar güzel aşklar olmayacağını bilseniz de, üzülmeden edemezsiniz. Hele hele bir de “Değirmen”i okuduysanız, ne yapsanız fayda etmez, aşkın fedakârlık olduğu fikrinden
rı aşarak serbestliklerle kucaklaşmaya gittiğini görmektense, nefes almaktan başka hürriyeti hatırlatacak hiçbir şey bulunmayan bir yerde kapanmak daha iyi değil midir?” (Duvar’dan)
geçemezsiniz. Sevgilinin eksiğini size bakıp hissetmemesi için varlığınızdan gönüllü bir yoksunluğa varacak kadar sevmeyi bilir misiniz? Biz bilmesek de, Sabahattin Ali taş olsak anlayacak kadar anlatır. O genç delikanlı aşkı için kolunu verirken, siz onları seyredersiniz. Belki aklınıza Türkan Şoray ve Kadir İnanır’ın o genç ve güzel günleri gelir aklınıza ve Dila Hanım’ın o değirmen sahnesini hatırlarsınız. Dersiniz ki, bu hikaye o zamanda filme çekileydi ne güzel olurdu. Hatta bu insanlarla çekileydi, sanki daha bir güzel olurdu.
dır filizlenen, kızı Filiz Ali. “Filiz Hiç Üzülmesin”, Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali’nin babasını, babasının fotoğraflarıyla ve metinlerle anlattığı bir anı kitabı ve sadece o kitabın adı bile, incelikli bir öykünün kahramanı ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor bize. Bir babanın çocuğuna duyduğu o kocaman sevginin çaresiz bir babayı anlatır bir cümlesiyle… Hapishane zamanları Ali’nin gerek dostlarına, gerek karısına, gerek avukatına yazdığı mektuplar (onları da yeşil mürekkeple mi yazardı acaba?), gerekse Filiz Ali’nin ve dostlarının anlatıları, ailesine, kızına olan hasretini ve düşkünlüğünü gösterirken, bir babanın çocuğundan ayrı kalışının acısını da eklemeye sebeptir o hüzünlü resme.
Dedim ya, hep hüzünlü ufak tefek gözlüklü bir adamdır benim gözümde, yine de bu hüznün arasında bir güzellik var-
“Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar.” (Kürk Mantolu Madonna’dan)
Velhasıl kelam, tüm üzüntüleri bir yana, tüm sevgileri öte yana atmak için, bu duyguların tarifini en güzel yapan ustalardan birini okumayı tavsiye ederim size sözüm biterken. Hürmetle ve derin bir iç acısıyla eğilip vaktinden çok önce gidenlere, sizleri yazarla baş başa bırakırım. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 61
Bitti.
Bir ömür, yazmak üstüne 41 senelik ömrünün reşit olduğundan kellisi elinde kalemle geçer ustanın. İlk şiirleri 1925’te Balıkesir’de Çağlayan dergisinde çıkar. Varlık, Yedi Meşale, (Nazım hikmet aracılığı ile tanıştığı) Resimli Ay gibi dergilerde şiirleri, öyküleri, yazıları çıkar. Gerçekçi edebiyatın öncülerindendir Türkiye’de. 1937’de yayınlanan “Kuyucaklı Yusuf” ile gerçekçi romanın ilk ve özgün örneklerinden birini vermekle kalmaz, Türk Edebiyatı tarihine de adını kazır. Halkın, zengini-yoksulu, aydını-cahili ile bu toprağın bütün insanlarının öykülerini anlatır. Aşkı da, çaresizliği de bizim anladığımız dilden kelimelere döker.
“Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra aradaki kalın kale duvarlarına gözleri dikerek bakmaya, denizi yalnız muhayyilede görmeye mecbur kalmak az azap mıdır? Bahçede insanın ayakucuna inerek ekmek kırıntılarını toplayan ve aynı hürriyetsiz topraklarda sağa sola adım atan bir kurşun bir kanat vuruşuyla bu duvarla-
Armağan Kanca armagankanca@hotmail.com
eskici
Jellyfish:
Herkes Gider Mersin’e… Ne zor iştir popülerliğini yitirmiş bir müzik türünü canlandırmak. Yeni formüller üretemezseniz, ömrünüz de kısa olur. Bu ayki Eskici konuğumuz Jellyfish; tükenmekte olan power pop türüne son bir nefes vermek istemiş ancak kendisi nefessiz kalmıştır. Power popun son durumu mu? Kör topal ilerliyor işte.
S
an Francisco çıkışlı grubun beynini oluşturan ikili Andy Sturmer (davul, vokal) ve Roger Manning (klavye), ilk olarak, Atlantic Records ile çalışan Beatnik Beatch grubunda yer almışlardır. Beatnik Be62 | Boo! Sayı: 5
ach ile funky işler yapan ikili 60’lar pop rüzgarını arkalarına alıp üstüne Big Star, Cheap Trick ve Queen formülünü eklemenin iyi bir fikir olabileceğini düşünmüş olacaklar ki, Jellyfish adıyla yollarına devam etmişlerdir. Zamanının power pop dinamiklerini elinde tutan grupların kalibresine bir türlü çıkamayan grup, yine de öne sürdükleri heyecan verici proje sayesinde müzik kitlesinin ilgisini çekmeyi başarmışlardır. “İyi de bu adamlar hangi tür müzik yapıyorlar?” dediğim ve cevabını bulamadığım XTC grubuna hayranlıklarını gizlemeyen Jellyfish, XTC gibi dağılıp saçılmamış, daha az riskli bir yoldan gitmişlerdir.
Çantada Cepte Bonibon Onlarda; sürekli bonibonlu donut yiyen, çikolatayı ağzına burnuna bulaştıran çocuk havaları vardı. Olayın özü belliydi: The Beatles’ın Sgt. Pepper’s albüm kapağındaki renkleri alın, Charlie’nin Çikolata Fabrikasındaki kıyafetlere yapıştırın sonra da bu kombinezonu BBC’nin dinozor yıldızı Barney’nin programına çıkarın! Moda anlayışları renkli olan bu grup, “Barney kombinezonu”ndan sonra (ismini uydurdum!) eleştirmenlerin dalga konusu olmaktan kurtulamamışlardır. İlk 45’likleri “The King is HalfUndressed” MTV ödülleri sanat dekorasyonu dalına aday olunca; soluğu, yapımcılığını
Benzer Durumlar
Davul çalmanın ne kadar yorucu olduğunu anlatmak gereksizdir. O zaman buyurun davulun yanına bir de vokal koyanlara: Phil Collins: Progressive rock müziğin yüz akı iken bir anda kendilerini pop rock yaparken bulan Genesis’te bu değişimin nedeni solist Peter Gabriel’in gruptan ayrılmasıdır. Davulcu Phil Collins’in liderliğe soyunması çehreyi değiştirmiş ve oradan aldığı cesaretle solo albümlerinde hem davul çalmış hem de şarkı söylemiştir (geride tekdüze şarkılarının yanı sıra “In the Air Tonight” gibi bir yapıt bırakarak). Night Ranger: Jellyfish gibi San Francisco’dan çıkan Night Ranger 80’lerin ilk çeyreğinde piyasada yerini almış ve “Sister Christian”, “Sentimental Street” gibi power
Albhy Galuten’in yaptığı (Saturday Night Fever) Bellybutton albümünde aldılar. Çizgi filmin entegre edildiği klibiyle “Baby’s Coming Back” ve yalnızlar treni olan 9 trenine yaptıkları vurguyla dikkat çeken pop baladı “I Wanna Stay Home” gibi şarkılar ile listelerde kendilerine yer edinseler de, listelerde uzun süre kalamamalarından dolayı tam olarak istedikleri etkiyi yaratamamıştır. “Now She Knows She’s Wrong” ve “This is Why” gibi ticari zekanın parıldadığı şarkıları da yukarıdaki listeye dahil edersek, neden yeterince kendilerinden bahsettiremedikleri hala anlaşılır değildir. Bunlar dışında albümde, gömülü hazineler avcılarının ka-
Eagles
baladlarla adını duyurmuştur. Kelly Keagy’nin hem solist hem davulcu rolünü üstlendiği grup 2011 yılında arena rock yıldızları Journey ve Foreigner’la birlikte turneye çıkmışlardır. Eagles: 70’li yıllarda hard rock dünyasını kasıp kavuran Eagles, çoğu eleştirmence en iyi albümleri olarak görülen Hotel California’dan sonra 80’lerde piyasada gözükmemişlerdir. İlk etapta Eagles / Hotel California korelasyonunu kuran dinleyiciler her ne kadar grubu “tek şarkılık yıldız” sınırlarına dahil etse de, davulcu Don Henley’nin vokaliyle 6 adet Grammy almasını bilmişlerdir.
çırmaması gereken iki parça mevcut: “Bedspring Kiss” ve “The Man I Used to Be” gibi mızıka sesinin işitildiği yavaş parçalar, hareketli onca parçanın arasından kendini gösterebiliyor. Özellikle “Bedspring Kiss” albümdeki en farklı Jellyfish parçası olabilir. Apar Topar 1991’de çıkardıkları Bellybutton albümünden iki yıl sonra Spilt Milk’i yayınladılar. Bu süreçte oyuncu değişikliğine giden grupta gitarist Jason Falkner’ın yerini Eric Dover; basçı Chris Manning’in yerini ise Tim Smith aldı. Adını “It’s no use crying over spilt milk” (Son pişmanlık fayda etmez) atasözünden alan albümde; eski grup arkadaşları, Falkner
Herkes Gider Mersin’e, Onlar Gider Tersine Karşınızda akıntıya kürek çeken gruplardan, yani yaptıkları müzik türü kendi döneminde revaçta olmayan gruplardan birkaçı: Spacemen 3: 60’ların son çeyreği ile 70’lerin ilk çeyreği arasında revaçta olan saykodelik rockın 80’li yıllar bayisini oluşturan Spacemen 3’nin, hemen hemen herkes post punk müziğe yönelmişken (memleketleri ele alındığında) saykodeliğe ilgi göstermeleri oldukça enteresandır. Yaptıkları müziğin özüne uygun bir yaşamı tercih etmişler ve LSD, amfetamin, kokain ve mushroom gibi kimyasalları kullanmaktan kaçınmamışlardır. Ween: 60’ların sonuna doğru yaygınlaşan “esprisi içinde olan deneysel müziğin” 90’lı yıllar temsilcisidir Ween. 60’lı yıllarda o havayı yakalayan Frank Zappa, Captain Beefheart ve akıbeti hala belli olmayan The Residents gibi isimler “işin farkında olup da bilmezlikten gelen-
ve Manning’e açık bir mesaj mı vermek istiyordu orası hala muamma. Ancak bu değişiklik her iki taraf içinde de iyi olmadı ve grup bu albümden sonra dağıldı. Bellybutton’a göre daha karışık melodiler barındıran bu ikinci albüm için senfonik eserler bütünlüğü dersem yanılmış olmam. 20’lerinde ölen rock’n’roll yıldızlarına adanmış gibi gözüken “The Ghost At Number 1”, ilkokul çocuklarının birbirlerine yaklaşmak için yaptıkları aptal ve ucuz numaraları geyik yapa yapa anlattıkları “Sebrina, Paste and Plato”, büyük festivale hazırlanan bir öğrencinin gözlemlerini yansıtan ve dinlerken gülmekten öldüğüm sarkastik senfo-
ler” şeklinde bir trio oluşturdular. Espri anlayışı kavramını 80’lerde Devo grubu biraz olsun yakalamış olsa da esprinin dozunu fazla kaçırmışlardır. Ween ise 90’larda bunu yeniden gündeme getirmiş ve bazı eleştirmenlerce The Beatles ile aynı düzeyde görüldüğü olmuştur. The Tea Party: Hard rockın can aldığı 70’li yıllarda ne de günlük gülistanlıktı her yer. Punk çıktı, dümen döndü. Aradan bir 10-15 yıl geçti ve Kanadalı grup The Tea Party “yok bu böyle olmayacak” deyip suskunluğu bozdu. Ufak bir mübalağa ile “Led Zeppelin reenkarnasyonu” olarak dünyaya gelen grup, takdir edildiği ismin altında kalmamış ve mandolinden, bançoya; tamburdan, çelloya; darbukadan uda; etnik enstrümanları şarkılarından eksik etmemişlerdir. Bu etnik yorum ile takdir gören grup, 2011 yılında (5-6 yıl aradan sonra) yeniden bir araya gelmiş ve hard rock severleri sevindirmişlerdir.
ni başyapıtı “Brighter Day”, rock’n’roll yıldızlarının yüceltilmesinin anlatıldığı ve bunu yaparken dinsel yücelme kavramına paralel argümanlar öne sürdükleri “Joining a Fan Club” ve yanlış bir ilişkiye bile bile lades dedikleri ve bitiş bölümüne hala akıl sır erdiremediğim “New Mistake” albümün dikkat çekici parçaları. Özetlersem, Jellyfish topu topu iki albüm yapmış olsa da, 90’lı yılların müzik tarihine attıkları ‘farklı’ imzayla adından hala söz ettirir olmuştur. Son cümlede, “Sebrina, Paste and Plato” şarkısında geçen cümleyi değiştirerek onlara veda ediyorum: “Jellyfish were looking funnier in their brand new hats” 15 Mart-15 Nisan 2012 | 63
Bitti.
“Öldüm Yorgunluktan!”
ALBÜM FİLM KİTAP DERGİ OYUN
Raftaki Neutral Milk Hotel - In the Aeroplane Over the Sea Sayfa 76’da
To the Moon Sayfa 78’de
El Angel Exterminador 64 | Boo! Sayı: 5
Virginia Woolf - Hasta Olmak Üzerine Sayfa 78’de
Sayfa 76’da
R A F TA K İ L E R
Yeni Çıkan Kitaplar Renan Seçkin - Zaman Aynası Alkım Uysal - Öldüm... ve yazdım
Mihail Bulgakov - Üstat ile Margarita Gönül Pultar - Ağır Gökyüzünde Kanat Çırpmak Nevzat Çelik - Suda Seken Hayat Christopher Chabris & Daniel Simons Görünmez Goril Sami Kızıltan - Mavi Bot Clive & Dick Cussler Kara Fırtına Canan Tan - Issız Erkekler Korosu Jack Goody - Tarih Hırsızlığı
Çok Satanlar 1. Paul Auster - Kış Günlüğü 2. Heather McElhatton - Şahane Hatalar 3. John C. Parkin - S*ktir Et 4. Debbie Macomber Küçük Mucizeler Dükkanı 5. Umberto Eco - Prag Mezarlığı 6. Buket Uzuner Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları: Su 7. Ece Temelkuran Kayda Geçsin 8. Ayşe Kulin - Gizli Anların Yolcusu 9. Sinan Akyüz - İncir Kuşları 10. John Verdon Gözlerinin Sımsıkı Kapat
Nitro WE ARE NITRO - Lordi’nin Hard Rock Hallelujah’sına “Punk Metal İnşallah” sloganıyla karşılık veren Nitro’nun uzun süredir beklediğimiz, benim şahsen 2006’daki We Sold Our Souls For Punk Metal demosuna doyduğum ve yeni şarkılara acıktığım günden beri beklediğim ilk albümü We Are Nitro nihayet geçtiğimiz yıl çıktı. Grubun kendi imkanlarıyla yayınladığı albüm 14 şarkı içeriyor, hepsi yeni değil. Dört tanesi zaten demodan geliyor, diğerlerinden bir kısmını da Nitro konserlerinin müdavimleri elbet duymuştur. Peki kim bu Nitro? Metalik bir dergiye yazar gibi bodoslama girdim konuya, halbuki açık fikirli olduğunu beyan eden, kısıtlı bir tarza gönül vermiş insanları zırt pırt “at gözlüklüler” diye eleştirenlerin arasında delikanlı olanlara, yani açık fikirliliğe sert müzikle karşılaşınca bile devam eden vatandaşla-
ra lazım gelirdi Nitro’yu anlatmak. Valla işte nasıl desem, “Kesme Sesini!” isimli şarkıyı bildin mi? İşte onu yapan grubun (Antisilence) esas oğlanının (Erdem Çapar) 2000’lerdeki kurduğu grup. Elemanların metalik geçmişi var, e punk da seviyorlar, olabilecek en çiğ halde karıştırsalar işte tam olarak çaldıkları müzik gibi bir şey ortaya çıkıyor. Literatürde buna “crossover” da derler de, o kadar kaba bir karışım ki dilim varmıyor bu tanımı kullanmaya. Punk var, metal var, boğaz paralamak var, tam gaz aksiyon var, eski usul delikanlı duruş var, göbek var! We Are Nitro öncesinde We Sold Our Souls For Punk Metal’i döndür döndür bitiremezken, yeni albümü ilk dinleyişte elbet demoyla kıyas edecektim. İlk izlenimim kendimi hazırladığım bayram havasını karşılamadı doğrusu, çünkü eski şarkılar çok değişmişti. Suicide Trip, Freedoom,
Tarz: Hardcore Yıl: 2011 Yayıncı: Bağımsız Kadro: Erdem Çapar, vokal. Emre Manav, gitar, Burak Özgüney, bas. Alican Erbas, davul.
Is This the World We Cremated ve Ben de Seni dörtlüsü demoda öyle saldırgan, öyle akıcıydı ki, onları o şekilde dinlediğimde dağ bayır depar atmak, şarkılara yumruklarımı sıkıp tüm damarlarım ortaya çıkacak kadar şiddetli eşlik etmek istiyordum. Albümde bu isteği bulamadım, sanki tabana kuvvet koşan müziği tutuyorlar, müzik o kadar güçlü ki ilerlemeye hala devam ediyor ama öyle son sürat bir durumu olmuyordu. Elbet buna da alıştım, bilhassa nihayet kendilerini canlı izledikten sonra yeni şarkıların enerjisine kapılmamak elde olmadı. İçlerinde marş özelliği barındıran, eşlik etme isteği uyandıran o kadar fazla an var ki, hangisini sayayım? I Just Wanna, My Old Shoes diye başlıyorum, sonra kendimi kaptırıp saymayı unutuyorum. Ben de Seni’nin ardından bir Türkçe şarkımız daha oluyor: Köyün Delisi. Albüm boyunca sözler, akıntıya kürek çekenlerin hislerine tercüman oluyor, sürü cehaletine karşı gururla köyün delisi ilan ediyoruz kendimizi. We Are Nitro, nitrotr.com adresi üzerinden indirilebiliyor. Koleksiyoncular ise CD’yi malum metal dükkanlarından ya da bir Nitro konserinde açılan standlardan edinebilirler. -Alper D. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 65
R A F TA K İ L E R
Albümler:
TINDERSTICKS THE SOMETHING RAIN Lucky Dog Records Tindersticks, bizim gibi arızalı bünyeleri uzun süre bekletti ancak şahane bir albümle geldi. Stuart Staples’i dinleyip hüzne batmak, gençlik yıllarımızdan kalma bir alışkanlık. Tabi ki grubun adını taşıyan 1993 tarihli albüm ve 97’de çıkan Curtains gözümüzde hala başyapıtları. O kadar iyi albümler ki, aşmak kolay değil. Tindersticks, daha sonraki yıllarda da belli bir çıtanın üzerinde işler yaptı ama kanımca Curtains en yüksek eşik oldu. “The Something Rain” için uzun süredir ortalıkta olan Medicine ile dinleyiciye ipucu vermeye çalışmışlar. Albümün açılışında yer alan Chocolate (sabır sahibi iseniz) 9 dakika süren, Trainspotting’de Begbie’nin kulüp çıkışı başına gelen ve oldukça sinirlendiği sahneyi anımsatan bir hikaye. Show Me Everything, Come Inside ve Slippin’ Shoes asıl sevdiğimiz eserler oldu. Biliyosunuz 2 sene önce Babylon’da iki gün üst üste çaldılar. İkinci gün çok sevdiğim iki insanla izledim. Türlü hüzne batıp çıktığımız gecenin ikinci yarısında açılışı Can We Start Again’le yaptılar ve inanmazsınız (insanlar stabil hale nasıl alıştıysa) dans edenler bile oldu (biz dahil) ama klas adamlar haklarını teslim edelim. Yorgunluk, depresyon, dalıp gitme gibi rahatsızlıklarınız varsa (ki biz “önce doktorunuza bi görünün” deriz) Tindersticks sizde yatıştırıcı etkisi yapacaktır. Karanlık odalarda, umutsuzlukla sigaraların peşpeşe yakıldığı yağmurlu günlerin, aşk-meşk meselelerini depreştiren, öldürmeyen ama süründüren hayatımızın fon müziği. Hep aynı duygusal nameler bir müddet sonra bayar ya, bu kez ayarında, dozunda bırakılmış. Yeri gelmişken bir anımı nakledeyim. Seneler evvel bir manitasyon durumu… Kızla ilk kez sinemaya gidilecek. O hafta gösterime giren Trouble Everyday… Filmden ziyade müziklerini Tindersticks’in yaptığını görünce gidelim diye ısrar ettim. Antrakt oldu, çıktık dışarı, kız ne dese beğenirsin arkadaş: “Alper bu film sence doğru bi tercih oldu mu?!”. Yaa böyle madik attı bana Tindersticks. Ama hala seviyoz napalım. -A. Kara 66 | Boo! Sayı: 5
AIR LE VOYAGE DANS LA LUNE Virgin Air hayatımda önemli bir yere sahip, birçok downtempo seven kişinin benimle aynı hisleri paylaştığını düşünüyorum. Sözün kısası, Air şahane bir albümle karşımızda yine. Fransız ikilinin “Le Voyage Dans La Lune” ismini verdikleri yedinci stüdyo albümünü yaparken 1902 yapımı sessiz bir filmden etkilenmeleri, albüme aynı ismi vermelerini sağlamış. Georges Méliès imzalı filmin bir reprodüksiyonu şu an dünya sinemalarında izleyicisiyle buluşurken, biz de Air’ın sesine kulak veriyoruz. Albümün videolarında çıkan o eski ama renkli görüntüler, filme ait. Bir film müzikleri albümü havası var, özellikle “Moon Fever” şarkısında filmin bir sahnesi gözünüzde canlanıveriyor. Klasik bir Air severe değil ama bir chillout müzik severe mutlaka dinlemesini önerir; “Sonic Armada”yı ilk sırada tavsiye ederim. -Merve
GRIMES VISIONS Arbutus Sevgili Claire Boucher, 88’li, güzel sesli bir hatun olarak piyasada yer etmeyi başardı. Kanadalı sanatçının Visions albümü Amerika’da 4AD, Kanada’da Arbutus Records tarafından geçtiğimiz günlerde piyasaya sürüldü. Daha önce d’Eon ile işbirliği ile yayınladığı Darkbloom albümünde bulunan Vanessa adlı şarkısını ilk dinlediğimde gözlerim parlamıştı. Aynı hislerim yeni albümünü dinlediğim zaman da içimde vuku buluyor. Bugünlerin bir diğer güzel sesli kadının, Lykke Li’nin Kuzey Amerika turnesinde açılış sanatçısı olarak yer alan Grimes aynı zamanda ünlü DJ Blood Dimonds ile de çalışmalar yaptı vakti zamanında. Eleştirmenlerce oldukça güzel yorumlar alan albüm kulağınızın pasını silecek cinsten. Dinlenmeden geçilecek bir albüm değil, tavsiye edilir... -Merve
ODYLLE İSTANBUL BANA NE YAPTIN? It Is Red Odylle, İstanbul’a öğrenim için gelmiş, ama bir türlü memleketine dönememiş Hollandalı bir hatunun müzik serüveni aslında. Güzel sesiyle vokal görevini üstlenerek, 4 müzisyeni bir araya getirerek bir grup kurmuş bundan bir zaman önce. Indie tarzına yakın caz vokallerle dopdolu albüm, Odylle’in ilk albümü. Kısaca, tarzı smoothy caz. Albümüyle aynı adı taşıyan bir şarkısına çektiği esprili bir klip, bir süre önce sosyal medyada paylaşılmıştı. Belirli bir izleyici kitlesine sahip sanatçının farklı mekanlarda canlı performans gerçekleştirdiği geceler oldu. Alt, Nublu gibi mekanlarda sahneye çıkan Odylle’in albümünün daha dumanı tütüyor. O kadar taze ki Ghetto’da düzenlenecek 28 Mart’taki lansman, sizlere onu dinlemek için şahane bir fırsat. -Merve
R A F TA K İ L E R
LANA DEL REY BORN TO DIE Interscope Lana Del Rey, eski adıyla Lizzy Grant, kimilerine göre ilk albümü beklenen ilgiyi görmeyince doğru insanlarla bağlantıya geçip kendisini projeye dönüştürmüş bir afet, kimilerine göreyse Amy Winehouse kadar özel bir ses. Haksızlık etmeyelim, Born To Die ve Video Games şarkıları dikkat çekmeyecek gibi değil. Ancak canlı performanslarıyla karşılaştıktan sonra fikriniz değişebilir, zira sesi buğulu ama canlı şarkı da söyleyemiyor sanki. Özellikle bir The Reborn Identity marifeti olan The Smiths, Charming Man/Video Games harmanını dinledikten sonra Del Rey’den buz gibi soğuyabilir, Morrissey’e daha da ısınabilirsiniz. Gerçi gidişata bakılırsa daha da ünlenecek kendisi, 60’lar imajıyla harmanlanan donuk ifadesizliğin şimdiye kadar nasıl olur da bu kadar ünlenmediğine hep birlikte şaşıracağız. -Aslı
K’NAAN MORE BEAUTIFUL THAN SILENCE A&M / Octone Somalili ozan Hacı Muhammed’in torunu Keinan (Somali dilinde “seyyah” anlamında) yeni albümü “Country, God or the Girl” öncesi çıkardığı 5 şarkılık EP, More Beautiful Than Silence ile hayranlarını selamladı. Kendisini tanımayanlar için kısa bir hatırlatma yapmak isterim: 2010 Dünya Kupası sırasında sıklıkla duyduğumuz Wavin’ Flag, Take A Minute ve Mos Def’le icra ettiği Ethio-caz soslu America en dikkat çeken şarkılarıydı. Gangsta rapten uzak sözleriyle öne çıkan K’naan’ın, önceleri The Roots, Dead Prez ve Damien Marley ile ortak işlere imza attığını da belirtmeden olmaz. More Beautiful Than Silence’ın çıkış parçası “Is There Anbody Out There?”de ise Nelly Furtado ile Mary adındaki bir yeni yetmenin pek de kolay olmayan yaşamından bahsediyor. -Aslı
MARK LANEGAN BAND BLUES FUNERAL 4AD Mark Lanegan, olağanüstü sesini kimine göre viski, kimine göre ise sürekli içtiği kısa Samsun’a borçlu. Blues Funeral’in çıkış videosu The Gravedigger’s Song, kendisiyle yeni tanışan bünyeler için Sn. Lanegan’ın karanlık ve bir o kadar hisli dünyası hakkında ufak bi ipucu mahiyetinde. Şanlı geçmişinde Queens Of The Stone Age, Screaming Trees, Mad Season gibi gruplar var. Ayrıca bu albümde de çalıştığı Greg Dulli ile oluşturduğu Gutter Twins ve Soulsavers albümlerine ve tabii ki Isobel Campbell ile gerçekleştirdiği 3 albüme göz atmanızda fayda var. Harborview Hospital, Gray Goes Black ve Riot in My House dikkatinizi çekecek, fakat albümün tümünü dinlemeden bırakamayacaksınız. Şimdi tek ihtiyacınız iyice kabarmış ekstrelere rağmen bi şişe bourbon. Onu da alın artık. -A. Kara
LEONARD COHEN OLD IDEAS Columbia “Yazar, şair, müzisyen deyince aklınıza gelen ilk şahıs kimdir?” diye sorulsa cevaplardan % 50’si Leonard Cohen olur sanırım (diğer yüzde 50’lik kısım da Nick Cave ve Tom Waits arasında eşit olarak paylaştırılır). 77 yaşındaki beyaz saçlı ozan, 12. albümü Old Ideas ile tam 8 yıl sonra, “karanlık”tan çıktı ve dinmeyen hasreti giderdi. Ve biz aciz kullarını şaşırtmadı; sözlerini tekrar tekrar dinleme, viski içme, eski bir düşmanı arayıp “umarım iyisindir” deme isteği uyandırdı. Albüm için söylenecek çok şey var. Cohen’in şarkılarının tadına yaşlandıkça daha çok varılıyor tıpkı ironi gibi. Ben kendisiyle çok geç tanıştım ama biriyle geç tanıştığıma hiç bu kadar memnun olmamıştım; sanırım daha “ergen” tanışsaydım benim için sindirimi zor olurdu. Siz en iyisi bana bakmayın ve 10 yeni şarkıyı sindire sindire dinleyin. -Aslı
ALİ EREL DEĞİŞTİK Equinox Ankara’nın en yeni ismi Ali Erel ile İstanbul’da ve Ankara’da düzenlediği konserler ile tanıştık. “Değiştik” isimli ilk albümü ise Türkiye’deki alternatif müziğin ölmediğini ispatlıyor. Bu nedenle popüler kültürden uzaklaşan ve alt kültüre yaklaşan Ali Erel kendine farklı bir yer ediniyor. Albümün atmosferini ise en kısa şekilde funk diyebiliriz ancak içinde jazz, rock, blues, R&B ve neo-soul etkilerini de barındırıyor. Kendi yazdığı parçalar dışında ise sadece anonim parçalara getirdiği modernist düzenlemeler bulunuyor. Parçalara pek çok açıdan bakılabilir. Her açıdan ve her entsrümandan farklı keyif almak mümkün. Bu nedenle albüm kendini belli ediyor ve melodik olarak da hoş bir dinleti sunuyor. Bitmesini istenmeyen albümler listesinde yerini alıyor “Değiştik”. -Mert S.
DUM DUM GIRLS ONLY IN DREAMS Sub Pop Dum Dum Girls’ü ilk kez duyanlardan olabilirsiniz. Grubun ismi Iggy Pop’un Dum Dum Boys şarkısına nazire olarak alınmış. Bu ikinci albümleri ve asıl dikkatimizi çekmeleri The Smiths şaheseri There Is a Light That Never Goes Out coverının da bulunduğu dört şarkılık He Gets Me High EP’si ile olmuştu. Only In Dreams, birbirinden ilginç 10 şarkıdan oluşuyor. Açılış parçası olan Always Looking, surf rock tarzında Bedroom Eyes, 60’lar havası estiren Just A Creep, punk havalarından giden Wasted Away ve kapanış şarkısı Hold Your Hand ile de mezuniyet balosunun son dansını yapıp perdeleri çekiyorlar. Indie rock ile garage pop arasında bi salınımları olan bu hanım kızlarımızın albümünü kesinlikle tavsiye ediyoruz. -A. Kara 15 Mart-15 Nisan 2012 | 67
R A F TA K İ L E R
Filmler: THE DESCENDANTS - Yeni bir George Clooney filmi ile karşı karşıyayız. Türkçe’ye “Senden Bana Kalan” olarak çevrilen film ünlü Yunan yönetmen Alexander Payne’in son projesi. Kaui Hart Hemmings’ın kitabının uyarlaması olan The Descendants, türü itibariyle ise klasik bir Amerikan drama özelliğinde. Yaklaşık 20 milyon dolarlık bir bütçe ile hazırlanan film şu an itibariyle 160 milyon dolarlık bir gişe başarısı ile adından söz ettirmeyi hak ediyor. Filmde George Clooney’e Shailene Woodley, Beau Bridges, Judy Greer, Matthew Lillard, Robert Forster eşlik ediyor. George Clooney bu sefer baba (The Godfather babası değil tabii ki) rolüyle çıkıyor karşımıza. Eşinin bir deniz kazası geçirmesinden sonra yaşam destek ünitesine bağlı olmasıyla birlikte çocuklarına daha önce hiç bu kadar yakın olmadığını fark eden Matt King (George Clooney) hem “babalık” vasfıyla gerçek anlamda tanışacak hem de hiç öğrenmediği gerçeklerle yüzleşip hayatına yeni bir şekil verecektir. The Descendants’ın bu yönü itibariyle Kevin Spacey’in ünlü filmi American Beauty’e tür olarak benzerliği dikkat çekiyor ve filme selamını uzaktan çakıyor. Oldukça başarılı bir film müzikleri albümü de bulunan fil-
68 | Boo! Sayı: 5
min müzikleri ünlü müzisyen Rolfe Kent imzalı filmin müzikleri ise 18 şarkıdan oluşuyor. Özellikle son filmiyle adından şu sıralar çok söz ettiren Clooney’e ise yıllardır sorulan ve şu sıralar özellikle dünya gündemini çok fazla meşgul eden soru tekrar soruluyor. Bir eşcinsel dergisine söyleşi veren Clooney eşcinsel misiniz sorusuna; “Eşcinsel olduğumu ne kabul ederim ne de reddederim. Ortaya çıkıp ‘Bunlar yalan’ demek eşcinsel arkadaşlarıma haksızlık olur diye düşünüyorum. Bu benim özel yaşamımdır, kimseyi ilgilendirmez. Birileri eşcinsel olduğumu düşünüyorsa neden üzüleyim? Umurumda bile olmuyor” dedi ve gönlümü tekrardan fethetti. Son olarak filmin şu ana kadar 80 dalda ödüle aday gösterildiğini de belirtmeden geçemeyeceğim... -Furkan
FETİH 1453 - 160 dakikalık bir “zulümle” karşı karşıyayız. Türkiye’de kötü işlere gösterilen rağbetin çok fazla olduğu aşikar zira “7 nota var kaç farklı şarkı yapabiliriz ki?” sözlerinin sahibi ülkemizde pop ilahı. Filmin yönetmeni Faruk Aksoy, kendisinin üstün tekniğini kavrayabilmek için filmografisine göz ucuyla bakmak yeterli. Dev bir bütçeyle giriştiği işin gişede patlama yapacağını bir önceki sayının kısa notlar bölümünde yazmıştım, zaten beklenen bir olaydı da fetih gibi bir olayın filminin çekilip tutulmaması söz konusu değildi. Filmi 70’lerin Cüneyt Arkın filmleri tadında çekmeleri bile filmin gişe başarısının önüne geçememiş. Film, Fetih’in işgal tadında geçmemesi için Arap yarım adasında başlıyor. İstanbul’u elde etmenin aslında İslami bir yönünün olduğu vurgulanarak filmin çerçevesine dair izleyicinin kafasında bir şeyler oturtturmak hedeflenmiş fakat filmin devamı daha çok bunun İslami yönünden çok “işgali” yönünü konu alıyor. Tüm senaryo boyunca politikalar, kar zarar analizleri, siyasetler, planlardan çok, Fetih 1453 bize “Bizans tu kakadır”ı anlatmaya çalışıyor. Türkiye’de milliyetçiliği sek seven kesim ise filmin iki haftada 35 milyon TL kazanmasına yardımcı oldu. Tabii tüm bu olaylarla birlikte önemli değişiklikler bizleri bekliyor. Artık Fatih’in İstanbul’a atıyla girdiği sahneyi düşlemek bu saatten sonra modasını kaybediyor, yeni
nesil bayrağın nasıl dikildiğini hayal ederken artık sevgilisine selam çakıp asmalı o bayrağı. Türk’ün atarlı giderli aldığı başarılar listesine bir yenisini daha bu filmle eklemek mümkün zira filmlerin gücü şu sıralar tarih kitaplarından daha fazla. Sıfır politika, sıfır siyaset ile sadece höt zöt nidalarıyla ülke fethetmek Türk’ler için çocuk oyuncağı! Namazda selam verirken arkada gülen askerler, ıssız bir yerde savaşırken ayakları kadraja takılan kurgu ekibi, 1970 bilim kurguları tadında alan giydirmeleri gibi aslında filmi eleştirebileceğimiz onca şey daha var ama bu kadarla kesiyorum. Son olarak A Clockwork Orange ile tavan yapan kapitalizm eleştirisinin bu filmle birlikte ne kadar haklı olduğunu bir kere daha görerek böyle filmlerle daha az karşılaşacağımız günleri umutla bekliyorum. -Furkan
R A F TA K İ L E R
Vizyona Girecek Filmler
16 Mart: -Bel Ami (Aşkım Benim) -Extremely Loud And Incredibly Close (Çok Gürültülü ve Çok Yakın) -Patlak Sokaklar Gerzomat -Süper Türk -Contraband (Kaçak) 23 Mart: -Hunger Games (Açlık Oyunları) -The Grey (Gri Kurt) -Ayaz -Bir Ses Böler Geceyi -El Yazısı -Hwanghae (Ölüm Denizi) 30 Mart: -Wrath Of The Titans (Titanların Öfkesi) -Toprağın Çocukları -Kaos: Örümcek Ağı -Big Miracle (Büyük Mucize) -Young Adult (Genç Yetişkin) -Mirror Mirror (Pamuk Prenses’in Maceraları: Ayna Ayna Söyle Bana) 6 Nisan -American Pie: Reunion -The Divede (Mahşer Günü) -Mevsim Çiçek Açtı -The Awakening (Öbür Dünyadan) -Şahane Misafir -You Will Meet a Tall Dark Stranger (Uzun Boylu Esmer Adam) -The Howling: Reborn (Yeniden Doğuş) -Titanic (Titanik) 13 Nisan -Le Lorax (Loraks) -The Vow (Aşk Yemini) -Chronicle (Doğaüstü) -Film -Yeraltı -Un été Brûlant (Yakıcı Bir Yaz) -Movie 43 -I Spit on Your Grave
Efsane Sahne
- Armağan Kanca
PARIS, TEXAS - İki başrol oyuncusunun aynı karede olup da birbirlerini karşılıklı olarak bir kez olsun göremediği bir filmdir “Paris, Texas”. Yol filmlerinin ustası olan Alman yönetmen Wim Wenders’in yönettiği ve senaryosunu Sam Shepard’ın yazdığı bu film 1984 yılında Altın Palmiye ödülü almasını bilmiştir. Hüzün kelimesinin somutlaştığı bir yapım olan filmde hüznün doruk noktası yukarıdaki fotoda gizlidir. Sahneyi anlatmadan önce filmde neler olup bittiğine bakmakta fayda var.
ne olduğunu anlamak ve kendisini neden yollara vurduğunu çözmek zaman alacaktır.
Blues gitaristi Ry Cooder’ın gitarıyla açılışı yapar “Paris, Texas”. Amerika’nın çorak bölgelerinde gezinen kameraya; üstü başı toz toprak içinde, akbabalara yem oldu olacak, elindeki son su stokunu da bitiren bir adam (Harry Dean Stanton) takılır. Bu sessiz adamı konuşturmak, derdinin
Yukarıdaki sahnede Travis ile Jane onca yıldan sonra ilk kez ‘yüz yüze’ gelir. Karşılaşılan yer ise bir sex-shop’tur. Bu bile sahnenin ne kadar ağır ve derin bir hüzün barındırdığını anlatır niteliktedir. Sahneyi efsanevi yapan unsurlardan birincisi, Travis ve Jane’i ayıran kabin camından sadece bir
Sinema Notları: -Tamer Karadağlı’nın projesi “Süpertürk” bize dizide tutan karakterden uzun metrajda nasıl para kazanılırı anlatıyor. -Patlak Sokaklar Gerzomat bir şeyleri tiye almaya çalışırken kendisi tiye alınacak yeni nesil Türk aksiyon komedi yapımı. -Twilight serisiyle birlikte büyük bir kitlenin kendisini sevebilmesini zorlaştıran Robert Pattinson yeni filmi “Bel Ami”
ile beklenilen ilgiyi yakalaması ne yazık ki beklenmiyor. -Leonardo DiCaprio’nun son filmi J. Edgar afişi en kötü film afişleri arasına girdi bile. -Yanına Ben Foster ve Kate Beckinsale’i alan Mark Wahlberg’in yeni filmi Contraband’de Alman futbolcular gibi belli bir standardın ardına düşmesi beklenmiyor. -Yapımcılığını Erkan Can’ın üstlendiği Toprağın Çocukları
Adı Travis olan bu adam anlatmaya başladıkça, biz de kendisinin, eski eşi Jane’in (Nastassja Kinski) izinde olduğunu öğreniriz. Aile bağlarını kaybetmiş olan Travis ve Jane’in bir de çocuğu, Hunter (Hunter Carson) vardır. Münzevi hayatından sonra Travis; çocuğuyla iletişime geçmeyi, çocuğu ile birlikte ‘çocuğunun annesini’ bulmayı ve çocuğu annesine teslim etmeyi düşünür.
tarafın diğerini görebilmesidir. İkinci unsur ise Jane’in telefon hattının diğer ucundaki kişinin Travis olduğunu anladıktan sonra kabin camına ne yapacağını bilmez bir şekilde bakmasıdır. O ana kadar Jane’in baktığı kişi telefonun diğer ucundaki herhangi bir kişi iken, hattın diğer ucundaki kişinin Travis olduğunu fark ettikten sonra kabin camının ‘ayna/gerçeklik’ özelliğine bürünmesidir. Üçüncü etki ise Travis’in, evliliğin niye çatırdadığını anlattığı sırada Jane’in yüzüne bakamayıp koltuğunu ters çevirmesi ve konuşmasına devam etmesidir. Bütün bu uzun yolculuktan sonra Travis yine de yalnız yaşamına geri döner, fakat bu sefer aklında çocuğunu çocuğunun annesine kavuşturduğunun bilinci vardır.
her an başarı patlaması yaşayabilir (aynı başarıyı gişede de yakalaması zor gözüküyor). -Tolga Çevikli “Sen Kimsin?” bir devam projesi olarak çıkınca ne yazık ki makus kaderini değiştirmeyi başaramıyor. -Daniel Radcliffe’in Harry Potter imajını bir korku filmi çekerek yıkma mücadelesi tuttu mu bilinmez ama Potter serileri gibi çileden çıkaran bir filmle tekrar karşı karşıyayız. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 69
R A F TA K İ L E R
Kitaplar: ÖLÜ RUHLAR ORMANI Polisiye ve gerilim sevenlerin başucunda bir dönem illa ki bir Grange kitabı bulunmuştur. Yatmadan önce okuduğunuz iki üç sayfa uykunuzda bile peşinizi bırakmaz, gerilimli hikayenin sonunu görmek için uykusuzluğu bile göze alırsınız. İşte bu roman da yine Grange’nin gerçek kötülük, kötülüğün kaynağı temasını hikâyenin dibine ektiklerinden. Jeanne Korowa, Polonya asıllı kendi psikolojik geçmişi de sorunlu olan bir sorgu yargıcı. Cinayet davalarına karşı özel ilgisi onu yakın bir arkadaşının dosyasını takibe ve cinayet mahallerine taşır. Öte yandan karmaşık aşk hayatını kontrol altına almak için eski sevgilisinin hayatını takibe alması tuhaf bir şekilde bu cinayet davasıyla iç içe geçince olaylar hakkındaki merakı artar. Ama esas hikâye cinayetleri inceleyen sorgu yargıcı arkadaşının ölümü ile başlar. Dava bir anda Jeanne’in kişisel davası haline dönüşür. Bu dava onu Nikaragua’ya, Guetalama’ya, Arjantin’e ve Manes Ormanları’na sürükleyecektir. Kanibalizm, yani bildiğimiz yamyamlık, çeşitli işkence yöntemleri, paleonteloji, arkeoloji, otizm gibi kavramlar etrafında epeyce dolanan öykü ister istemez insanın merakını bunlara çekiyor. Öte yandan kitapta adı çokça geçen Freud’un “Totem ve Tabu”sunu, ilk günahı (ensesi ilişkileri, aile katlini, Oedipus kompleksini) ve psikolojik insanlık tarihini anlatan meşhur kitabı okuma isteğini de ateşliyor. Bir kitap başka kitaplara, başka olaylara ilgi uyandırıyorsa onları yeterince içine almış demektir bence, bu kitapta da bu çok net görülüyor. Jean Christoph Grange bu romanda da yine diğer romanlarında olduğu gibi, olayların geçtiği mekanların gerçekliklerini de kurguya katıyor. Amerika Kıtasının sosyal gelişimi, politik yapısı, devrimler, demografik yapı gibi pek çok unsuru örgünün çarpıcılığını ve anlatının gerçekliğini, resmedilirliğini artırmak için ustaca kullanıyor. Romanın tek kötü yanı dikkatli Grange okurları için kitabın yarısından itibaren katil hakkında oluşan sezginin doğru çıkıyor olması. Bu da Grange’nin artık tahmin edilebilir olup olmadığını sorgulatıyor okuyucuya. Kendi adıma katili bulmuşken, nasıl bağlanacağını bilmediğim için emin olamadan sonuna kadar okudum. Ve 400 küsur sayfa okuduktan sonra finalin son sayfalara sıkıştırılmasına biraz bozulduğumu itiraf etmeliyim. Ancak yine de yeni başlayanlar ve koşulsuz Grange sevenler için keyifli bir okumalık. Dünya dertlerini unutup, Nikaragua’ya, Guatemala’ya ve Arjantin’e, devrime ve işkenceye, sefalete ve direnişe tanık olan ülke kesitlerine göz atma imkanı da cabası. Grange’in da dediği gibi, ormanı aradığınız yer neresi, bir de ona bakmak lazım. İnsanlar mı ormanın içinde yoksa orman mı insanların? -Melis 70 | Boo! Sayı: 5
YANILSAMALAR KİTABI - Yazarın dilimize çevrilmiş 22 kitabından biri, ancak Paul Auster’ın en çok hissedildiği kitap bu. Ayrıca diğer kitaplara çok sayıda gönderme var, diğer tüm kitaplarından bir şeyler bulabiliyorsunuz. Örneğin; bir anda Leviathan’daki gibi Vermont sokaklarında gezinip, bir anda Son Şeyler Ülkesi’ndeki bir karakterle yaşamaya başlıyorsunuz. Ama en önemlisi; en çok rastlantı, en çok duygu, en çok yaşam, en çok ölüm bu kitabında bulunuyor Paul Auster’ın. Kendisine benzetmekte hiçbir çekince görmediğim David Zimmer, ki kendisi bir edebiyat profesörü ve yazar bu kitapta; hem yazıyor hem yaşıyor olanları, dolayısıyla en çok rastlantıyla da o karşılaşıyor. Tüm ailesini bir uçak kazasında kaybettikten sonra hayata, onu aylar sonra güldürebilen tek insanla tutunuyor; eski bir sessiz film oyuncusuyla, Hector Mann’la. Bu çok da kolay olmuyor, sayısı iki elin parmaklarını ancak geçen filmlere ulaşmak için çok korktuğu uçağa bile binmek zorunda kalıyor. Bunu başarıp 26 yıldır kayıp olan Hector Mann’ın filmleriyle ilgili bir kitabı bitirdiğindeyse, her şey çok daha karmaşık bir hal alıyor. İşte asıl burada Paul Auster bu diyorsunuz. Sonrası, sonrası kitapta ve çok farklı topraklarda sizi bekliyor. -Gözde
KOZMOKOMİK ÖYKÜLER - Dünya yaratılırken pamuk gibi bulutların üstünde, yan yana dizilip ona bakmak… Hatta evrenin en başından itibaren, tüm evrene… Biz bu aşamalara geveze, çapkın ve hayalperest Qfwfq sayesinde tanık olduk. O bulutların üzerinde dip dibe yaşadığı ama bundan zerrece rahatsız olmadığı komşularının yanından anlatır hikâyelerini. Kimi hikâyede bu komşulara rastlanır, kimisinde de dünyadakilere. Italo Calvino’nun belki de (aslında sadece bence) en okunası kitabıdır Kozmokomik Öyküler, 12 farklı öyküde Qfwfq ile dünyanın bütün olaylarına ulaşabilme şansınız vardır. Ama uyaralım, aradığınız tüm hikayelere de ulaşamayabilirsiniz, çünkü tam sıra ona geldi derken Qfwfq bambaşka bir konuya atlayabilir. Qfwfq’dan kısaca bahsediyorum diye onu hafife almamanızı öneririm; zira kendisi hidrojen atomlarıyla uzayın kamburunda bilye oynayan ilk kişi değildir sadece, o aynı zamanda bir galaksinin kıyısına ilk işareti (aslında ilk harf de diyebiliriz buna) çizendir. Italo Calvino, kitabı yazmadan önce çok okumuş ama kitabın alt yapısı acayip bilimsel olsa da bunu okura yansıtmakta özellikle ketum davranmış. Zaten kitabın adından belli, ‘kozmos’ ve ‘komik’… Bu kitapta hem komediler, hem Qfwfq’nun çapkınlıkları, hem de insanlık tarihinden çok daha eskiye giden evren mitlerine rastlayacaksınız. -Gözde
R A F TA K İ L E R
Konuk Kitaplığı: Mahir Karayazı Genç şair Mahir Karayazı ile kitaplığı ve okuma alışkanlıkları üzerine konuştuk. Çocukken okuduğun ilk Röportajın daha kitabı hatırlıyor musun? fazlası Boo!’nun Cağaloğlu’nda, o kadar yayıyazdırılabilir sürümünde. - Pınar Derin Gençer
Şu anda kitaplığında yaklaşık kaç kitap var? 1000 civarında olması lazım… Kitaplığını sahaflar mı daha çok besler, yoksa yeni kitap satan dükkânlar mı? Ben Cağaloğlu’nda büyüdüm. Uzun yıllar orada çalıştım. Orası kitabın Türkiye’deki nirengisi (idi). Orada geçirdiğim zamanın bana nasıl bir katkısı olacağını düşünürdüm hep. Şimdilerde karşılığını görüyorum. Doğrudan dağıtımcılardaki ya da yayınevindeki dostlardan almak istediğim kitapları ediniyorum. Elbette sahaflardan da edindiğim oluyor. Çok ilgimi çeken kitaplarla sahaflarda karşılaşıyorum. Ama ağırlık Cağaloğlu’ndaki dostlarda, yeni kitaplarda. Koleksiyonuna en son kattığın kitap hangisi? Dostların yeni şiir kitapları sürekli ulaşıyor bana. Ama bu soruyu kendi aldığım kitap olarak cevaplayacak olursam, henüz iki gün oldu alalı Italo Svevo’nun “Hayat İşte”si.
nevi ve kitabın arasında büyüdüm ama okumayı o zamanlar bu kadar sahiplenmemiştim. Çok sonraları edindiğim bir eylem oldu. Ama ilkokulda ya da ortaokuldaydım sanırım, kapağı bile aklıma geldi şimdi; Sevim Ak’ın “Uçurtmam Bulut Şimdi” isimli, kapağında; bisikletinin üzerinde kolları ve ayakları iki yana açık, bir eliyle uçurtmasını tutmuş bir çocuğun olduğu bir kitaptı. Okurken belli bir yazara tutulup üst üste, sadece onun eserlerinden gittiğin oluyor mu? Pek olmuyor. Ancak belirli bir şey arıyorsam, öyle yapıyorum onu. Gerçi Sartre, Kafka ve klasiklerde sorduğun isteristemez olmuştu. Misafirliğe gelen akrabanın küçük çocuğu bazı kitaplarını yırtsa en çok hangisi için sinirlenirdin? Çocuk Şems’tir. Yırtıyorsa, atıyorsa öğretecek bir şeyi vardır. Ondan yapıyordur. Hiç kitaplığının da dahil olduğu bir taşınma yaşadın mı? Uzun yıllardır aynı evdeyim. Yakın bir tarihte aynı evin içindeki eski odamdan şu anki odama geldim. Bu da kitapların elenmesine neden oldu.
Ses, söz ve imgenin oluşturduğu bir yapı olan şiirde, ses örüntüsü, ses tonu, söyleyiş, musiki ya da ahenk deyince ne anlıyorsun? Bendir ve birkaç başka enstrümanla, birçok şair dosta, şiirlerine doğaçlamalar yapmış biri olarak, kendi şiirimi oluştururken de çok ve özel olarak dikkat ettiğim bir şeydir ses ve ritim. Açıkçası çizdiğin çerçeve içerisinde şiiri düşünüp cevaplayacak olursam; ben, her canlının, her nesnenin, dolayısıyla tüm doğanın statik de olsa bir ritmi olduğunu düşünürüm. Ki böyledir de. Sanatçı da eserini kurarken buna dikkat ettiği ölçütte anlatmak istediğini sunmadaki başarısı artar. Albeniyi artırır. Doğada bu fazlasıyla var. Belki de doğayı bu manasıyla taklit ettiği, yansıtabildiği ölçüde sanatçı var ya da o derecede kalıcı. Belki de bu yüzden en iyi sanatçı doğanın ta kendisidir. Şiirin de temeli kelime ve harf; onların da temeli ses ve ritim olduğuna göre, şiir bu ritmik akışın en iyi sağlanabileceği sanat koluymuş gibi duruyor, en azından müzik kadar. Velhasıl kendi üretimim ve başka şairleri de okurken fazlasıyla dikkat ettiğim bir özellik bu. Sanatın başlangıçta büyüsel bir özelliği olduğu, şiirin büyüsel bir dile sahip
olduğu için topluluğu etkilediği aşikâr. Bu bağlamda şairler aslında büyücülerin yoldaşı değil midir? Zaten ilk çağlarda şiir “söylenir” bir şeydi. Ayinlerdeki dualar birer şiirdi. Şairler, aynı zamanda büyücüydü, hekimdi, medyumdu, rüya yorumcusuydu… Bütün bu sıfatsal karşılıklarından da anlaşılacağı üzere aklın sınırlarında gezinen insanlardı. Ve kelimenin, sesin, anlamın kudretini ortaya çıkarabilen insanlardı. Zaten bu kudreti ortaya gerçek anlamda çıkarmak büyücülüktür. İyi bir şair için saydığım tüm bu sıfatları rahatlıkla söyleyebiliriz. O yüzden büyücüye yoldaşlıktan ziyade, belki de (sözlük karşılığı olarak değil ama) büyücünün ta kendisidir bile diyebiliriz. Hakiki şiir o yalnızlık anından doğar. Sendeki yalnızlık neler doğuruyor? Çok şey. Ama üretimlerden önce o yalnızlığı doğurmak gerekiyor. Ben ne kadar kalabalık olursa olsun kendi yalnızlığımı yaratabiliyorum. Hatta dost meclislerinde sıkıntı bile yaratıyor. Bazen orada gözüksem de olamıyorum bile. Doğurduklarına gelince; şiirler, öyküler, senaryolar... Ne bileyim bazen tüm dünyayı yoksulluktan kurtardığım, savaşları sona erdirdiğim bile oluyor…
15 Mart-15 Nisan 2012 | 71
R A F TA K İ L E R
N’aptın Müdür? “İnsanlık Onuru Depresif Müziği Yenecek!” Değişik bir ay oldu. Öncelikle müziğin yeri benim için farklıydı bu ay, her zamankinden farklı. Her anımı içselleştiren şeylerle doluydu ve bu keyifliydi. Dinlediğim ve keşfettiğim bütün albümlerden keyif aldım fakat işin en önemli kısmı hepsinin karşıma tamamen uzun tesadüflerin sonucu çıkmasıydı. Tabii eskilerden de bolca vardı, örneğin uzun zamandır dinlediğim albümlerin üzerinden tekrar geçtim, öyle olması gerekti çünkü ben öyle hissettim. Genel olarak elektronik ağırlıklı, önceki aylarda olduğu gibi. Geçen ay konserleri yazarken geçen yaz gittiğim Interpol konserini hatırlamam ile Interpol’ün çok fazla tutmadığım şarkılarına sardım, Leif Erikson gibi. Bunun yanında PJ Harvey’in hala alışamadığım yeni albümüne alışma çabalarım sürüyor, bu sefer olacak gibi, The Glorious Land ile denemelerim devam edecektir. Phaeleh bu ayın sürprizi çıktı, Chill-out ritmleri ve arada tempoyu hızlandıran elektronik altyapısı ile beni karışık duygular içine sürükledi, tam adını veremiyorum hissettirdiği şeyin. Har Mar Superstar ise yeni keşiflerimden fakat ilginç bir şekilde remiksleri çok daha güzel oluyor, bazı müzikler için oldukça geçerli ve olası bir durum, artık kendimi bu konuda üzmüyorum. Bu ay eskilere tekrar baktım demiş72 | Boo! Sayı: 5
ken, Faint Blue Galaxy, Cemiyette Pişiyorum, Plumtree ve Blue Foundation’dan bahsediyorum. Cemiyette Pişiyorum benim en çok sevdiğim punk gruplarındandı. Ne yazık ki geçtiğimiz ay dağıldıklarını açıkladılar. 2000’lerin başında keşfettiğim ve benimle çok uzun bir süre bu yolu almış bir gruptu Cemiyet, elimde o kadar eski kayıtları var ki, grup üyelerinde bile yok bazıları. Şimdilerde birkaç arkadaşla “Sende şu şarkıları var mı?” diye paylaşım yapmaya bile başladık, şimdiden paylaşmak lazım, ileride ne olacak kim bilir? Gerçi 2011 yılında Et Rengi Tuzak’ı çıkartarak eski şarkılarından en sevilenleri yenilemişler fakat eski şarkıların eski versiyonları hala benim için eski önemini taşıyor, bu asla değişmeyecek bir şey olacak sanırım, eski şarkılar yani.
A Yüzü: 1. Interpol – Leif Erikson 2. PJ Harvey – The Glorious Land 3. Phaeleh - Lounge 4. Lykke Li – I Follow Rivers 5. The Faint Blue Galaxy – Kodiak Star Rocket 6. Late Night Alumni – Main Street B Yüzü: 1. Lana Del Rey – Born To Die 2. Lunic – Far Away 3. Cemiyette Pişiyorum – Süpradin (2011 Versiyon) 4. Plumtree – Scott Pilgrim 5. Blackmill - Miracle 6. Blue Foundation – As I Moved On
Her ay burada dergideki şanslı kişiye kültür sorgulaması yapıyoruz. Bu ayın şanslı kişisi ise, Alper Demirci. En son aldığın albüm hangisi? Ucuz diye topluca aldığım kasetleri ve hediye gelen Metallica plağı saylanmazsa Ozzy Osbourne - Blizzard of Ozz plağını aldım derim. Sinemaya en son hangi film için gittin? Bizim burdaki DESEM sinemasına Midnight in Paris gelmişti, ona gittim. En son okuduğun kitap? Hermann Hesse - Klingsor’un Son Yazı. Ama çeviriyi Kamuran Şipal’den başkası yapmıştı, 60 sayfa kitabı sürüne sürüne bitirdim. Video oyunu oynar mısın? Geçen yaz bol bol SimCity 4 oynadım, sonra dergi başlayınca vakit kalmadı. Bu ara hangi dergiler evine giriyor? Düzenli olarak aldığım Headbang dolayısı ile Blue Jean kaldı sadece. Git dergisini de gördüğümde alırım ama 3 aylık periyot yüzünden yeni sayıyı unutup duruyorum. Albüm, kitap, film, oyun veya dergilerden koleksiyon yaptığın oluyor mu? 300’ü aşkın heavy metal kasetinin koleksiyonunu yapıyorum. Eski müzik dergileri ve fanzinler de var. Gerçi elimdekini atma ya da satma huyum olmadığından odam her geçen gün bir küçük sahaf olmaya doğru ilerliyor.
R A F TA K İ L E R
Oyunlar: VESSEL - Bağımsız oyun yapımcıları için en büyük sıçrama Braid ile gerçekleşti. O günden sonra pek çok farklı oyunla tanıştık. Ardından Shank, Limbo, Terraria, Trine gibi yapımlar geldi. Şu anda bağımsız oyun yapımcılarını takip eden oyuncu sayısı ana akım yapımcılarınkilerle yarışır seviyede. Bu güzelliklerin sonuncusu ise Vessel. 1 Mart tarihinde piyasaya çıkan oyun Braid ve Limbo gibi iki boyutlu platform oyunu. Bu evren Limbo kadar karanlık ve Braid kadar zengin puzzlelara sahip. Karakterimizin yarattığı su bazlı organizmalar dünyayı durmayan bir üretim sürecine sokar. Buna sebep olduğu için durdurabilecek tek kişi olduğunu düşünür M. Arkwright. Yolculuğu boyunca özellikle buhar makinelerini ve su çarklarını kullanacaktır. Yeni puzzle ile karşılaştığı-
mızda ise Arkwright’ın günlüğünü okuyup yaşadıklarına tanık oluyoruz. Pişmanlığını ve çözüm arayışını oyunun her anında görebiliyoruz. Bu durumu destekleyen yegane unsur da özgün bölüm tasarımları ve Jon Hopkins imzası taşıyan müzikleri. Bağımsız oyunların en büyük artılarından birisi de kendilerine özgü müziklere sahip olmaları. Bu parçalar hem oyun bittikten sonra da hafızamızı taze tutmamızı sağlıyor hem de oyun içindeki duyguyu çok daha iyi veriyor. Oyun boyunca suyu kontrol etme hissi başlı başına eğlence
REALM OF THE MAD GOD - Oyun sektörüyle iç içe olan oyuncuların eğer anlatmak istediği bir fikri varsa bunu flash oyun yaparak ortaya koyuyorlar. Flash öğrenmek kimileri için zor olsa da New Grounds, Kongregate ve Armor Games gibi çatılarda yayınlıyorlar genelde oyunlarını. Bu siteler ise kimileri için ara basamak oluyor sadece. Realm of the Mad God ise aynı isimde sahip olduğu site ile Ocak 2010’dan beri bizlerde. Resmi çıkış tarihi ise 20 Ocak 2011. Fakat bugüne kadar pek çok güncelleme ile yenilenirken eğlencesinden hiçbir şey eksilmedi. Aksine kitlesini genişletti. Realm of the Mad God’a şu anda internet sitesi dışında Chrome Web Store, Kongregate ve en önemlisi Steam üzerinden ulaşmak mümkün. Oyunun türünü ise yapımcılardan David Edery oyunun yapısını “devasa kooperatif shooter” olarak niteliyor. Oyunun üzerine kurulduğu iki büyük yapı var. Birincisi her oyuncu oyuna büyücü olarak başlayıp daha
sonra 13 farklı sınıftan birini seçebilmeniz. İkincisi ise karakterler öldüğü zaman gerçekten ölüyor. Yeniden doğma gibi bir opsiyona sahip değiller. Herhangi bir aylık ücret talep etmeyen oyunda gerçek para ile yapılan alışverişler oyunculara sadece dekorasyon ve renkli motifler katıyor. Bu da oyuncular arasında güç farkı oluşmasını engelliyor. Serbest bölgede gireceğiniz sunucuyu seçiyorsunuz ve harita üzerinde doğan yaratıklarla size sürekli yeni görevler veriliyor. Bunları isterseniz tek başınıza veya arkadaşlarınızla yapabilirsiniz isterseniz de oyunda tren diye tanımlanan gruba katılabilirsiniz. Bu noktada oyundan bekledikleriniz devreye giriyor. Çünkü trenler büyük bir oyun-
Kısa Haber kaynağı. Kimi zamanlar oyunu öylece bırakıp suyun akışını seyrettim. Karşılaştığım manzaralar karşısında “Bir Braid değilsin bir Limbo değilsin. Ancak senin de yerin başka Vessel” dedim. Hak ederek kazanıyor statüsünü. Bir platform oyununa görece yapabileceklerimiz her gelişmeden sonra merak uyandırıyor. Sadece bu sebeplerden ötürü bile günün bir dilimini sakinleşerek ve ufak puzzlelar ile beyin jimnastiği yaparken harika bir hikayeye tanık olmak isteyenler için Vessel harika bir tercih. -Mert S.
cu grubunun birlikte ilerleyip görevlere birlikte gittikleri kafileler. Oyun içinde arkadaşlarını kaybetmemeniz için onlara tıkladıktan sonra “lock” demeleri gerekiyor. Böylece aynı sunucuda oldukları zaman kolayca yanlarına teleport olabilirler. Bu seçenek özellikle trene katıldığınızda çok işinize yarayacak. Tren, hızlıca seviye atlayıp yirmi olan sonra seviye gelmenizi sağlıyor. Böylece Mad God ile savaşmaya da bir o kadar erken gidersiniz. Bu da tamamen sizin keyfinize kalıyor. Öldüğünüzde ise karakterinizin puanı küresel puan tablosunda yerini alıyor. Böylece başarınızı perçinlemiş oluyorsunuz. -Mert S.
Geçtiğimiz günlerde CryTek’ten Nick ButtonBrown yaptığı açıklamada Nisan ayında bugüne kadar üzerinde çalıştıkları en iyi projeyi duyuracaklarını söyledi. Sorular ile biraz sıkıştırıldığında ekibinden çok memnun olduğunu belirtti ve projelerini muazzam diye nitelendirdi. Id Software’in kurucularından olan John Romero yeni bir oyun türü üzerinde çalıştığını açıkladı. Twitter’dan gelen “Eski ve güzel FPS oyunlarını yapmaktan vaz mı geçtiniz?” sorusu üzerine “Kesinlikle hayır. Bazı planlarım var...” cevabını verdi. Sıradanlaşan günümüz FPS’lerine karşılık güzel bir alternatif sunarsa kalbimizde yeniden taht kuracağa benziyor John Romero. BioWare, oyunu Mass Effect 3’ün koleksiyon versiyonunda bulunan ve internetten satın alınabilen From Ashes isimli ek yayınladı. İçinde Prothean bir silah arkadaşı, yeni bir görev, yeni bir silah ve her takım üyesi için yeni bir dış görünüş bulunduruyor. Halo hayranlarından The Fallen isimli bir kısa film geldi. Sadece 200 dolara mal olan film yönetmenlik, efektler ve Halo evrenini yansıtması açısından göz dolduruyor. Küçük bütçe ile de başarılı filmler yapılabileceğini gösteren bu film. Bu konuda niyeti olan hayranlara da ışık tutuyor.
15 Mart-15 Nisan 2012 | 73
Mert Serim mert.k.serim@gmail.com
albüm inceleme
S
öz yazarı, vokalist ve gitarist olan Jeff Mangum 90’ların başında ekibini kurdu. Neutral Milk Hotel ismi ile pek çok küçük grubun da bulunduğu The Elephant 6 kayıt şirketinin bir parçası oldular. Bu kayıt şirketi pek sıcak, pek içten bir hiyerarşiye sahipti. Bünyesindeki en bilinen isimler ise Neutral Milk Hotel, The Apples in Stereo ve The Olivia Tremor Control idi. Bu çatı altındaki gruplar sayısız kez birlikte çaldı ve albüm yapımlarında birbirlerine destek oldular. Bugün için düşünecek olursak bu durum epey kolay. Ancak 90’lar Amerika’sında bir kasabada yaşıyorsanız iletişim o kadar sade değil. Keza Neutral Milk Hotel ismine ezkaza rastlayabilirsiniz internette. Veya Coachella 2012’de sahne alacak isimlere bakarken görebilirsiniz Jeff Mangum’un ismini. Tabii ki bunlar değişen medya yapılarının güzel yanı. İnsanların birbirine yaklaşmasına ve üretken insanların ismini duyubilmese olanak sağlaması hepimizi mutlu ediyor. Neutral Milk Hotel için Jeff Mangum’ın yeri Radiohead için Thom Yorke’un ifade ettiklerinden daha büyük. İki albüm ve bir EP yayınlayan grupta tüm sözler Jeff Mangum’a ait. İlk bakışta anlaşılması güç olan sözler içerisinde pek çok referans barındırıyor. Bunlardan en önemlisi ise In the Aeroplane Over the Sea albümlerindeki Anne Frank için yazılan parçalar. Çünkü Mangum da daha sonra belirtiyor ki albümün en büyük ilham kaynağı Anne Frank’in Günlüğü isimli kitap. Oh Comely parçasında “Onu bir çeşit zaman makinesi ile kurtarabilmeyi isterdim” diyor. Bu sözleri asil 74 | Boo! Sayı: 5
Neutral Milk Hotel - Aeroplane Over the Sea:
Anne Frank İçin Ağıt
ya da düşünceli olarak algılamamak gerekiyor. Daha çok Mangum için acıklı bir durum. Bir noktada albümün ismi de bu duruma bir referans niteliğinde. İlk albümleri olan On Avery Island yayınlandıktan sonra Mangum günlüğü hayatında ilk kez okuyor. Bitirdiğinde ise kendini üzüntü ve keder tarafından bozguna uğratılmış buluyor. Mangum’ın kitabı 26 yaşında okuması biraz şaşırtıcı aslında. Çünkü kitap, Amerika’da ortaokul müfredatında okutulan bir kitap. Böyle bakınca durum ilginç bir hal alıyor. Albümü dinlemeye devam edince anlaşılıyor ki Mangum kitabı tamamen bir albüme çeviriyor. Albüm ile kitap arasında bir enerji yakalayıp bunu yukarı itiyor. İkiye bölünmüş parçalar ile farklı duygular Albümde iki adet ikiye bölünmüş parça bulunmakta. İlki King of the Carrot Flowers, ikincisi ise Two Headed Boy. King of Carrot Flowers’ın ilk parçası albümün ilk; iki ve üçüncü parçası ise albümün
Her albümün hayata geçmesini sağlayan bir düşünce vardır. Bu düşüncenin gerçekleşmesi için tetikleyici bir ana ihtiyaç vardır. Jeff Mangum önderliğindeki Neutral Milk Hotel ise ikinci albümleri olan In the Aeroplane Over the Sea ile küçük sahnelerinden dünyaya dertlerini anlattılar.
ikinci parçası olarak yer alıyor. Dördüncü parça olan Two Headed Boy ise The Fool ile devam ediyor. Bu yapı bize hizmet ediyor adeta. Two Headed Boy ve The Fool’u tek başına dinlediğimizde verdiği hisler birbirinden ayrı iken birlikte dinleyince bütün hikayeye ortak olmak mümkün. Yukardan baktığımızda albüm, bir rüyayı yaşatmak için elinden geleni yapıyor. King of the Carrot Flowers Part 1 adlı
Bazı Referanslar -The King of Carrot Flowers Part 3 isimli parçada bahsedilen “a synthetic flying machine” zihinlerimizi Leonardo Da Vinci’nin 15. yüzyılda çizdiği helikopter prototipine uçuruyor. -Two-Headed Boy’un canlandırdığı görüntü ise Dr.Moreau’nun endüstri çağı adasında, formaldehit dolu bir kavanozun içinde mahsur kalmış bir mutant çocuğun hayatı. -Neutral Milk Hotel’in In the Aeroplane Over The Sea albümünün kapağının aslında Chris Bilheimer isimli artist tarafından değiştirilmiş bir kartpostal olduğu 4chan’ın /mu/ mesaj panosundaki bir üyenin, kartpostalın orijinalinin New Jersey’de bir antikacıda bulmasıyla öğrenildi. you / how I would push my fingers through your mouth / to make those muscles move” sözleri ile sevişmenin salt fiziksel bir his olmadığına, ondan çok daha öte, duygusal bir duygunluk olduğuna değinmekte. Bu nedenle hem ölümün, hem holokostun, hem de yaşamın rapsodisine atıfta bulunuyor tek bir parça içerisinde. parçayla yapılan açılış dinleyiciye basit notaları ve Mangum’un yumuşak vokali ile “hoş geldiniz” diyor. Tabi bu karşılamayı kendi üslubuyla yapmaktan çekinmiyor. Parça “When you were young...” sözleri ile açılıyor. Bu giriş Mangum’ın, her gözlem yeteneği yüksek sanatçı gibi çocukluğun karanlık sürrealizmini yansıtıyor. Bu rüyanın Jeff Mangum’ınki ile başladığını da In the Aeroplane Over the Sea parçasında görebiliyoruz. “Now how I remember
Neutral Milk Hotel sahnede Albüm yayınlandıktan sonra canlı performansları ile Neutral Milk Hotel tanıtıma başladı. Fakat sahne aldıkları yerler oldukça küçük sahnelerdi. Bu noktada günümüzdeki bağımsız müzik yapımcıları ile arasında pek bir fark bulunmuyor. Çünkü 90’larda da günümüzde de büyük kayıt şirketlerine dahil olmayan müzisyenler kendi çabalarıyla oldukça küçük bir kitleye hitap ediyorlar. Bu durumun artıları da olmuyor değil tabii. Sahnede Neutral Milk Hotel varken dinleyiciler arasında da samimi bir atmosfer oluşuyor. Ve dinleyiciler arkadaşlarını davet ediyor bir sonraki konsere. Böylece dinleyici kitlesi
Neutral Milk Hotel, doksanlardaki bu temposuna 2000’lerde veda ediyor. Daha az sahne almaya başlıyorlar. Öyle ki grubu sahnede görmek artık hayran kitlesi tarafından övünülecek bir durum oluyor. Jeff Mangum’dan uzun bir süre haber alınamıyor. Öyle ki ne yaptığına dair bir bilgi de bulunmuyor. Yeniden ortaya çıktığında ise hayranları yeniden kucakluyor onu. Yakın tarihte göründüğü en büyük etkinlik ise Occupy Wall Street haraketi idi. Eylemcilerin arasından bir anda çıkıp gitarı ile In the Aeroplane Over the Sea, King Of Carrot Flowers gibi dinleyicilerinin özlediği parçaları çaldı. Dinleyiciler ise şarkıya eşlik etmekten geri kalmadılar. En yakın canlı performans ise 13-15 Nisan ve 20-22 Nisan’da düzenlenecek Coachella festivali. Dünyanın en büyük festivallerinden biri olan Coachella’da sahne alacak isimler açıklandığında, Kaliforniya’ya yolu düşemeyecek olan hayranlar ana grupları görünce gidemedikleri için üzüldüler. Diğer isimlere baktıklarında ve Jeff Mangum ismini gördüklerinde üzüntüleri katlandı. In the Aeoplane Over the Sea albümünden sonra resmi olarak yeni parça yayınlamamış olan Neutral Milk Hotel’i canlı dinlemek biz uzaktaki hayranları için tam bir ütopya. Zira isimsiz müzik eleştirmenleri için de bu album ile Neutral Milk Hotel doksanların en iyi albümleri listesinde sağlam bir konuma sahip. Gerek anlattıkları gerek hissettirdikleri ile Neutral Milk Hotel kolay kolay arşivimizde tozlanıp eskimeyecek. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 75
Bitti.
kolektif olarak artıyor. Bu durum hem grubu hem dinleyici kitlesini mutlu eden tek unsur.
Burak Sayın buraksayin86@yahoo.com
film inceleme
El Angel Exterminador:
Buñuel’in Gözünden Çıplak Burjuvazi S Sürrealist sinemanın büyük ismi Luis Buñuel, El Ângel Exterminador’da izleyiciyi yine şoke ediyor. Burjuvaziye indirdiği tokat bu sefer, daha kapsamlı olarak her türden yapay düzene iniyor.
76 | Boo! Sayı: 5
ürrealizm… Bu kelimeyi duyunca insanın aklına gelmesi olası ilk isim, pek çok kişi için Salvador Dali’dir. Belki arada tek tük Magritte diyen de çıkabilir ama netice olarak resim sanatıyla bağlantılı bir şeyler oluşacaktır zihinde. Eleştirmek için de yazmıyorum bunu; hatta gayet doğal Dali gibi usta bir ressamın zihinlerde böylesine kalıcı olarak yer etmesi. Pek az kişi ba-
şarabilir bunu. Bu girişin sebebi ise şu: Eğer aynı zamanda sinema ile derin alaka içinde olan bir insandan bahsediyorsak, sürrealizm kavramı ona Dali’nin yanı sıra mutlaka Luis Buñuel ismini de hatırlatacaktır. Bu iki büyük figürün yaşadıkları dönemde de birbirleriyle sıkı dostlar olduklarını belirtelim. Zaten böylesine sıra dışı işleyen kafa yapısına sahip insanlar ancak kendileri gibi olanlarla iletişim kurabilir
çoğunlukla. Sinema tarihinin tartışmasız en önemli isimlerinden biri olan İspanyol yönetmen Luis Buñuel zannediyorum daha çok “Le Charme Discret de la Bourgeoisie” (Burjuvazinin Gizli Çekiciliği) adlı filmiyle tanınıyor; ya da en azından benim kişisel gözlemlerim bu yönde. Aynen bu bahsini ettiğim filmin adının da işaret ettiği gibi Buñuel’in sürrealist anlatım tarzını kullanarak eleştirmeye, çoğu zaman da eleştirinin açıkça ötesine geçip gayet güzel bir biçimde giydirmeye bayıldığı kavramlardan biri burjuvazidir. Hatta daha da ileri gidip Buñuel sinemasının başat ögelerindendir bile diyebilirim. Burjuva dünyasının yapaylığını, vıcık vıcıklığını, abartılı bir gösteriş içinde kendini pazarlamasını, öte yandan da çoğu kimsenin bu düzene beslediği aptalca hayranlığı ve özenmesini filmlerinde mükemmel bir biçimde anlatır Buñuel. İşte yazının konusu olan El Ángel Exterminador da usta yönetmenin tam olarak bu karaktere uyan eserlerinden biri. Kurmaca Bir Dünyaya Hapsolmak Bir grup üst tabakadan insan, gittikleri bir davette, ev sahiplerinin şaşalı köşklerindeki odalardan birinde hapis kalırlar. Film bu arka plan üzerine kurulmuş durumda ve yüzde doksanı da söz konusu odada geçiyor. Tabii ki böyle yazınca çok düz geliyor kulağa. Lakin unutmamak gerek ki Buñuel sinemasının vazgeçilmezleri simgeler, metaforlardır. İzleyici gözlerinin önünde akıp giden sıra dışı sahnelerde hep bir gizil anlamın olduğunu bilir ve ona göre izler. Herhalde bu anlamda verilebilecek en iyi örnek Un Chien Andalou’dur (Bir Endülüs Köpeği). Zannediyorum kimse çıkıp da bu filmi normal bir seyirlik gibi ele alabileceğini düşünemez. El Ángel Exterminador o kadar olmasa da, yine izleyiciyi metaforlarla ve doğal olarak ka-
fasında türlü soru işaretleriyle bırakan bir şaheser. Ancak bu demek değil ki bütün film bir karmaşa içinde geçiyor. Örneğin odada hapsolma durumunu ele alalım. İşin aslı bu da yönetmenin eleştirisini üzerinden ifade ettiği bir betimleme. Gece yenilen yemekten sonra müzik dinletisi ve türlü yapmacık şov için salona alınan konuklar bir türlü mekânı terk edemezler. Ancak olay şu ki çıkıp gitmeleri için hiçbir engel yoktur. Fakat ne hikmetse tam odanın çıkışına geldiklerinde ağdalı nezaket gösterileriyle, iltifatlarla konuyu bambaşka yerlere çekip, türlü bahaneler bularak kendilerini adeta bilinçli olarak hapsederler. Burada Buñuel çok ince bir dokundurma yapmaktadır. Burjuvazi kendi kurduğu yapay sistemin dışına çıkmakta başarısız olur. Veya başka bir deyişle bu sahte dünyasında gerçekten kopuk olarak yaşamanın sonucu kendi kendisini tutsaklaştırır. Ezenler ve Ezilenler Filmin hemen başında ilginç bir olay var ki buna değinmek gerektiği kanısındayım. Çünkü birtakım analizleri yapma açısından kilit bir konumda. Hizmetçilerin büyük kısmı tam davetin gerçekleştiği akşam evi terk etme eğilimine girerler ve çoğu gerçekten de terk eder. Burjuvalarla odada hapis kalan tek hizmetli Julio’dur ki bu karakter filmde içinde olduğu düzeni en çok benimsemiş görünen ve adeta hizmet etmek için yaratılmış olduğu inancına göre hareket eder. Ancak madalyonun öteki yüzüne baktığımızda, evi terk eden hizmetçiler kendilerini hapsolmaktan son anda kurtarmışlardır. Nitekim bir sahnede bu uşaklar, burjuvalardan biri tarafından batan gemiyi ilk terk eden farelere benzetilir. Tabii burada dikkat çeken bir nokta da kendisine hizmet ettirdiği yeri geldiğinde ezdiği ve bu şekilde beslenen burjuvazinin, emrine amade uşakları olmaksızın içine düştüğü acınası durumdur. Yine bir
sahne üzerinden gidersek, filmin başlarında yemek masasının etrafında toplanmış davetliler, elindeki tepsiyle ayağı takılıp düşen uşak karşısında kahkahadan adeta kırılırlar. Bu mide bulandırıcı sahne gerçekten de izleyiciyi tam hassas noktasından yakalar. Adeta cüruf ve necaset saçan dipsiz kuyuları andıran o iğrenç ağızlarıyla kendilerini zorlayarak anıra anıra gülmeleri düzenin rezilliğini grotesk bir biçimde ortaya serer. Hatta konuklardan bazıları bunu ev sahibinin ayarladığı bir gösteri olarak niteler ve kutlarlar. Bu tablo gerçek hayattan hiç kopuk değildir. Maalesef işçipatron veya elit-uşak ayrımının bu karanlık yüzü bugün de dünya düzeninin yadsınamaz bir parçasıdır. Ancak ne gariptir ki “uşakları” olmadan odada hapis kalan elitlerimiz, yavaş yavaş birbirlerini yemeye başlayan, bütün kontrolü kaybedip adeta hayvanlar gibi kavga eden yabanilere dönüşürler. Tabii bir yandan da, böylesine umutsuz ve pespaye
bir durum içindeyken bile gösterişli nezaket oyunlarından vazgeçemezler. Öyle ki açlıktan susuzluktan birbirlerini yiyecek hale gelmişken dahi, çıkan bir tartışmada bir beyefendinin ötekini düelloya davet ettiğine tanık oluruz. Dev Aynası Elit, daha doğrusu elit veya üstün olduğunu sanan sınıf kendisini herkesten önemli görür. Bahsettiğim malla, mülkle veya mevki ile gelen bir üstünlük yanılsaması. Kapitalist düzende kaynağa ve paraya sahip olan güce de sahip demektir. Ve bu düzende sınıf ayrımları en aşırı biçimleriyle yaşanır. İşte Buñuel’in yaptığı bir bakıma her türden sınıfsal ayrıma eleştiri getirmektir. Odadan çıkmakta başarısız olan burjuvaların dert ettikleri, içine düştükleri durumdan nasıl kurtulacaklarından daha çok, dışarıdaki insanların onları unutmuş olduğu, tam yirmi dört (!) saat geçmiş olmasına rağmen kimsenin arayıp sormamış olması gibi zırvalardır. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 77
Kendi dünyasını yaratan sınıf için, nesnel dünya ikinci plana düşer. Bir bakıma kitlesel bir solipsizmden bahsediyoruz desek pek de yanılmayız herhalde. Kendi moral kodu olan, kendi insan tipini yaratan sınıf için bir müddet sonra asıl gerçeklik bu yapay varlık düzeni olmaya başlar. Bundan da doğal olarak diğerleriyle arasına giren mutlak bir ayrım belirir. İşte burjuvaların ve uşakların arasındaki ayrım aynen budur. Özellikle uşak Julio’nun davranışları olayın vehametini gözler önüne serer. Pek sıkı fıkı olan burjuvaların, mahsur kaldıktan sonra birbirlerini yemeye başlamalarına, neredeyse hepsinin çılgınca hareket etmelerine ve normalde olmayacak biçimde davranmalarına rağmen, Julio sadece içine düştükleri durumdan ötürü 78 | Boo! Sayı: 5
ürker. Onun dışında uşak kimliğine hala sımsıkı sarılmış ve davranışlarında kayda değer hiçbir değişiklik olmamıştır. Oysa dışarıdan bakan izleyici açık bir biçimde, bu acizlik ortamında bireyler arasında özsel hiçbir fark kalmadığını görür. Herkes canı için mücadele eder ve herkes aynı düşkünlüğü yaşar. Ancak işte burjuvazinin sefaleti ve aynı zamanda gücü de burada yatar. Bu şartlarda bile burjuva da uşak da kendi kimliklerinden kurtulamazlar. Daha doğrusu ortada herhangi bir kimlikten kurtulmak gibi bir şey söz konusu değildir. Burada kimlik diye söz ettiğim şey varoluş hali olmuştur artık. Bundandır ki rollerin değişmesi bir yanda dursun, bir anlamda eşitlik veya eşit şartlar bile bahis konusu değildir.
“Cehaletin el üstünde tutulduğu, mağduriyetin, boyun eğmenin, aklı işlevsiz kılmanın, sınırların ardında sıkışıp kalmanın baş tacı edildiği bir karanlık çağın çocuklarıyız hepimiz.” Koyunlar Âlemi Yukarıda metaforlardan bahsettim. Filmde de çok var bunlardan ve benim en aklımda kalanı (tabii odaya hapsolma durumunun, yani filmin ana temasının başlı başına bir metafor olduğunu saymazsak) ise koyunlar. Tabii ki hepsini yakalamak ve anlamlandırmak çok zor. Örneğin, malikânedeki ayı
benim için hala gizemini koruyor. Ama koyunlar… Koyun zaten günlük hayatta da dilimizden düşmez. Bayılırız “Koyun gibi milletiz, ne koyun halk” gibi bir biçimde konuşmaya. İşin ironik kısmı, bunları söyleyenlerin özellikle bizim toplumda koyunların ta kendisi olmasıdır.
oluruz. Mantık aynıdır, değişen tek şey şekildir. Burjuvanın yapmacıklıklarının yerini bu defa muhafazakar söylemler ve pratikler alır. En sonda da yine kilisenin içine giren bir koyun sürüsü görürüz. Ne kadar şaşırtıcı!
Luis Buñuel
Calandalı usta Buñuel’i tanımayan kişilerin onun adını ilk kez duymuş olabilecekleri bir film de var, hem de epey yeni bir film: Midnight In Paris. Woody Allen’ın son filminde her gece yarısı geçmişe giden Gil, bir sahnede her insanın kolay kolay oturamayacağı bir masaya oturma şansı elde eder: Dali ve Buñuel ile aynı masaya (Man Ray de var). Gil’in zaman yolculuğu hikayesini son derece olağan bir şeymiş gibi karşılayan Buñuel’e verilen cevap süperdir: “Evet ama sen sürreBir kere evde bir grup koyun görüyoruz. Ama bu tip garip ya da normal şartlarda anlamsız gelebilecek şeyler Buñuel sinemasında izleyiciyi hep sorular sormaya zorlar. Yani zengin bir ailenin evinde mutfakta salonda yürüyen koyunlar ve uşak ile ev sahibesinin bunlar hakkında sanki evin demirbaşıymışçasına konuşması pek olağan bir durum değildir. Ancak tabii ki bunun bir anlamı var. Odaya hapsolan konuklar en sonunda odadan çıkmayı başarırlar. Öyle bir an gelir ki herkes, bu meşum olayın gerçekleştiği o kasvetli gecedeki konumlarında durmaktadır. Bunu fark ederler ve yine herkes tam o anda ne yapıyorlarsa aynı şeyi yapmaya başlar, aynı sözleri söylerler, aynı tavırları takınırlar, piyanonun başında aynı kişi aynı müziği çalar. Bu anın yakalanması sayesinde kurtuluş gerçekleşir. Çünkü bu sefer balondan dünyala-
tan (ki bundan kastım girdikleri üç beş kapıdan geri dönüp dışarı çıkmak) bile aciz olan bu topluluğa hangi kapıdan çıkmaları gerektiğini gösteren (yani bir anlamda onları güden çoban) yine uşaklardan biri olan Julio’dur. Burjuvanın işçiye olan bağımlılığı, o olmadan nasıl kontrolü kaybettiği son derece çarpıcı bir biçimde simgelenir burada.
alistsin, bense normal (!) bir adamım” rını terk etme vakti geldiğinde kimse bin bir çeşit yapmacık bahane uydurarak kendilerini yapay gerçekliklerine hapsetmeye yeltenmez. Aslında bana kalırsa bu sahne bile, kelimelerle tam olarak ifade edemeyeceğim inanılmaz bir ince zekâ ürünü. Yani burjuvazinin kendisini nasıl soyutladığı, bu dünyada işçiler olmaksızın nasıl aciz kaldığı ve hapsolmanın kilit anının nasıl yine kendi ikiyüzlülüklerinde yattığı, herhalde bundan daha iyi bir biçimde betimlenemezdi. En sonunda odadan çıkış sahnesi geldiğinde ise, öyle bir hücum ederler ki kapıya işte o zaman bu koyunların sırrı açığa çıkar: Karşımızda adeta bir koyun sürüsü vardır, insan koyunlar. Birbirlerinden farksız, her hareketi, her davranışı önceden kestirilebilir sürü psikolojisiyle hareket eden bir güruh. İşin komik kısmı içine düştükleri bu durumdan kendi başlarına çıkmak-
Aslında Buñuel’in tek bir kavram ya da zümre üzerinden genel bir eleştiri yaptığını vurgulamıştım. Tabii ki bunları ayrı ayrı da yapmak mümkündür. Örneğin La Voie Lactée’de doğrudan dine eleştiri getirir. Ama El Ângel Exterminador’da da özellikle filmin son sahnesinde yaptığı müthiş bağlama ile işaret edilenin tek bir grup değil, benzer şekilde kurulmuş olan bütün gruplar ya da topluluklar olduğunu görürüz. “Kurtuluştan” sonra burjuvalarımızın kiliseye dua etmeye gittiklerini görürüz. Dualar, ilahiler okunur, istavrozlar çıkartılır, ayin biter ve gitme vakti gelir. Pederler kapıya yaklaşır ve bir duraksamanın ardından o müthiş cümle duyulur: “Müminlerin hepsi çıkana dek beklesek mi?”. Tabii müminlerin de pek çıkmaya niyeti olmadıklarını anlamamız pek uzun sürmez. Kimi dua kitabını unuttuğu bahanesiyle kimi de başka laf salatalarıyla bir türlü kiliseyi terk etmeye yanaşmazlar. Kapıya her yaklaşan yine anlamsız bir biçimde kendini dışarı atamaz. Bu sefer de dinin kendisini nasıl bağnazlık duvarları arasına hapsettiğine tanık
Büyük Resim Bu filmin 1962’de yapıldığını düşünürsek aslında nasıl bir ustalıkla karşı karşıya olduğumuz daha net anlaşılır. Zira biz 2012 yılında hala dünyanın yuvarlaklığını tartışan, evrimle dalga geçen, din istismarıyla kitleleri peşinden sürükleyen insanların olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Koyunların dünyası! Asıl acı olan şu ki bu düzen(sizlik) yüzyıllardır böyle ve yakın gelecekte bir umut yok. Kendi keşmekeşliğinin içinde boğulan insanın gözü artık öyle körleşti ki siz ona birinci elden somut kanıtlar getirseniz dahi, bilmeye, akla değil inancına sarılmaya ve onun doğrultusunda eylemde bulunmaya devam ediyor. Bir trajedi yaşıyoruz yani. Nazım en güzelini söylemiş aslında Dünyanın En Tuhaf Mahluku’nda. Bu sayısı milyonları aşan koyunlar yeter ki bir sopa kalkmayagörsünler. Hala ve durmaksızın güdülmeye can atıyorlar. Ve dediği gibi bunu yaparken de mağrurlar. Daha doğrusu aymaz, yüzsüz ve umursamazlar. Cehaletin el üstünde tutulduğu, mağduriyetin, boyun eğmenin, aklı işlevsiz kılmanın, sınırların ardında sıkışıp kalmanın baş tacı edildiği bir karanlık çağın çocuklarıyız hepimiz. Sadece dinden de bahsetmiyorum. Bu çürümüş sistemde kendi sınıfını oluşturup da gerçeklere gözlerini kapatan ve yalanlar içinde yaşayan her türlü oluşuma bu eleştiriler. Ama dedim ya gidiş iyi değil, gelecek parlak değil. Yine de şanslıyız ki Buñuel gibi yönetmenler zamanında anlamasını bilen için hazine değerinde sanat eserleri ortaya koymuşlar da, insan bunları gördükçe en azından herkes güdülmeye meraklı değilmiş diyebiliyor. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 79
Bitti.
Luis Buñuel, Salvador Dali ve Man Ray ile Aynı Masada
Atıl Yücel atilyucel@hotmail.com
oyun inceleme To the Moon:
“Beni Ay’a Uçurabilir misin?” 16 piksellik sanat harikası arıyorsanız tam yerine geldiniz. Bu oyunu oynamak için tek ihtiyaç duyacağınız şey, bir kutu mendil. Çünkü sevgili dostlar, bu oyunun size anlatacağı güzel bir hikayesi var ve bu hikaye, ne yazık ki bizleri ağlatmasını çok iyi biliyor.
T
o The Moon, 2011’in Kasım ayında piyasaya sürülmüş ve birçok kişiler tarafından üzerinde fazla durulmamış bağımsız oyunlardan biri aslında. Grafiklerinin Nintendo dönemlerinden kalma oluşu ve içeriğinde herhangi bir aksiyon bulundurmaması ise nedenlerin başında geliyordu. Ancak oynama fırsatı bulan küçük bir kesim tarafından çok tutulmuş ve etraflarında, kıyıda köşede kimi bulurlarsa onlara zorla oynatmışlardır bu oyunu. Bu sefer güldürmedi Bilim ve teknolojinin ileri olduğu bir dönemde, insanların sahip olduğu hatıralarının değiştirilebilmesi ve bu şekilde insanların gerçekte olmamış şeyler ile ilgili anılarının yaratılabilmesi mümkündür. Ancak bu teknoloji aynı zamanda iki tarafı keskin bir bıçak gibidir. Çünkü bu süreç sonrasında hatıraları değiştirilmiş olan insanlar, gerçek ile hayallerin arasında kalmakta; eski gerçek hatıraları ile 80 | Boo! Sayı: 5
yeni değiştirilmiş hatıraları arasında bocalamakta ve uzun vadede beyinlerinde hasar meydana gelmektedir. Sırf bu nedenden ötürü, geliştirilen bu yeni teknoloji sadece ölüm yatağında olan hastaların son dileklerinin dinlenmesi ve hayatlarında en çok yapmayı istedikleri şeyi “gerçekleştirmişler” gibi hafızalarının değiştirilmesi için kullanılmaya başlanmıştır. Böylece ölümü kaçınılmaz olan hasta-
ların mutlu bir şekilde ölmesi amaçlanmıştır. To The Moon, bizi ölüm yatağında son nefeslerini vermek üzere olan yaşlı John ve onun son arzusunu yerine getirmek için görevlendirilmiş iki bilim adamı: Dr. Wyatt ve Dr. Rosaleane’in hikayesini anlatıyor bize. Bilinci kapanmak üzere olan bu yaşlı adama son arzusu sorulduğunda dudaklarından çıkan sözler “Beni Ay’a
gönderin” olur. Artık ölüm döşeğindeki insanların saçma sapan arzularına alışkın olan doktorlar fazla sorgulamadan yavaş yavaş bu ihtiyar adamın zihnine girerler ve hafızasını değiştirmeye başlarlar. Bilmedikleri şey ise, bu tecrübe hem onların hem de bizim hayatımızı sorgulamamıza sebep olacak hikayenin başlangıcını oluşturmaktadır. John’un zihninde daha derin-
Bağımsız Oyun Nedir? Para kazanmaktan çok; sektöre yeni bakış açıları ya da kimsenin denemediği (cesaret edemediği) teknoloji, tema veya tasarımları deneyen küçük grup veya oyun stüdyoları tarafından çıkartılan oyunlardır. Günümüzde 2011’in ilk çeyreği ile başlayan büyük bir bağımsız (in-
die) oyun patlaması vardır. Eskiden kimsenin bağımsız olduğu için bakmadığı oyunlar ya da ilgilenilmeyen firmalar şu anda sırf bağımsız olduğu için büyük bir rağbet görmektedir. Bağımsız oyunların son yıllarda en göze çarpanları Minecraft, Braid, Super Meat Boy gibi yapımlardır.
lere indikçe, bu yaşlı adamın gençliğine ve kaybettiği eşi River ile ilgili daha fazla anıyı ortaya çıkardıkça; oyunun başında duygusuzca ve umarsızca konuşan doktorlarımızı artık şakalar yapmadan, sessizce ve birazda gerçekleşmiş anıların değiştirilemez çaresizliği ile izler buluyoruz. Yaşlı dostumuzun neden Ay’a takıntısı olduğunu ve gençliğindeki mutlu görünüşünden şu anki yaşlı, yıpranmış ve ümitsiz haline getiren olaylar dizisine bizlerde şahit oluyoruz. “Müzik besteliyordum oyun oldu” Zaten “oyun” dediysem yan-
lış oldu biraz. To The Moon aslında “görsel bir roman”. Çünkü oyunda mini bulmacalar çözmek, her bölümde bulmamız gereken eşyaların üzerine mouse’la tıklamak dışında fazla bir etkileşimimiz yok. Dediğim gibi bu oyunda biz izleyici ve dinleyici rolündeyiz. Biraz açmak gerekirse, oyunun yapımcısı Freebird Studios aslında fazla geçmişi olan ünlü bir oyun stüdyosu değil. Firmanın baş direktörü Kan Gao aslında bir bestekar ve tam bir oyun tutkunu. Kendi deyimi ile bir gün bestelediği müzikler ile yansıtmak istediği duyguları daha iyi ortaya çıkarmak ama-
cı ile görsel roman fikri gelir aklına ve kendisi gibi oyun ve müzik tutkunu arkadaşlarını toplayarak bu amatör firmayı kurar. Yapılan nerdeyse tüm müziklerde Kan Gao imzası yer almakta (ilgilenenler için, 31 şarkılık oyunun albümü sitelerinde 5 dolardan satılmakta). Toplamda dört oyunu bulunan firma yaptıkları müzik ve yaratmaya çalıştıkları duygulara göre senaryo yazarak aslında çok farklı bir iş yaptıklarını da ortaya koyuyor. Bir oyun oynamaktan çok Kan Gao ve arkadaşlarının bi-
Özet Son olarak tekrar söylemem gerekiyor ki; To The Moon, gerek müzikleri gerek senaryosuyla aslında oyun dünyası ile alakası olmayan birçok insanı kendine hayran bırakabilecek potansiyele sahip bir oyun. Müziklerin o kanımıza işleyen tınısı ve ölüm ile hayat, aşk ile tutkular ve hayatımızda büyük bir öneme sahip anılar ile “keşke”ler, To The Moon’u özel kılan şeyler. Oyunu bitirdikten sonra hayatınızı gözden geçirmeniz, kendinize planlar ya da yeni bir yol çizmeniz veya belki de özlediğiniz veya üzdüğünüz sevdikleriniz ile konuşmak için gereken cesareti toplamak için gerekli enerjiyi bulmanız muhtemeldir. 70 MB’lık bu küçük ama dev gibi oyunun 1 saatlik demosunu freebirdgames.com sitesinden indirebilir ve oyunu beğenirseniz gene aynı siteden satın alabilirsiniz. 15 Mart-15 Nisan 2012 | 81
Bitti.
ze bahşettiği mükemmel müziği ve hikayeyi dinliyor, izliyor ve okuyoruz.
Pınar Derin Gençer pinarderingencer@gmail.com
edebiyat inceleme Virginia Woolf - Hasta Olmak Üzerine:
Bedenlenmiş Ağrı Hastalık tasvirlerine edebiyatta sıkça rastlanmaz, belki kelimeler yetmez. Bu durumun farkına varan Virginia Woolf, Hasta Olmak Üzerine isimli denemesinde hastalığı sorguluyor.
İnsan bedeninin kendini hatırlatma yöntemlerinden en etkileyici olanıdır ağrı. Sözcükler ise ifadeye aracılıkta rakipsiz olmakla beraber bunların demete dönüşmüş hali ağrının dilini var eder. Ağrının edebiyata yansımasının gösterilişidir kendileri. Woolf bu kadar dokunaklı bir söylemin neden az kullanıldığını tuhaf olarak nitelemiş olup hastalığın alışılagelmiş temalardan daha az işlenmesinin sebebini kelimelerin yetersizliğine, dilin yoksulluğuna bağlar. Dil yetersizdir fakat bunun için yeni bir dil yaratmaktansa temalar arasındaki önceliklerin değişmesinin yeterli olacağını düşünüp “...tutkuların hi82 | Boo! Sayı: 5
yerarşisinde bir değişiklik gerekiyor; aşk tahtından indirilip yerine 39 derece ateş oturtulmalı; kıskançlık yerini siyatik ağrılarına bırakmalı; uykusuzluk kötü adamın rolünü oynamalı...” der. İyi ruhun kötü ruha teslim olması ya da bedene kötü bir ruhun girişiyle tarif edilir dini inanışlarda ağrı. Mistik kavramının içini doldurduğu anda gerçekliğine kavuşur vücuda olan bu yansımasıyla. Woolf da yukarıdaki önermesinde ağrının dini inanışlardaki bu tutunuşuna gönderme yapmaktadır. Kimi zaman kalp çırpınışlarıyla yüzlerimizde var olan, kimi zaman soluğumuza koyduğu yasakla ruhumuzda oluşan döngünün sahibi ağrı, algılayışı derinleştirir, bilinci yüceltir, sezgi kapılarını aralar. Meditasyon ve ibadeti şekillendiren bir tür olarak da yargılamak mümkündür bu haliyle ağrıyı. Woolf küçük kıpırtılarla sözcüklere yeni duruşlar kazandırmaya kalkar, üstelik dinin inandırıcılıktaki etkisini göz ardı ederekten, bir de üstüne dilin zayıflığını vurgulayaraktan. Edebiyatta ağrılar sağlıklı olunduğunda itiraf edemediğimiz her şeyin gizemini gün ışığına çıkarır. Acı sözcüklerin hakimidir her zaman. Acının yoldaşı ağrı da bu pastanın en büyük pay sahibidir. Şekilleniriz, şekillendirirler. Duru-
mumuzu, söyleyişimizi, içimizi… Woolf da ağrının, acının, hastalığın sözcükleri nasıl şekillendirdiğini, nasıl bir tecrübeye sebep olduğunu dile getirir hep. Acıyla oynamak, ağrılara göğüs germek bir eğlence mi, bir meydan okuma mı, yoksa türler arası rekabetin bir çeşidi mi? Neden çağlar boyunca insanoğlu, acıdan kaçınmak yerine ondan haz duymaya çalışıyor? Şaşırtıcı bir olgu olan gönüllü acı çekmek söyleminin yıllar geçtikçe azalacağı yerde artarak devam ettiğini görmemek elde değil. Acı, insana varoluşunun sınırlarını hatırlattığı kadar, kişilere acının ötesine geçip, acıyı hissetmeyeceği, neredeyse varlık ötesi bir boyuta ulaşmaya da imkan tanıyor. Beden, pek çok kültürde ruhu içinde barındıran ve bir anlamda onu kısıtlayan, sınırlı bir bünye olarak tanımla-
nır ve bazı kültürlerde bedene acı çektirmek kültürel bir özelliktir. Bedenin ruh karşısındaki sınırlılığını düşünerek bu kısıtlanmadan kurtulup, fiziksel engelleri aşma çabası bazı dinlerde ve inanışlarda, ruhun yükselişi için bedenin acı ile terbiye edilmesi inancı olan asetizmde yansımasını bulur. Yaşamını olabildiğince rasyonel bir zemine oturtmaya çalışan modern çağ insanı, bir yandan uzun ve sağlıklı yaşamın peşine düşüp bedenine hak ettiği ilgiyi gösterirken, bir yandan da, çok uzak bir geçmiş olan bedensel acı çekerek ruhunu serbest kılma dürtüsünün izlerini farkında bile olmadan içinde taşıyor olabilir mi? Bireylerin büyük bir kısmı acı ve ağrılarının ortadan kalkması için çabalarken; Virginia Woolf ağrıyı ruhunda acıya dönüştürmüş ve acının sonsuz serzenişini zihnimize armağan etmiştir.
Bitti.
D
ünya edebiyatının şuh latifesi… Sanrılar, hayaller, sıkıcı gerçekler sarmalının doğurduğu acı ve ağrı sirkülasyonunun dayanılmaz çekiciliğini içinde barındıran gamlı prensesidir kendileri. Bilinç akışı tekniğiyle harmanladığı yazılarının vazgeçilmez konusu olmasının yanında ağrının ihmali üzerine kafa yorar. Bu akımın en harika yapıtı Mrs. Dalloway olup Orlando, Gece ve Gündüz, Dalgalar, Kendine Ait Bir Oda, Flush ve Perde Arası gibi eserleri ile düşsel dünyamızda kalıcı izler bırakmış olan Woolf’a göre insanlar “bedenin dramı” yerine “zihnin yaptıklarını” yazmaktadırlar. Ve bunu “Hasta Olmak Üzerine” adlı denemesinde dile getirir.
“Oynamıyom ya, gidiyom ben!”