ikinci d繹nem, say覺: 6 15 may覺s - 15 haziran 2012
Mutsuzluk Bizim İşimiz!
Otelimizde kalan hiçbir anne-baba, çocuk ya da çifti bir türlü mutlu edemiyoruz. Halbuki havuzumuz, klimamız, yemeklerimiz var. Daha ne? O zaman biz mutsuzluk vaat ediyoruz! Grand Öztekir Resort Hotel’de kalan nice yazar ve ressam, yaşadıkları mutsuzlukla otelimizde nice eserler yarattılar. Şimdi! Çok uygun ödeme koşullarıyla!
Grand Öztekir Resort Hotel
Henüz Facebook sayfamız yok ama madem günümüzde her reklama Facebook’un logosunu koyuyorlar, biz niye koymayalım?
Yıllar yılı kafamızı nereye çevirsek gördüğümüz reklamlar bize hep gülen yüzler, mutlu müşteriler sunuyor. Herkes o markadan memnun, o ürünü kullanan hiç kimse kötü tecrübe yaşamamış. Hayat çok kolay, çok mutlu. Mutsuz insanlar var reklamlarda, ya rakip markanın müşterisidir onlar, sözkonusu firmanın ürün yahut hizmetlerini seçmediği için mutsuzluğa mahkum olmuştur, ya da bir yardım kampanyasının ilanıdır. Kısacası yardım kampanyaları haricinde reklamlar tamamen yalanlar ve kandırmacalar üzerine kuruludur. Bu reklam ise tamamen kurmacadır ve hiçbir şekilde gerçek kişi ve kurumları yansıtmamaktadır. Bu arada şahane bir “bit kadar, okunamayan ama hayat kaydıran reklam altı yazısı” oldu bu.
Önsöz
Küçük Editör Öğütler Veriyor
H
enüz yaz gelmemiş olmasına rağmen kan ter içinde uyandığımda, biraz önce gördüğüm kabusu hatırladım. Rüyamda odam bir sürü dergiyle dolup taşıyordu. Sevindim bir an için “Vay, bedavaya sahaflar kadar dergim oldu!” diye, başladım birer birer göz gezdirip okumaya. Dergiden dergiye atlarken yüz hatlarım düştü, başta duyduğum keyif kahra dönüştü. Bütün dergilerin “editörden” sayfasında aynı bitmek bilmeyen geyik vardı. Her biri yazısına “Derginin en az okunan sayfasına hoş geldiniz” diye espri yaparak başlıyordu. Ondan sonra okunmayan bir yazıyı yazmanın anlamsızlığı üzerinden bir saçmalamalar dizisi sunuyordu. Öyle bir tiksinti oluşmuştu ki, “Benim bir dergide okuduğum ilk ve belki de tek yazı önsözdür!!!” diye bağırdığımda uyanmıştım. Bütün bu olanların üzerine kendimce ricalarda bulunmalıydım editörlerden, bu satırları okusunlar ya da okumasınlar. Bu işin okulundan mezunlarsa elbette “benim işimi bana mı öğretiyon?” tavırlarına sahip olacaklardır, ama bir okur olarak artık görmekten bıktığım “editörden” sayfası klişelerini sıralamak isterim: 1. Kabuslarıma giren geyiği bir daha n’olur yapmayın. Vallahi de billahi de “editör karizması” oluşmuyor öyle şeyler yazınca. 2. “Editörden” yazınızın öncesinde veya sonrasında zaten bir adet “içindekiler” sayfası var iken, sizin yazınızda “Bu ay filan kişiyle röportaj yaptık” “Filan arkadaşımızın çok güzel bir yazısı içeride” “Şu konuya değindik” gibi, içeriği ayrıca paragraf paragraf anlatmanız, sanki yazacak bir şey bulamadığınızı, yer doldurma çabası içinde olduğunuzu düşündürüyor. 3. “Şu an saat bilmemkaç ve yazıyı yetiştirmem lazım. Ay nereden başlayacağım bilemiyorum…” diye başladıktan sonra rastgele yazıp yazıp en sonunda “Aaaa farkında olmadan yazıyı yazmışım meğer” cümlesiyle yazıyı kapatmanın modası geçeli üüüüüüüüüh… Hatırlayamıyorum. 4. Tekzip gerektirecek durumlar haricinde aynı kulvardaki rakiplerinize sataşıp, laf atıp durmayın. Gerçi bayadır rast gelmiyorum böyle şeylere ama, hala yapanlar vardır eminim. 5. “Editörden” başlığını değiştirip özgün olmak adına “edito”, “keditör”, “büdütör” yapmayın, yapılmışı çok. “Önsöz” yapabilirsiniz :P (aslında şu “eeditööörrrrr” havasından kurtulma kaygısı taşıyorsanız daha iyisi bulunana kadar en ideali, yazıyı “Önsöz” diye isimlendirmek) Bir derginin önsözü bana kalırsa o derginin karakterini, yayın politikasını, derginin geneline yayılmış üslubu ve havayı yansıtır. Bu yüzdendir ki, bir dergiyi açtığımda ilk, önsöze bakarım ve uzunluğuna aldırmadan okuyuveririm. Kabusumdaki geyiği yapanları yalancı çıkarırım. İlk izlenimim ise, üçüncü maddedekilerle beraber, ciddiyetsiz bir yayın olduklarıdır. Sayfaları çevirdikçe bu izlenimimi bana yutturabilirlerse ne mutlu. İkinci maddedeki gibi bir önsöze sahip derginin belirli bir duruşu, savunduğu bir dünya görüşü yoktur anladığım kadarıyla. Bunun için suçlayamam onları elbette, ama ortak paydada buluştuğumuz zaman bile dergiyi sahiplenme ihtimalimi de çöpe yollamış oluyorlar. Dördüncü maddeye denk düşecek dergiler ise kendilerini çok fazla ciddiye alırlar, sıkıcıdırlar, eğlenceli görünme kaygısı taşıyorlarsa samimiyetsizdirler, taşımıyorlarsa resmidirler. Bu maddelere uymayan dergiler var ya, takip ettiğim en fevkalade dergilerdi. Sayıları artsa mı acaba? Alper Demirci
Önsözlerinde “Küçük Metalci X Yapıyor” başlıklı yazılar yazan Orhan Gutan’a saygılarımızla...
n e d i g Der ler r e b a H 1. Bu sayfadan da anlayabileceğiniz üzere bu sayıda tasarıma biraz cila çektik. 2. Artık bizim de haber müdürümüz var, 6 ila 14. sayfalar ondan soruluyor: Kamer Yılmaz. 3. Ajanda’da Gökçe’nin yerine Pınar geçti, Gökçe röportajlarla devam ediyor. 4. Sonradan vakti olur da geri dönmezse Furkan bu sayıda son defa sinema sayfasını yazdı. 5. Ajanda dolduktan sonra koymamız gereken bir haberi yeni hatırladık, buraya koyalım: 21 Mayıs saat 22.00’de Ersen ve Dadaşlar, Cem’niyet ile Kurtalan Ekspres, Suadiye Monc Live’da konser verecek. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 3
Ne Var Bu Ay?
15 Mayıs 15 Haziran 2012 Dönem: 2 Sayı: 6
22
30
Odylle
FABİSAD
Hollanda’daki hayatını bırakıp, müzik tutkusunu İstanbul’da gerçekleştiren Odylle, konuğumuz.
“Hayal kurmak özgürleştirir” sloganı ile yola çıkan dernek adına Doğu Yücel anlattı, biz dinledik.
56
60
Charles Dickens
Ronnie James Dio
Hayat tariflerinin ustası, İngiliz yazar Charles Dickens’ın hayatı ve en sevilen eserleri üzerine...
Heavy metalin kısa boylu devi Dio’yu ölümünün ikinci yıl dönümünde bu yazıyla anıyoruz.
4 | Boo! Sayı: 6
Genel Yayın Yönetmeni Görsel Yönetmen Alper Demirci Yazı İşleri Müdürü Melis Mine Şener Koordinatörler Ali Hıdımoğlu Armağan Kanca
24
Haber Müdürü Kamer Yılmaz Muhabirler Pınar Derin Gençer Günhan Oral İllüstrasyon Soner Aktaş
36
Bu Sayıda Yazanlar Alper Kara, Aslı Alkan, Atıl Yücel, Burak Sayın, Ceyda Zeynep Koyuncu, Furkan Emir, Gökçe Altınbay, Gözde Karahan, Gülin Enüst, Mert Günhan, Mert Serim, Merve Sevinç, Su Elif Sivarioğlu. Katkıda Bulunanlar Şener Soysal, Canberk Özcoşkun, Benan Erdoğan, Innes Adam Welbourne Kapak Fotoğrafı Süleyman Orbay Pekşen
Masis Aram Gözbek
Süleyman Orbay Pekşen
50
74
Post-Empresyonizm ve Sonrası
Blonde Redhead
Dizin Artemis, sf. 54 Blonde Redhead, sf. 74 Charles Dickens, sf. 56 Emre Tamer, sf. 10 FABİSAD, sf. 30 Fotoğrafta Tipoloji, sf. 44 Fyodor Dostoyevski, sf. 78 Göktuğ Şahin Musikisi, sf. 32 Kadir Aydemir, sf. 71 Masis Aram Gözbek, sf. 24 Mass Effect 3, sf. 80 Odylle, sf. 22 Post-Empresyonizm ve Sonrası, sf. 50 Ronnie James Dio, sf. 60 Salzburg ve Tirol, sf. 34 Sinemada Dans Kavramı Bölüm 2, sf. 46
74
Dostoyevski - Öteki
Arka Kapak Furkan Açık
Boo! Aylık kültür-sanat dergisi. Parası olmadığı için internetten yayın yapar. Internetten yayın yapan dergiler arasında en uzun ömürlü olanıdır. Mühim adresler: http://boodergi.com http://issuu.com/boodergi http://facebook.com/boodergi http.//twitter.com/boodergi http://myspace.com/boodergi
Süleyman Orbay Pekşen, sf. 36 The Prisoner, sf. 76 This Will Destroy You, sf. 29
Dergide imzası belirtilen tüm yazılar ile röportajlarda konukların söyledikleri, kişilerin kendilerine ait düşünceleridir ve derginin görüşü olarak kabul edilemez.
Güncel, sf. 6 Ajanda, sf. 15 Sandık, sf. 42 Raftaki, sf. 124
Her türlü görüş, öneri, eleştiri, teklif (öhöm, iş teklifi, reklam teklifi falan) için e-posta adresi: boo@boodergi.com 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 5
AJANDA ETKİNLİK RÖPORTAJ PORTFOLYO YENİLİKLER HABERLER
Güncel Odylle
Sayfa 22’de
This Will Destroy You Sayfa 29’da
FABİSAD Sayfa 30’da
Masis Aram Gözbek Sayfa 24’te
6 | Boo! Sayı: 6
S. Orbay Pekşen Sayfa 36’da
GÜNCEL
İstanbul Modern’de y A n e ç Neler Oluyor? Ge r la n İstanbul Modern’in Nisan ayında alınan a l O yıkılacak kararı ve ardından da bu kararın 2. HC (Hors Class) kategorisinde 8 etap süren 48. Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu 22 Nisan’da Alanya etabıyla başlayıp 29 Nisan’da 121 kilometrelik İstanbul etabıyla son buldu. Ufak kazaların da yaşandığı ve oldukça çekişmeli geçen turu ferdi genel klasmanda Konya Torku Şekerspor takımından Bulgar Ivailo Gabrovski birinci olarak tamamladı. Avrupa’nın en büyük basketbol organizasyonu Euroleague’in dörtlü finali bu yıl 11-13 Mayıs tarihleri arasında İstanbul’daydı. Final maçında Rusya’nın CSKA Moskova takımını yenen Olympiakos şampiyon oldu. Dörtlü finalde Barcelona takımı Panathinaikos’u 74-69 yenerek üçüncülüğü tattı. Avrupa basketbol ligine dair İstanbul’daki bir önceki dörtlü final 1992 yılında yapılmıştı. 007 James Bond yeni gizli görevi için İstanbul’a geldi. Pek de yabancısı olmadıkları bu ülkede yeni bir göreve daha gelen Bond ekibi daha önce de From Russia with Love ile The World is Not Enough filmleri için İstanbul’a gelmişti. Yönetmen Sam Mendes, yapımcılar Michail Wilson, Barbara Broccoli, oyuncular Daniel Craig, Naomie Harris, Berenice Marlohe ve Ola Rapace ile İstanbul çekimleri tamamlanan film Skyfall, 2 Kasım 2012’de Türkiye’de gösterime girecek.
henüz kesin olmadığına dair çıkan haberlerle yetkililer sanatseverlerin tepkisini topladı.
Ev sahipliği yaptığı pek çok etkinlik ve sergi ile anılan ve isminden bahsettiren İstanbul Modern bu defa son derece tatsız bir konuyla gündeme geldi. 11 Nisan 2012’de internetteki birçok haber sitesinde hemen hemen birbirine benzer başlıklarda yayınlanan tatsız bir haberle karşılaştı İstanbul Modern severler. Haberin detaylarını okuduğumuzda ortaya son derece ilginç bir tablo çıkıyor: Galataport projesi ile İstanbul Modern’in bulunduğu bölgenin halka açık yeşil alan olarak kullanılmasına karar verilmiş. Bu karara Kültür Bakanlığı müzenin korunmasını isteyerek karşı çıkmış ancak Büyükşehir Belediyesi kararda değişiklik yaparak kamuya açık yeşil alan olmasında ısrar etmiş. Bir şehrin ilk modern sanat müzesi Büyükşehir Belediyesi tarafından yıkılmak isteniyor. Hem de zaten o bölgede var olan park ve yeşil alana rağmen!
Sosyal ağlar iş başında! Haberin hızla yayılarak tepkiler alması üstüne İstanbul Modern’den “İstanbul Modern’in Türkiye Denizcilik İşletmeleri ile 28 yıllık uzun dönemli kira sözleşmesi bulunmaktadır. Kamuoyundan takip ettiğimiz üzere Galataport projesi kapsamında, İstanbul Modern’in yerinin ay-
Adap
nen korunacağı belirtilmişti. Bunun dışında bir bilgimiz bulunmamaktadır. İstanbul Modern’in üzerinde bulunduğu sahanın halka açık yeşil alan olarak düzenlenmesi planlanıyor. Kurul, bugünkü toplantısında bu konuyu tekrar görüşecek” açıklaması geldi. Henüz akıbeti net olmayan İstanbul Modern ile ilgili son açıklamayı ise yıkım haberinin çıkışından 20 gün sonra başbakan yaptı. Konuşmasında net bir şekilde İstanbul Modern’in yıkılmayacağını ifade etse de Galataport ile ilgili kurulun resmî kararı açıklanmadı. Sadece kamuoyu yoklaması mı? Sadece bir gün içinde çıkan iki farklı haber Emek Sineması ve AKM gibi tarihî ve kültürel etkisi yüksek yerlerin kaybedilmesini akıllara getirdi. Son zamanlarda sinema, müze, tiyatro gibi sanat alanlarının restorasyon adı altında yıkılıp yerlerine AVM yapılması İstanbul Modern için de aynı durumu düşündürttü. Konu hakkında açıklamalardaki farklılıklar ise “Müzenin yıkılma ihtimaline karşılık kamuoyu yoklaması mı yapılıyor acaba?” gibi soruları gündeme getirdi. -Kamer
Alper Demirci
Bu sayıda belirli bir konu bulamadım, ama geçen iki ay boyunca fena sinirlendiğim çok fazla adapsızlık oldu. İbretlik: -Motosiklet biniciliği, biniciyi trafik kurallarından mahrum etmez. Tek yönlü sokaklara ters giren, yaya yolunda motor süren, kırmızı ışıkta geçen, kavşaktaki dönüşlerde yayaya yol vermeyen biniciler sakın “arabalılar bizi adamdan saymıyorlar ühühüü” diye ağlamasın. -Boş damacana, çöp kutusu olarak kullanılmaz. Sonra o çöpleri nasıl boşaltmayı düşünüyorsunuz sayın Akıllı TV izleyicisi üniversiteli gençler? -Daha 1 hafta önce tanışılan kişinin kolundaki kol saati kurcalanmaz. Elindeki kağıt izinsiz alınmaz.
Boo!’ya duyuru yollayın! Etkinlik mi düzenliyorsunuz? Haberiniz mi var? Yeni bir şey mi çıktı? Duyurmak için boo@boodergi. com adresine e-posta atıyorsunuz. Yerimiz yettiğince duyuruyoruz. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 7
GÜNCEL
Taziye
Melis Mine Şener
Single Ladiez Altınbaş kadehlere doluyorsa, bir kadeh de Meral Okay için olsun! Başka başka isimler konuştuk bu taziye yazısı için. Ama ben yine dönüp dolaşıp Meral Okay’a geldim. Güleç yüzlü, kahkahaları sanki evleri dolduran, pek hatırlayamadığım an’aneme benzeyen Meral Katı Okay’a. 1959’un 20 Eylül’ünde Ankara’da doğar. 25’ine gelince Yaman Okay’la evlenir. Hani Bizimkiler’in Nazım dayısı, o güzel sesli, gülen gözlü, serseri adamı. Hani pankreas kanserinden öldüğünde eşi Meral’le bizi üzgün baş başa bırakan ama bir bakıma da (kendi adıma en azından) onunla tanıştıran Yaman Okay. Bu kısa süren büyük sevdanın ardından kendini sanata veren Meral Okay, şarkı sözü yazarlığından oyunculuğa, senaristlikten dergiciliğe, yapımcılıktan yayıncılığa pek çok işe el attı. Seni Seviyorum Rosa ile başlayan ve İkinci Bahar ile perçinlenen, Propaganda, Yeditepe İstanbul, Asmalı Konak, Beynelmilel ve Bir Bulut Olsam gibi yapımlarla ile devam eden grafik Muhteşem Yüzyıl senaristi iken noktalanır ne yazık ki, geçtiğimiz Şubat ayında akciğer kanseri sebebiyle. Kısa ve dolu dolu sanat yaşamında 8 | Boo! Sayı: 6
2002’de Hiçbir Yerde filmindeki rolü ile 24. SİYAD Türk Sineması Ödülleri’nden en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü kazanan Okay, aynı ödülün 14. Adana Altın Koza Film Şenliği versiyonunu 2007’de Beynelmilel’deki rolü ile kazandı. Başta Sezen Aksu ile birlikte yaptığı çalışmalar için yazdıkları olmak üzere onlarca güzel şarkı sözü yazdı, hepimizin yüreğine dokunan: Yine mi Çiçek, Adı Bende Saklı, Var Git Turnam, Masum Değiliz, Helal Ettim Hakkımı, Kalaşnikof, Yaktılar Halim’imi… Dönemlerinin popüler şarkıları olmadılar hiç, ama sevenlerinin dilinde saklı melodileri ile hiç unutulmadılar. Kendi adıma an’anemi hatırlatan Kasap Melahat’i sevdiğim üç beş nadide dostumla kadeh tokuştururken (“Yine mi güzeliz, yine mi çiçek” diyerek illa ki…), biber dolması doldururken (Duvara Karşı’daki o sahneyi hatırlar mısınız?) ve gözlerinin içi gülerek sevgisini anlatan o şanslı insanlarla karşılaştığımda aklıma düşen Meral Okay’ı sevgi ve rahmetle anıyor, yattığı yerde rahat etsin diliyorum.
Sosyal medyanın yeni oluşumlarından Single Ladiez, kısa sürede sadece reklam sektörünün değil, sosyal ağlarda vakit geçirenlerin de ilgisini çekmeye başladı. Son zamanlarda sosyal ağların gücünü bol bol gözlemleme şansı bulsak da her seferinde şaşırmadan edemiyoruz. Meselâ Facebook. Bundan sadece 5 yıl önce giriş yapıp fotoğraf altlarına yorumlar yapmak dışında kullanmıyorken artık annelerin, babaların hatta anneannelerin üye olduğu, eski okul arkadaşlarının aranıp bulunduğu, aşk yaşanılan, markaların reklamlarını yayınladıkları ve hatta takipçilerini arttırmanın yollarını aradıkları apayrı bir dünya haline geldi.
ya çıkıp eğleniyorlar ve bu eğlenceyi büyütmek istiyorlar, yapıyorlar da. Şimdiye kadar birbirinden şahane 3 etkinlik gerçekleştirdiler. Düzenledikleri konsept partiler ile sosyal medyada çalışan ya da zamanını fazlasıyla sosyal ağlarda geçiren ama hayata da dokunmadan edemeyenleri buluşturuyorlar. -Kamer
Facebook’un hızla yayılmasından sonra Twitter da popülaritesini arttırdı. Ve bizler sabah uyandığımızda elimize gazetemizi değil akıllı telefonlarımızı alır olduk. Gazeteyi önce kim okuyacak tartışmasından vazgeçip önce Twitter ve Facebook hesaplarımızı açıp bakar olduk. Buralardaki her oluşum gününün haberi oldu ve sosyal medyada izlerini bıraktı. Son zamanlarda ise gündemimize Single Ladiez hareketi oturmaya başladı.
ş i m ç Ge er l k i l Etkin
Ümitsiz ev kadınları out! Single Ladiez in! Beybin Esen, Bahriye Sarıkaya, Derya Güzel, Eda Elif Özbek, Ayem Nut, Ezi Ceren Işık ve Tuğçe Özel isimleriyle sosyal ağlarda var olan bu 7 kadın sevgilileri olsun ya da olmasın, kendilerine “single” diyebiliyorlar. Kız kıza dışarı-
Takip için: singleladiez.com
İlk etkinlik 14 Şubat’ta AntiValentine partisiydi. Aslında sadece kendileri katılımcıydılar ama sosyal ağlardaki hareketleri görmezden gelinmedi ve olay sosyal medya buluşmasına dönüştü. Bunun üstüne düzenledikleri 2. etkinlik 29 Mart’ta Black Night oldu. Cihangir’de bu oluşumu merak eden, beğenen, onların yanında olmak isteyenler buluştular. Son olarak Mad Men Night ile 1960’lara, Geleceğe Dönüş’teki gibi bir arabaya gerek olmadan gitmemizi sağladılar.
GÜNCEL
Mekan: Mitanni İstiklal’in yoğun kalabalığı ve iğne atsan düşmez mekanları arasında kaybolduğum bir zaman, caz ve kahve sever bir dostla tanıştım. Sonra da oynayan kaldırım taşları ve nereye gittiğini bilmeyen insan kalabalığından her sıkıldığımda tam anlamıyla kendimi kollarına attım Cafe Mitanni’nin. Müdavimi çok olan bu güzel mekânın en büyük özelliği sanırım, bir çeşit “caz kafe” olması. Bu sevimli mekâna her gittiğinizde duyabileceğiniz, türü caz olanından hafif bir müzik sesi oluyor. Müzik sever, hem de caz sever bir mekan olan Cafe Mitanni’nin sahibi Turgay Demiryürek’le de konuştuğumuzda en çok duyduğumuz şey: “Burası caz kafe, gelen herkes müzik yapabilir.” Piyano ve havuçlu kek yan yana Cafe Mitanni sadece bir müzik, caz kafe değil. Leziz yiyecekleri ve içecekleriyle de
Kamer Yılmaz kamerr@gmail.com
son derece çekici bir mekân. En çok makarnası övülse de, salatalarını, gözlemelerini ve günün yemeği kategorisindeki ev yemeklerini de yabana atmamak gerek. Her gün Facebook sayfasında ve hemen kafenin kapısında duran tahtada yazan günün menüsünde; tam olarak anne yemeği diyebileceğimiz yemekler oluyor. Taze fasulye, cacık, patlıcan musakka gibi. Makarna, salata ve tatlılarında cevizi eksik etmeyişleri benim gibi ceviz sevmeyen birini bile durduramıyor. Muhtemelen annem bu kadar yoğun ceviz yediğimi görse epey bozulurdu. Cevizli tatlar ve günün menüsü dışında Cafe Mitanni’nin bir de kendi ismini taşıyan, henüz sırrını çözemediğimiz bir de kahvesi var. İçen ve beğenmeyen ya da nirvanaya ulaşmayan birini en azından ben 2 yıldır henüz hiç görmedim. Sunumu son derece ilginç ve esrarengiz. Şahsen
Müziksiz Mekanlar “Müziksiz Mekânlar” sanıldığının aksine müzik sevmeyenler tarafından meydana getirilmiş bir oluşum değil, bilakis müzik tutkunlarından oluşuyor. Çünkü onlar sevmedikleri müzikleri dinlemektense sessizliği tercih ediyorlar. Bu oluşumu destekleyenler 1859 yılını pek de iyi anmıyorlar. Çünkü o yıl ilk modern ses kaydı elde edildi ve artık müzik, tercihle dinlenenden, her yerde duyulan sesler bütününe döndü. İşte o zaman sessizlik insanoğlunun elde etmekte zorlandığı haklar arasına girmeye başladı. Ticarî kaygılarla kaydedilen sesler, bu seslerin yine ticarî amaçlar için kullanılması, melodisinden hoşlanmayanlar için gürültü ile nitelen-
meye başladı. Nasıl ki renkler suluboya kutularımızdan çıkıp silah gibi kullanıldı, seslerle de aynı savaşı vermeye başladık. Kırmızı rengin fast-food restoranlarında sıkça kullanılıp temelde “bir an önce ye ve git” mesajını vermesi gibi yüksek tempolu müzikler de alış-veriş merkezlerinde düşünmeden tüket mesajını vermek için kullanılmaya başlandı. -Kamer Bildiğiniz, ancak listede bulunmayan mekânlar varsa katkılarınızı bekliyor bu oluşum: muziksizmekanlar.com
bunca zamandır bardağın içine o güzelim çikolatayı nasıl sürüyorlar çözemedim. Güzel bir yemek üstüne çikolata ve kahve! Üstelik fonda da huzur dolu bir müzik. Daha ne isteyebilir ki bir insan! (çikolata ağır gelir derseniz de çay ve havuçlu kekini öneririm) Cafe Mitanni için en başından beri bir müzik kafe bir caz kafe dememdeki en büyük neden de minik ve sevimli sahnesinin hiç boş durmayışı. Siz bir yandan havuçlu kekinizi yiyip, enstrüman çalamıyor ya da şarkı söyleyemiyorsanız sorun yok, sık sık misafir ettiği Yurdal Çağlar, Berkan Çelen, Sarp Maden, Bora Çeliker gibi müzisyenler biz misafirlere son derece keyifli dakikalar yaşatıyor. Ben buraya nasıl giderim? Çukurluçeşme sokak. No: 6/A, 34000 İstanbul, Türkiye
Telefon: (0212) 244 8666 Facebook sayfası için buraya tıklayın.
4 Mayıs Seninle Olsun!
Bir süredir her yıl mayıs ayının 4. günü hayranları tarafından Dünya Star Wars günü olarak kutlanıyor. Yoda’nın bozuk telaffuzu ile çokça tekrarladığı “May the force be with you!” cümlesinde harf oyunları yaparak kutlamaya başlanan gün Luke Skywalker Günü olarak da anılmakta. Çizgi romanları, kitapları ama en çok da 1977’de gösterime giren ilk filmiyle kendinden bahsettiren Star Wars, hayranlarının kendisine derinden bağlandığı hiç bitmeyen bir tür serüven. Padme, Anakin, Obi Wan, Yoda, Luke, Leia, Han Solo, R2D3, C3PO gibi karakterleriyle yıllardır hayranlarının oynamaktan sıkıl-
madığı bir oyun alanı, içinde olmaktan bıkmadıkları apayrı bir hayal dünyası sunan Star Wars bu özel gününü Facebook kapak fotoğrafları, yarışmalar, oyunlar ile kutladı. Hayal dünyasından çıkmak istemeyen ve karanlık tarafla savaşırken hep çocuk kalan büyüklerin geçmiş Dünya Star Wars Günü kutlu olsun! -Kamer 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 9
GÜNCEL
Emre Tamer
n Geçe Ayın ı r a l p ı Kay
Röportaj: Su Elif Sivarioğlu
V
iyana’da yaşayan ve moda tasarımı yapan Emre Tamer ile iki çift laf ettik. Sohbete gelirken kendi tasarladığı tişörtlerinden birisini giymişti. Beraber girdiğimiz self servis kahvecide kahveyi ve şekeri ayağına kadar getirtti, bir anlığına şekerini karıştıramayacak sandım. Yine de buna “sanatçı kaprisi” demeyeceğim. Devamında maviş gözlü bey ile muhabbetin keyifle ilerlediğini söyleyebilirim. Markalaşıp kurumsal kimlik kazanmayı mı, yoksa sadece bireysel tasarımlarla ilerlemeyi mi planlıyorsun? Markalaşmayı istiyorum tabii ki fakat bunun için ciddi bir maddi destekleyici gerekiyor. Şimdi İtalya’ya gideceğim bir marka ile işbirliği için. O zaman belirli bir kitleye hitap etmektense, popüler kültür ürünü olmaktan korkmuyor musun? Bir süre ticari bir kimlikle çalışıp, sonrasında kabuğuma çekilmeyi planlıyorum. Bir ekibin var mı? Sadece basın danışmanım var. Resim, grafik tasarım, moda tasarımı... Bu üç bölümün de eğitimini aldın, istediğin tüm bölümleri 10 | Boo! Sayı: 6
okudun diyebilir miyiz? Küçüklüğümden beri asıl ilgim moda tasarımı üzerineydi. Diğer 2 bölümü öğretmenlerimin, ailemin etkisiyle okuduğumu söyleyebilirim. İstanbul Fashion Week’e geldin mi? Yok hayır, fakat pek iyi şeyler duymadım İstanbul Fashion Week hakkında. Sürekli aynı tarzda çalışmalardan yakındı oradaki arkadaşlarım. İstanbul Fashion Week’e gelmesem de İstanbul Design Week’te işlerim sergilenmişti. Burada da Vien Washion Week var, sadece Prather’i kapsıyor. Moda tasarımcısı olarak Türkiye’de mi ilerlemek daha kolay, Avrupa’da mı? Türkiye’de ilerlemek zordur. Orada moda tasarım bölümü daha yeni yeni tekstil bölümünden ayrılmaya başladı. Moda eğitiminde daha çok yeniler, hala tekstildeki babadan oğula geçen meslek sahipliğini moda tasarımında da görmek mümkün. Sadece İstanbul Moda Akademisi bile yılda 400 mezun veriyormuş, düşünebiliyor musunuz? Bunlar içinden en fazla 1 ya da 2 tanesi kayda değer bir tasarımcı olacak. 400 gerçekten çok fazla, özel üniversitelerdeki eğitimin çarpıklığı ve tekstildeki alışkanlıkların modayı etkilemesi, Türkiye’nin bu
konuda gelişmesini engelliyor. Örneğin Sayın Çağlayan önce Avrupa’da ünlü oldu, sonrasında Türkiye’den destek görmeye başladı. Her halükarda göründüğü kadar kolay bir şey değildir moda, defile sırasında model düşebilir, model gelmeyebilir, tüm tasarım yeniden yapılmak zorunda kalınabilir. Zaten bu sebeple modaya güzel sanatların tıbbı denir. Moda nefes alan bir bölüm olduğundan, riski ve gerginliği de fazla diyorsun. Evet. Model çıkıyor catwalk’ın yanında seyirciler alkışlıyor, en sonunda tasarımcı çıkıp öpücük dağıtıyor. Keşke göründüğü kadar kolay olsa hazırlıkları da. Bir kreasyonu hazırlamam için müthiş bir konsantrasyona ihtiyaç duyuyorum, müthiş sessizlik ve rahatlık. Neredeyse bir hafta boyunca çiziyorum ve o bir hafta içerisinde bir defterin yarısını bitiriyorum diyebilirim. Çalışma alanında etkilendiğin akım, fikirler neler? Genelde objelerden etkileniyorum. Genel olarak deneysel bir tarz uyguluyorum. Objeleri manipüle edip, kostümlere uyguluyorsun yani. Evet. Viyana bu konuda zengin bir ortama sahip.
Son sayımızdan bu yana geçen iki ay içerisinde Meral Okay’ın ardından birkaç sanatçımızı daha kaybettik: -20 Nisan’da hepimizin “Memleketim” şarkısıyla tanıdığı caz sanatçısı Ayten Alpman aramızdan ayrıldı. -1 Mayıs’ta oyuncu Cüneyt Türel aramızdan ayrıldı. Türel, 1962’den beri tiyatro mesleğindeydi. Uzun yıllar İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda çalıştıktan sonra 1997’den 2006’ya kadar Aksanat, sonrasında ise Kent Oyuncuları ile Tiyatro Dot’un oyunlarında rol almıştı. -8 Mayıs’ta, özellikle “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” filmiyle akıllarda yer eden, 1977 doğumlu genç yönetmen Seyfi Teoman, 16 Nisan’da geçirdiği motosiklet kazasının ardından kaldırıldığı hastanede iyileşemedi, hayatını kaybetti. Belirli zamanlarda tekrar okuduğun bir kitap var mı? En sevdiğin kitap ne? Aynı kitabı tekrar okumam. “Martı” ve “Simyacı” kitapları favorim. Viyana’daki Türkler hakkında ne düşünüyorsun? Bizim kabul görülüşümüz sanatçı kimliğimiz ile daha kolay oluyor tabi. Maalesef buradaki Türklerin çoğu gurbetçi dediğimiz kimlikten sıyrılabilmiş değiller. Dolayısı ile hafif bir önyargı mevcut, Avusturyalılar tarafından.
GÜNCEL
Spoilar
ın t l A 10 ! l a r Ku
Ali Hıdımoğlu a.hidim@gmail.com
Okumadan Önce: Burada okuduğunuz her satırda bilinçli olarak spoiler (izlemeden önce okuyunca filmin heyecanını kaçıran detaylar) ile karşılaşabilirsiniz. Sonrasında dergiye “aman da ben bunu okudum tüm zevkim kaçtı” ya da “hani böyle demiştin olmadı” temalı e-postalar atmayınız (Bkz: Spoiler Free). Geçen ay sinemadan bahsettik, bu ay dizilerimize geri dönüyoruz. Bu ayın en büyük olayı, tabii ki de Amerikan izleyicisi tarafından çok beğenilmeyen ama bizim tarafımızdan vazgeçilmez olan Fringe üzerine. Dizi bildiğiniz gibi ara bölümleri ile pek de izleyiciyi tatmin edemiyordu, böylece yapımcı şirket doğruca iptaldense ona son bir şans verdi; final sezonu. Bu sezonun haberi tam da duyulurken, öyle bir bölüm yayınladı ki Fringe ekibi, ileriki sezonlarda gösterilecek bir bölüm müydü, yoksa zaten gösterilecek miydi anlamadık. Bölümde gösterilen, 2015’de Observerların dünyayı işgal etmiş olması konusu, tüm Fringe sevenlerin ağzından sular damlamasına sebep oldu. Önümüzdeki sene, öyle güzel bir sezon getirecekler ki, muhtemelen bu sezon Fringe’in tüm sezonlarını yerle bir edecek. İptal edilmelerden konu açıldı devam edelim; The River, Pan Am (zaten iptali bekleniyordu uzundur), Missing, GCB, Awake, Bent, Best Friends Forever, Are You There, Chelsea?, Harry’s Law, Ringer, The Secret Circle, A Gifted Man, Alcatraz ve The Finder. Gossip Girl altıncı sezonu ile final sezonunu oynayacak ve 11 bölümden oluşacak.
Her daim artistik fotoğraflar çekmeyi garantileyen fotoğraf akımı Lomografi için 10 altın kural:
1
Kameranızı gittiğiniz her yere götürün. Nerede ne ile karşılacağınızı asla bilemezsiniz.
2
Fringe
Yukarıda verdiğim liste beni bile derinden üzdü diyebilirim, sırf reyting uğruna yenik düşen o kadar çok yapım var ki. Maalesef elimizden pek bir şey gelmiyor. Yakında başlayacak olan dizilerden bir tanesi bildiğimiz gibi True Blood. Beşinci sezonun ilk bölümü 10 Haziran günü yayınlanacak ve o zamana çok az kalmış durumda. Gözlerimiz True Blood’ı beklemekte diyelim. Bir başka güzel haber ise, NBC’nin macera, gerilim ve dram kategorili yeni dizisi Revolution’u onaylaması… Dizinin önemli olmasını sağlayan türü değil, senaryosunun Supernatural dizisi ile bildiğimiz Eric Kripke tarafından yazılacak olması ve yapımcısının J.J. Abrams olması. Bu iki süper isim bir araya geldiğinde, erken bitmesini beklediğiniz bir dizi göreceğinizi sanmıyorum. Tabii yine son kararı Amerikan izleyicisi söyleyecek. Yine ilgimizi çekebilecek cinsten bir dizi olan Continuum’un promo videoları yayınlandı. Zaman yolculuğu ile ilgili olan dizi izleyiciyi tatmin edecek mi, göreceğiz. Aslında Kanada yapımlı olduğu için ön yargılarım yok diyemem.
Yine zaman yolculuğu dizilerinden gidelim (hayır Doctor Who değil, zaten onu heyecanla bekliyoruz). Bu sefer Rewind adında Syfy’ın bir dizisi bulunmakta. Konusuna kısaca “askeri saha ekibi ve sivil bilim adamlarının, test edilmemiş zaman yolculuğu aletleri ile terörist olayları engellemesi”… Bu yıl bir sürü zamanda yolculuk görecek gibiyiz. Zaman zaman dedik Doctor Who hakkında da bir bilgi verelim. Yedinci sezonun ilk bölümü için Steven Moffat’ın dediğine göre, bu zamana kadar (49 yıl boyunca) gösterilen tüm Dalekleri (hepsini, her yerden, hatta özel olarak silahlanmış olanları bile) bir araya toplayacaklarını belirtti. Şahsen bu lafı ile gönlümü fethetti diyebilirim zira on birinci doktor ile fazla Dalek’i bir arada görebilmiş değiliz. Son olarak da Misfits’e değinelim. Biliyorsunuz ki yeni sezonunda Nathan karakteri ayrıldıktan sonra tam olarak da istediği ilgiyi ve reytingi toplayamadı. Bu sefer de diziden Alisha, Simon ve Kelly karakterleri ayrıldıklarını açıkladılar. Böylece esas kadrodan neredeyse herkes diziden ayrılmış oldu.
Kameranızı günün her saati kullanın, gündüz ve gece. Çünkü her anın ayrı bir hissi var.
3
Kameranız hayatınızın akışını engellememeli; onun bir parçası olmalı. Tıpkı yemek, içmek, konuşmak, yürümek, düşünmek gibi...
4
Kameranızı farklı açılarda tutun. Deklanşöre basarken, ne çektiğinizi görmek zorunda değilsiniz.
5
Kameranız elinizdeyken, yakınlaşmaktan korkmayın. İçinizde fotoğraf çekme arzusu oluşturan nesne ya da kişiyi mümkün oldukça yakın markaja alın.
6
Düşünmeyin! Kameranızı alın, dışarı çıkın ve önünüze geleni çekin.
7
Hızlı olun! Saniyenin onda biri bile önemli. Ayarlarla vakit kaybetmeyin.
8
Film üzerine ne kaydettiğinizi önceden bilmek zorunda değilsiniz. Rastlantılara izin verin. Hayatın keyfini çıkartmaya bakın.
9
Sonradan da... “Aaa! O ne? Bunu ne zaman çekmişim? Nerde çekmişim?” gibi sorularla beyninizi meşgul etmeyin.
10
Kuralları kafanıza takmayın. 10 Altın Kural’ı unutun. Canınız ne istiyorsa, onu yapın. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 11
GÜNCEL
Küstah
Alper Kara mrg.samsa@gmail.com
“Summertime, and Living So Easy...” Geçen ayki müzik dünyasına dair bi durum muhasebesi yaptık. Ruhumuzu şenlendirecek bi’şeyler aradık. Konser, festival biletleri el yakıyor, yakarsa yaksın, yangın olur biz yangına gideriz...
“
Aslında ben de diğer arkadaşlarım gibi eli yüzü düzgün, daha çok okunan şeyler yazmak, itibarlı bi’ yazar olmak, elit ortamlarda örnek kişi olarak gösterilmek, gittiğim gurme restoranları, izlediğim film festivalini yazmak istiyorum. Ama şartlar müsaade etmiyor.” Selamlar saygıdeğer okuyucular, Summertime’ın hangi versiyonunu seversiniz? Kulağımda ilk dinlediğim Janis yorumu var, hüzünlü de olsa yaz mevsimine en yakışan şarkılardan biri. Güzel hatıralarla yüklü, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen o esrik günler, uzun geceler… Epey bekledik güneşi görmek için ancak güneş her bünyeyi farklı etkiliyor. Nazlı gelin Lana, anan baban yok mu senin? Öngörü sahibi olmak her vakit iyi olmuyor. Hatırlarsanız mecmuamızın önceki sayısında Lana Del Rey için “sesi güzel ancak bakalım onun hükmü ne kadar sürer?” demiştik. Evet sesi güzel, kliplerine baksan efsunlu, gizemli hatta çekici falan sanırsın dışındaki cilaya aldanıp. Rammstein’la düet yap12 | Boo! Sayı: 6
mak için Berlin’e giden Marilyn Manson’la önce yemek yerken ardından ucubenin cipine binerken yakalanmış. İyi aile kızlarının gündüz toplum içindeki sahte rol modelleri gece olunca içlerindekini ortaya çıkarır ya işte o hesap. Ne diyelim, hayırlı yolculuklar, güle güle git, kendine de dikkat et (Manson’dan sonra boş dilekler tabii). Bu Marilin Mensın 2007 senesinde Radar Live’a geldiğinde ülkede kıyamet kopmuştu. Ne yalan söyleyeyim, bi ısınamadık ne kendisine ne müziğine. Yıllar içinde türlü çeşit maymunluğa doymadı, nası bi’ çileyse bitmek bilmedi. Son numarası da güzel insan Johnny Depp ile yeni albümünde düet yapmakmış. Şimdiye kadar çoktan çıkmış olması gerek, ancak vakit ayırmaya değmez diyerek dinlemedim. Merak eden arkadaşlar, gotikler, siyah pardösülerin, tuhaf makyajların ince ruhlu iblisleri Golden Gods töreninde Sn. Depp’in gitarıyla eşlik ettiği “The Beautiful People” performansını ve bu kepazenin davranışlarını Youtube’dan bulabilirler (onu da tesadüfen gördüm). Hadi bu adam şuursuz ve çapsız, sen buna
Lana Del Rey
neden uydun Johnny? Üzülsek mi, sinirlensek mi, maça mı gitsek? “Paul McCartney’nin oğlu James McCartney, grubun diğer üyelerinin oğullarıyla ‘yeni nesil’ Beatles’ı kurmak için çalışmalara başladı”. “Yeni nesil Beatles” ne hafız? Araba mı, cep telefonu mu bu? Sinsi ve babası gibi içten pazarlıklı James bu yolu bulmakla kalmamış, John Lennon’ın oğlu Sean ve George Harrison’ın oğlu Dhani ile görüştüğünü ve desteklerini aldığını belirtirken, Ringo Starr’ın davulcu oğlu Zak’in bu işe pek yanaşmadığını söylemiş. Ah canım kardeşim bu ne hırs,bu ne azim? Hadi bu iş oldu diyelim ne çalıp söyleyeceksiniz ve kimden ne sempatisi toplayacaksınız? Küçükken gittiğiniz akşam oturmasında “Maşallah annesinin tıpkısı” diyen teyzeyi hatırladınız mı? Sanırız bundan ziyade şarkılar, şan-şöhret hazırken “bi
kez daha bundan voliyi vururuz” kafası. Spekülasyonlar hep Yoko Ono’nun Beatles’ı bitirdiğini söyler ancak Paul McCartney’nin grubu mali açıdan bitirdiği ve Yoko’yu bahane ettiği de söylenceler arasındadır. Bestelerin de nerdeyse yarısı onundur ama anlaşılan gelen telif oğul McCartney’i kesmemiş. İngilizlerin meşhur “greedy as pig” sözünü bilirsiniz. Bu arada bir başka söylem Paul’ün seneler evvel öldüğü ve şu an replikasının rolünü devam ettirdiği yönünde. Replika demişken memleketimizin en kendine has gruplarından Replikas’ın yeni albümü “Biz Burada Yok İken”i çıktığı günden beri zevkle dinliyoruz. 11 adet Anadolu pop/rock coverından oluşan albüm grubun kendine özgü ve deneysellikten korkmayan yapısı içerisinde şarkılar en güzel biçimde eriyip taptaze bir kıvam bulmuş. Yolda,
GÜNCEL
şını almış veteranlar için de bi nevi bayramlaşma gibi olacak. Sırtında çocuğuyla gelen arkadaşlarımızla, gençliğimizi nasıl tükettiğimizi hatırlayıp eğleneceğiz. Bildiğiniz gibi bunlardan önce Efes Pilsen One Love Festival’de bu senenin bombası Pulp. Eh bu kadar aktivite arasında buna da ayırcak bi bütçeniz varsa sizi ayakta alkışlıyoruz. Bizim program artık belli olduğundan bi ay sonra konseri anlatacak olanlara şimdiden haset duyuyoruz. Jarvis neler yapacak kim bilir?
Morrissey
çakırkeyifken, efkarlıyken, mutluyken, aşıkken bu albümü dinleyiniz. Konser sezonu açılmıştır Malumunuz aşk, dünyadaki mevcut şeylerin en harikuladesidir. Hakkındaki her şey doğru, aynı zamanda her şey yanlıştır. Kimi zaman bi şarkı şekline bürünür ve hayatınızın ortasından geçer. Benim için o şarkı, “There Is a Light That Never Goes Out”… 19 Temmuz Perşembe akşamı Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde etkileyici sesi, unutulmaz şarkıları ve güçlü sahne performansıyla Morrissey var. The Smiths günlerinden solo albümlerine Moz,
meşhur Dandy havasıyla yine sadece kendi istediklerini söyleyecek. Ancak biz daha çok arka cebinde bir demet zambakla, ince danslar eşliğinde, içli şarkılar söylediği günlerin şarkılarını bekleyeceğiz. Yüksek ihtimal ve inanıyoruz ki ikinci biste Cemil Topuzlu susacak, İstanbul susacak ve Morrissey “Take me out tonight…” diyerek söze başlayacak. Gözler dolacak, hatıralar boğazımızda düğümlenecek, ama gülümseyeceğiz. En az Moz kadar heyecanla beklenen Red Hot Chili Peppers 8 Eylül’de memleket hudutlarında olacak. Paraya kıydık, bileti cebe koyduk. Senelerdir “geldiler-gelecekler-seneye kalmış-onlar gelmez” denirken nihayet adamlar ölmeden izleyebileceğiz. Anthony ve Flea’nın sevimli şımarıklıkları, o afacan çocuk hallerini izlerken, eski şarkıları birlikte söyleyip yenileri asla beğenmeyeceğiz. Bu hadise bizim gibi ya-
Summertime, and the livin’ so easy… Daha aylar varken şimdiden bu kadar heyecanlanmamıza ne dersiniz? N’apalım yapımız bu. Böyle şeylerle mutlu olan insanlarız, biliyoruz siz de öylesiniz ki bu satırları okuyorsunuz. Böyle şeylerden büyük mutluluklar çıkarmaya çalışanların indie, post-punk, brit pop nağmeleriyle buluştuğu program Closedown perşembe akşamları 22:00/01:00 saatleri arasında radionovo.com adresinde. Belki seveceğiniz bi’kaç şarkı olur, muhabbet ederiz.
Bu satırları yazdığımız sırada Ayten Alpman, Meral Okay, Cüneyt Türel, Seyfi Teoman ve Beastie Boys’dan Adam Yauch aramızdan ayrıldı. Hepsi bu dünyaya, bizler için çok değerli hatıralar ve eserler bıraktılar. Ne diyelim, hepsini saygıyla anıyoruz… Peki biz ne yaptık? Su üstüne yazı yazdık ve o yazının da sonuna geldik. Önümüzdeki ay görüşünceye kadar, sahip olduğumuz herkesi ve her şeyi bi’kez daha gözden geçirelim. Zira yapımız gereği bir şeyin değerini ancak kaybedince anlıyoruz. Esen kalın saygıdeğer okuyucular…
W.A.S.P.
İyice Uzak Konserler Sayfayı çevirince “Uzak Gözlüğü” diye bir kutu göreceksiniz zaten, ama onun da uzağında önemli konserler açıklanıyor bugünlerde. Sonbahardaki konser trafiği, yaza git gide yaklaşıyor. Bir de festival patlasa yetişcek bile (evet burada abarttık). Malumunuz, biletleri çoktan satışa çıkan Red Hot Chili Peppers, 8 Eylül’de santralistanbul’da sahne alacak. Esas maraton ondan sonra başlıyor. 19 Eylül’de Leonard Cohen ve Dead Can Dance ayrı ayrı konser vererecek. Cohen henüz kesin değil, Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde sahne alacak olan DCD’nin biletleriyse satışta. 20 Eylül’de de Mika gelecek diyorlardı, rivayet olarak kaldı gibi görünüyor şimdilik. Geçtiğimiz ay yapılması beklenen ama sakat durumlar sebebiyle ertelenen Kings of Convenience’ın yeni tarihleri 26, 27 ve 28 Eylüller. Ha gayret bu sefer olacak! Önceden rivayet edilen Lenny Kravitz’in konseri 4 Ekim olarak açıklandı. Konser Kuruçeşme Arena’da gerçekleşecek. Son olarak bu yazı sönük geçirecek olan heavy metal ortamlarını şenlendiren W.A.S.P. konser haberi var. Otuzuncu yıl turnesi dahilinde gelecek olan grup, 25 Kasım’da sahne alacak. 30 Eylül’deki Moonspell konserini de unutmayınız. -Alper D. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 13
GÜNCEL
“Bugün git yarın gel” İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, sessizce çıkarılan ve işleyişine artık belediye memurlarının müdahale edebilmelerini sağlayan yeni yönetmelik ile sarsıldı. Yönetmeliğin ardından ise istifalar birbirini izledi.
B
ürokratik her işleme takıldığımız şu dönemlerde, artık şehir tiyatrolarında da aynı bürokratik engellere takılır mıyız dersiniz? Bilet almaya gittiğimizde bugün git yarın gel derler mi? Yeni tiyatro yönetmeliği ile bana “Bugün git yarın gel” oyununu hatırlattı tüm bu gelişmeler. Zaten bu olan biten bir tür oyun değil de ne olabilir ki? Daha önce de daha iyiye gitmesi için değil de sadece karalamak için bazı eleştiriler almıştı İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları. Son olarak da 9 Nisan 2012’de timeturk.com adresinde yer alan yazı aydın ve sanatçı kesimin ciddi bir şekilde yaralanmasına neden oldu. Yazı “Şehir Tiyatrolarında Erotik Skandal” başlığı ile yayınlanırken spot manşetlerde: “Sahnede gayri ahlâkî piyesler”, “Şehir tiyatrolarının ateist Aziz Nesin merakı”, “Başbakan bu ifadeleri görse ne der?” ifadeleri yer alıyordu. Yazının yayınlanmasından sadece 2 ya da 3 gün sonra ise bu defa da “Şehir tiyatrolarında deprem!” manşetlerini görmeye başladık. 98 yıllık şehir tiyatrolarında daha önce görülmemiş şeyler görmeye ve duymaya başladık. İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi, tiyatronun genel sanat yönetmeninin haberi ol-
14 | Boo! Sayı: 6
madan yeni bir yönetmelik çıkartmış. Yönetmeliğe göre, sanatsal alanlar da dahil tüm işler belediye bürokratlarına teslim edilmiş. Bu da artık izleyeceğimiz oyunlar ve o oyunlarda kimlerin oynayacağının belediye memurları tarafından belirlenecek olması demekti. Konuya ilişkin 13 Nisan 2012 günü Muhsin Ertuğrul sahnesi önünde İŞTİSAN özetle şöyle bir basın açıklaması yaptı: “Sevgili seyircilerimiz, sevgili İstanbullular… Bir süredir Şehir Tiyatrosu, bir kısım medyanın iftira içeren haksız saldırılarına maruz kalıyordu. Anlamlandıramadığımız bu saldırıların nedeni artık açıkça anlaşıldı. Amaç 98 yıldır sanatçıları tarafından yönetilen şehir tiyatromuzun, tüm sanatsal işleyişinin, belediye bürokratlarına teslim edilmesiymiş. Mevcut yönetmelik bile sanat üretimi için gerekli olan özgür düşünce ortamını sağlayamıyorken yine de yıllık repertuarımızı belirlemek, bu repertuar doğrultusunda sahnelenecek oyunları seçmek, bu oyunların hangi yönetmenler ve ekipler tarafından sahneleneceğine karar vermek gibi pek çok sanatsal işleyiş, olması gerektiği gibi sanatçıların iradesiyle belirleniyordu. Yeni yönetmelik hazırlığından kurumumuzun, genel sanat yönetmenin, yönetim kurulunun, belediye başkanı sanat danışmanın dahi haberi olmaması manidardır. Yeni yönetmeliğe göre artık şehir tiyatrosu bir sanat kurumu olmaktan resmen çıkarılarak, basit bir şube müdürlüğü-
ne dönüştürülecekmiş. Yönetim kurulumuza genel sanat yönetmeni yerine, belediye genel sekreter yardımcısı başkanlık edecekmiş. Tüm sanatsal kararlar belediye bürokratlarının çoğunlukta olacağı yeni bir yönetim kurulu tarafından verilecekmiş. Tüm bunlar ülkemizin tüm kültür ve sanat ortamının muhazafakarlaştırılma harekatıdır bu. Bizce muhafaza edilmesi gereken değerlerse açıktır. Bu yönetmeliği kabul etmiyoruz. Çünkü bizim asıl sorumluluğumuz seyircimizle birlikte, daha özgür ve umutlu günlere yürümektir. Hiçbir güç, bizi bu yoldan alıkoyamaz. Saygılarımızla…” Tabii ki de basın açıklaması ile bitmedi her şey. Genel sanat yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu, yardımcısı Aliye Uzunatağan ve seçilmiş iki üye; Burteçin Zoga ve Volkan Sağırosmanoğlu istifa etti. Dış ilişkiler sorumlusu İrem Arslan Aydın, sahne direktörü Hakan Arlı ve genç tiyatro birimi sorumlusu Tolga Yeter de... Belediyenin kültür sanat danışmanı Kenan Işık’ın istifa etmesi de beklenirken beklenen haber gecikmedi ve yönetmeliğin onaylanmasından sonra Kenan Işık da istifa etti. Teoride her şey son derece düzgün ilerledi aslında. Dör-
Devlet r ı da a l o r t a y Ti de Tehlike İstanbul Şehir Tiyatrolarında yeni gelen yönetmelik ile yaşanan gerginliklerin üstüne başbakandan devlet tiyatroları ile ilgili de ilginç açıklamalar geldi: “Despot aydınların bize nasıl akıl vermeye kalktığını görüyor ve kusura bakmasınlar, belki biraz ağır olacak bu ifade ama, o zavallılara acıyoruz. İstanbul’da Şehir Tiyatroları meselesinde o despot anlayış, o kibirli tavır bir kez daha tezahür etti. Şehir Tiyatroları’nda yapılan bir yönetmelik değişikliği üzerinden hem bizi hem tüm muhafazakârları aşağılamaya, küçümsemeye başladılar. Soruyorum, yahu siz kimsiniz?”. Bunun ardından devlet tiyatrolarının da özelleştirileceğine dair sinyaller vererek “Devlet eliyle tiyatro olmaz” dedi. düncü güç olan basında yer alan haberler dikkate alındı ve değişiklik yapıldı ancak beşinci güç her zaman olduğu gibi görmezlikten gelindi. Peki şimdi ne olacak? -Kamer Fotoğrafların alındığı adres: amacbukmen.blogspot.com
Ajanda Hazırlayanlar: P. Derin Gencer - pinarderin gencer@gmail.com Günhan Oral - gunhan.oral@gmail.com
“
Aslında baya büyük konser varmış bu yaz” dedim önümdeki takvime bakınca. Daha Ocak-Şubat aylarından şekillenmesini bekliyorduk yaz konserlerinin belki, ama taşlar yerine henüz oturdu. Bundan sonra açıklanacak büyük isimler tahminen Ağustos veya Eylül ayında yerini alacaklardır. Istanbul Open Air Festival’in ismi Tuborg GoldFest olarak değişti. Guns’n’Roses, Evanescence, Within Temptation, In
Pazartesi
Flames, Godsmack, Heaven Shall Burn, Apocalyptica, Lacuna Coil, Ugly Kid Joe, Skindred, Dio Disciples ve Sweet Savage festivaldeki yabancılar. Yerliler arasında Pentagram, Şebnem Ferah, Redd, Malt, Foma gibi isimler var. Festival sahnesi baya kalabalık olacak gibi görünüyor. Ama kadro biraz fazla kozmopolit olduğundan olsa gerek, günlük biletler satışa sunulmadı. Risksizce... One Love’da bu yıl henüz Pulp, Kimbra ve Selah Sue açıklan-
Salı
Çarşamba
15
Halil Sezai Antalya’da. İstanbul’da ise Warsaw Village konseri var.
22
İspanyol grup Che Sudaka bugün Garaj İstanbul’da.
Ankara’daki Uçan Süpürge Film Festivali için son 2 gün kaldı, kaçırma!
21
Dinardaki Marysas Kültür Sanat Festivali’nin üçüncü ve son günü bugün.
30 yıllık folk rockçı Suzanne Vega bugün ve yarın Salon İKSV’de.
4
5
Claire Huangci 2 gün sonra İstanbul Resitalleri kapsamında sahnede.
Madonna, Tom Jones, Morrissey, RHCP, Leonard Cohen, Lenny Kravitz derken ana akım medya 2012’yi en bereketli konser yıllarından biri ilan edecek. Peki heavy metalin bu kadar az olduğu bir yılı neyleyelim? Manowar söylentisi doğru olsa da şu yılı bizim için kurtarsa! -Alper D.
Perşembe
16
13 telli gitarıyla sahneye çıkan virtüöz Anders Miolin İstanbul’da.
23
Gitar severler yarın Akbank Sanat’ta Stephan Schmidt’i kaçırmasın.
30
40. İstanbul Müzik Festivali başlıyor. 29 Haziran’a kadar sürüyor.
İstanbul Tiyatro Festivali yarın bitiyor, günleri iyi değerlendir! Macy Gray konseri bugün. Detaylar birkaç sayfa ileride.
dı. Pozitif’in yeni festivali Mono Festival ise deniz kenarında Gogol Bordello, Metric, The Horrors ve Oh Land barındıran bir kadro ile müzik sunacak.
6
Hakan Küçükçınar yarın Ankara’da albüm sonrası ilk konseriyle...
17
24
31
Cuma
18
Ankara Hayal Kahvesi’nde Pamela, Jolly Joker’de Özge Fışkın var.
25
Gripin ve Baba Zula da ayrı ayrı Ankara’dalar.
Suavi ve Yeni Türkü ayrı ayrı Ankara’dalar.
Fransız şarkıcı Imany, bugün Küçükçiftlik Park’ta.
7
19 Haziran: Megadeth, Trivium, Kurban, Comma 23 Haziran: Burn Electronica Festival 2012 26 Haziran: Tom Jones 26 Haziran: Jessie J. 27-30 Haziran: ZAZ (İstanbul, İzmir, Ankara) 30 Haziran: Mono Fest 4-6-7 Temmuz: Tuborg GoldFest 9 Temmuz: Duran Duran 10 Temmuz: Chris De Burgh 13 Temmuz: Erykah Badu 14-15 Temmuz: Efes Pilsen One Love Festival 17 Temmuz: Jill Scott 19 Temmuz: Morrissey 25 Ağustos: Feist
Cumartesi
İzmir’de üç konser var: Zülfü Livaneli, Duman ve Alexandra Stan.
Madonna konseri bugün. Karaborsa savaşları başlasın!
Uzak ü Gözlüğ
1
Pazar
19
Göksel bugün Bursa’da konser veriyor.
20
26
Babylon Soundgarden Festival dündü, kaçırdın!
27
2
Bugün İzmir’deki sergiye gitmek için güzel bir gün. Detay için sayfayı çevir.
9
Rembrandt ve Çağdaşları sergisi yarın bitiyor, dikkat!
10
İstanbul Danimarkalı grup Undergang ile bugün leş metale doyacak!
11
Fransız Dany Brillant’ın konseri bugün, Harbiye Açıkhava’da.
Not: Burada yayınlanan etkinliklerin iptali ya da tarih değişikliğinden Boo! dergisi sorumlu değildir. Etkinliğe gitmeden önce kendiniz de internette bir araştırma yapınız.
15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 15
Vilayeti yazılmamış etkinliklerin tümü İstanbul’dadır. Aşağıda sarı kutular Ekim, yeşil kutular Kasım ayına aittir.
KONSER FESTİVAL SERGİ TİYATRO GÖSTERİM SÖYLEŞİ MÜSABAKA
AJANDA
10-31 Mayıs 2012 / İstanbul
ısa 18. İstanbul Tiyatro Festivali K a s ı K Ay boyunca yurt çapında gerçekleşen etkinliklere önümüzdeki 6 sayfa boyunca bu sütunda kısaca bakıyoruz: 22 Şubat - 10 Haziran / İstanbul Sergi
Rembrandt ve Çağdaşları
Bildiğiniz gibi bu sene Türkiye-Hollanda arası diplomatik ilişkilerin 400. yıldönümü. Düzenlenen etkinlikler sayesinde biz de Hollanda kültürünü biraz daha tanıyoruz. Rembrandt 17. yüzyılda Hollanda’da yaşamış, özellikle otoportreleriyle tanınan, kendisinden sonra gelen ressamları etkilemiş büyük bir ressam. 10 tanesi kendisine ait, toplam 73 tablo Sakıp Sabancı Müzesi’nde 10 Haziran’a kadar gösterimde. 5 Nisan - 22 Mayıs / İstanbul Sergi
Belkıs Balpınar: Artkilim Eserlerinde kilim dokuması ve keçe kullanan ve böylece “Artkilim” adı verilen sanat dalının öncüsü olan Belkıs Balpınar bu kez Çırağan Sarayı’nın girişindeki sanat galerisinde sergi açtı. Sanatını 1986’dan beri gerçekleştiren Balpınar’ın sergisi 22 Mayıs’a kadar açık.
16 | Boo! Sayı: 6
Yenilikçi çalışmalardan görkemli yapımlara, klasiklerden modern yorumlara, günümüz tiyatro dünyasının her açısını seyirciyle buluşturmayı amaçlayan İstanbul Tiyatro Festivali, 10 Mayıs-5 Haziran tarihleri arasında izleyicilere keyifli bir program takvimi sunuyor. “Özgürlükler-Sorgulamalar” teması altında, insan haklarından göçe, savaştan şiddete, insan yaşamını sarmalayan durumlar, konular ve gerçekleri tüm çıplaklığıyla gözlerimize armağan ediyor. Festival kapsamında yurt dışından 5, Türkiye’den 40’a yakın tiyatro ve dans topluluğunun 100’ü aşkın gösterisi İstanbul semalarında boy gösterecek. İstanbul Tiyatro Festivali bu yıl çok özel bir performansa da ev sahipliği yapacak. Dünyaca ünlü çağdaş sanatçı Kutluğ Ataman’ın bu festival için ürettiği “SILSEL, Türkiye’ye Yazılmış Mektuplar” adlı projesi, 12 Mayıs-5 Haziran tarihleri arasında Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda 7’den 70’e herkesi, hayalindeki gökyüzünü oluşturmaya davet edecek. Arami dilinde kanat çırpması anlamına geldiği düşünülen, Mardin’in eski Süryani evlerinin tavanlarına yapılmış gökyüzü tasviri Sılsel, kenarları zigzaglardan oluşan turkuaz renkte boyanan dikdörtgen bir motif. Rivayete göre çeşitli baskılardan dolayı sokağa çıkmaya korkan Süryaniler, evlerinin tavanına bu motifi yapar, böylece gökyüzü özlemlerini bir nebze olsun giderirlermiş. Mardin’in Süryani mahallesinde yaşayan Nasıra Hanım’ın Ataman’a anlattığı bu hikaye, Anadolu’nun şiddet dolu tarihinde hep bir özlem olarak kalan, herkesin korkusuzca altında yaşamaya hakkı olduğu ortak gökyüzü özlemini dile getiriyor. Sılsel performansı, bu özlediğimiz ortak gökyüzünü elbirliği ile biz çağ-
daşların örmesi, en azından bu özlemimizi ortak bir performansa dökme girişimi. Özgürlüklerden yana bir dünya isteyen herkesin uğraması gereken bir sanatsal etkinliktir kendileri. Yeni Dalga Akımı ile Genç Gruplar Festivalde “Yeni Dalga başlığı altında 9 genç tiyatro ve dans grubunun gösterilerini, kendi mekanlarının yanı sıra Salon ve Sahne Beşiktaş’ta izleyebilirsiniz. İstanbul Tiyatro Festivali bu yıl bir ilke imza atarak dört yerli projeye ortak yapımcı olarak destek veriyor. Tiyatro Pera yapımı olan “Ah Smyra’m, Güzel İzmir’im”, Tilbe Saran-Cüneyt Türel yapımı olan “Elin Elimde”, Şehir Tiyatroları Çağdaş Gösteri Sanatları Merkezi (ÇSGM) yapımı olan “İçtima-i Hakiki” ve Aydın Teker yapımı olan “Üç Faz”, İstanbul Tiyatro Festivali ortak yapımı olarak seyirci-
lerle buluşacak. İstanbul’ un 22 farklı mekanına yayılacak gösterilerin yanı sıra uluslar arası üne sahip tiyatro toplulukları ve dans gruplarının katılacağı söyleşi ve atölye çalışmaları, konferanslar ve sergilerle İstanbul’da tiyatroyla dolu bir Mayıs yaşanacak. Ostermeier’in Hamlet’i Festivalde heyecanla izlemeyi beklediğim oyunlara gelecek olursak, sanırım ilki Ostermeier’in çarpıcı yorumuyla sahneye koyduğu Hamlet’tir. Tüm Avrupa’da saygın eleştirmenlerin övgüyle ve seyircilerin tutkuyla karşıladığı Nora, Hedda Gabler, Bir Yaz Gecesi Rüyası ve Othello, Ostermeier’in kültleri arasında yer alıyor. Shakespeare’in yirmiden fazla karakterini yalnızca altı mükemmel oyuncu canlandırırken, Hamlet ise olağanüstü bir
AJANDA Hamlet
16 Nisan - 30 Haziran / İzmir Sergi
Batılının Fırçasından Ege’nin Bu Yakası
oyuncu olan Lars Eidinger tarafından takdire şayan şekilde yorumlanıyor. Ostermeier Hamlet’te kamerayı özgün bir teknikle kullanarak seyirciye, odaklandıkları sahnede aynı anda görebilecekleri görüntülerde, oyun karakterlerinin tüm ayrıntılarını sunuyor. Buenos Aires’ten Londra’ya, Venedik’ten Şili’ye pek çok ülke ve şehirde kapalı gişe oynayan bu oyunu bilet listenize eklemeyi unutmayı derim. Orfeo ile Dans ve Müzik Şöleni Prestijli Fransız koreograflar Jose Montalvo ve Dominique Hervieu, “çok renkli bir simya olarak nitelendirilen” Orfeo yorumlarıyla festivalin konuklarından. Performanslarıyla gösteri sanatlarına yepyeni bir boyut kazandıran dünyaca ünlü Kanadalı topluluk Cirque du Soleil’in dansçılarının arasından seçilen 7 dansçı ile 9 müzisyenin sahne alacağı gösteri, büyüleyici ve işitsel bir tören olacak. Yunan mitolojisinin Orfeo karakteri bu kez Montalvo&Hervieu’nün Bruegel, Rubens ve Picasso’dan esinlenen video projeksiyonu, Montaverdi, Gluck ve Philipp Glass’ın müziklerinin buluştuğu bir sahnede barok dansın hiphop ile kaynaştığı görsel bir şölen ile anlatılıyor. 1980’li yılların başında birlikte çalışmaya başlayan ve sayısız mü-
zikal eseri sahneye taşıyan bu ünlü ikilinin aynı zamanda son eseri olmasıyla da dikkat çekiyor Orfeo. Montalvo & Hervieu bir kez daha dansın aynı zamanda bir şenlik olduğunu vurguluyor bu çalışmasıyla. Kafka’nın Maymunu İstanbul’da! Konuşmayı ve bir insan gibi davranmayı öğrenmiş olan bir maymunun monologuna dayanan bir oyun olup, Kafka’nın “Bir Akademiye Rapor” isimli kısa öyküsünden uyarlanmıştır. Laurence Olivier Ödülü sahibi, Peter Brook gibi önemli yönetmenlerle çalışan Kathryn Hunter, usta oyunculuğuyla kendini korumak için insanlaşmaya çalışan bir maymunun varoluş öyküsünü sahneye başarılı bir şekilde taşıyor. Her bireyin toplumda kendisi için yarattığı değişen kimlikler arasında nasıl maymunlaştığı ve yabancılaşma duygusu onun ana temasını oluşturuyor. Hans was Heiri İsviçreli Martin Zimmermann ve Dimitri de Perrot. Zeka ve espri güçleriyle süsledikleri Hans ya da Heiri ile bir şekerleme sunuyorlar seyirciye.
Hans was Heiri
Daha önce kendi koleksiyonlarındaki post empresyonizm eserlerini sunan ve bu sayımızda ilerleyen sayfalarda göreceğiniz “Post Empresyonizm ve Sonrası” yazısına vesile olan Arkas Sanat Merkezi şimdi de Henri Schlesinger, Rudolf Ernst, Karel Ooms, Fausto Zonaro gibi ressamların 19. yüzyıldaki oryantalizm sevdasını sergiliyor. Sergi toplamda 48 sanatçının 100 eserinden oluşuyor. Alsancak’ta, Fransız Konsolosluğu binasının yanındaki sokaktan girilen Arkas Sanat Merkezi’nde görebileceğiniz sergi için 30 Haziran’a kadar süreniz var. 20 Nisan - 29 Temmuz / İstanbul Sergi
Goya: Zamanın Tanığı
Kafka’nın Maymunu
Çocuklarını yiyen Satürn çalışmasıyla küçüklüğümü cehennem azabına çevirmiş, biraz büyüyüp de kimin nesi diye araştırdığımda hayatının önemli bir kısmını cehennem azabıyla yaşamış olduğunu öğrendiğim bir ressam Francisco de Goya. Pera müzesinin uzun zamandır hazırlandığı sergi Goya’nın saray ressamlığı döneminden kalan kimi yağlı boya resimleri ve dört kategoriye ayrılmış bir biçimde sunulan gravürleri ile toplamda 200’ü aşkın eserden oluşuyor. 29 Temmuz’a
İkiliyle özdeşleşen, sözsüz ve şaşırtıcı gösteri, sirk, dans, tiyatro arasında gidip gelirken küçük farklılıkların, detayların altını çiziyor. İnsanların birbirine benzemesinin yarattığı sıkıntıyı, kıstırılmışlık hissini ele alan bir izdüşüm oyunu. Zimmermann & de Perrot, gizli olanı açığa çıkarmak, kabuğu kırarak altındakini göstermek gibi bir yeteneğe sahipler ve bunu yedi sanatçının hareketiyle, beden diliyle, objelerle, farklı tınılarla, canlı müzikle, seslerle yapıyorlar. -Pınar 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 17
AJANDA kadar gösterimde kalacak sergi süresince Pera Müzesi kimi bir takım etkinliklerle Goya deneyimini eşsizleştirmek için elinden geleni yapıyor gibi görünüyor. On sekizinci yüzyılın en önemli ressamlarından birisini tanımak için güzel bir fırsat. 10 Mayıs - 17 Mayıs / Ankara Gösterim
15. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali Kadınlar ve kadın sivil toplum kuruluşları arasında iletişim ve dayanışma sağlama ilkesiyle oluşturulmuş ve 15 yıl önce Türkiye’nin ilk kadın filmleri festivalini gerçekleştirmiş olan bir kuruluş, Uçan Süpürge. 14 yıl boyunca aksatmadan düzenledikleri kadın filmleri festivalinin bu sene on beşincisini düzenliyorlar. 16 Mayıs - 14 Haziran / İstanbul Sergi
Sınırlar ve Yörüngeler
Siemens Sanat’ın desteğiyle bu ay on birincisi düzenlenen Sınırlar ve Yörüngeler sergi dizisi 14 Mayıs’taki açılışı ile sanatseverlerle buluşuyor. 18 Mayıs / Ankara Konser
Levent Yüksel
Tuana, Med Cezir, Zalim gibi şarkılarla Türk popunun önemli isimleri arasında yer kazanmış yete-
18 | Boo! Sayı: 6
16-20 Mayıs 2012 / İstanbul
1. İstanbul Doğaçlama Festivali Bu ayın önemli etkinliklerinden biri de 16-20 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek olan Uluslararası İstanbul Doğaçlama Tiyatro Festivali. Günümüzde tiyatroya verilen önemin ne boyutta olduğunu da biliyorken daha da önem kazanan bu etkinlik ayrıca bir ilk, çünkü Türkiye’de ilk defa uluslararası bir doğaçlama tiyatro festivali düzenleniyor. Festival programından detaylar İstanbulimpro ve Akla Zarar Oyuncular Topluluğu (AZOT) ortaklığıyla düzenlenen festivalde, hem Türkiye’nin hem de dünyanın farklı yerlerinden gelen sanatçılardan ülkemizde de yükselişe geçen doğaçlama tiyatro performansları izleme fırsatı bulacağız. Festivalin 5 günlük programı da oldukça dolu. İlk performans 16 Mayıs Çarşamba saat 20.30 da başlıyor. Bu programda dünyanın farklı yerlerinden gelen sanatçılardan performanslar izlenecek ki bu isimler arasında The Basement Theatre’dan Mandy Butler, ABD Seattle’dan Audra Goffeney, Chicago-İstanbul’dan Curtis Erhart, Milano Piccola Compagnia dell’lstinto’dan Davide Arcuri, Fabio Maccioni, Domenico ‘Mico’ Pugliares gibi isimler var, festivalin internet sitesinden edindiğimiz bilgilere göre. Çok güzel ve farklı bir deneyim olacağı kesin, izleyiciler için. Festivalin ikinci gecesi Spagetthi Improv, adından da anlaşılacağı üzere İtalyan usulü doğaçlamanın sahneyi şenlendireceği bir akşam olacak. Programın üçüncü akşamında doğaçlama bir müzikal var (ki ben bunu çok, çok merak ediyorum, kaçırmaya pek niyetim yok). 19 Mayıs Cumartesi akşamı ise festivalin tüm grupları sahnede. Kapanışın olacağı Pazar günündeyse Psikolog Tolga Erdoğan’ın moderatörlüğünde yeni bir oyun sahneleniyor. Tiyatro severler
için gerçekten kaçırılmaması gereken, her günü ayrı güzel planlanmış ve yeni öyküler vaat eden bir festival programı var yani karşımızda. Beyoğlu Terminal Sahnesi’nde gerçekleşeceğini de belirtelim yeni festivalimizin. Biletleri gişeden ya da Mybilet’ten temin edebiliyorsunuz. İzlemek harika, peki ya katılmak istersek? “İzlemesi çok zevkli, ama biraz ben de öğreneyim” diyorsanız festival dahilinde farklı atölye çalışmaları da bulunuyor. 19 Mayıs Cumartesi günü saat 11.00-15.00 arasında Piccola Compagnia dell’Istinto adlı topluluktan doğaçlama karakter yaratımı atölyesine ya da yine aynı gün aynı saatler arasında Curtis Erhart ile Annoyance tarzı doğaçlama atölyesine katılabilirsiniz. 20 Mayıs Pazar günü yine 11.0015.00 saatleri arasında iki
farklı atölyeden birini tercih edebilirsiniz. İlki Many Butler ile doğaçlamada bağlantı yaratma atölyesi, diğerindeyse çok keyifli olduğu söylenen “üç adım uzakta” yöntemini öğrenmeye, J Star’ın atölyesine gidebilirsiniz. Bu arada, festivalin sloganı “Impro Umut Verir”. Günümüz Türkiyesi’nde tiyatro ve tiyatrocuya verilen değer ortada, bu nedenle festivalin sloganını gözümde daha da anlamı. Umuyorum ki doğaçlama hepimize, tiyatronun bir toplum için değerini anlayamayan zihinlerin aydınlaması açısından bir umut verir. -Gülin
AJANDA
18 Mayıs 2012 / İstanbul
7 Pink Floydlar ve 2 Prenses / Meat the Beetles Türkiye’deki tribute grupları arasından sıyrılıp kalitesini gösteren iki grup, “bir gecede iki saygı” sloganı ile 18 Mayıs’ta Ghetto’da bir araya geliyor. 7 Pink Floydlar ve 2 Prenses 2006 Eylül’ünde “Saygıyla Pink Floyd çalmak” diyerek bir araya geldi. O günden bu yana formlarından pek bir şey kaybetmeden bize olabi-
lecek en iyi performansı sunmaya devam ediyorlar. The Beatles ile büyüyen bir grup müzisyenin hayalini gerçekleştirme yolculuğu ise Meat the Beetles. Kıvamı öyle iyi tuttu ki sahnedeki yüksek enerji ile pek çok beste grubuna kıyasla seyirci ile daha çok iletişim kuruyorlar. Konser sırasında ne kadar isteksiz olmaya çalışır-
sanız çalışın, 60’ların enerjisine kapılmadan edemiyorsunuz. İki grup da artık rüştünü ispat etti ve bizlerle zamanda yolculuk etmek istiyorlar. Hafta sonu rutinini değiştirip biraz da nostalji yapmak için harika bir seçim. Çünkü konser sonrasında pişman olmak bu iki grup ile pek de alakalı değil. -Mert S.
nekli müzisyen Levent Yüksel 18 Mayıs’ta Ankara Jolly Joker’de. 25 Mayıs / İstanbul Konser
Stephan Schmidt Alman asıllı klasik gitar üstadı Stephan Schmidt İstanbul’da. Basel Müzik Akademisi’nde eğitim veren Schmidt, kendi tasarımı olan 10 telli gitarı ile 25 Mayıs akşamı Akbank Sanat’ta sahne alacak. 18 Mayıs / İstanbul Konser
Angelika Kirchschlager
Avusturyalı bir mezzo-soprano opera sanatçısı olan Angelika Kirchschlager, Gautier Capuçon ve lied eşlikçisi Heimut Deutsch ile beraber İş Sanat’ta sahne alacak. 23 Mayıs / İstanbul Konser
Che Sudaka
26 Mayıs 2012 / İstanbul
Babylon Soundgarden Festival Yazın gelmesinin en büyük heyecan kaynaklarından bir tanesi festival sezonunun açılması. Soundgarden ise başı çeken etkinliklerden birisi. Babylon, Asmalımescit’teki yerine sığamayıp Parkorman’a taşıyor. Bir gün içerisinde bizi The Parov Stelar Band, Oi Va Voi, Caravan Palace ve Büyük Ev Ablukada gibi isimlerle baş başa bırakıyor. Bunlar arasından özellikle iki gruba İstanbul ve Babylon çevresinden epey aşinayız. Oi Va Voi bu kış 4 gün arka arkaya sahne aldı. Büyük Ev Ablukada son zamanların en sevilenleri arasında. Parov Stelar’ın ise Avusturya’nın en önemli müzikal değerleri arasında olmasının haklı sebepleri var. Avrupa’daki nu-jazz sahnesinin aranan siması olmakla birlikte şarkılarının ne zaman mutlu, ne za-
man gergin veya ne zaman sinirli olduğunu anlayabilmesi de büyük bir etkendir. Caz ve chill out arasında dalgalanan Caravan Place müzikal hayatına sessiz filmlere besteler yaparak başladı. Ancak gerçek kimliğine Myspace’de ilan verip ekibi altı kişi yaptıktan sonra kavuştu. 2008’de çıkış albümünü yayınladıktan sonra electro swing türünde hızla yükselen grup çok eğlenceli bir canlı performans vaat ediyor. Tabii festival demek sadece konser demek değil. Henüz açıklanmaya pek çok aktivite, bit ve plak pazarı, Swing
2010 yılında İspanya’nın en iyi Dünya müziği yapan grubu seçilen Che Sudaka 23 Mayıs’ta garajistanbul’da. Grup İspanya’da yaşayan altı Güney Amerikalıdan oluşuyor. Yerinde durmayan müthiş sahne şovlarıyla beğeni toplayan ve topladıkları beğenileri 6 tane albüm yaparak hayranlarına iade eden grup kendi tarzları için “Latin Alternatif” diyormuş. 1 Haziran / İstanbul Konser
Imany
Istanbul gösterileri ve Alnıtemiz stand-up gösterisi ile güne renk katacak. Festival sezonunu erken açmak için harika bir fırsat. -Mert S.
Soul müziğin Fransa’daki nispeten yeni temsilcilerinden Imany ilk kez Türkiye’de, Maçka Küçükçiftlikpark’ta. 2011 yılında çıkardığı The Shape of a Broken Heart adlı albümü ile kısa sürede yakaladığı satış başarısı sayesinde ödül olarak albümün altın plağını kazandı. Ülkemizde de en çok You Will Never Know şarkısı ile tanınmakta.
15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 19
AJANDA 7 Haziran / Ankara Konser
Hakan Küçükçınar İlk albümü Aşk Merdivenlerini çıkaran Ankaralı müzisyen Hakan Küçükçınar, albümün tanıtım gecesinde konser verecek. Albümü merak edenler bu sayıdaki albüm tanıtım sayfalarına bakabilirler. Bir aksilik olmazsa da gelecek sayı kendisiyle röportaj için masaya oturacağız! 9 Haziran / İstanbul Konser
Radical Noise
Türkiye’de hardcore müzik denince akla gelen ilk grup olan Radical Noise uzun bir aranın ardından yeniden bir arada! Eğer üşengeçlik yapmazlarsa bunun tek konserlik bir birleşme olmadığını da müjdeliyorlar. Radical Noise’dan önce sahneye Chopstick Suicide, Lifelock ve Lecture da çıkacak. Mekan, Indigo. 10 Haziran / İstanbul Konser
Undergang
Son ayların en leş death metal konseri 10 Haziran’da Rocka Rolla Bar’da geçecek. Bu yıl ikinci albümünü çıkaran ve üzerine bir adet Avrupa turnesi ayarlayan Danimarkalı grup Undergang’e Kadıköylü gruplar Godslaying Hellbeast, Engulfed, Impuration ve Neglected eşlik edecek. Giriş 10 papel. Radical Noise ile başlayan kurt dökme maratonunu güzelce tamamlayınız!
20 | Boo! Sayı: 6
31 Mayıs - 29 Haziran 2012 / İstanbul
40. İstanbul Müzik Festivali İKSV’nin en eski etkinliği olan İstanbul Müzik Festivali bu sene kırkıncı yılını kutluyor. 31 Mayıs akşamı Borusan Filarmoni Orkestrası’nın 40. Yıl Açılış Konseri ile başlayacak olan festival aralarında Yundi, Amstel Quartet, Giya Kancheli, Fazıl Say, Milos gibi ünlü isimlerin de olduğu 750’yi aşkın yerli ve yabancı sanatçıyı İstanbul’da ağırlayacak. Geçtiğimiz yıldan itibaren tema çerçevesinde hazırlanan festivalin bu seneki teması “Umut ve Kahramanlar” olacak. Birbiri ile iç içe olan bu iki kavram ekseninde özenle seçilmiş parçalar festiva-
lin programını oluşturuyor. İki dünya prömiyeri, üç de Türkiye prömiyerine sahip festivalde resitaller, oda müziği, senfoni ve oda orkestraları ve vokal konserleri olmak üzere toplam 23 konser geçtiğimiz senelerde olduğu gibi Haliç Kongre Merkezi, Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı, Cemal Reşit Rey Konser Salonu gibi 8 farklı mekanda gerçekleştirilecek. Festival temasının yanı sıra sipariş edilen iki beste; Gürcü besteci Giya Kancheli’nin geçen sene vefat eden genç çellist Benyamin Sönmez’e adadığı senfonisi ile ünlü piyanist
ve besteci Fazıl Say’ın Mezopotamya senfonisi müzikseverlerle ilk kez 40. İstanbul Müzik Festivali’nde buluşacak. -Günhan
Programdan seçmeler 31 Mayıs akşamında Sascha Goetzel yönetimindeki Borusan Filarmoni Orkestrası klasik müzik tarihinde bir kilometre taşı olan Beethoven’ın 9. Senfonisi’ni seslendirecek. Özgürlüğe övgü manasına gelen “Ode an die Freude” adlı bölümü Avrupa Birliği’nin resmi marşı olarak kabul edilmektedir. Dünyanın en iyi orkestralarından kabul edilen Viyana ve Berlin Filarmoni orkestralarının üyelerinden oluşan Viyana-Berlin Oda Orkestrası, 1 Haziran Cuma akşamında Herbert von Karajan ile beraber çalışmış ünlü keman virtüözü Anne-Sophie Mutter’a eşlik edecek. Bir diğer etkileyici konser ise Fryderyck Chopin’in eserlerini ustalıkla yorumlayan Yundi Li’ye ait. Yedi yaşından beri piyanoyla ilgilenen Çinli arkadaşımız şimdiye kadar Berlin ve Viyana Filarmoni gibi belli başlı orkestralarla çalışmış, 15 yaşında Uluslararası Chopin Piyano
Yarışması’nı kazanmış birisi. Keyifli bir dinleti garantisi… Avrupa’nın önde gelen koreograflarından Heinz Spoerli’nin veda turnesi kapsamında Zürih Balesi’nin iki özel gösterimi “... ve rüzgardan sakındı.” ile “Boşlukta rüzgarlar” 4-5 Haziran tarihlerinde festivalde yer alacak. 7 Haziran’da gayet eğlenceli bir saksafon dörtlüsü Amstel Quartet Ravel’dan Mozart’a, Brahms’dan Barber’a birçok ünlü isme ait besteyi kendi aranjmanlarıyla sahneleyecek. Bu sene festival, milletçe umudumuz olan gençlere önemle yaklaşıyor. Genç Ustalar ve Kahramanları konseri şimdiden usta kabul edilen üç genç piyanisti ve ülkemizin kültür kahramanları üç virtüözü buluşturarak çok özel bir gece yaşata-
Emre Ergin
cak. İstanbul Müzik Festivali Genç Solistini Arıyor adlı proje ile bu sene keman dalında 21 öğrenci yarıştı. İki günlük karar süreci sonunda yarışmayı kazanan 1991 doğumlu Emre Ergin 15 Haziran Cuma akşamı Camille Saint-Saens ve Ludvig van Beethoven’dan parçalar sunacak. Gençlere yönelik hazırlanmış bir diğer proje ise BiTamBiÖğrenci projesi. İKSV’nin birçok dernek ve vakıf ile beraber yürüttüğü çalışma kültürel etkinliklere katılma şansı bulamayan 7-21 yaş arası gençleri sanatla buluşturuyor.
AJANDA
4 Haziran 2012 / İstanbul
Macy Gray Konseri Bu ayın önemli organizasyonlarından biri Macy Gray’in 4 Haziran’da Kuruçeşme Arena’da gerçekleştireceği konseri olacak. Macy Gray adı geçtiğimiz on yıl boyunca oldukça popülerdi, hatırlayanlar mutlaka içlerinden kendisinin en popüler şarkısı I Try’ı mırıldanıyorlardır. Daha önce ülkemizde 2004 ve 2011 yıllarında izlediğimiz sanatçıyı tekrar izlemek de sevenleri için ayrı bir keyif olacak, özellikle konser mekanının da bunda etkisi olacağını düşünüyorum. Malum, Kuruçeşme Arena’da deniz kenarında güzel bir esinti ve muhteşem Boğaz manzarasıyla kaliteli müzik dinlemek herhalde hepiniz için oldukça çekici görünüyordur. Plak sesli müzisyen Macy Gray, r&b ve soul müziğin günümüzdeki en etkin temsilcilerinden biri. Öncelikle kendisinin ses rengine değinmek istiyorum çünkü oldukça farklı ve dikkat çekici bir ses tonu vardır kendisinin. Şarkılarını öyle bağır çağır değil, kısık, sakin ve kelimenin tam anlamıyla “hülyalı” bir şekilde söyler. Ben kendisini ne zaman dinlesem, cızırtılı bir plaktan eski kayıtlar dinliyormuşum gibi hissederim. Diskografisine bakarsak eğer Macy Gray’in, başlangıç senesi 1999’a dönmemiz gerekir. 1999 yazında çıkan ilk albümü On How Life Is dünya çapında 7 milyon satmış bir albüm, ve bu rakamı küçümsemeyin çünkü bir soul albümü için, hem de bir ilk albüm olduğu düşünülürse hiç de fena bir rakamdan bahsetmiyoruz. İlk albümde yer yer nostaljik tatlar da alabilirsiniz. I Try’ın girişine ve kapanışına dikkat ederseniz, orada 50’ler ve 60’ların büyük isimleri Billie Holiday ve Aretha Franklin’in stillerinden tınılar bulabilirsiniz. Zaten Macy Gray de verdiği röportajlarda kendilerini din-
11 Haziran / İstanbul Konser
Dany Brillant
Hakikaten, Dany Brillant adında ünlü bir müzisyen vardı di mi? Takipçisi olmasak bile duyuyorduk ismini bir şekilde. 1991’den bu yana albüm yayınlayan Tunus asıllı Fransız müzisyenin konseri Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde. Yalnız arka ve kenarlar dışında biletlerin biraz tuzlu olduğunu belirtmek gerek.
Salon İKSV’de bu ay:
leyerek büyüdüğünü belirtmiş. Yetenek tek başına yetmez. Peki ya tarz? Stil demişken, afro saçları, parlak renklerde sahne kostümleri ve otrişleriyle 60’lardan fırlamış bir sanatçı olduğunu da söylemek gerek. 2001 yılında ise ikinci albüm The ID var. Sweet Baby gibi güzel bir şarkıyı barındırdığı için dinleyicinin dikkatini anında çeken bir albüm olduğunu söyleyebiliriz. Macy Gray her yeni albümünde tarz ve görünüm değiştiren, ilgi çekmek ve albümünün daha çok satmasını sağlamak için olmadık işlere başvuran bir isim değil, bu nedenle eğer stilini severseniz, vazgeçmeden dinleyebileceğiniz ve sizi asla hayal kırıklığına uğratmayacak bir sanatçı, çünkü kalitesinden asla ödün vermiyor. Üçüncü albüm The Trouble With Myself ile biraz daha hareketli bir çizgiye yaklaşıp sevenlerini biraz şaşırtsa da, bu ancak güzel bir sürpriz olarak nitelenebilir. Albümün hit şarkısı When I See You aslında yeterli anlamak için: biraz daha tempolu, enerjisi yüksek şarkılar var albümde. Hatta yer yer bir Chaka Khan havası da vermiyor değil. Oldukça üretken bir sanatçı Macy Gray. Sevenlerinin de bildiği üzere yukarıda adı geçen albümleri dışında 2007, 2010 ve 2012’de çıkarmış ol-
n e d ’ y Gra r a l t o N Macy Gray 1980’lerde Rob Lowe ile birlikte (hani 80’lerin yeşil gözlü yakışıklı aktörü vardı, hatırlar mısınız?) UCLA’e gitti. Verdiği röportajlarından birinde bir sabah kalktığında sesini düzelmiş bulacağı korkusunun en büyük korkularından biri. 2 çocuk annesi ve onları tek başına büyütüyor. duğu albümleri dışında, pek çok filme ve diziye de şarkı yazmışlığı, hatta film/dizinin içinde performans gerçekleştirmişliği de var. Örneğin 2002’deki Örümcek Adam filminde My Nutmag Fantasy adlı şarkıyı söylerken görebilirsiniz kendisini.
-Geçtiğimiz yıl ilk yönetmenlik denemesini yapan ve olumlu tepkiler alan Aslıhan Erguvan senaryosunu yazıp yönetmenliğini yaptığı oyunu Lulabay: Bir İstanbul Hikayesi ile bir taşınma hikayesi anlatıyor. Dış dünyaya direnen iç dünya, arada kalmış aşk gibi kavramları ele alan oyunu 2021 Mayıs’ta izleyebilirsiniz. -İngiltere’nin en önemli şarkı yazarlarından birisi olarak kabul edilen Suzanne Vega 22-23 Mayıs’ta İKSV’de. Folk müziğin öncülerinden Vega hakkında ilginç bir bilgi de şu: mp3 dosya formatı yaratılırken Suzanne’ın sesi model olarak alındı ve bu da kendisini mp3’ün annesi yaptı. -MSGSÜ Modern Dans Anasanat Dalı mezunu İlkay Türkoğlu’nun İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sahnelenecek koreografisi Kupa Kızı 25 ve 26 Mayıs’ta.
4 Haziran akşamı güzel bir performans bekliyor Macy Gray sevenleri. Seyircisiyle iletişim kurmayı seven, muhteşem bir sesi ve performansı olduğunu bildiğimiz Macy Gray’in güzel şarkılarıyla bir akşam geçirmek, bu ayın en güzel konser seçeneklerinden biri. -Gülin 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 21
Merve Sevinç mrvsevinc@gmail.com
röportaj
Odylle:
İstanbul Ona Albüm Yaptırdı Hollandalı müzisyen Fleur Odylle, İstanbul’a geldi, bir daha gidemedi. Hayallerini gerçekleştirmenin yolunun nereden geçtiğini iyi bilen müzisyen, siz sevgili okuyucularımız için sorularımızı yanıtladı ve “İstanbul Bana Ne Yaptın?” sorusunun ötesindeki hikayesini anlattı. Müziğe nasıl başladın? Müzikal bir aileden geliyorum zaten. Ailemde herkes müzik yapıyor, amatörler, ama yine de yapıyorlar. Müzikle dolu bir evde büyüdüm ve 10 yaşıma geldiğimde piyano dersi almaya başladım. Yani 10 yaşımdan beri müzikle ilgileniyorum. Türkiye’ye ilk ne zaman geldin? İlk 22 yaşımdayken, öğrenci olarak gelmiştim bir dönemliğine. Aslında benim Türkiye’ye geliş ve gidişlerim oldu. Bir geldim, sonra gittim, yine geldim… 22 | Boo! Sayı: 6
Kopamadın yani… Evet. Ama ilk geldiğimde tek bir dönem için Boğaziçi Üniversitesi’ndeydim. O dönemde bir profesörle tanıştım, sonra Hollanda’ya geri döndüm. Program bittiğinde o profesörle yüksek lisans yapmak için Türkiye’ye tekrar geldim. Bir sene daha kaldım ve yine gittim. Daha sonra Türkçe’yi daha iyi konuşmak istediğime ve burada yaşamak istediğime karar verip tekrar geldim ve o zamandan beri buradayım. Yüksek lisans konun neydi? İki tane konu üzerine yaptım.
İlk yazdığım tez politika ve felsefe ile ilgiliydi…
İki yüksek lisans birden! Evet sonra da müzisyen olmaya karar verdim. Çok mantıklı değil mi? Türkiye’de müzik yapmak senin için ne anlam ifade ediyor? Sonuçta Hollanda’da da müzik yapabilirdin. Aslında Türkiye’de olmayı sadece müzik için istemedim. Amsterdam’a dönüp danışman olarak çalışmaya başladığımda, çok da mutlu olmadığımı fark ettim. Hayatımda ne yapmak istediğimi düşündüm ve iki şey geldi aklıma. Birisi çok iyi Türkçe konuşmak istiyorum, çünkü Türkçe dil olarak çok hoşuma gidiyor. İkincisi müzik yapmak istiyorum. O zaman napayım dedim, Türkiye’de müzik yapayım. Biraz daha burada yaşamak ve Türkçemi geliştirmek istedim.
İlgilendiğim iki konuyla birleşim yaptım kısacası. Sonra nasıl gelişti müzik işleri, yani ben birilerini toplayayım bir grup kurayım dedin ve işe mi giriştin tekrar buraya geldiğinde? Geldiğimde yine öğrenci olarak gelmiştim. Çünkü Hollanda’da bir üniversiteye devam ediyordum. Buraya geldiğimde ise Sabancı Üniversitesi’nde bir programa dahil olmuştum. Görsel sanatlar bölümünde takılıyordum sürekli, zaten görsel şeyleri çok seviyordum. Orada aldığım bir derste kendi projemi yaratmam gerekiyordu. Bir video klip yapmayı düşündüm, proje olarak hoşuma gitti bu fikir. İstanbul’la ilgili bir şarkı yaz-
Lansmandan biraz bahsedebilir misin? Hazırlık süreci nasıldı? İnsanları etkilemek için bir şeyler düşündün mü? Sonuçta bir albüm tanıtıyorsun… Konserde ilk 3 şarkı boyunca inanılmaz heyecanlıydım. Genelde çok kolay hareketlenirim, dans ederim, ama ilk 3 şarkıda donmuş gibiydim. Sonra bir anda bir tuşa basılmış gibi geçiverdi bu donukluk. Zaten son provalarımız çok iyi geçmişti. Lansmandan bir kaç gün önce yaptığımız 2-3 provada her şey çok iyiydi. Müzik konusunda problem yoktu. Bir de Lob2 ile anlaşmıştık lansman için ve onlar çok güzel bir fikir ortaya attılar sahne tasarımı konusunda. Ondan da bir şüphem yoktu. Lob2 aynı zamanda sahne tarzımı da üstlendi, yani geriye sadece bir elbise bulmak kalmıştı. O yüzden güzel olacağından emindim, ama yine de düşünmek ve yapmak arasında fark var ve bu fark beni oldukça fazla heyecanlandırdı. Bundan sonra nerelerde konser planınız var? İzmir, Ankara gibi şehirlerde çalma planlarınız var mı? Belki ufak bir turne? Yani buna çok sevinirim. Şuanda 2-3 tane konser planlandı. Devamı da geliyor… Yaz boyunca izleyeceğiz sanırım seni? Evet, bir de var olan materyallerimiz ve konser videolarımızla tanıtım videosu hazırlayacağız. Hollanda’da çalmayı çok
İlk Buluşma Odylle, 28 Mart’ta Ghetto’da dinleyicileriyle buluştu ve şahane bir konser verdi. It Is Red etiketiyle “İstanbul Bana Ne Yaptın?” adı altında çıkan albüm lansman konserinde Odylle, dinleyicilerine lokumlar, dolma sarmalar ikram etmeyi de unutmamış. Konser boyunca neşeli tavırları ve izleyicisiyle iletişim kurup espriler yapan haliyle Odylle, heyecanını gözlerden uzak tutmaya çalıştı, ama yine de hayalini gerçekleştiriyor olmanın verdiği mutluluk gerçekten surat ifadesinden okunuyordu. Happy jazz tarzıyla, elinizde içkiniz bir o yana bir bu yaistiyorum, sonuçta oralıyım. Aynı zamanda butik festivallerde yer almayı da çok istiyorum. Şansımız var mı bilmiyorum, ama deneyeceğiz… Buradan duyurulur diyorsun yani… Evet İstanbul, bizi duy! Yani aslında butik festivallere çok uyan bir grubuz. Tarzımız uyuyor hem hikaye olarak hem müzik olarak. Yani olabilir bence… Son olarak dinleyicilerine ne demek istersin? Benim için Odylle’nin özel tarafı, hikayesidir. Çünkü benim için Hollanda’da müzik yapma
na sallana sallana dans edip, dinledikçe müziğiyle gerçekten mutlu olabileceğiniz Odylle’in lansmanını kaçırdıysanız bile, bir sonraki performansına mutlaka gidin derim. Şarkıların hepsinin birer hikayesi var ve kendinizden bir şeyler bulmamanınız mümkün değil. Ayrıca müzisyenlerin başarısı da yadsınamaz. Lansmanda davulcu Emre’nin annesinin, kemanıyla Odylle’e bir şarkıyla eşlik etmesi, çok güzel anlar yaşattı bize. Grubun canlı izlenmesi şiddetle tavsiye edilir. Albüm ise raflarda sizi bekliyor, internetten dinlemek isterseniz odylle.com adresini ziyaret edebilirsiniz. imkanı da vardı ama burada kaldım ve biz grup olarak bir hikaye yarattık. Müzisyenlerle çok iyi arkadaş olduk. Benim için bu çok önemli. Lansmanda “başardık işte” hissi vardı bende. Çünkü çok zor zamanlardan geçtik, olacak mı olmayacak mı sorgulamalarına girdik. Yani kendime çok sorduğum oldu “ben bunu niye yapıyorum” diye. En başından beri bir şeyler vardı ve vurguladığım şey; insanın bir rüyası olmasının ne kadar değerli olduğuydu. Zor zamanlara rağmen bu rüyanın peşinde olmak gerekiyor. Bu güzel bir şey ve umarım beni dinleyen herkese ilham verebilirim… 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 23
Bitti.
Albümde şarkıların hepsi sana mı ait? Söz, müzik… Evet, hepsi bana ait. Ama gruptaki diğer müzisyenlerin katkısı çok büyük. Ben şarkıların konseptlerini veriyorum onlara, akortları veriyorum, sözler, melodiler gibi… Ben bunu yapıyorum ve bir çerçeve ortaya çıkıyor. Sonra müzisyenlerimle bu çerçevenin içini dolduruyoruz, aslında aranjmanını ben yapıyorum diyebilirim parçaların. Bazı şarkılarda davulcumuz Alp, değiştirelim mi der, değiştiririz, farklı bir şey çıkar. Her şey bana ait olsa da müzisyenlerin etkisi çok.
Albüm fikri ilk nasıl oluştu? “Artık albüm yapabilirim” fikrinin oturmasını sağlayan özel bir olay oldu mu mesela, seni cesaretlendiren bir şey? Hep istemiştim aslında, aklımda vardı. Tabi ki bu kolay bir iş değil, ama güzel bir grubumuz var ve neden olmasın diye düşündüm. Bir süre düşündük çünkü albüm çıkarmak için bir yatırım yapman gerekiyor. O yüzden bunu çözmemiz gerekti önce…
Fotoğraf: Innes Adam Welbourne
dım ve amatör bir ruhla “İstanbul Bana Ne Yaptın?” ortaya çıktı. Arkadaşlarımla klibi çektik ve Sabancı’da klip bilinir olmaya başladı. Sonrasında şenlikte sahne almam için davet geldi. Ama şöyle bir durum vardı ki, ben şarkıyı kendi odamda yapmıştım. Bilgisayarda hazırlamıştım müziği. Bilgisayarda programlanmış davul ile, gitarları bilgisayarda çalarak… Grubum yoktu, nasıl şenliğe çıkabilirim diye düşündüm. O zaman grup kurayım dedim. Video dersinde sınıf arkadaşlarıma iyi müzisyenler tanıyıp tanımadıklarını sordum ve sınıfta hiç daha önceden konuşmadığım bir çocuk, bana gelip iyi birisini tanıdığını söyledi ve Bora’nın adresini verdi. Daha sonra Bora’ya ulaştım, zaten o da Sabancı’dan mezun. Bora müziğimi çok sevdi. Sonra ilk ikimiz başladık ve sonra diğer arkadaşlarımız katılmaya başladı. Bunların hepsi üç yıl içinde oldu, bu üç yılın sonunda nihayet albümü çıkarabildik.
Gökçe Altınbay gokcealtinbay@gmail.com
röportaj
Röportaj İstanbul’un en sıcak mekanlarından Kafe Mitanni’de, konser ise 21 Nisan’da ENKA’da gerçekleşti. Fotoğrafları Şener Soysal ve Canberk Özcoşkun çekti. Teşekkürler ikisine...
Masis Aram Gözbek:
24 | Boo! Sayı: 6
Türkiye’nin En Meşgul Koro Şefi Önce “metroda caz” videosuyla, sonra da Avusturya’da Koro Olimpiyatları’ndaki şampiyonluklarıyla adından söz ettiren Boğaziçi Caz Korosu şefi Masis Aram Gözbek ile röportajı okumaya sadece birkaç cümle uzaklıktasınız. Röportajda Masis’in en ayrıntıcı, en mükemmeliyetçi hallerinden bahsettik. Koca bir akşam durmadan süren sohbetimizin sonunda şuraya vardık ki, Masis’in daha yapacak çok işi var.
Araştırmamı yaptım. Seninle yapılmış röportajları okudum. Her birinde şu ifadeyi gördüm: “Müziğe üç yaşında oyuncak bir armonikayla başladı. Sonra kilise korolarında şarkı söyledi...” Hahah! Kendileri yazıyor. Ben onu söylemiyorum. Ben kesinlikle yermek adına filan söylemedim de, bunları okuyunca benim içimde şöyle birşey uyandı: Aynı şeyleri yazmayayım. Masis’in hayatında değinilmemiş detaylar olmalı! O yüzden önce isminden başlayayım dedim. Masis ne demek? Masis, Ararat olarak da bilinen, Ağrı Dağı’nın büyük zirvesinin ismi. Sorularımda terminolojik sıraya doğru gidelim dedim. Şimdi sen doğdun, adın kondu; şimdi çocuksun! Susam Sokağı’nı çok seviyormuşsun çocukken. Evet kesinlikle. Bana anlattıklarına göre, orada anlatılanlara göre yaşamışım hayatımın kaç yılı boyunca. Susam Sokağı’ndaki şirin karakterlerin insana müzikle alakalı olarak birşeyler kattığını düşünüyorum ben. Muppet Show misali... Karakterler müzikal düzende konuştukları için biz ufaklıklar dünyayı öylece algılamaya başlamış olabiliriz bence. Demem o ki madem üç yaşında başlamışsın müziğe; bir çıkarım da yap yani böyle böyle! Zaten onun güzelliğinin sebebi hayatın içindeki her şeyden öğeler barındırması bana göre. Ne denir ona? “Çiğ” değil hiçbir şey işte... Saf, güzel yani. Mesela sayıları öğretirken müziği kullanmaları vesaire. Çok güzel bir yolla, “al bunu öğretiyoruz” demeden bir bakmışsın, öğretmişler. Benim şöyle bir hikayem vardır: Komşumuz anlatmıştı. Susam Sokağı’nda şekillerin öğretildiği bir bölüm gösteriliyormuş
ben de pötibör bisküvilerden yiyormuşum. O bisküvinin kenarlarını ısırıp ısırıp üçgen yapıp, komşumuza üçgen bu diye gösteriyormuşum. Geldik liseye... Sen lisedeyken nasıl okunduğunu bilmediğim bir müzik grubun varmış. ‘Baalorc’ evet. İsmiyle alakalı bayağı sorun yaşamıştık. İsmi düşünürken herkes ortaya bir şey atmıştı. Biri “balkon” öteki “matkap” der, saçmalamıştık. Geceler böyle geçerken, okul orkestrası olduğu için “Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi Orkestrası” tadında bu ismi koyduk işte. Web sitesi işlerini hızlandırmalıydık o zaman. Şimdilik böyle olsun dedik. Ama insanlar bundan haberdar olmadığı için işte ortada Diablo lafları dönüyor, Baal ORK’lar, Ballar filan. Herkes bizi metal grubu sanmıştı. Web sitesi için kollar sıyrık ellerde işte o malum işaretlerle poz verdik. Ne yapıyordunuz peki? İşte cover çalıyorduk aynı zamanda da doğaçlamalar yapıyorduk. Yaptığımız doğaçlamalar çok olgun olmasalar da. “Ama ismimiz yüzünden çok fazla baskı altına girip metal yapmaya başladık” Hahahaha olabilirdi. Bir de ben Baalorc’ta hem söylüyor-
dum, hem klavye hem de ritim gitar çalıyordum. Hatta üçünü aynı anda yaptığım bir iki şarkı bile var. Yani parçanın bir kısmında biri-ikisi diğer kısmında da diğer enstrüman gibi canım! Kulağa, ağzında mızıka olan ve gitar vs çalan adamlar gibi geliyor. Evet onlara çok özenirim ben. Lise ikide Boğaziçi Üniversitesi’nin düzenlediği “Battle of the Bands” yarışmasında finale kaldık ve bu bizi bayağı gaza getirdi aslında. Yaşımız çok küçüktü çünkü, etrafımızda bu yarışmaya giren herkes profesyonel ya da en az bilmem kaç yıldır aktif müzik yapan insanlardı. Zaten canlı performansta da herkes başımızı okşamıştı “aferin” diyerek. Bir yandan da “ah canım” davranışını gözleyebiliyordum bu insanlarda. Sonra biz birinci olduk! O başımızı okşayan tipler bir anda kayboldu ortadan. Yarı alaycı ifadelerdi. Lise sonda KASDAV’da en iyi orkestra üçüncülüğü ödülü aldık. Baalorc liseden sonra da devam etti. Mezuniyetten sonra davulcumuz değişti ve Boğaziçi Üniversitesi’nden bir arkadaş geldi. O zaman grubun çehresi değişti ve daha çok enstrümantal doğaçlamalar yapmaya başladık. Klavye-gitar-davulbas şeklinde devam etmeye
başladık. Ne zaman ayrıştınız? Evet bir noktada herkesin hayatları ayrıldı. Farklı yönlere doğru olgunlaşmaya başlayınca artık bir araya gelememeye başladık. İki üç sene önce sona erdirdik Baalorc’u herhalde. Tanıdık bir hikaye. Genellikle böyle olur hep. Ama siz liseden sonra devam etmişsiniz. Güzel bir şey. Peki, liseden sonra üniversite. Neden bu kadar çok okuldan okula atladın? Hangi okullardan hangilerine atladın say bakalım. Şöyle bir sıralayayım o zaman başta sonra ayrıntı veririm: 2005’te çok isteyerek Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü’ne girdim. 2008’de Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi Kompozisyon Bölümü’ne girdim Matematiği bırakıp. Bir yıl orada okuyup kompozisyon hocamın beni telkiniyle Mimar Sinan’ın Kompozisyon ve Orkestra Şefliği Bölümü’ne girdim. Hala oradayım nasıl olacak ve neler yapacağım bilmiyorum. Neden böyle karmaşık bir macera üniversite hayatın dersen, Radyo Boğaziçi yüzünden diyebilirim. Yani benim müzik hayatımı onlar şekillendirdi. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 25
Geldik röportajımızın sebebine, Caz Korosu... İlk olarak Radyo Boğaziçi’ne gittiğimde BÜ Müzik Kulübü’ne de uğradım. Oradaki insanlarla tanıştım. Kulübün üç korosundan biri olan Caz Korosu ile tanışmam işte böyle bir günde oldu. Ben de yeni yeni caz ile ilgilenmeye başlamıştım ve koroya girdim. İki sene orada söyledim. Sonra benden önceki şef Cihan Amerika’ya gitti. Yerini de bana bıraktı. Zaten sistem öyle işliyordu. Her şeyi öğrenciler yapıyordu yani, profesyonel bir yardım alınmıyordu. Biliyorsun zaten sen de koronun eski üyelerindensin, ses egzersizlerini bile birbirimize yaptırmıyor muyduk? Şefini de kendileri kararlaştırıp aralarında halledip değiştirebiliyor Caz Korosu. 2007’de Caz Korosu şefi oldum. Hazırlıktaydım o zaman ve hazırlığı geçme isteklisi değildim pek. Zamanımın yarısını müzikle geçiriyordum. Ayrıca birkaç grupla da çalıyordum. 26 | Boo! Sayı: 6
Bu sende neyin farkındalığını yarattı? Şunu fark ettim: Müzikle hep uğraşıyordum bir şekilde ama o zaman, “tamam” dedim “ben artık hayatımın geri kalanını müzikle geçireceğim”. Müzikle hayatımı kazanmanın zor olduğunu biliyordum. Ama bazılarının da bu işle uğraşması gerekliydi. Öbür türlü herkes müzik dışındaki işleri bir şekilde yürütebilir belki. Ne güzel ifade ettin. Bugüne kadar birçok kişiden senin söylediğinin tam tersini duydum. Diğer meslekleri temel alıp asıl onlara ihtiyaç olduğunu öne sürmekteler. Hepimizin karşılaştığı “hobi olarak yap” mantığı... Hobi olarak yapan bir sürü insan var. Aynen öyle. Eğer varsa bir de diğer tarafı var işin. Aynen aynen. Onlar için öyle, bizim için böyle. Müziğin üze-
“Bir sürü şeyle uğraştım ben bugüne kadar. Aynı zaman dilimine bile birçok şey sıkıştırdım. O yüzden de yıllardır böyle yaşamaya alışığım. Beni daima bir yerden bir yere koştururken görürsünüz.” rine eğilmesinin vatana millete dünyaya daha “hayırlı” olacağı insanlar var bence. Hiç pişman oldun mu bu yolu seçtiğine? Hiç olmadım. Ama olabilirdim de. Üstünü kapatıp geçerdim diyemiyorum. İlgi alanların çok geniş bir yelpazeye yayıldığı için aslında kafanı toparlayabilmekte de şanslısın. Doğru. Bir sürü şeyle uğraştım
ben bugüne kadar. Aynı zaman dilimine bile birçok şey sıkıştırdım. O yüzden de yıllardır böyle yaşamaya alışığım. Beni daima bir yerden bir yere koştururken görürsünüz. Tiyatroyla 6,5 sene ciddi olarak uğraştım. Tiyatro benim için, hayatımın tümüne etki eden çok önemli bir olgu. Yolda nasıl yürüdüğümden tut da, en ufak hareketimin ne ifade ettiğine kadar her konuda fikirlerim değişti ve gelişti. Şu andaki Masis’i yaratan en önemli
dönemim tiyatroyla ilgilendiğim dönemdir. Bilmez miyim? Sahnede seyircilere arkan dönük olduğu için farkında olmayabilirler. Ama akış içinde anlatmak istediklerini, parçanın nüanslarını çok net algılatırdın, patır patır çarpardın yüzümüze. Çok önemli, cidden çok önemli. Koroda şarkı söyleyenleri yönlendiren adamdır şef. Surat ifadelerinin bunda çok büyük etkisi var. Tiyatronun dışında halk oyunlarıyla ve modern dansla ilgilendim uzun seneler. Lisanslı basketbol oyuncusuydum. Hala yapıyor musun bunları? Yok, bitti artık onlar. Arada denk geldiğinde basket oynamak dışında yaptığım pek bir şey yok. Varsa yoksa müzik. Bende şöyle bir şey var: Çocukluğumdan beri yaptığım şeylere hiçbir zaman hobi gibi yaklaşamadım. Bazen insanlar
çok eğlenir benimle. Denizin ortasında mesela, Bozcaada’dayız. Oyun oynuyoruz. Ama oyunun da bir rekabet yönü var şimdi. Birinin onu savsakladığını görünce kızıyorum hemen. Oradan insanların ağzına benim söylediğim bir söz yapıştı: Eğlenmeyin oynayın! Masis’in amacı, “amacı gerçekleştirmek” anladığım kadarıyla. Caz Korosu ile yola çıkarken amacın neydi peki? Yani demem o ki, caz korosu, genel olarak “caz” yapmıyor bilindiği anlamıyla. Ne yapıyor? Şu an için öyle. A’capella yapıyoruz. Yani a-chapel (kilisede söylenen müzik). O da insan sesi kavramına seni getiriyor. 1994’te kurulan bir koro. O zamandan bu zamana dek hep BÜ bünyesindeydi. 2005-2007 arasında benim de korist olduğumu şarkı söylediğimi anlatmıştım zaten. 2007’de de şef oldum. O zaman başladık insan sesinin kullanıldığı şarkılardan yeni bir repertuar oluşturmaya. Yeni bir gelişme olarak da BÜ bünyesinden ayrıldığımızı söyleyebiliriz. Amacımız ne, sorusuna da
verebileceğim yanıt şu: Benim isteğim o müziğin birilerine ulaşmasını sağlamak. Diğer türlü hayata geçmiyor çünkü. Benim için yapılan işin promosyonu çok çok önemli.
olarak bu işle ilgilenen bir kesim de var.
O konuya “metroda caz” videosu üzerinde değineceğiz birazdan. Peki Caz Korosu dışında başka a’capella toplulukları var mı Türkiye’de? Yok. Yani “a’capella caz korosu” yok. Bizim de söylediğimiz çağdaş besteleri söyleyen topluluklar var ama.
Sen Boğaziçi Caz Korosunun yaptığı müzikle ilgili olarak ne düşünüyorsun? Zor bir yerde. Çünkü hiçbir referans noktan yok. Herkes birbirinin sesine tutunuyor. Koristlerin tek referansı bir diğeri. Boğaziçi Caz Korosu başarılar elde ettikçe müziğimizle ilgilenen insanların sayısı da arttı. Bu açıdan da bayağı mutluyuz tabii. Kısaca başarılarımızdan bahsedeyim mi sana?
Seyirciler sizden ne anlıyor diye düşünüyorsun? Bu soruyu “seyirci hangi yönünüzü seviyor, hangisini sevmiyor” olarak da düşünebilirsin. Ha, şöyle bir örnek verebiliriz bunu cevaplarken: Ne çalıyorsunuz, diyorlar. Ben de diyorum ki, çalmıyoruz söylüyoruz. Refleks olarak öyle diyor adam. Ardından da nasıl yani, enstrüman filan yok mu sorusu geliyor. Bas deyince basgitar anlayanlar da var. Türk halkı bu duruma biraz yabancı tabii. Bu da Türkiye’de koro geleneğinin olmamasından ileri geliyor. Hele bir de işin içinde enstrüman olmayınca iyice garipsiyorlar. Ancak çok özel
Kesinlikle. Son dört senede neler yapıldığından bahsedeceğim çünkü en yoğun zamanımız bu zamandı. 2007’de 9 kişi işe başladık, ben de söylüyordum koroda. Sonra 2008 geldi ve sayımız 5’e düştü. O zaman topluluk daha popülerdi ve insan sesiyle enstrüman taklitleri yapıyorduk. İsmimiz İstanbul Essence’di o zaman. O yıl Temmuz’da Avusturya’daki çok prestijli bir a’capella yarışmasına katıldık. Orada iki gümüş diploma kazandık. Ertesi sene repertuar ve konsept tamamen değişti, kadro da. Bu sefer insanların karşısına orkestra ve vokal ensemble olarak çıktık. Orada da ben 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 27
klavye çalıyordum. Daha çok fusion, pop caz söylüyorduk. Sonra yine değiştik, 19 kişilik bir oda korosu olduk. Çin’deki Dünya Koro Olimpiyatları’na gittik. Çağdaş Müzik kategorisinde dünya ikincisi, oda koroları ve caz kategorilerinde de dünya üçüncüsü olduk. Bu başarı daha çok tanınmamızı sağladı tabii. En sonunda da bu sezonda, koro oda korosu formatından da çıkıp iyice büyüdü. 35-40 kişiye ulaştık. Sezon boyunca onlarca konser verdikten sonra yine aynı olimpiyatların Avusturya ayağına katıldık. Bildiğin gibi orada da Folklor ve Çağdaş Müzik kategorilerinde dünya şampiyonu, Karma Korolar kategorisinde de dünya ikincisi olduk. 28 | Boo! Sayı: 6
Koronun en “caz” hali hangi sezondu? İki sezon önce. O zaman daha çok caz standartlarına yönelik bir repertuarımız vardı. Bu sezon daha gospel. Aralarda bir sürü şey yaptık. Bunun amacı repertuara renk katmaktı. Latin, swing, Türk halk müziği vesaire. Gelelim Avusturya öncesi sponsor bulma amacıyla çektiğiniz “metroda caz” videosuna. Evet, o da promosyon ihtiyacının bir ürünüydü ama bir açıdan da artık zamanı gelen bir patlamaydı. Çünkü çok büyük emek var yaptığımız işte ve çok uzun bir yolun sonucunda ulaşmaya çalıştığımız noktaydı bu. Altı boş bir şey değil ya-
ni, birikimle dolu. Metro videosunun çıkış amacı aslında bir konserimizi tanıtmaktı. Sezon sonundaki çok önemli bir konserdi. Sponsorluk için de çok fena sıkışmıştık. Acilen bulmamız gerekiyordu. Elle tutulur bir halde nasıl fikir oluştu dersek, hani bizim oturumlarımız vardır ya, sen çok iyi bilirsin. Oturur beyaz tahtanın etrafına, aklımıza gelen fikirleri yazarız. Öyle bir beyin fırtınasında çıkıverdi işte.
O sırada Cafe Mitanni’deki muhteşem müziğe kendimizi kaptırıp bir dakikalık saygı duruşunda bulunuyoruz. Aslında ben biliyorum, kısaca kesmek istesek de konuş-
tuklarımızı, Masis “Ama bunların hepsi önemli ayrıntılar!” diyerek vazgeçmeyecek. Bu fikrimi Masis’e söylediğimde “Aynen öyle” deyip kahkahayı koparıyor. Ve devam ediyoruz geceye. Muhteşem Cafe Mitanni’nin her müzisyene açık sahnesinde kendimizi buluyoruz. Mitanni’nin iki yakışıklısı Deniz ve Turgay ve ismini bilmediğimiz pek samimi kimseler bize sahnede eşlik ediyorlar. Son hatırladığım, Masis’in elinde bir bas gitar, benim elimde bir mikrofon olduğu ve MFÖ söylediğimiz... Kayda da girmiş bu keyifli anlar ama, iyisi mi siz şimdi internette Boğaziçi Caz Korosu’nun kayıtlarını arayıp bir kuple dinleyin.
Bitti.
“Sanat sanat içindir anlayışı benim için geçerli değil. Ben her şeyin insan için olduğuna inanıyorum. Yapacağınız şey bir insana ulaşmalı, bir işe yarayabilir böylece.”
Mert Serim mert.k.serim@gmail.com
röportaj
This Will Destroy You:
İstanbul’a geldiğiniz için teşekkür ederiz. Pek çoğumuz uzun zamandır bizi görmeyi bekliyordu. Aynı türde müzik yapan gruplara göre epey eski bir grupsunuz. Kuruluş hikayenizden bahsedebilir misiniz? Jeremy: Chris ve ben liseden beri tanışıyoruz. This Will Destroy You’dan önce de pek çok grupta da birlikte çaldık. Şubat 2002’den beri de bu projeyi sürdürüyoruz. Donovan 2008’de, Alex ise 2010’da aramıza katıldı. Birkaç üyesi değişti ancak yaklaşık 10 yıldır devam ediyoruz. Grubun ismi nereden geliyor? Bizi yok edecek olan nedir? Jeremy: Aslında bu sadece bir şaka. “This Will Destroy You” isminde bir parça yapmıştık sadece. Alex: Aslında başta bunu ken-
dimizi beğenmiş göstermemek için reddettik ancak sonradan etkileyici geldi bize. Ve grubun ismini bulmuş olduk. Jeremy: Evet aslında böyle oldu. Sizinle karşılaşmam 2009’un son çeyreğinde oldu. Young Mountain albümü harika bir görsele sahip ve tüm parçaların bir hikayesi olduğu hissine kapılıyor insan. Parçaları yazarken neler geçiyor aklınızdan? Jeremy: Her parça için dönemine göre farklı şeyler hissediyoruz. Dinlediklerimiz, yaptıklarımız, düşündüklerimiz bunların hepsi etkiliyor bizi. Tek bir yol ile parçaları şekillendirmiyoruz. Hatta kimi zaman stüdyoya girdiğimiz anda bile aklımızdakiler değişebiliyor. Pek çok farklı yönü var parçaların.
Young Mountain EP’si ile Rock Sound dergisi tarafından yılın albümü, ilk stüdyo albümleri ile de aynı dergiden yılın en iyi beşinci albümü ödülünü alan This Will Destroy You’nun altın çağı geldi. 2011’de Tunnel Blanket albümleri ile post-rock üzerinde ne kadar etkili olduğunu ispatladılar. Her albümünde farklı bir yolculuk sunan grup ile kısa bir röportaj yaptık. Fotoğraf: Benan Erdoğan Dünya sizin için ne ifade ediyor? “World Is Our ___” adlı parçada siz boşluğu ne ile doldurdunuz? Alex: Bunu bir etiket veya belirli bir şey olarak düşünüyorum. Net olarak bir şey yok aklımda. Her şey olabilir bu. Büyük bir boşluk gibi. Herkese farklı anlamlar ifade ediyor. Bu yönü de önemli aslında. Şu anda devam eden yan projeleriniz var mı? Jeremy: Elbette. Chris, birkaç grupta daha çalıyor. Benim de üzerinde çalıştığım farklı parçalar ve gruplar var. Alex aynı zamanda başka grupların prodüktörlüğünü yapıyor. Ben de film yapımcılığı ile uğraşmaya başladım. Hepimiz grup dışında bir şeyle uğraşıyoruz özetle. Bunun da gruba epey katkısı oluyor. Çünkü çok fazla materyal toplayabiliyoruz.
Pek çok post-rock grubu, post-rock grubu olarak çağrılmaktan hoşlanmıyor. Donovan bir röportajında “Post-rock’ın da, post-rock grubu olarak anılmanın da…” diyor mesela. Niçin bu tarz tanımlamadan hoşlanmıyorsunuz? Alex: Sanırım Donovan’ın bu sözü tamamen konu dışındaydı. Bence gerçek anlamı ile söylemek istememişti. Arkasında ciddi bir iğneleme yoktu. Bense çok önemsemiyorum böyle sınıflandırmaları. İnsanlar beğendikleri müziği sınıflandırmayı seviyor. Ben bunun gerekli olduğunu düşünmüyorum fakat itiraz da etmiyorum. Jeremy: Bu bizi rahatsız etmiyor. İnsanlar beğendiği sürece ne dedikleri çok da önemli değil. İstedikleri şekilde çağırmakta özgürler. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 29
Bitti.
Ödüllerle Büyüyen Bir Grup
Pınar Derin Gençer pinarderingencer@gmail.com
röportaj
FABİSAD:
Sıfırlar Ete Kemiğe Büründü! FABİSAD’ın fikir babası kimdi? Nasıl bir süreçte kuruldu dernek? Fikir babası şu an başkanımız olan yazar/editör Yiğit Değer Bengi’ydi. Dört beş sene önce söylemişti. “Ya bi git, biz ne anlarız dernekten, dergi mi yapsak, kulüp mü açsak” diye onun o fikrini önemsememiştik, hatta biraz maytap geçmiştik. Ama gelişen süreçte böyle bir derneğe ihtiyacımız olduğunu daha iyi fark ettik. Geçen sene Giovanni Scognamillo’nun doğum günü partisi organize edildi. Dükkan-ü Hayal’de gerçekleşen bu partide, fantastik ilimlere baş koymuş birçok insan bir aradaydı. Yiğit ve ona destek olan yazar Barış Müstecap30 | Boo! Sayı: 6
lıoğlu dernek projelerini bizimle detaylarıyla paylaştılar ve bu defa aklımıza yattı. Bu dallarda emek sarf eden usta isimleri ciddiye alınır bir çatı altında toplamanın vakti gelmişti. Derneği kurarken hangi amaç ve fikirlerle yola çıkmıştınız? Öncelikli amaçlarımız arasında fantastik, bilimkurgu, korku dallarında ürün ortaya koyanları bir araya getirmek var. Sonuçta fantastiğe dair çok iyi işler yapan insanlar var bu ülkede ama birbirlerini iyi tanımıyorlar. O yüzden Giovanni’nin geçen seneki doğum günü çok güzeldi mesela, adını bildiğimiz, eserlerini
Barış aplıoğlu
Müstec
u Doğ cel Yü
E So mre yak
Geçtiğimiz aylarda Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği (FABİSAD) adında bir dernek kuruldu. Gücünü hayal gücünden alan bütün insanlara açık olan dernek şimdiden, çeşitli alanlarda (yazar, çizer, editör, yönetmen, yayıncı, oyun yapımcısı...) üretken isimleri bir araya getirdi, büyümeye de devam ediyor. Doğu Yücel’in Varolmayanlar romanındaki hayalperest örgüt gibi, gerçekçilerin dünyasına hayalleriyle müdahale etmeyi arzulayan dernek şükür ki henüz romandaki gibi gizli değil, üslerini araba mezarlığına saklamıyor. Hayal gücünü kutsayan ve üreten herkes üyeliğe veya gönüllülüğe başvurabiliyor. FABİSAD adına Yücel, sorularımızı cevapladı...
FABİSAD’ın kurucu üyelerini bir araya getiren sebepler arasında fantezi ve bilimkurguya olan merak ve ilgiden başka bir şey var mıydı? Dünyaya bakış açısı ve dünyayı değiştirmek arzusu. Bu sanırım fantastik edebiyat ve yan dalları üzerinde çalışan herkesin hayali. Yaşadığımız dünyadan memnun olsak niye ona alternatifler koymak için uğraşalım? Bu ortak amacımızın aracı ise edebiyat. “Hayal kurmak özgürleştirir” sloganıyla yola çıktınız, bu oluşumla şimdiye kadar hayalleriniz sizleri ne kadar özgürleştirdi, ne kadarı gerçek oldu? Henüz çok yeniyiz. Daha açılış partimiz bile ancak gerçekleşti. Ama ana akım medyada 10’dan fazla haber çıktı hakkımızda. Bunlar okur nezdinde bir uyanışa yol açmış olabilir. Çok sayıda başvuru talebi aldık, hem üye olmak isteyenler var, hem de gönüllü olmak. Bu oluşum hayal gücünü toplumda daha çok konuşulan, değer verilen bir konu haline getirecek diye umuyoruz. İnsanlar daha fazla hayal kurdukça, var olanın ötesine geçme, kendilerine konulan sınırları aşma arzuları da artacaktır. Ana akımın dışındaki edebiyat türlerine olan yönelimin 90’lı yıllardan sonra
artmasını neye bağlıyorsun? Neden bu kadar geç fark edildi? Gerçek hayat hikayelerinin tükenişi buna yol açmış olabilir. Gerçekçilik takıntısının bir yere varmadığının farkına varmış olabilirler. Dünyanın gidişatı hakkında daha çok şey söylemek için fantastik türlerin daha ideal olduğunu görmüş olabilirler. Birçok sebebi olabilir. Salman Rushdie, Paul Auster gibi yazarların kitaplarına baktığınızda giderek fantastikleşen bir çizgi görüyoruz. Bu aslında ilk defa fark edilen bir şey değil. Edebiyatın geçmişine baktığımızda fantastik eserlere sıkça rastlıyoruz. Kafka, Melville, Borges, Oscar Wilde, Shakespeare gibi genelde ana akımda kabul edilen yazarların birçok eseri bir hayli fantastik. Zaten edebiyatın çıkışı, halk söylenceleri, eski halkların bize bıraktıkları yazıtlar, bunlar hep fantastik dokuludur. Kurmaca dediğimiz şey zaten özünde fantastiktir. Batıdan öykünmekten ve kötü kopyalar olmaktan ileri gidemeyen çalışmaların da yoğunlukta olduğu Türkiye’de bu gidişatı kıran İhsan Oktay Anar, Barış Müstecaplıoğlu gibi isimlere daha başka kimleri ekleyebiliriz? İzzet Yasar, Orhan Duru, Sadık Yemni, Mehmet Açar, Müfit Özdeş, Zühtü Bayar, Dost Körpe aklıma gelen ilk isimler. Müfit Özdeş’in Binbir Gece Masalları’nı bilimkurgu ile birleştiren tarzı, İzzet Yasar’ın Lovecraft’in mitosunu Anadolu’ya uyarlayan hayal dünyası, Sadık Yemni’nin İslami öğeleri, inancı sömürmeden kullanışı bu anlamda çok değerlidir ve tarzın başka bir noktaya gitmesi konusunda ilk adımlardır. İki binli yıllarla birlikte fantazya türünün hızlı yükselişini besleyen kanallar nelerdi? Sanal ağın etkisi konusunda neler düşünüyorsun? İnternetin etkisi şüphe götürmez. Birbirimizi tanıma-
mız, bu tarzların önemli eserlerine daha rahat ulaşmamızı sağladı. Ama bence daha da önemlisi Williom Gibson’ın Yönetim ku rulu Neuromantoplantısınd an sonra... cer’daki sanal ağ fikrinin hayata geçmiş olmasıdır. tirir sloganıyla çıkJules Verne’in hayal ettiği de- tığımız bir yolculukta hayal nizaltıların, roketlerin, uzay kurmayı tek bir yola indirgegemilerinin, helikopterlerin yemezdik. Zaten yazar üyegerçek hayattaki mucitleri et- lerine bile baktığımız zaman, kilemesi ve ardından bu araç- hepsinin farklı alanlarda da işların günümüz dünyasının vaz- ler ortaya koyduğunu görüyogeçilmezleri arasına girmesi ruz. Hayalperestlerin başlıca gibidir bu. Hayal gücü hayatı silahı kalem olsa da tek siladeğiştirir, geliştirir. Bu örnek- hı o değil. Kameralar, bilgisaler arttıkça da halk ve eleştir- yarlar… Elimizde ne varsa gemenler bu edebiyatı daha çok liyoruz. ciddiye alır. Büyük bir arşiv oluşturAtılan birçok adım ve olu- maya başlayan FABİSAD şumun kapatılmak ile so- bu konuda gönüllü takipnuçlandığı bir ülkede, çilerinden neler bekliyor? şu an varlığını sürdüre- Gönüllüler bizim için çok meyen ve bu alanın ge- önemli. Yakın zamanda yalişmesinde yadsınamaz rışmalar, törenler, festivaller etkilerinin olduğunu dü- düzenlemek istiyoruz. Bu tip şündüğünüz internet por- etkinliklerde takviyeye ihtiyatalları, fanzin, topluluklar cımız olacak. Büyük işler yaparasından hangilerini ha- mak istiyoruz ve bu sadece bir len daha hatırlıyorsun? avuç sanatçının emeğiyle olaBenim gençliğimde çok az sayı bilecek bir şey değil. Bekliyoçıkartmasına rağmen Nostro- ruz :) mo çok etkili olmuştur. Metin Demirhan’ın ön ayak olduğu FABİSAD hayal gücünün bu derginin editör yazılarını sürekli teşviki için ileriki Giovanni Scognamillo yazar- dönemlerde neler yapıyor dı. Bir öykü yarışması düzen- olacak? lediler, o yarışmada dereceye İlk olayımız Giovanni Scognagirenler arasında benim ha- millo Öykü Yarışması olacak. ricimde Orkun Uçar, Levent Bu yarışmayla fantastik, biŞenyürek gibi isimler var. Bu limkurgu ve korku dallarınbile kısa sürede ne kadar etki- da kalem oynatan yeni kali olduklarını kanıtlıyor. lemler keşfedeceğimizi ön görüyoruz. Bu yarışmayı illüstFABİSAD’ın kadrosuna rasyon, çizgi roman, kısa film baktığımızda çizer, grafi- gibi farklı alanlarda da düker, senarist gibi çok sa- zenlemek istiyoruz. Diğer yayıda sanatçı bulunuyor, rışmalarda olmayan, özellikle sadece yazar olmaması gençleri daha çok teşvik edeözellikle mi tercih edildi? cek bazı uygulamalar düşünüFABİSAD sadece bir edebiyat yoruz. Ondan sonra fantastik topluluğu değil. Çizerler de film festivalleri düzenlemek var, oyun tasarımcıları da var, ve özellikle İstanbul dışında yönetmenler de var. Hayal etkinliklerle bu türlerin tanıtıgörmenin tek bir biçimi yok mını yapmak istiyoruz. Planlasonuçta. Hayal gücü özgürleş- rımız da, hayallerimiz de çok. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 31
Bitti.
tanıdığımız, takdir ettiğimiz isimlerle kaynaştık. Deneyimlerimizi paylaştık. Tamam, edebiyatçıların bir araya gelebileceği başka platformlar var ama oralarda bizi dışladıkları, ezdikleri de bir gerçek. “Abi kitap yazdım” desen, “sen ona kitap mı diyorsun” gibisinden bakışlara maruz kalabilirsiniz. Şimdi kurduğumuz FABİSAD’da öyle değil. Daha yeni kurduk ama birkaç toplantıdan sonra ben şahsen edebiyat konusunda deneyim kazandığımı düşünüyorum. Şimdi yavaş yavaş mevzu bizden çıkacak, yeni isimler aramıza girecek, onların eserleri bu türlerin gelişiminde rol oynayacak.
Pınar Derin Gençer pinarderingencer@gmail.com
röportaj
O Şimdi Albüm *
* “Dem” önceden grubun adıydı, şimdi albümün adı oldu.
Geçmişten bugüne birçok projede adını duyuran bir müzisyen olan Göktuğ Şahin kimdir? Göktuğ Şahin küçüklüğünden itibaren müziğe aşırı ama aşırı ilgi duyan ve 1999 yılında ODTÜ’de en yakın arkadaşı ile oluşturdukları Soulitary adlı projesi ile sahne tozu yutmaya başlamış bir sahne adamıdır. Kimine göre müzisyen, kimine göre şarkıcı, kimine göre besteci, kimine göre söz yazarı, kimine göre akademisyen, kimine göre koca, kimine göre organi32 | Boo! Sayı: 6
zatör olarak nitelendirilsem de ben kendimi sahne adamı olarak nitelendirmeyi seviyorum. Bahsettiğim üzere başarılı birçok projede yer almama rağmen benim için hep Dem ve Soulitary vardı. Bu iki proje her zaman için verdiğim emeğin karşılığını kat be kat aldığım işlerdi. Çünkü ben sahnede mutluyum ve sahnede var olup devleşirim! Ebedi mabedim sahne olduğu için sahnesizlik bende huzursuzluk yaratır. Yıllarca neredeyse her gün bir şehirde bir sahnede yer almamım en bü-
1999’da Soulitary ile ODTÜ’de başlayan sahne hayatını, 2003’te Dem adlı projesi ile devam ettirerek; tabiri caizse Ankara müzik piyasasını canlı performansıyla sallayan Göktuğ Şahin yeniden “dem”lendi. Üç kişilik bir organizma olarak tanımladığı yeni oluşumu ile “fırtına” gibi giriyor dünyamıza…
yük nedeni de buydu: Sadece sevgi! Bzzzt… Çok duygusal mı oldu ne? Kendimdeyim devam edelim… Dem bir zamanlar grubunun adı iken ne oldu da albüm adına dönüştü? Dem benim küçük evladımdı 2003’de doğmuş olan. O kadar çok güzel ve değişik şeyler yaşadık ki beraber. Yüzlerce sahne; bir sürü başarı, ödül, fan, radyo, gazete; yüzlerce dost; mutluluk, hüzün, coşku, sinir, ter, kavgalar, sarılmalar, koşturma-
lar, kaçırılan otobüsler, kararlar, planlar, umutlar, güç, sevgi, sahneden aşağı kafa üstü çakılmalar… Öncelikle bunca şeye gönderme amaçlı olarak albüm adını Dem koyduk. Dem projesi albüm yapma fikrimizi hayata döndürmeye karar verdiğimizde artık azat edildi ki yepyeni bir oluşumda daha hür hareket edip cesur davranabilelim. Ve hiç tereddütsüz Dem oldu. Diğer bir neden ise artık hem ekipçe biz, hem de eski dinleyicilerimiz olgunluğa erişmek üzereyiz. Bi-
Neden Göktuğ Şahin Musikisi? Ve nedir ayıran bunu önceki oluşumlarından? Susam Sokağı ve Voltran ile büyüyen biri olarak işbirliğini seven ve elimden geldiğince uygulayan biriyimdir. Soulitary ve Dem benim için miatlarını doldurduğunda, olası bir albümü bireysel olarak yapma kararı almıştım. Çünkü bir grubu ayakta tutmak çok sabır ve zahmet isteyen bir iştir. Yıllarca bunun çok sıkıntısını çekmiş biri olarak grup adı altında başkalarının disiplinsizliği, egoları, uyumsuzluğu gibi sorunlara takılı kalmak istemedim. Ama grubun olması mutlaka gereken ve en takıntılı olduğum olayı, senin gibi hedefe odaklı, aynı kafadan, birlikte olmayı sevdiğin insanlarla iş bölümü yaparak müzik yapmaktır. Barış ve Öyküm benim için bu yapıda bireyler olduğu için de grup şeklinde işleyen bireysel bir proje hepimizin kafasına yattı ve benimsendi. Musiki bildiğiniz üzere müzik, müzik eseri demektir. Esprili bir isimle grup olarak Göktuğ Şahin’in dilinden dökülenleri dinletmek bu projedeki hedefimiz. Ayrıca diğer projelerimden en büyük farkı ve artısı istediğimiz müziği istediğimiz gibi icra edebiliriz bir tür altında ezilmeden ki, çok geniş bir yelpazede çalıştım bugüne kadar. Göktuğ Şahin Musikisi her ne kadar adınız ile vücut bulmuşsa da bir grup ruhunun varlığının üstüne basıyorsun, kimlerdir bu ruhu oluşturanlar? Bahsettiğim gibi bu kadro bir arada olduğu sürece biz bir grubuz! Ve temelde 3 kişi olmamıza rağmen onlarca kişi-
den oluşmaktayız. Ben solist, söz yazarı, besteci ve azcık da gitarist olarak; Barış Yetkin davulcu, albümün prodüktörü (albümümüz Ankara Retro Stüdyolarında kaydedilmiştir) ve besteci; Öyküm Öztürk gitarist ve besteci olarak GŞM’de görev paylaşımı yapmış bulunmaktayız. Barışla daha önce Soulitary, Dem, All Star’da beraber çaldık ve kayıtlar yaptık; Öyküm ve Barış ise Fahrenhayt adlı projede birlikte bir albüm kaydetmişlerdi. Artık üçümüzün müzik adresi GŞM oluverdi. “Dem” albümü ile müziğinde neler değişti? Dem bizim her türlü kaygıdan uzak ve üstünde ince ince yaklaşık 1 yıl uğraştığımız bir albüm. Bu nedenle ortaya gerçekten bizden olan, bizi anlatan, sıcacık bir albüm ortaya çıktı. Ayrıca Barış’ın sihirli elleri ile Retro Stüdyoları’nın sınırsız imkanları ve desteği bir araya gelince bugüne kadar yaptığımız göğsümü gere gere sunabileceğim en iyi kalitedeki müzik ve kayıtlar diyebilirim. Albümün şarkılarından bahsedecek olursanız, dinleyici kitlenizi kimler oluşturuyor? Albümde herkesin mutlaka sahipleneceği bir parça mevcut. Çünkü Dem insandan bahsediyor ve insana dair birçok hissiyata dokunuyor. Bana kendimce bir şeyler hissettiren şarkıların başkalarına tamamen farklı şeyler düşündüreceğini tecrübeyle sabit olarak bildiğimden albümü anlatmak yerine dinleyenler bize anlatsa daha çok sevinirim. Hedeflediğimiz dinleyici kitlesi hakkında benim hep bir lafımı kullanmışızdır: ‘Annem de dinlesin arkadaşım da… Kardeşim de dinlesin düşmanım da… Eşim de dinlesin çocuğum da…’ Bu ilke ile hareket ettik hep fakat piyasa kaygısı gütmeden. Bizim derinimizden geleni çok sayıda ve çeşitli segmentlerden müziksever beğendiğinde işimizi doğru yaptığımıza inanıyoruz.
“Fırtına” klibinin verdiği mesajı da göz önünde bulundurursak, bu şarkıyı çıkış parçası olarak kullanmanızda en büyük unsur nedir? İnsan ticaretine yaptığın göndermenin gerisi diğer kliplerde farklı konular için de gelecek mi? ‘Fırtına’ dağıtım tarihini daha kaliteli sunum amacıyla birazcık ertelediğimiz albümümüzün ilk çıkış şarkısıdır. Bana hissettirdikleri umut üzerine ve insanın ümit edip kendine güvenerek her şeyi değiştirebileceğine dair bir şarkı. Önümüzde bu klip için 2 yol vardı: Ya çok eğlenceli dinamik bir klip ya da izlediğiniz şekilde daha karanlık bir klip. Biz kendi çapımızda bir fark yaratabilmek adına ikinci yolu seçtik. Her zaman için yardıma ihtiyacı olanlara desteğe ve sıkıntılı konulara dikkat çekmeye devam etmek istiyoruz. Fakat bunu içimizden geldiği zaman içimizden geldiği gibi yapacağız. Kesinlikle başka etkenler doğrultusunda değil. Eşsiz bir Pentagram şarkısı olan “Sonsuz”u yorumladığım bir önceki klipte de insan ticaretine değinmeyi çok istememe rağmen şartlar el vermemişti. Bir yanda öğretim görevlisi bir Göktuğ, diğer yanda müzisyen; nasıl idare ediyorsun? Hayatta insanın birçok rolü vardır. Evde koca, işte patron, sosyal hayatta arkadaş gibi her durumda farklı bir gömlek giyerek hayata devam ederiz. Benim için de bu tip durumlardan iş olarak en önemli ikisi müzisyenlik ve hocalıktır. Her ikisi de benim için inanılmaz zevkli ve severek yaptığım işler. Severek ve isteyerek yapılan şeylere de insan her zaman güç ve vakit bulabiliyor. Dem’i hazırlarken çok sayı-
da gecemi sabah 5’e kadar stüdyoda geçirip devamında okula giderek geçirmişimdir. Ya da sabah 9’dan akşama kadar ders verip koştura koştura stüdyoya gidişim hiç de az değildir. Hiçbir zaman bu durumdan gocunmadım ya da şikayet etmedim veya bir işim yüzünden diğerini ihmal etmedim. Kendi kendime çok sefer sordum: Neden birini seçip devam etmiyorsun? Cevabı ise her seferinde: Denedim ama olmuyor! Ayrıca düşündüğünüzde her iki işim de sahnede ve seyirci karşısında. Özetle sorunun cevabı: Yine sevgi… Gelecekteki projelerden bahsedebilir misin? Öncelikle Dem’i mümkün olan her dinleyici ile paylaşabilmek en büyük hedefimiz. Olabildiğince çok konser vermek, şarkılarımıza klip çekmek, yepyeni besteler ve kayıtlar hazırlamak, bir sürü röportaj yapmak, daha çok sevgiye maruz kalmak, rock müzik yapabilmek, beyin fırtınalarını şiddetlendirmek, yardım edebileceklerimize yardım etmek gibi her müzisyenin hedeflediği sıradan isteklerimiz var. Bunları da gerçekleştirmek için zevkle çaba harcamak istiyoruz. Bunları gerçekleştirmeye başladıkça daha büyük projelerimizle karşınızda olmaya can atıyoruz. Sizinle röportaj yapmak büyük bir zevk benim için. Bu çetrefilli ve dik yolda önümüze bir basamak daha ekleyen Boo!’ya bize yer verdiği için çok teşekkür ederim. Yine özenli, yine mantıklı, yine güzel sorular ve yine Boo! (şair burada Nisan 2006’da çıkan 4. sayımızdaki Dem röportajına atıfta bulunuyor -Alper D.) 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 33
Bitti.
lirsiniz ki kan, alkol, zaman, doyum gibi Dem’in birçok anlamından birisi de olgunluğa erişmektir. Albümü dinlediğinizde bunu fark edeceksiniz. ‘Olgunlaşmak üzere bunlar’ ya da ‘olmuş bunlar yahu’ kararı sizlerindir. Ama sahneye hiçbir zaman doyamayacağımızın garantisini verebilirim.
Su Elif Sivarioğlu suyunguncesi@gmail.com
gezi günlüğü
n ı n ’ a y r u t s u Av r a l a r e c a M a d n ı s ı Bat irol: T e v g r u b Salz
aşayan Su
y Viyana’da
Avusturya Tirol Eyaleti, Kufstein Bölgesi... rkadaşım beni karşılıyor ve evlerine geçiyoruz. Evdekiler Türk olduğuma inanmayıp İsviçreli ya da Romanyalı olduğum konusunda ısrarcı bulunuyorlar, genelde esmer tenli Türkler ile karşılaştıklarını belirtiyorlar. Ardından Kürtçe bilip bilmediğimi soruyorlar. Kız kardeşi benim için tamamı sebzelerden oluşan bir akşam yemeği hazırlamış. Yemekten sonra bir İtalyan tatlısı olan “mascarpone”yi deniyorum.
A
34 | Boo! Sayı: 6
E
nu
asonu yolu
lu bir haft lif Sivarioğ
İtalyanlar ne kadar gevezeler ise bir o kadar da ağızlarının tatlarını biliyor. Yemekten sonra Japonca öğretmeni olan Philipp’in ablasının gazetelerden tek tek uğraşıp kestiği kelimelerden bir şiir oluşturmaya çalıştık. Onları izlerken bunu büyük ciddiyetle yaptıklarını fark ettim. Tek tek kelimeleri seçip, kağıda yapıştırıp, gülümseyişlerini izledim. Bundan sonra ise odadaki objelere Almanca şiirler yazıldı. Bu iki oyunda da umduğumdan fazla eğlendim. Ardından Phi-
lzburg’a Tirol ve Sa
lipp ve küçükken bakıcısı, artık arkadaşı olan Judith gitar çalıp şarkı söylediler, birer kadeh Captain Morgan eşliğinde. Gecenin ilerleyen saatlerinde Kufstein’ın var olan tek barına geçtik. Ertesi sabah Philipp piyano çalıyor. Herkes duvardaki Virginia Woolf’un karakalem portesi eşliğinde dinliyor. Bu zamana kadar olan tüm oyunlar ve eğlenceler Tirol kültüründe bulunan eğlenceler. Bunlar her hafta sonu dost sohbetlerinde yapılırmış.
düşürür...
İlk olarak gölün kıyısındaki ormana gidiyoruz, herkes dağılıyor, yalnız yürüyüşe çıkıyor. Bu doğal güzelliği başka nerede görebilirim merak ediyorum doğrusu. Kufstein, Tirol eyaletinin baş bölgesi Innsbruck’tan sonra ikinci büyük bölgesi. Inn Köprüsü’nün hemen yanında bölgenin pazaryeri var. Kufstein kalesine geçiyoruz. Bu kalede Avusturya, Hitler Almanyası ile savaşmış. Kalede, içine attığım taşın düşme süresine göre tahminen 250 metre derinliğinde bir kuyu
aki Kufstein’d i is al ah ev
Kufste in
Kalesi
n Mozart’ı ev u ğ u d ğ o d St. Peter Kilisesi
Tüm bozukluk k larımı bir soka r çalgıcısına bi oiy er ıv at anda çalrum. Üstelik aypl , le bi mıyor back yapıyor!
Paskalya için hazırlanan vitrinler
Salzbu
rg Sok
akları
Bu köprüye ne yapıldığı gayet açık
Kufstein’dan bi’ tık daha büyük olan Salzburg’a... Mesafe trenle 2 saat. Salzburg’da gidebileceğiniz teknik işler, kimya ve fizik müzeleri var. Gece eğlencesi için toplam 5-6 mekan mevcut, hepsi yan yana Tuna nehri kenarındaki bir alanda toplanmış. Köprüdeki tel örgüye herkes
asma kilit takıp dilek diliyor.
si ile tasarlanmış.
Mozart’ın doğduğu binanın önü hep bayram yeri gibi. Az ilerisinde Mozart Meydanı var, çoğu yürüyüş ve eylemler Mozart Meydanı’nda başlayıp Mirabell Meydanı’nda bitiyor. Ayrıca gelin ve damatlar da düğünden hemen önce Mirabell bahçelerine geliyorlar, adettenmiş. Gelmişken de marzipanlı (badem ezmeli) çikolatalardan denemeden gitmiyorum. Alp Dağları’nın kuzey sınırındaki Salzburg’da Leopoldskron Sarayı tam bir Rokoko mimari-
Altstadt yani şehrin çok eskiden merkezi olan kısma geçiyorum. Burada daracık sokaklar, minik tüneller mevcut. Her yere tezgahlar kurulmuş, vitrinler ışıl ışıl. Tam paskalya öncesi gelmek ve bu manzarayla karşılaşmak da benim şansım. St. Peter kilisesi şu an şehir merkezi kabul ediliyor. Salzburg’da yaşayan bir arkadaşım, Salzburg’un tatil için güzel bir yer olduğunu, yaşamak içinse fazla küçük bir yer olduğunu her defasında belir-
tiyor. Bir gününüzü Kufstein ve Salzburg’a ayırsanız yeterlidir. Yola çıkıyorum, trenle 4 saat sonra Viyana’ya varıyorum. Tren bazen Almanya’nın içinden geçiyor. Viyana’dan uzaklaştıkça Almanca’nın diyalektiğinin bozulduğunu, Salzburg’da idare eder bir halde, fakat Tirol’de tamamen farklı bir biçimde karşıma çıktığını söyleyebilirim. Yaşadığım şehre gelmenin iç huzuru ile, MariaHilfer Caddesi’nde bir kahve içip günü bitiriyorum. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 35
Bitti.
var. Bu kuyuda savaş zamanı bir çok kişi intihar etmiş. Çıkışta Mozart çikolatasını deniyorum, el yapımı olanı. Çok farklı tatların birleşimi. İçinde baharat olduğundan eminim.
portfolyo
Süleyman Orbay Pekşen diğini düşünürsek içinden çıkacak fotoğraflar benim için miras değerinde olacaktı. Hissettiğim heyecanı ileride başka birisine yaşatabilecek olmak beni cezp etti sanırım.
orbaypeksen.com
Fotoğraftan önceki hayatın nasıl geçti? Mersin’in Mut ilçesinde doğduğumdan olsa gerek, gayet Mut’lu bir çocukluk geçirdim. Lisede beklenmedik bir şekilde Ankara’yı kazanmam hayatım için bir dönüm noktası sayılabilir. Küçük yaşta ailemden ayrılarak Ankara’ya yerleştim ve yabancı dil okudum. Uzunca süre müzikle uğraştım. Üniversite’de Almanca bölümünü kazanarak Samsun’a yerleştim. Fotoğraf çekmeye nasıl başladın? Ankara’dan ailemi görmek için Mersin’e gittiğimde dolapların birinde eski bir Lubitel II buldum. Fakat o zaman için daha heyecan verici olan şey, içindeki kullanılmış ama henüz banyo edilmemiş 6x6 120mm bir film olmuştu. Lubitel II’nin 1955-1980 yıllarında üretil-
36 | Boo! Sayı: 6
Sergilenmiş hangi projelerin var? Kurması en keyifli sergi hangisiydi? Sanırım bu konuda biraz takıntılı davranıyorum. Yıllardır içine girilmemiş, tarihi bir Rum konağını restore ederek açtığım KARMAKOMA isimli kişisel sergimden sonra başka bir sergi açmak hep beni düşündürdü. Benim için çok özel bir projeydi. Her ne kadar plan yapsam da onu aldatamıyorum. “Toplumsal Cinsiyet” adlı proje kapsamında, projenin Samsun ve İstanbul ayağında eğitimler vererek, öğrencilerimle beraber İstanbul’da “Toplumsal Cinsiyet” isimli sergimizi açtık. Çok keyifli bir deneyimdi. Fotoğraf haricinde “mobbing” konusunu ele alan kısa filmim, JCI (Genç Liderler ve Girişimciler Derneği) panelinde gösterime girdi, sonrasında film tüm Türkiye’deki panellerde gösterime sunuldu. Ekipman senin için ne kadar mühimdir? Benim için ekipmanın kalitesinden çok, onunla ne kadar
uyumlu çalışabildiğim önemlidir. Ticari işlerdeki önemi yadsınamaz tabi ki. Fakat iş sanat kısmına gelince hiç kimse beni “iyi ekipman, iyi fotoğraf” lafına inandıramaz. Atölyelerimde ya da fotoğraf söyleşilerimde soru “ekipman” olunca ilk gösterdiğim şeyler, binlerce liralık ekipmanın yerine kullandığım, DIY (kendin-yap) ürünler olur. İşimiz gereği yüksek fiyatlı ekipmanlar kullanıyoruz ama birkaç çekimimde makinemin pili bittiğinde cep telefonumu çıkarıp çekime devam etmişliğim vardır. Fotoğraflarını izlerken en çok etkilendiğin fotoğrafçılar kimler? Spencer Tunick’in enstalasyonları dışında düzenli takip ettiğim kimse yok sayılır. Çoğunlukla moda ve konsept çekimleri yapsam da izlerken keyif aldığım fotoğraflar bunlardan farklı olarak Lomo ve analog fotoğraflar oluyor. Özellikle Lomography ürünü fotoğrafların ruhu olduğuna inanıyorum. O yüzden gayet “ünsüz”, sadece estetik zevki olan insanlar bulup onların çalışmalarını izliyorum. Fotoğraf çekme eylemine özel anlamlar katanlardan mısın, yoksa “sadece se-
verek yaptığım bir uğraş” demek yeterli mi? Fotoğraf çekme eyleminden çok fotoğrafların kendileri anlamlı oluyor benim için. Ekiple beraber çalışmak aşırı eğlenceli, bir o kadar da yorucu. Fakat çekimden sonra sert bir “kahve” eşliğinde düzenlediğim fotoğrafı masaüstü resmi yapıp yatarım. Ertesi sabah yarı uykulu o bilgisayarı açıp fotoğrafı gördüğüm anda hissettiklerim sanırım yeterince özel oluyor :) Fotoğraf çekmekle ilgili geleceğe dair hedeflediğin bir şeyler var mı? Fotoğrafla ilgili olan hedeflerimin çok az bir kısmını yaptım şimdiye kadar ve tabi ki hayatımda olmaya devam edecek. Öyle dev projeler peşinde değilim. Devam eden fotoğraf serilerimi tamamlayıp uzun zamandır gizli kapaklı çalıştığım kısa filmlerime ve soyut video çalışmalarıma dönmeyi planlıyorum.
15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 37
38 | Boo! Say覺: 6
Bitti. 15 May覺s-15 Haziran 2012 | 39
BİYOGRAFİ DOSYA ARAŞTIRMA TARİH NOSTALJİ
Sandık Fotoğrafta Tipoloji Sayfa 44’te
Sinemada Dans Kavramı (2. bölüm) Sayfa 46’da
PostEmprestonizm ve Sonrası Sayfa 50’de
40 | Boo! Sayı: 6
Charles Dickens Sayfa 56’da
Ronnie James Dio Sayfa 60’da
SANDIK
Eski Medya:
Alper Demirci
Hıbır 1980’lerde bir ara Gırgır fırtınası esiyordu. Hatta rivayet odur ki, derginin tirajı 500.000’leri bile görmüş. İşte bu dönemde Oğuz Aral ile ters düşen çoğu Gırgır elemanı dergiden ayrılıp kendi dergileri olan Hıbır’ı kurmuşlardı. Sene henüz 1989.
Lomografi Mevzusu İsmini, kullanılan merceğinden alan Lomo, Sovyetler Birliği’nin önemli mercek üreten fabrikalarından biridir. İlk fotoğraf makinesini 1930 yılında üretmiştir. Bir rivayete göre Rus ajanları için üretilen bu makineler 1991 yılında Viyanalı bir öğrencinin eski bir kamera dükkanında denk gelmesiyle yeniden hikayesini başlatır. Öğrenciler arasında hızla yayılmaya başlayan lomografi, kendi topluluğunu oluşturan kendi kurallarını koyan bir çeşit bağımlılığa dönüşür. Uluslararası Lomografi Topluluğu kurulduktan sonra Lomografi Manifestosu yayınlandı. Ve Viyana’da ULT için boş bir ev tahsis edildi. İlk lomografi ser-
gisini de burada gerçekleştirdiler zaten. Lomografı çılgınlığı 1990’larda hızla artarken Rusya Lomo’nun üretimini durdurma kararı aldı. Ancak Manifestosunu oluşturmuş ULT boş durmadı ve fabrikayı ve Putin’i de ikna edip üretiminin devamını sağladılar (Doğrudur; Vladimir Putin de bu çılgınlığa göz yummak zorunda kaldı.) Lomografi Akımı Türkiye’de de hızla yayılmaya devam ediyor. Önce sadece internetten ya da Hayyam’dan bulabildiğimiz bu güzel makineler analog meraklılarını kendisine çekmekte zorlanmadı, dijital kulanıcılarını ise asi ama sevimli duruşuyla tavladı. -Kamer
80’ler Alfabesi Thin Lizzy / “Cold Sweat” (1983): İrlandalı hard rock efsanesi Thin Lizzy’nin son albümü Thunder & Lightning, önceki albümlere göre baya heavy metal sınırlarına geçiyordu. Albümün en bilinen şarkısı ise Cold Sweat idi. Sodom, Helloween, Dublin Death Patrol ve Kalmah gibi gruplar cover yaptılar.
Hıbır kısa sürede yüksek satış başarısına ulaştı, daha ilk sayılarının ardından 375.000 tiraj yakaladı. Günümüzden o zamana baktığımızda tam bir yıldızlar kadrosuydu Hıbır’da bulunanlar: Atilla Atalay, Latif Demirci, Aptülkadir Elçioğlu, Ramize Erer, İrfan Sayar, Hasan Kaçan, Mehmet Ersoy... Hepsini saymadım bile. Derginin kapağında ve ilk sayfalarında bugünkü mizah dergileri gibi gündeme dair hicivler yer almaktaydı. Sahaflardan eski Hıbır sayılarını toplamak, kronolojik sıraya göre dizmek, 90’ların başında Türkiye ve dünyada olup bitenleri özetçe görmek adına oldukça iyi bir yöntem bu yüzden. Ondan sonra gelsin en meşhur karikatür dizileri: En Kahraman Rıdvan, Buluş Bill, Grup Perişan, Eşi Nadide, Eşşek He-
rif, Biz Bıyıksızlar, İlişkiler, Mithat Bey ve Çırak Mirsat ve derginin en sonunda “Yemin ediyom aklıma geldiydi!” dedirten proceleriyle Porof. Zihni Sinir... Takvimler 1995’i gösterdiğinde dergi isim haklarını koruyamadığı için isim değişikliğine gitmek zorunda kaldı. Böylelikle HBR Maymun doğmuş oldu. Bu yeni oluşumla beraber sık rastlamadığımız bir şey de oldu, dergideki bütün yazarçizerler dergiden eş hisse alarak ortak oldular, her biri dergiyi eşit sahiplendi. Bu patronsuz yapıdan yola çıkarak HBR’ın açılımı “Haftalık Bağımsız Rahatsız” ilan edilmişti. Netice: Mizah dergilerinin müzmin kaderi olan bölünerek çoğalma, ve birkaç yıl sonra günümüze geldik...
Armağan Kanca & Alper Demirci
Ultravox / “Sleepwalk” (1980): New wave müziğin yüz akı olan grup nedendir ki değeri hiç bilinmemiştir. Kariyerlerinin başında yolları Eno ile kesişen grup synthesizer olayını yalayıp yutmuştur. Ure dönemine ait bu parçadaki synthesizer solo ise Ultravox’un alameti farikasını ortaya koyar.
Violent Femmes / “Kiss Off” (1983): Akustik, folk punk ve sokak çalgıcılığı üçgeninin ağırlık merkezi olan grup günümüzde ilgiyi kaybetse de benim gözümde hala bir efsane. Yaratıcı şarkı sözlerine Kiss Off’da da devam eden grup, bütün sokağı 1’den 10’a kadar saydırıp öfke patlaması yaşatmıştır.
W.A.S.P. / Animal (Fuck Like a Beast) (1984): Heavy metal ortamına şok edici bir imaj ve besteler ile giren W.A.S.P. PMRC’nin kurucusu Tipper Gore’un oldukça ilgisini çekmişti(!). Kurumun baskıları, plak şirketi Capitol’un çekinmesiyle bu şarkı albümün ilk basımına girememişti. Sonradan eklendi. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 41
SANDIK
1 Çocukluk Yaptım
Ceyda Zeynep Koyuncu ceyzeykoy@hotmail.com
Biri çocukluktan ergenliğe geçişin ete kemiğe bürünmüş hali, diğeri tüm bu zorlu yolculuk boyunca yanımızda olan çocukluk arkadaşlarımızın şarkısı. Bu ayki malzemelerimiz vazgeçilmez bir ikili; Harika Yıllar (The Wonder Years) ve Beatles grubunun muhteşem şarkısı “With a Little Help From My Friends”.
1 Dizi: The Wonder Years Dünyanın öbür ucunda yaşayan bir adam Kevin Arnold. 30’lu yaşlarının başındayken, 30’lu yaşlarının başında olan her fani gibi “Nerdeydim? Şimdi nerdeyim? Gelecekte nerde olacağım? Ne umdum? Ne buldum? Genç desen artık değilim, yaşlı desen henüz değilim ne acayip hallerdeyim” düşüncelerinin yoğunluğu ile kendini bir anda 20 sene öncesinde, hayatının en harika yıllarında, çocukluğunun bitiminde ergenliğinin başlangıcında buluyor ve dizi boyunca 12 yaşından 17 yaşına kadar neler yaşadığını anlatıyor. Meraklısına bir küçük not; Her ne kadar kahramanımız Kevin Arnold kendi kişisel harika yıllarını 1968-1973 yılları arasında yaşamış olsa da aslında “Harika Yıllar”, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından her şeyin çok güzel olduğunu düşünen Amerikalıların 19501960 yılları arasındaki döneme verdikleri isim. Yüzünde sımsıcak gülümsemesi ve aklında her an bir muzırlık varmışçasına bakan gözleri ile Kevin görür görmez sanki sizin de çocukluk arkadaşınızmış hissi uyandırıyor. Sonra bir bakıyorsunuz muhafazakâr babası Jack, ara bulucu ev hanımı annesi Norma, hippi ablası Karen, aşkta bir türlü dikiş tutturamayan ağabeyi Wayne, zehir gibi zeki inanılmaz çalışkan en yakın 42 | Boo! Sayı: 6
arkadaşı Paul ve dupduru güzelliği ile ilk aşkı Winnie Cooper da bir yerlerden tanıdık sanki. Sanırım dizinin başarısının sırrı da bu, çok keyifli bir hikâyeyi çok keyifli ve rollerine cuk oturmuş oyuncularla anlatıyor olması. Başarısından kasıt Harika Yıllar’ın sadece çok izlenmesi de değil üstelik. Dizi, 1988 yılında en iyi komedi dizisi dalında Emmy ödülünü alırken Kevin rolünde izlediğimiz Fred Savage komedi dalında en iyi başrol oyuncusuna aday gösterilen en genç aktör oluyor. Klasik bir aile durum komedisi gibi görünürken aslında sınırları zorlayan ve yeni hikâye anlatma teknikleri kullanan bir yapım olması nedeniyle 1989 yılında Peabody ödülü de Harika Yıllar’a gidiyor. Dizi toplamda 22 ödül alıyor ve 54 defa da çeşitli ödüller için aday gösteriliyor. Yaşarken üzüldüğümüz, kahrolduğumuz seneler, sonra düşündüğümüzde ise zamanında bizi böylesine üzen şeyin ne olduğunu dahi hatırlayamadığımız, unutulup giden pek çok şey arasından sıyrılan, hiç unutulmayan, üstüne üstlük her hatırlandığında daha da kıymetlenen güzel anılarımızı sanki Kevin’in gözünden anlatıyor dizi. Baba ve ağabey’le gidilen sürprizlerle dolu bir balık tutma macerası, ailece yenilen pazar yemekleri, ilk öpücüğün gizemi, şaşkınlığı, mutluluğu, bir arada duramayıp ayrı da kalamamanın mantığını çözme uğraş-
Tür: Komedi-dram Yaratıcıları: Carol Black, Neal Marlens Oyuncular: Fred Savage, Dan Lauria, Alley Mills, Olivia d’Abo, Jason Hervey, Danica McKellar, Josh Saları, sivilce sorununa getirilen acemice çözümler, size “kalın kafalı” diyen bir ağabeyle baş etmenin yolları… O ana kadar izlediğimiz 114 bölümünün her birinde hepimizin başından geçen insanlık hallerini çok çarpıcı bir biçimde anlatsa da asıl diyeceğini son bölümde diyor Kevin: “Hayatta hiçbir şey planlandığı gibi gerçekleşmiyor”. Bütün o kavgaların, tartışmaların sonunda tutku dolu bir öpüşmenin ardından birbirlerine hayatta hiçbir zaman ayrılmayacaklarına dair söz veren Kevin ve Winnie üniversiteye gitmek üzere birbirlerinden ayrılıyorlar. Winnie Paris’e giderken, Kevin Amerika’da kalıyor ama söz verdikleri gibi birbirlerini unutmuyorlar, 8 sene boyunca her hafta mektuplaşıyorlar. E böyle olunca bizler de ister istemez onlar için planlar yapmaya başlıyoruz ama sonunda 1982 yılında Amerika’ya dönen Winnie’yi hava alanına karşılamaya giden Kevin’in yalnız olmadığını, yanında karısı ve 8 aylık oğlu olduğunu öğreniyoruz.
viano Ülke: ABD Sezon sayısı: 6 Bölüm sayısı: 115 Bölüm uzunluğu: 22 dk. Türkiye’de yayınlayan kanallar: Show TV, Cine 5 Ekran kararmadan 37 yaşındaki Kevin’i oğluyla mutfak masasında otururken görüyoruz. Şöyle diyor Kevin ve bize de söyleyecek başka bir şey bırakmıyor: “Büyümek bir kalp atışı hızında gerçekleşir. Bir gün altınızda bez varken ertesi gün gitmişsinizdir. Ama çocukluk hatıraları hep sizinle kalır. Bir ev hatırlıyorum pek çok ev gibi, bir sokak hatırlıyorum pek çok sokak gibi ve esas olan şu ki tüm bu yıllardan sonra hala geriye hayranlıkla bakıyorum.”
1 Şarkı: With A Little Help From My Friends İnsanlar bile yana yakıla arayıp da bulamazken kaç diziye, kaç şarkıya nasip olur bu; ruh eşini bulmak? Bilenler bilir “Harika Yıllar”ın giriş jenerik görüntülerini gözünüzün önüne getirseniz aklınıza o şarkı, o şarkıyı bir yerlerde duysanız aklınıza hemen dizinin jenerik görüntüleri gelir.
SANDIK
Joe Cocker’ın single kapağı.
Dizide kullanılanı ve belki de bugüne kadar başka müzisyenler tarafından seslendirilmiş 50 küsur yorumu içinde en çok bilineni Joe Cocker’a ait olan, 1968 yılında İngiliz müzik listelerinde 1 numaraya oturan şarkının aslı Beatles grubuna aittir. Şarkının, grup üyelerinin oturup muhabbet ederlerken ortaya çıktığı söylenir. Şarkıyı eğlenceli hale getiren en önemli şey de belki şarkının soru-cevap şeklindeki kısımlarıdır. John Lennon, Paul McCartney, George Harrison sorarlar “İlk görüşte aşka inanır mısın?”, Ringo Starr cevaplar: “Evet, eminim bu her zaman olur”. Şarkının daha hızlı olan Beatles versiyonu insana mutluluk verirken Joe Cocker’ın kendinden geçerek söylediği tüm zamanların en iyi coverlarından biri olan muhteşem versiyonu insanı resmen başka alemlere götürür. Özellikle şarkının 1969 yılında Woodstock’taki yaklaşık 9 dakika süren canlı kaydı dinlenmeden ölünmesine gönlümün razı olmadığı şarkılar listemin baş sıralarındadır ve size tavsiyem bu güzel Mayıs gününde dizinin jenerik görüntüleri eşliğinde, bu canlı kaydı dinlemenizdir, “Oh, I get by with a little help from my friends, I get high with a little help from my friends, gonna try with a little help from my friends” kısımlarına eşlik ederken ömrünüzün en naif zamanlarına tanıklık eden çocukluk arkadaşlarınızı hatırlayarak.
5 Yıl Evvel Boo!’lar Bu içinde bulunduğumuz ikinci dönemde ara sıra bir aylık ara verdiğimiz zamanlar oluyor, böylece hayat gailesinde yorulup dergiye kafa patlatamadığımızda kendimizi toparlayabilmemiz için zaman kazanmış oluyoruz. Yine hedeflediğimiz sayfa sayısında (84), içimize sinecek sayılar hazırlıyoruz. Bundan tam 5 yıl önce, sağda gördüğünüz kapaklı 17. sayımız yayınlanmıştı. Şimdiki araları o zamanlar vermediğimiz, biraz da şimdikine göre çok daha dağınık ve plansızprogramsız çalıştığımız için içerik olarak dibe vurduğumuz sayılardan biriydi. Hakkımızda kim yorum yapsa sürekli “içerik kral” tabiri kullanılırken, normal içerik miktarımızın neredeyse yarısını sunabilmek utandırmıştı bizleri o sırada. O gazla 18. sayıdan itibaren birkaç sayı içeriği iyi sayılabilecek şekilde götürmüştük. Özellikle geçen sayıda bahsettiğimiz, birinci dönemin on beşinci sayısının (Mart 2007) kapağı ile, sokak modacılarının dikkatini çekmiş olacaktık ki, Istanbul Street Style ekibi bizimle iletişim kurdu ve partilerine davet etti. Derginin ele başısının (Alper D.) İzmir’de ikamet etmesi, İstanbul’da oturanlardan birini partiye yollamasını gerektiriyordu. Ellerini ovuşturdu, nihayet özendiği dergilerdeki gibi bol kısa söyleşili, özel
fotoğraflı bir etkinlik izlenimi yayınlayabilecekti! Ama partiye katılması için umut bağladığı üç kişi de işi başaramadığı için (biri hastaydı, biri akşam üstüne kadar kalabiliyordu, biri kendini partiye kaptırmıştı) gitmediği etkinliğin izlenimlerini yazarak bir ilke imza attı. Bu izlenim yazısı soldaki kapaklı sayıda çıkmıştı. Uydurma bir izlenim yazısı haliyle kesmeyince, Istanbul Street Style ekibiyle ayrıca bir röportaj yapıldı. O da sağdaki kapaklı sayıda çıktı. Ondan sonra bir daha haberleşilmedi ekiple zaten (galiba). On altıncı sayıda (soldaki) o zamanın yer üstüne çıkabilmiş gruplarından Anima ve Umut Adası filminin senaristi Ayşe Türk ile yapılmış röportajlar dikkat çekiyor. Fotoğrafta Okan Özdemir, fotoğrafdışı görsel sanatlarda Emir Uçkan portfolyosuyla konuktu. On yedinci sayıda ise o zamanlar henüz dağılmamış olan üçnoktabir grubuyla yapılmış bir röportajımız vardı. Armağan dergide bu sayıyla birlikte yazmaya başladı. “Eskici” başlıklı yazılarının ilk ismi Journey grubu oldu. Dilara Köse ve Murat Saygıner’in portfolyoları vardı. Bu arada o zamanlar ne çikinmiş sayfa tasarımlarımız, gece gece gitti gözler...
15 Mayıs 1940: McDonalds zincirinin temelleri atıldı. Fast-food kavramı, “Amerikan mutfağı” kavramının ne olduğunu özetler şekildeydi. 17 Mayıs 1920: İlk ticari uçuşu Hollanda havayolu şirketi KLM yapmıştı. Böylelikle, gözümüze nice uzun gözüken yollar kısaldıkça kısalmıştı. 21 Mayıs 1945: Aktris Lauren Bacall ve aktör Humphrey Bogart dünya evine girdi. İkili, evlenmeden önce “To Have and Have Not”, evlendikten sonra “The Big Sleep” filminde birlikte rol aldılar. 22 Mayıs 1761: İlk hayat sigortası poliçesi Philadelphia’da uygulanmıştı. Bununla yetinmemiş üniversitedeki en bela ders olmuştu. 2 Haziran 1989: Robin Williams’ın coştuğu “Dead Poets Society” filminin galası yapılmış, Walt Whitman’dan Robert Frosta kadar birçok şairin şiirleri kulağımıza çalınmıştı. 3 Haziran 1948: Korczak Ziolkowski Rushmore dağının yanındaki “Crazy Horse” heykelinin yapımına başlandı. 6 Haziran 1850: New Amsterdam’ın adı New York City olarak değişti. 10 Haziran 2004: Blues müziğin efsane isimlerinden Ray Charles, 73 yaşında hayata gözlerini yumdu. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 43
* Vikipedi sağolsun, Armağan Kanca’nın da sağ olduğu kadar.
e t h i r Ta * y A Bu
Gözde Karahan gzdkarahan@gmail.com
fotoğraf Fotoğrafta Tipoloji:
Tektipliliğin Çeşitliliği T ip ve tipoloji kavramlarına ülkece aslında aşinayız. Adını bilmesek bile her zaman karşımıza çıkan, aslında ne olduğunu bildiğimiz ama “tip” denildiğinde aklımıza filmdeki jönün geldiği kavram. Edebiyat derslerinde öğrendiğimiz şeylerden birisi de tip ve karakter farkıdır zaten. Tip edebiyatta bazı özellikleriyle öne çıkan ve bu özellikleriyle diğerlerinden ayrılan birisiyken; genel kullanımda (mimari, bilim, sanat vb.) aynı cinsten varlıkların veya nesnelerin temel özelliklerini büyük ölçüde kendisinde toplayan örnek ”tip”tir.
Tipolojiyi anlamak için de tipten yola çıkmak, bu açıdan düşünmek lazım. Gerçi bunun için edebiyattan ya da sinemadaki yakışıklı ağabeylerden örnek veremiyorum. Zira dendiği anda ne olduğu anlaşılıyor. Üstelik günümüzde arkeolojiden psikolojiye, botanikten mimariye kadar pek çok alanda kullanılıyor. Tipoloji bizi çok şaşırtmayacak biçimde Yunanca iki kelimenin birleşmesinden oluşmuş; typos, yani karakter ve logos, yani bilim. Günümüzde de, özellikle sosyal bilimlerde daha çok karşımıza çıkıyor ama her yerde ortak özellikler taşıyan birimlerin oluşturduğu topluluklara ya da tiplere göre gruplandırma yapma işlemine tipoloji deniyor. İsteyenler sadece tipleri benzerliklerine göre sınıflandırırken, isteyenler bunun 44 | Boo! Sayı: 6
altında da pek çok alt kategori açabiliyor. Gerçi bu kısım bizi ilgilendirmiyor. Çünkü Platon’un idealar/fenomenler ayrımı yapması ile başlayan bir zamandan sonra herkes farkında olarak ya da olmayarak tipolojiyi kullanıyor.
Fotografik kayıt elbette uzun zamandır bu sınıflandırmaları yaparken kayıt tutmada bir araç çünkü çoğunlukla ayrıma sebep olan ana farkın, yani dış görünüşün saptamasını yapabiliyor. Ama tipoloji ve fotoğrafı sanat için kullanan fotoğrafçıların sayısı da az sayılmaz. Yine de pek sanatsal diyemeyeceğimiz ilk örneği atlamasak daha iyi olur. Aslında tahmin etmesi çok kolay, fotoğraf makinelerinin gelişmesi, zamanla hızlarının ve keskinliklerinin artması sayesinde 1860’larda fotoğraf makinelerini polisler de kullanmaya başlıyorlar. Örneğin 1872 yılında Fransa polisi bir fotoğraf servisine sahip olmuş bile. Ya da polislerin dışına çıkıp; 1878 yılında Salpétriére Hastanesinde kurulan fotoğraf servisinin pek çok konuda arşivlemeden sorumlu olduğunu söyleyebiliriz. Ama bilinçli olarak tipolojiyi kullanan ilk adam kimdi derseniz; Alphonse Bertillon’dur derim. 1879 yılında emniyet müdürlüğünde fişleri kopyalamak için çalışmaya başlayan Bertillon, suçluları 10 ayrı noktadan aldığı ölçümlerden faydalanarak vücudun beş-
Her şeyin bir tipolojisi var; gözle görüp birbirine benzetebildiğimiz, kendimizce ayırıp birleştirebildiğimiz kısaca sınıflandırabildiğimiz her şeyin. Peki fotoğrafta tipoloji nasıl oluyor? Çektiklerimizden mi bir tipoloji oluşturuyoruz, yoksa aslında var olan tipolojileri mi kaydediyoruz?
te bir oranı ile baş ve gövdeyi cepheden ve sağ profilden olmak üzere fotoğraflıyor ve böyle dosyalama yapıyordu. Genelde bu detaylar sıkıcı ya da önemsiz gelse de tipolojide “neyi çektiğinin” yanındaki bir diğer önemli konu da “nasıl çektiğin” oluyor. Çünkü çekimi nasıl yapacağına da neyi çektiğine de aslında amacın yön veriyor. Bertillon sözü geçen fotoğraflarını homojen ışık altında, hiçbir optik müdahalede bulunmadan ve suçluları doğrudan kameraya baktırarak çekmiştir. Bu fotoğrafları da yine sinema filmlerinden hatırlayabiliriz. Alman fotoğrafçılarda sanat, fotoğraf, tipoloji üçlemesi Zaten çok az sayıda olan fotoğrafta tipoloji çalışmalarının, özellikle de en çok bilinenleri çoğunlukla birbirinden de etkilenmişler. Kim bu en çok bilinenler? Hem çok bilinen hem de sanat açısından gerçekten ilk olanları Karl Blossfeldt, August Sander ve çağdaşımız Bernd ile Hilla Becher çiftidir. Saydığım üç
isim de Alman’dır ki bunun konumuzla pek ilgisi yoktur ama özellikle Sander’in çalışmalarının yolunu ve sonunu Alman olması çok etkilemiştir. Ama bu kısma geçmeden önce Karl Blossfeldt’e bir bakmalı; bir proje için 1890 yılında bitki toplayıp fotoğraflayan ve buna 40 yıl devam eden sanatçı, bitkileri biyolojik sınıflandırmayla değil formlarının özelliklerine göre sınıflandırmıştır. Bitkileri düz bir fonun önünde, karenin tam ortasında yer alacak şekilde ve doğal bir ışık yardımıyla görüntülemiştir. Sonradan bu görüntüleri büyüterek vurgulamak istediği formu belirgin hale getirir ki bu da bitkiyi artık bitki olmaktan çıkarır; bitki artık mimari bir forma yahut bir makine parçasına benzemektedir. Bir diğer Alman fotoğrafçı August Sander yirminci yüzyıl insanlarını konu olarak ele alır. Sander Alman toplumunu gruplara, hatta bu grupları da alt gruplara ayırır. Sander 1920’lerde bir yayımcının isteği ile başladığı bu çalışmada; insanları doğal ortamlarında,
“Objesi ile arasındaki mesafesini sürekli korumuştur, böylece işçi ve bürokrat fotoğrafta aynı güçlülükte görünmüştür.”
En üstte, Becherlerin su tankı tipolojisi. Bir üstte August Sander’in özportresi. Solda ise Karl Blossfeldt’in bitki tipolojisi.
cepheden ve doğrudan kameraya bakarlarken görüntüler. Objesi ile arasındaki mesafesini sürekli korumuştur, böylece işçi ve bürokrat fotoğrafta aynı güçlülükte görünmüştür. Ancak çalışma bir arada incelendiğinde Alman toplumunun sosyal, kültürel ve ekonomik sınıfları arasındaki fark öylesine gözler önüne serilmişti ki, Gestapo projeyi ve Sander’in çalışmalarını durdurmuş, hatta sayısı 50 bini geçen negatiflerine el koydurmuştur. Endüstriye Becher bakışı Bernd ile Hilla Becher çiftinin tipoloji yöntemine geldiğimizde ise (ki aynı zamanda günü-
müze de çok yaklaşmış oluyoruz) anonim endüstriye ait mimari yapıları diziler halinde görüntülediklerini görüyoruz. Sanayi devrimi sonrası kentlerin ve mimarinin gelişimi; sanayiye hizmet edecek şekilde gelişmiştir. Ayrıca Fourier’e göre bu değişim sadece sanayinin başlamasıyla değil, uygarlıkla başlamıştır. Monoton, birbirinin aynısı yapılar çevremizi sarmıştır. Becher çifti de endüstri ile çevremize yayılan işçi evleri, fabrikalar, kömür madenleri, silo ve depolar, petrol rafineleri gibi upuzun bir listeyi fotoğrafladılar. Bu listedekilerin çoğu, görüldüğü üzere endüstri ih-
Becherler çalışmalarını insandan arındırırlar ama insan yapımı olan objelerde ve dolayısıyla fotoğraflarda doğal olarak insan izleri karşımıza çıkabilmektedir. Fotoğraflama yöntemleri özellikle 1930’lu yıllarda etkili olmuş yeni nesnellik anlayışına uyar. Bu anlayışı günümüze ve kendi sanatlarına uyarlamışlar, bireyselliklerini böyle de ortaya koymuşlardır. Sadece fotoğrafı çekim yollarıyla değil, sergileme yollarıyla da dünya görüşlerini yansıtmaya çalışırlar. Siyah beyaz fotoğraflarını 6, 9 ya da 12’li sayılarda bir araya getiren sanatçılar böylece çalışmalarına da bir bütünlük getirmişlerdir. Bu sunumları sayesinde, izleyicileri nesneler arasında kıyaslama hatta sınıflamalar yapabilmiş, kendini insan ve teknoloji ilişkilerini sorgularken bulmuşlardır. Tipolojinin fotoğraftaki farkı Tipolojinin kendisi fotoğraf disiplininde farklılaşırken, fotoğraf da tipoloji disiplinine girince farklılaşıyor. Sanat için yapılan tipoloji çalışmalarında bile sanatçı kareye kendinden bir şeyleri doğrudan koyamıyor, ancak koydukları ya da koymadıkları ile derdini anla-
tıyor. Ama günümüze gelen örnekler çoğunlukla yeni nesnellik kriterleri ile oluştuğundan bu karelerle ilgili genelleme de bir yandan yapılabiliyor. Objeyi karenin merkezinde, doğrudan bakış ile cepheden görüntülenmiş, yaygın ışık altında herhangi bir optik ve görsel deformasyona izin vermeden çekilmiş buluyoruz. Çekim kriterleri nedeniyle karelerde görülmeyen fotoğrafçı kareleri birleştirip, onu sergilerken bir anda ortaya çıkıverir. Seyirci sanatçının duygularını alabilir, kendini tartışmasını istediklerini tartışmaya başlamış buluverir. Bilimle fotoğraftaki tipolojiyi de ayıran işte budur. Bilimde sonuç bütün özellikleri bünyesinde toplayan ideal bir tip iken, fotoğrafta benzerleri ile bir araya gelen tipler farklılıkları ile birbirinden ayrılır da. Rengarenk trafolar Tipolojiyi kullanmak ya da kullanabilmek her yiğidin harcı mıdır bilemiyorum. Aktardığım örneklerden canlı olarak tanışabildiğim bir fotoğrafçı olmasa da Türkiye’de bu işi başarıyla yapabilen bir fotoğrafçıyla tanışma fırsatım olmuştu. Sevim Sancaktar da farklı semtlerde, hatta bazen farklı şehirlerdeki trafoları fotoğrafladı, bu çalışma sırasında yukarıda belirttiğim çekim kriterlerini kullandı. Aslında tehlikeli olan ancak, estetik görünmesi açısından boyanıp, bu resimlerin arasından dikkat levhasına odaklanamadığımız trafolara farklı bir gözle bakmamı sağlayan bir çalışmaydı. Tipolojinin uygulanabilirliğini de gördükten sonra bir kez daha aklımı çelmesine izin verdim ancak yine korkup kaçtım bu fikirden. Zira uygulanabilirliğinin yanında sabrı ve uzun süreli bir emeği gerektiriyor fotoğrafta tipolojik bir çalışma. Bir de anlatması derdini, anlamaktan daha zor. Ama bir kez başardıktan sonra tipoloji ile değimi yerindeyse anlatılamayacak dert yok. Gerçi belki de vardır. Bir denemek lazım. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 45
Bitti.
tiyaçlarına göre oluşan tekdüze yapılardı. Becherler çalışmalarını tüm Avrupa ve hatta Kuzey Amerika’da yürüttüler. Bu alan aynı zamanda endüstrinin ilk ve en çok geliştiği alandır da. Böylece çağımızın endüstri alanındaki gelişimini gözler önüne sermişlerdir.
Armağan Kanca armagankanca@hotmail.com
film dosyası
Sinemada Dans Kavramı, 2. bölüm:
Beyaz Perdede Dansa Devam Geçen sayıda başlayıp, “devamı gelecek sayıya” diye vaat etmediğimiz dosyaya kaldığımız yerden devam ediyoruz. Yine bol miktarda film ve akıllara kazınan dans sahneleri...
Simple Men
46 | Boo! Sayı: 6
6) Bizde ne var ne yok? Bizden iki filmi listeye dahil ettim. Bu filmlerden ilki Kemal Sunal’ın dansözle birlikte döktürdüğü “Tosun Paşa” filmi. Dansözün gelmesiyle gözünün feri açılan Kemal Sunal nam-ı diğer Tosun Paşa, Lütfü’nün (Şener Şen) şaşkın bakışlarına aldırmaksızın kendisini piste atar. ‘Çıplak çengiye’ ayak uydurmaya çalışan Mısır valisi, herkesin bakışları arasında kurtlarını döker. Sonuç mu? Rezalet!
şey geliyormuş gibi tepkiler veren bir adamın dansıydı bu yapılan. Onun beynindekileri en yakınları dahil anlamamıştı. Kendine özgü dansını yaptı, Werner Herzog filmi izledi ve bu hayata ‘adios’ dedi.
Tosun Paşa
“Permanent Vacation / Sürekli Tatil” Uruguay doğumlu Fransız yazar Lautréamont’nun efsane kitabı Maldoror’un Şarkısı’ndan çok sıkıldım diyen bir Beat’in dansı bu anlatacağım. Minimal bir odanın içindeki kadın pencereden manzarayı izler. Sürekli tatildeki Beat genç, pikaba plağı koyar ve sahneyi doldurur. Ortamdaki kızın nesneden farkı yoktur. Tepkisiz bir şekilde manzarayı izlerken, sürekli tatildeki genç kendinden geçer.
Listedeki diğer filmimiz, Cahit Berkay’ın muhteşem müzikleriyle donatılmış olan “Dila Hanım” filmi. Filmdeki en önemli sahne -filmin sonlarına doğru- Kadir İnanır’ın yerinden bir anda kalkıp, geriye bakmaksızın, ağır adımlar eşliğinde dans pistine gelmesidir. O pist sadece Kadir İnanır’a aittir. Türkan Şoray elinde tabancayla onu uzaktan izler. Onu vurmak zorundadır. Ama Kadir İnanır’ın bu ‘aşka meydan okuyucu dansı’ Türkan Şoray’ın gözyaşlarına engel olamaz. Aşk kazanmış mıdır?
Napoleon Dynamite’ta, ‘Vote for Pedro’ t-shirtü giymiş Napoleon, arkadaşı Pedro’nun okul seçimini kazanması için geçer topluluğun karşısına Jamiroquai’ın Just Dance parçası eşliğinde. Bundan 10 yıl sonra bile dansından bahsettireceğini umduğum Napoleon sadece oradaki öğrencilerin sempatisini kazanmamış, kült film hayranı sinemaseverleri de peşinden sürüklemiştir.
“Lütfü! Çıplak çengi geldi. Hihi” (Tosun Paşa’dan) 7) Tek Kişilik Şovlar Tek kişinin sahneye hakim olduğu anlardan bahsedeceğim. Tamamıyla özgür ve sadece siz oranın hakimisiniz. İlk olarak disko kralından bahsedelim. “Saturday Night Fever / Cumartesi Gecesi Ateşi” filmindeki John Travolta’yı aklınıza getirdiğinizde disko müziğini kafanızda canlandırmanız kaçınılmaz olur. Bütün o renkli ışıklar altında dar pantolonu ve üstüne geçirdiği gömleğiyle dikdörtgen şeklindeki dans pistinde ilgiyi çekmeyi başarır. O oraya aittir. O diskonun kralıdır ve herkes o kralı izlemek için dikdörtgenin kenarlarına sıralanır. Arka fonda çalan parça Bee Gees’ten “You Should Be Dancing”tir. Unutmadan John Travolta’nın henüz 23 yaşındayken bu rolüyle Oscar’a aday olduğunu da belirteyim.
Saturday Night Fever
Hemen soluğu Elizabethtownda alalım. Susan Sarandon filmde az ama öz görünüyor. Kocasının ölüm yıldönümünde “Moon River” parçası eşliğinde yeni yeni öğrendiği Tap Dansını yapması sonucu, sadece filmdeki coşkulu katılımcılardan değil aynı zamanda bizlerden de alkışı almasını biliyor. “In & Out / Vücut Dili” filminde, radyodaki ses Kevin Kline’ı zorlar, zorlar, zorlar. Ona bu dansı kesinlikle yap-
mamasını tembihler. Bu dansı yapması durumunda onun ‘eşcinsellik belirti’lerine sahip olduğunun sonucuna varılabileceğini söylemeye çalışır. Kevin Kline, bütün bu laf kalabalığından sonra kendisini sıkar, sıkar, sıkar. Ve sonunda dayanamaz. Kendisini müziğin ritmine bırakır. “Control / Kontrol” filminde Ian Curtis’in dansından bahsedelim. Tam anlamıyla paranoyak bir dans söz konusu burada. Sanki üzerine bir
Listenin en çılgın dansını sona bıraktım. Brat Pack dünyasının en haşarı çocuğu Jon Cryer’dan bahsetmek istiyorum. “Pretty In Pink” filmiyle yapmış olduğu dans belki de tüm filmlerdeki en havalı dans olabilir. O Molly Ringwald’a aşıktır. O bir çılgındır, o bir Duckie’dir, o nevi şahsına münhasırdır. O, aşkına “Try A Little Tenderness” cümlesini söylerken olabildiğince doğaldır. Müzik dükkanına ani bir giriş yapar ve Otis Redding taklidi yaparak şovunu tamamlar. “Squeeze her, don’t tease her, never leave her / Get to her got got got to try a little tenderness” (Pretty In Pink’ten) 8) İki Kişilik Şovlar İlk film Kazantzakis’in roma15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 47
nı Zorba The Greek uyarlaması “Alexis Zorbas / Zorba”. Kumsalda Mikis Theodorakis’in müziği eşliğinde Anthony Quinn ile Alan Bates, sirtaki yaparlar. Anthony Quinn, Alan Bates’e zorbaların dansını öğretir adeta. Al Pacino’ya Oscar kazandıran filme geçelim. Her ne kadar Pacino daha önceden bu ödülü hak etmiş olsa da “Scent of a Woman / Kadın Kokusu” Pacino’nun Oscar kazandığı ilk ve tek yapım olarak hatırlanacak. Bu yapıttaki en önemli sahne kuşkusuz Tango sahnesidir. Filmde kör bir emekli teğmeni canlandıran Pacino, belki de en zor dans olan Tango’nun hakkından gelmesini öyle bir bilir ki, ağzınız açık izlersiniz. Jim Carrey’nin oynadığı zırtapoz filme geçelim. 1994 yılında Cameron Diaz’ın ilk kez tanındığı “The Mask / Maske” filmindeki dans sahnesini de bu başlığa dahil ettim. Yeşil kafalı Carrey, partnerini o kadar zorluyordu ki, Diaz’a bir an acımadım değil! Şimdiki filmin dans figürleri dünyamıza biraz yabancı. Çünkü Mars’tan gelen bir paket servis bu! Film, kendisini Mars’lı sanan bir çocuğun hikayesini anlatıyor. Marslı çocuk ve onu evlat edinen babası John Cusack, “Martian Child / Marslı Çocuk” filminde dünyamızdan ışık yılı uzakta başka bir gezegende geziniyorlar. ‘Bu maskeli balo ve onun sahte yüzleri’, bu film için en uygun başlık olurdu. Bir maskeli balo sırasında Michael Keaton ve Michelle Pfeiffer dans eder. Herkes ama herkes maskelerini takmışken onlar maskeli bir yüzden özellikle sakınırlar. Ancak bu durum sizi yanıltmasın, çünkü ikisinin de maskeli yüzü aslında maskesiz yüzleridir. Çünkü gerçek yüzleri aslında, Yarasa Adam ve Kedi Kız’dır. Bu yüzden, “Batman Returns / Batman Dönüyor” filminde Tim Burton’ın yaptığı 48 | Boo! Sayı: 6
ironi bu kadar manidardır. Son olarak, arka planda çalan Siouxsie & The Banshees’in “Face To Face” parçasının Gotham şehrinin atmosferini tamı tamına yansıttığını söylemeden geçemeyeceğim. Bir maskeli balo daha… David Bowie ve sevimli yaratıklarının, labirenti birlikte yönettiği filmden bahsedeceğim. “Labyrinth / Labirent” filminde goblin kralı David Bowie, Jennifer Connelly’e aşıktır. Bir maskeli balo hayal eder. Balodaki herkes maskeliyken, Bowie ve Connelly maskesizdir (Batman Returns filmindeki gibi). Bowie’nin kadife sesi ortamda hakimken arka fonda çalan parça “As The World Falls Down”dır. Parçanın sonlarına doğru dans pistindekiler Connelly’nin üstüne üstüne gelmeye başlar. Bunun üzerine labirenti çözmeye çalışan Connelly çareyi kaçmakta bulur. Bu arada filmdeki kuklalardan sorumlu isim “The Muppet Show” ile gönüllerde taht kurmuş yapımcı, yazar, yönetmen Jim Henson’dır.
Napoleon Dynamite
Labyrinth
“Face to face, my lovely foe” (Batman Returns’den) 9) Spontanlığın Doruk Noktaları Bir kişinin ateşlemesi onlar için yeterli. Onlar durağanlıktan sıkılmış insanlardı. Onlar bilinçaltlarını harekete geçirenlerdi. “The Big Chill / Büyük Ürperti” filmindeki arkadaş grubunun küçücük mutfağa sıkışıp her şeyi unuttukları dans sahnesi yok mu? Dans ederek yemek yapmak, bulaşıkları yıkamak hiç bu kadar zevkli olmamıştı. Gençliği en iyi anlayan yönetmen geçtiğimiz yıllarda aramızdan ayrıldı. Bahsettiğim yönetmen Amerikan 80’ler sinemasının mihenk taşlarındandı. Brat Pack kavramının atası olan John Hughes’un kariyerindeki en önemli filmlerinden birisi olan “The Breakfast Club / Kahvaltı Kulübü” bu listeye girmeyi sonuna kadar hak etti. Sade-
The Breakfast Club
ce 80’ler sineması değil, tüm sinema tarihi boyunca en sevdiğim filmler listeme giren bu başyapıttaki dans sahnesini yazmadan geçmek, yazının en önemli noktasını es geçmek olurdu. Birbirini tanımayan 5 gencin bir günlük maceralarını anlatan bu film, hayata kazık atmanın doyumsuz zevkini yaşatıyordu. Onlar Karla DeVito’nun “We’re Not Alone” parçasıyla coşarken biz de bu eğlenceye katılmakta bir an bile tereddüt etmiyorduk.
Save Ferris! “Ferris Bueller’s Day Off / Ferris Bueller’la Bir Gün” filminden hafızalara kazınan bu sloganın başkahramanı Ferris Bueller gibi olmak kim istemez ki? ‘Hayatı anlık yaşamak gerekli’ cümlesini motto olarak benimsemiş Ferris karakteri, alıyor mikrofonu eline ve Alman Günü Kutlamaları sırasında giriyor sarışın Alman kızlarının arasına ve The Beatles’ın “Twist And Shout” parçasını söylemeye başlıyor. Genci, yaşlısı, siyahı, beya-
zı, Alman’ı, Amerikan’ı herkes danslarıyla bu parçaya eşlik ediyor. Unutmadan, tüm okul onun o sırada yatağında uzanmış bilmem kaç buçuk derece ateşle yattığını sanıyor. Bir Dostoyevski uyarlaması olan “Le Notti Bianche / Beyaz Geceler” İtalyan sinemasının baş tacı yönetmenlerinden Visconti’nin filmi. Rüya gibi bir film olan Beyaz Geceler’deki dans sahnesini hangimiz kahkahalarla izlemedik ki? Filmin başrol oyuncuları afacan ikili Maria Schell ve Marcello Mastroianni, dans hakkında hiçbir şey bilmezken bir anda kendilerini profesyonel dansçıların arasında bulmalarına ne demeli? Üstüne üstlük Mastroianni’nin onlarla aşık atması ve bu tempoya ayak uyduramayıp düşmesi listedeki en komik dans figürlerinden birisini görmemize neden oluyor. Pasolini’nin bu adı sanı pek bilinmeyen “Uccellacci e Uc-
cellini / Şahinler ve Serçeler” filmini hatırlattığım için bu metni okuyan herkesten sembolik olarak 10 kuruş almam gerekiyor (Toplayınca iyi para ediyor!). Çünkü sinemaseverler Pasolini’nin başka filmlerine kanalize olmuşken bu filmi nedense göz ardı ediyorlar. Pasolini’nin Komünist Parti dönemlerine taşlamada bulunduğu bu filmde yönetmen bir nevi özeleştiride bulunuyor. Kara komedi türüne yakın bulduğum bu filmin dans sahnesi ise alametifarikası eşliğinde (bahsettiğim şey müzisyen Ennio Morricone’nin teması) kendine yer ediniyor. Taşra yaşamasına sıkışıp kalmış gençlerin kendini dansta bulmalarını anlatan bu sahne fütursuzca dans etmenin doruk noktalarında geziniyor.
“Don’t You Forget About Me Don’t Don’t Don’t Don’t Don’t You Forget About Me” (The Breakfast Club’dan)
10) Kült Sahneler Bazı filmler vardır. Adlarını telaffuz eder etmez, o kilit sahneyi gözünüzde canlandırırsınız Bu başlıkta anlatmak istediğim filmler de böyle filmler. İlk olarak Tarantino’nun dünyasına dalalım derim. Bahsedeceğim her iki filmde de, sırat köprüsünden geçeceğinize eminim. İlk sahnemiz “Reservoir Dogs / Rezervuar Köpekleri” filminden ve oldukça vahşi. Bir mahzende yalnız başına kalan Mr. Blonde eline usturayı alır, karşısında polis memuru, kasetçalarında Stealers Wheel grubundan “Stuck In The Middle” parçası, başlar salına salına dans ede ede polis memurunun kulağını kesmeye. Ne tüyler ürpertici sahne ama! İkinci sahne, bilerek veya bilmeyerek herkesin uyguladığı bir dansa dönüştü. “Pulp Fiction / Ucuz Roman”daki John Travolta ve Uma Thurman’ın çıplak ayak dansı onlara yarışmada birinciliği getirdi.
indie koreografinin bulunduğu bir sahne yaratmasa olmazdı. Filmdeki kült sahne, sırf en iyi dans sahnelerinden biri olmakla kalmayıp aynı zamanda dans dışı da en iyi sahnelerden birisidir. Olabildiğince komik olan bu sahnede Martin karakterinin bütün hareketlerini gözlemlemenizi öneririm.
“Risky Business / Riskli İşler” çok rahatlıkla geçen ayki 80’ler Kuşağı başlığı altında değerlendirilebilirdi. Ancak bu başlıkta değerlendirmeyi daha uygun buldum. Tom Cruise, ailesinin tatile çıkmasının hemen ardından ayaklarını kaydıra kaydıra parke alanda kadrajda ortalanmış bir şekilde bulur kendisini. Üstünde bir gömlek, altında bir slip, ayağında beyaz çorap ve elinde mikrofon süsü verilmiş bir antikayla görünür. Arka planda çalan parça Bob Seger’dan “Old Time Rock’n’Roll”dur. Bu kült sahnenin aynısı daha sonra çeşitli dizilerde birebir görülmüştür. Uzaylı dostumuz kedi sever (?) Alf bile gözünde güneş gözlükleri ve eline mikrofonu (Mikrofonu mu? Düpedüz salatalıktı) alarak bu parçaya eşlik etti. Daha ne olsun!
11) Dans ve Sistem Eleştirisi Son filmimiz ‘dans’ merkezli bir sistem eleştirisi içeriyor. Yönetmen Sydney Pollack’ın yorulmak bilmeyen yarışmacıları konu edindiği filminin adı “They Shoot Horses, Don’t They? / Atları da Vururlar”. Büyük Buhran zamanı Amerikasında geçen film, yoksulluktan harap ve bitap düşmüş fakir halkın, ufak miktarda bir paraya muhtaç hallerini ortaya koyar. Amaç kesinlikle yarışmak değildir, amaç sadece ama sadece dans pistindeki yarışmacıların kepazeliklerini zevkle izlemektir. İnsanlar bunalımdadır ve ezilmiştir. Ezilenler, yarışmacıların rezilliklerini görmek için can atarak koltuktaki yerlerini alırlar. Rezilliğin her anı, insanların iştahını açtıkça açar. Bu kepazelikten kurtulmanın çıkış yolu nedir? İntihar yanıtını verenler doğru bildi ve yarışmamız kaldığı yerden devam ediyor!
Tam anlamıyla Sonic Youth gürültüsü ile çevrelenmiş bir sahneyle karşı karşıyayız. “Simple Men” filminin yönetmeni Hal Hartley tam anlamıyla indie hayranı. Dolayısıyla, arka planda adeta bir
Dakikanın sessizliğinde kaybolan 3 genç, şahane bir koreografinin hazırlığını yapıyormuş da bizim haberimiz yokmuş. Deyim yerindeyse tam anlamıyla bir ménage à trois hikayesi olan “Bande à Part” filminin en göze çarpan kısmı pistin sadece bu üçlüye ait olduğu dans sahnesidir. Bütün filmler içindeki en senkronize figürlerin bu filmde olması da ayrı bir ironidir. Çünkü Godard, tam anlamıyla düzensizlikler üzerine kurulu bir yönetmendir. “I don’t wanna, I don’t think so” (Simple Men’den)
“It isn’t a contest. It’s a show.” (They Shoot Horses, Don’t They?’den) 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 49
Bitti.
Ferris Bueller’s Day Off
Armağan Kanca armagankanca@hotmail.com
sanat akımı
Post-Empresyonizm ve Sonrası:
Güneşli Havalardan Kes-Yapıştıra ‘Van Gogh Alive’, ‘Rembrandt ve Çağdaşları’ ve son olarak ‘Goya, Zamanının Tanığı, Gravürler ve Resimler’ sergisi derken şu sıralar birçok ressam ülkemize uğruyor. Bahsedilen sanatçılarla sınırlı kalmayacağını düşündüğüm sergilerin de etkisiyle, ileride ülkemizi ziyaret edebilecek ressamların beslendikleri akımların birkaçından bahsetmenin tam sırası. 50 | Boo! Sayı: 6
Referans Noktası 19. yüzyıldan 21. yüzyıla uzanan yelpazede resim sanatından bahsetmek, hak verirsiniz ki, ölümcül derecede yorucu olurdu. Bu nedenle bütün bu 200 yıllık dönemi parçalara ayırmak gerekiyordu. Bu parçaları, yani ara durakları, İzmir Arkas Sanat Merkezi’nde geçtiğimiz aylarda gerçekleşen “Post Empresyonizm” sergisinde bah-
si geçmiş olan akımlara göre belirledim. Merak ettiğiniz akımları ve ressamları yazıda bulamamanız durumunda oluşabilecek hayal kırıklıklarına hak veriyor ve yazının derin bir analiz içermediğini önceden bilmenizi istiyorum. Yazıda ekseriyetle Fransız sanatçıların yer edindiğini belirtir, beklentileri o yönde tutmanızı tavsiye ederim.
Nereden Geldik?
İ
Işığın sonsuz döngüselliğinin tam ortasında kendini bulan İzlenimciler, bazı çevrelerce küçümsenmiş ve yapıtları için ‘tamamlanmamış’ naraları atılmıştı. ‘Akademi akademi’ nidalarıyla ortada dolanan Edouard Manet başından beri bu naraların bal kabağını birisinin başında patlatmaya niyetliydi. Yeni oluşum karşısında kabak ne Renoir’ın ne de Monet’nin başında patlamamış; bir ara heves edip ortalıkta gözüken ve bu akım için kaplumbağa hızında olan Paul Cézanne her ne kadar tası tarağı alıp uzaklaşsa da ihale bir şekilde ona kalmıştır. Kabağın patlamadığı isimlerden birisi de Edgar Degas idi (Manet’nin yakın arkadaşı olmasından olabilir mi?). Gerçi izlenimcileri her zaman çemberin dışında ‘izleyen’ Degas, enstantaneyi yakalamak için dışarıya çıkmaya ihtiyaç duymadığını itinayla belirtiyordu. Dışarıya çıktığı zamanlarda at yarışlarından
Yıl 0. Milat...
ve iç mekan hareketini resmetmek istediği zamanlarda ise bale sanatından beslenen Degas, üstünkörü bir yorumla (haksız bir şekilde), kısıtlı konular üzerinde çalışmış gibi gözükse de çok yönlülüğü (heykel, baskı, pastel boya…) ve entelektüel birikimiyle ulaşılması zor bir yer edindi. Çoğu zaman kendini beğenmiş ve mesafeli olarak lanse edilen Degas, kendisinin de belirtmiş olduğu cümleye paralel bir şekilde ‘sadece 25 yaşında değil, 50 yaşında da meziyete sahip olan sanatçılardandı’. Post-İzlenimcilik: Pazardan Aldım Bir Tane… İzlenimciliğin kurallarına karşı olarak doğmuş olan post-izlenimcilik (post empresyonizm de derler), kendi içinde irili ufaklı akımlar oluşturmuştur. Post-izlenimciler, izlenimcilere ait spontane ışık kompozisyonlarındaki şipşaklığın, azami hız limiti aştığını düşünmüş olacaklar ki, nesneleri bir düzene koymuş ve sadece ‘gündüz’ figürünün değil, ‘gece’ figürünün de tuvale yansıtılabileceğini göstermişlerdir. Ancak şurası da unutulmamalıdır ki, bu kadar fazla alt akımın türediği bu akımı belirli bir kurallar bütünlüğü olarak algılamaktansa, dönem olarak algılamak daha mantıklı olacaktır.
Dönemin 3 silahşörleri Gauguin, Van Gogh ve Cézanne’dı (D’Artagnan rolü Seurat’ya aitti ancak Seurat’tan Noktacılık akımında bahsetmek istiyorum). Gauguin, modern resme olan etkisiyle tarihte yer edinmiş ve Nabilerin emeklemesinde bir numaralı etken olmuştur. Rodin’in Düşünen Adam heykeline en fazla yakışacak ressamlardan birisi olan Gauguin’in düşünsel dünyası o kadar karmaşıktı ki, bu dünyayı tek bir donuk bakışla bile hissettirmekte oldukça başarılıydı. Simgeselliğin rahatsız edici renkler bütünlüğüyle (bana göre rahatsız edici) yansıtıldığı eserlerde ‘düşünce’ o kadar yoğundu ki, aksiyona geçme bahis konusu bile olamıyordu. Bütün bu yoğunluğa bozulmuş perspektifi de ekleyince huzursuzluğun kitabını yazmakta gecikmiyordu. “Van Gogh Alive!” etkinliğiyle ülkemize konuk olan Van Gogh’u geçen sayımızda ele almıştık. İki rengi iki kavrama o kadar güzel yerleştirdi ki, o kavramları duyar duymaz aklımıza Van Gogh geldi. ‘Ayçiçeği benim’ dediğinde ay çiçeğinin bütün renklerini nüfusuna geçirmiş gibiydi. Van Gogh sarısı deyince aklımıza ay çiçeğini getirdi. Ay ışığının assolist olduğu gecelerde gökyüzünü mor olarak resmettiğinde, yaşam hazzının sadece güneş
Olaylar olaylar...
1869 İzlenimcilik
zlenimcilik: Işık Huzmesi Arasında ‘Acı geçer, güzellik kalır’ diyen izlenimci Pierre-Auguste Renoir’ın iyimser bir tavır sergilemesine bayılıyorum. İyimser olmak akımın özüne uygundu. Çünkü, ellerinde palet ve boyalar atölyelerini terk edip onlara yaşam hazzını veren manzarayı gözlerine kestirdiklerinde, beklentileri sadece ama sadece güneşin ona sunduklarıydı. Anlık görüntüleri yakalamak için 1012 parende atan sanatçılar alelacele tuvale yansıttıkları açık ve parlak renklerle her daim içimizin huzur kaplamasına vesile oldular. Hatta, beyaz tuvaller kullanıp ışığı titrek bir şekilde gözler önüne seren izlenimcilerden Claude Monet bazen o kadar fazla takıntılı hale geldi ki aynı nesneyi farklı ‘parlaklıkta’ yansıtmaktan hiç sıkılmadı.
1880’ler Postİzlenim . Noktacılık
1890’lar Nabiler
1907 Kübizm
1905 Fovizm
Olaylara devam ... 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 51
ışığından kaynaklanmadığını ispatladı. ‘Tutku içinde’ ölmeyi tercih eden Van Gogh, en fazla konuşulan ressamlardan biri olarak adını andırmaya devam ediyor. İşine sıkıca bağlı Cézanne’ı ikna etmek deveye hendek atlatmaktan daha zordu. İşlerinin güzel olduğunu düşünmediği için eserleri hiçbir zaman içine sinmemiştir. Nasıl ki Gauguin Nabiler için öncü olduysa, Cézanne da kübizm için aynı etkiyi yaratmıştır. Kariyerinin ilk yıllarında izlenimcilerin izinden giden Cézanne, daha sonra kendi yönünü çizmiş ve natürmort alanında akla gelen ilk ressam olmayı başarmıştır. Fırça yerine ıspatula kullanması yeniliğe açık olmayan çevrelerce küçümsenmesine ve güzel sanatlar okulunda yetersiz olarak değerlendirilmesine rağmen bildiği yönden şaşmamış, sanat tarihinin gördüğü en önemli ressamlardan biri olmayı başarmıştır.
Sayfa 50’de, Paul Gauguin’in öz portresi (post-izlenimci, 1888). Sayfa 51’de, Paul Cézanne’ın natürmortu (post-izlenimci, 1890). En üstte, Paul Signac’ın Kahvaltı (Yemek Odası) tablosu (noktacı, 1887). Onun altında Edouard Vuillard’dan “Mme. Gillou chez Elle” (nabi, 1932). En altta ise Henri Matisse’in Odalisque ve Manolyalar tablosu (fovist, 1923). Karşı sayfada, üstte Perre-Auguste Renoir “Dance at Le Moulin de la Galette” adlı tablosuyla (izlenimci, 1876). Onun altında ise Georges Braque’ın Mor Masa Örtüsü var (kübist, 1936).
52 | Boo! Sayı: 6
Noktacılık: Renklerin İçinde Rengin matematiğe döküldüğü akım budur işte! Nasıl ki izlenimcilik deyince akla ışık geliyorsa, noktacılık (puantilizm) deyince de akla gelen renkten başka bir şey değildir. Renklerin nokta nokta halinde yan yana gelip ışık etkisi yaratması beklendi. Resme çok yakından bakmak resmin fiyakasını bozabildiği gibi, uzaktan bakmak sıfırlanan karizmasını kurtarmaya yeter de artardı. Çünkü uzaktan bakınca birden çok rengin yanyana gelmesini tek bir renk olarak algılayacağımızdan tabloyu bütün şekilde ele alabiliriz. Ancak yakından baktığımızda renkler bize illüzyon numarası çekemeyecek ve böylece birbiriyle ilgili gözükmeyen renkleri rahatlıkla ayrıştırabileceğiz. Georges Seurat bu akımın
öncüsü olsa da, genç yaşta menenjit hastalığı nedeniyle dünyadan ayrılınca Paul Signac onun yerine bu akımın adını duyurmuştur. Seurat’nın dış mekanları, Signac’ın iç mekan resimleriyle bir araya gelince noktacılık deyince aklan gelen yegane isimler oldular. Bu sabır küpü renk teorisyenlerinin yanına eklenebilecek diğer bir isim Rodin’in de arkadaşı olan Henri-Jean Guillaume Martin’di. Seurat’nın gibi sembolizmin de peşinden giden Martin, sadece Fransa içinde kalmamış kazandığı bursla İtalya’da yaşamış ve Venedik’in kanallarını eserlerine taşımıştır. Nabiler: Dekoratif Sanatın Peşinde Dekoratif sanatın peşinden giden peygamberler (Nabi, İbranicede peygamber demek), Maurice Denis ve Paul Sérusier önderliğinde sanatta kendilerine yer edindiler. Gauguin’e çok şey borçlu olan Fransızlar (Félix Vallotton tek ‘yabancı Nabi’ydi, kendisi İsviçreliydi) modern sanatın peygamberliğine (bu tasvir şair Cazalis’ye ait) soyunmuşlardı bir kere. Dekoratif sanatın (uygulamalı sanat) hakkını veren oluşum; Japon süsleme sanatından (çiçek motiflerine dikkat) kitap illüstrasyonlarına; afiş sanatından (özellikle Henri de Toulouse-Lautrec) duvar kağıdına; oradan da kostüm tasarımlarına (özellikle Maurice Denis) kadar kullanılabilir eserler üzerinde sanatlarını icra etmişlerdir. Renklerle yapılan biçimlendirme akımın tekniğini oluştururken (Edouard Vuillard’ın “Mme. Gillou chez Elle” eserindeki abajurun rengi her şeyi anlatır), konu skalası Bretonlu kadınlardan (Sérusier) bohem yaşama (Henri de Toulouse-Lautrec) kadar değişirdi.
Dertleri renkleydi. Parlaklığı nesne yaratabilirdi. Dünyayı tuvalde algılama biçimimiz hissiyatımız doğrultusunda olmalıydı. Mesela hissiyat kuralına gönülden bağlı olan Matisse için deniz illa ki mavi olmak zorunda değildi. Fovizmle birlikte derinlik yok edildi ve noktacılıkta bahsi geçen noktalarla biçim verme yöntemi yerini düz motiflere bıraktı. Derinliğin yok edilmesi kendisinden sonra gelecek olan kübizm için altın kural oluşturdu. Doğrudan doğruya tüpten çıkıp tuvale yansımış renkler doğrudan ana modelin giysisine yapıştırılmış hissi veriyordu. Özellikle Matisse için, sanki renkleri bir dergiden kesip daha önceden çizdiği nü modele yapıştırması kolajlanmış gibi duruyordu. (zaten kolaj ile de uğraşan bir sanatçı kendisi). Akımın diğer önemli isimlerinden Albert Marquet ve André Derain ise nehirleri kendi aralarında paylaştırmış gibiydi. Marquet defalarca Seine nehri üzerin-
de çalışmaktan sıkılmamışken, Derain tercihini Thames nehri üzerinde kullanıyordu. Akıma Matisse ve Derain’ın arkadaşı kontenjanından giren isim Maurice de Vlaminck idi. Orkestra kemancısı olan ve müzikten kalan zamanda roman yazmakla uğraşan Vlaminck için resim birinci iş olmamıştı. Kısıtlı renklerle çalışmayı seven sanatçı çok yönlülüğüyle bilinirdi. Çok yönlülükte Matisse’in eline su dökemese de (Matisse; illüstrasyonlar, baskılar ve heykellerle de uğraşmıştır) enteresan uğraşlarıyla (yarış bisikletçiliği) renk katmasını bilmiştir. Kübizm: En Sevdiğim Ders Geometri Nasıl ki izlenimciliğin derdi ışık, fovizmin derdi renk ise, kübizmin derdi de perspektifti. Kesilmiş parçaların önem kazanmasıyla birlikte, önemsiz gözüken gazete kupürleri tozlu raflardan çıkmaya başladı. Akımın öncüleri Pablo Picasso, Georges Braque, Fernand Léger ve Juan Gris’ydi. Özellikle Georges Braque, Paul Cézanne hakkında ihti-
sas yapmış gibiydi. Braque, Cézanne’ın Modernizm reenkarnasyonu gibiydi ve ikisi de natürmort deyince akla gelen ilk isimlerdendi. Nasıl ki Cézanne eline ıspatulayı alıp aynı şekil üzerindeki nesneleri farklı düzleme yerleştirdiğinde hayran bırakmışsa, Braque da boyanın içerisine kumu karıştırdığında o kadar hayran bırakmıştı. Picasso, Léger ve Gris’den bahsetmeyip başka bir isme geçmek istiyorum. O isim: Raoul Dufy. İçimi huzur kaplayan canlı renklerin kaynaştığı eserleriyle dikkat çeken Dufy, yatçılık kompozisyonları ve tuvalin ortasına yerleştirdiği geometrik şekilleriyle
estetik haz vermesini bildi. Son Olarak İzlenimcilikten kübizme giden bu yolda kaçırdığım duraklar elbette oldu. Örneğin sembolizme ve Avusturya çıkışlı Sezession grubuna hiç değinmedim (Viyana’daki Belvedere müzesini ziyaret etmeyi düşünüyorum). Akımlar dışında özellikle bahsetmediğim sanatçılar da oldu. Kübizmi anlatırken Pablo Picasso’yu es geçtim. Gelecek sayılar için ‘İspanya İç Savaşı ve Pablo Picasso’nun Eserlerinin Akıbeti’ konulu bir dosya üzerine düşündüğümü belirtiyor ve bir sonraki Picasso durağımın Paris olacağını umut ediyorum. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 53
Bitti.
Fovizm: Vahşi Yaratıklar “Doğayı kölelik edercesine kopyalayamam. Doğayı yorumlamalı ve onu resmin ruhuna sunmalıyım” diyen Henri Matisse ve ‘ille de renk’ diye ısrar eden André Derain’ın üstün çabalarıyla fovizm oluşmuştur. Renk teorisi üzerine kafa patlatmış bu iki kafadar, “noktacılık akımından farklı neler yapabiliriz?” sorusunun cevabını (çünkü noktacılık akımı da renk teorisi kavramıyla ilgilenmişti) 1905 yılında ‘teorik’ olarak bulmuştu. Birlikte eğitim almış bu iki kafadarın 1905 yılında Sonbahar Salonu’nda sergilenen eserleri karşısında (kelimesi kelimesine) dehşete düşen Gil Bras dergisinin eleştirmenlerinden Louis Vauxcelles’in alaylı yolla yakıştırdığı vahşi yaratıklar (fauves) sıfatından sonra akımlarının ismi belli oldu.
Melis Mine Şener laysamina@yahoo.com
mitoloji Artemis:
Bakire, Anne, Çocuk, Kadın
Pek çok inanışta farklı yansımaları olan Artemis’i misafir ediyoruz bu sefer, burada. Yunan mitolojisinde ölümsüz bakire, tabiat koruyucusu, çevik bir avcı kadın; Anadolu’da bolluğun bereketin, dölün simgesi ana tanrıça Kibele’nin yansıması omzundan göğsüne memeli bir figür, geceleri yolumuzu aydınlatan ay.
Z
eus ile Leto’nun kızı, Apollon’un ikiz kardeşi tanrıça Artemis, Apollon güneşi temsil ederken ayın sakin ve parlak ışıklarını yansıtmaktadır. Ay tanrıçası olarak tanınan Artemis, Vahşi doğanın ve avcılığın da tanrıçasıdır. Roma’da Diana olarak karşımıza çıkar Artemis, bunun yanında Phoebe olarak da bilinir. Tıpkı kardeşi Apollon’a atfedilen Phoebos gibi, “parlak, ışıklı” anlamına gelir bu sıfat (eril-dişil farklılaşmasıdır değişimin sebebi). 54 | Boo! Sayı: 6
Gecelerin En Parlak Işığı Yunan mitolojisinin anlatışına göre Zeus’tan olma, Leto’dan doğma bu ikizlerden önce Artemis gelir dünyaya ve annesinin çektiği acıları, sancıları görüp kardeşi Apollon’un doğumuna yardım ederken verir kararını. O bu acıları ve dışlanmaları hiç yaşamayacak, hiç evlenmeyecek ve hep bakire kalacaktır. Bunun için babası Zeus’tan kalbinden aşk gibi havai duyguları silmesini ister. Kendini doğaya, hayvanlara, onları korumaya adar. Ama doğayla beraber avcıla-
rın da koruyucusudur Artemis. Muhtemelen av-avcı ilişkisini dengede tutmak içindir bu. Hera’nın deli gibi kıskandığı Leto’ya hiç rahat huzur vermediği bilinir. Sürekli rahatsız ettiği zavallı Leto doğum yapmak için yer bile bulamaz, buna dayanamayan Poseidon’un yabasını denize vurup yarattığı Delos adasına Zeus’un yardımıyla sığınır. Artemis de anne karnından bilerek tanık olmuştur bunlara… Ay tanrıçası da olduğu için Selene ya da Luna (Latince) ola-
rak da bilinir, hatta Selene’nin bir çoban genç Endymion’la aşkı da adının karıştığı nadir aşk öyküsünden biridir. Söylence bu ya, çoban Endymion pek yakışıklı, ay parçası bir delikanlı, gündüz koyun otlatmaya gider, gece çayırlara uzanıp uyur. Bu güzellik Ay tanrıçası Selene’nin gözünden kaçmaz. Gönlünü verir Endymion’a. Ancak bu öyle bir aşktır ki Selene geceleri gümüş ışıklarıyla Endymion’u sarar ve Endymion da her gece sevdiğiyle böyle de olsa kavuşmak için kırlara koşar
orada uyur. En sonunda Zeus Endymion’u sonsuz bir uykuya yatırır, hiç yaşlanmayacağı, güzelliğini hiç kaybetmeyeceği ebedi bir uykuya. Selene de her gece gelip uykudaki sevdiğini ışıklara sarar. Hem Çocuk Hem de Kadın… Böyle yazınca aklıma ilk gelen o sıra dışı ve bence hayranlık uyandıran Aysel Gürel’in incelikli sözleri ve Sezen Aksu’nun muhteşem yorumu ile Ünzile oldu. Ama yine de Artemis’i anlatmak için en doğru tanım-
lardan biridir bu. Ay tanrıçası da olan Artemis ayın her devresinde kadınlığın bir çağını temsil eder aynı zamanda. Bakire, kadın ve anne. İşbu sebeple ayın hareketleri ile kadınların ruh hallerinin bağlantılı olduğunu söyleyenleri de düşündürüyor insana. Ayın yerkürenin sularını etkilediği tüm zamanlarda kadınlar da etkilenir kutsal tanrıçalarının etkisiyle. Ve tanrıça bakirelerin ve annelerin koruyucusu olur her zaman. Artemis’in sembolleri ok ve yay, geyik ile köpek ve de tabi ki az evvel bahsi geçen Ay’dır. Artemis, bildiğimiz anlamda av tanrıçası olarak tasvir edildiğinde, elinde yayı ve oku, ayağında çizmeleri, omzunda sadağı ile resmedilir. Ancak Anadolu’ya gelip bereket ve bolluk tanrıçasına dönüşünce bu figür de şekil değiştirir ve bizim bildiğimiz Efes Artemis’i ortaya çıkar. Omuzlarından göbeğine kadar çok sayıda memesi tanrıçanın doğaya hâkimiyetini, başında üç katlı kule biçimli tacı şehirlerin koruyucusu olduğunu, ensesindeki dolunay halkası bekaretini, alnındaki hilal Ay’ı temsil eder. Yanı başında sağlı sollu iki kartal başlı aslan ile görülür. Ay Işığında Masallar Ağlayan Kaya efsanesidir ilk tanışmam Artemis’le benim, o yüzden biraz ürker, haşin ve öfkeli bulurdum kendisini. Hani Manisa’daki ağlayan kaya. Efsaneye göre Lidya Kralı Tantalos’un kızı Niobe, Thebai Kralı Amphion ile evlenir ve altısı kız altısı erkek 12 çocuğu olur. Bu kadar çok çocuğu olunca zamanla diğer kadınları aşağılamaya başlar. “Siz çocuk mu doğurdunuz?” diyerek. Annelik konusunda kimsenin onunla boy ölçüşemeyeceğini söyler, hatta tanrıça Leto’nun bile! Altı üstü biri kız biri erkek iki çocuğu vardır ne de olsa Leto’nun. Eşi dostu bu böbürlenmeleri kesmesini söyler de dinleyen kim? Ve heyhat, yerin kulağı vardır ki bu söz Leto’nun kulağına gider. Leto bu böbürlenmeye çok öfkelenir ve çocuklarını Niobe’nin
Bir Sen Eksiktin Ay Işığı! Biliyorum yok, alakası yok ama Ay deyince, Ay ışığı deyince akla geleni söze dökmemek olmaz. Can Baba’yı anmadan Ay ışığı demek olmaz. Ne demiş şair; Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri, Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman’dan sonra Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik, Başımızda pirensip sahibi bir başçavuş. Niğde üzerinden Adana Cezaevine gidiyoruz... Bi’ sen eksiktin ay ışığı Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!
çocuklarını öldürmeleri için gönderir. Niobe’nin 12 çocuğu da Apollon ve Artemis’in okları ile dünyadan göçünce Niobe üzüntüden taş kesilir. Ancak gözyaşları dinmez ve Niobe ağlayan bir kayaya dönüşür. Artemis’in bir başka efsanesi de Orion takımyıldızının doğumuna ilişkindir. Orion yakışıklı bir delikanlıdır, öyle ki Artemis’in bile aklını başından alıp yeminini unutturacak kadar yakışıklı. Ancak ikizler kardeşlerini kıskanır derler ya, bu kez de öyle olur ve Apollon Artemis’in bu sıradan, basit avcı ile evlenmesini istemez. Artemis’i bu fikirden vazgeçirmeye çalışır. Artemis vazgeçmez ama sevdiğinden. Hal böyle olunca Apollon işe bir hile karıştırır, hem de ne acımasız bir hile! Artemis’e denizin içinde bir hedef gösterip onu vurmasını ister. Artemis tek atışta vurur o siyah noktayı, sevdiği adamın başı olduğunu bilmeden. Denize giren ve yeterince uzaklaşarak seçilemez olan Orion’u izleyen Apollon’un tuzağıdır bu. Ne çare ki iş işten geçmiş, Orion ölmüştür. Buna çok üzülen Artemis, acısını dindirmek için bulutların ardına gizlenir, gecelere yüzünü göstermez olur. Babası Zeus Orion’u bir takımyıldızı olarak gökyüzüne yerleştirir ve onu ölümsüz kılar. Böylece Artemis geceleri tekrar yüzünü göstermeye başlar.
Ve yine çok tanıdığımız bir başka söylencenin eski bir sürümüyle karşınızda Artemis. Tabi ki okur okumaz hatırlayacağınızdan eminim, hangimiz sokaklarda komşu evlerde geçirmedi ki çocukluğunu? Yoksa geçirmedi mi, geçirmiyor mu artık ya da? Ne üzücü! Hangimiz dinlemedi, İbrahim’e inen koçu ve kuyuya düşen Yusuf’u? Neyse efendim, sözü uzatmayalım, efsane şöyle: hani şu Truva Savaşı’nın elebaşlarından Agamemnon vardır ya, işte o, bir av sırasında Artemis’in kutsal geyiklerinden birini öldürür. Ve böylece Artemis kızarak rüzgârları keser. Tabi ki Truva’ya gitmek için denize açılacak gemilerin rüzgâra ihtiyacı vardır ve bunun için de bir adak kurban edilmelidir. İşte bu sırada Artemis adağı belirler: Agamemnon’un kızı Iphigenia! Agamemnon başta dövünüp itiraz etse de, savaşa gitmek için başka yol olmadığını anlayınca geri adım atar, razı olur ve kızını kurban etmek için hazırlar. Sunakta kurban etmek için kızıyla vedalaşır ve tam bıçağı Iphigenia’nın boynuna dayarken Artemis Iphigenia’nın haline acır ve kızın yerine bir geyik koyarak Iphigenia’yı kurtarır. Adak kabul edilmiş, Agamemnon’un gemileri denize açılmış, kızı da ölümden dönmüştür. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 55
Bitti.
Diana ve Callisto, 1556-1559 yılları arasında İtalyan ressam Tiziano Vecellio tarafından yapıldı.
Melis Mine Şener laysamina@yahoo.com
edebiyat
Charles Dickens:
Hayat Tariflerinin Ustası Belli bir yaşın üstünde olanlar özellikle gayet iyi tanır onu, çocukluğumuzun en ürkütücü okul hikayeleridir çünkü onunkiler. Zeytin gözlü Oliver Twist’in, acı ve sabır dolu Büyük Umutlar’ın yaratıcısı usta Charles Dickens’tan bahsediyoruz bu ay.
56 | Boo! Sayı: 6
B
ir dönem vardı benim çocuk olduğum, TV kanalları bir elin parmaklarını geçmezdi. TRT’nin TRT olduğu yıllardı onlar, televizyonun öğretici bir görev de taşıdığı yıllar. O yıllarda televizyon izlemek; oyun oynamak ve kitap okumaktan geri kalan zamanlar yaptığımız bir şeydi her ne kadar büyük bir merak konusu olsa da. Kitaplar da harçlıkları biriktirerek alınan kitaplardı pek çoğu. Oliver Twist’imiz Serhat Yayınları’ndandı bizim. Yeşil kocaman gözleri, eski püskü kıyafetleri ve kocaman kasketiyle üzgün üzgün bakardı kapağından bize... Gerçek Hayata Benzeyen Kitaplar Charles John Huffam Dickens 7 Şubat 1812’de (günümüzden 200 sene önce) Portsea, Landport’ta sekiz çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelir. Şu yaşıma gelende öğrendiğim şeylerden biridir ki; nerede çokluk, orada hikaye! Bu çok çocuklu ailenin babası kumar yüzünden hapse girince ailenin büyük çocukları çalışmak zorunda kalır, okulu bırakarak üstelik! Küçük Charlie (böyle mi derlerdi acaba ona aile içinde?) bir ayakkabı boyası fabrikasında çalışmaya başlar sevmeye sevmeye. Babası hapisten çıkınca bu günlerin biteceğini düşünerek teselli bulur. Ancak dertler çabuk bitmez şu hayatta. Babası hapisten çıkınca oğlunun çalışmasını istemez fakat annesi Charles’in çalışması için diretir. Okul hayatı böylece parçalanan Charles fabrikadan kurtulup bir avukatın yanında katiplik yapmaya başlar ve bu sırada steno da öğrenir. Bu iş en azından kendisine bir parça zaman ayırıp tiyatroya gidebilmesine olanak vermektedir. Ama yine de Dickens kendisini bu koşullara mahkum eden ailesini (özellikle de annesini) hiç affetmez, hep ilgisizlikle ve sorumsuzlukla suçlar. Çocukluğu aradan geçen yıllar ve yaşanan onca başarılı zamanlara rağmen hep bir çeki taşı gibi durur yüreğinde. 23 yaşı-
na geldiğinde “Morning Chronicle” gazetesinde stenograf olarak çalışmaya başlar. Aynı yıl Cathrine Hogarth’la tanışır ve evlenir. Bu gazetede çalışırken 1836’da “Boz’un Karalamaları”nı yayımlar. Çok geçmeden, hemen ertesi sene “Bay Pickwick’in Serüvenleri” yayınlanır. Artık Charles Dickens tanınan bir yazardır. Bunların ardından gazeteden ayrılan Dickens “Bentley’s Miscellany” adlı dergide editör olarak çalışmaya başlar. İşte Dickens’in yeni hayatı başlamıştır! Peş peşe eserleri çıkar piyasaya. “Oliver Twist”, “Nicholas Nickleby”, “Barnaby Rudge: A Tale of the Riots of Eighty” ile Londra’da günlük hayatın göze görünmeyen karanlık sokaklarını, ümitsiz, çaresiz insanlarını, dilencilerini, öksüzlerini öyle başarılı tarifler ki, gözünüzün önünde canlanmaya başlar birer birer o insanlar. Hele hele Oliver Twist’te çocuk işçilerin hayatlarının net şekilde gözler önüne serilmesi doğrudan düzene karşı tepkileri taşır. 1839’da “Bentley’s Miscellany”den ayrılan Dickens “Master Humperey’s Clock” adlı haftalık dergide çalışmaya başlar. Burada çalışırken “Antikacı Dükkanı”nı yazar. 1842’de Amerika ve Kanada’ya bir yolculuk yapan Dickens, buralarda da umut ettiği gibi bir özgürlük ve demokrasi olmadığını hayal kırıklığı içinde fark ederek başka ülkeleri de gezmeye başlar. Ailesi ile birlikte (eşi ve on çocuğu ile oldukça kalabalık bir aile ama, ne kadarı bu yol-
1806 ile 1870 yılları arasında yaşamış İrlandalı resssam Daniel Maclise’in fırçasından Charles Dickens (1839).
culuğa dahildi bu konuda bir bilgiye rastlamadım) İsviçre, İtalya, Fransa başta olmak üzere pek çok ülkeyi dolaşırlar. Bu seyyah hayatı 1847’e kadar sürer ve o sene ana vatana geri dönülür. Bu geziler sırasında yazdığı, 1843’te yayınlanan “Bir Noel Şarkısı” adından da anlaşıldığı üzere yılbaşına ve Noel’e değinir. Bu roman toplumda büyük etkiler bırakmış, Noel ve yılbaşı kutlamalarının toplumda köklenmesini sağlamıştır. Ertesi yıl “Martin Chuzzlewit” ve “The Chimes” yayınlanır. 1845’te “The Cricet on the Hearth”, 1946’da “The Battle of Life”, 1848’de “Dombey and Son”
“Bir yandan basitçe anlattığı için günümüzde zamanında olduğu kadar popüler olamayacağını iddia edenler, bir yanda da çocukluğunu okuma sevgisiyle birleştiren romanlarıyla Dickens’i baş tacı edenler vardır aslında.”
ve “The Haunted Man and the Ghost’s Bargain”i tamamlar. 1850 yılında editörlüğünü de yaptığı “Household Words” adlı haftalık dergiyi çıkarmaya başlar. Aynı dönemde “Daily News” adlı gazeteyi de çıkarır. Bu dönem oldukça üretken bir dönemdir. Zira bu dergi ve gazete çalışmalarının yanı sıra peş peşe romanları da yayınlanmaktadır. 1850’de “David Copperfield”, 1852’de “İngiltere’nin Çocuk Tarihi” ve “Kasvetli Ev”, 1854’te “Zor Zamanlar”, 1855’te “Küçük Dorrit”, 1859’da “İki Şehrin Hikayesi”, 1861’de “Büyük Umutlar” ve 1865’te “Ortak Arkadaşımız” isimli eserleri yayınlanır. Ancak yazarlıktaki bu verimli dönem aile hayatı için geçerli olmaz. 1858’de tiyatroculuk yaptığı sırada tanıştığı genç bir oyuncuya aşık olan yazar eşinden ayrılır. Yoğun yazma döneminden sonra şehir şehir, ülke ülke dolaşıp okumalar yapan Dickens, okuyucularına eserlerinden seçmeler okuyarak yaşamının geri kalanını yine seyahatlere adar. Ancak bu yolculuklar sağlığını olumsuz olarak etki15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 57
lemeye başlar ve dinlenmek için evine döner. Ama çok geçmeden kapıyı çalan bir kalp krizi ile ölümle yüzleşmek zorunda kalır. Öldüğü sırada “Edwin Drood’un Gizemi” (The Mystery of Edwin Drood) adlı dedektiflik öyküsü üzerinde çalışmaktadır. Ölüm haberi duyulduğunda tarihler 9 Haziran 1870’i göstermektedir. Rembrandt’ın Resimleri Gibi Charles Dickens’in eserleri gözümü kapatmadan bile hep Rembrandt’ın resimlerini hatırlatır bana. O koyu renkler, kahverengiler, siyahlar, koyu kırmızılar, bordolar ve gölgeler... Oliver Twist’le başlayan Dickens hafızam Büyük Umutlar’la bilenmiştir çünkü. Pip’in hayatı, hayalleri, Estella’ya olan aşkı benim için hep kahverengi bir fonda geçmiştir. Koyu kahverengi bir fonda… Bir yandan basitçe anlattığı için günümüzde zamanında olduğu kadar popüler olamayacağını iddia edenler, bir yanda da çocukluğunu okuma sevgisiyle birleştiren romanlarıyla Dickens’i baş tacı edenler vardır aslında. Ben ikinci gruptan bir okur olarak ancak Rembrandt resimlerine benzetirim yazdıklarını. Londra’yı sanki Patrick Suskind’in Koku’da ilk açılış sahnesinde Paris’i anlattığı gibi capcanlı anlatır bence Dickens, sadece o kadar kötünün kötüsü değildir belki tariflenen yer ve zaman. Ama öyle canlı, öyle kahverengi ve öyle gerçektir yine de. Oliver Twist ve Büyük Umutlar İngiliz toplumunun o dönemki yaşamı hakkında bilgileri ve eleştirileri de gözlemleme şansına sahip oluyoruz, yetimhanede yaşayan küçük Oliver’in başına gelenleri okudukça… Şüpheli bir doğumla dünyaya gelen Oliver Twist, doğum sırasında annesi de ölünce kimsesiz çocuklar yurduna verilir. Düzene başkaldırmak sevdası ile değil, sadece açlıktan biraz daha yemek isteyen (ki anlatılan 58 | Boo! Sayı: 6
Charles Dickens kızlarından ikisi ile birlikteyken...
düzen başkaldırısıdır aslında) Oliver bu yaptığıyla göze batar. Bu da bütün olayların başlangıcı olur. Zor sandığı hayatı, ki zordur da yetimhane koşulları, giderek çetrefilli bir hale gelir. Düzene başkaldırdığı için başı ezilmek istenen Oliver birkaç denemeden sonra bir cenaze levazımatçısına verilir. Orada yaşadığı çetin hayata dayanamayıp kaçarken de bir hırsız çetesinin eline düşer. Sahneye Daykins ve Fagin çıkar. İlk okuduğumuzda ne yapsak öfkemizi engelleyemediğimiz kötü adam Fagin! Zavallı Oliver hırsızlıklara mecbur edilir ancak yaşlı bir adamı soymaya çalışırlarken yaralanır ve yakalanır. Hırsızlığı yapmadığı anlaşılınca yaşlı adam onu yanına alır. Ancak bela bitmez ve zaman onu yi-
ne Fagin’in ağına iter. Yeni bir hırsızlık olayına zorlandığı sırada da talihi yaver gidince ikinci kez kötülerden kurtulur. Bu kurtuluş onun için güzel günlerin başlangıcı, Fagin ve çetesi için ise düşüşün habercisi olacaktır. Doğumunun ardındaki sır perdesi de tesadüfî şekilde aralanınca Oliver karanlık çocukluk günlerini geride bırakarak mutlu bir geleceğe doğru yelken açar. Bu kitap bir yandan Londra’da evsiz çocukların yaşamını anlatırken bir yandan da bizim “Kemalettin Tuğcu” romanlarımıza göz kırpmaktadır aslında. Küçükken onları da okumuştuk biz, nasıl bir okuma anlayışımız vardıysa artık, tam geçirgen bildiğin!
İkinci seçimim de şüphesiz “Büyük Umutlar”dır. İşte küçük Pip’in Estella’ya aşkını anlatan o güzelim roman. Ve üstünde yıllardır giydiği gelinliği ile ürkütücü Bayan Havisham! Philip, yani bizim bildiğimiz adı ile Pip, yetim bir çocuktur. Nalbant eniştesi ve ablası ile fakir bir hayatın içindedir. Mutsuz geçen hayatının tesellisi anne ve babasının mezarlarını ziyaret etmektir. Yine böyle bir gecede hapishaneden kaçan bir suçluyla karşılaşır: Magwitch. Magwitch’e yaptığı yardımın hayatını nasıl etkileyeceğinden habersizdir. Çok geçmeden ortaya Bayan Havisham çıkar. Evlatlığı Estella ile oynaması için Pip’in malikânesine gelmesini ister. Bu yenilik Pip’in tüm hayatını etkileyecektir. Çünkü Estel-
Okyanus mu İki Şehrin Arası?
Bu romandaki karakterlerden Charles Darney’ın yazarın kendisi ile paralellik kurarak yarattığı bir karakter olduğu söylenir. Evliliği ile ilgili sorunları, o dönemdela çok güzel ve ne yazık ki bir o kadar da zalim bir kızdır. Bayan Havisham’ın üstünden hiç çıkarmadığı gelinlik ile bir deli değil düğün günü terk edilmenin öfkesi ile hayata küsen bir kadın olduğunu Pip çok geçmeden anlar. Anlamadığı Estella’nın bu öfkenin şemsiyesi altında büyüdüğüdür. Günler geçtikçe Estella’ya iyice vurulan Pip kendi fakirliğinden utanır. Bir gün değişeceğini umduğu hayatına kahreder. Ve bir mucize olur! Bir avukat gelir ve kendisine yüklüce para bırakıldığını, eğitim için Londra’ya gitmesinin mümkün olduğunu anlatır. Vasisi kendisini gizlemektedir. Ama zavallı romantik Pip, bunun Bayan Havisham olduğundan emindir. Londra hayatı Pip’i bir centilmen yapar ama Estella’nın aşkını kazandırmaz. Eski hayatından uzaklaşan Pip geçmişini aşağılarken korkunç gerçekle yüzleşir. Kendisine bu eğitimi ve hayatı sağlayan bir zamanlar yardım ettiği o korkunç mahkûm Magwitch’tir. Bu haber bütün hayatını alaşağı eder. Pip her şeyi düzene koymaya çalışırken, Estella başka bir adamla evlenir. Başlarından geçen türlü olaylarla acılar çekerek olgunlaşan ikili nihayetin-
ki sıkıntılarının benzerleri Darney’ın da hayatının parçalarıdır. Defarge’lar, Manette ve Darney etrafında dönen roman, yan karakterler ve dönemin öfke dolu atmosferi ile ustaca işlenmiştir. Romandaki önemli ayrıntılardan biri yıllarca Fransızlardan çekmiş Manette’in, kızının sevgisi için çektiği acıların yükünü ve öfkesini kontrol altında tutarak damadı Darney’in milliyetini göz ardı etmesi dikkat çekicidir. Londra-Paris hattında geçen hikaye dönemi çarpıcı bir şekilde anlatır. de tekrar bir araya gelir. Ve işte bu romanın renkleri tam bir Rembrandt resminin tonlarıdır. Karanlık, hafif kasvetli ama yine de merak uyandıran, ilgi çekici ve gerçek. Biz Büyüdük ve Kirlendi Dünya Çocukluğumuzdan kalma bir yazar Charles Dickens, yani çoğumuzun çocukluğunda kalan... Ama okuyan her çocuğu farkında bile olmadan bir şekilde etkisi altında bırakıp, hayata baktığı yere doğru en az bir çentik ilerleten bir yazardan. Hayatın adaletsizliğini, dünyanın acımasızlığı, insanların kötücüllüğü, yani gerçek hayatın parçaları, Dickens’ın romanlarından dünyamıza süzülür. Büyüdükçe önemini yitirir bazı şeyler ama yine de temellerini atarken kendi kendimizin oraya koyduğumuz şeylerdense eğer, hep saklı durur içimizde. Tıpkı Oliver Twist’in zeytin gözleri gibi. Kitapçının güvensizliğinde gördüğümüz “hırsızlığın kötü olduğu” gibi. Tıpkı son dönem reklamlarında da gördüğümüz, “Aslında iyiler hep kazanır” düsturunun bütün sonu iyi biten masallardan bize göz kırparak içimize umut tohumları ektiği gibi… 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 59
Bitti.
Bu dize ile başlayan bir şarkı vardır, annemin kardeşim Çanakkale’de okurken söylediği. Lise hayatıma derin bir çentik atan “İki Şehrin Hikayesi”ni hatırlatır bana hep. Fransız İhtilaline olan ilgimin sebebi, tarihin o heyecanlı sayfalarını zemin edinen bir hikaye.
Alper Demirci boo@boodergi.com
eskici
: Ronnie James Dio
i k a t k ı l n Kara s e S n a y a Işıld
Bir bakıma heavy metalin babasıydı. Kendisinin aile geleneğinde nazara karşı yapılan el hareketi bütün bir müzik sahnesinin simgesi oldu. Hangi grupta yer aldıysa oradan en az bir tane efsane albüme imza attı. İki yıl önce 16 Mayıs’ta Dio’yu kaybettik. Kendisini anmanın yanında, geç bulup çoktan kaybedenler için kariyerini anlatalım istedik.
60 | Boo! Sayı: 6
G
eçen yaz çok bunaldığım bir gece Dio’nun şarkılarını tekrar tekrar dinlerken “Bir rüyama girsen Dio, aksakallı dedem olsan, yol yordam göstersen bea...” dediğimi hatırlıyorum. Olmayacak şey mi, Tenacious D in Pick of Destiny filminde gayet de oldu! Nitekim girdi de, elinde asası, sakal bırakmamış ama, diyor ki: “Evlat, benden yol yordam bekliyorsan kendini yazdığım şarkılara ver. Onlar sana doğru yolu, içinde bulunduğun kötü durumdan çıkış yolunu gösterecek”. Filmdeki gibi bir Kickapoo şarkısı patlatmasını bekledim, ama sabahın sekizinde kendimi çaprazdaki inşaatın gürültüsüne uyanmış halde buldum. Biz heavy metal dinleyicileri, evet, halen daha birer çocuğuz. Müzik kahramanlarımız var, sahneye çıktıklarında bizim için bu dünyada onlardan güçlüleri yok. Hayatı onların yazdıkları şarkılardan öğreniyoruz. Onlardan birini kaybettiğimizde, içimiz, en yakınlarımızdan birini kaybetmiş gibi burkuluyor, yasa gömülüyoruz. O şarkılara ömür boyu tutunmaya ant içiyoruz. Ronnie James Dio birçoğumuz için bu kahramanlardan biriydi. Kısacık boyuyla sahnede mikrofonun başına geçtiğinde devleşir, sesi 1950’lerden bu yana git gide daha çok güçlenirdi. Aslında 1957 yılından beri sahnelerde olan Ronnie James Dio, heavy metalin rock’n’roll müzikten evirilip kendine özgü bir müzik tarzı olma yolunun ete kemiğe bürünmüş haliydi. İlk grupları Ronnie and the Rumblers, Redcaps ve Prophets ile 10 yıl kadar dönemin elektrik gitarlı müzikleri blues rock, country rock, rockabilly gibi tarzlarda çalıyordu. Ardından Elf, Rainbow, Black Sabbath, kendi adını taşıyan grubu Dio ve en son Heaven&Hell ile toplam 40 küsur yılda heavy metalin evrimine benzer bir yol izledi, özellikle kendini bulduğu 80’lere kadar.
na” yazarak ailesine saygı duruşu yaptığında sene 1972’ydi. O ilk albümü Elf grubuyla yayınladı. Elf o zamanlar Deep Purple’ın kanatları altında büyüyen bir gruptu. Prodüksiyonlarını Deep Purple’dan Ian Paice ve Roger Glover üstleniyor, albümleri Purple Records’tan yayınlanıyordu. Deep Purple’ın turnelerinde alt grup olarak çıkıyor, bahaneyle büyük kalabalıklara çalma şansına erişiyorlardı. “Elf”, “Carolina Country Ball” ve “Trying to Burn the Sun” adında hard rock albümleri kaydetmişlerdi. Üçüncü albümün çıkmasına yakın, Deep Purple’dan ayrılacak olan Ritchie Blackmore yanlarına geldi ve gitaristleri dışında bütün Elf’i yanına çekip aldı. 70’lerin (ve kimilerince 80’lerin) hard rock efsanesi Rainbow kurulacaktı.
Gökkuşağının altından… Rainbow’da Ritchie Blackmoreun patronluk müessesesi, grubun iki albümü aynı kadroyla çıkaramamasına sebep oluyordu. Yine de başlarına geleceklerden habersiz, ilk kadro 1975’te yayınlamak üzere klasik albüm Ritchie Blackmore’s Rainbow’u kaydetmişti. Sonrasında Rainbow ile canlı performansın tadına varamadan, Dio dışında hepsi de kovuldu. Bu, Rainbow için yıldızlar topluluğuna dönüşmenin yolunu açtı. Davula ünü kendinden menkul, 1998’de trafik kazasında merhum olan Cozy Powell, basgitara ise ileride Dio’nun kendi grubunda uzun yıllar bas çalacak olan Jimmy Bain geldi. 1976’da 2. albüm Rising çıktığında, heavy metal tarihinin en epik albümlerinden biri yankılanacaktı.
Eski kulağı kesiklerden… 1942 doğumuyla şu ana kadar bilinen en erken doğumlu heavy metal müzisyeni Ronnie James Dio, İtalyan göçmeni ailesinin arasında ABD’de, Ronald James Padavona adıyla dünyaya gelmişti. 1961’den itibaren ise sahnede Dio ismini kullanmaya başladı. Ama künyesinde bulunduğu ilk albüme adını “Ronald Padavo15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 61
Rising’i grubun ilk konser albümü On Stage izledi ve yine kadro değişiklikleri geldi. 1978’deki albüm Long Live Rock’n’Roll’da gruba ileride Ozzy Osbourne’un albümlerinden tanıyacağımız Bob Daisley geldi. Sonuç, Rising kadar olmasa da yine fevkaladeydi. O dönemki konserleri açan tempolu Kill the King, doğu ezgili epik şaheser Gates of Babylon ve Dio’nun performansı, yazdığı sözler ile ağlatan Rainbow Eyes gibi şahane şarkılara sahipti. Ama sonrasında Blackmore’un patronluğu bu sefer Ronnie James Dio ile çatışmıştı. Bir tarafta daha ticari, aşk şarkıları isteyen Blackmore, öbür tarafta hayal gücünü şarkı sözlerinden esirgemeyen Dio… Rainbow Blackmore’un grubu olduğundan, giden isim Dio oldu. 80’lerin metal büyüsü Tam o sırada Black Sabbathın altın dönemi sona ermiş, grup, Ozzy Osbourne ile uzatmaları oynamaktaydı. Rainbow’dan ayrılan Dio, Black Sabbath’a katıldı ve adeta “bitti” denilen grubu düştüğü yerden yeniden ayağa kaldırıp şanına yakışır yere geri koydu. Bunu başardığı albüm, bir başka efsane Heaven & Hell idi. Dio’nun haricindeki orijinal Sabbath üçlüsü Bill Ward’ın albüm sonrası gidişiyle bozuldu, yerine gelen Vinnie Appice, Dio’nun uzun yıllar yoldaşı olacaktı. Dio’nun olduğu ikinci albüm Mob Rules yayınlandı, önceki kadar olmasa da bu da başarılı bir albümdü. Ama ipler bir sonraki konser albümü Live Evil’ın kayıtlarının düzenlenmesi esnasında koptu. Iommy ve Butler ikilisi vokal seviyelerini düşürürken, onlar olmadığı zaman odaya giden Dio’nun tam tersini yapması ilerleyen günlerde Dio’nun gruptan kovulmasıyla sonuçlandı. Dio artık istediğini yapabileceği için mutluydu. Appice de onu takip etti. 1982’de, Black Sabbath’tan boşta kalan ikiliye gitarda Vivian Campbell ve basta Jimmy Bain katıldı ve Ronnie James Dio yıllardır kullandığı sahne soyadını gruba verdi. Heavy metal büyüsü bir kere daha onun yanında olacak, 62 | Boo! Sayı: 6
kutsal bir albüm olan Holy Diver’ı yazıp kaydetmesine yardım edecekti. 80’ler Dio için inanılmaz geçti, arka arkaya klasikler patlıyordu. Holy Diver’dan sonraki albümler onun gibi güçlü değildi belki ama The Last in Line, Sacred Heart ve özellikle Dream Evil çıktıkları yıllarda türdeşleri arasında ışıldıyorlardı. Halen daha efsane şarkılar çıkıyordu, We Rock, Sacred Heart ve All the Fools Sailed Away tüyleri diken diken etmeye devam ediyordu. Çalkantılar İlk üç albüme kadar sabit olan (ikinci albümle beraber gelen klavyeci Claude Schnell’i unutmayalım) Dio kadrosu, üç albümden sonra önce Vivian Campbell’i, dördüncü albümden sonra ise diğer yoldaşları kaybetti. Jimmy Bain ve Vinnie Appice ile ileride tekrar bir araya gelecekti ama o tarihten sonra kadrosu sıkça değişti. 90’larda, kalburüstü olsa da 80’lerin büyüsünden yoksun Lock Up the Wolves, Strange Highways ve Angry Machines albümlerini, 2000’lerde ise Magica, Killing the Dragon ve en son 2004’te Master of the Moon’u kaydetti. 1990’ların ilk yarısında bir de Black Sabbath’a geri dönme hikayesi var. 90’da Lock Up the Wolves’un turnesindeyken o ara Sabbath’tan ayrı olan Geezer Butler’a sahnede eşlik etmişti Ronnie James Dio. Buradan gazı alan ikili, bir de Iommi’den oluru alınca Mob Rules kadrosuyla yeniden bir araya geliyorlardı. Bu birleşmeden 1992’de
“Heavy metal büyüsü bir kere daha onun yanında olacak, kutsal bir albüm olan Holy Diver’ı yazıp kaydetmesine yardım edecekti.”
Başka yerlerde 2000’lerin ikinci yarısı Mob Rules kadrosunun yeniden birleşmesini gördü. Black Sabbath’ın The Dio Years adında çıkan derleme albüme 3 yeni şarkı kaydetmek için stüdyoya kapanan dörtlü, sonrasında soluğu yeniden bir araya gelmekte aldı. Ama 2000’lerde konserler veren, Ozzy Osbourne’ün de içinde bulunduğu Black Sabbath ile karışıklık olmaması için bu yeni gruba efsane albümleri Heaven & Hell’in adını verdiler. Tanıdığımız simalar olmalarından ötürü ilk (ve ne yazık ki tek) albümlerinin adını “The Devil You Know” koyup 2009’da beğenimize sundular. Aynı yılın sonlarına doğru Ronnie James Dio’ya mide kanseri tanısı kondu. 2010’un ilk ayları hep iyi haberleri bekledik, yeni turne ve konser tarihlerinin açıklanıp durması ümidimizi körüklüyordu. Hatta Heaven & Hell’i biz de misafir edecektik, 27 Haziran’a gün sayıyorduk. Ama 16 Mayıs günü kötü haberi aldık. Bir röportajda evindeki eşyalar hakkında konuşuyor, çoğu antika: “Bu sandalyeyi yapan ustalar, bugünkü gibi 5 yıl kullanılıp atılsın diye değil, uzun yıllar dayansın diye yapıyordu. Bu yüzden antika olan çoğu şey sanat eseri gibi. Benim de müzikte amaçladığım şey bu, günü idare edecek değil, yıllarca eskimeyecek şarkılar yapmak...” diyor. Gerçekten de bu amacına ulaştı Dio. Bugün 16 Mayıs, Dio’nun sevenleri olarak yastayız, ama şarkıları hep yanımızda. Biz rock’n’roll çocuklarına doğru yolu işaret etmeye devam ediyor.
R.J. Dio’nun Kutsal Emanetleri
Rainbow - Rising (1976): Rainbow’un bu ikinci albümü, 1970’lerin gördüğü en epik performanslardan birine imza atıyordu. İlk albümdeki bir hızlı, bir yavaş, insanın içini huzur dolduran hard rock tarzındaki müzik, heavy metalin ağır ve dolgun akorlarına bürünmüş, Ronnie James Dio’nun kadife sesi daha önce hiç olmadığı kadar güç kazanmıştı. 33:43 dakikalık süresiyle kısa bir albümdür, ama kısa olduğu kadar devdir de. İlk yarıda klavye melodisiyle adeta hipnotize eden Tarot Woman muhteşem bir giriş iken, kapanışı B yüzünde 8’er dakikalık iki tane epik oğlu epik şarkı, Stargazer ile A Light in the Black yapar. Stargazer’da yumruklar sıkılır, “My eyes are bleeding!” dizesine bağırarak eşlik edilirken A Light in the Black’in solo bölümünde klavye ile gitarın atışması müziğe dair bütün algılarımızı mest eder, tüylerimiz diken diken takip ederiz notaları.
Black Sabbath - Heaven And Hell (1980): 70’lerin sonunda dibi gören Black Sabbath’ı yeniden ayağa kaldıran bu albüm tam bir başyapıt. Dio’nun her zamanki
hayal gücü ve düşüncelerle yoğurulmuş şarkı sözleri bu sefer rengarenk melodilerin canlı ahenginden, Black Sabbath’ın kalın ve karanlık tonlardaki müziğine atlamıştı. Albümün adını taşıyan şarkının gitar bölümleri konserlerde iyice uzatılıyor, albümde ruhumuzu arındıran şarkı, canlı performansta iyice ayin havasına bürünüyordu. Heaven and Hell albümü için en son yazılan şarkı Neon Knights, albüme hızlı bir açılış yaparken, yazılan ilk şarkı Children of the Sea hemen ardından geliyor, iki yıl sonra Iron Maiden’a ilham kaynağı olup Children of the Damned şarkısına sebep oluyordu. Albümden çıkan üçüncü ve son 45’lik Die Young’dı.
Dio - Holy Diver (1983): Black Sabbath’tan ayrıldıktan sonra nihayet yıllar sonra kendisi bir grup kurabilen Ronnie James Dio, heavy metal tarihinin en kutsal albümlerinden biri olan Holy Diver’ı yayınladı. Dio’nun nazarımızda “yol yordam gösterici aksakallı dede” niteliğini elde etmesinde en çok bu albümdeki şarkılar rol oynadı. Stand Up and Shout ile hakkımızı koruduk, Don’t Talk to Strangers ile gece sokakta bir başımıza kaldığımızda sağımıza solumuza dikkat ettik, Rainbow in the Dark ile kendi değerimizin farkına vardık. Gypsy’nin başındaki çığlıkla şoka uğradık, Holy Diver’ın epik girişi tüylerimizi dakikalarca aşağı indirmedi. Aslında bu albümün bu kadar
mükemmele yakın olmasında yolun Black Sabbath’tan geçmiş olmasının payı büyüktü. Sabbath’tan mistisizmi ve heavy metal şovmenliğini alıp Rainbow’dan kalma capcanlı müzik anlayışıyla birleştirerek kendine has bir tarz ortaya koymuştu Dio. Kapakta ise maskot Murray’i ilk defa gördük.
Heaven & Hell - The Devil You Know (2009): Geçen sonbahar Black Sabbath’ın orijinal kadrosunun birleşmesi ve albüm ile turne haberinin gelmesi nasıl ki dinleyicileri sevinçten çılgına döndürdüyse (gerçi Bill Ward’ın arıza çıkarması, Iommi’nin sağlık durumu sevincimizi kursağımızda bıraktı, turneler Ozzy & Friends’e dönüştü), 2009’da 17 yıl öncesinin Black Sabbath’ının da yeniden bir araya gelmesi inanılmaz bir heyecan yaratmıştı. Üstüne bir de inanılmaz derecede takdire şayan bir albüm çıkınca son yılların en önemli geri dönüşlerinden biri meydana gelmiş oldu. Tek sorun, Heaven & Hell isminin muhtemelen Black Sabbath olsaydı ulaşacağı insan sayısından çok daha azına ulaşmış olmasıydı. Dörtte üçü 60’ını aşmış bu üstatlar için bu saatten sonra önemli değildi bu elbette, ama mahrumiyetten ötürü üzülüyoruz işte. Albüm örs gibi tonlarca ağırlıkta bir doom metal rifine sahip Atom & Evil ile açılıyor, 54 dakika boyunca bu ekibin en karanlık ve ağır çalışmasını dinliyoruz. Dio son defa bir klasikte... 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 63
Bitti.
Dehumanizer albümü çıktı, ama birliktelik yine uzun sürmedi. Ozzy Osbourne’un iki konserde Black Sabbath’ı solo grubuna alt grup olarak açıklaması Dio’nun hoşuna gitmedi, gururlu ve onurlu davranıp gruptan ayrıldı. Bahaneyle Rob Halford’ın Black Sabbath vokalisti olarak sahneye çıkması gibi fantastik bir olayı görmüş oldu metal severler. Ronnie James Dio da kendi grubuyla çalışmalarına devam etti.
ALBÜM FİLM KİTAP DERGİ OYUN
Raftaki Dostoyevski - Öteki Sayfa 78’de
Mass Effect 3 Sayfa 80’de
Blonde Redhead
64 | Boo! Sayı: 6
The Prisoner Sayfa 76’da
Sayfa 74’de
R A F TA K İ L E R
Yeni n a k ı Ç r a l p Kita Henry Miller - Yengeç Dönencesi Cemal Paşa - Hatırat (1913 - 1922) Nur Yazgan - Lal Kitap Melissa Senate - Aşk Tanrıçasının Yemek Okulu Sinan Yağmur - Her Anne Bir Melektir Gary Shteyngart - Süper Acıklı Gerçek Bir Aşk Hikayesi Lucia Puenzo - Balık Çocuk Sevgi Saygı - Koza Zoran Drvenkar Onlardan Biri Ayten Çelebi Kural Mola
Çok r a l n a Sat 1. Ahmet Ümit - Sultanı Öldürmek 2. Soner Yalçın Samizdat 3. Haruki Murakami 1Q84 4. Uğur Dündar - İyi Uykular Sayın Seyirciler 5. Can Dündar - Aşka Veda 6. Suzanne Collins - Açlık Oyunları 7. John Verdon Gözlerini Sımsıkı Kapat 8. Buket Uzuner Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları: Su 9. İlber Ortaylı - Yakın Tarihin Gerçekleri 10. Umberto Eco - Prag Mezarlığı
Paul Weller
SONIC KICKS - Albümün isminin Sonic Kicks olması sizi yanıltmasın, Sn. Weller malum Modfather namıyla maruf. Dolayısıyla muasır medeniyetin son imkanlarından faydalansa da nerden geldiğini, köklerini unutmadan, bilakis vurgulayarak karşımızda. Müzik hayatı boyunca önceleri ilk grubu The Jam’le, daha sonra Style Council ile (ki bu döneminin kariyeri için hata olduğunu kendisi zamanında belirtmiştir) elde ettiği başarılarıyla ve özellikle kendine has janti giyim tarzıyla her daim genç gruplara örnek olmuştur (bkz: Oasis, ki hiç hazzetmem). Ancak yıldızının asıl parlaması solo albümleri döneminde gerçekleşti (bi-
liyorsunuz Sting’in The Police döneminde yaşadığının tam tersine). Özellikle, yukarıda andığımız Modfather döneminin başlangıcı sayılan, 1993 tarihli “Wild Wood” şarkısı ve 1995’te yayınladığı Stanley Road’dan “You Do Something To Me” zamanında yüreklerimizi az dağlamamıştı (halen sever, sayarız). Sonic Kicks’in ilk şarkısı olan Green, yüksek tempolu yapısıyla aniden sizi esir alıyor, şarkı tam bitecek gibi olurken tekrar başlıyor ve sonraki şarkı olan The Attic’e bağlanıyor (bravo Paul abi sanki kafamız az karışık). Ardından gelen Kling I Klang standart ska/mod havalarının halen aynı zevkle dinlenebileceğinin kanıtı. Ve
Tarz: Rock Yıl: 2012 Yayıncı: Island Prodüktör: Paul Weller Simon Dine
aniden yükselen yaylılara şaşırmanızla başlayan Sleep of Serene’nin bitmesi bir oluyor. Bu güzel geçişin ardından albümdeki favori şarkımız By the Waters, Weller’ın aşina olduğumuz akustik stiline bir anımsatma yapıyor ve fazla bekletmeden tanıtım videosu olan That Dangerous Age ayaklarınızı yerden kesmek üzere teşrif ediyor. Sözleriyle, stilleriyle birbirinden ayrı (ki buna enstrümantal olanlar da dahil), ancak tüme varıldığında, olağanüstü güzel 16 şarkının oluşturduğu 51 dakika süren güzel bir düş Sonic Kicks. Yaşıtları, hatta ardından gelenler, üreticilik sürecinde tıkanıp, zevk alemlerinde, ihtiras tramvaylarında zaman harcarken on birinci solo albümüyle halen heyecan yaratabiliyor Paul Weller. Bir de adam kaç yaşına geldi, hala karizma, hala bi’ yakışıklılık… Ne yer, ne içersin abim benim? Ben bu sırra eremedim, anlayan haber etsin. -A. Kara 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 65
R A F TA K İ L E R
Albümler:
CHEMICAL BROTHERS DON’T THINK Freestyle Dust/Parlophone Chemical Brothers’la ilk tanışmam Hey Boy Hey Girl şarkısıyla oldu, sene 2003, üniversitemin ilk yılı. Aileden ayrılmanın, yalnız yaşamanın heyecanı, elektronik müziğin coşkusu… Chemical Bros. bizleri en coşturan parçaların sahibi olmakla gönlümüze taht kurmuş o zamanlar. Neticede kanı kaynayan bir grup genciz. Sonrasında kendilerini yakından tanımaya hevesleniyorum. İngiliz ikilinin daha önce Dust Brothers ismiyle sahne aldıklarını ve Underworld, Orbital gibi elektronik müziğin ünlü isimleriyle turneye katıldıklarını falan keşfediyorum. Akabinde şarkıları birer birer şarkı listeme ekleniyor. Block Rockin’ Beats, Star Guitar, The Test (klibine ölürüm, biterim), Out of Control, Galvanize… 7 stüdyo, 1 konser, 2 remix, 5 mix, 2 video albümleri bulunan Chemical Brothers’ın ünü, anlatmaya gerek duymadığım bir konu şu an. İkilinin son albümleri “We Are The Night” idi. Bir çırpıda dinleyip tüketiverdiğim albümün çıktığı o günden beri, yeni bir albümün haberini bekliyorum. Nasıl gözümden kaçtıysa, “Don’t Think”in bu kadar gümbürtülü geldiğini fark edememişim. Artık elimizde bir de Chemical Brothers’ın “Don’t think, just let it flow!” mottolu bir konser filmi var. Yönetmeni Adam Smith. Albüm de pek tabii ki bu konserdeki parçalardan oluşuyor. Geçen sene 26 Mart’ta düzenlenen Fuji Rock Festivali’nde ikilinin performanslarını sergilediği gecede çekilen görüntülerden oluşan filmin parçaları da aynen albüme koyulmuş. O sebeple dinlemesi biraz zor, yani bir yandan insanlar eğlence çığlıkları atarken sizin masada oturmuş halinizle öyle bir ruh haline girmeniz garip oluyor. Ama hep aklımızda yer etmiş şarkıları art arda dinlemek güzel… Eğer sıkı bir Chemical hayranıysanız, dinlemeden geçmeyin… -Merve 66 | Boo! Sayı: 6
JACK WHITE BLUNDERBUSS Third Man Records Siyah tabakta servis edilen domates soslu makarna tadındaki grup White Stripes dağıldı dağılmasına, neyse ki Jack White müzik icraatına tek başına devam ediyor. Power akorların üstesinden serçe parmağıyla gelen bu güzel adam Rolling Stone’a göre dünyanın en iyi 100 gitaristi arasında 70. sırada yer alıyor. İlk solo albümü Blunderbuss’ın çıkış parçası Love Interruption, Ruby Amanfu’nun gırtlağından gelen sesle şenleniyor. Ön planda olmak gibi bir derdi olmayan White, şarkının klibinde de Amanfu’yla sakin sakin şarkı söylüyor (gerçi sözleri pek sakin değil). I’m Shakin’, Freedom at 21, Missing Pieces, Hypocritical Kiss ve I Guess I Should Go To Sleep albümde dikkat çeken diğer şarkılardan. Biz de diyoruz ki “uyumaya gitmeden önce bir riff at bari Jack”. -Aslı
GRAMATIK DIGITAL FREEDOM Pretty Lights Music Dennis Jasarevic nam-ı diğer Gramatik son EP’si Digital Freedom ile hayranlarını selamladı. Her şey ilkokul yıllarında blues, rock ve bolca Beatles dinleyen Dennis J’in 36 Chambers (Wu Tang) albümüne kulak kabartmasıyla başladı. Böylece hiphop ile tanışan J, müziğinde de eski usul hiphop beatlerinden, soul ve funktan bolca faydalandı. Digital Freedom’a gelince; “ücretsiz müzik yaparak müziği özgürleştiren” birinden farklı bir albüm adı beklenemezdi. ACTA’ya (Ticarette Sahteciliğin Önlenmesi Sözleşmesi) karşıtlığını her an dile getiren J, albümlerini bağışlarla ayakta duran Pretty Light Music etiketiyle yayınlıyor. Son albümüyle enstrümantal hiphoptan uzaklaşan ve electro dub müziğe göz kırpan bu yetenekli müzisyenin diskografisini bir an önce indirmenizde fayda var. -Aslı
MIIKE SNOW HAPPY TO YOU Downtown Records Britney Spears denince aklıma tek şarkı gelir o da Toxic’dir. Spears’ı sevmemek için nedenleriniz olabilir ancak electropop ve bhangra melodileriyle süslenen şarkının müzikalitesini reddetmek vicdansızlık olur. Zamanında Spears’a ilk Grammy’sini getiren Toxic’in arkasında 2 isim bulunuyor: Bloodshy& Avant. Yanlarına Andrew Wyatt’ı da alarak indie/electropop icra ettikleri grupları Miike Snow 2. albümleri Happy To You ile karşımızdalar. İlk dinleyişte; çıkış şarkısı Paddling Out, Lykke Li’nin de eşlik ettiği Black Tin Box, Enter The Jokers Lair dikkat çekiyor. Favorim ise Vase, o ne biçim şarkıdır arkadaş! Benim The Cure’den Close To Me’ye, başka bir arkadaşın Çelik’ten Komşu Kızı’na benzetmesi kafa karıştırıcı görünse de müzikçalarlarda döngü yaratacağına şüphem yok. -Aslı
R A F TA K İ L E R
THE SHINS PORT OF MORROW Columbia Zamanında Garden State film müziklerinde yer alan New Slang ile uzun süre filmin atmosferinden çıkamayarak zaten normalde az çalışan kafamızı bulandırmıştı The Shins. Zaman içerisinde değişen kadro yapısına rağmen James Mercer önderliğindeki The Shins yeni albümleri olan Port of Morrow’u geçtiğimiz ay yayınladı. Uzun zamandır dolaşımda olan ilk 45’lik Simple Song eskimeden, 3B animasyon olarak çekilen yeni video albümün de açılışını yapan The Rifle’s Spiral’a çekilmiş (ki izlemenizi tavsiye ederiz). 10 şarkıdan oluşan bu güzel albümde September, For a Fool ve Bait and Switch dikkatimizi çeken diğer eserler oldu. Havalar böylesine güzelken, kulağınızda Port of Morrow ile hayat bi nebze daha güzel olacak emin olun. -A. Kara
HOOVERPHONIC WITH ORCHESTRA Sony Music Belçika’nın Deus’tan sonraki gururu, kendi deyimleriyle retro-futuristic pop grubu Hooverphonic, burada da hatırı sayılır naif bir kitleye sahip. Yayınlandıktan hemen sonra platin plakla ödüllendirildikleri yeni albüm Hooverphonic With Orchestra eski şarkılarının orkestral yeni versiyonlarından oluşuyor. Mad About You, Vinegar&Salt ve Eden gibi en tanınmış hitlerinin yanı sıra özellikle Blue Wonder Power Milk albümünde vokalist Geike Arnaert’ın melek sesiyle hasta olduğumuz Renaissance Affair’ın nefis bir yorumunu bu kez Noemie Wolfs’dan dinliyoruz. Albümdeki tek yeni şarkı Happiness ise onca şarkının yanında yok olup gitmeye mahkum. Trip-hop ve ambient türlerini ustalıkla harmanlayan bu heyecan verici topluluğun geçen gün memleketimizde de konser verdiğini hatırlatalım. -A. Kara
PAROV STELAR THE PRINCESS Etage Noir Recordings Etage Noir Recordings’in aynı zamanda sahibi olan Parov Stelar’ın yeni albümü The Princess, çiçeği burnunda, raflarda yerini aldı. Shine albümü, özellikle Lost in Amsterdam ve Homesick şarkıları ile dinleyicinin gönlünde taht kuran ve ülkemizi bir kaç defa ziyaret eden Parov Stelar yine şahane bir albümle karşımıza çıkıyor. Electro-downtempo tarzının Avusturyalı temsilcisi, güzelim vokalleri kullanmaktan yine hiç çekinmemiş. Daha önceki albümlerden sesine aşina olduğumuz Lilja Bloom yine Parov’un gözdesi gibi gözüküyor. 2 CD’den oluşan albümde bonus parçalarla beraber toplam 28 şarkı var. Yeni albümün tadına canlı canlı varmak isterseniz, 26 Mayıs’ta Küçük Çiftlik Park’ta düzenlenecek konseri kaçırmayın. -Merve
GRAHAM COXON A+E Parlophone Geçen sene olduğu gibi bu senenin de en güzel albümleri yaz yaklaşmaya başladığında piyasaya döküldü, bunlardan biri de A+E bana göre. Albümü dinlerken araziye çıkıp saha jeologu kafası yaşayasım geldi. Graham Coxon malumunuz Blur’un kurucu ve zaman içerisinde gidiş/gelişler yaşayan gitaristi. Kendisinin solo maharetleri 1998 senesine kadar uzanıyor. Sesini Blur’un Coffee & TV’sinde dinleyip seven de çoktur ancak bizim tavsiyemiz Happiness in Magazines albümü. İlginç videolu What’ll It Take şarkısı size bu albümün geneli hakkında bi’ fikir verecektir. A+E, “Blur’un gitaristinin yeni solo albümü” değil, yaşını almış ve yaptığı müziği çok iyi tanıyan bir müzisyenin dinledikçe seveceğiniz yeni albümü. Beni boşverin, NME 9/10 vermiş, daha ne diyeyim? -A. Kara
HAKAN KÜÇÜKÇINAR AŞK MERDİVENLERİ We Play Ankara rock müzik piyasasında yıllardır güler yüzü, bas gitarist ve vokalistliğiyle tanınan Hakan Küçükçınar’ın ilk solo albümü Aşk Merdivenleri adında. 1993’te Çekirdek grubuyla Siste Yürümek, 2004’de ise Ortanca grubuyla Dokunduğun Denizler isminde iki albümde yer alan sanatçı bar programlarına önce Trip, ardından Kendinden Prensli At gruplarıyla devam etmekte. Klasik şarkıcı/söz yazarı geleneğinden gelen, kimi yerde o çok sevdiği Johnny Cash ya da kimi zaman Bülent Ortaçgil etkileri taşıyan 10 şarkıda bizleri serin, dingin bir yolculuğa çıkarıyor. Klişelerden uzak, naif vokali ve tecrübeli müzisyenliğinin yansımalarını aktardığı albümün ilk videosu Kördüğüm, Mavi Yaz Akşamlarımız, Kaybettiklerim ve Rüzgarlı Yollar beğenerek dinlediğimiz çalışmalar oldu. Gelecek ay röportajı Boo!’da... -A. Kara
ORBITAL WONKY ACP House-techno müziğin ünlü isimlerinden Orbital, 8 yıl aradan sonra çıkardığı albümle isminden hem iyi hem kötü yönde bahsettirdi. Hatta okuduğum yorumlardan birinde bu kadar az parça sahibi olup da bu kadar fazla festivalde boy gösteren bir grubun daha olup olmadığını sorguluyordu yazar. Her ne olursa olsun, hatta artık modası geçmiş gibi de gelse, Orbital ortaya oldukça başarılı bir iş çıkarmış. 2004 yılında çuvallayıp 2009’da tekrar toparlanmalarının şerefine çıkardıkları albümde Zola Jesus’un vokalleriyle ayrı bir hava kattığı New France parçasının tadı ayrı güzel. Albümde bir diğer konuk ses Lady Leshurr, albüme adını veren parça Wonky’de bizlere eşlik ediyor. 9 parçalık albümde “Beelzedub” ve “Where Is It Going?” mutlaka dinlemenizi tavsiye ettiğim diğer parçalar. -Merve 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 67
R A F TA K İ L E R
Filmler: EKÜMENOPOLİS - İstanbul ve geleceğine dair çarpıcı bir belgesel ile karşı karşıyayız. Ucu olmayan şehir ve o uçlar arasında gidip gelme telaşı içinde İstanbul’un ve İstanbulluların kaybettikleri… İmre Azem imzalı belgesel İstanbul’un kent dokusunun ekonomik ilişkilerle nasıl değişebileceğini uzmanların gözlemleriyle anlatıyor. Ekümenopolis’in muadillerinden farkı ise birçok sorunda sunduğu alternatif çözümler. İstanbul çekmeye çalıştığı yabancı sermaye ile daha zengin bir şehir olma hayalleri içindeyken, gelen her yatırımcı, şehrin zengin kadrosunu daha zengin yapıyor. Gelen sermaye ile genişleyip, büyüyen şehre daha çok yapılan plazalar, AVM’ler, lüks siteler ise tek bir şeyle mücadele etmek zorunda; bu yapılarda oturma ihtimali bulunmayan düşük gelirli sınıf. Düşük gelirli bu sınıf için hiçbir şey düşünülmedi desek haksızlık etmiş oluruz! Genişleyen, zenginleşen ve güzelleşmiş gibi yapan bu şehirde kendi evleriyle görüntü kirliliği oluşturan bu insanların evlerini yıkarak onları TOKİ binalarına, evlerinin bulunduğu arsaları ise üst gelirli gruba lüks mekanlar yapmak bulunan son çare. Bununla birlikte artık bu grup görüntü kirliliği oluşturmayacak ve birbirine benzeyen ve estetik hiçbir kaygı gütmeyen bu evlerde robotlarmışcasına yaşamaya
68 | Boo! Sayı: 6
başlayacaklar. Yani işi özetlemek gerekirse, sermayenin artık elinde daha çok arsa, daha çok göze hoş gelen alan, çevrelerinde daha lüks mekanlar olacakken düşük gelirli kısım sermayeden ve sahiplerinden gayet uzak, kendi TOKİ binalarında gelişmemeye terk edilecekler. Özünde en fakir insanın en zengin olabilmesi için bütün fırsatların verilmesi gerekliliği prensibine dayalı liberalizmin geldiği bu nokta, çıkış noktasına göre bir hayli uzak. Zira artık sermaye sahipleri ve yakınları birbirine daha yakın olacaklar ve parayı aralarında paylaşacaklarken; sermayeden uzak, toplu konutlarına kitli bu insanlar toplum hayatından soyutlanacaklar. İç içe, sermaye sahiplerinden uzak, kişisel taleplerin göz ardı edilmediği yeşili bol bir kent için şu ara yapabileceğimiz en iyi şey: “Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir”i izleyip ona destek vermek. -Furkan
THE AVENGERS - Bu filmi anlatmaya nereden, nasıl başlanır doğrusu pek bir fikrim yok. Oyuncu kadrosu, bütçe, kurgu, kostüm, müzik, efekt… Aynı zamanda filmin bir “Marvel” ürünü olması da işleri zora sokan diğer etmen. Filmin bütçesi 220 milyon dolar, Türk sinemamızın en büyük bütçeli filmi olan Fetih 1453’ün 17 milyon dolar bütçeyle çekildiği düşünüldüğünde film için harcanan paranın büyüklüğünü bir nebze olsun anlamak mümkün. Filmin vizyona girmesiyle birlikte yakaladığı inanılmaz ivme de yapımcıların iştahını aniden kabartmış ve muhtemelen aynı ekip (Samuel L. Jackson’ın yapımcılarla en azından 4 filmlik kontratı daha var) ve yine muhtemelen aynı yönetmen ile kafalarda soru işaretleriyle biten filmden sonra ikinci film yolda. Günümüzün en moda oyuncuları filmin kadrosunu tüm endamıyla süslüyor. Bu tarz büyük kadrolarla çalışılan filmlerin son yıllarda gösterdiği başarısız performansa rağmen, The Avengers bir cesaret örneği olarak karşımıza çıkıyor. Filmin kadrosunda Robert Downey Jr. (Iron Man), Chris Evans (Captain America), Mark Ruffalo (The Hulk), Chris Hemsworth (Thor), Scarlett Johansson (Black Woman) ayrıca Samuel L. Jackson, How I Met Your Mother’ın Robin’i Cobie Smulders. Bu, kadronun saymaya dermanımın yettiği kadarı. Düşünüldüğünde filmin bütçesinden oyunculara ve-
rilen yüzdeyi tahmin etmek mümkün. The Avengers, IMDb’ye yaptığı girişle “acaba yeni bir The Dark Knight ile karşı karşı karşıya mıyız?” dedirtti. Şahsi düşüncem; The Avengers gişede yaptığı harika başlangıç başarısına, bütçesine, oyuncu kadrosuna rağmen The Dark Knight olmaktan bir hayli uzak. The Avengers uzun bir film olmasına rağmen sizi sıkmayan, eğlendirebilen, kalbinizi yer yer küt küt attırabilen bir filmken kolay tüketilebilir bir film fakat, The Dark Knight için kolay tüketilebilir etiketi pek yerinde olmaz diye düşünüyorum. Daha vizyona girmemiş The Dark Knight Rises ve The Avengers kapışmasını ise büyük bir heyecanla bekliyorum an itibariyle. Ayrıca bu kapışmadan galip çıkanın karşısına geçecek Hobbit’in ise mağlup çıkması beklenmiyor. Marvel’in ağır toplarının bulunduğu görsel yönü yüksek bu film, film müzikleri albümüyle de alkış alıyor. Ne diyelim o vakit: izlemeye değer! -Furkan
R A F TA K İ L E R
Efsane Sahne
on y z i V ri e l m Fi l 18 Mayıs: -Beauty And The Beast (Güzel ve Çirkin) -You Will Meet A Tall Dark Stranger (Uzun Boylu Esmer Adam) -What To Expect When You’re Expecting (Dikkat Bebek Var) -The Dictator (Diktatör) -Öz Hakiki Karakol -Un été Brûlant (Yakıcı Bir Yaz) -Sağ Salim 25 Mayıs: -Men in Black 3 (Siyah Giyen Adamlar) -Dirty Girl (Edepsiz Kız) -In the Land of Blood and Honey (Kan ve Aşk) -Moonrise Kingdom -Veledi Zurna -The Monk-Le Moine (Şeytanın Yüzü) -Don Gato y Su Pandilla (Sevimli Kedi İş Başında)
1 Haziran: -Snow White and the Huntsman (Pamuk Prenses ve Avcı) -Prometheus (3D) -Un Heureux Evenement (Aramızda Bebek Var) -Bellflower (Arıza Aşk) 8 Haziran : -Madagascar 3: Europe’s Most Wanted [3D] (Madagaskar 3: Avrupa’nın En Çok Arananları) -The Divide (Mahşer Günü) -21 Jump Street (Liseli Polisler) -En kongelig affære (Yasak Aşk) -The Cold Light Of Day -The Inbetweeners Movie -Friends With Kids -The Bunker -Nuit Blanche (Soluksuz Gece)
Yazı: Armağan Kanca
KANLI DÜĞÜN - İspanyol yönetmen Carlos Saura’nın Flamenko üçlemesinin (“Bodas de Sangre”, “Tango” ve “El Amor Brujo”) ilk filmidir.
Filmin efsane sahnesi ise son sahnesidir. Düelloya hazır iki erkek (Antonio Gades ve Juan Antonio Jiménez) ve ortada sevdikleri kadın (Cristina Hoyos) bu sahnenin figürleridir. Peki nedir bu düelloya sebep?
Dansa karşı özel bir ilgisi olan Carlos Saura, yeteneklerini dansın anlatılmasıyla kısıtlamamış ve bale, opera, resim gibi sanat dallarını da filmografisine ekleyerek sinemaya geniş bir vizyondan bakmasını bilmiştir. Böylelikle bir taşla iki kuş vurmuş olan sanatçı sinemaseverlere enfes bir ziyafet çektirmiştir.
Dünyaca ünlü şair ve oyun yazarı Federico García Lorca’nın (İspanya İç Savaşı’ndaki barışçıl dünya görüşü ve trajik ölümü hala akıllardadır) “Kanlı Düğün” oyununa dayanarak oluşturulan film ilk saniyeden itibaren hissettirdiği doğal havasıyla seyirciyi etkisi altına alır. Flamenko dansçılarının gösteriye hazırlanışını anlatan film, sahne arkasından başlar ve provanın sonuna kadar devam eder. İlk etapta o kadar süslü gözükmese de, asıl ihtişamını Flamenko’nun cüretkar ve estetik anlayışından alır. Flamenko öyle meydan okuyucu bir danstır ki, film dekorun ne kadar kaliteli olup olmadığı (gerçi yaptıkları prova bile olsa) veya teknik çekim cambazlıklarının uygulanıp uygulanmadığı çok da can alıcı bir etken değildir.
Sinema Notları: -Amerika’da 10 dakikalık özel bir çekimle izleyicilerin karşısına çıkan The Hobbit her ne kadar birçok aksaklıkla karşılaşarak izleyicilerini tatmin edemese de filmin bu yıla damgasını vuracağı kesin. -The Dark Knight Rises, filmin kendisiyle birlikte, film müzikleri albümü de dört gözle beklenen bir yapım. Filmin müziklerini Hans Zimmer yapıyor. -Johnny Depp, Dark Shadows ile 8. Tim Burton filmine çıkıyor. Nice birliktelere diye bol bol dua ediyoruz o vakit.
-Vizyona girmeden gişe patlaması yapacağı belli olan Fetih 1453 aynı konsepti dizi setine taşımayı hedefliyor. Haliyle ilk amaç çuvalla para kazanmak. -Battleship, Rihanna’ya rağmen gişe de beklenileni veremedi. Ya Rihanna olmasaydı? -Snow White and the Huntsman’de pamuk prenses rolü için Kristen Stewart, cadı rolü için Charlize Theron’un belirlenmesi olayların çıkmasına neden oldu, herkes bu işte bir terslik olduğunda hem fikir. -Cengiz Bozkurt’un (Erdal Bakkal) yeni filmi Öz Haki-
ki Karakol’un kötü fragmana rağmen, hayranları tarafından dört gözle bekleniyor. -Men in Black 3’de uzaylı rolleri için Lady Gaga, Tim Burton ve Justin Bieber’ın da olması filme duyulan merakı bir hayli arttırdı. -Bosna Hersek-Sırbistan savaşı sırasında geçen bir aşkı konu alan, Angelina Jolie’nin yönetmen koltuğundaki ikinci filmi In the Land of Blood and Honey şimdiden Avrupa’yı karıştırmaya başladı bile. Hangi ülkelerin film için onay vermeyeceğini merakla bekliyoruz.
İspanyol dansının markası olan Flamenko’nun perdeye yansıtılmasında önemli emeği geçen seçen sanatçı sadece Flamenko ile kalmamış, Tango gibi klas bir dansı da sinemaseverlerle buluşturmuştur.
Kan davalı iki ailenin iki erkek bireyini karşı karşıya getiren düello bir düğüne dayanır. Taraflardan birisinin evlenmek istediği kadın, düğün günü daha önceden birliktelik yaşadığı sevgilisiyle kaçınca, damadın onları izini sürmekten başka çaresi kalmaz. Hırs, intikam ve nefret duyguları içerisinde taraflar karşı karşıya gelir ve ağıtlar havada yankılanır. Bıçaklar çekilir, kan gelinliğe sıçrar. Böylelikle, ölümün Flamenko ile gözler önüne serildiği bu görsel şölen Carlos Saura filmografisinde önemli bir yere sahip olur.
15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 69
R A F TA K İ L E R
Kitaplar: PROFESÖRLER ÜÇLEMESİ - Bu kez Zimbabwe doğumlu İngiliz yazar Alexander McCall Smith’in “Portekizce Düzensiz Fiiller”, “Sosis Köpeklerin İncelikleri” ve “Kısıtlı Şartlar Villası” adlı üç kitaptan oluşan üçlemesi ile buradayız. Tıp hukuku profesörü olan McCall Smith’in muhtemelen içinde olduğu akademik dünyayı da göz önünde bulundurarak akademisyenler arası çekişmeleri ince ince yerleştirdiği keyifli bir üçleme bu. Profesör Doktor Moritz-Maria von Igelfeld başta olmak üzere, kadim dostu Profesör Florianus Prinzel ve hem işte, hem aşkta sürekli çekiştiği Profesör Detlev Amadeus Unterholzer’in küçük dünyalarında yaşadıklarıyla başa çıkma mücadelelerini mizahi bir dille anlatıyor. Kimi zaman aklımızdan geçen başkalarınca önemsiz bizce çok önemli olan sorunlar (selam verip cevap alamamak, hitapta “sen” ya da “siz” ikilemi yaşamak gibi) Profesör Igelfeld’in zihninde sıkça ortaya çıkıyor ve bize yalnız olmadığımızı hatırlatıyor. Roman dilleri konusunda uzmanlaşan bu üç profesörün akademik dünyadaki başarılı ve ustalıklı hallerinin tersine hayat okulunda oldukça beceriksiz oluşlarını eğlendirerek anlatıyor. Hele hele yanlışlıkla veteriner zannedilerek bir konuşma yapmaya davet edilen Igelfeld’in bu yanlış anlaşılmanın akabinde yaşadıkları ve yaşattıkları oldukça eğlendiriyor insanı. Hem sakar hem vakur bir Profesörün yaşam minvalinde keyifli üç kitap okuyor insan kısacası. İlk kitapta Profesör Igelfeld’in ve diğerlerinin geçmişlerine ve ilişkilerine dair bilgi edinirken, 2. kitapta yanlış anlaşılma ile veterinerlik uzmanı sanılan Igelfeld’in yol açtığı olayları, 3. kitapta ise davet edildiği villada yaşadığı saçma olaylar karşısındaki beceriksiz tutumuyla yaşananları ön planda seyretmek mümkün. Arkada akıp giden eğlenceli hayatı da okuyucunun keyfini süslemesi için saklı bırakıp detaya girmiyorum. Ancak okurken gözümün önüne sürekli sakar profesör ve onun mahcubiyet ifadelerinin geldiğini ve rakibi karşısında içten içe bir eziklikle boynunu dik tutmaya çalışan Unterholzer ile de ego uğruna yapılan savaşları ve zedelenen dostlukları, olgunlaşmanın önemini anladığımı söylemezsem bu yazı eksik kalır. Bir kütüphanede Papa’yı azarlayan; bir anda, üstelik yanlışlıkla, Cumhurbaşkanı ilan edilen ya da sosis köpek uzmanı sayılan bir profesörün ve kendisi gibi sıra dışı dostlarının maceralarını bu güzelim bahar havalarından daha fazla keyifle okuyacağınız zamanların nadir olduğunu unutmayın! -Melis 70 | Boo! Sayı: 6
KATYA’NIN YAZI - Trevanian’ı pek çoğumuz Şibumi ile tanırız. Ama ondan bir de aşkı okumak varmış. Katya’nın Yazı ile Trevanian’ın hayal dünyasına şöyle bir konuk olup, klasik bir aşk hikâyesi okuduğunuzu sanırken birden aslında bambaşka bir hikâyede olduğunuzu anlıyorsunuz. Bu kitabı yazabilmek belli ki insan psikolojisinden anlamayı gerektiriyor, insan psikolojisini bu kadar iyi bozabildiğine göre. Trevanian da bilindiği üzere bu konuda oldukça iyi. Kitaptaki aşk hikâyesi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Salies Kasabası’nda yaşanıyor. Montrean, kitabın baş aşığı, savaştan yorgun ve psikolojisi bozulmuş olarak dönen tecrübesiz bir doktor, aynı zamanda taşralı da… Sıkıcı kasabada bir gün Katya isimli bir genç kızla tanışır. Tanışmak da demeyelim aslında zira kitabın sonuna kadar Katya’yı hiç tanıyamayız. Doktor Montrean, Katya’nın erkek kardeşini tedavi etmek için gittiği evin sürekli ziyaretçisi olur; bu ziyaretlerin sayısı arttıkça evdekileri hem tanır hem de şaşırmaya devam eder. Kitabın en güzel kısmı belki de Montrean’ın doğduğu Alos Kasabası’nda gittikleri festivaldir. Bu kısımda Basklarla ilgili pek çok şey öğrendiğimi kabul etmeliyim. Kitap boyunca sürekli diyaloglarla ve anlaşılmazlıklarla dolu olan hikaye sonlarda insanı nereye düştüğüne şaşırtan bir hal alıyor. Sadece o karmaşa için bile okunası kitap… -Gözde
MÜLKSÜZLER – Bu kitap bambaşka bir güneş sistemindeki bir gezegen ve onun uydusuna götürüyor bizi. Urras kapitalist ekonomi ve çeşitli devletler yönetiminde; Annares ise kendilerine Odocu diyen anarşist toplumunun var olmaya çalıştığı bir gezegen. Bu iki gezegende romanlık olaylar yaşanırken, kendi dünyamız ise (kitaptaki adıyla, Arz) çoktan tüm kaynaklarını tüketmiş, zorluklarla yaşanabilen bir yer. Annaresli bir Odocu olan Shevek sadece kendi içine kapanarak yaşamanın ve kendini Urras’a tamamen kapatmanın doğru olmadığını düşünmekte; ayrıca araştırmalarını daha iyi yürütebilmek için Urras’taki bilim adamlarıyla sohbete ihtiyaç duymaktadır. Urras’a davet edilir ve bu daveti gezegenine geri dönememe pahasına kabul eder. İşte Mülksüzler bize bu yolculuğu anlatır; Shevek bu yeni gezegene uyum sağlamakta çok zorlanır. Burada kurallar, yasalar, yasaklar ve mülkiyet vardır. Yaşamak için çalışmak zorunludur, ya da çalmak. Kitabın her yerde rastlanan meşhur sözünü Shevek bunu fark ettiğinde söyler: Bir hırsız yaratmak için, bir sahip yaratın; suç yaratmak istiyorsanız, yasalar koyun. Sadece bu söz değil kitabı etkileyici yapan; sürekli altını çizmek istediğiniz cümlelerle karşılaşıyorsunuz zaten. Kitap sorgulamanıza neden oluyor. Ve siz bu sorgulamayı yapmaktan rahatsız olmuyorsunuz, aksine “Bu zamana kadar neredeydim?” diyorsunuz. -Gözde
R A F TA K İ L E R
Konuk Kitaplığı Röportaj: Pınar Derin Gençer
Son zamanlarda “80’lerde Çocuk Olmak” ve “90’lar Kitabı” ile hatırladığımız, Yitik Ülke Yayınları’nın kurucusu Kadir Aydemir bu sayıda kitaplığını bize açtı.
Şu anda kitaplığında yaklaşık kaç kitap var? Sanırım 1000-1500 arası kitabım vardır ama bir o kadarını da uzun zaman önce parasız kalıp elden çıkartmıştım. Kitaplığında en çok hangi tarz kitaplar yer alıyor? Şiir kitapları belirgin şekilde fazladır benim kitaplığımda, romanlar da artmaya başladı. Koleksiyonuna en son kattığın kitap hangisi? En son aldığım iki kitap Milan Kundera’nın Ölümsüzlük’ü ve Puşkin’den Yüzbaşının Kızı. Çocukken okuduğun ilk kitabı hatırlıyor musun? İlk okuduğum kitabı unutabilir miyim? Jack London’dan “Kurt Kanı”, Doğan Kardeş Yayınları. Hayal gücünü en çok beslediğini düşündüğün yazarlar kimler peki? Yannis Ritsos, Pablo Neruda, Jack London, Kazancakis, Saramago ve Dino Buzzati’yi sayabilirim sanırım… Okurken belli bir yazara tutulup üst üste, sadece onun eserlerinden gittiğin oluyor mu? Dil akıcı ise ve konular da çekici geldiyse, yazarın tarzını çok beğendiysem tüm eserlerinin peşine düşerim. Misafirliğe gelen akrabanın küçük çocuğu bazı kitaplarını yırtsa en çok hangisi için sinirlenirdin? Sanırım hepsi ayrı bir yere sahip, hepsi özel. Kitap yayıncı-
lığı da yapan biri olarak, bir kitabın yırtılmasına, üstüne kalemle telefon numarası, adres filan yazılmasına katlanamam… Hemen tepki gösteririm. Hiç kitaplığının da dahil olduğu bir taşınma yaşadın mı? Evet yaşadım birkaç kez, oldukça zorlu anlardı. Tek faydası şu: Kitaplara teker teker yeniden dokunup yeniden sıralıyorsun. Sayfaların arasında unuttuğun çiçekler ve not kâğıtları seni alıp geçmişe götürebiliyor. Garip bir his. Okumayı bıraktığın kitapların kaderi ne oluyor? Bir süre sonra yeniden mi başlıyorsun, okunmadan kitaplığında mı kalıyor yoksa soluğu bir sahaf rafında mı alıyor? Sıkılıp da ya da zamansızlıktan yarım bıraktığım, bir köşeye kaldırdığım kitaplar günü geliyor benden öç alıyor. Her kitabın bir zamanı vardır… Buna inanırım. Günü geliyor seni çağırabiliyor o metin ve “ah” diyorsun, “bunu neden bu kadar geç keşfettim…”. Kitaplar canlıdır. 80’lerde çocuk olmak sana neyi ifade ediyor? 80’lerde Çocuk Olmak kitabı-
nı sırf bu yüzden hazırladım, üzerine de 90’lar Kitabı geldi. O yıllar hayallerim demek, Pinokyo bisikletim demek, ağaçlara dalmak, bir daktilo hayali ile yanıp tutuşmak, güzel hayaller kurmak demekti benim için… Her iki kitapta da bu düşlerimi genişçe anlatmaya çalıştım. 80’ler de güzeldi 90’lar da… 5-10 yıl sonra bugünleri de özleyebiliriz… Söyleşilerden, editörlüğe ve sonunda Yitik Ülke ile sakinleşmiş bir hayat gibi izlenim yarattığını düşünürsek, nedir bu Yitik Ülke’nin büyüsü? Yitik Ülke bir düş ülkesi benim için. Her geçen gün büyüyen bir edebiyat platformu. Herkese açık dergi ve kitap projeleri ile ilerliyoruz. Sanırım sözcüklerin gücü ve büyüsüyle başladı her şey. Önce 1997’de “Başka” isminde bir şiir dergisi çıkarttım, sonra 2000 yılında yitikulke.com‘u kurdum, 2006’da Yitik Ülke Yayınları’nı kurdum, derken Twitter ve Facebook’ta oldukça iyi bir takipçi kitlesi yakaladık… Yitik Ülke için hedefim kitap yayıncılığında önemli ve alternatif bir noktaya gelebilmek. Bizler dayanışma ve yepyeni arkadaşlarımızın da enerjisiyle projeler yapıp güzel yazılar yazan, edebiyatın gücüne ina-
nan herkesi ülke topraklarına davet ediyoruz. Gelmesi gerekenler geliyorlar… Kaybolanlara kapımız açık… 12 yıldır bu böyle. Yeni bir kuşak kitabı daha geliyor diye biliyoruz, kitaptan ve yeni projelerinden bahseder misin ? 80’lerde Çocuk Olmak ve 90’lar Kitabı’ndan sonra 2000’ler Kitabı’nı hazırlamaya başladım. Yavaş yavaş yazar kadrosunu oluşturuyorum. 2000-2010 arasını kapsayan ilginç bir kitap yaratmak istiyorum bu sefer. Kelebekler Vadisi Öyküleri kitabını da bu sene sonu yayımlayacağım sanırım. Orada geçen öykülerden oluşacak bu kitap. Kişisel olarak beşinci öykü kitabım olan Sonsuz Unutuş da bugünlerde yayımlanmış ve kitapçılara ulaşmış olacak. Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı var bir de, o da bu yıl çıkacak. Yitik Ülke Edebiyat adı altında bir de ortak kitap/dergi hazırlıyorum, ilk sayımızın konusu “aşk öyküsü”, yazmaya meraklı olan tüm arkadaşlar yitikulke.com sitemizden tüm bu projeleri takip edebilirler. Yazdıkça yaşamaya, yaşadıkça yazmaya çabalıyoruz… Yitik Ülke’nin 12’nci, benim 35’inci yaşımın şerefine birkaç sürprizim daha olacak. Ne diyelim; yaşasın edebiyat. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 71
R A F TA K İ L E R
N’aptın Müdür? Her ay burada dergideki şanslı kişiye kültür sorgulaması yapıyoruz. Bu ayın şanslı kişisi ise, Atıl Yücel.
“İnsanlık Onuru Depresif Müziği Yenecek!” Nasıl bir ay yaşadım bilmiyorum gerçekten, oldukça müzikli, bir yandan hareketli, fakat kesinlikle pek çok hikayenin biriktiği bir aydı. Bu ay gene her ay yaptığım gibi her duyguya ve her ruh haline hitap edecek bir şarkı listesi oluşturdum. Tabi bir de ilkbaharın etkisi oldukça büyük bu zamanlarda. Kışa ait, daha karanlık, daha depresif müzikler birdenbire değişip daha umuda dair şarkılar oluveriyorlar sanki, ya da bana öyle geliyor, belki de ben öyle inanmak istiyorumdur kim bilir? Aslında A yüzüne bambaşka bir şarkı ile başlayacaktım fakat birden bire shuffle beni mutlu ederek Blue Oyster Cult’tan “Harvest Moon” çalmaya başladı. Uzun zamandır dinlemiyordum sanırım, Blue Oyster Cult benim için önemlidir çünkü ne zaman dinlesem beni mutlu eden nadir gruplardandır. Faunts, Mass Effect 3 ile birlikte tekrar hayatıma girdi ve tekrar sapık gibi dinlemeye başladım, Ses Mühendisi olan insanların yaptığı müzikte bir değişiklik var, o kadar düzenli ve o kadar temizken ara anlamları o kadar kapalı ki. Dinlerken saatlerin geçtiğini hissediyorum fakat daha çok dinlemek istiyorum. Aslında müzik dinleme üniversitesi olsaydı ben orada okusaydım okul birincisi olurdum diye düşünüyorum. Listede adettir, her ay bir Ladyhawke koyarım, çünkü Ladyhawke severim. Darkstar 72 | Boo! Sayı: 6
ise fazlalık oldu biraz, aşırılık yapmak istedim, shuffle kerameti diyeyim siz anlayın. David Bowie dinleme dozajım ise tepelerdeymiş gerçekten, Ziggy Stardust her dönemden David Bowie dinleyicileri için en ideali diye düşünüp koydum. Death Cab ise çok sıkıntı verdi bana, Codes and Keys öyle iyi bir albüm olmuş ki ben dinlemeye zaten korkuyordum, 1 sene bekleyip öyle dinledim o yüzden. Gelecek ay B yüzüne daha çok ağırlık vereceğim, hep heyecanla A yüzünden bahsediyorum fakat yer sıkıntısı yüzünden B’nin başı kel kalıyor, oysa ki orada seçtiğim şarkıların da hikayeleri var, onları da sevin, onları da dinleyin, bence çok güzeller.
A Yüzü: 1. Blue Oyster Cult – Harvest Moon 2. Faunts – M4 Part 2 3. Ladyhawke ft. PNAU – Embrace (Miami Horror & Fred Falke Remix) 4. Darkstar – Gold 5. David Bowie – Ziggy Stardust 6. Death Cab For Cutie – Codes and Keys B Yüzü: 1. M83 – Teen Angst 2. New Order – Ceremony 3. Gotye – Somebody That I Used To Know (Bombs Away Remix) 4. Clams Casino – I’m God 5. Love Spiral Downwards – Write in Water 6. Lykke Li – Sadness is A Blessing
Şu sıralar en çok kimleri dinliyorsun? Bu aralar çok fazla nostalji yapıyorum. Scorpions, Black Sabbath, Frank Sinatra, Louis Armstrong, Ray Charles ve 80’lerin film müziklerini dinliyorum. En son aldığın albüm hangisi? En son aldığım albümüm orta ikide aldığım siyah kapaklı Metallica albümüydü. Evet, bir korsan dinleyiciyim. Fırsatım olsa İsveç’teki korsan partiye oy gönderirim. Yaşasın kaos! Sinemaya en son hangi film için gittin? En son, favori karakterlerimden biri olan Sherlock Holmes’un filmine gittim. En son okuduğun kitap? Geçen hafta Howard Philips Lovecraft’ın Toplam Eserleri 3’ü okuyarak sonunda seriyi tamamladım. Artık darısı Necromicon’a… Video oyunu oynar mısın? Kendimi “profesyonel oyuncu, yarı zamanlı mühendis” olarak nitelendiriyorum desem, açıklayıcı olur sanırsam. DotA 2, Skyrim ve Dark Souls şu aralar en çok baktığım oyunlar. Bu ara hangi dergiler evine giriyor? Bu aralar işimden dolayı Ekonomi Forum, Girişimcilik, TÜBİTAK ve TSE’nin aylık dergileri giriyor ve okumak zorunda (!) kalıyorum. Albüm, kitap, film, oyun ya da dergilerden koleksiyon yaptığın oluyor mu?
Japonya’ya gittikçe One Piece karakter figürü, haftalık Jump dergisi ve bir ara severek uğraştığım ama şu anda zaman bulamadığım Kendo ile ilgili şeyleri topluyorum. Onun dışında Oyungezer ve Level dergilerinin çok eski sayıları dizili olarak odamda bulunuyor (gün gelecek sahaflarda deli para edecekler bak gör). Hobi olarak kütüphanelerin eski ve yasaklanmış rafları arasında Deli Arap Abdul Alhazred’in yazdığı yasaklı Necromicon’un nüshalarını topluyorum. Şaka şaka. Daha o kadar çok nüsha olmadı (!)
R A F TA K İ L E R
Oyunlar: STRONGHOLD KINGDOMS - Birçoğumuzun yıllar önce oynadığı Ortaçağ temalı kendi derebeyliğimizi kurmamızı ve isteğimize göre kaleler inşa etmemizi sağlayan stratejik savaş oyunu Stronghold artık tamamen MMO (Massive Multiplayer Online) olarak karşımıza çıkıyor. Alman yapımcı Firefly firması serinin son 2 oyunundan sonra Stronghold serisindeki tek kişilik modun hep bir şekilde eksik kaldığını fark etmiş olacak ki artık oyunu tamamen çoklu ortamda geliştireceklerini 2010’da duyurdular ve karşımıza stratejik derinliği olan bir sürüm ile çıkageldiler. Öncelikle bağlı bulunduğumuz ülkeyi (İngiltere, İskoçya ya da İrlanda) seçtikten sonra seçimimize göre bir başlama noktası seçiyoruz. Bunun ardından küçük bir tanıtım bölümü geliyor ve başta küçük olan köyümüz ile baş başa kalıyoruz. Köyümüzü büyütmek, çevre-
mizdeki diğer köyleri kendimize bağlamak, ticaret yapmak ya da yağmaladığımız diğer oyuncu köylerinden ganimet toplamak bizim elimizde. Buradan sonrası klasik internet tarayıcısı tabanlı oyunlar gibi görünse bile aslında oyunda çok gelişmiş bir diplomasi dönüyor. Çünkü köyünüzün bağlı bulunduğu derebeylik, bağlı bulunduğunuz derebeyliğin biat ettiği bir şehir ve tüm şehirleri vergiye bağlamış bir kral bulunuyor. Tüm bunları elde edebilmek içinse değerli komşu köylerinizin sizi oybirliğiyle derebeyi, oradan da bölgenin lordu ataması gerekiyor.
günün ardından sizi kendi saflarına çekmek isteyen loncaları fark edeceksinizdir. Oyunda ister ticaret yolu ile olsun ister savaşarak, aslında herkes aynı şey için mücadele ediyor; parçalara bölünmüş krallığı tek bir bayrak altında toplamak. Oyunun başlarında çarpıştığınız komşu köyler aslında daha büyük resme baktığınızda sizi krallık tahtına oturtacak güçlü müttefikleriniz olabiliyor ya da beraber sırt sırta savaştığınız lonca arkadaşlarınız sizin tahta çıkışınızı izlemek yerine arkanızdan başkaları ile planlar kurabiliyor (tecrübe ile onaylanmıştır).
Az önce bahsettiğim diplomasi yoluyla küçük köyünüzün liderliğinden İskoçya’nın kralı, oradan ise tüm Birleşik Krallığın dizlerini titreten kral veya kraliçesi olmak aslında sizin elinizde. Bunun nedeni oyunda her zaman savaşarak düşmanlarınızı alt edebilme imkanınız olmasına rağmen, oyun aslında diplomasi yoluyla düşmanlarınızı kendi bayrağınız altında toplamınızı daha fazla ödüllendiriliyor.
Oyunu Stronghold severler için cazip kılan başka bir nokta ise Stronghold’un eski serilerinde kullanılan grafik ve animasyonların aynen kullanılması olmuş. Stronghold’un eski sevdiğimiz günlerine dönmesini sağlayan bu küçük detay, Stronghold Kingdoms’ı diğer strateji oyunlarından farklı kılmış. Şu anda oyunun 5 evreni bulunmakta ve diğer oyunlara oranla yeni başlayan oyunculara yardım etmeye hevesli bir oyuncu kitlesi var. -Atıl
Oyunda geçirdiğiniz bir kaç DIABLO III - 11 yıl evvel karakterlerini onlarca seviyeye yükseltmeye uğraşan, girilmedik zindan, dalınmadık yaratık güruhu bırakmayan Diablo tutkunları artık büyüdüler, kimi saçı sakalı kesip, üzerine takım elbise yahut az da olsa tayyör giyerek iş dünyasına atıldı, kimi ebeveyn bile oldu. Blizzard bir nesli üçüncü Diablo yolunda ağaç etti, o kadar ki neredeyse “Bunu bilen liseli değildir” demeye varıyordu.
Kısa r e b a H
İkinci oyunun sonunda dünyayı kurtarıp huzura ermiştik ya, boş durur mu şeytanlar, birkaç yıl içinde yine kötülük salıyorlar ortalığa. O zaman biz de alırız kazmamızı küreğimizi, başka mağaralara girer, peşine düşeriz kötülerin. Vahşi kapitalizm de “gece yarısı satışı” diye elalemi maymun eder, tüketiciler ellerinde oyun, acınacak hallerine aldırmadan zafer naraları atarlar... Kısacası, Diablo 3 çıktı! -Alper D.
Capcom en sonunda Tekken vs. Street Fighter’ı çıkardı. Zamanında atari salonlarındaki “Ryu mu döver Paul mu?” sorularının artık cevabı bizim ellerimizde. Yalnız oyun şu anda yalnızca konsollarda, o yüzden bilgisayar kullanıcılarının biraz daha beklemesi gerekiyor. Assassin’s Creed üçlemesinin son oyununun Amerikan Özgürlük Savaşı’nı konu alacağı duyuruldu. Oyundaki yeni karakterin yarı Amerikan yarı Kızılderili asıllı olacağı ve çift silah kullanabileceği söylentiler arasında. Bilgisayar kullanıcılarını sevindirecek haberimiz ise daha önceden yalnızca Xbox 360’a çıkartılan Alan Wake’in PC’ler için çıkışı. Uyku problemleri yaşadığı için eşi ile sakin bir kasabaya gelen Alan Wake adındaki bir yazarı oynuyoruz. Eşinin enteresan bir şekilde ortadan kaybolması ve kasabada açıklanamayan anomalilerin yaşanması üzerine baş şüpheli durumuna düşen yazarımızın adını temize çıkarmaya ve etrafta dolaşan “karanlık” varlıkların sırrını çözmeye çalışıyoruz. Kesinlikle kaçırılmaması gereken, film tadında bir aksiyon-gerilim. Bethesda’nın bizi kalbimizden vuran, birçoğumuzun okulunu, işini ya da kız arkadaşı ile buluşmalarını ertelemesine neden olan 2011’in hit oyunu Skyrim için Creation Editor resmi olarak yayınlandı. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 73
Mert Serim mert.k.serim@gmail.com
albüm inceleme
Blonde Redhead - Blonde Redhead:
ABD’den, ABD’ye Ait Olmayan Albüm A Müzikal geçmişi yeni nesil ile yaşıt olan Blonde Redhead, Japon Kazu Makino ve İtalyan ikiz kardeşler Amedeo Pace ve Simone Pace üçlüsünden oluşuyor. Kazu Makino’nun güçlü vokalleri grubun en büyük kozunu oluşturuyor. Kadife sesi bir anda çok ince tonlara bile çıkabiliyorken dinleyicilerinin eşlik etmesi ise oldukça zor. Duygu yoğunluğu had safhada olan müzikal yolculuklar sunuyor Blonde Redhead. 74 | Boo! Sayı: 6
medeo ve Simone Pace İtalya’nın Milano kentinde doğup Kanada’nın Montreal kentinde büyüdüler. Ardından caz eğitimi almak için Boston’a taşındılar. Burada yakaladıkları yüksek not ortalaması ile mezun oldular. Artık dream-pop, noise rock, shoegaze gibi türlerin başkenti olan New York’a gitmek için bir engelleri yoktu. New York’un amatör müzik yapısı ile karşılasan Pace kardeş-
ler burada Kazu Makino ile tanıştı. Kısa bir süre sonra grup olarak müzik yapma kararı aldılar. İsimlerini ise 70-80’lerin New Yorklu new wave grubu DNA’in bir parçasından seçmişlerdi. Yapabilecekleri en iyi çıkış albümü Sekiz parçadan oluşan çıkış albümü Blonde Redhead’in pek çok otorite tarafından Sonic Youth’un varisi olarak gösterilmesine neden oldu. Bu yön-
Blonde Redhead albümü tüm bu karmaşalarına rağmen aldığımız nefes gibi. Aslında tam olarak niyetimiz olmasa da yaptığımız ve istesek de elde edemediğimiz şeyler gibi. Yaptıklarımızın pişmanlığı ile yapabilecekken yapmadıklarımızın pişmanlığı arasındaki düşünce hattındaki gel gitlerimizi andırıyor. Yatmadan önce insanın aklına gelen en saf ve yalnız düşünceler parçalar içinde çıkıyor ve yüzümüze çarpıyor. Parçaları dinlerken kulaklar ile hayal gücü arasında kurulan köprü parçaları o an yaşamamızı sağlıyor. Fikir girdabı içerisinde bireyi uç noktalara itiyor. Kazu Makino’nun sesi bir anda her zaman taşımamız gereken, stresimizi ve yorgunluğumuzu taşıyan bavullarımızı geride bırakmamızı istiyor kimi zaman. Sadece nüfus cüzdanımız kadar olmamızı sağlıyor. Ardımızda sürüklediklerimizin bizden uzaklaşması bir çığlığa veya zar zor duyabileceğimiz fısıltıya bağlanıyor. O an geldiğinde ise yeniden başlamak ve nüfus kağıdımıza çeki düzen vermek için muhteşem bir an. Birkaç saniye içerisinde parça değişiyor ve uyumadan önce kurduğumuz hayaller bambaşka bir temaya sahip oluyor. Albüm kendini açıklıyor... Albümün ikinci parçası olan
Sciuri Sciura kadın vokal ile gerçek anlamda ilk karşılaşmamız. Kazu Makino’nun kuvvetli sesi ile grubun en büyük kozu olduğunu açıkça gösteriyor. İnişli çıkışlı melodisi ile sesi uyumluluğunu gösteriyor. Astro Boy ile de bu sesle neler yapabileceğini gösteriyor. Duygusal yoğunluğu ise sözlerin sadece okunmadığını açıkça ortaya koyuyor. Öyle ki zayıf bir anınızı yakalarsa sizi bir anda yalnız bırakacağınızı hissettiriyor. Kendinizle baş başa kalmanız kaçınılmaz. O anda özeleştiriden kaçtığınız her saniyeyi yoğun bir gaz bulutu gibi içine girip yaşıyorsunuz. Onun içerisinde kaçtığınız ve duymak istemediğiniz tüm sözler sizinle. O gürültü arasında başardığınız olaylar ve başarı konuşmaları yok. Pişmanlıklarınız ve keşkeleriniz bir saniyeliğinize üzerinizden gelip geçiyor. Bu bir olay olabilir bir söz olabilir. Without Feathers’ın sonundaki kelimeler bir anlık fotoğraf makinesi ile yalnız bırakıyor. Flaş patladığı anda söylüyor: “One. Eye. Long. Gone. Too. Sure. Me. Sigh. Faint.” Bu noktada müziğin ve melodinin topraklara ve dillere ait olmadığı bir kez daha ispatlanıyor. Bir dinleyişte üzerinizden geçen bulut size sözlerle hitap etmiyor. Duyguları açığa vurarak gösteriyor kendini. Herkes için aynı olan sadece karakterlerin değiştiği duyguları sunuyor. Bulut dağıldığında ise her şey eskisi gibi ve hiçbir şey değişmedi. Tıpkı bıraktığınız gibi çevreniz, insanlar ve anılar. Snippet ise hafif bir gitar ile karşılıyor seni. “Bu sefer başka bir şey yaşayacaksın” dercesine. Önüne birer birer basamaklar çıkartıyor. Ve bir anda hissediyorsun yolculuğunu. Parçadaki iniş çıkışlar iki yürüyen merdiven arasındaki sabit mermer hissi veriyor. Yeni bir basamağa geçmeden önce olduğun noktayı algılaman için zaman tanıyor. Bekliyor ve hazır olduğunda devam ediyor. Olman gereken yere geldiğinde ise olmak istemediğin kişi karşında. Yaşamak isteme-
Basçı Sorunsalı Gruba dördüncü albümlerine kadar çeşitli basçılar dahil oldu. Kendi isimleri ile yayınladıkları ilk albümde Maki Takahashi albümdeki bas alt yapısına sahipken albüm yayınlandıktan kısa bir süre sonra gruptan ayrıldı. La Mia Vita Violenta isimli ikinci albümlerine kadar olan dönemde Kazu Makino’nun arkadaşı olan Toko Yasuda eksiği diklerini yaşayan yapmak istemediklerini yapan kişi tam olarak karşında. Seninle konuşmuyor, ki gerek de yok buna. Sadece bakıyor yüzüne. İki gözüne odaklanmış şekilde dimdik duruyor. Seçimlerinin sonuçlarını en uç şekilde görüyorsun. “Sonucu ne olacaktı?” dediğin her şeyin yanıtı tam karşında. Bunu kabul edebilir misin? Yoksa sadece reddedip hayatına devam mı edeceksin? Sorular ve sorunlar aklında hızla akıyor. İçinden birini seçip soramayacak kadar fazlalar. Ve aniden Kazu Makino “I will return now!” diyor. O sözünü o kadar keskin söylüyor ki ne yürüyen merdivenleri ne de düşünmen için bulunan zamanı fark edebiliyorsun. Bir anda yeniden başa döndün. İstemediğin halde karşıtından kaçtın. ...son bir anı yakalıyor Farkındalığını geri kazandığın anda Swing Pool çalmaya başlıyor. Melodi durmadan devam ediyor. Mola süresi bir parçadan diğerine geçiş anı kadar kısa. Özendiğin karakter ile baş başa bırakılıyorsun. Cesur, kırılmaz özgüveni olan biri olmayı başardın. Güven veriyorsun karşındakine. Aynı şeyi hissettiğini ve başlamak
kapattı ve albümün bitmesi ile birlikte ekibe veda etti. Blonde Redhead’i müzik üçlüsü olarak devam etme kararını verdiren olay ise Fake Can Be Just As Good isimli üçüncü albümlerinde yaşandı. Misafir basçı olarak çalan Vern Rumsey de albüm ile birlikte gruptan ayrılınca sonraki albümlerinde bas kullanmama kararı aldılar.
için hazır olduğunu söylüyorsun. İtiraz edemiyor. Çünkü sen şu anda özendiğin kişisin. Bu yapısı sana geleceği vaat ediyor. Yapabileceğinin farkına varıyorsun. Çünkü olduğun kişi aslında olabileceğin kişi. Güvenle açıyorsun gözlerini. Uyumadan önce aklına gelen ve uykunu kaçıran düşünceler artık yok. Barınabilecekleri bir noktalar gitti. Çünkü ne yapabileceğinin farkındasın. Ve yeni günün ilk ışıkları seni karşılıyor. Son parçaya geçtiğini gördüğün anda Girl Boy çalmaya başlıyor. Hayatının insanı karşında. Onu buldun. Diğer tüm parçalar aslında birlikte olmak isteyeceğin kişiyi şekillendirmen içindi. Swing Pool ise seni onunla birlikte olmaya layık biri haline getirdi. Artık yalnız değilsin. Olmak istediğin şekilde hayat. Kapasiteni aştın. Ne yapabileceğini biliyorsun. Beklentiler aynı düzeyde. Ve bu şekilde hayatın çok daha kolay. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 75
Bitti.
leri ile de indie ve noise rock etkileri açıkça görülmektedir. Kullanılan ikili vokaller, sözlerde etkili tekrarlar, basit ve akılda kalıcı melodiler albümün en karakteristik özelliğidir. Yarattıkları ütopik parçalar aynı zamanda bir serzeniş ve arzu içeriyor. I Don’t Want U ile Astro Boy arasında yaşanan çelişkiler bile açıkça ortaya koymakta bunu. Açılış parçası olan I Don’t Want U, açık bir reddedişi hayal kırıklığı ve bezginlik ile sunuyor. Üçüncü parça olan Astro Boy ise yakarışın yalvarma noktasına geldiği anı gösteriyor. Reddedilmek yerine ikinci şans istiyor. Kontrol edemeyecekleri olayları yerine etki edebileceği ve yapabileceklerinden bahsediyor.
Alper Demirci boo@boodergi.com
film inceleme The Prisoner:
Mezara Kadar Mahkumiyet Televizyonun zaman zaman “aptal kutusu” maksadını aşıp, karşısındakileri saksıyı çalıştırmaya teşvik ettiği anlar, tarihi anlardır. Gözlerimiz yaşararak karşıladığımız bu nadir anlara The Prisoner ile de tanık olmuştuk. Özgürlüğü sorgulama olimpiyatlarına hoş geldiniz…
Y
urtdışında durum nedir bilemem de, son zamanlarda memlekette “özgürlük” kelimesinin ne kadar sık kullanıldığının farkında mısınız? Kısıtlayıcı ve yasakçı zihniyetin emrettiği eylemleri eleştirmeye kalkıştığınızda, aldığınız cevap eminim bıktırmaya başlamıştır: “Benim özgürlüğümü kısıtlayamazsınız!”. Başkalarının emrettiği şeyleri yapmak üzere olan insanlara “dur bakalım” dediğimizde aldığımız bu cevap güldürmekle ağlatmak arasında gelgitler yaratıyor, ruhumuzu iki başlılığın doyumsuz kararsızlığına ve ani dengesizliklerine daldırıyor. Şu sivil hayatta, yediğimiz önümüzde, yemediğimiz arkamızda, bir elimizde cep telefonu, bir elimizde bilgisayar, en büyük derdimizin futbol maçları, en büyük kararsızlığımızın lokanta menülerinden bir şey seçememek olduğu sıradan hayatlarımızda da özgür olduğumuzu sanıyoruz ya, o da komik. Başkasının emriyle yaptığı şeyi “özgürlük” diye savunmak daha da komik zaten, onu geçiyoruz, peki aslında birçok şeye bağımlı ve onlarsız yapamayan, bu şartlar 76 | Boo! Sayı: 6
kullanılarak da kolayca yönlendirilebilecek olduğumuz halde, kendimizi halen daha özgür zannetmemizi nasıl yapalım? “Özgür olduğunuzu mu sanıyorsunuz?” Tek başına düşünüldüğünde, çok satanlar listesindeki kitapların sevimsizliğinde gibi gelen bu slogan, 2009’da çekilen 6 bölümlük ufak dizi The Prisoner’ın TV spotlarında geçerken anlamını buluyordu. Uçsuz bucaksız bir çölün ortasında vaha gibi bir köy sunan dizi, esas oğlanı Michael’ı yaşadığı kentten çekip köyün yakınlarına, kumların arasına düşürdüğünde olayları başlattı. Alıştığı bir ortamdan bir anda, yabancı olduğu bir ortama, üstelik kendi rızası dışında olduğunu düşünerek düşüveren Michael’ın algıları, doğal olarak orada yaşayanlardan daha açık oldu. Huzurlu, herkesin gülümsediği, güzel evlerde oturduğu, fakirliğin, perişanlığın söz konusu bile olmadığı bu köy gerçek olamayacak kadar idealdi. Bu durum köydeki mutlu nüfusun çoğunu uyuşturmuş, halinden memnun bırakıvermişti. Bir
bakıma bu memnuniyet zorunluydu da, çünkü Michael’ın, ve Michael’a bakarak kararanların başlarına gelenler malum… Köy’de her gün güneşlidir. İnsanlar müstakil evlerinden çıkarlar, yürüyüşlerini yaparlar. Her türlü eşya onlar için Köy yönetimi tarafından sağlanır. Halkın adı yoktur, her biri numara ile isimlendirilir. Birey olamamışlardır. Oturup kendi başlarına bir şeyler yazamaz, çizemez, eser üretemezler. Onun yerine ekrana kilitlenip, Wonkers adındaki pembe diziyi izlerler. Domuz beslemeleri evcil hayvan tutkularından değil, Köy yönetimi tarafından güya nefesinin atmosferi düzenleyip anormallikleri giderdiğinin açıklanmasından gelir. Rüya görmeleri yasaktır. Hayal kurmak yasaktır. Köyden kaçmaya teşebbüs etmek yasaktır. Köydeki düzene aykırı hareket etmek yasaktır. Özgürlük hakkında konuşmak yasaktır. Uzun süre tek başına dolandıkları fark edilenler
şüpheli görülür. Köy, mahkumlarının her türlü ihtiyaçlarını karşılayan Norveç hapishaneleri gibidir. Kötü şartlarda yaşayanlara dışarıdan çekici görünür, halbuki birey haline gelebilmiş bir insan için cezaların en kötülerindendir. Muhalefet yükseliyor Michael sayesinde görürüz ki, özgürlüğünün peşine düşenleri Köy asla rahat bırakmaz. Sınırlara dayanınca Rover adındaki dev beyaz balon peşine düşer, yere yığar, bayıltır onu. Gözünü açtığında hedefinden çok uzakta, köyün ortasındadır firari. Köyün yöneticisi 2 Numara’nın huzuruna çıkar, eline kafa kağıdını tutuştururlar. Üzerinde yazan 6’dan hiç hoşlanmaz Michael. Koridorlar “Ben bir numara değilim! Ben özgür bir adamım!” haykırışlarıyla yankılanır. Köy, firariyi sindirmek ve düzenine alıştırmak için elinden geleni yapar. Madem kimliğini reddediyor, o zaman buralardaki bağlarını gösterir. Çünkü ailesi olan
45 Yıl Önce
adam özgür değildir. Köy bünyesinde gizli ajan olmayı teklif eder. Çünkü memur olan adam özgür değildir. Olmadı, ona bir kadın bulur, evliliğe doğru yürütür. Çünkü aşık adam özgür değildir. Manipüle eder, ilkel arzularını körükler, adeta ondan, ona tamamen yabancı bir ikiz yaratır. Çünkü kendi iradesini kendi kontrol edemeyen adam özgür değildir. Hiçbiri işe yaramazsa ölümle tehdit eder. Çünkü ölümden korkan adam özgür değildir. The Prisoner, yayınlandığı altı bölüm boyunca bunları düşündürdü bana. Bireysel özgürlüğe karşı toplu düzen, her ikisinin kendine özgü fedakarlıklar gerektirmesi… Özgürlüğü göze alanların zaten aile, sevgili, kariyer, eşya gibi şeylerden büyük oranda vazgeçmesi gerekirken, düzeni korumak zaman zaman insan telefini de beraberinde getiriyor. Köy’de yaşayanlar üzerinde sürekli bir “büyük birader” duru-
mu var. Köy’ün doğasına aykırı bir şekilde rüya gören, bu rüyalardaki imgeleri çizerek kaydedenler gizli baskınlar ve aramalarla tespit ediliyor, ansızın kara minibüslü adamlar tarafından paketlenip akıl hastası muamelesi görüyor, karanlık yerlere götürülüyorlar. Gerçek, halka açık bir yerde halk arasında konuşulmayagörsün, Köy eliyle terörist saldırılar korku pompalayarak bir an için başka ihtimalleri düşünenleri sindiriveriyor. Bu tip eylemler ölümle sonuçlandığı gibi, hayalperest insanların sıradan insanlığa doğru dönüşümüyle de tehditlerini savurmayı başarabiliyor. İzlemeyen, sonunu okumasın. Ya da okusun, n’olmuş yani? Aslına bakarsanız dizinin bütün bunlardan farklı bir olay örgüsü var ve karakterlerin amaçları salt özgür olma ya da düzeni koruma kaygısından öte. Elbette yıllardır süregelen iyi ile kötünün müca-
delesini “birey” ile “devlet”in arasına taşıyor altı bölümüyle, ama kendimizi bu mücadeleye o kadar kaptırıyoruz ki, özellikle son bölümlere doğru açığa çıkan gerçekleri hem anlamakta zorlanıyoruz, hem de oldukça şaşırıyoruz. Özgürlük hayalleri peşinde koşanlar için umutsuzluk sunuyor The Prisoner, bütün altı bölümü devrildiğinde. Güç’e karşı mücadele verirken, gücü ele geçirdiğinde, daha önce mücadele ettiği şeye dönüşüyor firari. Özgürlüğe giden yol kısır bir döngüden geçiyor. Ona dünya üzerindeki en büyük iktidar sahibi insan bile sahip değilken bizim burada markete girince farklı markalardan birini seçmemiz, hile hurda karışmadığından emin olamadığımız seçimlerde oy kullanmamız, “bugün de pizza yiyeyim bari” deme-
zi tek kanal döneminde Türkiye’de de yayınlandı. 1960’ların sonundan günümüze kadar popüler ve alternatif kültüre birçok etkisi olan ve bu kültürlerdeki ürünlerin birçok defa atıfta bulunduğu The Prisoner, Iron Maiden’ın 1982’deki klasiği The Number of the Beast albümünde de şarkı olarak bulunuyordu. Şarkının başında diziden replikler dönerken, “I’m not a number! I’m a free man!” repliği nakarata taşınmış, nice müzikseverin sloganı olmuştu. Şarkıya konu olarak devam eden bir başka şarkı “Back in the Village” ise iki yıl sonra yine bir başka efsane Maiden albümü Powerslave’de yerini alacaktı.
miz, hafta sonunu alışveriş merkezinde mi, yoksa parkta mı geçireceğimize karar vermemizin gerçek özgürlük adına zerre değeri yok. O yüzden kendi özgürlük tanımlarımızı yapmak işimize geliyor: Seçme özgürlüğü, sevme-sevmeme özgürlüğü, satın alma özgürlüğü, kapanma özgürlüğü gibi çerçeveli, çarpık tanımlar… Her gün başına abuk subuk tanımlar koyarak yüzlerce kere dile getirilmesi, böylece özgürlük kavramının içinin boşaltılması da cabası. Bir diğeri için, “demokrasi” kelimesine bakınız. İşin sonunda bu dünyayı bırakıp gitmedikçe asla özgür olamayacağız. Ama sonunda kaybedecek de olsa, rahatını da bozsa, mücadele etmek insana iyi hissettiriyor… 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 77
Bitti.
“Peki aslında birçok şeye bağımlı ve onlarsız yapamayan, bu şartlar kullanılarak da kolayca yönlendirilebilecek olduğumuz halde, kendimizi halen daha özgür zannetmemizi nasıl yapalım?”
Bu sayfada bahsi geçen çöllü, Michael’lı (James Caviezel), tek 2 Numara’lı (Ian McKellen) The Prisoner, 1967’deki orijinal The Prisoner’ın yeniden çevrimi. Patrick McGoohan tarafından yazılan, yönetilen, McGoohan’ın başrolüne oturduğu eski The Prisoner, 17 bölümden oluşuyordu. 2009 çevriminin 6 bölümü, bu 17 bölümden birkaçıyla paralellik içerdi. Ama farklılıklar da yok değil. Mesela en başta orijinal yapımdaki Köy, çölün ortasındaki bir vaha değil, denizin ortasındaki bir ada. Manzaraya sarı yerine yeşil renkler hakim, İngiliz kentlerini andıran yeşillendirmeler, mimari ve bulutlu hava, 2009’da Küba’yı hatırlatan kurak ortam, palmiye ağaçları ve güneşli havayla zıtlık oluşturuyordu. 6 numara (Patrick McGoohan) dizi boyunca sabitti ama 2 numara, 2009’daki The Prisoner’ın aksine sürekli değişiyor, farklı insanlar tarafından canlandırılıyordu. Di-
Burak Sayın buraksayin86@yahoo.com
edebi inceleme Dostoyevski - Öteki:
Bir Petersburg Çılgınlığı B u yazıya bir takım mide bulandırıcı tavırlardan bahsederek başlayacağım. Kavramların içini boşaltmaktan söz ediyorum, bir hastalıktan aynı zamanda. Ancak yeni moda bir hastalık olduğu kanaatindeyim. Yirminci yüzyıl korku çağı idi. Yirmi birinci yüzyıl da herhalde bu korkunun insanlığı akılsal anlamda paralize etmesinden ötürü bir “cehalete övgü çağı” olacağının sinyallerini verdi. Hatta geride kalan neredeyse on iki yıllık döneme baktığımızda bu durumun kaçınılmaz olduğunu bile söyleyecek kadar ileri gidebiliriz.
Bulantı Cehaletin tanımını yapmaya gerek yok sanıyorum. Mesele cahilleşmenin yüceltilmesinin nasıl tezahür ettiği ve bu yolda yaşanması kaçınılmaz olan akıl tutulmasına hangi yollarla neden olunduğudur. Bunu yapmanın ana şartlarından bir tanesi kavramların içini boşaltmaktır işte. Daha doğrusu bazı kavramları bomboş bir hale gelirken bazılarının ise içerikleri keyfi olarak değiştiriliyor. Geçen aylarda incelediğim Dogtooth filmini izleyenler ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. Cehalet aşkıyla yanıp tutuşan nadir toplumlardan biri (belki de en büyüğü) tabii ki birçok kişinin tahmin ettiği gibi bizimkisi. Zaten bunu görmek için dahi olmaya gerek yok. Sanatın, özgür düşüncenin, aklın böyle78 | Boo! Sayı: 6
si bir kitlesel linçe maruz kaldığı bir toplum başka türlü nitelendirilemez. Buraya kadar yazdıklarım başlı başına mide bulandırıcı. Ancak ben bir de daha özel rezilliklerden bahsetmek istiyorum. Kavramlardan yola çıkarak girişmiştim işe. İki tane örnek vererek ana konuya geçeceğim. Bir tanesi (ve belki de bu aralar en çok mide bulandıranı) son zamanlarda önüne gelen her şeye “faşist” diyen güruhun varlığı. Faşizm kavramından bihaber bu yığın, çoğu zaman gerçek faşizm gözlerinin önünde vuku bulmasına rağmen nasılsa sadece kendi hoşlarına gitmeyen her davranışı veya kişiyi faşist diye yaftalamaktan hiç geri kalmıyor. İşte bu, kavramın çarpık bir içerik yozlaşmasına uğramasına örnektir. Diğeri ise, aynı zamanda konumuzla da bağlantılı olan, deliliğe, hastalığa duyulan heves… Zannediyorum Dostoyevski, yıllar sonra en yüzeysel insanların bile farklı görünmek için ortalıkta ağız birliği etmişçesine “ben hasta bir adamım, ben ruh hastasıyım” diye dolaşacağını bilse, Yeraltından Notlar’ın o çarpıcı giriş cümlesini değiştirirdi. Şizofreni de aynen bu şekilde içi boşaltılan bir kavram. Bu kelimeleri dalga geçer gibi her iki cümlenin arasında kullanmak yozlaşmanın basit göstergelerinden biri. İkinci örnek olarak şizofreniyi aldım çünkü aynı zamanda Öteki’nin başkahramanı Bay
Rus Edebiyatının büyük ustalarından (kimileri için en büyüğü hatta) Fyodor Mihailoviç Dostoyevski, Öteki’de bu sefer akıl hastalığının karanlık çukuruna düşmüş hastalıklı bir zihni öyle bir betimliyor ki edebiyatın da ötesine geçerek okura deliliği resmediyor adeta.
Golyadkin’in de muzdarip olduğunu düşündüğüm hastalıktan bahsediyorum. Delirme Aslında Öteki, Dostoyevski’nin genel üslubuyla karşılaştırıldığında biraz daha farklı ve özel bir yerde duran bir yapıt. Bir kere Dostoyevski’nin en “Gogolesk” kitabı olarak nam salmış ve bu görüş hiç de haksız değil. Özelliğini biraz da buradan alıyor kitap. Meşhur “hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık” sözünü pek doğrulayan bir havası var eserin. Örneğin Suç ve Ceza ya da Karamazov Kardeşler’de üslubun yanında akıp giden bir olay örgüsü ve bir yandan da derinlerde yatan felsefi bir tema vardır. Oysa Öteki tek bir karakter üzerinde yoğunlaşıp, ortaya adeta onun ruhsal bir temsilini koyuyor. Aynı zamanda Dostoyevski okurları tarafından maalesef epey göz ardı edilen bir eser olduğunu da belirtmeden geçmek pek doğru olmaz. Sözünü ettiğim karakter belirttiğim gibi, dokuzuncu dereceden memur Yakov Petroviç Golyadkin. Kendisinin son derece, hatta hastalık derecesinde takıntılı, müşkülpesent ve doğrusunu söylemek gerekirse epey dengesiz bir kişiliğe sahip olduğunu kitabın daha başlarında görüyoruz. Evindeki uşaktan çalıştığı işyerindeki
insanlara kadar herkesin karşısında duyulan ağır bir kompleks, kendisi dışındaki kişileri düşman olarak görme, herkesin kendisine karşı birlik olup komplo kurduğu sanrısı… Bunlar Golyadkin’in iç dünyasında ve günlük davranışlarında gözlemlediğimiz semptomlar. Bilerek bu kelimeyi kullandım çünkü küçük bir araştırmayla tam da çoklu kişilik bozukluğunun ve şizofreninin temel belirtilerinden bazılarını yazdığımı doğrulayabilirsiniz. Ayrıca zamanının büyük kısmını yalnızlık içerisinde ve zihnindeki çelişkilerle dolu karmaşık düşünceler ve kurmacalarla geçirdiğini de göz önüne aldığımızda ortada ruhsal bir vakanın olduğunu hemen fark etmek mümkün. Nitekim kitabın hemen ikinci bölümünde Golyadkin’in özel bir doktoru olduğu görüyoruz. Doktorla aralarında geçen diyaloglar ise tam bir muamma. Aslına bakılırsa bütün kitap boyunca karakterin zihni içerisinde dolaşıyoruz. Takıntıları, endişeleri, kurduğu felaket senaryolarını düşününce günlük hayatta etrafımızda ne kadar çok kişinin (ve bazen kendimizin bile) çeşitli derecelerde bu halet-i ruhiyeyi yaşadığını da fark ediyoruz. Ben deliyim diye ortaya düşüp sıra dışı görünmek değil ama daha tehlikeli bir gerçek var bu-
i g n a H ? i r i v Çe
rada. Belki de dünya gerçek anlamda şizofrenleşiyor gün geçtikçe. İçinde yaşadığımız realiteyi incelediğimizde ise hiç de anlamsız gelmiyor bu fikir. Özellikle Türk toplumuna bakıldığında kesinlikle kitlesel bir şizofreniden bahsetmek mümkün. Bölünme Ancak sadece bir takım belirtiler göstermekle tıbbi anlamda akıl hastası olunmuyor neyse ki. Tabii ki insan bir gün Bay Golyadkin gibi birebir ikizini görmeye, onun kendisinin ayağını kaydırmaya çalıştığını düşünmeye, hatta onu evine davet edip misafir etmeye, onun yaptığı hareketlerin bedelini ödemeye başlarsa işte o zaman tehlikeli bir tabloyla karşı karşıyayız demektir. Kahramanımızın başına gelen de aynen bu oluyor. Bir gün fiziksel görünüşü tıpa tıp aynı olan ikinci Bay Golyadkin ortaya çıkıveriyor. Bu yeni karakter kitapta da “ikinci”
“Evindeki uşaktan çalıştığı işyerindeki insanlara kadar herkesin karşısında duyulan ağır bir kompleks, kendisi dışındaki kişileri düşman olarak görme, herkesin kendisine karşı birlik olup komplo kurduğu sanrısı… Bunlar Golyadkin’in iç dünyasında ve günlük davranışlarında gözlemlediğimiz semptomlar.” diye niteleniyor çünkü adları bile aynı! Bu kırılma noktasından sonra kitabın sonuna kadar Golyadkin’ler arasındaki amansız mücadeleye tanık oluyoruz. Tabii ki “gerçek” Bay Golyadkin bu yıpratıcı süreçte iyice kontrolü kaybedip benzerinin türlü şeytanilikleri karşısında büyük ıstıraplara gark oluyor.
Gerçek sıfatını vurguladım çünkü belli bir yerden sonra neyin gerçek neyin hayal olduğu birbirine karışıyor. Ancak dediğim gibi biz ana karakterin zihninden, perspektifinden olaylara baktığımız için haliyle onun gerçekliği okurun da gerçekliği oluyor. Bu yüzden Bay Golyadkin’in hezeyanları içerisinde ikinci Bay Golyadkin’e
olumlu ile olumsuzun birbirine karıştığı bir sis perdesi ardından bakıyoruz. Lakin başlarda belirttiğim gibi burada olup biten mükemmel bir anlatı ve üslup. Deliliğin nasıl şiirsel bir şekilde anlatılabileceğinin dersini veriyor bize usta. Bay Golyadkin’in ikinci kişiliğinin kitabın sonunda gözden kaybolup gitmesi öyle güzel anlatılıyor ki insan büyüleniyor. Doktorun muhtemelen tımarhaneyi “yakacak odun, ateş ve uşağa sahip bir lojman” olarak betimlemesi (veya Golyadkin’in sözlerini böyle algılaması) de kahramanımızın kaçınılmaz sonunu ortaya çıkarıyor. Fakat dediğim gibi bütün bu hikâyenin anlatılışı, metin içerisinde serpiştirilmiş detaylar öylesine kusursuz ki. Bu yüzden kitabın mutlaka okunması gerek. Ayrıca bir son not olarak eserin 1846’da basıldığını göz önünde bulundurursak, Fight Club’a tapınan kişilerin özellikle okumaları çok yararlı olacaktır. 15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 79
Bitti.
Ben eseri Türkiye İş Bankası Yayınları’ndan Tansu Akgün çevirisiyle okudum. Bir de “İkiz” adıyla yeni basılan, Can Yayınları’nın Sabri Gürses çevirisi var. Orijinal adı ise “Dvojnik” ve İngilizceye de “The Double: A Petersburg Poem” adıyla çevrilmiş. Sanıyorum bu (double) Rusça kelimenin birebir karşılığı ve bence kitabın konusu dikkate alındığında iki çeviri de kendi açılarından doğru. Ortada bir ikiz var ama bu sadece bir benzer olmanın ötesinde “öteki” kişilik. Rus eserlerini mümkünse kendi çevirisinden okumayı tercih ettiğim Nihal Yalaza Taluy’un da “Öteki” diye çevirdiğini not düşelim.
Mert Günhan mert.gun@gmail.com
oyun inceleme
Mass Effect 3:
Bir Uzay Operasından Fazlası 2 Bekleyiş sona erdi ve BioWare, Mass Effect serisini sonlandıracak olan üçüncü oyununu piyasaya çıkarttı. Son 10 yılın en iyi yazılmış bilimkurgularından birisi olan Mass Effect serisinin üçüncü oyunu hikayeyi sonlandırırken, oyunun kendisi değil fakat hikayenin sonu daha uzun yıllar tartışılacak gibi. Fakat uyaralım, oyunu bitirmediyseniz bu yazıyı okumayın, çünkü çok bir şey anlamayacaksınız!
80 | Boo! Sayı: 6
148 yılında Mars keşfi sırasında antik, yıldızlar arası seyahat eden bir uygarlıktan kalan teknolojilere rastlandı. Takip eden yıllarda bu gizemli teknoloji insanlığı binlerce yıl ileri götürerek en uzak yıldızlara gidebilmesini sağladı. Bu teknolojinin temeli uzay ve zamanı kontrol edebilen çok güçlü bir enerjiye dayanmaktaydı. Bu olay dünya tarihindeki en önemli olay olarak tarih kitaplarına geçti. Galakside yaşayan uygarlıklar bu teknolojiye “Mass Effect” diyor.
Alternatif Bir Tarih Mass Effect neyin hikayesiydi peki? Klasik bir bilimkurgu kesinlikle değildi çünkü ortada işlenen pek çok kişisel konu vardı. Geth ve Quarian halkının savaşları, galakside yaşayan Citadel ırklarının politikasına insanoğlunun dahiliyeti, farklı ırkların birbirlerini kabullenemeyişleri, Salarian ırkının Krogan ırkını yok etmek için yarattıkları özel bir virüs... Sürekli olarak değişen galakside hayatta kalmak için ellerinden geleni yapan pek çok karakter tanıdık Mass Effect’in hikayesi dahiliye-
Sınıf ı al s n u Sor Mass Effect serisini ben “Vanguard” sınıfı ile oynadım. Bence maksimum eğlence için Vanguard sınıfı birebir çünkü Soldier bir yerden sonra bayıyorken Adept ile bütün silahları kullanamayıp, Engineer ile savaş boyunca saçmalamak hoş değil. Vanguard ile hem tüm silahları kullanıp hem de Biotik güçlerinizle terör estirerek daha çok eğleneceksiniz emin olun.
tinde. Kimileri arkadaşımız, kimileri düşmanımız oldu. Verdiğimiz kararlar bizi uçlara götürdü ve oyuncu olarak verdiğimiz kararların ne kadar önemli olabileceğini gördük. Mass Effect’in hikayesi oldukça kişiseldi aslında, her karakterle kurduğumuz iletişim, üzerinde durduğumuz her sorun bizi çok daha büyük bir resmi görmeye itiyordu, yaşamın, galaksinin ve her şeyin ötesinde kurduğumuz bağlar ve bu bağları kurduğumuz anların önemini sorguluyorduk.
Mass Effect’in Politikası Peki ne değişti? Birdenbire Citadel Space’in karanlık siyasal ilişkileri arasına itilen Shepard’ın kendi kendine sorduğu ilk soru şuydu, bütün varlıklar mı yoksa sadece insanlık mı? Kimi zaman insanlığın çıkarlarını gözeten hareketler yaparken diğer ırklara verdiği zararı öngöremeyen Shepard, belirli bir dengeyi kurmaya çalışarak herkese yardım edebilir miydi? Bir insan ne kadar canlının hayatına dokunabilirdi? Ne kadar canlının hayatını değiştirebilirdi? Irkçılık, köle ticareti, savaşı yaklaştıran sorunlar
ve askeri etik derken ilgilenilmesi gereken çok daha büyük bir sorunumuz daha vardı, Reaper İstilası. İkinci oyundan itibaren oldukça belirgin hale gelen Reaper İstilası teması şüphesiz ikinci oyunun sonunda en tehlikeli noktaya ulaşmıştı ve üçüncü oyunda olaylar kopma noktasına gelmişti. Hikaye boyunca yaşadığımız o çaresizlik hissi oldukça ağırlaşmış ve ne yapacağımızı bilemez hale gelmiştik. Galaksinin dört bir yanından yardım toplarken daha önce yaşadığımız maceralar ve
yardım ettiğimiz kişiler en büyük desteğimiz olmuş, bize bu çaresizlik hissiyatı karşısında bir nebze umut vermişti. Mass Effect 3’ün en beğendiğim yanlarından birisi sürekli olarak bu umutsuzluğun karşısında ufak yaşamlarda yarattığımız değişikliği okuyabiliyor oluşumuzdu. Dokunduğumuz her insan bir şekilde iyi veya kötü, değişime uğruyor ve bunun sonuçlarını görüyorduk. Bu gerçekten oyuncuyu oldukça içine alan bir deneyim. Peki bütün bu güzel deneyim ve ol15 Mayıs-15 Haziran 2012 | 81
Mass Effect Zaman Tablosu
M.Ö. 1 milyar Prothean öncesi zamanlar. Leviathan of Dis isimli bir Reaper cesedi Jartar gezegenine gelir ve bir milyon yıl boyunca orada gizli kalır. M.Ö. 37 milyon Bilinmeyen bir uzaylı ırk Reaper’a kütle hızlandırıcı bir füze atar, bu olaylar Mnemosyne gezegeninin yakınlarında gerçekleşir, füze Reaper’ı patlatır, Reaper galaksi boyunca sürüklenir ve en sonunda Klendagon gezegenine düşerek Great Rift vadisini oluşturur. M.Ö. 298 bin Antik Arthenn ırkı Zelene sistemine yerleşir, Helyme gezegeni yok edilene kadar orayı kapitalleri yaparlar. M.Ö. 125 bin Thoi’han isimli bir ırk ve Inusannon ırkı Eingana gezegeninde savaşırlar, gezegeni yüzlerce yok edilmiş uzay gemisi iskeletleri ile doldurur-
lar. Bunlardan sızan Element Zerolar çoğu yerleşik canlıyı ya öldürür ya da Biotic güçler kazandırır. 0 (Konsey’in Kurulması) Galaktik Konsey Citadel’de kurulur, Asari ve Salarianlar Konsey ırklarının başına geçerler. Bu tarih 0 olarak bilinir, Galaktik Standart tarihi burada konulur. M.Ö. 200 - M.S. 1 Batarian, Elcor, Hanar, Quarian ve Voluslar ile diplomatik ilişkiler kurulur, bütün ırklar birer konsolosluğa sahip olurlar. M.S. 1-900 (Konsey Savaşları) Rachni ırkı ile karşılaşılır ve Rachni Savaşları başlar. Salarianlar Krogan ırkı ile tanışırlar, Krogan Irkını konseyin askerleri olması için manipüle ederler. Kroganlar konseyi korudukları için Tuchanka isimli gezegene sahip olurlar, burada nüfusları oldukça artar. M.S. 700 (Krogan İsyanları) Krogan ırkı çok hızlı çoğalır ve kolonizasyona başlar. Konsey bundan korkar. Krogan Savaş Lordları diğer Citadel kolonilerini ele geçirmeye başlar, bu hareket bir savaşa neden olacaktır. Konsey Turian ırkı ile karşılaşır. Turianlara sal-
dıran Krogan ırkı Turian gezegenlerini kitle imha silahları ile yok eder. Salarian’lar ile işbirliği içine giren Turianlar Genophage isimli bir biyolojik silah ile Tuchanka’nın atmosferini bozarlar ve Krogan ırkının çoğalmasını engellerler.
M.S. 2070 Milyarder Victor Manswell ülkelerin uzaya gitmek için yaptıkları projelerin yavaşlığından şikayet edip kendi uzay keşfini finanse etmeye başlar. Manswell 300 kolonist ile birlikte dünyayı terk eder.
M.S. 900-2157 (Konsey Çağı) Turianlar konseye kabul edilirler, Drell gezegeni Rakhana endüstri yüzünden yok olmaya başlar. Terminus Sisteminde Collector isimli garip yaratıklar ortaya çıkar.
M.S. 2148 (İnsanlık Mass Effect fiziğini keşfeder) İnsanlar Mars’ın Promethei Planum bölgesinde çok eski bir Prothean teknolojisi bulurlar ve Mass Effect teknolojisini geliştirmeye başlarlar, bu sayede ışık hızından daha hızlı yolculuk yapmaya başlayıp Sol sistemini keşfederler.
M.S. 1895 (Geth Savaşı) Quarianlar tarafından üretilen yapay zekaya sahip makineler olan Gethler bilince sahip olmaya başlarlar. Quarianlar isyandan korkup onları yok etmeye kalkışırlar. Gethler yaratıcılarından korkup isyan ederler, bu Geth Savaşını başlatır. Gethler Quarianları kendi gezegenlerinden kovarlar ve Quarian ırkı bir uzay filosunda yaşamaya başlar, bu uzay filosunu Migrant Fleet olarak biliyoruz. M.S. 1961 Yuri Gagarin Vostok 1 ile uzaya giden ilk insan olur. M.S. 1969 Neil Armstrong Ay’a ayak basar.
dukça sağlam hikayesine rağmen Mass Effect 3’ün sonu neden iş yapmadı? Oyuncular neden beğenmedi? Oyunun sonunu bu kadar havada ve senaryosal boşluklarla bırakma kararı serinin yapımcısı Casey Hudson’ın kararlarından birisi. Extended Cut Hikayeyi tecrübe edenlerin hikayenin sonunda değil de gelişme bölümünde yaşananların daha önemli olduğunu savunan Hudson, hikayenin sonunda diğer insanlar için zihinsel bir pay bıraktıklarını iddia edi82 | Boo! Sayı: 6
M.S. 2157-2183 (İnsanlığın Yükselişi) İlk Kontakt Savaşı yaşanır, insanlık Turian ırkı ile karşılaşır ve savaşmaya başlar. Alliance N7 programını başlatır. İnsanlığa ait Shanxi gezegeni Turian ellerine düşer. İnsanlık sonradan bu gezegeni geri alır. Konsey savaş daha fazla büyümeden iki ırkı barışa zorlar. Jack Harper Cerberus’u kurar ve Illusive Man ismi ile başına geçer. İnsanlık biotik güçleri kullanmaya başlar. Arcturus İstasyonu tamamlanır. Shepard ikinci Element Zero temasından sonra biotik olup orduya katılır. M.S. 2183-2186 Mass Effect başlar. yor. Böyle bir pay için ödeme yapmadıklarını söyleyen oyuncular ise oldukça sinirli, bu sebeple BioWare bu yaz çıkacak ve oyunun sonunda karşılaştığımız hikayesel boşlukları dolduracak olan sahneleri ekleyecek bir indirilebilir içerik sunuyor bedavaya. Mass Effect 3: Extended Cut oyuncuları tatmin eder mi bilinmez fakat benim gibi oyunun sonunu beğenenler için çok da gerekli değil, çünkü benim hikayem o noktada bitti, Mass Effect serisi zihnimde güzel anılar ile çoktan yer edindi.
Bitti.
Mass Effect bittiğinde oturdum, bütün hikayenin geçmesi için temeli oluşturan kurgusal galaksi tarihini tekrar okudum, okurken “ben bunu yazıya da koyarım yahu ne güzel bir şey bu” dedim ve koydum, tabii bazı noktaları kestim çünkü takdir edersiniz ki yerimiz sınırlı.
“Ben hayatımda bu kadar tembel bir fotoğraf topluluğu görmedim arkadaş! O kadar tembeliz ki, fotoğraf bile çekmiyoruz. Neyse en azından bu şekilde sergi işini kotarmış olduk. Hem açılışa gelen fularlı pipolu amcalara da deneysellik diye yuttururuz bunu. Ama işte bir hafta boyunca ayakta durmasa mıydık? Ağzımda sakız da kalmış, mekan kapanana kadar erir, acı iğrenç bir tat bırakır şimdi. İyi bari, en azından balonluy...” HAAAPŞ! “Mutsuzlukların en büyüğü sakızı balon yaparken hapşırmakmış...”