ECE ALTINKAYA
Gençlik, sahip olunmaya değer, ilk şeydir. Sahip olunmayı sürdürmeye değer tek şeyse aşktır. Ve gençlik, aşk iksirlerinin en etkilisidir. / Oscar Wilde
Bölüm 1 Bir zamanlar, hayatımın bir bölümünde başka bir dünyada yaşamıştım. O yaşadığım yer kesinlikle yeryüzünde değildi. Herkes beni dünyada bir yerde sanabilirdi, belki de o taraftan bakılınca öyle görünüyordu. Onların gördüğünün aksine, ayaklarım kesinlikle yere basmıyordu ve ben, yerle gök arasında bir yerlerde gezinip duruyordum. O zamanlar, yaşadıklarımın şimdiki gibi kısıtlı, sınırlı, hiç tükenmeyecekmiş gibi akarken birden sonu gelen ve sonunun nasıl geldiğini bile anlayamadığım belli bir dönem olduğunu bilmiyordum. Ve o zamanlar, o dönemin hep öyle sürüp gideceğini sanmıştım. Hep öyle sonsuz bir kaynak gibi çağlayacağını… Büyük bir yanılgıydı. Artık otuz bir yaşındayım. Şimdi öğrendim ve biliyorum. Bunu öğrenmek, yere çakılmak gibi bir şeydi. Şu anda artık bir hayal gibi süzülerek uçup giden o zamana ben gençlik diyorum. Şimdi size anlatacağım, başında kavak yelleri esen o zamanlardan kalma bir gençlik hikâyesidir. Gençlik zamanları, coşku ve aşkla örülerek gökyüzünün katlarında süzüldüğü zamanlardan kalmadır. O zamanlar, ben henüz daha gençken, bir sevgilim vardı. Şimdi korkusuzca sevgilim diyebiliyorum ama o zaman ismi konulamamış bir kalp ağrısıydı. Adı, Ateş’ti. Kara yağız, adı gibi ateş saçan bir delikanlı… Sanki tavrından, duruşundan, yaptıklarından taşan, sakıncalı bir şey nedeniyle de herkesten farklı... 9
Ece Altınkaya
Şimdi gözümün önüne, Ateş’in beni heyecanlandırıp, bana farklı ve büyüleyici görünmesine yol açan o zamanki hâli geldiğinde, iç çekiş gibi bir kahkaha atmaktan kendimi alamıyorum. O günlerin masumiyetinin kaybolmasından mıdır, artık alışmanın getirdiği tekdüze hissiyattan mı, aradaki nesil farkından mı, yoksa o devrin gençlerinin şimdi yetişkin olduğundan mı bilinmez; gençliğimde bana sakıncalı gelen duruşu, tehlikeliden ziyade bugün hâlâ oldukça sevimli geldiği hâlde, bana nedense şimdiki gençlerin yaptıklarından pek de farklıymış gibi gelmiyor. Düşününce yeni nesil gençlik için normal, hatta sıradan diyebileceğim, burun kıvırarak dönüp de bakmayacakları şeylerin, bizim gençliğimizin gözüne nasıl da sükseli, sıra dışı ve heyecan verici göründüğünü fark etmemem elimde değil. O yıllardaki büyüklerinin sözünden asla çıkmayan Gülperi’ye müthiş farklı gelen Ateş’in davranışlarının, o kuşağın temsilcisi bazı anne babalara da -başta benimkilere- nasıl geldiğini söylememe gerek var mı, bilemiyorum. Bir kere kınayıcı bakışlar altında, laftan anlamaz, söz dinlemez Ateş gibi asi çocuklar, aile terbiyesinden nasibini alamamış, sorumsuz ailelerin çocukları olarak mimlenirdi. Zaten gerisi de malum; hükmen yenik… Yani kısaca Ateş, o zamanlarda katı kurallar için yaşayan hiçbir ebeveynin -özellikle de kız annelerinin- kesinlikle onaylamayacağı bir tipti. Kulağında küpesi, altında motosikleti ve kötü alışkanlıkları olan; isyankâr ve tehlikeli... Yine, işte tam da bu yüzden, o zamanki hayalperest genç kızların, onun peşinden koşmasına ve onların rüyalarını süslemesine sebep olan bir asi... Özellikle de benim… O, benim rüyalarımın başkahramanıydı. Şimdiki zamandan bir genç kızı alıp, gençliğimin zamanına ışınlasak, benim ayılıp bayılarak tav olduğum onun o hâllerinden pek fazla etkilenmeyeceğinden adım gibi eminim, bir tek şey haricinde; her devirde aynı güce sahip olan, ateşli gözleriyle birleşen sesinin yakıcılığı... Bir daha ismimi onun söylediği 10
Gençlik Hatırası
kadar tatlı telaffuz eden bir ses daha duymayacağımı çok iyi biliyorum. Aslında çok enteresan şekilde tanışmamıştık onunla. Her zamanki gibiydi, yani, olabilirliğin kıyısında herkesin başına gelebilirdi. Ama herkesin değil, o benim başıma gelmişti. Acayip olan ve beni asıl şaşkına çeviren de buydu. Onu, aynı sınıfta okuduğum en samimi arkadaşım Buket sayesinde tanımıştım. O gün, Buket’i okul çıkışından almaya gelmişti. Uzaktan görmüştüm. Yakışıklılığı; gün geceden nasıl farklıysa, diğer liseli çocukların yanında o kadar barizdi ve takındığı asi tavırları da. Yalnız gündüz müydü yoksa gece mi, tartışılırdı. Okulun önüne çektiği motoru, yanan, diklenen, meydan okuyan keskin bakışları, doğal bir zarafetle çok önemli bir iş yapıyormuşçasına yaktığı sigarasıyla diğerlerinden sıyrılıyor; kızların dikkatini, oğlanların hiddetini çekiyordu. Yanımdaki diğer kız arkadaşlarımın ancak farklı bir durum, olay karşısında -bunu öğrenmiştim, genellikle bu durum, okula gelen yabancı bir oğlan olurdu- geçit vermeyen bir dalga gibi yükselen fısıldaşmaları, aşırı heyecanları, abartılı göz süzmeleri, kendilerini fark ettirmek amacıyla attıkları cilveli kahkahaları olmasaydı; etrafıma bakmak yerine hep önüme baktığımdan, göremeyebilirdim. Ancak onun tehlikeli yakışıklılığına dikkatimi çeken arkadaşlarım sayesinde, onu görmüştüm. Hem de attığım üstün körü tek bir bakışla. Evet, onu görmem için bir göz atmam yetmişti. Nisan 1996 O gün Buket, sınıftaki diğer kızlarla birlikte okuldan çıkmıştı. Benimse, dönem ödevimle ilgili kütüphaneye uğramam gerekmişti. Yoksa birbirimizden öldür Allah ayrılmazdık. Buket beni beklemek istemişti tabii, ama ona işimin uzun sürebilecek olması nedeniyle beni beklememesini söylemiştim. Hem dışarıda kızlarla muhabbet -zararsız dedikodu ve günün özeti demek daha doğru olur- etmek için can attığını da biliyordum. Zaten arkadaş 11
Ece Altınkaya
lığımızda, ikimizden şen şakrak ve dışa dönük olan oydu; ben çekingen ve utangaç olandım, yani zayıf halka. Kendimi kızların içinde ortama adapte etmekte zorlanırdım. Dışlanmazdım ama kabul görmemin nedeni Buket’in ikimize de yeten canlılığıydı. Kütüphanedeki işim sandığımın aksine çok uzun sürmemişti. Kütüphaneden çıktıktan sonra az ileride ayaküstü sohbet eden sınıf arkadaşlarımı görüp yanlarına yöneldiğimde, kızlardan gelen farklı bir titreşim olduğunu hissetmiştim. Her zamankinin aksine olağanlıktan uzak, heyecanlı, yoğun bir kız cıvıldaması vardı etrafta. Kızların yanına geldiğimde olağanüstü bir durum olduğunun farkına varmıştım. Daha konuşmaya fırsat bulamadan, Buket’in kızlara kıkırdayarak, el sallayıp, “Sonra konuşuruz. Hoşça kalın, ben gidiyorum,” dedikten sonra, aceleyle yanı başında duran Ayşe’ye dönerek, “Gülperi’yi görürsen söyle olur mu?” dediğini işitmiştim. Ayşe de başını sallayıp onu onayladıktan sonra, Buket yanlarından hızlıca ayrılmıştı. Bu telaşını anlayamamıştım. Tam ağzımı açıp, Ayşe’ye sesleneceğim anda, o da birden bir yerine bir şey olmuş gibi yerinde sıçrayıp, gözlerini kocaman açarak, şaşkın bir şekilde diğer kızlara boş elini işaret etmiş, “Ah, resim dosyamı sınıfta unutmuşum. Beni bekleyin kızlar alıp geleyim,” dedikten sonra yanlarından ayrılmıştı. Komik bir şey yapmışım da, herkes bana bakıyormuş gibi üstüme sıcak basmıştı. Ayşe koşar adım okul binasına yönelirken, ben de ağzı açık ayran budalası gibi, bakışlarımı tekrar Buket’in koyu renkli, örgü yaptığı saçını savurarak, aksi istikamete doğru uzaklaşan figürüne çevirmiştim. Hızlı adımlarla yürüyüp diğer yandan da bir yere doğru hevesle el sallıyordu. Attığı her acele adım, belli ve kararlı bir hedefe yönelmişti. Bu bana biraz garip gelmişti, yani Buket’in kızlarla yaptığı sohbeti yarıda kesmesi… Çünkü Buket, âdeti olduğu üzere eve gitmeden, kızlarla okul önünde yarım saat lak lak etmekten hoşlanırdı. Bunu biliyordum. Eve gitmek için bu kadar acele ettiğini de hiç 12
Gençlik Hatırası
görmemiştim. Gözlerim, Buket’in üzerinde, gidişini takip etmiştim ve sonunda onu görmüştüm; etraftaki erkek öğrencilere keskin bakışlar fırlatıp, elindeki Zippo çakmağıyla sigarasını yakıyordu. İçimde, akort edilmeye çalışılan bir gitar telinin titreşmesi gibi bir şey hissetmiştim. Yakışıklıydı, hem de haddinden fazla... Buket, delici bakışlı havalı çocuğun yanına ulaşır ulaşmaz boynuna sarılıp, yanaklarından mutlulukla öpmüştü. Çocuk da, Buket’i belinden kavrayıp kendine çekerek karşılık vermişti. Akordu kaçmış gitar teli, midemin üst kısmıyla, diyaframımın arasında iyice gerginleşerek, gittikçe yakıcı olan bir ezinti oluşturmuştu. Sanki tel, ucu sivri demir bir burguya dönüşmüştü ve biri tarafından itinayla midem deliniyor gibiydi. Tuhaf hissediyordum. Aniden hissedilen ve önemsenmeyen bir baş dönmesini geçirmek için gözleri kırpıştırmanın, kaybolan dengeyi sağlayacağının düşünülmesi gibi, ben de gözlerimi kırpıştırarak, nereden geldiğini anlayamadığım tuhaflık hissini geçirmeye çalışmıştım. Bilinçsizce bir kolumu kendime sarıp, sadece o hissi duyduğum yerin üstünü elimle bastırmıştım. Tam o esnada, arkamdan gelen bir ıslık sesiyle irkilmiştim. “Hey yavrum hey... Şuradaki tatlı yaratığa bakın siz hele.” Arkamı dönmemle Derya’yı görmüştüm. Bir an, yeşil kedi bakışlarıyla göz göze gelmiştim. Ama o, hemen havalı çocukla alakadar olmaya başlamıştı. Yanında da ekürisi Sinem vardı. Sinem, sarışın ve uzun boylu olan Derya’dan tip olarak da davranış tarzı olarak da farklıydı. Sinem uzak doğululara benzeyen egzotik bir tipti. Kömür karası saçları, çekik gözleri vardı. Ufak tefek yapısıyla, minyon diyebileceğimiz bir tipti. Hareketleri ve konuşmalarıyla kokoş nasıl olur örneğinin temsilcisiydi. Hep kendi bildiğinin en doğru olduğunu düşünür ve kabul edilsin isterdi. İkisi nasıl oluyor da geçiniyor merak ederdim. Çünkü Derya’da kendini beğenmiş, baskın ve geçit vermeyen bir karakterdi. Ama sonuçta ikisi de okulun ve bizim sınıfın 13
Ece Altınkaya
havalı, çapkın, hoppa ve şımarık kızlarıydı. Üstelik benim hiç olmadığım kadar öz güvenliydiler. Çekindikleri hiçbir şey görmemiştim. Tüm bu özellikleri sonucunda onlar, okuldaki erkek öğrencilerin gözdeleriydi. Bu nedenle de neredeyse okuldaki tüm kızların, gruplarına katılmak istedikleri kızlardı. Siyah kâküllerini eliyle düzelten Sinem, Derya’ya başını çevirmeden, Derya’nın dediğini onaylamaz bilmiş bir tavırla, “Ben olsam ona yaratık demezdim fakat daha çok yeryüzüne inmiş bir melek olabilir, tabii,” diye buyurmuştu. Ve bu arada gözleri, esmer çocuğun üzerinde iştahla geziniyordu. Birden bir anı belirdi zihnimde. Buket’in annesi beni ilk gördüğünde de buna benzer bir yorumda bulunmuş, Buket’e dönüp, “Bu güzel, küçük melek de kim?” diye gülümseyerek sormuştu. Ne kadar ironikti! Ne kadar komik... İkimiz de başkaları tarafından meleğe benzetilmiştik. İçimden kahkaha atmak gelmişti. Aramızdaki ortak noktalar da bununla sınırlıydı sanırım. Birbirimizle kıyaslanırsak, benzer başka hiçbir özelliğimiz yoktu. Bir yin-yang gibiydik. Ben meleğe benziyorsam o kesinlikle zıt bir şey olmalıydı. Zaten, benim de kabul ettiğim gibi, asıl melek o ise o zaman beni hangi akla hizmet meleğe benzetmişlerdi? Ama çok derinden, incecik bir his aramızdaki bu benzerliğe çok mutlu olmuştu. Sinem ve Derya’nın hemen arkalarından dışarı çıkan, Sinem’in eski sevgilisi Can’la, kankası Gürhan, onların konuşmalarını duyarak, ilgilerini çeken şeyi gözleriyle bulup, bakışlarıyla döver gibi havalı çocuğu kesmişlerdi. Ardından da Can, Sinem’in yanında durup alaycı bir şekilde, “Ne o Sinem, çok mu beğendin şu uzun saçlı züppeyi? Eğer öyleyse benden kıyak, Allah babadan sana isteyelim, kendi izni peygamberin kavliyle. Belki verir de sen de evde kalmazsın. Ne dersin?” dedikten sonra Gürhan’la birbirlerine sırıtıp, ellerini birbirlerine çakarak, birlikte yürüyüp gitmişlerdi. Sinem omuz silkip bir kahkaha patlatmıştı. Ardından da, ağzını yaydırarak bağırmıştı. 14
Gençlik Hatırası
“Kıskandın mı şekerim? Hepimiz biliyoruz, kedi erişemediği ciğere mundar dermiş.” Sinem’le Derya birlikte kahkaha atarak gülmüşlerdi. Diğer kızlar da pekmeze üşüşen sinekler gibi bir araya toplanıp, bu zevkli ortama katılmışlardı. Sinem’e yaranmak isteyen bir kız onu desteklemişti, “Değil mi ama? Bir melek varken, insan kargayı ne yapsın? Ah, ne tatlı çocuk… Bu bir melek değil de başka ne olabilir?” Sinem’in kokoş hareketlerinin yanında her daim, daha çok delikanlı, dayılanan ve bitirim kız tavırlarında olan Derya ise kıza bakıp sinsice sırıtarak, “Belki de böyle bir tipe ‘tatlı çocuk’ diyen ‘tatlı kızların’ aklını başından almak için gelmiş bir şeytan. Bunun gibiler, cici kızlara kat kat fazla gelir güzelim. Değerini bilmek gerek. Benim içinse leziz, tam ağzıma layık,” demişti. Tabii ya, al sana benzerlik, aptal. Melek olan cici kızla, şeytan olan havalı serseri arasındaki bağlantı da bundan ibaretti. Derya’nın söyledikleriyle kulaklarıma kadar kızarıp, başımı önüme eğmiştim. Saçma olabilirdi; ama nedense söylediklerini o kıza karşı değil de bana ithaf etmiş gibi algılamıştım. Her zaman son sözü söyleyip, lider konumunda olmak isteyen Sinem, havalı çocuğu süzmeyi kesip, bakışlarını Derya’ya çevirerek, “Unutma ki şekerim, şeytan da eskiden bir melekti ve ben melekleri severim. Karanlık tarafa geçmiş olsalar bile... Hatta onlar daha çok ilgi alanıma girer. Cici kızlar için bir şey diyemeyeceğim ama şahsen ben onlara bayılırım.” Tüm kızlar zevke gelip, bu şamataya hevesli kahkahalarla gülmüşlerdi. Benimse vücudumdaki garip ürpertilerle tüylerim diken diken olmuştu. Sinem’le aynı fikirde olmak beni rahatsız etse de havalı çocuğu şeytan yerine, karanlığı seçmiş bir melek olarak düşünmek daha çok hoşuma gitmişti. Belki de benim inanmamı sağlayan asıl şey, karanlığı seçenin, aydınlığa geri dönmek isteyebileceğini de düşünmek olmuştu. Bu kızların şamataları arasında heyecanlanan, gruptaki 15
Ece Altınkaya
başka bir kız da atılarak, “Mmmm... Ben de, ben de. Yani kim bayılmaz ki, öyle değil mi? Yeme de, yanında yat,” diyerek beni utandıran, coşkulu başka bir yorumda bulunmuştu. Yine, kızların arsız kahkahaları havayı doldurmuştu. Nefesim hızlanmış ve düzensizleşmişti. Gruptan diğer bir kız, düşünceli bir ifadeyle, “Buket’in bir sevgilisi olduğunu bilmiyordum doğrusu,” diye başka bir konuya ve farkında olmadığım, yeni açılmış yarama parmak basmıştı. İçimdeki çirkef, kızgın ses, ‘Ben de bilmiyordum’ diye homurdanmıştı. Kendimi, ihanete uğramış gibi hissediyordum. Buket’i bu hisler içinde aklıma getirmek istemiyordum; ama o gözümün önünde sigarasını tüttüren havalı çocukla, baş başa vermiş yüzünde güller açtıran bir gülümsemeyle sohbet ediyordu. Bense, sanki içime bir yerden damlayan, kızgın bir yağ varmış gibi hissediyordum. Sinem havalı duruşunu bozmadan, bilmiş bilmiş diğer kızı yanıtlamıştı. “Tahminimce de sevgilisi değil zaten şekerim. Öyle olsaydı kesin bilirdik. Şahsen, benim öyle bir sevgilim olsaydı, davul zurnayla dünyaya ilân ederdim. Açıkgöz işte… Aklınca bu güzelliği bizlerden uzak tutup kendine saklıyor. Ama sahnede yalnız olmadığını henüz bilmiyor.” Yanımıza ne zaman geldiğini görmediğim Ayşe, elindeki resim dosyasını her zamanki hızlı hareketlerinin aksine, ayaklarının dibine acelesiz bir tavırla bırakırken özgüveni tam olan birinin yapacağı gibi, sakince söze karışmıştı. “Ben, senin yerinde olsam bundan çok emin olmazdım. Ayrıca Sinemcim, herkes senin gibi, özelini bangır bangır yaymaktan da göstermekten de hoşlanmayabilir. Biliyor musun? Biraz gizem her zaman iyidir.” Ayşe’nin tavrından ve sesinden belli belirsiz bir memnuniyet ve cesaret akıyordu. Sinem dik dik, bense her zaman olduğu gibi gıptayla Ayşe’ye bakmıştım; ama Sinem, konuşurken bal gibi bir sesle devam etmişti, “Öyle mi canım?” Sonra da en cazibeli surat ifadesiyle gülümsemiş 16
Gençlik Hatırası
ti, “Neyse, tasalanmaya gerek yok. Şu an sevgililerse bile, sonra kimin kiminle sevgili olacağını bilemeyiz. Öyle değil mi? Ben şuna inanırım; son gülen iyi güler.” Sesindeki dediğim dedik havayla, Ayşe’nin ima ettiğine hiç de inanmadığını belli ediyordu. Derya haince kıkırdamıştı. “Çın çın... Birinci raunt. Melek savaşları başlasın. Kazanan kötücül meleği kapar.” Ayşe aynı tavrıyla, eliyle Buket’i işaret edip Derya’yı cevaplamıştı, “Siz kazananın zaten belli olduğu yerdesiniz.” Derya ile Sinem hiç üstlerine alınmadan sırıtmışlardı ve Sinem cevap vermişti, “Ben gülerken, o hâlde görüşürüz bakalım.” Kızların konuşmalarından, kalbim gümbür gümbür atıyordu. Nedenini bilmiyordum, üstelik anlayamıyordum; ama içimden katıla katıla ağlamak geliyordu. Ağlamak, suçlamak ve savunmak... Soluksuz kalırcasına, hem itham hem müdafaa etmek… Siyah saçlı, güzel, esmer siluet, Sinem’in adlandırması ve Derya’nın da dikte etmesiyle birlikte beynime nakış gibi işlenerek, karşımdaki görüntünün kayıp olan ismini birbiriyle eşleştirmişti. Evet, o karanlık bir melekti. Hem de tatlı kızlara uygun olmayan karanlık bir melek… Hepsinden de önemlisi, bana anlatmamış ya da anlatmayı unutmuş olsa bile, o melek, Buket’in karanlık meleğiydi. Her ne kadar Sinem buna katılmasa da ben birbirlerine davranış tarzından bunu anlamıştım. Buket, bana bunu anlatmayı unutmuş olsa dahi ben unutamazdım. Kendime sürekli hatırlattığım şeyi, mantıklı bir şekilde kabul etmeye çalışıyordum. Fakat neden içimde deli bir kasırga esiyordu o hâlde, neden Buket’e bu derece kızgın hissediyordum kendimi, neden kimse göremese de o güzel ama asi meleğin olduğuna inandığım masumluğunu herkese ispat etmek istiyordum ve neden çelişki dolu rezil bir aldanmışlık duygusuyla çalkalanıyordum? Korkmuştum, hem de deli gibi korkmuştum. Ve tüm bu yoğun duygu akışına kendimi hızla kapatarak, aklımla birlikte tüm duyularımı yeniden kızların konuşmaları 17
Ece Altınkaya
na vermiştim. Kızların daha önce de böyle konuşmalarına şahit olmuştum. Üstelik gülerek katılmışlığım bile olmuştu. Ama bu sefer yapamıyordum. Farklı, huzursuz eden, hatta ürküten bir ürperti duyuyordum kendimde. Üşüyor gibiydim; ama vücuduma sıcak basmıştı ve aksine ellerim buz gibiydi. Üstelik tüm kızları, hem de hepsini -Buket’i düşünmemek için kendimi paralıyordum o sırada- susturmak istiyordum. Alay edilmeyeceğimi ve ağlamayacağımı bilsem yapardım da. Keşke, Ayşe’nin olduğu kadar olmasa bile, biraz cesur olabilseydim. Düşündüklerimi söyleyebilecek kadar… Yavaşça ve istemsizce aynen mıknatısın çektiği demir ya da ışığa çekilen pervaneler gibi gözlerimi yerden kaldırıp bakışlarımı hakkında konuşulan çocuğa çevirmiştim. Bu arada Derya da yanına gelen artist kız grubunun diğer birkaç üyesinin de ona teker teker katılıp eşlik etmesiyle, bir şarkı söylemeye başlamıştı. O yıllarda söyledikleri şarkı, tüm kızların dilindeydi. “Yavrum, baban nereli? Nereden bu kaşın gözün temeli? Sana neler demeli? Ay seni çıtır çıtır yemeli.” Elebaşılığını, Derya’nın yaptığı kızlar korosu, bir yandan el çırpıp hep bir ağızdan söylüyordu. Sesleri havada dalgalanarak, çığ gibi yükselmişti. Kızlar korosunun sesini duyan yakışıklı çocuk, başını şaşkınca bize doğru çevirmiş, sonra Buket’in dediği bir şeye başını arkaya atarak, gözlerinin içinde güneş parlıyormuş gibi gülerken, yanaklarında gamzeleri belirmişti. Birden afallamıştım. Karanlık bir melek ve gamzeler... Ardından karanlık melek bir daha bizden tarafa dönmüş, baş döndürüp günaha sokacak kadar çapkın, yarım bir tebessümle ona edilen iltifatları kabul eder gibi hafifçe başını eğerek kızlar korosunu selamlamıştı. Kızlardan, nefeslerinin kesildiğini belli eden iç çekme nidaları yükseldikten hemen sonra, hep birlikte cilveli kahkahalara boğulmuşlardı. Grupta, demin Derya’nın cici kız dediği kız, elini kalbine götürüp, “Sa 18
Gençlik Hatırası
nırım, âşık oluyorum,” demişti. Ağzı açık bir diğeri, “Ben oldum bile…” diye atılmıştı. Karanlık meleğin üzerimizde gezinen ateşli gözleri, kalp atışlarımın hızlanmasına, kalbimin göğüs kafesimden çıkacakmış gibi çarpmasına neden olmuş, sanki aniden bir türbülansın içine çekilmişim gibi kulaklarım uğuldamıştı. Kızların alenen ateşli çocuğa söyledikleri şarkıyı, kendim söylemişçesine utanmıştım. Hemen başka bir kız arkadaşımın arkasına sinerek, görünmez olmuştum. O anda, nereden çıktığını fark etmediğim, okulumuzun sert matematik öğretmeni, hızlı adımlarla karanlık meleğin yanına yaklaşmıştı ve bir anda tüm kızlar sessizliğe gömülmüştü. Öğretmenimiz, delici bakışlı çocuğa el kol hareketleriyle çıkışır gibi bir şeyler söylemiş, o da efelenir bir tarzda karşılık vermişti. Ancak, Buket karanlık meleğin göğsüne elini koyarak araya girmiş ve öğretmenimize dönerek, saygı dolu bir ifadeyle bir şeyler açıklamıştı. Öğretmenimiz deminki tavrına nazaran daha yumuşak ama yine azarlarcasına bir şeyler daha söyleyip otoriter bir duruşla beklemişti. Karanlık melek istifini bozmadan öğretmenimizin gözlerinin içine tepeden bakan bakışlarla bakıp -ya da bana öyle gelmişti çünkü boyu epeyce uzundu, ki öğretmenimiz de uzun boylu bir adamdı- bir nefes daha çektiği sigarasını, aynı efelenen tavrıyla yere fırlatarak, çiğnemişti. Ardından da bir film izler gibi -sanırım o anda çocukluğumdan kalma, beni etkilemiş bir anıyla, gözlerimin önünden Top Gun filmi geçiyor, kulaklarımda da filmin Take My Breath Away şarkısı çalıyordu -onun tozu dumana katarak, koyu mavi hız motorunun arkasına attığı arkadaşımla birlikte, gözden kaybolup gitmesini izlemiştim. Yeniden, kapattığım bentlerimden Buket’e karşı alışkın olmadığım o hislerin içime sızdığını hissetmiştim. Böyle hissettiğim için, beni suçluluk duymaya iten kavurucu bir duyguyla çalkalanmıştım. Bu duygu, demin kızlara karşı duyduğum aynı titretici ve tiksindirici hissin, biraz daha şiddetlisi ve huzurusuz edeniydi. Çünkü bu saldırgan his, 19
Ece Altınkaya
Buket’le ilgili karmakarışık kötü düşüncelere boğulmama neden oluyordu. Ben bu hisle cebelleşirken, Ayşe’nin yanıma geldiğini fark etmemiştim. Ayşe koluma girip, kulağıma eğilmişti, “Kızım neredesin ya? Orada tek başına durmuş ne yapıyorsun? Gördün mü olanları?” Her zamanki gibi, daldan dala konan üslubu ve art arda konuşmasıyla konuşuyordu. Hafifçe başımı sallamıştım ama sesim çıkmamıştı. Ayşe suskunluğuma aldırmadan, demin yaşanan olayın ardından, başka kızlarla sohbete dalan Sinem ve Derya’nın üzerinde bakışlarını gezdirdikten sonra, gıcık olmuş bir sesle, “Şu kendini bir şey zanneden kızlara sinir oluyorum. Off yaa, bizim matematikçi, çocuğa bir şey yapacak diye ödüm koptu. Hem Buket’in başı belaya girer hem de Buket çok üzülürdü. Bir de yetmezmiş gibi, salak Sinem de zevkten dört köşe olurdu,” demişti. Sonra memnuniyet dolu bir gülümsemeyle konuşmasını sürdürmüştü. “Ama içine şüphe kurdunu düşürdüm işte bir kere. Artık rahat edemez. İçini kemirir durur. Bu da bana yeter. Canıma da değsin. Kudursun işte. Her şeyi bilirim diye, ortalarda hava atmasın öyle.” Ayşe’nin dedikleriyle, bir anda dikkat kesilmiştim. Neden bahsediyordu ya da ne saçmalıyordu? Kalbim ağzımdan fırlayacakmış gibi atarken, Ayşe konuşmasını sürdürmüştü. “Bence, o çocuğu, Buket’in sevgilisi sanmaya devam etmesinde hiçbir sorun yok. Sence de öyle değil mi? Kendini bir şey sananların burunları, her zaman sürtülmeli. Hem ben nereden bilebilirdim değil mi o çocuğun kim olduğunu? Buket, kim olduğunu söylemeseydi, gerçekten Buket’in sevgilisi sanamaz mıydım yani? Abes bir durum olmazdı yani. Bunu, bize anlatmamış olmasından bahsetmiyorum elbette. Anlatmaması, abesi iştigal ederdi; ama bahsettiğim şey, ikisinin birbirine gayet uygun olması... 20
Gençlik Hatırası
Tabii, bildiğimi bilmeseydim. Ama Sinem Hanım, benim bildiğimi, hiçbir zaman öğrenemeyecek o başka mesele.” Titrek, şaşkın ve yaşadığım kafa karışıklığını yansıtan sesimin, Ayşe’nin gevezeliğini yarıda kesip, “Dur, dur… Ne demek sevgilisi sanmaz mıydım? Neyden bahsediyorsun sen? O çocuk, gerçekten Buket’in sevgilisi değil mi yani?” dediğini duydum. Ayşe beni süzüp, kendinden emin bir sesle, “Tabii, değil… Sana söylemedim değil mi?” diye yanıtlamıştı. Sabırsızlanarak, “Neyi söylemedin? Sevgilisi değilse, peki kim o?” diye sorarken cevabın ‘sevgilisi değil ama yakında olacak’ olmasından korkuyordum. Ayşe’ydi bu sonuçta. Konuyu, verdiği yanıtla çelişen her şekilde, bağlayabilirdi. Heyecanla karışık bir panik dalgası içinde beklemiştim. Ayşe, dudaklarına eğri bir gülümseme takınarak, “Adı Ateş,” demişti. Ayşe’nin ağzından çıkan her kelime, gerdiğim kasların acı veren bir şekilde gevşeyip, ayaklarımın bağlarının çözülmesine ve içimdeki bulantılı hissinin yatışmasına neden olmuştu. Ancak suçluluk duygum, aynı oranda artmıştı. Rahatlamıştım çünkü o etrafa ateş saçan karanlık melek, Buket’in kuzeniydi. Ve kendimi aşağılık hissetmiştim; çünkü en yakın, can arkadaşımın, kuzeni olduğunu öğrenmemden önce gördüğüm hastalıklı tarafım, Buket’in o karanlık meleğe yakınlığını ve arkadaşımın mutluluğunu kıskanmıştı. Nasıl bir arkadaştım ben? Nefesim daralmış, boğazıma kordan bir yumru oturmuştu. Karnımın içi dikenli tellerle sarılmış gibiydi. Ben Buket’i deliler gibi kıskanmıştım. Allak bullaktım. Nedenini, bir türlü anlayamıyordum. Çözümsüzlük, içimde kıvranıp yükselen hislerden sadece biri ama anlaşılır olanıydı. Anlaşılır olamayan kıskançlığı, düşünmek istemiyordum bile. Yine de kendime duyduğum öfkeli suçluluk hissine rağmen, çok ama çok ferahlamıştım. 21
Oyuncağın kırıldı diye üzülme çocuk, büyüyünce kalbin paramparça olacak. / Cemal Süreya
Bölüm 2 Nisan 1996 O akşam rüyamda onun gülen, gamzeli yüzünü tekrar görmüştüm. Bu sefer o motosikletin üstünde, onun arkasında uçarcasına yol alan bendim. İki beden ama tek nefes, tek yürek… Onu rüyamda gördüğüm gecenin sabahı uyandığımdaysa, kendimi tuhaf, boş, ağlamaklı ve aptal hissetmiştim. İçimdeki huzursuz kıpırtılar kalbimi kemiriyor; ama ben sebebini çözemiyordum. Kalbim acımadan, garip bir şekilde sancıyor gibiydi. Ben bu durumdan çok rahatsız olmuştum. İlk kez görüp hiç tanışmadığım, üstüne üstlük adını bile bilmediğim bir yabancının rüyama neden girdiğiyle ve rüyamda duyumsadığım mutluluktan sonra uyandığımda, terk edilmiş bir çocuk gibi mahzun hissetmemle ilgili karmakarışık sorular peyda olmuştu aklımda. O gün okula giderken, içimdeki bu his kakofonisinin içinde yüzüyordum. Okula vardığımda Ayşe’yi kapıda dikilirken bulmuştum. Beni gördüğüne sevinerek, rahat bir iç çekmişti. Sonra da aklındakileri, bana nefes almadan anlatmaya koyulmuştu. Kızlar başına toplanmadan ulaşabilmek için, Ayşe’yle birlikte nöbet tutup Buket’i gelir gelmez kapıda yakalamıştık. Tabii Ayşe de hemen bir gün öncesiyle ilgili Buket’e vermekte sabırsızlandığı havadisleri, es geçmeden birer birer anlatmıştı. Ayşe Buket’e, Sinem’i oyuna getirme konusunda ısrarcı davranmış ama Buket her ne kadar Sinem gibi birini oyuna getirmenin cezbedici yönünü ve bunu hak etmiş olduğunu inkâr edeme 22
Gençlik Hatırası
se de yine de uğraşmaya değmeyeceğini söylemişti. Bir de tabii Buket açısından, Emrah faktörü vardı. Emrah; bizim okula başka bir şehirden henüz nakil gelen yeni çocuktu. Aynı zamanda, Buket’in hoşlandığı çocuk... Ben Buket’in ondan nasıl hoşlanabildiğine çok şaşırıyordum. Tamam, Buket’in hayranı olduğu şarkıcıyla sadece aynı adı taşımıyor, tip olarak da benziyordu. Üstelik bizim Emrah, filmlerdeki Emrah’tan daha gösterişli ve onun daha bıçkınıydı. Ama bütün bunlar Buket’in Emrah’tan neden hoşlandığını açıklamaya yetmiyordu. Kanımca Buket’in acayip zevkiyle ilgiliydi bu durum ama yine bana göre birbirleriyle çok alakasızlardı. Neyse ki, Buket’in onunla şu anda çıkma olasılığı çok düşüktü. Açıkçası Ayşe, Buket fikrini reddedince çocuk gibi hayal kırıklığına uğramıştı. Onu teselli etmek için Buket, Ayşe’nin boynuna sarılıp yanaklarından öpmüştü. Sınıfa girdikten sonra, içeride bulunan bir grup kız, bir arı bulutunun toplanması gibi, Buket’in başını sarmıştı. Kızların hep bir ağızdan arı vızıldaması gibi havada uçuşan havalı çocukla ilgili sorularına yanıt olarak Buket, gülümseyip yorum yapmak için ağzını açacakken, bir kız için fazla kaba vurgulu olan ses, Buket’in konuşmasına engel olmuştu. Derya’nın tahrik edici, efelenen ses tonu, herkesin dikkatini kendisine çekmişti. “Ne o dilini mi yuttun Ana Kraliçe? Yoksa şu nefis çocuğun, sevgilin olmadığını söylemenle birlikte, attığın havanın yok olmasından korktuğun için mi susuyorsun? “ Ayşe, Derya’ya dönüp “Ne alakası var? Asıl sizin hava attığınız yerde, onun rüzgârı eser tamam mı?” diye hırlamıştı. Derya ve Sinem birbirlerini dürterek arsız kahkahalarla gülmüşler, bu arada Derya ortamı kışkırtmaya devam etmişti. “Ana Kraliçe’nin maiyeti de buradaymış. Ah Ayşecik, sen hâlâ öğrenemedin mi? İllâ hatırlatma yapmama gerek var mı? Öyle havalı, nefis çocuklar, Buket gibilerini tercih 23
Ece Altınkaya
etmezler. Bunu Sinem’in size ispat ettiğini ne çabuk unutmuşsun.” Deminden beri içimde kıvılcımlanan bir ateş, Derya’nın bu lafları sarf etmesiyle birlikte harlamış, girdap oluşturup dışıma doğru geçtiği yerleri tutuşturarak yükselmeye başlamıştı. Ben daha ne olduğunu bile kestiremeden laflar ağzımdan fırlamıştı. “Siz insanlara sataşacağınıza kendi işinize baksanıza...” İnanamıyordum; ama duyduğum titreyen ses, benim kendi sesimdi. Başımdan aşağı bir kova kaynar su yemiş gibi, şoka girmiştim. Her yanım zangır zangır titriyordu. Derya, inanmayan gözlerini yüzüme sabitlemişti. Gözlerindeki inanamayan bakışın, hızlı bir şekilde acımasız, alaycı bir kimliğe bürünüp değiştiğine şahit olurken, dizlerimin bağının çözüldüğünü hissediyordum. Aman Allah’ım ben ne yapmıştım böyle göze batacak! Derya “Bak seeen,” derken cümlenin sonun da bir yılan gibi tıslamıştı. “Bizim küçük dilsiz prensesin dili çözülmüş de bir de bize işimize bakmamızı öğütlüyor. Vay anasını sayın seyirciler...” Son söylediği cümlenin her bir kelimesinin üstüne tehditkârca bastıktan sonra, okkalı bir kahkaha patlatmıştı. Attığı kahkahanın tonu, tüylerimi diken diken ederken, gözyaşlarım gözlerimi yakıp, zorlamaya başlamıştı. Ellerimi yumruk yapıp, kısa tırnaklarımı avuçlarımın etlerine batırmıştım. Derya’ya katılan Sinem ve etrafımızdaki birkaç kız hep birlikte, sanki çok komik bir olaya şahit olmuşlar gibi katıla katıla gülüyordu. O komik olay da ben oluyordum. Taş kesmiş bir hâldeyken, yanı başımda dikilen Buket ve Ayşe’nin varlığını hissetmiştim. Sanırım, Ayşe kolunu omzuma sarmış, Buket’se koruyucu bir hamleyle bir adım öne çıkıp beni arkasına almıştı. Bu arada Buket’in keskin bir sesle, “Bu hiç komik değil,” dediğini işitmiştim. Ama kızların kahkahaları o kadar yüksekti ve o kadar eğleniyorlardı ki onu duyduklarından emin olamamıştım. 24
Gençlik Hatırası
Şimdi olamazdı, lütfen yalvarırım şimdi olmaz, diye kendimi telkin ederken gözyaşlarımdan sulanan gözlerimi kırpıştırarak, yaşları geri itmeye uğraşmıştım. Sinem parmaklarıyla, gülmekten gözlerinden gelen yaşları silerken, bana tuhaf küçümseyen bir bakış atarak, “İlahi çocuk, bir daha ablaların konuşurken araya girme olur mu? Yoksa çok üzülürsün. Benden uyarması. Söylemedi deme!” demişti. Titreyen dudağımı ısırmış, dilimi yakan cümlelerin boğazıma tıkanmasıyla birlikte, nefes bile alamadan orada sadece put gibi durmuştum. Buket’in parlayan gözleriyse öfke saçıyordu. Tam hışımla ağzını açıp bir şey söyleyecekken, diğer konuyla ilgili meraklanan kızlardan, Ceyda, “Hadi ama kızlar konuyu dağıtmayalım. Şimdi bırakalım da Buket anlatsın,” diye konuya dahil olurken, merakından ölen gözlerini Buket’e çevirip devam etmişti, “Sen anlat Buketçim şu yakışıklının adı ne ve aranızda ne var, sevgili misiniz? Değilseniz ilişki düzeyinizi anlayalım da ona göre biz de nerede duracağımızı bilelim?” Gruptaki diğer kızlar kıkırdayarak heyecanlı bir hikâye karşısında takındıkları hevesli yüzleriyle dikkatlerini Buket’e yönlendirmişlerdi. Ayşe ve Buket aniden bakışmışlar, Ayşe izin isteyen gözlerini yalvarıyormuş gibi Buket’e dikmiş, Buket’in onaylıyormuş gibi bakışlarında keskin bir kararlılık belirmişti. İkisinin arasında bir saniye içinde çakan şimşeğe benzeyen ilginç bir mesajlaşma akımı gidip gelmiş ve bir karar verilmişti. O kadar yoğun bir akımdı ki aralarındaki bir saniyelik bakışmada, sessiz bir antlaşmaya vardıklarını anlamıştım. Anlamadığım, antlaşma konusunun ne olduğuydu. Etrafıma bakıp, aynı şeyleri diğer kızlarında fark ettiğine dair yüzlerinde bir işaret aramıştım. Ama hepsi de heyecanla, Buket’in anlatacağı, duymaya can attıkları hikâyeyi bekliyorlardı. Buket harekete geçmenin verdiği enerjiyle birlikte, “Adı 25
Ece Altınkaya
Ateş... Yani sevgilim olarak adlandırmak istemiyorum; amaaa… Evet çok yakınız,” diye kızlara havalı bir açıklamada bulunmuştu. Kızlardan anında, yoğun bir heyecan uğultusuyla birlikte, el çırpma sesleri gelmişti. “Peki, teklif ederse ne diyeceksin?” diye merakla soranlara, Buket tek kaşını kaldırarak kendine kattığı daha gizemli bir ifadeyle, “Etmediğini nereden biliyorsunuz?” diye başka soruyla, muğlak bir cevap vermişti. Çok eğlendiği her hâlinden belliydi. Ve Sinem’i oyuna getirmenin hazzını yaşadığı... Ama anlayamadığım Ayşe’ye uğraşmaya değmeyeceğini söyledikten sonra, neden oyunu başlattığıydı. Buket ördüğü ağa, Sinem’i kolayca çekerken, ben de hâlâ alev alev yanan yanaklarımla duyduğum utançtan dolayı dibe çakılı hâlde, ayaklarımı sürüyerek yerime geçip oturmuştum. En iyisi ayakaltından çekilmekti. O esnada hâlâ Buket’in etrafında dolanan kızlardan, Ateş’in ondan gelecek olan cevabı daha ne kadar bekleyeceğini soranlaraysa, Buket, “Bana ve düşüncelerime saygı duyduğu için ben istediğim kadar. Başka türlü olursa beni kaybedeceğini bilir. Laf aramızda bu onu en çok korkutan şey…” diyerek kıkırdamıştı. Sinem dayanamayıp, oturduğu sırada yeniden arkasına dönerek, herkesin duyabileceği kadar yüksek bir sesle konuya müdahale etmişti, “Şekerim, bakıyorum da kendine aşırı güveniyorsun. Biri gelip elinden kapıverir de eskiden olduğu gibi, ortada kalırsın sonra, söylemedi deme? Bu işlerde kimin kaybedeceği hiç belli olmaz. Ama şampiyon zaten belli öyle değil mi?” Buket hiç istifini bozmadan gülümsemeye devam etmişti; ama gözleri çakmak çakmaktı. “Sen hiç merak etme canım. Benim Ateş için ifade ettiğim yeri, kimse alamaz da dolduramaz da… O öyle basit kız numaralarına aldanmayacak kadar akıllı biridir. Numaralarla işim olmadığı için, kaybeden ben değilim ve ortada kalan da ben olmam.” 26
Gençlik Hatırası
Sinem’in, Can’ın Buket’i bırakıp kendisiyle çıkmaya başlaması olayını Buket’e hatırlatması, Sinem’in dudaklarının hâlinden memnun, kibirli bir şekilde yukarı kıvrılmasına sebep olmuştu. Buket’in gözleriyse, daha evvelden yaşanmış bu olaya ait, fakat şu anda söylenmemiş kelimelerin havada dolaşmasından dolayı, meydan okuyan bir öfkeyle parıl parıl yanarken, bu söylenmemiş sözler, sanki ortada nabız gibi atıyordu. Buket’in dik duruşu, ‘Beni kimse ortada bırakmadı. Asıl ben sizi ne hâliniz varsa görmeniz için bıraktım,’ der gibiydi. Bu elektrik yüklü sessizliği, yanlarına ne zaman geldiğini fark etmediğim Emrah’ın alaycı ve kabadayı sesi bozmuştu. Emrah ellerini ağzının kenarlarına kıvırarak, “Gel geeel abiiciiimm, kız kavgasına geeel. Bahisleri açalım,” diye birden pazarda çığırtkanlık yapanlar gibi bağırmıştı. Bu hareketi ve söyledikleri, sınıftaki tüm erkek öğrencilerin dikkatini çekerek gülüşmelerini sağlamıştı. Okula geldiğinden bu yana, zaten ortalarda sinir bozucu bir şekilde kızlara sataşıp takılıyor, bizim okulun önünde başka okuldan gelen oğlanlarla kavga çıkarıyor, namus bekçiliği yapıp, bıçkın delikanlı havalarında racon keserek dolaşıyordu. Üstelik kızlar da Emrah’ın bu berduş, maço hâl ve hareketlerine bayılıyordu. Şu anda da işte kendince -daha doğrusu erkeklerin anlayışında- eğleniyordu. Ve lafının bitimiyle aynı anda, Buket’in öldürücü bakışlarıyla göz göze gelmişti. Can eğlenceye katılarak elini Emrah’ın omzuna atıp, sırıtmıştı. “Hevesin kursağında kalacak birader belki ama Sinem söz konusu olduğunda dürüst kız kavgası diye bir şey olmaz. Onun kavgada bildiği tek şey sırtından bıçaklamaktır. Üstüne tanımam.” Ardından da bakışlarını Buket’e çevirmiş, “O yüzden Buket, sana gardını almanı tavsiye ederim. Gerçi senin de dilin hançer gibiymiş ya, senden beklemezdim; ama gelişmemiş kalbim acıdı,” derken göğsünü tutup, Buket’e göz kırpmıştı. 27
Ece Altınkaya
Demek konuşulanları Can da duymuştu. Ben Can’ın hâlâ Buket’ten hoşlandığını ve onunla tekrar yakınlaşmak istediğini düşünüyordum. Can’ın hareketleri de bu düşüncemi doğruluyordu. Sinem, o anda lafı üstüne alınmayan kayıtsız bir gülümsemeyle omuz silkip önüne dönerken Buketse aksi ve ciddi bir sesle, “Acıttıysam, hak etmişsindir. Ben başkalarının lafıyla hareket etmeyecek kadar sağduyuluyum Can. Neyin ne olduğunu biliyorum. Üstelik şunu da bil, kavga edecek bir tarzım olmadığı gibi tavsiyene de ihtiyacım yok,” diyerek Can’ı paylamış, sonra savaşa hazır bir Amazon edasıyla bakışlarının öldürücü oklarını Emrah’a çevirip, “Hele testosteron yüklü bir eğlencenin mezesi olmaya hiç merakım yok,” diye noktayı koymuştu. “Vaaaay canına!” “Yürü be Buket!” “Vaaooovvv harbi kız!” “Sen neymişsin be abi!” “Kız değil yakar madde yahu... Oğlum ateşle yaklaşmayın lan!” “Uuuuuvvvv, koçum Buket.” Sınıfta Buket’in söylediği lafla birlikte onun adına yapılan tezahüratlarla bir curcuna koparken ben de ellerim yanaklarımda, aman Buket ne yapıyor diye hayretler içinde ona bakakalmıştım. Hadi Can’ı geçtim, o Buket’in ona söylediği şeyleri espriyle karşılardı da ya o kabadayı kılıklı Emrah ne derdi, sınıfın ortasında bir kızın ona böyle çıkışmasına? İşte o durum biraz sakıncalıydı. Buket adına, biraz önce benim yaşadığım gibi bir aşağılanma yaşayacağından endişe ederek, gerilmiştim. Sınıfta öyle bir kakofoni vardı ki her kafadan bir ses çıkıyordu; bir kişi hariç… Bir yandan Emrah’tan umduğum bıçkın tarzına uygun bir beylik lafının gelişini beklerken, o sırada da her an yapıştıracağını düşündüğüm o küçük düşürücü karşılığın darbesinden dolayı Buket’in hissedecekleri için üzülüyordum. Fakat onun yerine, Emrah’ın şaşkın bakışlarla Buket’i süzerken 28
Gençlik Hatırası
gözünde hızla yanıp sönen o ilgi pırıltısını gördüğüme yemin edebilirdim. O anda ders zilinin çalmasıyla oğlanların, Buket’in ateşli söylevine yaptıkları ıslıklı tezahüratlarla yarattıkları coşkulu eğlence yarıda kalmış, tüm oğlanlar ve eğlenceye katılan kızlar oflaya puflaya çil yavrusu gibi yerlerine dağılmıştı. Bense oturduğum yerden, ağzım beş karış açık Buket’in Can ve Emrah’a -özellikle Emrah’akafa tutuşunun sonucunu izlemiştim. Bu cesaret ve hazırcevaplık denen meret ben hariç herkese fersah fersah dağıtılırken, ben acaba hangi kovuğun dibinde sıkışmıştım da nasibimi alamamıştım doğrusu çok merak ediyordum. Biraz önce yaşadığım olay içimde hâlâ yatışmamıştı. Ramak kalmıştı; ama neyse ki ağlamamıştım. Fakat bu anlamsız avuntu kendimi yetersiz hissedip, kendi kendimi yememe engel olmuyordu. İlk teneffüs zili çaldığında Ayşe, Buket ve ben kendimizi anında bahçeye atmıştık. Bahçede en sevdiğimiz köşeye gelince, okulun duvar taşlarının üzerine tünemiştik. Ben dersten beri merak ettiğim konuyu, Buket ve Ayşe’ye sormuştum. “Hadi söyleyin bakalım, neden fikrinizi değiştirdiniz?” Buket ve Ayşe yine aynı tuhaf bakışla bakışmıştı. Onların arasındaki bu bakışmadan işkillenip ve sorumu anlamadıklarını farz edip, açıklayarak, alçak sesle tekrarlamıştım. “Sinem ve Derya’yı neden kandırmaya karar verdiniz? En son vazgeçtiğimizi sanıyordum.” Sessizlikleri sürüyordu hatta Ayşe’nin bile... Onun konuşmadan durması o kadar garipti ki sanki benden bir şey saklıyor gibiydiler. Huzursuz olmuş ve titrek bir nefes alıp aklımda uğuldayan soruyu sormuştum. “Niçin susuyorsunuz? Bana güvenmediğiniz ya da zayıf halka olduğumu düşündüğünüz için mi anlatmıyorsunuz?” Derse girmeden önce yaşadıklarım nedeniyle, bunu sorma zorunluluğunu kendimde hissetmiştim. Olabilir 29
Ece Altınkaya
di, yani ben onlar gibi hazırcevap ve sözünü sakınmadan söyleyebilecek kadar cesur değildim. Benim alanıma giren, takılıp kalarak, bön bön bakmaktı. Hatta biraz daha kastıkları takdirde bebek gibi ağlardım. Evet, ben korkak ve ağlak bir bebektim. Bu soruyu sorduğumda, arkadaşlarımı, söylediğim sözle hazırlıksız yakaladığımı anlamıştım. Çünkü ikisinin de surat ifadesi eşekten düşmüşe dönmüştü. İlk kendini toparlayıp söylediklerime karşı çıkan Buket olmuştu. “Olur mu hiç öyle şey Pericim, neler söylüyorsun?” Buket’in sözlerini duymasıyla o hâlinden sıyrılan Ayşe, “Aaa Peri, nereden çıkardın şimdi bu lafları? Biz sana neden güvenmeyelim?” derken Buket tekrar araya girmişti, “Ve neden zayıf halka olduğunu düşünelim?” Allah kahretsin ki yine o sulu zırtlak tarafım, genzimi yakarak burnumun gerisindeki o ağlama hissini yaratmıştı. Zorlukla yutkunarak, o hissi bastırmaya çalışmıştım; ama kızlara neden öyle düşündüğümü söylemek için ağzımı açtığım takdirde sesimin titreyip, aptal gözyaşlarımın, göz pınarlarımdan yuvarlanacağını adım gibi biliyordum. Çünkü gözlerimin yaşarmaya başladığını duyumsamıştım. Ama onları bu şekilde üzgün görmeye dayanamazdım. Hem de benim tarafımdan yapılmış bir haksızlık yüzünden... Bir iki saniye o şapşal ağlama hissini kontrol altına almak için, duraksadıktan sonra açıklamaya girişmiştim. “Özür dilerim kızlar, ben... Ben sizi bu şekilde itham etmek istemedim. Ama yani, ne bileyim, ilk önce vazgeçip, sonra vazgeçtiğimiz şeyi uygulamaya koyduğunuzu görünce ve sonra da Sinem ve Derya’ya…” Konuşmaya devam edebilmem için duraksamam gerekmişti; çünkü konuştukça sesim kontrolümden çıkarak istemsizce titreşiyordu. Özellikle de kendimi küçük düşürdüğüm kısmı aklıma geldikçe… “Kararlaştırdığınız gibi oyunu oynadıktan sonra, bana neden kararınızı değiştirmediğinizi söylemeyince, böyle düşündüm. Bana anlatmaya çekindiğinizi düşündüm, 30
Gençlik Hatırası
yani onlar tarafından böylesine küçük düşürüldükten sonra, bana olan güveninizin sarsıldığını. Ben daha kendimi koruyamıyorken, bir şey olduğu takdirde, mesela onlara oyun oynadığımızı öğrenirlerse, sizi nasıl koruyabilirim ki, öyle değil mi?” İşte başlamıştık, göz pınarımdan firar eden bir kaçak damla, kirpiğimden düşüp yanağımdan süzülmüştü. Alelacele, nefretimi kazanan damlayı, sanki kendimi cezalandırır gibi hoyratça elimin tersiyle silivermiştim. Neden hep böyle olmak zorundaydı? Neden ben bu kadar muhtaç ve zayıf iradeliymişim gibi görünmek zorundaydım? Güçlü olmak istiyordum, karşımdaki kızlar kadar güçlü… Şefkatle bana sarılan Buket, “Hayır Periciğim, asla ama asla, biz seni asla zayıf halka olarak görmeyiz. Sen çok güvenilir bir kızsın. Hem yeri geldiğinde, bizi dişinle tırnağınla koruyacağını da biliyoruz. Öyle değil mi Ayşe? Sadece, sen çok iyi niyetli ve yufka yürekli bir kızsın. Diğer cadalozlarla, benim gibi eli maşalı bile zor baş ediyor. Sen tabii ki zorlanırsın. Çirkefin önde gideni onlar,” demişti. Ayşe de Buket’in her dediğine başıyla onay verirken, kafasını aşağı yukarı sallıyordu. Elime uzanarak, güveninin sıcaklığını bana aktarmak ister gibi sıkıca kavramıştı. “Hem de ne çirkef, tam bulaşıklar… Sen bakma bana, benim biraz ağzımın ayarı kaçmış olduğu için, böyle dan dan konuşuyorum. Konuştuktan sonraysa, ay ben ne yaptım yine diye panik oluyorum. Biliyorsun, ben önce konuşup sonra düşünenlerdenim. Ama konuştuktan sonra yapacak bir şeyim kalmıyor. Artık bütün şimşekler üzerime çekilmiş oluyor bir kere. Senin yaptığın daha iyi ve akıllıca bir hareket. Eee, ne demişler; söz gümüşse, sükût altındır.” Ayşe’nin elimi kavramış elinden, onu da kendime çekerek, okulun bahçesinde, sevgi yumağı şeklinde biz üç yakın kız arkadaş birbirimize sarılmıştık. “Sizi çok seviyorum kızlar, hem de çok... Lütfen birbirimizden hiç ayrılmayalım olur mu? Ömrümüz boyunca hiç!” 31
Ece Altınkaya
Buket, “Hiçbir zaman ayrılmayacağız. Söz veriyorum hiçbir zaman… Siz benim kardeşlerimsiniz,” demiş; Ayşe’yse, “Kızlar, yapmayın, ay ağlatacaksınız beni,” derken, bize daha sıkı sarılarak eklemişti, “Bende söz veriyorum. Çenemden kurtulmak için kaçsanız bile sizi nerede olursa arayıp bulacağım. Benden kaçışınız yok. Biz sıkı dostlarız.” Hepimiz aynı anda kıkırdarken, havada hissettiğimiz sevgi, kanımıza enjekte edilmiş, sıvılaştırılmış bir madde gibi içimize yayılarak bizi ısıtmıştı. Avutmak için sarf ettiklerini bildiğim bu sözler, beni o anda, mağfiret yağmurları gibi yıkayarak arındırmıştı sanki. İçimde kendime karşı hissettiğim o dayanılmaz beğenmeyiş, onların sözcükleriyle yumuşayarak, incelmiş ve erimiş gitmişti. Kökü kalmıştı, biliyorum; ama tekrar dallanıp budaklanıncaya kadar, arkadaşlarımın kalbimde hissettiğim sevgisi, beni bu ayrık otu gibi biten duygulardan şimdilik koruyacaktı. Teneffüsün bittiğini bildiren ikinci zil çalmadan evvel, kızlar bana -üzüldüğümü gördükleri için- fikirlerini neden değiştirdiklerini anlatmışlardı. Buket ve Ayşe, iki kafadar; Sinem’in o ukalâ, kibirli hâlinin yerle bir olması, sırf bu nedenle gerçekten haberdar olmaması, eskiden kalan ve bir de üstüne yeni eklenen bir hesabın şimdi kapanması için -bir sene evvel Buket ve Can’ın arasında bir elektriklenme yaşanırken, araya Sinem girmiş ve birden nasıl olduysa Can, Sinem’le çıkmaya başlamıştı. Şimdi de utanmadan Sinem ve Derya, bunu ortaya sürüyordu. Söylemek istemedikleri bir şey daha vardı ama bunu onlara zorla itiraf ettirmiştim. O şey de; bu olanların üstüne, Derya ve Sinem’in beni küçümsemeleriydi. İşte geçmiş hesaba eklenen yeni hesap da buydu- Ateş’in, Buket’in kuzeni olduğu gerçeğini saklama kararını, o bakışlarla anlaştıkları bir saniyelik anda verdiklerini bana anlatmışlardı. Kendimi kötü hissetmiştim; çünkü diğer her şey bahaneydi. Bu oyuna benim küçük düşürülmem yüzünden girmişlerdi. Benim için böyle bir şey yapmamalarını söylesem de artık hükmü kestiklerini ve savaşa hazır olduklarını net bir tavırla belirt 32
Gençlik Hatırası
mişler, hem bunu o kızların çoktan hak ettiğini söyleyerek üzülmemem gerektiğini vurgulamışlardı. Bu arada diğer kızlar ve tabii Emrah da gerçeğin ne olduğunu ne yazık ki bilemeyecekti. Ve artık durum farklı bir hâl almışken -bir seferberlik söz konusuydu- Buket sırf Emrah’a hissettikleri yüzünden, eline geçirdiği fırsatı kaçıracak değildi. Üstelik Emrah da şovenist ruhlu, maçonun tekiydi. Zaten artık fark etmezdi ve yapacak bir şey yoktu. Bazı şeyleri elde etmek fedakârlık isterdi. İntikam soğuk yenen bir yemek olduğu için, o anda kurunun yanında bulunan tüm yaşlar da yanacaktı. Buna Buket’in kendi de dahildi. Tüm bunları konuşmuş ve anlaşmaya varmıştık. Ama yine de bana söyledikleri onca şeye rağmen, oynadığımız bu oyunu, Sinem ve Derya çoktan hak etmiş olsalar bile, benim yüzümden onların, kızlara daha fazla diş bileyecek olmaları beni geriyordu. Diğer teneffüs aralarındaysa Buket’in; Ayşe’yle bana, yaptıklarını ballandıra ballandıra anlattığı, kuzeni Ateş’i dinlemiştik. Ateş’le birlikte bir sürü plan yapmışlardı, süper eğleneceklerdi. Çok heyecanlı zamanlar onları bekliyordu. Zaten Ateş şöyle eğlenceliydi, böyle komikti, birlikte çok gülerler ve çok gezerlerdi, sağlam çocuktu, ne maceralar yaşamışlar sayesinde ne badireler atlatmışlardı, şeytan tüyü vardı, tanıyan bütün kızları kendine hayran bırakırdı, falandı filandı… Söyledikleri içinde en önemlisiyse, hafta sonuna kadar Buketlerde kalacak olmasıydı. Yüreğim heyecanla pır pır etmişti. Belki ben de bir ara onu yakından görüp, onunla tanışabilirdim. Belki de... Bu kadarını bile ummak, nasıl bir mankafa olduğumu ortaya koyuyordu. Derya’nın dediği bir bakıma doğruydu, onun gibi bir karanlık melek, benim gibi kızlara bakmazdı. Ama yine de ben, Buket’i dinlerken Alice gibi bir harikalar diyarına giriş yapmış ve sonra da çıkışı kaybetmiştim. Filinta gibiydi; çok uzun boylu ve çevik. Agresif bir duruşu, bu duruşla alakası olmayan ve ona inat, her gülüşüyle gizlendikleri yer 33
Ece Altınkaya
den kendilerini ele veren iki gamzesi vardı. Işık vurdukça parlayan ipek gibi siyah, kulak hizasından enselerine inen uzun saçları da, rüzgârdan dağılmış gibiydi. Ve gözleri... Aynı saçlarının renginde, yıldızsız geceler kadar karanlık ve dipsizdi ama yine de içlerinde parlayan kor gibi sıcacık bir şeyler vardı. Sol kulağındaysa sallandıkça daha da dikkat çeken, pek de ufak diyemeyeceğim altından bir halka küpe. Buket’ten öğrendiğime göre iki kulağını deldirmekle ilgili olarak, eski sevgilisiyle girdiği bir iddia sonucunda, iddiayı kaybeden kız tarafından alınan halka küpelerin bir tekiydi kulağındaki. Ve isteği bırak, Ateş’in iddiaya girmeden evvel aklında küpe takmaya yönelik bir düşüncesi bile yoktu. Fakat artık hoşuna gidiyordu ve tercihen tek takmayı seviyordu. Takmadığı diğer tekiniyse, babasını kızdırmak istediği anlarda meydana çıkarıyordu. İşte tüm günüm -sabah küçük düşmem dışında- böyle geçmişti. Buket’in anlattığı Ateş’i dinleyip, hayal edip, düşleyerek… Okulun son çıkış zili çalarken, dalgın bir şekilde evin yoluna koyulmuştum. Aklımda, Ateş’in milyonlarca farklı hâli dönüp duruyordu. Gözlerim, etrafı görmeden öylece yürürken, kulaklarıma aniden çalınan bir müzik sesiyle kalbim çıldırmış gibi çarpmaya başlamıştı. Bir kasetçi dükkânının içinden, aynı kalbimin sesi gibi yüksek sesle, etrafa yayılan şarkının sözleri hislerimi okşarken, beni yakmış geçmişti. “Aşkın bir alevmiş yar yar… Bir Ateş parçası...” Ayaklarımı yönlendiren kalbim, ben ne yaptığımı daha anlamadan dükkâna girip, çalan şarkının kasetini bana aldırmıştı. Sanki avucumun içindeki, değerli bir hazine odasının anahtarıymış gibi, aldığım kaseti sımsıkı tutmuş, içimde ona dokunmaktan kaynaklı kabarıp yükselen bu nedensiz coşkudan sarhoş olmuştum. Fokurdayıp duran bu coşkuyla, durmaksızın dans etmek ile bu coşkudan ardıma bile bakmadan kaçıp kurtulmak arasında gidip geliyordum. Anlam veremediğim bir şekilde kalbim kanatları varmış gibi, gökyüzüne yükseliyor ve aşağıdan ona sesle 34
Gençlik Hatırası
nen beynim korkudan aklını oynatıyordu. Bana ne olduğunu bilmiyordum, neyin başında durduğumu? Nereden bilebilirdim ki... Aşkı… İlerleyen dönemde, öyle birine âşık olacağımı… Hatta âşık olacağım kişinin, karanlık meleğin ta kendisi olacağını… Sonra, onun Buket’i okuldan aldığı günden sonra -bu, sonra süreci, tabii hemen başlamamıştı- zorda olsa onu hiç düşünmemiş ve aklıma getirmemiştim. Böyle düşünmek akıl sağlığım için daha yararlıydı. Yoksa beni hiç tanımayan birini, aptal gibi düşünmek, kafayı yemek için bir sebepti. Onu rüyamda gördüğüm gecenin sabahından sonraki bir haftayı, bu sonra kısmından hariç tutmuştum. O bir hafta; deli olduğum, yaptığım şeyleri bilinçsiz, sağduyusuz ve elimde olmadan yaptığım başka bir süreçti. Gidip, Üç Hürel’in albümünü satın aldığım ve okul dönüşü eve gelince, yatasıya kadar kaseti ters yüz edip sürekli dinlediğim ve her şeyden önemlisi Ateş’in benimle aynı şehirde olduğunu bildiğim günler, bu bir haftaya tekabül ediyordu. İşte bu delilik süresi boyunca, ben mütemadiyen her okul dönüşü, kasetin A yüzündeki Bir Sevmek Bin Defa Ölmek Demekmiş şarkısını dinleyip, şarkı bitince kasetin B yüzünü çevirip bu kez de Sana Değmez dinliyordum. Bir yandan da kendime, ‘Ben kimseyle sevgili değilim ki -şarkının sararmış resim ve mektup kısmına gelince kendimi daha da acınası hissediyordum. Benim varlığımdan bile bihaber, muhtemelen de öyle kalacak, hiçbir zaman benim olmamış ve olmayacak, ulaşamayacağım biri için resmen yas tutuyordum. Nasıl da zavallı bir durumdaydım! Hatta kimseyi sevmiyorum bile, ‘O hâlde saçma ve saplantılı bir şekilde bu şarkıları dinlemek niye?’ diye soruyordum. Ama yine kendimi dinlemekten de alıkoyamıyordum. Ateş bu bir haftalık süreç içinde, benimle aynı şehirdeydi. Ve ben onunla aynı havayı teneffüs etmiştim; ama onu, ilk geldiği gün haricinde -her sabah Buket’in, bir akşam önce ne yaptıklarını anlatırken, onu özümsercesine dinlememi saymazsak- hayalini kurduğum o tanışmanın ya 35
Ece Altınkaya
nından geçmeyi bıraktım, bir daha görememiştim bile. O hafta sonu da Ateş’in Buketlerde kaldığı zamanın sonuna denk geliyordu. Hafta başı evine geri dönüyordu. Aslında o hafta sonu, Ateş’le tanışmaya gidebilmek için çok yaklaşmıştım. Ya da… Ben öyle olduğunu sanmıştım. Cumartesi, matematik kursu çıkışı, her cumartesi olduğu gibi arkadaşlarımın dans etmek için gidecekleri diskonun gündüz matinesine, gidebilmek için annemden izin almaya karar vermiştim. Daha önce, böyle bir şey için annemin izin vermeyeceğini düşündüğümden, ‘Gidebilir miyim?’ diye dahi sormamıştım. Ayşe’yse her seferinde bana, “Annenin izin vermeyeceğini biliyorsan sen de sorma o zaman,” derdi. “Bizimle birlikte bir kafeye gittiğini söylersin, n’olcak yalan mı? Sonuçta gittiğimiz yer de kafe gibi sayılır. Tek fark müzik dinleyip, dans ediyor olmamız. Kötü bir şey yapmıyoruz ki… Sanıyor musun, benim annem izin istesem verecek? Ben de o yüzden sormuyorum. Gitmek istediğim yere, başka yere gidermiş gibi izin alıp gidiyorum. Ben aptal değilim ki kendime zarar verecek bir şey yapayım. Ama anneler böyle işte, büyüdüğümüzü anlamak istemiyorlar. Benimkinin tek bildiği laf; ‘Ben sana güveniyorum Ayşecim, etrafa güvenmiyorum,’dan başka bir şey değil,” diyordu. Buket’inse izin alamamak gibi bir derdi yoktu. Onun anne ve babası kızlarına, benim akıl sır erdiremediğim bir şekilde güveniyorlardı. Buket’in anlattığına göre; kızlarına güvendikleri takdirde çevreden gelecek her tehlikeye karşı, onun kendini güçlendireceğini düşünüyorlardı. Benim annem ise, sürekli ne kadar saf olduğumu, etraftaki kötülükleri görmediğimi, herkese iyi niyetle yaklaştığımı söyleyip, çevrenin çok güvenilmez olduğundan bahseder dururdu. Bir keresinde o kadar hırslanmıştım ki anneme; ona bu kadar güvensizlik aşılayacak ne yaptığımı sormuştum. Annem bana, “Sorun ettiğim sen değilsin, sen o kadar 36
Gençlik Hatırası
iyisin ki ben dışarıdan gelecek tehlikelerden koruyorum seni,” demişti. Herhalde klasik annelerin, ortak lafı buydu, ‘Sana güvenim sonsuz ama dışarıya güvenmiyorum.’ Ama ben yine de, gideceğim yeri anneme söylemek ve izin almak gereği hissediyordum. Vermediği takdirde asla onu kandırmayı aklımdan geçirmezdim. Eğer Ayşe’nin dediği gibi yaparsam vicdan azabı çekip, gittiğim yerden de bir tat alamazdım ki… Belki de böyle davranarak ne kadar güvenilir olduğumu kanıtlarsam, günü geldiğinde bana izin vereceğini sanıyordum. Bu yüzden tüm arkadaşlarım heyecanla dansa yollanırken, ben kös kös eve dönüyordum. Fakat bu kez başkaydı. Bu kez, Ateş’in de onlarla olacağını bildiğimden ve beklediğim günün artık geldiğini düşünerek sorma cesaretini gösterip, iznimi istemek için, soluğu annemin yanında almıştım. Cumartesi sabahıydı ve ben kahvaltı sofrasına oturacaktım. Kaç günden beri aklımda olduğu hâlde, izin alma işini son güne bırakmıştım. Annem ekmekleri kızartıp sofraya koyarken, kaşlarımın altından ona sıkıntıyla baktım. Hareket halindeki parmaklarımı, sürekli çıtlatıyordum. Annem karşımda durup beni süzerken sormuştu, “N’oldu çiçeğim?” Bir an söyleyecek gibi ağzımı açıp, sonra açık ağzımdan, ciğerlerimdeki nefesi bıçak gibi keskince vererek, “Yok bir şey,” demiştim. Başımı önüme eğip sofraya oturmuştum. Kahvaltı tabağımla ilgilenirken, içimden kendime sayıp sövüyordum. Biraz kahvaltımla ilgilendikten sonra, cesaretimi toplayıp bir kez daha denemeye karar vermiştim. Ama hayır demesi olasılığını düşündükçe, midem kasılıyordu. Ve kendime verdiğim son bir gazla, hiçbir şey düşünmeden ağzımı açıp, deminden beri sormak istediğim soruyu bir çırpıda sormuştum. 37
Ece Altınkaya
“Anneciğim, bugün arkadaşlarımla birlikte kurs çıkışı, dansa gidebilir miyim?” Annem kaşlarını kaldırıp, ilgili bir halde sormuştu. “Dansa mı? Nerede oluyor bu dans Gülpericim?” Annemin dans lafını duyup da hemen kestirip atmaması sebebiyle, kalbim mutluluktan uçuyordu. Ama yine de temkinli olmayı elden bırakmadan, Ayşe’nin dediği gibi, disko lafını biraz yumuşatıp kafe yapmayı akıl etmiştim. “Annecim, SF diye bir kafe, öğrenciler için gündüz dans edebilecekleri şekilde matine düzenliyor…” Ben anneme güzel güzel gitmek istediğim diskodan bozma kafemi anlatırken, annem sözümü keserek; “Kordon’da olanlardan mı?” diye sormuştu. “Hayır, anneciğim, limana doğru.” “Yani, diskoya gitmek istiyorsun.” Hafifçe yutkunup, anneme bakmıştım. Kısılan sesimle, boşuna bir çırpınıyordum. “Hayır, annecim, disko değil…” Annemin keskin bakışlarından onu kandıramayacağımı anlayarak, hafif hafif çark etmiştim. “Yani gündüzleri disko olmuyor. Sadece öğrencilerin dans edebilmesi için, müzik çalınan bir kafeye dönüştürüyorlar.” “Peki, kimler gidiyormuş?” Annemin bana bunu sorarken sesinde oluşan, tasvip etmeyen o tını nedeniyle huzursuz olup, daha ihtiyatlı davranarak, “Ayşe, Ceyda, Yasemin… İşte sınıftan birkaç kız daha…” demiştim. Annemin, verdiğim her isimden sonra yüzünde değişen o ifade nedeniyle, Buket’in ismini belki sonra işe yarar ya da annem tarafından mimlenmesin diye, son koz olarak elimde tutmuştum. Tahminlerim doğru çıkmış, annemden, “Bak Buket bile gitmiyormuş. Aklı başında olan hiçbir aile, kızının oralara gitmesine izin vermez. Zaten ne işi varmış canım, senin yaşındaki bir kızın öyle yerlerde. Baban sakın duymasın, 38
Gençlik Hatırası
Gülperi. Bir daha da benden böyle şeyler için izin isteme. Sen iyi aile kızısın, öyle hafif kızlar gibi diskolarda ne işin var?” cevabını alıp, aşağı oturmuştum. Ayşe’yi kendi elimle hafif kız statüsüne yerleştirdikten sonra, iyi aile kızı mertebesinden aşağı çekmemek için Buket’in adını konuya karıştırmamaya karar vermiştim. Yoksa annemin gözünden düşen Buket’i, arkadaşım olarak yanıma sokmam zorlaşacaktı. Hayal kırıklığı içinde, kendi kendime hayıflanmıştım. Nasıl bir aptaldım ki, böyle bir soruyla annemin karşısına çıkma gafletine düşmüştüm. Böylelikle tanışmaktan ümidi kesmiş, Ateş’i tekrar görebilme umudum bile suya düşerken ben de kurs çıkışı, odamda kendi yalnızlık partimde kasetçiden aldığım günden beri bağımlılar gibi kanıma enjekte ettiğim şarkılarımı dinlemeye geri dönmüştüm. Böylece Ateş; o hafta sonu biterken, benim gibi bir kızın bu hayatta nefes aldığından, aldığı her nefeste onu düşlediğinden habersiz olarak şehrimden ayrılmıştı. Başka bir dünyanın delikanlısı, başka bir şehirde, benden çok uzaktaki yaşantısına geri dönmüştü. Sanki o yaşantıda bir farklılık bir farkındalık yaratabilirmişim gibi düşünmeye cesaret ettiğim şeyler de en uzak yere gömülmüştü, kalbime…
39