SÖZ
sözümüz var
O sözler ki O sözler ki acıdır Mapusane avlularında Demirli kırbaçlar gibi şaklar O sözler ki sırasında Çiçek açmış bir nar ağacıdır Dağ ufkuna vuran deniz aydınlığı Sırasında gizemli bıçaklar O sözler ki İmgelem sonsuzluğunun Ateşten gülüdürler Kelebek çarpıntılarıyla doğarlar ölürler O sözler ki kalbimizin üstünde Dolu bir tabanca gibi Ölüp ölesiye taşırız O sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan Uğrunda asılırız
Söz-2
Merhaba, Merhaba, Biz bir düşün yolcusuyuz. Düşlerimize zincir vurup bize düş kurmayı yasaklayanlara inat düşümüzün yolcusuyuz. Yaşanacak başka bir dünyanın düşü. Yolumuza yoldaş arıyoruz. Ve bütün arayanlara sesleniyoruz; gelin birlikte arayalım diyoruz. Haritamız yok beraber bulalım ama merak etmeyin pusulamız var. Yönümüz kuzey, kutup yıldızına doğru. Ve ne zaman yolu kaybetsek yukarı bakıyoruz; en yukarı, dimdik, tek başına duran ve de zifiri karanlık gecelerde bile parlayan yıldıza doğru, sabırla ve inatla yürüyoruz. Bu yol yeni bir yol değil, bizden önce binlerce yıldır insanlık tarihi boyunca yolcusu hiç eksik olmayan bir yol. Geçmişte her bir yolcusunun, yolu aydınlatan bir ateş olarak yerini aldığı bu yol yeni yolcularını bekliyor. İçinde ateş yanan, benim de söyleyecek sözüm var diyen, uğruna yola düşecek düşleri olan yolcularını arıyor. Sözümüz var diyoruz… Sözümüz var, bize bugüne kadar bir söz söylemeyi dahi çok görüp, kişiliksiz bir yaşama mahkûm edenlere söyleyecek çok sözümüz, soracak çok hesabımız var. Sözümüz var, insanlık davasında geride kalıp bizi bir basamak yukarı taşıyanlara mücadeleyi büyütme ve insanlık onurunu yaşatma sözümüz var…
İçindekiler Hayale yolculuk ................................................3 Hey uzaylı biz dostuz ....................................4-5 ÖSS Ölümün Sessiz Silüeti ..................................... 6 Ne Umdum Ne Buldum ................................. 7 Yeniden Sosyalizm ....................................... 8-9 Umut .............................................................. 10-11 Özgürlük .......................................................... 12 Gençlik................................................ 13-14-15-16 Gülümse ....................................................... 17-18 2008 Buhranı: Tehlikeler ve Fırsatlar ................................ 19-20 Bir Filistin vardı, bir Filistin gene var! ................................... 21-22 Kadın Sorunu
SÖZ'ümüz namusumuzdur. Bugüne kadar içimizde biriktirdiğimiz, “kalbimizin üstünde bir dolu tabaca gibi ölüp ölesiye taşıdığımız.”
Toplumun Varoluş Sorunu ....................... 23-24
SÖZ'ümüz “bir kere çıkmıştır ağzımızdan uğrunda asılırız”.
“Şapka Kanunu” ....................................... 25-26
bir dönem; bir olay
Bahar .............................................................. 27
Söz-3
HAYA L E YO L C ULUK
N
eden bu kadar bağlıyızdır fikirlerimize? Bırakamayız onları, terk edemeyiz, etimizden kemiğimizden bir parça sayarız çoğu zaman. Peki ya neden? Fikirlerimizle doğmadık dünyaya, ilk o pencerelerden bakmadık. Boştuk kıvrımsız düz bir çizgiydik. Virgülsüz, ünlemsiz, soru işaretsiz… Başta kendim olmak üzere hepimizi eleştiriyorum. Yüzleşemediğimiz, sorgulamaktan korktuğumuz, içinde birazcık da olsa şüphe yatan bütün düşüncelerimize bu eleştiri. O düşünceler değil midir ki yoran, eskiten bizi… Gene de bağlıyızdır işte o eski oyuncaklarımıza zaman ne kadar değişse de, biz ne kadar büyüsek te. Nedeni şu olsa gerek o fikirlerle yavaş yavaş kazanıyoruz benliğimizi ve birer düğüm atarak bağlıyoruz onları kendimize, sonra bir düğüm daha bir düğüm daha… bir de bakmışız ki bizi ayakta tutan şey o düğüm düğüm ipler çürük yada sağlam gittiği yere kadar. Gittiği son yerde o çürüyen iplerden biri kopuverirse bütün düğümler çözülüverirse ve o düğümler DÜZ KIVRIMSIZ BİR ÇİZGİ haline gelirse... İşte insan bundan korkuyor, tekrar başa dönmekten ve başlıyor o çürük ipleri bir şekilde
onarıp tekrar kendine bağlamaya, düğümler atmaya bu kendisinin de çürümesi pahasına olsa da. Okudunuz mu bilmem, küçükken okuduğum “Küçük Kara Balık” da aynı dertten mustaripti. Sürekli derenin sonunu merak ediyor Annesine sorular soruyor ancak bir türlü güvendiği, tanıdığı, bildiği derenin ötesine, denize yüzemiyordu. Ancak en sonunda “Kararımı verdim anne, gidip derenin nerede bittiğini öğreneceğim. Orada neler var, başka yerlerde neler var, görmek bilmek istiyorum.” deyip yola çıktı. Ne yazık ki çoğumuz başaramıyoruz, cesaret edemiyoruz o ipleri söküp atmaya. Ne mutlu o iplerden sıyrılıp yeni ufukların ve fikirlerin denizine yelken açan insana… ne mutlu insan olmanın sırrının peşinde koşup kendini var edebilen insana. Hakikaten asıl mesele, daha iyisini bilmesek de biz buna mahkum değiliz, daha iyisini görmesek de başka bir dünya olmalı yaşanacak diyebilmek. Hayaller kurup hayallerin peşinden koşabilmek.
Söz-4
"Hey Uzaylı, Biz Dostuz"
G
izli bir görevdeyim, amacım sızmak... Sabahın serinliğinde yola düşüyorum, kararlıyım, bunu başaracağım. Bana verilen görev bir uzay üssüne sızmak ve bütün planım hazır. Etrafı duvarlarla çevrili üsse ulaştığımda üzerinde mavi üniforma bulunan muhafızlar ve onların garip beyaz araçları beni karşılıyor. Fakat ben gereği kadar kamufle olmuş durumdayım ve beni fark edemeyecekler. Üssün kapısına geldiğimde, tepesinde ekranlar bulunan turnikeler ve üssün güvenliğinden sorumlu görevliler beni karşılıyor. Ben bu operasyona seçildikten sonra bana verilen brifingte bu üssün uzaylılar tarafından ele geçirilmeden önce etrafının duvarlarla çevrili olmadığı söyleniyor. Rivayetlere göre o dönem bu alan bütün insanlığa açık bir yermiş ve herkes rahatça girebilirmiş. Fakat günümüzde bu çok zor. Bir şekilde içeri girdiğinizde ise sizi sürekli izleyen kameralarla karşılaşıyorsunuz. Bu kameraların arasında bir kör nokta bulabilmek oldukça zor çünkü her taraf bunlarla çevrili. Girişin hemen karşısında işlevsiz gibi duran siyah direğin üzerindeki kamera hemen dikkatimi çekiyor fakat renk vermiyorum, her bilgi aynen brifingte anlatıldığı gibi.
İstihbaratlara göre bu kör noktaları yalnızca kapıdaki güvenlik görevlileri biliyor ve yine elimize geçen bilgilere göre önceki yıllarda, üs içerisinden kendisine isyan eden bir kişiyi yalnızca kendilerinin bildikleri kör noktada darp etmişler... Yine ulaşan bilgilerde önceki yıl üssün bu katı disiplinine karşı üs içerisinde bir tepki oluştuğunu, kalabalık bir kitlenin güvenlik görevlilerini protesto ettiğini fakat bunun devamında görevlilerin protestocu gruptan birisinin kafasına ışın silahını dayayıp onu "kibar" bir dille uyardıkları anlatılıyor. Bunun neticesinde görevlilerin yine işlerine devam ettikleri ve üstte protestodan önceki durumun aksine disiplinin ve kontrolun daha da artırıldığı söyleniyor... *** *** *** Evet arkadaşlar, edebi dilim her ne kadar tatminkar olmasa da ben de kendimce bir "korku ütopyası" yaratmak istedim. Bilirsiniz, insanlar bir takım ütopyalar yaratılar fakat bu ütopyalar her ne kadar gerçekleşmesi imkansız düşler olsa da gerçek hayattan kopuk değillerdir, gerçek hayat üzerinden temellenirler çünkü bu ütopyaların kendisi mevcut gerçekliğe bir hayırdır. Yazıya böyle bir ütopya ile başlamamın sebebi aslında her ne kadar bahsi geçen
durum ütopik olsa da mevcut gerçeklikle ne kadar alakalı olduğunu vurgulamış olma istemimdir. Bilmem farkında mısınız? İzleniyoruz, kapılarda kontrol ediliyoruz, hesap veriyoruz ve okumaya, özgürce birşeyler öğrenmeye, kendimizi bulmaya ve bize ait olacağını düşündüğümüz bir dünya yaratmaya geldiğimiz bu "dünya"ya bir uzay üssüne girişi andıran önlemler eşliğinde giriyoruz. Ve "kimimiz" buna itiraz ediyoruz, izlenmek istemiyoruz, kontrol altında tutulmak istemiyoruz ve korunmak istemiyoruz. Hele bu korunma, kapıdan geçerken kadın arkadaşlarımıza imalı bakışlar atan veya onları sözle taciz eden, kendisini protesto eden kişinin kafasına silah dayayıp (not: geçen senenin son dönemlerinde yaşanan olaylar) kibarca onu tehdit eden kişilerden gelince korkuyoruz, korunmaktan korkuyoruz... Ve "kimimiz", bu korunmayı gerekli görüyor. Belki yürekten destek veriyor, belki alternatifsizlikten ileri gelen bir zorakilikle boyun eğiyor. Korunmak isteyen insanın korkuları vardır. Eğer tek başına korkularını yenemiyorsa bunu yapabilecek güçler arar ve bu hizmetin karşılığında bir bedel ödemekle yükümlüdür. Günümüz
Söz-5
modern (ne anlamda modernse artık) devletlerinde bu durum kendisini korunma karşılığında yasa gücüne boyun eğen insan olarak gösterir. Buna paralel bir durum ise okulumuzda, korunmak isteyen insanların bu korunma hizmeti karşısında özgürlüklerinin bir kısmından ve özel yaşamından feragat etmesi şeklinde tezahür ediyor. "Kimimiz" korkuyor ve bu korkularından kurtulmak için okuluna rahatça, elini kolunu sallayarak girmek özgürlüğünden vazgeçiyor, hiç tanımadığı ve tanımayacağı bir insanın sırf uniformasından dolayı otoritesine ve keyfi uygulamalarına razı oluyor ve bütün özel yaşamını hiçe sayarak kendisini bir anlamda BBG evinde bir yarışmacı yapıyor. Korkan insanın korkularını sona erdirmeden onu güvene davet etmek boşa bir çaba olacaktır. Onun için biz "kimimiz" kendimize sormalıyız? Bu insanlar, korkan "kimimiz", neyden, kimden korkuyor? İtiraf edelim, bir kısmımız bir kısmımızdan korkuyor ve bu korkudan ötürü fedakarlıklar yapıyor, özel yaşamını bir kenara atabiliyor. Peki bizler, korkulanlar kimleriz? Tüm tarihin dahi yazmaya cesaret edemediği canavarlar mıyız -ki değiliz- veya insanlara sebepsiz yere saldıran gözü dönmüş caniler miyiz?
Bizler, sizleriz... Ve sizler de bizlersiniz... Peki bu nasıl oluyor, bu sistem nasıl işliyor? Birbirimiz olduğunu iddia etmeme rağmen neden durum böyle? İşte burada ütopya gerçeğe dönüşüyor ve bizler iki farklı dünyanın canlısı olarak aynı toprakta, aynı karbonmonoksitli (gönül oksijen demek isterdi ama maalesef) havanın altında, aynı soğukta, aynı kampüste ve aynı amfide, aynı hocanın bunaltıcı sesi ile yaşamamıza rağmen farklı gezegenlerin canlıları olarak birbirimizden kaçıyoruz. Farklı gezegenlere ışınlanıyoruz, birbirine düşman iki uzay kolonisinin neferleri oluyoruz. Sizlere bizler, bizlere sizler "öteki" gösteriliyoruz ve sizden koparılıyoruz. Biz o zamanlar bunu fark edemesek de çocukluktan itibaren bunun tohumu atılıyor ve bu gelişiyor, büyüyor durmadan... Algılarımız oturduğunda ve yan yana geldiğimizde ise birbirimizden kaçıyoruz, korkuyoruz ve güvenecek bir dal arıyoruz.. (En cazibi üniforma olsa gerek..) Neden dünya ve uzay? Ben -veya bizler- sizleri gerçek dünyaya davet ediyoruz. Bizler ellerinde kesici, delici aletlerle sizlerden birini tanrılara kurban etmek için planlar kuran insanlar değiliz, bizim dünyamızda bu yok..Fakat size sunulan uzaydan
durum böyle gözükmüyor olsa gerek ki korkuyorsunuz ve kaçıyorsunuz, güvende olmak istiyorsunuz, bedeller veriyorsunuz. Size dünyamdan, dünyamızdan sesleniyorum, bu korku ütopyasından uyanmanızı istiyorum. Aramızda varolan bu uzaylı-dünyalı yabancılığı, yabanlığı son bulsun diyorum Korkularınızı anlamak zor değil; algıları, önyargıları, kalıpları yıkmak çok zor...Ve sizlere hak veriyorum, fakat biz hep vardık ve her yan kamera olsa da, her adımda "biri bizi gözetlese" de biz hep var olacağız, ve istenmediğimiz bu "uzayda" kör bir nokta bulup karşınıza çıkacağız, elimizi dostça uzatacağız ve diyeceğiz ki: -Hey uzaylı, biz dostuz.. Merhaba... yeni bir başlangıcın aşkına merhaba... Cotkar
Söz-6
Ö Ölümün S SessizS Silüeti Hepimiz geleceğini 3 saat 15 dakikada belirlemeye mahkûm edilmiş ve bu 3 saat 15 dakikadan önceki yaşantısını da o 3 saat 15 dakika için adamaya mahkum bırakılmış bir nesiliz. Hayatımızı şekillendireceğimiz o sınav için nelerimizden vazgeçtiğimizi hiç düşündük mü? Kimimiz dostlarından, kimimiz düşlerinden, kimimiz hobilerinden, kimimiz sevdasından, kimimiz ailesinden ve belki de çoğumuz özünden vazgeçti. Öldürdük pek çok değerimizi, belki de bizi biz yapan her şeyimizi. Ve bu ölüm öylesine sessiz gerçekleşti ki farkına bile varamadık. Farkına varacak gibi olduğumuzda geriye kalan sadece bir silüet oldu. Ölümün sessiz silüeti… Hiç düşündük mü acaba; özel derslere, test kitaplarına, deneme sınavlarına, yaprak testlere ayırdığımız zamanı ve onlara verdiğimiz değeri, ÖSS'yi kazanmak için gösterdiğimiz fedakârlığı başka bir şey için gösterebilir miydik? Bize söylenen, bize öğretilen tek şey kurtuluşun bu sınavı kazanmaktan geçtiğiydi. Bu yüzden okul, dershane, özel ders ve daha bilmem ne kıskacında eriyip giderken yeteneklerimizi keşfetmek yerine hayatımız boyunca hiçbir işimize yaramayacak olan yığınla bilgiyle doldurduk beynimizi. Bir dostla sıcak bir çay eşliğinde sohbet etmek varken ve bu iş belki de sadece yarım saatimizi alacakken, o yarım saatte çözeceğimiz sorularla kaç yüz, bin,
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında, Bir teneffüs daha yaşasaydı Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür. Devlet dersinde öldürülmüştür. milyon kişiyi sollayacağımızın hesabıyla test kitaplarına sarılmayı seçtik. Bir daha yaşayamayacağımız aşkları “teğet geçtik”. Çünkü dersimiz vardı. ÖSS vardı. Hastalarımız oldu, ziyaret edemedik; cenazelerimiz oldu, katılmadık; üzülmeye, kimi zaman sevinmeye dahi vakit bulamadık. Belki de bundan sonraki yaşantımız boyunca arayacağımız, yaşam tecrübesi bizden fazla olan insanların en güzel çağlar diye nitelendirdiği yaşlarımızda stresin, depresyonun tepe noktasını görüp hayatın dibine vurduk. Birkaç örnekle durumun yansımalarını daha iyi görelim isterseniz. ÖSS'ye hazırlanan öğrencilerin %34'ü anti-depresan ilaçlar kullanıyor. ÖSS'yi kazanamayacağı düşüncesiyle ve üzerindeki aile baskısı, Şerif Mardin'in tabiriyle mahalle baskısının bunalımıyla her yıl onlarca öğrenci intihar ediyor. Öğrencilerin bir kısmı bu stres ve baskıdan bunalıp tümüyle “boş” bir hayatın kendisine mutluluk getireceğine inanarak alkol ve uyuşturucu bağımlısı oluyor. Dikkat edilmesi gereken bir husus da bu bunalım ve olumsuzlukların sadece öğrencilerle sınırlı olmadığı, öğrencilerin aileleri ve yakın çevrelerinin de bu sıkıntının bir parçası olduğu ve bu işin 20 milyon insanı sarmalayan bir girdap olduğudur. Sosya l bir çöküntünün mimarı olan ÖSS'nin tek seçenek olduğuna da düzen bizi inandırmaya
devam ediyor. Bu işin alternatifi yokmuş gibi sunuluyor. Neden peki? Çünkü bu işin arkasındakiler düşünen, sorgulayan, araştıran ve gerçekten işine yarayacak olan bilgiyi alan bir gençlik istemiyorlar. İnsanların birlikte emek verip ortak bir ürün etrafında bütünleşeceği bir eğitimöğretim modeli yerine tabiri caizse yarış atı yetiştiren, rekabetçi bireyler yetiştiren bir sistem istiyorlar. Çünkü onlar birlikte çalışmanın “illegal” örgütlenmelere zemin hazırlayacağını düşünen, ortak ürün etrafında bütünleşmenin “zararlı” ideolojilere ve “isyanlara” önayak olacağı paranoyalarıyla çıldıran zavallılardır. Neden? Çünkü onlar dershanecilik piyasasında 1 yılda dönen 6 milyar doların, test kitapları; konu anlatımlı kitaplar ve yaprak testlerden kazanılan yıllık 1,2 milyar doların, ÖSS'nin yarattığı tahribatın ilaç (özellikle antidepresanlar) sektöründeki milyarlarca dalarlık artı değerin “ÖGB”si konumundadır. Ve bize sundukları, bizi mahkûm ettikleri koca bir çözümsüzlük ve umutsuzluktur. Durum böyleyken hepimiz birer “meçhul öğrenci anıtıyız”. Artık farkındalık zamanıdır. Umudumuzu çalan, düşlerimizi yasaklayan, mutluluklarımızı gölgeleyen ve bizi özümüzden koparan o “meçhul” failden hesap sorma zamanıdır. O fail meçhul değildir. Daha insancıl, daha bilimsel ve daha özgür bir eğitim-öğretim mümkündür. Gençlik, yitirilen değerleriyle bütünleşip kabuğunu çatlattığı vakit kurtuluşa uzanacak olan bu doğum gerçekleşecektir. BEKES
Söz-7
NE UMDUM NE BULDUM
Öncelikle zorlu ÖSS maratonundan alnının akıyla çıksın çıkmasın, herkese geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Laf olsun diye değil, gerçekten geçmiş olsun. Kolay değil, önümüzdeki engeller çok zorluydu. Parabol, türev, integral, determinant bölümlerinden oluşan ve ”Yahu bu bilgiler benim ne işime yarayacak?” diye sorup durduğum matematik parkuru; çember, yamuk, eşkenar dörtgen v.b. formülleri gına getiren geometri parkuru; serumdaki antikorların at, koyun ve sığır gibi hayvanların kanından elde edildiği gibi mide bulandırıcı bilgiler içeren biyoloji parkuru beni bir hayli zorladı. Fizik ve kimyadan bahsetmiyorum bile. Tarih(her ne kadar bilimsel olmasa da),coğrafya ve Türkçe insana gerçekten bilgilendiğini hissettiren yegâne derslerdi. Neyse ki bende çok azımız gibi kapağı Ankara Hukuk'a atabildim. Şüphesiz ki okulumuz hukuk fakülteleri içerisinde ayrıcalıklı bir yere sahip. Ama ben elbette okulu öven uzun uzun yazılar yazmayacağım. Çünkü bunu özel üniversiteler kadar olmasa da devlet üniversiteleri de iyi kötü yapıyor. Her ne kadar haddim olmasa da ben şeytana uyup biraz okulumu hicvedeyim. Umup da bulamadığım ilk şey liseden sonra üniversitede de yakamızı bırakmayan ezberci eğitim. Değişen tek şey lisede formül ve kural ezberleyip gerisi kalem işçiliği olan dersler yerine üniversitede kürsüden hocanın attığı bilgi topaklarını gerekirse iki saat boyunca aralıksız yakalamak. Zaten lisede söz hakkı tanınmayarak kendisini
ifade etme yeteneği köreltilmiş genç bu durumdan maalesef üniversitede de kurtulamıyor. Bu özgüven eksikliği de derslerde nadiren sorulan sorularda kendini gösteriyor. Netice itibariyle kalkan bir iki cılız parmak. Anlayacağınız öğrenci-öğretmen işbirliğiyle ders işleme ütopya olmaya devam ediyor. İkinci olarak barınma derdi var. Devlet yurtlarına yerleşenler iyi kötü başlarını sokacak bir yer buldu. Peki ya diğerleri? Zaten 1. sınıf öğrencisinin arkadaş çevresi de yok ki eve çıksın. Mecburen tek seçenek özel yurtlar. Bu ise bir başka garipliğin kapısını ardına kadar size açıyor. Özel yurtları iki gruba ayıracak olursak bunlar cemaat yurtları ve pahalı yurtlar. Cemaat yurtları ucuz olmalarına rağmen çeşitli dinci(dindar demiyorum, dinci diyorum)partilere veya örgütlere kadro yetiştirmek amacıyla kurulduğundan alttan alta öğrencilerin beynini yıkıyor. Üniversite okumak için geldiğiniz şehirden sıkı bir militan olarak çıkmanız işten bile değil. Pahalı yurda gitmek ise her babayiğidin harcı değil.3 kişilik oda için ciddi ciddi 500 lira istiyorlar. Bir de cemaat yurtlarıyla rekabet edebilmek Atatürkçülük, laiklik gibi değerleri kendilerine paravan yapmışlar, hep broşürlerinde bunlara vurgu yapıyorlar. Hiç bir şey bilmesek''Oh, neyse ki özel yurtlarımız var da laik bir ülkede yaşıyoruz.''diyeceğiz. Sonuç olarak özel yurtlar öğrenciler için tam anlamıyla iki ucu vidanjörlü değnek. En can alıcı ve sinir bozucu şey ise özgürlükle ilgili problemlerimiz. Çünkü geleceğin hâkimleri, savcıları olan bizler okul hayatımıza çok dikkat etmeliymişiz. Sözlü mülakatta elenmemek için öyle herkesle oturup kalkmamalıymışız, hele benim gibi yazı yazmayı hiç yapmamalıymışız. Bir de basın toplantısında veya eylemde
bulunduysanız, bulunmayı geçtim, bunları yapanların hata kaza yanından geçerken polis kamerasına yakalandıysanız vay halinize. Bütün devlet kapıları size kapanıyormuş. Gerçi bunda biraz abartı varmış gibi geldi bana ama düşüncesi bile insanın hayatına sınırlar koymasına neden oluyor. Bir de ara sıra okula dalan robokoplara değinmeden geçemeyeceğim. Özgür düşüncenin yuvası dediğimiz üniversitelerde eğer sana çizilen sınırın dışına çıkıp farklı şeyler düşünürsen tüfekleriyle, coplarıyla, bombalarıyla(ki hastanelere dahi atılan o bombaları kullanmak uluslararası sözleşmelere göre savaş suçudur. Devlet savaşta düşmana karşı kullanamadığı gaz bombalarını kendi vatandaşına karşı kullanıyor.)karşında çevik kuvveti buluveriyorsun. Şimdilik ortam sütlimanmış gibi görünse de gittikçe ağırlaşan kriz ve gözünü kadrolaşma hırsı bürümüş iktidar öğrenci muhalefetini her geçen gün artıracaktır. Bu kadar geniş yetkilere sahip çevik kuvvetin bunu hoş göreceğini sanmak mümkün değil. Benden size tavsiye: düşünmeyin, sorgulamayın ve bol bol kantinde batak oynayın. Polisler batak oynayanlara bir şey yapmıyormuş. Neyse benden bu kadar. Öğrenci milleti bu, derdi bitmez. Hepsini yazmaya kalksak mezun oluncaya kadar bu yazı bitmez. Hadi eyvallah. İmza: isimsiz(sözlü mülakat için, anlarsınız ya)
Söz-8
YENİDEN SOSYALİZM
D
ünya, ekonomik anlamda çok büyük bir bunalım içine girerken, bunun görüntülerinde de büyük bir kaos dönemine giriliyor. Ekonomik çöküş beraberinde ideolojik siyasal hukuki ahlaki vs. bir çok alanda da ölçüsü tahmin edilemeyen bir çöküşü getiriyor. İnsani değerler silikleşiyor, büyük bir yozlaşma, çöküş artık daha da hissedilir olmaya başlıyor. Ve böylesi bir dönemde bütün insanlık için yaşanılır bir dünyanın fikri daha da anlamlı bir hale geliyor. Ekmek su kadar hayati bir sorun eşitlik, adalet, özgürlük… bütün yoksulların, bütün ezilenlerin bir arada durarak yarın
yanağından gayri her şeye ortak oldukları bir dünyanın varlığı… Bugün, yok oldu yıkıldı denilen sosyalizm yeniden tartışılmaya başlandı. Komünist Manifesto bütün dünyada en çok satan kitaplar arasına girdi, Marks ve Marksizm kapitalist iktisatçılar tarafından bile inkar edilemeyen doğrularıyla yeniden sahne alıyor. Herkes için özgür, onurlu, adil ve eşit bir dünya arayışı içinde varoluşunu anlamlandıranlar; bizler için bütün bu tartışmalar, hayallerimizin, gerçekliği olan, eleştirilen, tartışılan ve dersler alınan doğrular olması bakımından dikkatimizi daha da yoğunlaştırmamızı sağlıyor. Sosyalizm; Nazım Usta'nın tabiriyle bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçe yaşamak veya Şeyh Bedreddin'in dediği gibi “yarın yanağından gayri her şeyin ortak olduğu dünya” bilimsel bir arayışla ve sistematikle birleştiği anda varlığını mümkün kılıyor. Hele ki mücadele deneyimi artık hiç de yeni olmayan bu topraklarda, bu tartışmalar çok daha
anlamlı bir nitelik kazanıyor. Bu çerçevede yaşanmış sosyalist deneylerden ve mücadelelerden dersler alarak bu iddiayı savunmak zorunlu oluyor.
NASIL BİR SOSYALİZM? Bir asıra yakın bir süre bütün dünya ezilenleri için bir umut olarak yaşayan sosyalist deneylerin yıkılması ve şuan çak az bir bölgede yaşıyor olması, bunun nedenine yönelik soruları kaçınılmaz olarak ortaya çıkarıyor. Reel sosyalizmde birey, “Ben makinenin ufak bir dişlisiyim, ağır olarak çalışsam da bir şey olmaz” diyen bir tip olarak karşımıza çıkıyor. Bu tipoloji elbette kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Yukarıdan bürokratik özel aygıtlaşma tarafından hakim kılınmıştır. “Ben makinenin ufak bir dişlisiyim...” anlayışı kendini merkeze koymamaktan ve sorumluluğun hep komşuda olduğunu düşünmekten kaynaklanmaktaydı. Peki bu emeğe ve toplumsal yaşama yabancılaşma değil midir? Sosyalizmin en temel ilkelerinden birinin mülkiyetin toplumsallaşma sorununun yaşanması, buna bağlı olarak reel sosyalizmde yaşayan bireyin, mülkiyetin toplumsallaşmasını hissetmemesine ve kendini işleyişin dışında görmesine neden oldu. Gerçekte bu yabancılaşmanın,
Söz-9
sosyalizm adı altında yeniden üretilmesinden başka bir şey olmadı. Henri Lefebvre'nin çok güzel söylediği gibi, “(...) Aslına bakılırsa reel sosyalist ülkelerin komünizm fazlalığından değil, komünizm yokluğundan zarar gördüklerini söylemek çelişkili olmasa gerek..” Bununla birlikte, sosyalist mücadele yürütülen yerlerde düşülen bir başka yanılgı-hata da sosyalizmin içinde yeşereceği toplumsallığa uygun olarak gelişip aynı zamanda yeni biçimde yaşayacağının ihmal edilmesi idi. Halbuki yürütülen mücadele, alınan şablonlara uygun arayışlardan öte bir yere ulaşamıyordu. Bu nedenle şablonlara uymayan büyük miraslar, birikimin dışına itiliyor, şablonun ithal edildiği birikimler ise eleştirilmeden bir dogma olarak yaşatılmaya çalışılıyordu. Her biri tarihsel birer miras olan evrensel değerler Sovyetler Birliği, Arnavutluk, Çin, Küba, Kore vs. birbirlerine ikame referanslar olarak alınırken bir tarafa yaslanan kesim için karşıdakini yok saymaya neden olabiliyordu. Bu ülkeler bütün hatalarıyla sosyalizmi kendi özgün toplumsal
kültürlerine yedirebilmişlerdir. Varolan mülkiyet ve sömürü ilişkilerini dışlamış, ama geçmişten devralınan dayanışma ilişkileri korunmuştur. Ancak bununla birlikte ihmal edilen çok büyük yanlışlar dolayısıyla da bir kısmı yenilmiş bir kısmı da her türlü saldırıya rağmen kendini korumaya devam etmektedir. Sosyalizm mücadelesinde esas sorun, sosyalizmi mücadele edilen bölgenin halk kültürü ile, tarihi ile buluşturmak onu ete-kemiğe büründürmektir. Sosyalizm ne zaman yaşamın vazgeçilmezi olur? Üzerinde yeşerdiği toprağın tarih ve kültür dokusuyla olumlu bir diyaloga, alış verişe girdiği zaman. Eğer olumlu diyalog gelişmiyorsa kabahat nerede aranmalı? Üzerinde mücadele edilen toprağın tarihi ve kültür dokusunda aranmayacağı aşikar bir gerçek. Kabahat fikriyatın kendisinde de değildir. Kabahat, bu fikriyatı - ideali kendi toprağı ile iç içe geçebilecek kıvama, biçime getiremeyen sosyalist mücadeleyi yürüten kurumlardadır. Kabahatli olan, sınıf savaşının teorik silahı olan sosyalizmi kendi toprağının, kendi güneşinin, kendi gökyüzünün renkleriyle uyumlulaştıramayanlardadır. Tek bir güneş, tekbir gökyüzü vardır, ama her halk güneşe ve gökyüzüne farklı noktalardan, farklı bakış açılarıyla ve üzerlerine bastıkları toprakların kendi özgün renklerinden ilham alarak bakarlar. Sosyalizm evrensel bir fikriyattır, ama onun bu evrenselliğini
olurlayacağı, kanıtlayacağı alanın Dünya Devrimi ile gerçekleştirilecek total olarak sosyalistleştirilmiş tüm satıhlar olacağı düşünülmemelidir. Bu hayal ötesi bir şeydir. Sosyalizm kendi evrenselliğini önce, tek tek özgün yerel alanlarda bulacak, kendi evrenselliğinin kanıtlanması önce buralarda gerçekleşecektir. Bir toplumun, onun görüngülerinin ve kabul edilmiş kavramlarının eleştirisi yapılmadan o toplumun bilgisine varılamaz. Eğer devrimci bir öncülük kendi toplumunun bilgisine varmaksızın bu topluma başka ülkelerin devrim ve sosyalizm modellerini ihraç etmeye kalkarsa, karşılaşacağı şey doku uyuşmazlığıdır. Bütün bu yukarıda değinilen modeller, bütün birikimlerine rağmen sadece bir şablon olarak ne Anadolu'ya uyar ne de Kürdistan'a; Bu modeller ancak bir deneyim ve örnek olarak temel taşlar olarak alınabilirler. Ve unutulmamalıdır ki, doku uyuşmazlığı insanı öldürebildiği gibi bir devrimi de öldürebilir!
Söz-10
UMUT UMUT
1
970'te Adana'da yaz ayları… Bir bakıma kavurucu sıcakta satılamayan fazla karpuzun çöpe atıldığı memleket. Böyle bir yerde böyle bir mevsimde karpuz dahi alamayacak kadar yoksul olmanın en duru, en çıplak şekilde anlatıldığı Cabbar'ın hikayesi “UMUT”. Atları yaşlandığı halde değiştiremeyen, sonrasında atlarından biri lüks bir araba tarafından ezilen, atına çarpıldığı ve haklı olduğu halde canını polisten zor kurtaran Cabbar, ne yapsa yoksulluğa çare bulamıyor. Ne borçlarını ödeyebiliyor, ne ailesinin karnını doyurabiliyor, ne de çocuklarını okutabiliyor. Tek kurtuluşu piyango. O da olmuyor ve son olarak cinci bir hocanın yerini tarif ettiği defineyi bulmaya bel bağlıyor. Sonucu mu sizce… Aradan geçen kırk yılda ne kadar da ilerlemişiz, değil mi? O zamanlar sadece piyango vardı. Ya şimdi… Umut insanı rezil de eder vezir de. Tarih boyunca çoğu savaş, çoğu isyan, çoğu haykırış ve çoğu barış umutla gün yüzüne çıkmıştır. Hani Cem Karaca şarkıda der ya''umut gönlümün ekmeği/umar ha umar umar…''.Umut insanımızın dayanma sınırını yükselten bir piston gibidir adeta. Sıkıştırır patlama alanını. Sıkıştırdıkça patlamaya bir o kadar daha yaklaşır. Bir de basınç düşürücü. Bir yandan sebebiyet verdiği durum itibariyle umutlanılan şey gerçekleşmeyince
basıncın ivme kazanmasına neden olur, bir yandan da başka denizlere yelken açarak basıncın düşmesine. İnsan umar ha umar. Elden başka ne gelir? Şimdilerde bu “umut” denilen olgu ticarete dökülmüş durumda. Her şeyin ticari mal haline getirildiği günümüzde insanın iç dengesini sağlayan, psikolojisini hastalıklı derecede düzenli tutan ''umut'' da ticarileşmiş bulunuyor. Tabi günümüzün ticareti somut olduğu kadar soyut, insan değerleri üzerine de bir al-sat mekanizması geliştiriyor. Aşklar satılıyor, üzüntüler satılıyor, dertler satılıyor, inançlar satılıyor.''umut''un bu işten kurtulması beklenemez. Gelelim bu işin ticari ortamda oluşturduğu alanlara. Konumuzun ve günümüzün en çarpıcı örneğini yarışmalar, bahisler ve TV şovları oluşturuyor. Bunların birçok örneği mevcut. Hatta akşam saatlerinde bütün kanallarda bu yarışmalar var. Bu yarışmalar furyası tabiî ki Türkiye'nin icat ettiği bir rüzgar değil.Osman Tan gibi nice
koçyiğidin(!) batı ülkelerinden ve özellikle ABD'den aldıkları bir konsept.Biri bizi gözetliyor, kim bizi gözetliyor, gelinim olur musun,kaynanam olur musun,damadım olur musun gibi''hısım'' kombinasyonları, popstar, türkstar, romanstar, popstar alaturka, çırak, işçim olur musun, patronum olur musun,devamında iddia, sayısal loto, spor toto, at yarışları gibi devlet eliyle ve / veya yardımıyla yapılan oyunlar diye uzayarak giden,gerçekten dudak uçuklatacak bir liste. Peki bu listenin bu kadar uzun olması, insanların yarışma seçmelerinde, bahis bayilerinde, biletçi önlerinde kuyruklar değil kitleler oluşturması, yarışmalarda İstanbul'da kazanamayanların Ankara'ya, oradan Eskişehir'e, derken Antalya'ya giderek Türkiye turu yapmasının sebebi sizce ne olabilir?''umut'' sadece umut. Umut tacirleri son 10-15 yıllık dilimde şov dünyasına elini atmış bulunuyor. Yarışmalarda kazananlar büyük meblağlarla ödüllendiriliyor.
Söz-11
Arabalar, evler tatiller… Ödül listesi de yarışma listesini aratmayacak uzunlukta. Amaç ödülleri yüksek ve çekici tutarak insanların umutlarını had safhaya ulaştırmak. Peki bu yarışma programlarının bazen röntgencilik üzerine bazen hısım ilişkileri üzerine bazen proleterya-burjuvazi çekişmesi üzerine olmasının sebebi ne olabilir? Tamamen ülkesel ya da dünyasal şartların oluşturduğu ''umut'' farklılıkları. İnsanlar bu oyunlara, yarışmalara, şovlara umut bağlıyorlar ve tabi bu umudun yanında küçük bir meblağ. umut edilen meblağın ya da fırsatın büyüklüğüne bakınca tabiki bu umut için harcanan miktar küçük hale geliyor. Milyonlarca insan umutla bağlanıyor bu programlara ve tabi ki kazanan bir kişi. O kendi umudunu gerçekleştiriyor ve dünyaya bir mutlu insan kazandırılıyor. Tabi bunun yanında umudu kırılmış, üzgün bir
milyon insanla birlikte… İş bulma umuduyla da başvuruluyor kimi zaman bu programlara.Salt paraya bağlanmış bir umut değil bu. Program işçiyle patronu görüştürüyor ve de “şak” iş hazır, yarın başlayabilirsin. Böyle değil tabi. İşsizliğin oranı ülkemizde çok fazla. Gençler 10-20 TL yevmiyelerle iskelelerde ölümle dans ediyor. Bu milyonlarca işsiz gence bulunamayan iş nasıl oluyor da bir TV programında bulunabiliyor? Bu diğer yarışmalarla, bahisleri düzenleyenlerle aynı zihniyetin ürünüdür. Milyonlara dağıtılan umut birkaç insanın hayatında vücut buluyor. Halk bu dağıtılan umutla yaşıyor, susuyor. Büyük bir mutlulukla olmasa da içinde hep umut kırıntılarıyla yaşamına devam ediyor. İnsanlar artık umudunu bireysel yaşıyor. Kimse umudunu paylaşmak, birbiriyle yaşamak istemiyor. Tabi ki halk suçlanamaz bu konuda. Çünkü dediğimiz gibi
insanlara aşılanan bu umut sadece birkaç kişinin hayatını değiştirebiliyor. Umut etmeyi bireysel hale getirmeyen kişiler maalesef kazanamayacağını hatta büyük şeyler kaybedeceğini düşünüyor. Bunu yapan da işte bu umut tacirlerinin halk üzerindeki etkisidir. Hayatta sadece bir oyun, bir eğlence gibi görülen ve masum olduğu kabul edilen bu programlar ve bahisler insanların birlikte umut etme, birlikte düşleme yetisini ortadan kaldıracak güçtedir ve kaldırıyor da. Bu da halka, insana, insanımıza başta yarınlar olmak üzere çok şey kaybettiriyor. Ticarete dökülen umut artık insanları umutlanmaktan utandırıyor. Halbuki umut olanlarla baş edebilmek, hep olmayanı özlemektir ve sırf bu yüzden değerlidir. AYKUT
Söz-12
özgürlük
özgürlük
“İnsanın özgürlüğü, kendine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir”
Üzerine felsefecilerin, siyasetçilerin, yazarların ve kimi gençlerin kafa yorduğu hayatımızı şekillendirmedeki önemli olgulardan biri olarak karşımıza çıkan varoluşçuluk, bazen kendi hayatımızda düğümlenir. Ailemizin, sosyal çevremizin beklentileri bizi şekillendirir ve kendi yaşam alanımızı kısıtlar. Beklentilerimiz, umutlarımız biz farkında olmadan bize dayatılan olgular tarafından değişir. Hayal kurma özgürlüğümüz, özellikle Türkiye 'de iş bulma, parasızlık, kendimizi ifade
edememek gibi nedenlerden elimizden alınır. Bu durumda aklıma ünlü Cezayir asıllı düşünür Sartre'ın karakterleri gelir. Sartre'ın karakterleri kendi hayatını yaşama adına kurulu düzeni reddeder. Kendi başına var olmak, kendi basına özgür olmak, düşünmek için kurulu düzenden kurtulur. Yaşamın olağan akışında Sartre'ın karakterleri bu benim hayatım der ve kendi iç dünyalarındaki doğrudan yola çıkarak kendi özgürlüklerini bulurlar. Sartre'a göre yaşam insanın tek basına toplumsal boyutunu keşfetmesidir. Bu yüzden Sartre'ın Nobel ödülünü reddetmesine şaşmamak gerekir. Günümüzde “Time is Money!”
(zaman paradır) sloganıyla bizi para odaklı bir toplum haline getiren kapitalist sistemde, Satre'ın karakterlerinden çok uzağa düşebiliriz. Sokakta yürürken yanından geçtiğimiz onlarca sokak çocuğu, eğitim yerine para kazanmak için çalışan gençlerimizi görürken durup düşünmek ya da düşünmeye cesaret etmek ve yanlış giden şeylerin farkına varmak zor olsa gerek. Sartre'ın karakterlerindeki özgürlük arayışı gerçekten hayranlık vericidir. Ancak günümüzde gazete satma özgürlüğünü kullanan ve gözaltına alınarak öldürülen gençle birlikte bizim özgürlüğümüz de kaybolmaktadır ya da Türkiye'de yoksulluğun gün geçtikçe artması ve çeşitli siyasi çevrelerce "yılda bilmem kaç yoksulu doyuruyoruz" şeklindeki söylemlerle bunun övünülecek bir nokta haline getirilmesi hangi özgürlük anlayışına sığar. Bütün bunların yanında; sırf sendikalara bağlı olduğu gerekçesiyle işten atılan, insanların tepki verme hakkını sindirmeye çalışan ve bireysel özgürlüğün en temel noktası olan eylem yapma özgürlüğümüzü kısıtlayan siyası çatı altında özgürlük arayışımız her gecen gün yara almaktadır. Bunun gibi uyuşturma
politikalarını ve sonucundaki nedensizlik ve belirsizlik olgularını kabul etme ya da reddetme bizim elimizdedir. İnsanlar arsındaki eşitsizlik her gecen gün artarken tepki vermenin neredeyse yasak olduğu toplumumuzda her gecen gün özgürlüğümüze darbe vurulmaktadır. Ancak 20. yy'den bize mesaj veren Sartre'ında dediği gibi ve unutulmaması gereken “Her şey olma özgürlüğümüz vardır; yalnızca özgür olmama özgürlüğümüz yoktur”. ELİF
Söz-13
GENÇLİK Bütün toplumlarda gençlik hep yarınların umudu, güzel bir geleceğin sembolü olmuştur. Bu özelliğini kirli düzenin pisliklerine, en az bulaşmasından almaktadır. Gençlik çocukluktan yeni çıkıştır, tıpkı henüz kök salmış bir fidenin çiçek açması gibidir
Gençlik sadece bir yaş kategorisi değildir. Gençlik, genel olarak çocukluktan çıkış dönemleriyle başlar olgunluk dönemleriyle biter. Ama gençlik hiçbir zaman sadece belirli bir yaş kategorisi olarak nitelenemez, hele ki yaşam sürelerinin farklılık gösterdiği böyle bir hayatta hiç nitelenemez. Bütün toplumlarda ortak olarak, gençliği farklılaştıran, yaşama karşı duruşudur; yaşam karşısında genç olmasıdır. Daha yolun başındadır, meraklıdır, sabırsızdır ve bende buradayım diye haykırmaktadır. Avazı çıktığı kadar bağırmak ister; çünkü haklıdır, çünkü yenidünya artık onundur ve o kendi hayatını kurmak ister. Eski ile derdi vardır, her daim yeni hayatın arayışı içersindedir. Bu yüzden isyandır, isyankârlıktır gençlik. Kanı delidir,
coşmak, coştukça yıkmak ve kurmak ister. Eskiye, geçmişe dair köhnemiş ne varsa hepsini yıkmak, yerle bir etmek ister. Bu isyanı geçmişe özlem şeklinde değil, güzel yarınların habercisi olarak ortaya çıkar. O, geçmişi yıktığı gibi geleceği de kuracak olandır. Ve gençliği içinde filizlendiği toplumdan bağımsız olarak düşünmek yetersiz ve hatta anlamsız olacaktır. Bu şekil bir bakış açısı gençliğin tarihteki rolünü yadsımaktır. Tarihsel olarak bütün toplumsal değişimlerin devindirici kuvveti gençlik olmuştur. Gençlik gelişmelere açık çok seçenekli bir yaşam tarzına sahiptir. Bu nedenle geçmişin eskimiş, güncelliği olmayan fikirlerinden, zincirlerinden en kolay kurtulacak olan kesimdir. Bu topluma başkaldırı şeklinde olabileceği gibi, toplumla beraber statükocu egemen zihniyete karşı da bir isyan olabilir. İsyankârdır, çünkü özgür olmak ister, özgürlük arayışı içersindedir. Önceki nesillerin gırtlağına kadar acıya ve sefalete batmış ağır mirası altında ezilmektedir, bundan kurtulmak için var gücüyle çırpınmak zorundadır.
Düzen her türlü aracıyla gençliğe saldırmaktan geri durmamıştır! Gençliğin özgürlük arayışı karşısında en çok korkan egemenler olmuştur, ancak bu arayışı en iyi fark eden de maalesef yine egemenler olmuştur. Kendileri için tehlike teşkil eden bu arayış çabalarını törpülemek için sistem elinden geleni ardına koymamıştır. Bu uğurda her türlü aracı (sanat, spor, cinsellik, uyuşturucu), kendi lehine çevirerek gençliğe karşı topyekûn seferber etmiştir. Sistemin medya aracı ile amansız saldırısı karşısında tüm toplum gibi gençlik de savunmasız kalmış, gerçeklerlezehirli yalanlar arasında sıkışıp kalmıştır, bocalamıştır. Gençliğin gerçek dünyayla bağlantısı koparılmış, iliklerine kadar sömürülmüş, nefes almasına, başını kaldırmasına izin verilmemiştir. Mevcut eğitim sistemi adeta bir pranga olarak gençliğin boynuna asılmıştır. Sürekli sınavlar öne sürülerek, ders yükünü arttırarak en verimli çağlar, test ve soru bankalarına terk edilmiş ve büyük çoğunluğu kullanılmayacak bilgilerle
Söz-14
heba edilmiştir. Dünyadan soyutlanmış eğitim süreci beraberinde bir yabancılaşmayı getirmiş, gençliğin hayati durumlar karşısında duyarsızlaşmasına sebep olmuştur.
Başını kaldırıp, hesap sorduğu zaman da sistem tarafından acımasızca ezilmiştir. Bütün saldırılarıyla birlikte özelde gençliğin ve bir bütün olarak toplumun değişim isteğine ket vuramayan sistem, militarizme sarılmaktan da çekinmemiştir. Bütün dünya tarihinde olduğu gibi bu topraklarda da militarizm iğrenç yüzünü göstermiştir.12 Mart ve 12 Eylül'de bağımsızlık, eşitlik, adalet isteyen gençliği kurşuna dizmekten sakınmamış, memleketi darağaçlarıyla donatmıştır. Özellikle 12 Eylül askeri darbesiyle genç beyinler abluka altına alınmış, bütün toplumun üzerinden silindir gibi geçilmiştir. Telafisi zor yıkımlar, hasarlar ortaya çıkmıştır.
Hayalleri çalınmış ve sinir ilaçlarına mahkum edilmiş bir gençlik!!! Özgürlük arayışının en cesur sergilendiği rüyalarımız, hayallerimiz. Hiç korkmadan, sınırlar tanımadığımız, engelleri kaldırdığımız, dilediğimizce kurguladığımız dünyanın herhangi bir yerine gidebildiğimiz ve istediğimiz her şeyi yapabildiğimiz hayallerimiz.
Yaşamımızın en özgür anları, hele bir de gençseniz… Bugün onlar bile bizimle birlikte çürümeye mahkûm edilmiş. Hangimiz büyük hayaller kurabiliyor ki veya hangimiz küçük de olsa hayalinin peşinden koşabiliyor. Gençliğin hayalleri, özgürlük arayışı, üretimden koparılarak tüketime indirgenmiştir. Bugün gençliğe ürün satmaya yönelen her firma gençliğin bu arayışını kullanarak hareket etmektedir. Anı yaşa, bırak dağınık kalsın, özgürlüğün keyfini çıkar, ruhunun sesini dinle vs. gençliğin özünü yansıtan bu sloganlar, gençliğin arayışını tüketim malzemesi olarak kullanarak gençliği ihtiyacından ve üretimden koparmak için kullanılan araçlara dönüşmüştür. Hayal kuran, umut eden, hedefleyen ve peşinden koşan yeniyi üreten gençliğin yerine, toplumun her zerresine tüketim çılgınlığı empoze edilmiş, üretmeyen, düşünmeyen ve yarınlardan korkan, bireysel kaygılarla hareket eden karamsar bir kuşak yaratılmıştır. Bu kuşak, duyguları ve düşünceleri çarpıtılmış, kültürel olarak dejenere olmuş, toplumsal bağları kopmuş bir yalnızlığa itilmiştir. Üzüntüsünü, sevincini, heyecanını, korkusunu kısaca hayatını ve duygularını paylaşmayı unutmuş, yalnızlaştığı için de hayata, çürümeye katlanmak için de anti-depresanlara mahkûm edilmiştir. Geleceğe korkuyla bakan, durmadan bocalayan, çaresiz ve umutsuz bir gençlik tipi oluşturulmuştur.
Gençlik siyaset içinde farkında olmadan yer alan edilgen varlıklara dönüştürülmüştür. Bugün ki gençliğin kafasının en
çok bulanıklaştırıldığı konu da siyasetle ilişkisi olmuştur. “Sınıfsız ve imtiyazsız toplum” yalanıyla da kendini gösteren zihniyet, gençliği siyasetten uzak tutmuş veya siyasette hapsetmiştir. Özellikle de 12 Eylül rejiminin gençliğe vaaz ettiği, siyaset kötüdür anlayışı, siyasette özne olmaya çalışan gençliğin de fiziksel olarak katledilmesiyle oluşan korkuyla birleşip, özne olamayan gençliğin zihinsel katliamı olmuştur. Tek siyasi katılım aracının, aralarında temel farklılık bulunmayan(savaş, yoksulluk, işsizlik, ekonomi, gençliğe ve üniversitelere bakış) partiler içinden hiç tanımadığı bilmediği sadece oldukça fazlaca parası olduğu için aday olan kişilere oy kullanmaktan ibaret olduğu bir sistemde gençlik kullandığı oyun bile tarihle-siyasetle ilişkisini kurmaktan yoksun bir zihniyette yetiştirilmiştir. Yılların tanınmış kirli yüzleri yeni diye karşısına çıkarıldığı halde kendisini ifade edebilecek kanalları yaratamamıştır. Oysa ki siyaset, antika toplumlarda da ortaya çıkış biçimiyle toplumsal yaşamının her alanına yönelik üretilen düşünce ve eylem sanatıdır. Bir başka anlatımla insan yaşamının bulunduğu bütün alanlar siyaset alanının içindedir. Dolayısıyla siyasetin dışında yer almak söz konusu bile değildir. Ancak, şöyle bir ayrım geçerlidir; siyasi alanda belirleyen aktif bir özne olmak veya buna karşı olarak belirlenen pasif bir nesne olmak. Bugün için gençlik siyaset içinde farkında olmadan yer alan edilgen varlıklara dönüştürülmüştür. En basitinden üniversite bünyesinde alınacak küçük bir karardan(kantinin cafeye dönüştürülmesi, ders programının şişirilmesi, dersin işlenişinde dikkate alınmaması,
Söz-15
harçların alınması, kamera-turnike takılması vs.) başlayarak, en geneline kendisinin de içinde bulunduğu ülke sorunlarının ( savaşa karar verilmesi, geleceksizlik sunan yasalar çıkarılması, çevreyi yok eden uygulamalar, açlık, yoksulluk, işsizlik, sefalet vs) içinde pasif bir nesneden başka bir şey değildir. Aynı zamanda bunlara ses çıkarmıyor veya çıkaramıyorsa da bu yaşamı yaratanların yanında tercihini sunuyor demektir. Susmanın red olarak kabul edildiği bir anlayış gelişene kadar maalesef susmak onaylamak, ortak olmaktır. Sonuç olarak her genç siyasetin içinde bir taraftır, ses vermiyorsa da güçlünün yani bizi bu kepazeliğe, onursuzluğa mahkûm edenlerin tarafındadır.
birçok kesim için en kötü ihtimalle bir merak uyandırmasına en iyi ihtimal ile de yeniden sahiplenilmesini sağlayabilmektedir. Ancak böylesi bir ortamda dahi umudu yaşanılır kılmak iddiası ile yola çıkan grupların kendilerinde bir sorumluluk görmemesi de sorunun bir başka boyutudur. Gençliğin umudu olma adına yola çıkmış solda bile genç, geçmişten gelen ezberci ve şabloncu mantıktan kopulamadığı için düşünmesinesorgulamasına müsaade edilmemiştir. Sadece düşünceyi taşıyacak ve pratik
Gençlikle gelecek kurma iddiası taşıyanlar da(sol dünya) bile gençlik, fiziksel bir kategori olarak anlaşılmaktan kurtulamamıştır. Elbette bugünkü durumu sadece gençlikte veya sistemin saldırganlığında aramak çek gerçekçi ve eleştirel bir tavır olmayacaktır. Geçmişte yaratılan tarihsel birikimin üzerine koyamayan, biriktirdiği değerleri bir bütünlük içinde değil de ayrıştırıp birbirinden kopararak eleştirmeden sahiplenen düşünce ve eylem dünyası da bu sorunun muhatabıdır. Bugün sistemle ve onun ortaya çıkardığı iktidar ile ilişkisi çok açık olan bir kanalda yayımlanan bir dizi bile, aradan geçen onca zamana, onca karalamaya, saldırıya ve tahribata rağmen bir dönemin ve tarihin, bir kuşağın, denizlerin, mahirlerin, iboların
gerekleri yerine getirecek bir yaş grubu olarak anlaşılmaktan kurtulamamıştır. Ezberi ile yüzleşmeyi göze alamayan sol, eksikliği, değiştirme iddiası taşıyan kendinde değil, dışarıdaki gençte görmüştür. İçine dâhil ettiğini tartıştırmadan, sadece fiziksel dinamizm katacak yeni bir güç olarak görmüştür. Hâlbuki yeniyi ararken, yeniyi yaparken, yeniyi de düşünce olarak üretecek olanın gençlik olacağını unutup gençliğin kendini var edecek kanallarının gelişmesini mümkün kılacak araçları
yaratmamıştır. Sadece gönderdiği yazı ve afişleri kullanacak bir araç olarak görmüştür. Bu durum kuşkusuz sorumluluk almaya niyetli kişilikleri, birkaç dönem içerisinde motivasyonsuz ve inancını kaybetmiş bir şekilde, yeniden, umutsuz ve karamsar dünyanın içine geri itmiştir.
Gençlik önce kendini tanıdığı sonra da içinde yaşadığı toplumla birleştiği ölçüde büyük umutların, isyanların devinimlerin fitili olmuştur. Buraya kadar bahsedilen bütün bu girdabı aşacak olan da gençliktir. Ve gençlik hem dünya tarihinde hem de bu toprakların tarihinde kaderine sahip çıktığı ve birlikte yaşadığı toplumla bütünleştiği ölçüde başka bir dünyanın umudu olmuştur. Resmi tarih yazınında farklı anlatılan veya hiç değinilmeyen Osmanlı'da yer alan Suhte Ayaklanmaları, gençliğin gerek bugünkü girdabını gerekse tarih içindeki yerlerini anlamada en güzel örneklerinden biri olmuştur. Öncelikle sosyo-ekonomik sebeplerin göz ardı edilemeyeceği-,ancak çoğunlukla sapkın eğilimlerin, arayışların timsalı olan 1500'lü yıllarının osmanlı medrese öğrencileri yani suhteler, osmanlı düzenine karşı üç yüz yıl süren ve anadolunun her yerinde birbirinden bağımsız ortaya çıkan Celali İsyanları ile birlikte yaşadıkları halk ile anlamlandırmış, halkın umutlarını taşıyan büyük yüreklere dönüşmüşlerdir. Bütün dünyayı kasıp kavuran ve gençliğin ruhunu arayışını en büyük örneği olan 68 Gençlik Hareketleri de
Söz-16 gençliğin kendini tanımada geçmişe bakıp öğreneceği bir kuşağı ifade etmektedir. Amerika'da toplumsal tabulara başkaldırı olarak çıkan, isyankâr Hippi gençlik ruhu, Vietnam mücadelesiyle beraber politik bir kimliğe bürünmüş, en güçlü muhalifsavaş karşıtı ses olmayı başarmıştır. Gerçekçi olup imkânsız isteyen bir kuşak. Bir ülkede başlayan bir hayat, hayallerinin peşinden koşarak bütün dünyaya yayılan büyük bir ateşe dönüşen CHE'nin bu topraklardaki karşılığı. Bizim 68'imiz veya 71'imiz. Gençlik ateşi, düş, ülke sevdası ve SÖZ'ün ardında durma erdemi ve cesareti. Denizler, Mahirler, İbolar…
Her gün uyandığımızda güneşin doğuşuna tanıklık etmek gittikçe büyük bir şans halini alıyor. Kapitalizm vahşi yüzünü bugün hiç olmadığı kadar daha acımasız gösteriyor. Dinozorun ölürken kuyruğuyla etrafındaki her şeyi yıkıp parçalaması gibi kapitalizm de en büyük krizine girerken doğanın ve insanlığın bütün birikimini yok ediyor. Bugünki krizi anlamak için veri olarak kullanılan ve etkisi itibariyle daha küçük olduğu varsayılan 1929 krizinden ancak faşizmlerle, soykırımlarla, ikinci dünya savaşıyla, atom bombasıyla uzun süren yıllardan sonra çıktı. Bugün aynı şekilde çıksa ve biz katlansak bile doğanın katlanacak hali kalmadı. Her gün bırakın yüzümüzü yıkamayı içecek bir avuç su bulmak bile gittikçe zorlaşıyor. Bugüne kadar kayıtsız kaldığımız Afrika ile bilinen açlık ve sefaleti artık bütün dünyanın yüzleştiği bir sorun haline geliyor. Küresel ısınma, doğanın bir çöplük haline dönüştürülmesi, her gün uyandığımızda dumanlardan arınmış güneşin doğuşuna tanıklık etmeyi
veya yakında asitlisine dahi kâni olacağımız yağmurlar bizim için büyük bir şans halini alıyor.
Üçüncü sayfasından okumaya alıştığımız cinayet, tecavüz, hırsızlık, intihar yaşamın olağan faaliyetleri haline geliyor. Bu yaşanan çöküşe rağmen, bizi sisteme bağlayan az da olsa iş bulabilme umudumuz televizyondan veya gazeteden duyduğumuz işten atılma, işsizlik haberleri ile gittikçe yok oluyor. İşsizlik, açlık ve yoksullukla terbiye edilmiş insanlık için gazetelerin üçüncü sayfasından okumaya alıştığımız cinayet, tecavüz, taciz, gasp, hırsızlık, cinnet geçirme, intihar yaşamın olağan faaliyetleri haline geliyor. Binyıldır birlikte yaşadığımız kardeş halklarımızı en küçük sorunda boğazlayacağımız, benzin döküp yakacağımız insanlar olarak görmeye başlıyoruz. Tarih bizi uysallık ve sorumluluk arasında bir tercih yapmaya zorluyor.” Gençlik açısından bugün bu kokuşmuş düzene ve yaşama mahkûmiyeti aşabilmenin tek bir yolu
var; geleceğine bugünden başlayarak sahip çıkmak. Bugüne kadar hiç sahaya çık(a)madığı halde yenilgi hikâyeleri ile büyüyen, aşağılanıp kayıp kuşak, x, y, z kuşakları ilan edilen gençlik açısından, dünyanın diğer yamacından usta devrimci Marcos'un da dediği gibi, “Tarih bizi uysallık ve sorumluluk arasında bir tercih yapmaya zorluyor.” Tarihin sonu gelmiştir, büyük anlatılar bitmiştir, diyenlere inat yeniden büyük hayaller kurmanın ve bu hayallerin ardından koşmanın, tarihin akşını değiştirmenin zamanı gelmiştir. Geçmişe ağıt yakacak zaman kalmadı. İnsanlık yok olmanın eşiğinde. Ya yeni türküleri, umudun türküsünü, kavganın türküsünü, geleceğin türküsünü yazacağız ya da yok oluşu her gün işkence çekerek yaşayacağız. Tarih bizi çağırıyor, tarih yeni kuşağın çağırıyor. Gerçekçi olup imkânsızı isteyen çocuklarını çağırıyor. Tarih yarını bugünden kuracak çocuklarını çağırıyor. Kokuşmuşluğa inat insana yakışır, kendine yakışır yaşamı kuracak gençliği çağırıyor. Yeni Denizlerini,
Kirsiz-passız, arı duru özümüz! Namussuza kanlı hançer SÖZÜMÜZ! Çok uzaktır dostlar, çok uzak bizim yolumuz! Düşene, dövüşene BİN selam olsun!!!
Söz-17
Gülümse Okuduğu dergide büyük puntolarla yazılmış Nietzsche'nin o muhteşem sözünü kesti, kenarlarını sigarasıyla yakıp, otantik bir hava verdi. Duvarına yapıştırdıktan sonra, karşısına geçip hafifçe gülümsedi. Duvarda, “umut en büyük kötülüktür, çünkü işkenceyi uzatır” yazıyordu. İçinde bulunduğu melankolik havanın etkisinden olsa gerek, bu söz bir anda hayat felsefesine dönüşüvermişti. Bunda belki de sabah annesinde aldığı insanın içini yakacak şekilde umutsuzluk kokan haberin etkisi vardı. Babası işten çıkarılabilirmiş her an. Şirket müdürü babasını yanına çağırıp, “Mehmet Bey, kriz bizi çok kötü etkiledi. İlk etapta 40 işçimizi işten çıkarmak zorunda kaldık. 40 kişi daha çıkarma ihtimalimiz var, sizde hazırlıklı olun, şimdiden bir çıkar yol bulmaya çalışın, maaşınızı azaltıyoruz, kusura bakmayın.” Diyerek güya babacan bir tavır sergilemiş. Annesine “üzülme anneciğim, bende harcamalarımdan
kısarım babama çok yük olmam” dedi içi titreyerek. Gerçi kısıtlanabilecek bir harcaması da yoktu. Ev kirası, yemek parası, faturalar, sigarası, bide haftada içtiği iki birası… Ev kirasını “bu ay ertelesek mi?” diye düşündü. Ama ev sahibinin kirayı iki gün bile geciktirince, “oğlum öğrencisiniz, halinizden anlıyorum, ama benimde oğlum okuyor, ona para göndermem lazım” diyen hafif yalancı, hafif sinirli yüzünü hatırladı. Halbu ki evi tutmaları için çırpınan adam, kira yaklaştığında ya param ya param diye gözlerinin içine bakardı, her karşılaşmalarında. Tek çaresi vardı, daha doğrusu çareleri vardı. Diğer iki ev arkadaşının durumu da kendisinden farksız değildi. Duş sürelerinden kısacaklar, kombiyi hava çok soğuk olduğu zamanlarda yakacaklar, ders çalışma saatleri dışında elektrik yakmayacaklar, bide makarna üzerinde ilginç deneyler yapacaklardı. “Neyse” dedi. Duvardaki yazıya tekrar baktı. Yine gülümsedi, hayatla dalga geçer gibi. Derse yirmi dakika vardı, yürüyüşe yetişemezdi. Sabah da derse girmemişti zaten, gerçi devam zorunluluğu olmayınca, onu okula götüren çoğu zaman biraz vicdan rahatlama, biraz kantin sohbetleri ve en çok da görünce kalbinin delice çarptığı, kumral, siyah gözlü ve hiçbir zaman erişemeyeceğini bildiği o tatlı kızdı. Otobüse binmesi gerekiyordu, “of, ya paso sorarlarsa” diye geçirdi içinden. Tahmin ettiği gibi de oldu. Şoför, sanki onun o tedirginliğini hissetmiş “arkadaşım pason nerde” deyivermişti. Elini cüzdanına attı, o sevimsiz heyecanla, çıkarır gibi yapıp, arkalara doğru hızlıca
ilerleyecekti ki öyle de yaptı ama şoförün “pason yoksa tam bilet al kardeşim” gibi ezici sözlerine engel olamadı. Yine de binmişti otobüse, o sözde öğrenci biletini kullanabilmek için alacağı pasoya 20 lira vermek saçma geliyordu. Bunu yerine o sevimsiz heyecan daha makuldü onun için. Derse girdi, her zaman ki gibi gözleri onu aradı. Sonra ona en yakın bir yer bulup oturdu. Dersi dinlemiyordu, sadece onu seyrediyordu. Gerçi, dersi dinlemeye kalksa, muhtemelen kalp krizi(!) falan geçirirdi. Çünkü prof. Olmuş bir hoca dersi bu kadar sıkıcı anlatamaz, pardon(!) kitaptan bu kadar kötü okuyamazdı. Dalmıştı, babasını düşündü, hiçbir zaman erişemeyeceğini hissettiği kızın bakışlarını düşündü, kırk liraya (40 lira olacak) ne kadar gaz alabileceğini, kaç gün idare edebileceklerini düşündü. Okula ilk geldiğinde kırk liralık gazla on-on iki gün idare ederlerken, artık sadece 56 gün idare edebiliyorlardı. Mecburen daha az yakacaklardı kombiyi, ya da soba kuracaklardı. Bu seferde odunkömür problemi vardı, gerçi kömür bulmak çok da zor olmazdı bu seçim döneminde(!) bunları geçirdi içinden. Hafifçe gülümsedi. Lise yıllarında olduğu gibi çalan zille irkildi. Son kez
Söz-18 aşkının gözlerinin içine bakmayı denedi, ama başaramadı. Belki aşk değildi bu, belki de aşktı. Bunu bilense sadece zamandı. Kantine gitti, bu kantin de olmasa, daha doğrusu arkadaşlarının sıcak sohbetleri olmasa bu okul herhalde hiç çekilmezdi. Bir sigara yaktı, yine daldı. Arkadaşının “dertlisin bilâder, bi sıkıntın mı var” sözleriyle kendine geldi. “yooook” diyebildi sadece. Sonra gazeteyi aldı eline o meşhur üçüncü sayfada bir haber ilişti gözüne:
“Ekonomik Krizin Vurduğu Bir Evlilik Hikâyesi” İstanbul Bağcılar`da yaşayan tekstil işçisi Saim ile tezgâhtar Hatice, büyük umutlarla evlenmeye karar verdiklerinde, ne kadar zor bir işe kalkıştıklarını fark etmemişlerdi. 2 milyar 150 milyona bazı ev eşyalarını alsalar da ihtiyaçlarının büyük bir kısmı duruyordu. Saim, Hatice'nin çalışmasını istemese de artık buna mecburen razıdır. Her genç kız ve erkek, güzel hayallerle süsler evliliklerini. Bir ev kurmak, mutlu bir aileye sahip olmak, sevgi ile bağlanmak ister herkes. İstanbul Bağcılar`da yaşayan tekstil işçisi Saim ile tezgâhtar Hatice'nin de duyguları da böyleydi. Ama pembe hayaller hayatın buz gibi gerçekleriyle karşı karşıyaydı. Çalınan sadece paralar değil, gençlerin hayalleriydi. İçi boşaltılan sadece bankalar değil, evlenmek isteyen insanların sevgi dolu mutluluklarıydı.
Babası geldi aklına, gözleri doldu bir an, zor tuttu kendini, uğultulu kalabalıklar ardına sakladı gözyaşlarını. Babasını aradı. “baba ne olacak” diyebildi. Babası “ oğlum bir şey olmayacak, kaderimiz bu bizim, böyle geldik bu dünyaya böylede gideceğiz” Evet, bu dünyaya böyle gelmişlerdi. Ama böyle daha nereye kadar gidebilirlerdi. Çok bunalmıştı. Gözleri masada ateşli ateşli bir şeyler anlatan arkadaşına takıldı. Arkadaşı “yoksulluk kader değil, bir insanın lüks restoranlarda bir yemeğe üç yüz lira ödeyip, hemen yanı başındakinin bir simide muhtaç olması sadece kaderle açıklanamaz. Buna kaderleri böyle deyip, geçmeyi insan aklı kabul etmez. Umutlu olmalıyız, bir gün yoksulluğun kader olmayacağı bir dünya için umutlu olmalıyız” diyordu. Aklına Nietzsche'nin “Umut en büyük kötülüktür, çünkü işkenceyi uzatır” sözü geldi. Sonrada arkadaşının “yoksulluğun kader olmayacağı bir dünya için umutlu olmalıyız” sözü. Akşam olmuştu, gidip gaz almalıydı, yoksa gece donacaklardı. Gaz sırası çok kalabalıktı. Gaza zam gelmeden birkaç gün önce hep böyle kalabalık olurdu. İnsanların her sabah kalktıklarında yaptıkları ilk işleri “bugün neye zam gelmiş” sorusunun cevabını gazetelerde aramak
oluvermişti. Eve geldi. O yazıyla yine karşı karşıya geldi. Dakikalarca yazıya baktı. Sonra arkadaşını o sözleri geldi aklına. Bu dünyada kaybedeceği çok şey yoktu. Umutsuz olup hayattan acı çekeceğine, umut fakirin ekmeği tadında yaşar, her sabah farklı bir heyecanla uyanırdı. Nietzsche'nin yazısını söktü duvardan, yırtıp atmayı düşündü, sonra o tatlı kız geldi aklına. Hep onunla birlikte olma umudu vardı içinde, ama erişemeyeceğini hissediyordu, yaptığı sadece kendine yaptığı işkenceyi uzatmaktı. Kâğıdı yırtmadı,”bırak zaman versin kararını” diyerek, katlayıp kitabın arasına iliştirdi, belki bir ömür boyu, belki kısa bir süreliğine… Babasını aradı heyecanlı bir şekilde. Gündüz söyleyemediği ya da Nietzsche'nin kendisine söyletmediği sözleri söylemek için. “kader değil baba bu, yoksulluk, aç kalmak kader değil, değişecek bir gün bu dünya, yaşanılacak bir yer yapmak için burayı içinde taşıdığın o küçük umut bize fazlasıyla yeter” dedi babasına. Babası şaşırmıştı, ama bu sözler onunda bir heyecan taşımasına yetmişti. Yüzünde yine hafif bir gülümseme, umut dolu. Biraz aşkına, biraz hayatına, biraz da Nietzsche'ye SOSA
Söz-19
2008 BUHRANI
TEHLİKELER VE FIRSATLAR nce küresel finans piyasalarının, ardından küresel ekonomi ile birlikte topyekûn kapitalist sistemin derin bir krize girdiği, neoliberal paradigmayı oluşturan bütün mitlerin yerle bir olduğu tarihsel önemde bir döneme tanıklık ediyoruz. 2007 boyunca öncü göstergeleri olgunlaşıp netleşen kriz, uzun süre görmezlikten gelinmeye çalışsa da Eylül 2008'de ABD'de konut sektörü balonunun patlaması ile birilikte finans piyasaları dibe vurduktan sonra dünyanın gündemine oturdu. Artık neoliberal küreselleşmenin mimarları dahi, eserlerini "yüzyılın krizi", "1929 Buhranı'ndan sonra sistemin en şiddetli krizi" ve benzeri nitelemelerle tanımlıyorlar. Ekonomik tahmin yapan bütün uluslararası ve ulusal kuruluşlar, bir yandan 2009 yılı için büyüme tahminlerini daha da aşağı çekerken, bir yandan da krizin, erken aşamalarda beklenenden daha uzun süreceğini teslim ediyorlar. Dünya Bankası'nın raporuna göre 2009 yılı dünya ekonomik büyüme rakamı, yarısı dünya savaşı ile geçmiş 1940'lı yıllardan bu yana ilk kez negatif bölgeye geçiyor. İkinci dünya savaşından bu yana ilk kez daralma yaşayacak dünya ekonomisi ticaret hacminde ise 80 yılın en düşük seviyesine inecek. Krizle birlikte, neoliberal paradigmanın omurgasını oluşturan, müdahalesiz işleyen piyasanın ekonomiyi düzenleyip denetlediği miti çökmüştür. Daha düne kadar tüm dünyayı tek bir pazar olarak görenler, “sermayenin vatanı mı olurmuş” diye tarihin sonunu ilan edenler şimdi yerli malı yurdun malı edebiyatıyla güçlü devlet söylemlerine çark etmektedirler. ABD'de ve diğer merkez ülkelerde devlet büyük sermayenin uğradığı zararların toplumsallaştırılması ve sistemin su üstünde tutulması amacıyla krizi kontrol altına almak üzere piyasalara çok büyük miktarlarda para şırınga ederek, dün kendi eliyle
Ö
serbestleştirdiği finans piyasalarını yeniden yapılandırma amaçlı bir dizi düzenlemeye gitmektedir. Yapılan milyarlarca dolarlık devlet yardımları ve kamulaştırma operasyonlarına rağmen krizin etkisi kartopu misali her geçen daha da büyümeye devam ediyor. 30 yıldır amentü gibi tekrarlanan serbest piyasa ekonomisi ve devletin gereksizliği ideolojilerinin hepsini inkâr edercesine devlet yardımlarına, kamulaştırma operasyonlarına bel bağlayanlar bunlardan da bir çare bulamayınca korumacı önlemlerle ekonomik milliyetçiliği savlamaya başladılar. Yaşanılan krizi kapitalizmin kendisinin değil sadece bir modelinin krizi olarak gören ve devletçi müdahalelerle kolayca aşılacağında ısrar ederek, her sabah “artık dibine geldik, bundan daha kötü olmaz” hayalleriyle kalkan burjuva ideologlar yeni iflaslarla kâbusun bitmediğini anlıyor. Kapitalist sistemin önemli düşünce kuruluşları, “saygıdeğer” ideologlar yaşanılan krize birkaç farklı ekonomik araç ve devlet yardımlarıyla müdahale edilemeyeceğini gördükçe sistemin geleceğini sorgulamaya başladı. Onların da bal gibi bilmelerine rağmen itiraf edemediğini bizim söylememiz gerek. Yaşanılan her hangi bir kriz değil 21. yüzyılın “büyük buhranı” hatta kapitalizm tarihinin en büyük buhranıdır. Krizin Türkiye'ye Etkisi Kapitalist dünya sisteminin tarihinin en büyük ekonomik buhranı ile boğuştuğu böylesi bir kriz momentinde ihracata yönelik ucuz mal üretimine ve sıcak para girişine bağımlı bir ekonomik yapı ile Türkiye çok daha boyutlu bir yıkım ile karşı karşıyadır. Başta metal ve tekstil sektöründe olmak üzere, Türkiye sanayi üretiminde sözün bittiği noktaya gelindi. Sanayi üretiminde geçen yıl Ağustos ayında başlayan düşüş süreci hızlanarak sürüyor. Sanayi üretiminde geçen yılın aynı ayına göre düşüş Ocak ayında yüzde 21,3 ile son 18 yılın en düşük
düzeyine indi. 2008 yılı son çeyreğine dair büyüme rakamlarına balkıdığında Türkiye yüzde 6,2 daralma ile dünya genelinde en fazla daralma yaşayan ikinci ülke olmuştur. Ekonomide yaşanan bu düzeyde bir daralma pek tabi ki işsizlik rakamlarında da kendini gösteriyor. OECD ülkeler içinde ikinci en büyük işsizlik oranına sahip Türkiye'de resmi rakamlara göre 3 milyon işsiz olduğu tespit edilmesine rağmen kayıt dışı ekonomi ve resmi rakamlardaki keyfi ayarlamalar düşünüldüğünde, gerçek işsizliğin çok daha vahim düzeylerdedir. Bu kara tabloyu “İşsizlik mevsimseldir” diyerek hafifsemiş gözükmeye çalışan Başbakan Erdoğan'ın aksine Türkiye ekonomisinin yaşadığı bu işsizlik sorununun önümüzdeki aylarda daha da derinleşeceği her gün kapanan fabrikalardan, indirilen kepenklerden anlaşılmaktadır. IMF'nin bile en iyimser halde yüzde 3,5 daralma beklediği 2009 Türkiye
Söz-20 ekonomisi, 2001'i mumla aratacak bir yıkımla karşı karşıyadır. Son verilere göre hem sanayi üretimindeki düşüş hem de kapasite kullanım oranlarının rekor düzeyde gerilemesi, krizde henüz dibin görülmediğini işaret ediyor. Kredi kartı borçlarındaki artış ve tüketimin göreli daralması krizin derinleşeceğini gösteriyor. Önümüzdeki dönem daha fazla derinleşecek kriz toplum genelinde açlık ve yoksulluğu yaygınlaşması ile birilikte toplumsal bir parçalanma getirmektedir. Her gün gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde okuduğumuz krize bağlı nedenlerle yaşanan cinnetler ve intiharlar karşısında “hamdolsun kriz bizi teğet geçti” diyen AKP hükümeti ekonomik krize karşı açıkladığı önlem paketlerinde emekçilerin ve yoksulların taleplerini görmezden gelmeye devam etmektedir. Çıkarılan önlem paketlerinin amacı esas olarak sermaye kesimine soluk aldırma olup; İşçiyi, emekçi, memuru, işsizi, öğrenciyi yani bütünüyle çalışma yaşamanı teğet geçmiştir. AKP hükümetinin 29 Mart öncesi yerel seçimlere yönelik popülist politikaları göz önüne alınırsa bu yaşadıklarımız iyi günlerimiz. IMF ile imzalanacağı apaçık ortada olan stand by görüşmelerinde “ilerleme” kaydedildiğine yönelik açıklamalar ve bir yıl boyunca verileceği tahmin edilen bütçe açığının % 30'unun Ocak ayında verilmiş olması krizin asıl faturasının 29 Mart sonrasına ertelendiğinin kanıtıdır. Görünen o ki, kriz bahaneli saldırılar önümüzdeki dönem daha da artacaktır. AKP hükümeti, seçim atmosferinin, buna bağlı olarak da oy kaygısının ortadan kalkması ile birlikte IMF'nin sermaye yanlısı politikalarını hayata geçirmede elinin rahatlayacağı düşüncesiyle hareket etmekte ve bilinçli olarak sürüncemede bırakılan IMF anlaşmasını, bir an önce imzalayarak, bir an önce hayata geçirmenin planlarını yapmaktadır. Bu antlaşma ile birlikte uygulamaya başlanacak sermayenin kriz politikaları çerçevesinde; kamu harcamalarında daha büyük kesintiler, çalışma yaşamında esnek ve güvencesiz çalışma koşularının yaygınlaştırılması, açlık sınırı altında ücretler, bölgesel
asgari ücret uygulaması, kıdem tazminatı yükünün azaltılması ve daha kitlesel işsizlik uygulamaları ile tüm topluma ekonomik ve sosyal alanda tam bir yıkım dayatılcaktır. Böylesi bir dayatma karşısında hükümetin, sürekli gönderme yaptığı “kitle desteğini” koruması zorlaşacaktır. Kriz politikaları ile kitle desteğini yitirmeye başlayan AKP, iktidarını koruyabilmek için baskı ve şiddet politikaları ile sözde demokrat liberal söylemden otoriter ve baskıcı geleneksel faşizan devlet çizgisini doğru kayacaktır. Bu anlamda önümüzdeki dönem toplumsal muhalefet güçlerini sindirmeye dönük şiddet politikalarının dozajı artırılırken; muhalefet güçlerini parçalamaya ve toplum genelinden izole etmeye dönük suni gündemler üzerinden provokatif girişimler yaşanabilir. Bu anlamda toplumsal muhalefetin bütün öznelerinin bu gelişmelere göre konum alması ve yaşanılması muhtemel saldırılara karşı hazırlıklı olması gereklidir. Yeniden Sınıf Mücadeleleri Kriz, aynı zamanda, öngördüğümüz gibi sınıf mücadelelerinde bir hareketlenmeye yol açmaya başladı. Henüz işin başında olduğumuz ve krizin etkisi bütünüyle hissedilmediği için bu sadece bir başlangıç. En belirgin örnekler şimdilik; krizin etkisiyle işsizliğin arttığı ve çalışma koşulların ağırlaşmaya başladığı Avrupa kıtasında ortaya çıksa da hızla tüm dünyaya yayılıyor. Dünya emek hareketinde oluşmaya başlayan bu hareketlenmelerden önümüzdeki dönem sınıf mücadelesinin sertleşeceği öngörüsünü yapanlar sadece Marksistler değil, aynı zamanda hakim sınıfın temsilcileridir. Tarih Bizi Tercih Yapmaya Zorluyor 2008 krizi, uzun yıllardır akla gelebilecek bütün yollarla zamansal ve mekânsal olarak ötelenip ertelenen ve bu bakımdan adeta artık denizin bittiği yerde patlak veren bir buhrandır. Ekonomik boyutunun yanında sistemin ideolojik ve siyasal hegemonya bunalımı olarak da yaşanan bu süreç büyük bir alt üst oluş dönemine işaret
etmektedir. Bu anlamda önümüzdeki dönem katı olan her şeyin buharlaştığı tam bir kaos aralığıdır. Egemenlerin hem kendi aralarında hem de ezilenler ile yaşayacağı büyük savaşımlara sahne olacak böylesi dönemler, tehlikelerin ve fırsatların yan yana durduğu tarihsel birer dönüşüm momentleridir. İşsizliğin arttığı, açlık ve yoksulluğun derinleştiği böylesi dönemler, sınıfsal çelişkilerin daha belirginleşmesi ile birlikte, bir yanıyla baskının ve şiddetin arttığı kaotik dönemler olsa da diğer yanıyla ezilenler açısından kendi alternatiflerinin yaratılmasının daha fazla imkân dâhiline girdiği dönemlerdir. Sınıfsal ayrışmanın daha hissedilir düzeyde yaşanması ile birlikte ezilenlerin mevcut sistemin hegemonyasından ayrışarak benzer tepkisellikler üzerinden ortak eylemlik sürecine girmesi, ortaklaşa deneyim ile birlikte sınıfsal aidiyetlerin belirginleşmesini sağlayacaktır. Bu süreç ezilenlerin kendinde sınıf olma halinden kendi için sınıf olma haline geçişini sağlayarak sınıf mücadelesinin tarihsel öznelerinin sahneye çıkmasını zorlayacaktır. Eskinin öldüğü ve yenin doğumun sancılarının yaşandığı böylesi dönemler, yeni yaratımının mayalanma alanları olarak tarihsel öznelerin ortaya çıkış anlarıdır. Sınıflar mücadelesi tarihi olan dünya tarihi böylesi dönemlere ve böylesi dönemlerde ortaya çıkan tarihsel öznelere şahit olmuştur. Gideni ve gelmekte olan anlayıp doğru anda doğru sözün eylemini üreten özneler tarihsel sürece damga vurmuş kuşaklar yaratarak, tarihsel izleği değiştirmiş ve ezilenler açısından yeni sayfalar açmıştır. Önümüzdeki dönem bütün şiddetiyle daha fazla yaşayacağımız bu büyük alt üst oluş döneminde, tarih hepimizi uysallık ile sorumluluk arasında bir tercihe zorlayacaktır. Ya uysallığı seçip kapitalizm yıkıntıları arasında kırıntılara razı olacağız ya da sorumluluğu seçip ayakta duracak ve ezilenlerle aynı safta geleceğe uzanarak yeni bir dünyanın doğumuna ebelik yapacağız. Mart 2009 ERGİN
Söz-21
"Bir Filistin vardı, bir Filistin gene var!" Filistin, direnişin onur, ölümün yaşam olduğu coğrafya. Abluka altında geçen, aşağılama, yoksulluk ve sefaletin beslediği inanç ile ayakta duran, kendi vatanında vatansız-mülteci ilan edilen insanların coğrafyası. Onlar adına, onlar için, onlarla birlikte söylenecek çok söz var ama herhalde silah dışında (“Tek yol var Filistin'e gider / O da tüfeklerin namlusundan geçer”- Kabbani )söylenecek hiçbir sözün aşağıda alıntılandığımız şiir kadar karşılığı olamayacak. Kazananların hâkim, kaybedenlerin de sanık olduğu bir düzende elbette direnenler suçlu kabul edilecek. Yasaların da katliamlara kılıf hazırlamak üzere hazırlandığı düşünülürse direnişler terör eylemi direnişçiler de terörist olduğu ilan edilecek. Bu nedenle hem Filistin topraklarında hem de direnişin filiz verdiği bütün topraklarda bir halk direnirken terörist kabul ediyorsa sözü hiç uzatmadan Nizar Kabbani'ye bırakmak en doğrusu olacak. Hele ki 12 yaşında evinin önünde babası ile birlikte öldürüldüğünde terörist ilan edilen Uğur Kaymaz'ların olduğu bir ülkede yaşıyorsak onurlu bir duruşun gereği olarak mazlumların yanında olduğumuzu ilan ederek, mazlumlar terörist, zalimler de demokrat-hümanist kabul ediliyorsa… Bizi terörizmle suçluyorlar: Savunuyoruz diye gülü ve kadını... ve kutsal dizeleri... ve masmavi gökyüzünü... Bir ülke ki boşaltılmış içi... Ne hava, ne su... Ne çadır, ne deve, Hatta ne de koyu Arap kahvesi!! ... Bizi terörizmle suçluyorlar; yazıyoruz diye harap olmuş bir yurdu ve parçalanmış, güçsüzleşmiş bir yurdun harabelerini... adresi olmayan bir vatan bizimki ve adı olmayan bir ulus ... Bir vatan ki bize gazete almayı yasaklar, yasaklar haber dinlemeyi. Bir yurt ki, kuşlarına yasaktır cıvıldayıp durmak. bir vatan ki, terör yüzünden bütün yazarları alışmış hiçbir şey hakkında yazmamaya. Bir vatan ki ülkemin şiirlerine benziyor, hepsi boşa laf, ritimsiz,
ve dışarıdan kopya, diyor Acem, sahtekar bir yüz ve dille: ne başı var, ne sonu, ne de insanların dertleriyle ilgisi, toprak ana ile insanlığın krizi arasında. ... Bir ülke ki... katılır barış görüşmelerine onursuz ve çıplak ayakla. ... Bir vatan ki, erkeklerin altına pislediği... kadınlara savunacak namusun bırakılmadığı. ... Gözlerimiz tuz dudaklarımız tuz kelimelerimiz tuz, bu kadar kuruluğu taşıyabilir mi bir benlik? Kısır Kahtan'dan aldığınız miras bu mu? Rastlanmıyor artık ülkemizde ne bir Muaviye'ye ne bir Ebu Sufyan'a Kalmamış “ HAYIR “ diyecek
kimse haramilerle yüzleşecek. Vazgeçtiler evlerimizden, ekmeğimizden ve zeytinyağımızdan, çevirdiler parlak tarihimizi tam takır kuru bakır bir kilere. ... Hayatımızda şiir de kalmadı, iffetimizi Sultan'ın yatağında kaybettiğimizden beri. ... Alıştılar bize, aşağılanmış halka. Kaplayınca şerefsizlik her tarafı, başka neye tutunur insan. ... Tarih kitaplarına bakıyorum Usame ibn el Münkit Ukba ibn Nafi Ömer ve Hamza ve Halid, Shem'i fetheden sürüleri yöneten. Bir Mutasım Billah arıyorum Kadınları tecavüzün ve ateşin gaddarlığından kurtaran. ... Asri adamlar arıyorum Gördüğüm ürkek kediler oluyor fakat,
Söz-22
kendi canlarının korkusuyla farelerin sultanlığında. ... Boğucu bir ulusal körlük mü bu? Yoksa renklere mi körüz? ... Bizi terörizmle suçluyorlar reddediyoruz diye ölmeyi İsrail buldozerleriyle, ki parçalayan topraklarımızı tarihimizi Kuran'ımızı Peygamberlerimizin mezarlarını. Eğer buysa günahımız, ne güzel şey bu terörizm. ... Bizi terörizmle suçluyorlar Reddediyoruz diye yeryüzünden kazınmayı Moğolların, Yahudilerin ve Barbarların ellerinde, bir taş attık diye Güvenlik Konseyi'nin camına, Sezarların Sezarı oradan istediğini aldıktan sonra. Bizi terörizmle suçluyorlar reddediyoruz diye kurtlarla masaya oturmayı bir orospuyla el sıkışmayı. ... Amerika, halkların kültürlerine karşı kendi kültürsüzlüğüyle. Uygarlaştırılanların uygarlıklarına karşı hiç uygarlığı olmayan Amerika, güçlü bir saray duvarları bile olmayan! ... Bizi terörizmle suçluyorlar Savunuyoruz diye ülkemizi tozun onurunu başkaldırdık diye insanların ve kendimizin ırzına geçilmesine. Koruyoruz diye, çöllerimizdeki
son palmiye ağaçlarını semalarımızdaki son yıldızları isimlerimizdeki son heceyi analarımızın memelerindeki son sütü. Eğer buysa günahımız, ne güzel şey bu terörizm. ... Ben terörizmden yanayım Kurtarabiliyorsa beni Rusya'dan gelen göçmenlerden, Romanya'dan, Macaristan'dan ve Polonya'dan. ... Filistin'e yerleştiler onlar, omuzlarımıza basıp çıktılar, çalmak için El Kudüs'ün minarelerini ve el Aksa'nın kapısını, çalmak için arabesk süslemeleri ve kubbeleri. ... Daha geçen yıl sokaklar yanıyordu milliyetçi ateşle taşıyordu nehirler gençlik ruhuyla. ... Fakat Oslo'dan sonra kalmadı artık tek bir dişimiz: kör ve kayıp bir halkız şimdi biz. ... Bizi terörizmle suçluyorlar savunuyoruz diye var gücümüzle şiir mirasımızı ulusal duvarımızı parlak uygarlığımızı dağlardaki kaval kültürünü kapkara gözlerimizi gösteren aynaları. ... Ben terörizmden yanayım kurtarabiliyorsa bir halkı zorbalardan ve zorbalıktan kurtarabiliyorsa bir insanı insanın acımasız mezaliminden geri getirebiliyorsa limonu zeytin ağacını ve götürebiliyorsa kuşları
Lübnan'ın güneyine gülmeyi de Golan tepelerine. ... Ben terörizmden yanayım kurtarabiliyorsa beni Yehuda Sezarından Roma Sezarından ... Ben terörizmden yanayım paylaşıldığı sürece Bu yeni dünya düzeni Amerika ile İsrail arasında yarı yarıya. ... Ben terörizmden yanayım bütün şiirlerim bütün sözcüklerim bütün dişlerimle ve bu yeni dünya düzeni bir kasabın ellerinde olduğu sürece. ... Ben terörizmden yanayım eğer ABD Senatosu temsil ediyorsa yargıyı dağıtıyorsa ödülü ve cezayı. ... Ben İrhab'dan (terörizmden) yanayım bu yeni dünya düzeni nefret ettiği müddetçe arabın kokusundan. ... Ben terörizmden yanayım bu yeni dünya düzeni boğazlamak istedikçe evlatlarımı köpeklere yedirmek için. ... İşte tüm bunlar adına Bağırıyorum gücümün yettiğince; Ben terörizmden yanayım Ben terörizmden yanayım Ben terörizmden yanayım... ... Nizar Kabbani
Söz-23
KADIN SORUNU TOPLUMUN VAROLUŞ SORUNU
“İki insanın ya da iki insani istencin böyle birbirine tümüyle eşit olması, yalnızca bir aksiyom (belit) değildir, aynı zamanda büyük bir abartmadır. İki insan, iki insan olarak bile, cinsiyet bakımından eşitsiz olabilir ve bu basit olgu bir an için çocuklaşırsak- bizi, toplumun en basit öğelerinin iki erkek olmadığına, tersine, üretim amacıyla toplumlaşmanın en basit ve ilk biçimi olan bir aileyi kuran bir kocacık ve bir karıcık olduğuna götürür.” Engels. Kadın olmak, belirli şeyleri açıklamak veya yaşamak için önemli bir konumdur ya da bir geçiş bölgesidir. Kadın olmak bunca kötülüğün, eşitsiz şartların ve onur kırıcı eylemlerin ortasında çok anlamlı bir bakış açısıdır. Çünkü kadın olmak sorumluluktur. Varoluşçular gibi, bu dünyadaki çarpıklıkları ben doğurdum, ben çoğalttım diyebilmektir. Ancak kadınlık bir kimlik gibi, erkeklikse bir oluş gibi algılanıyor toplumumuzda ve bu farklı söylem genellikle kadın cephesinden geliyor. Genellikle kadınlık tanımlanıyor ve erkeklik için “zaten
biliyoruz”culuğa kaçılıyor. Engels'in de dediği gibi toplum ne iki kadından ne de iki erkekten oluşuyor yani bu cinsiyetçi söylemin (iki taraf için de söylüyorum) belirli bir çıkış noktası yok. Bir ülkede; kadın hakları tartışması, erkekler arasında yapılıyorsa, partilerde meclise girecek kadın kotası varsa yani kadınlar zorunluluktan o koltuklarda oturuyorsa, kadınlar her alanda öne sürülüyor ve verilen imkânlar bir lütufmuşçasına başına kakılıyorsa, demokratikleşme çerçevesinde kadın bir model olarak kullanılıyor ve bundan da gurur duyularak bir reklam malzemesi oluyorsa, bu burjuva çerçevede olanlar halkın kadına bakış açısından (ahlaki değerler, türban, töre..vb) daha geniş bir bakış, hal, tavır ya da her ne ise değilmiş gibi görünüyor. Bunda, “erkek egemen toplumun” saçma sapan bahanelerini arayıp da sonunda karşı cinsi suçlu bulmak, bana, tamamen bir T.C. savcısı suçlamasını anımsatıyor. Şöyle açıklayayım; kadınlar köleleştirilmiş, sömürülmüş ve hemen her toplumda romantik hayalleriyle genç kızlık günlerini çabucak geride bırakmak zorunda bırakılmışlardır. Kadın düşüncesi bu karanlık çağlardan gelen gölgede kalmışlığıyla
gelişmekte zorlanmış ancak feminizmle birlikte ve sosyalizmin kadına bakış açısıyla bir filiz vermiştir. Engels şöyle der: “ Analık hukukunun çökmesi “kadın cinsinin” dünya tarihindeki yenilgisiydi. Erkek evde de yönetimi ele alıyor, kadın aşağılanıyor, uşaklaştırılıyor, erkeğin arzularının kölesi ve yalnızca çocuk yetiştirme aracı oluyordu. Kadının bu aşağılaştırılmış durumu, özellikle kahramanlık çağı ve daha çok da klasik çağ yunanlılarında açıkça görüldüğü gibi allanıp pullandı ve gözlerden gizlendi. Erkeklerin artık kurulmuş olan tartışmasız egemenliğinin ilk etkisi, o sırada ortaya çıkan ataerkil ailenin ara biçiminde kendini gösterdi.” İşte ataerkil aileden sonra olanları da aşağı yukarı biliyoruz. Doğuda kadının İslamiyet gölgesine girmesi ve “gözde” iken “namus” olması. Batıda ise kilisenin baskıları, alt sınıflardaki “ahlaki düşkünlük” durumları ve sosyalist kadın çerçevesinden kadın hareketleri… Tüm bunlar yani kadının toplumdaki yeri, yurdu veya yersizliği hep bir ideolojiye hizmet etmiş veya etmekte, etmiyorsa da gelecekte kesin edecek gibi görünmektedir. Çünkü kadın başta da söylediğim gibi üreticidir. Çocuğuna söylediği ninni ile
Söz-24
bile onun bilinçaltına girer, ahlaki doygunluğunu sağlar, ona toplumdaki kimliğini, yerini, hangi dilde, hangi tonda, nasıl konuşması gerektiğini, kolayca acıklı türküleri ile fısıldayıverir. Kadın özellikle doğuda hep erkeğinin gözüne bakan, pasif ancak anlamlı bir ağırlığı olan kimsedir. Genellikle bu kadın konusu açıldığında tüm katılımcılar “bizim ailede baba otorite gibi görünür ama aslında bu annedir, anne her istediğini yaptırır” cevabı verirler. Bu cümlenin kendisi kadar masum bir toplumsal zihniyetten kaynaklanan bu çelişki, kadın ve ahlak açısından hoşa giden ancak sonrası gerçekten çetrefil bir konudur. Kadının istediğini yaptırması mı meseledir burada yoksa toplumun erkekten beklediği otorite boşluğunun yeniden toplumdan beklenmeyecek bir ikiyüzlülükle kadına yüklenmesi midir? Bu sorunun cevabı ancak bu feodal bağlarımızla gururlanmalarımız bittikten sonra verilecektir. Konu feodal bağlara ve ahlaki dönüşüme gelince, Türkiye'de erkek bir an duraksar. Bunu suçlamak için söylemiyorum. Sonuçta hepimiz bize öğretilen, öğretilmeyen, anlatılan, anlatılmayan hikâyelerin içinde yaşamaya çalışıyoruz. Davranışlarımıza uydurulan kalıpların mankeni oluyoruz. Ama Türkiye'de kadın sorununa (!) değinen
erkeklerin, “feodal bağlarımızdan kurtulduk”çu tutumları hep bir ikiyüzlülükmüşçesine katlanılmaz oluyor. Bence bu bağlardan kurtulmamalılar ya da kurtulsalar bile böyle bir tutumla sergilememeliler. Sonuçta belirli bir doğu erkeğinin bakış açısını incelemek istiyorsak ve bu bakış açısında kadının yerini arıyorsak, bu feodal beylerle neler yapabileceğimizi görmeliyiz. Elimizdeki malzemelerle çarpık da olsa bir tartışma ortamı kurduktan sonra belleğimizi siler, kadın-erkek ilişkisini olması gereken yerine yerleştirebiliriz. Bu her bakımdan daha olanaklı ve mücadeleci bir öneridir. Çünkü coğrafyamızın durumu ortadadır. Bu yazıya kadın sorunu diye başladım ama aslında bu toplumun sorunudur. Bir kadının üzerine alamayacağı kadar eski, köklü ve kadın dışı bir sorundur. Konunun orijinalliğinden kaynaklanan birçok art
ısı da vardır -her toplumda kadın sorunu vardı, sözleşmiş gibi bir evrensel cinsiyetçilik sevdasıdır gidiyor ki her iki cinsiyette de mutlak olarak var bukonu sıkıntısı çekmiyor insan: endüstri ve işçi sınıfı içinde kadın, doğuda kadın, İslamda kadın, haremde kadın… Örnekler çok, kitaplar ve makaleler eşliğinde de çoğalıyor. Ancak şunun farkına varamadık bir türlü, kitaplarda ele alınanların tümü yine erkekler. Toplumun cinsiyeti erkek mi? Bu coğrafyada yaşayan birinin içselleştirdiği bir durum bu: cevabı verilemeyen, cevabı verilirse bu yazının yazılmasına gerek olmayacak bir toplumun boş aydınlarının ağzında sakız olmuş bir soru. Bu soruya cevap vermek bence kadına bir hakarettir, sorunun sonuçlarıyla savaşmaksa, çağımızda, bir onurdur. burcu
Söz-25
TARİHTEN YAPRAKLAR bir dönem; bir olay “Şapka Kanunu” Özgürlük, yaratılıştan ya da başka bir kabule göre varoluştan bu yana,her zaman için yaşam mücadelesinin en asli unsuru olmuştur.Çünkü insanoğlu bu değerini doğa üstü unsurlardan,doğalın ötesinden ve hatta algının da ötesinden almaktadır.Tarih,Spartaküsle köleliğe başkaldırmış,Kawa ile zulme direnmiş,Hallacı Mansur ile inancını haykırmıştır.Bu mücadelelerin
kanunu. İşte nutuktan ve farklı kaynaklardan Birkaç bölüm: “Baylar, ulusumuzun, giymekte bulunduğu ve bilisizliğin, aymazlığın, bağnazlığın, yenilik ve uygarlık düşmanlığının simgesi gibi görülen "fes"i atarak, onun yerine, bütün uygar dünyanın kullandığı şapkayı giymesi ve böylece, Türk ulusunun uygar toplumlardan anlayış yönünden de hiçbir ayrılığı olmadığını göstermesi gerekiyordu.
ardından nice 'asi',nice özgürlük savaşçısı dar ağacını boylamıştır.Fakat dar ağaçlarının boy gösterdiği kimi isyanlar,kimi susuşlar kimi olaylar vardır ki işin aslını sadece tarihe çıplak bir gözle 'özgürce' bakabilenler görebilir. Sizinle paylaşmak istediğimiz mevzu, daha ayrıntılı çalışmalar gerektirdiği ve ilk adımda hacim olarak belli bir sınıra uymak zorunda olduğumuz için yorumdan ziyade ilk etapta göze çarpanları paylaşmayı daha sağlıklı bulduk. Konumuz, cumhuriyetin ilk yıllarında boy gösterip 'farklı' bir özgürlük ve çağdaşlık algısını oturtmaya çalışan istiklal mahkemeleri ve şapka
Bunu, Takriri Sükûn Yasasının yürürlükte bulunduğu sırada yaptık. Bu yasa yürürlükte olmasaydı yine yapacaktık. Ama, buna, yasanın yürürlükte oluşu da kolaylık sağladı denirse bu, çok doğrudur. Gerçekten, Takriri Sükûn Yasasının yürürlükte bulunuşu, kimi gericilerin kamuoyunu geniş ölçüde ağılamasına meydan bırakmamıştır. Gerçi bir Bursa milletvekili, bütün yasama görevi boyunca hiçbir zaman kürsüye çıkmamış ve hiçbir zaman Mecliste, ulus ve cumhuriyet yararlarını savunmak için bir tek söz bile söylememiş olan Bursa milletvekili Nurettin Paşa, yalnız şapka giydirilmesine karşı uzun bir
önerge vermiş ve bunu savunmak için kürsüye çıkmıştır. Şapka giyilmesinin, "temel haklara, ulusal egemenliğe ve kişisel dokunulmazlığa aykırı işlem" olduğunu savlamış ve bunun, "halka uygulanmamasını sağlamaya" çalışmıştır. Ama, Nurettin Paşa'nın, ulus kürsüsünden coşturabildiği bağnazlık ve gericilik duyguları; en sonu birkaç yerde ve yalnız birkaç gericinin, İstiklal Mahkemelerinde hesap vermeleriyle söndü”. (Nutuk; bordosiyah yay. Syf. 666-667) Her şeyden önce istiklal mahkemelerinin kuruluş ve işleyişi ne derece hukuki ve verdiği karalar ne derece adildir? Halkın, bu toprakların savunucusu, kurtarıcısı olan, bu topraklar ve değerleriyle bütünleşmiş olan halkın, tüm kültürel öğelerini bir anda silip atma çabası içerisine giren ve bu niyetle darağaçlarını sıralamaktan çekinmeyen bir düzene bu halkın ne derece bağlı olması beklenir. Ve bu bağlılık medeniyetin ve ilerlemenin kılık ve kıyafete indirgendiği bütün tarihsel geleneklerin yok sayıldığı bir düzene ne derece zorunluluk olabilir! Başka bir ifadeyle böyle bir yaşamı kabul etmemek nasıl bir suç olarak algılanabilir? Mustafa Kemal Paşa, Panama şapkasıyla Kastamonu'da yaptığı konuşmada istiklal mahkemelerinin asıl amacını ve bu halkın değerlerinden koparılması için nelerin göze alındığını dile getirmiştir,işte o konuşmadan çok kısa bir kesit: ...Uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir” demişti, “onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları
Söz-26
tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız!.. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim...” (K. Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi, İstanbul 1981, X, 67) Atatürk'ün de dile getirdiği gibi bu uğurda bazı kurbanlar verilecektir. Bu yasaya şapka kanuna muhalif olan, muhalif olmadığı halde sırf şapka bulamadığı için takamayan, aslında şapkanın sadece bir batı taklitçiliğinden ibaret olduğunu düşünen ve daha farklı düşünceleri yüzünden nice insan darağacını boyladı. İşin garibi fotoğrafta görülen 1921 meclis açılışında şapka takmayanlardan kaçının cezalandırıldığı da bilinmemektedir. Yalnız Şapka Kanunu'na muhalefetten cezalandırılan insanlardan göze en çarpanı şüphesiz ki İskilipli Atıf Hoca olmuştur. Atıf hoca
şapka kanunundan önce yayınlanan bir kitabı yüzünden şapka kanununa muhalefetten idam edildi. oysa bize öğretilen kanunların geriye yürümezliği ilkesiydi, yani çıkarılan bir kanunun geçmişteki olaylara uygulanamamasıydı. İşin hukukiliğini tartışacak olursak bir yere varamayacağımız kesin. Çünkü bu tartışmaya istiklal mahkemelerinin hukukiliğini tartışmakla başlamak gerekir. İşin hukukiliği bir yana medeniyet adına tam anlamıyla nasıl bir kıyım yapıldığı ve bu kıyımın nasıl medeniyetle bağdaştırıldığı irdelenmesi gereken çok önemli bir husustur. “Medeni” bir ülke olma yolunda hiçbir şeyden taviz vermeyen bir ülkede gayet demokratik gayet hukuki bir tavırla, dilekçe vererek bu kanuna tepkilerini göstermek isteyen insanların üzerine makinalı tüfekle
ateş açıldığını biliyoruz. Şapka giymek istemeyen kişilerin vilayete dilekçe vermeye gittiklerinde üzerlerine makineli tüfekle ateş açıldığı… Erzurum'da idam edilen 30 kişi… (http://www.radikal.com.tr/haber.php ?haberno=163238) Görüldüğü gibi kısa iki üç alıntı bile, bugüne kadar tak yanlı anlatılan diğer görüşlerin ya yok edildiği ya da mahkûm edildiği bir döneme bakışta çok ciddi bir algı sarsılmasına yol açabiliyor. Üstelik bu dönem bir tabu olarak kabul edilip bütün düzenin üzerine inşa edildiği bir dönem. Uygarlık ve medeniyet zihinlerin aydınlanması ile olur, kültürlerin yaşatılması, değerlerin korunup kollanması, insan onurun yaşatılması, insana değer verilmesiyle olur. Akıllara durgunluk veren medeniyet yolculuğunda yaşananları böyle küçük ve dikkat çekmeyen örnekler üzerinde bundan sonraki sayılarda da tartışmayı ümit ediyoruz. kadim
Söz-27
BAHAR "Ve cellat uyandı yatağından bir gece, tanrım dedi; ne zor bilmece , öldükçe çoğalmakta adamlar, bense tükenmekteyim öldürdükçe."
Bu topraklar, ağıtları halaylar eşliliğinde söyleyen halkaların binlerce yıldır yarattığı birikimle, umudun inancın eksik olmadığı kardeşliğin topraklarıdır. Bu topraklarda baskı zulüm hiç eksik olmadığı gibi karşısında “ferman padişahın, dağlar bizimdir” diyen yiğitleri de halkın öfkesi, sesi, umudu, isyanı olarak hep var olmuştur. Bütün doğu halklarında olduğu gibi bu topraklarda da baharın çok özel bir anlamı vardır. Her renk çiçeğin bir arada açtığı, toprağın bereket olduğu, güneşin umuda durduğu, yeniden doğumun, dirilişin yeni günün adıdır bahar. Baharın adının bir başka anlamı daha vardır bizim için. Bahar başka bir hayatın, başka bir yaşamın, büyük hayallerin, büyük umutların peşinde koşan devasa gencecik yüreklerin ebedi olduğu dönemdir aynı zamanda. Bu topraklar gencecik devrimci yiğitlerini en çok bahar ayında yitirmiştir. Ağıtlar yakmış, türküler yazmış ve ardından halaylarla isyanı, umudu, ateşi büyütmüştür. “deniz'in…… bileklerine kelepçe düşmüş mahir'in o dağ yüreğine tarifi imkansız sızılar, ölüme sayılan günler özgürlüğü sayılsın diye yola düşen Mahir” 30 mart 1972'de Kızıldere'de tohum oldu. Ardından gelecek Mahirlere kök oldu.
Bugün içinde ateş kırıntısı olan herkes için ortak bir dava olan Filistin'in adı dahi bilinmezken Filistin'deki direnişin neferi olan, son nefesine kadar birlikte yaşadığı bütün halkları uğrunda ölecek kadar çok seven Denizin, Yusuf'un Hüseyin'in adı da bir bahar günü 6 Mayısta tarihe kazındı. Bugün bile adı hala egemenlere çok büyük korku salan, yaralı yakalandıktan sonra günlerce, aylarca işkenceye rağmen “ser verip sır vermeyen” büyük bir yiğit olarak 18 Mayıs'ta ölümsüzleşen İBO da baharın isyanını büyüten kahramanlardan biri oldu. Bu yiğitlerin ardından çok söz söylendi; söylenmeye de devam edecek. Bu topraklarda değil ama Latin Amerika'da başlayan ve bütün dünyadaki isyancı ruhun adı olan Büyük Devrimci Komutan (Comandante CHE) Guevara'nın, ölümün, büyük bir isyanı, ruhu, toprağa düşen bir tohum misali daha da güçlendirdiği ve derinleştirdiğini gösteren sözleri, ardından bu yolda yürüyenlere bıraktıkları mirası anlamak için çok değerlidir. "ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi" CHE GUEVARA Bahar sadece yukarda saydığımız devrimci önderlerin ölümsüzleştiği dönem olduğu için değil heyecanların isyana döndüğü mevsim olduğu için de önemlidir. Koca bir halkın esaretten uyanışının kutlanması aynı zamanda
yeni günün, yeniden doğumun kutlanması da baharın örgütlendiği günlerden biridir. Adı İşkencehane olarak anılan Diyarbakır zindanlarında sayısız ve ölçüsüz işkenceye rağmen inancından bir an bile tereddüt etmeden, yeni günde 21 Mart Newroz gecesi ardında üç kibrit çöpü bırakarak bir isyanın sembolü olan Mazlumun, Çağdaş Kawa'nın ateşinin, bir halkın özgürlük ateşi haline dönüştüğü bayram olan Newroz da baharın en renkli, coşkulu, ateşli isyanının adı olmuştur. Ve bütün dünyada emekten özgürlükten adaletten yana çarpan yüreklerin, bütün dünyayı alevlere sardığı, güneşli güzel günlerin müjdeleyicisi 1 Mayıs Dünya Emekçi Bayramı. Baharı kutlamaya çağırıyoruz; ağıtlarımızla halaylarımızı kurduğumuz baharı… haydi diyoruz, bütün dünyada olduğu gibi, burada da ezilenlerin ezenlere karşı savaşında, bugün her zamankinden daha inançlı ve güçlü bir ses olmak, seslere ses katmak için, kıvılcım olmak ateşi daha da büyütmek için, bir taş olmak barikatı büyütmek için, yüreğimizi alıp, hayallerimiz alıp umudumuzu alıp Bir Mayısta, emeğin, onurun, kavganın bayramında, tohumu çatlatmak yeni filizin habercisi olmak adına sokaklarda baharı kutlamaya.
GÖÇ YOLLARI Söyleyin dağlara rüzgara Yurdundan sürgün çocuklara Düşmesin kimse yılgınlığa Geçit vardır yarınlara Göç yolları Göründü bize Görünür elbet Göç yolları Bir gün gelir Döner tersine Dönülür elbet En büyük silah umut etmek Yadigar kalsın size Yolverin kanatlı atlara Sürgünden dönen çocuklara Ateşler yakın doruklarda Geçit vardır yarınlara Dağılsak da göç yollarında Yarın bizim bütün dünya
SÖZ
sözümüz var