SAYI:02
2
Merhaba, Dünyanın ucunda bir gül açılmış Efil efil esen yele merhaba Karanlığın sonu bir ulu şafak Sarp kayadan geçen yola merhaba Gün be gün yüreğim ulu yalımda Engel tuzak kurmuş bekler yolumda Zulümlerde işkencede ölümde Bükülmeyen güce kola merhaba Acıda kahırda çekmiş geliyor Güneşten boşanmış kopmuş geliyor Bir ışık selidir, sökmüş geliyor Nazım usta, coşkun sele merhaba Alınacak Anadolu'nun öcü Yerde kalmayacak çekilen acı Açıldı geliyor şafağın ucu Şu doğdu doğacak güne merhaba Selam olsun dört bir yana merhaba Akan kana düşen cana merhaba Hesap sorulacak güne merhaba Türküler söyleyen dile merhaba
İçindekiler
Kardelenler Diyarında Bir Ceylan ..............19-20
Özgürlük ve Adalet Arıyoruz ...........................3
Garipoğlu, Garibanın Oğlu ve Frank
Öğrenci Hastanesi ...........................................4-5
Sinatra .............................................................21-22
Barın(ama)ma Sorunu ........................................6
Lan Para Bu Dünyada Beni Mahvettin.
Yarına Pencereden Bakma Gafleti ....................7
Öbür Dünyada Karşıma Çıkma ........................23
İçinden Bağıra Bağıra Şarkı Söylemek ........ 8-9
Kadın Sorunu .......................................................24
Munzur Babaya Mektup .................................10
Sinemada Anti-Faşist Figürler .....................25-26
Avrupa'da Su Isınıyor ................................11-12
Bu Sistem Nasıl Doğdu ......................................27
Nasıl Bir Döneme Doğru İlerliyoruz ........13-14
Tarihten Yaprak: Ey Şarklı,
Söz ve İsyanın Rengi ........................................15
Köylü Batılı Ol, Bu Bir Emirdir ....................28-29
Yeniden Merhaba ........................................16-17
Kanka Biz 26 bin Edirneli Öğrenci
Üniversiteliden Muhtıra ..................................18
Ne Yapıyoruz................................................. 30-31
Su Yayıncılık adına sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü: Erman CAN İletişim: İstiklal Caddesi Rumeli İşhanı No: 88/18 Beyoğlu - İstanbul 0212 252 44 90 Baskı: Mattek Matbaaclık GMK Bulvarı Akyol İşhanı 83/23 Maltepe / Ankara Tel: 0312 229 15 02 E-posta: sozumuzvar@yahoo.com facebook.com/soz Hesap Numarası: İş Bankası Mithatpaşa Şubesi Erman Can 4228 0918632
3
Özgürlük ve adalet arıyoruz. Her 17 saniyede 1 çocuk yeryüzünde açlık yüzünden ölüyor. Ne kadar olağan değil mi. İçimizde belki sadece küçük bir yürek sızısı olan bu haberi biraz düşününce her gün 5082 çocuk sırf yiyecek un dahi bulamadığı için ölüyor. Ve bu sayı her geçen gün artıyor. Bazıları ise günlük 25000 dolarlık menülerle yemekler yiyor ve yemediğini de çöpe döküyor. Brezilya'da amazon nehrinde susuzluktan kaynaklı kitlesel balık ölümleri yaşanıyor ve bu oksijensiz kalacak kitlesel insan ölümlerinin habercisi. Doğa bizden intikam alıyor. Eskiden suyu parayla satın almak hayal ürünüyken, yakında oksijeni de satın alacak duruma geliyoruz. Dünyaya 50 yıllık bir ömür biçiliyor. Buna rağmen 5-10 yıl para kazanmak için ormanları, dereleri yok edenlerin, siyanürü toprağa verenlerin yasaları yapılıyor. Türkiye'de işsizlik sayısı 5 milyon 287 bin yani Türkiye'de çalışabilecek nüfusun %19.4'ü işsiz. Bunların önemli bir kısmı da üniversiteli işsiz. Bu, 2009 için geçerli olan rakam, hükümetin açıklaması: 2010, 2011… her geçen yıl bu sayı artarak devam edecek. Birçok yeni üniversite açıldı, bölümlerin kontenjanları arttırıldı. Üniversite, işsizlere diploma olmaktan başka bir işe yaramıyor. Bilimin adı okunmuyor. Birilerinin çocuğu ise babası cumhurbaşkanı olduğu için mısır tüccarı, babası bakan olduğu için yumurta kralı oluyor. Ülke büyük bir iç savaşa doğru gidiyor. Ceplerine 500 tl sokulanlar
vatan-millet diyerek silah sıkıyor. Askere giden tek göz oda, sıvasız evlerin çocukları, evlerine bayrağa sarılı tabutla dönüyor. Başbakanın oğlu ise babadan “çürük” olduğu için askerliğini Amerika'da yapıyor “harç”lığı ile 3 milyon dolarlık gemi alıyor. “Har(a)ç” ödeyemeyen çocuklar ise okullarını bırakmak zorunda kalıyor. Bayramda çocuğuna bayramlık alamayan baba “lan para beni mahvettin” diyip intihar ediyor. Demokrasi diye kendini yırtanlar, sandıktan çıkan bir partiyi ABD'nin kuklası diyerek aşağılayanlar, başbakanın saatlerce Obama ile görüşüp yoldaşlık yapmasını büyümek, chp'nin önemli adamı “analar ağlarsa ağlasın” diyen Onur Öymen ile mhp'nin önemli adamı Bülent Bölükbaşı'nın NATO elçisi olmasını tecrübe diyerek cilalıyor. Bu aşağıladıkları partiyi terörist diyerek kapatanlar, 14 yaşındaki CEYLAN'ın koyunlarını otlatırken asker tarafından öldürülmesine ağızlarını açmayıp, tepki verenleri orduyu yıpratmakla suçluyor. Her geçen gün daha da yalnızlaşıyoruz, yalnızlaştırılıyoruz. Ekonomik sisteme hakim olan ilkeler, yaşamak için öldür diyen rekabet kuralları günlük yaşamımıza girmiş, ilişki tarzımızın da kuralları olmuş durumda. Lisedeki en sevdiğimiz sıra arkadaşımızla, yarış atı gibi birbirimize karşı kızıştırılarak büyütmüşler. Paranın egemen olduğu bu düzende arkadaşlık, dostluk, dayanışma
çıkara dayanmış durumda. En kötüsü de ruhumuzu çalmışlar, çoğumuzu anti depresanlara mahkum, içi boşaltılmış kadavralara dönüştürmüşler. Her gün televizyonda, gazetelerde ve günlük yaşamımızda gördüğümüz bu haberler o kadar sıradanlaşmış ki, insanlığımızı yitirmek üzereyiz haberimiz yok. Her birimiz her gün içi boşaltılmış yalanlarla avutuluyoruz. Dipsiz bir kuyu içinde, küçük bir iğne deliğinden gösterilen ışıkla kandırılıyoruz. Çıkışı olmayan, çaresiz, umutsuz bir yaşama mahkum edilmek isteniyoruz. Bunlara katlanmak zorunda değiliz, başka bir dünya mümkün, insan hayalleri ile yaşar ve onların peşinden koşar diyenlere aptal, bu çürümüş yaşamı değiştiremeyiz, katlanmalıyız diyenler akılcı, mantıklı olarak kabul ediliyor. Ve bizler, susuz kalmış bir ağacın suya ulaşabilmek için kök uzatması gibi, veya her tarafı betonlaşmış bir zeminde küçük bir çatlakta canlının-otun bitmesi gibi ruhumuzu, insanlığımızı arıyoruz. Kendimiz için, hepimiz için özgürlüğü ve adaleti arıyoruz. Özgür ve adil bir gelecek için savaşmaya SÖZÜMÜZ VAR.
4
Öğrenci Hastanesi Sen , uyumsuz öğrenci kulaklarını aç , iyi dinle..Evet zorlu öss maratonundan sonra nihayet bir üniversiteye yerleşebildin. Kural 1: Kayıt zamanı harç parası vereceksin Kural 2: Yurtta kalmak bedava mı? Tabi ki onun içinde para vereceksin Kural 3: Bu önemli aşamalardan sonra eline okul yönetimi tarafından bir broşür verilecek. Sana bir sürprizimiz var, bu broşürde ne anlatıyoruz biliyor musun? Cevabı şu: Sonuçta sen yeni bir şehre geldin, yeni bir okuldasın, kısacası yeni bir hayata adım atılıyorsun ve biz sana hatalar yapmayasın, kötü yollara sapmayasın diye rehberlik yapmakta gönüllü oluyoruz. Sürprizimiz şu: '' ORYANTASYON'' yani uyum programı… Yemedik, içmedik senin ve arkadaşların için böylesine güzel , işine yarayacak bir pusula hazırladık.Sana içeriğinden biraz bahsedeyim: İlk önce fakültelere göre günler ayarladık. Sen birinci gün; okulu, okulun kütüphanesini gezeceksin. Daha sonra bando eşliğinde marşlar söyleyeceksin. İkinci gün; hocalarınla tanışacak, onlardan güzel nasihatler dinleyeceksin. Hocaların sana önce kendini tanıtacak, sonra okul ve üniversite yaşamından bahsedecek. Zararlı ve yararlı kantinleri, ortamları anlatacak. Üçüncü gün; arkadaşların ve hocalarınla Anıtkabir' e gideceksin (sanki tek başına yolu bulamazmışsın gibi). Tabi ki bu üç günlük program senin iyiliğin için ,hata yapmaman için… AAA unutmadan şunu da ekleyeyim: bu uyum programının %80' ine katılmak zorundasın. Eğer eğitimin süresince bu programı tamamlamazsan, başarısız sayılacak ve diplomanı alamayacak yani mezun olamayacaksın.
Bu arada belki sana yurt çıkmamış olabilir ve kalacak bir yerin de olmadığı için bu programa katılamayabilirsin . Ama endişelenme! Misafir öğrenci olarak yurtta kalabilirsin , tabi ki belli bir ücret karşılığında !!! Şunu ekleyelim: Biz bencil insanlar değiliz! Yani sizden başka diğer öğrencilerimizi de düşündük. Uyum programı şimdilik birkaç üniversitemizde mevcut ama yine aynı amaçlar eşliğinde bu uyum programını bir alternatif olarak diğer üniversitelerimizde “ÜNİVERSİTE YAŞAMINA GİRİŞ” adlı zorunlu bir ders koyduk. Şimdilik bu program ve derslerin hukuki bir dayanağı yok ama endişelenme bir çaresini bulur bunu da hallederiz!... Evet sevgili ve de değerli öğrencimiz; yemiyor , içmiyor senin için çalışıyoruz!…''DİYOR YÖNETİMİMİZ… Kimimiz için iyi, kimimiz için kötü ama şurası kesin ki birilerinin işine gelen uyum programını bir de öğrencilerden dinleyelim: SORU 1: EY UYUMSUZ ÖĞRENCİ! UYUM PROGRAMINDAN HABERİN VAR MI? KURBAN 1: Evet haberim var ama kimsenin umurunda değil. KURBAN 2: Evet haberim var ve bence uyum programı çok yararlı bir şey. Çünkü arkadaş bulmamı sağladı. KURBAN 3: Evet haberim var ama ben bu programa katılmadan da arkadaş bulabileceğimden eminim. Yani bu konuda arkadaşa katılmıyorum. KURBAN 4: Evet haberim var ve bu benim sinirimi çok bozuyor. SORU 2: PEKİ NEDEN BÖYLE DÜŞÜNÜYOSUNUZ? KURBAN 1: Yaşadıklarımdan ve çevremde ki insanların tepkilerinden kaynaklı… Çünkü gerçekten kimsenin umurunda değil.
5
KURBAN 2: Ben çok çekingen bir insanım, kendi başıma arkadaş bulmakta zorlanıyorum. Örneğin; Anıtkabir'e giderken yanımdaki arkadaşla samimi olduk. KURBAN 3:Birinin benim pusulam olmasını istemem! Ben yolumu kendim bulurum. Birinin zorla yaptırdığı bir şeyi benimsemem. KURBAN 4: Benim mezun olabilmem için bu programın %80'ine katılmak zorunlu. Ben bu bölümü tercih ederken bundan haberim yoktu. SORU 3: UYUM PROGRAMINA KATILDINIZ MI? KATILDIYSANIZ BİZE BİRAZ BUNDAN BAHSEDER MİSİNİZ? KURBAN 1 : Umrumda bile değildi , katılmadım KURBAN 2: Katıldım benim açımdan güzel oldu. Okulun bahçesinde bando eşliğinde bir tören yaptık. Hocalar bize okuldaki olaylara karışmamamız için yararlı bilgiler verdi. KURBAN 3: Katılmadım, katılmayı da düşünmüyorum zaten. Bunun yararlı bir şey olmadığı anlaşılınca zorunlu olmaktan kaldırılacaktır. KURBAN 4: Katılmadım. Ankara'ya geldiğimde kalacak yerim yoktu. Yurtta dört bininci yedeklerdeydim. Misafir öğrenci olarak da kalamadım eve geri döndüm. SORU 4: UYUM PROGRAMI UYUMSUZLAR İÇİN KULLANILAN BİR YÖNTEMDİR. AKIL HASTAHANELERİNDE VE CEZA EVLERİNDE HASTALARI VE SUÇLULARI ISLAH ETMEK İÇİN KULLANILIYOR. SİZCE BİR ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİSİNİ NEDEN UYUMSALLAŞTIRMAK İSTESİNLER VE BUNU ZORUNLU KILSINLAR? KURBAN 1: Muhtemelen bireylere tek tek bir şey yaptırmanın zorluğundan dolayı, kendi fikirlerini toplu bir şekilde empoze etmeye çalışmışlardır. KURBAN 2: Uyum programının akıl hastanelerinde ve ceza evlerinde uygulandığından haberim yoktu. Biz üniversiteye hazırlanırken sosyal hayattan biraz uzaklaştık. Şimdi geldiğimiz bir yer ise üniversite, sosyalleşebilmemiz için bize yardımcı oluyorlar ve aynı zamanda dışarıdaki tehlikelerden korumaya çalışıyorlar. KURBAN 3: Demek ki bizi de hasta ve suçlu olarak görüyorlar ki bu programa tabii tutuyorlar. KURBAN 4: Zaten benim sinirimi bozan şey tam da bu. Ben uyumsuz muyum ki beni uyumlu kılmaya çalışıyorlar. Bana deli gömleği giydirilmeye çalışılıyormuş gibi hissediyorum.
SORU 5: SİZCE BÖYLE BİR UYUM PROGRAMININ KAYNAĞINDA ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİSİNİ TEHLİKELİ OLARAK GÖRÜYOR OLABİLİRLER Mİ? EĞER ÖYLE GÖRÜYORLARSA BU NE GİBİ BİR TEHLİKE? KURBAN 1: Tabi olabilir. Beni zaten çok ilgilendirmiyor. Ben nasılsa katılmadım. KURBAN 2: Tehlike olarak görmüyorlar hatta her fırsatta geleceğin bize ait olduğunu söylüyorlar ayrıca bence tehlike olarak değil güvence olarak görüyorlar. O yüzden de tehlikeden uzak tutuyorlar. KURBAN 3: Demek tehlike olarak görüyorlar ki hastalara ve suçlulara uygulanan bir yöntemi bize de uyguluyorlar. Çünkü onların her dediklerinin doğru olmadığını algılayacak bir duruma gelmemizden korkuyorlar. KURBAN 4: Ben bir üniversite öğrencisiyim ve sorunlara kafa yoracak imkana sahip insanlardan biriyim. Ben üniversite yaşamına dahil olmadan önce, beni böyle bir programa tabii tutup uysallaştıracaklarını düşünüyorlar ama ben ne uyumlu olacağım ne de uyuyacağım… FATMA, EYLEM
6
BARIN(AMA)MA SORUNU Türkiye 'de biz üniversite öğrencilerinin yaşadığı sorunlardan biri olan barınma sorunu giderek büyüyor. Anayasada sosyal hukuk devleti ilkesine göre düzenlenmiş olan eğitim hakkına bağlı olarak barınma hakkı asgari bir biçimde bile uygulanmıyor. Halbuki alış-veriş, elektrik, su, telefon ve doğal gazdan alınan vergilerde eğitime katkı payı vergisi de veriyoruz. 2004 yılında devlet yurtlarında barınma oranı %44 iken bugün üniversite öğrencilerinin %82' si devletin sağlaması gereken barınma hakkından yararlanamıyor! Sizce bu eğitime ayrılan bütçenin ne kadar önemsendiğini ortaya koymuyor mu? Kısa vadede çözülemeyecek bu sorun ile ilgili maalesef devletin hala hiç bir çözüm planı bulunmamaktadır. Özellikle de üniversitelerin kontenjanlarının arttırılmasına bağlı olarak Türkiye'nin bir çok yerinde ciddi anlamda yurt sıkıntısı yaşamaktayız. Örneğin; Kütahya'da yeni kayıt yaptıran öğrencilerin bir çoğu aylarca 70-80 kişilik personel odalarında süründürüldü. Antalya Meslek Yüksel Okulunda 110 öğrenci barınma sorunu ve maddi imkansızlıklardan dolayı kayıt
yaptıramadı. Ankara'da 9000' e kadar yedek öğrenci listesi vardı ve bunun ancak 3 bine yakını yurda yerleşebildi. Yurtta kalamayan öğrenciler 2-3 kişi bir araya gelip ev tutmak isteyince bu sefer de ev kiralarından kaynaklı ev tutmakta zorlanıyorlar. Kalacak yer bulamayan bu kadar fazla öğrenci olması doğal olarak ev kiralarına da yansıyor. Tabi bunda ev sahiplerinin öğrenciye karşı fırsatçı yaklaşımı da etkili oluyor. Şu ana kadar değindiğimiz kısımlar yurda yerleşemeyenler açısından yaşanan sorun idi. Ancak sorun yurda girmekle bitmiyor ki! Yurtta ki öğrencilerin insanca yaşabilmesi için gerekli asgari şartlar dahi sağlanamamaktadır. 30 kişiye bir duş düşmesi temizlik ihtiyacını gidermek için bir öğrenci için sıkıntılar yaşatmaktadır. Birçok yurtta yemekler soğuk çıkarken yurtların önemli bir kısmında da yemekler kötü çıkıyor. Personel açığı yurtlarda yaşanan sıkıntıların önemli nedenlerinden biri. Genel olarak yurtlara askeri kışla mantığı hakimdir. Giriş ve çıkışlar sırasında her yurt yönetmeliğinde yer alan düzenleme hem de giriş-çıkışları kontrol eden görevliler dolayısı ile öğrenciler sıkıntı yaşamaktadı r. Bugün artık kanıksanmış olan parmak izi uygulaması sadece cezaevlerind
e uygulanabilecek insanın özüne yönelik yapılmış bir saldırıdır. Disiplin yönetmeliği başta kadın öğrenciler olmak üzere tüm öğrencilerin özgürlüklerini engellemektedir. Ayrıca yurt tüzüğünde çağdışı olarak her türlü siyasi görüşe karşı olunduğu belirtilmesine rağmen, faşist demekte bir sıkıntı görmüyorum ülkücümilliyetçi görüşlere göz yumulmaktadır. Bu görüşü taşıyan kişiler neredeyse Türkiye'nin bütün yurtlarında birçok öğrenci için ciddi sıkıntı yaratmaktadır. Birçok arkadaşımız okuduğu kitaptan giyimine, saçından sakalına kadar yurt yönetiminin müdahalesine uğramaktadır. Yurt yönetimin müdahale etmediği durumlarda da faşist dediğimiz bu öğrenciler kendilerine misyon edinip öğrencileri zor durumda bırakmaktadır. Güvenlik görevlilerinin bizim güvenliğimizi değil yurttaki eşyaları ve malzemeleri koruduğu açıktır. Yurtta kalan öğrenciler için bunlara katlanmanın tek nedeni alternatifsiz olmasıdır. Ancak unutmamak gerekir ki sahip olduğu bir hakkı kullanırken bu sıkıntılara katlanmak zorunda değildir. Tek başımıza bir çözüm bulamayacağımız da açıktır. Buna rağmen bu sorunu çözmek yine bizim elimizdedir. Maalesef bireysel olarak kimseye şikayet etmekle ya da dilekçe vermekle de çözülmeyecektir. Yapabileceğimiz en güzel şey yurt yaşantısında karşılaştığımız bu sorunlara karşı birbirimizi yalnız bırakmamak ve sorunlara karşı birlikte hareket edip birlikte tavır almaktır. ÖZGÜN
7
YARINA PENCEREDEN BAKMA GAFLETİ 'Yarın' 'gelecek' 'zor günler'… Of! Ne kasvet verici kelimeler… Gelgelelim kaçınılmaz. Çok zor olmasa gerek gidişatı kestirmek. Kahin olmaya gerek yok ama hüsnükuruntuya da luzüm yok. Bu kestirimden kasıt kuyruk acısı diye tabir ettiğimiz tedirginlikten bağımsızdır. Şükür ki sömürü niyetleri olmayan yolun yolcularıyız. O yüzden rahatız ve tedirginlikten uzaktayız. Tedirginlik geçmişi karartanların, çıkarları için halka, hakkını arayana darbeler vuranların işidir. Bu ayrıntıda amaç somutu görebilmek hikayeden uzak. Evet hikaye dediğimiz mesele bir şekilde herkesin konuştuğu ya da herkesin bu tartışmalarla meşgul olması gerektiğine inandırılan konular. Sunidir ancak herkesin konuşması için don lastiği misali uzatılır ve her yerde karşımızdadır. Sunidir. Çünkü bu gerginliğin uç noktalarına bakalım nasılda anı gelince domuz topu gibi bir olmasıdır.
A.B.D daimi ittifaktır. Mesele anayasal kimlik sorunu olunca ırkçılık damarları kabarır, Türklüğü kimseye bırakmazlar. Bir ülke için temel noktalarda birbirlerinden farkları yoktur.Nedir mesela sağlık, eğitim, güvenlik hakkı gibi… Bunca noktalarda ortak olan hiçbir ikili yüz esasen birbirine muhalif olmazlar. Kendini muhalefet olarak ilan edenler resmen iktidara hizmet eden iktidarın ortaklarıdır. Şimdiye kadar bahsedilenlerin yarın kelimesiyle bağdaştığı nokta tam da burada çünkü sapla samanı ayırt etmek lazım. Bazı soruları sorabilmemiz için. Yoksa kendimizi oyunun kurallarına göre konuşulması gerekenlerin içinde hedefi kaymış bir oraya bir buraya savrulan bireyler olarak buluruz. Kimsenin derdi değil yarın nasıl olacak biz geleceğe onurlu ve dürüst yaşam adına bişey sunabiliyoruz mu, asgari çerçevede de olsa insani ihtiyaçlarını karşılayabiliyor muyuz? Aksine bize bırakılan her geçen gün
daha kirlenmiş, insan olmaktan uzak, çıkarı uğruna babasını bile tanımayacak duruma gelme anlayışıdır. Durduğumuz her an bu anlayışa hizmet ediyoruz, yarını kendi ellerimizle boğuyoruz. Bana ne deyince de yırttığımızı zannediyoruz ya en zavallı halimizde bu işte. Sen şu parkta sende şu parkta oyna diyecekler bizim bana ne diyenler de savrulur giderken aman parktayız ya işte diyecekler, ne içler acısı ama değil mi? Burada 3 ihtimalli yol yok. Ya madem gelecek bizim yarın bizim biz özne olacağız ya karışmıyoruz böle şeylere diyeceğiz ya da olması gereken budur diyeceğiz. Şu son ikiyi ayrık gibi tutmak doğru değil. Kendine göre olması gerekeni tayin eden sisteme karışmamak olması gereken budur demekten hiç de farklı bir durum değil. Fark kendi geleceğini, kaderini tayin etmek. Sondayız artık bunu anlamak gerek. Bu kendi istemediğimiz bizi oraya buraya savuran kaderin yaratıcılarının neler yaptığını gözden geçirirsek neden sona geldiğimizi anlamış oluruz. Darbeler, vurgunlar, topyekun savaş ilanları... Şimdi temizi oynuyorlar, oynamak zorundalar çünkü unutturmalılar kirli yüzlerini. Bunları da görüyorken tek alternatifin geleceğini temiz tutmak isteyenlerin elinde olduğu artık aşikardır. Ya hayatı pencereden izleyeceğiz hiçbir zaman içinde olmayacağız ya da yaşamı anlamlı kılan onu yaşayabilmektir; izlemek değil diyerek yaşamın öznesi olacağız. MİRAÇ
8
İÇİNDEN BAĞIRA BAĞIRA ŞARKI SÖYLEMEK Odasının penceresini açtı. Gri filmleri andıran Ankara'nın kirli havasıyla olabildiğince ciğerlerini doldurdu. “Ohh!” dedi. Gözü karşıdaki sisli minareye takıldı, hafifçe gülümsedi. Bu gri, melankolik Ankara'nın sonbaharında okula gitmek kimi zaman huzur verici onun için, kimi zaman sıkıntı vericiydi. Lavaboda saçlarını taradı, bonesini taktı, yengesinin doğum gününde aldığı toprak kahverengi başörtüsünü bağladı. Odada yatan arkadaşını kaldırmayı düşünmeden, kaçar adımlarla merdivenlerden indi. Yapmaktan hoşlandığı ender şeylerden biriydi yurttan dışarı çıkmak. Ama bu kısa mutluluk, okulla yurdun arasına sıkışıp kalmıştı. Her zamanki gibi ürkek hareketlerle güvenliğin yanında herkesin görebildiği kuytu köşede işportacıdan aldığı bir saç yumağını başörtüsünün üzerine özensizce yerleştirdi. Bu saç yumağı kimi zaman ona cesaret veriyordu. İçindeki ürkekliği atıyor, umursamaz tavırlara büründürüyordu. O gün okulda çok kalmadı. Yemekhanede yemeğini yedikten sonra yavaş adımlarla, kısa sürecek bu küçük huzuru uzatmayı düşündü. Akşam biraz tv izledikten sonra, yatağına uzandı. Geçmişini düşündü,
hayaller anımsadı. Küçükken babasından duyduğu “ceylanım” sözü kulaklarında yankılandı. Biraz büyüyüp, vücut hatları belirginleşmeye başlayınca, babasıyla olan ilişkisi baba-kız ilişkisinden yabancı bir ilişkiye dönüşüvermişti. Aksine annesi bu süreçte kendisine daha çok yakınlaşmış, adeta ona kendi yaptıkları hayatı öğreten bir öğretmen rolünü almıştı. Ona bir hanım hanımcık kız olmayı, en ince detaylarına kadar anlatmış, asla kırmaması gereken çerçeveyi kalın çizgilerle çizmişti. Elif, daha hayat ne anlamadan, anlamak istese de anlamazdı zaten, hayatı böyle öğrenmişti. Bir kere çok ağlamıştı, babası “Kızım, Kuran kursuna yatılı yazdırdım seni.” deyince… “Ben gitmem ben ÖSS' ye hazırlanıyorum, babamın derdi bu örtüyse, ben bunu onun için değil, kendim için takıyorum, ibadetlerimi kendim için yapıyorum, tek derdi benim bozulup, ona layık olamayacağımsa merak etmesin, ben ondan daha çok inanıyorum.” demiş, annesinden azarı yemişti. Galiba çok ağlamsından dolayı, çok da ısrar etmemişler bu konuda, ÖSS' ye hazırlanmasına izin vermişlerdi. O zaman ailesinin bu kararından sonra onlara minnet duymuş, ama çok sonraları bunun ne kadar manasız bir minnet
olduğunu anlamıştı. ÖSS' yi kazandığında babasının suratındaki o kaygılı, mutsuz ifade daha dün gibi aklındaydı. Kimi zaman “Babam beni sevdiği için bu kadar baskıcı düşünüyor.” dese de bu içinde babasına karşı olan, ergenliğe girdiğinden beri gelen, bu saf, temiz kini engellemiyordu. O zamanlar babasının kaygılarını yine, “Ben başörtümü, ibadetimi kendi inancım doğrultusunda yapıyorum, sizin istediğiniz için değil.” diyerek biraz örtbas etmeye çalışmıştı. Ailesinin de bu durumu artık kabullenmesiyle, kuş misali rahatladığını zannetse de, daha kayıtlarda yaşadığı sorunlar, aslında ailesinin baskıcı tutumunun ne kadar masum olduğunu, belki de buradakilerin yanında bir hiç olduğunu düşünmesine itmişti Elif'i… *** “Bazıları gitmek ister ya, ben kaçmak istiyorum, kaçıp kaybolmak…Ama sadece istersin, yapamazsın, korkarsın, belki de bırakamazsın bir şeyleri, birilerini. Ben neden korkarım ki, neyi bırakamam ki? Hani böyle küçük şirin köyler vardır kendi hayallerini yaşarsın orada başkasının hayallerini değil. Sen çok güzelsindir, tabi güzel olunca değerlisindir. Herkes peşindedir. Köyün kızları sana imrenir, kadınları seni metheder. Sonra en yakışıklısıyla, en iyisiyle evlenirsin. Zaten o köyde de vardır öyle biri. Derdin olmaz sanki hiç orada, hep mutlusundur sanki. Hayat işte bu diyorum bazen. Sonra komik geliyor, salak mısın diyorum kendi kendime. Hayal bunlar hayal, kırılmaya bile değmeyen. Hayaller küçük olunca güzel galiba, biraz büyünce avuçlarının içinde kalıyor.” Esin beni dinliyor musun? Elinde telefonu, muhtemelen yeni çıkmaya başladığı çocukla mesajlaşıyordu. “Hı hı, evet dinliyorum.” “Kızım, bu çocuk bana sardı ya, ben bunu çok sevicem galiba.”, gülümsedi Elif, “Haydi bakalım” dedi pek de ciddi olmayan bir tavırla. Az önce anlattıklarını düşünmeden “Ben etüd salonuna
9 gidiyorum, sen de gel” dedi. Esin'in “ben de geliyom birazdan” demesini tam duymadan çıktı odadan.“Aman, ben kime ne anlatıyorum, çakma Leyla!” dedi içinden sinirlice. *** Bu yurt ona samimi gelmezdi. Doğru düzgün dertleşebileceği kimse yoktu ona göre. Bütün kızların derdi, ya da sadece onların derdi “Hangi çocuk bana yazdı, ben ona yazmadım kızım, o bana yazdı.” meseleleriydi. O yüzden her şeye rağmen bunalınca, yeni sevgili adaylarıyla mesajlaşan arkadaşlarıyla muhabbet ederdi. Dinlemediklerini bilirdi, ama “Daha bir çiçeğe derdimi anlatacak kadar da yaşlı değilim.” diyerek gülerdi, umursamaz gibi yapardı. *** -“Off, Elif ders iptal, hoca gelmeyecekmiş”. Bunu duyunca sabahın köründe kalkmasına morali bozuldu daha çok. “Biz kantine iniyoz, gelsene sen de.” diye bağırıyordu Canan merdivenlerden inerken… “Yok ya işim var benim” dedi bağırdı ama Canan'ın bunu duyup duymadığını takmadan. Bir işi yoktu ama, kantinde kafasının üzerinde duran o peruğa rahatsız rahatsız bakan insanlar görmek istemiyordu. Lafa gelince “Ben özgürlükçüyüm abi!” diye hava atanlar, bu görüntüye tahammül edemiyorlardı sanki. Diğerlerini biliyordu zaten, kabullenmiş onları, “Yenildim, yenildik
galiba.” diye düşünmüştü, hala da bu düşüncesi değişmemişti, değişeceğine dair de bir umut taşımıyordu. “Hasan, duvarları dinamitle mi kolay yıkarsın, su sızıntısıyla mı?” Hasan donakaldı “ Napacan duvarı, dinamiti?” “Politik damarım kabardı da, kafede oturalım mı biraz.” daha lafını bitirmeden Hasan “Olur” dedi. “Hayat deyince insanın aklına özgürlük gelmiyo mu?”. “Ama herkesin hayatı farklı olunca herkes kendine özgür oluyo değil mi?” diyerek tamamladı Hasan. “Soruma, soruyla cevap verme.” diyerek takıldı Elif, gülüştüler. “Akşam sinemaya gidelim mi, Ceren'le, Hatice de gelecek”. Gülümsedi yine “Benim derdim öyle bir ben olmuş ki, kimsenin umurunda değil, senin de umurunda değil Hasan.” dedi içinden. Kalktılar sonra, okula yaklaştıklarında sloganları duydular. Bir grup öğrenci IMF'yi protesto ediyorlardı. Elif yanlarından geçerken hafif tedirgin oldu, bende katılsam mı acaba diye düşündü. Orada bu düzene isyan eden gencin ateşli çığlıkları hoşuna gitmişti. İçinden bir kaç slogan attı, hala kararsızdı gösteriye katılıp katılmamakta. Sonra başörtüsü geldi aklına. O kuytu, herkesin bakış açısını alan yere doğru yürüdü kalabalık polislerin arasında. Ağlamak üzereydi. “Neden katılacakmışım ki?” dedi. Onlar benim için ne yaptılar, kaç tanesi benim özgürlüğüme sahip çıktılar, destek
versem onlara garipsemezler mi beni, bu garip! görüntüyü? Hızlı adımlarla turnikelerden geçti, başını kaldırmadan yürüdü. Ama hala bu çelişkiler yumağı kemiriyordu aklını. Neden benim için de yapmadılar bunu, yaptılarsa kaçı destek verdi. Özgürlük hepimizin değil mi? Hepimiz özgür değil miyiz? Gözleri doldu kendini kabullenememelerine, başındakinin altında ezilecek gibi hissetti bir an. Adımları yavaşladı, günlerdir dinlediği o şarkıyı içinden haykırıyordu sadece,
“Arzu duymaz yokluğa, çırılçıplak yalnızlığa, yazarım adini. Geri gelen sağlığa, gecen her tehlikeye, Yazarım ben adini, yazarım. Bir sözün coşkusuyla, donuyorum hayata, senin için doğmuşum, haykırmaya. Ey özgürlük!” SOSA
10
MUNZUR BABA'YA MEKTUP Sevgili MUNZUR BABA, Nasılsın, iyi misin? Beni sorarsan bende durumlar pek iyi değil. Şimdiye kadar çok ayrı düştük ama hiç arayıp sormadım, bir mektup bile yazmadım, kusura bakma. Evet bu sana yazdığım ilk mektup, muhtemelen de sonuncusu. Nereden başlayacağımı bilemiyorum. En iyisi direkt söylemek. Bize bıraktığın emanete, Munzur suyuna sahip çıkamadık, bilesin. Nehre 8 adet baraj yapıyorlar; hatta ilk baraj su tutmaya bile başladı ve biz elimiz kolumuz bağlı, yargıdan çıkacak karara bel bağlamış durumdayız. İtiraf etmek gerek ki galiba kendimizi oyalıyoruz. Sana bizden hayır yok, yalnız başınasın. Düşman çok güçlü, BABA. Suya 8 tane 125 metre yüksekliğinde duvarlarla set çekiyorlar. Askeri, polisi, koca koca şirketleri… Hangi birine yetesin bilemiyorum. Hatta öyle ki sanki o inşaat mühendislerinin hiç başka işi yokmuş gibi Kocatepe barajıyla Kocatepe HES(hidroelektrik santral) arasındaki 15 km'lik mesafede Munzur suyunu tüneller ile taşıyacakları için vadi tamamen kuru yatak haline dönüşecek. Anlayacağın mühendisler de onlardan yana. Alimin ilmi olmadan zalimin zulmü olmuyor. Onlar da bunun farkında. Gerçi biz de boş durmuyoruz. Bazı kimliği belirsizlerimiz baraj şantiyesinde araçları yaktı, fotoğrafını da zarfa koydum. İstanbul' da köprüde eylem de yaptı bir grup; ama polis erken davrandı, istenilen etkiyi yaratamadı.
Mitingler de düzenledik binlerin katılımıyla bu sene ama çok geç kaldık. Laf aramızda daha geçen sen bile Ankara' da Kolej meydanındaki eylemde bir avuçtuk, emanetin çoğumuzun umrunda bile değildi, bilesin. Biliyorum soruyorsun. Çok mu zor, binlerce kişiyiz, Çevre Bakanlığı binasını işgal etsek ya da o 125 metrelik sete omuzla bile yüklensek yıkarız. Ya da çok mu zor, başını ABD'li Stone and Wabster International' in çektiği konsorsiyumdaki bütün şirketlerin binalarını yekle bir etmek. Yapamaz mıyız bunları meşe ormanlarımız, dağ keçilerimiz, kekliklerimiz için, kültürümüz için? Biliyorum soruyorsun bize bunları. Yapamıyoruz işte MUNZUR BABA, yapamıyoruz. Elektrik üretimi Türkiye' nin yıllık üretiminin %1 ' inden az olan, baraj gölünün iklimi ılımanlaştırmasından dolayı yağış rejimini değiştirip tarımı bitirecek olan, 37-38 ' de katliamlarla, 94 ' de köy boşaltmalarla yapılamayanı yapmak dışında hiçbir amacı olmayan barajlara karşı sesimizi çıkartamıyoruz. Çaresizliklere seyirci kalma, olup bitenden kendini sorumlu tutmama zamanlarında yaşıyoruz. Dağlarımızda siyanürle altın da arıyorlar. Suyumuz da havamız da artık çok kirli. Biz kirli havaya da suya da alıştık da meşeler, tilkiler, ceylanlar ve diğerleri çok muzdarip. Zaten yıllarca dağlarda kör kurşunlara hedef olmaları yetmiyormuş gibi bir de zehirlenmeye başladılar. Sağda solda yazdık çizdik “Bakın burada 1518 çeşit bitki var, 43 çeşidi Munzur dağlarına, 227 çeşidi Türkiye ' ye özgü!” diye ama ya biz duyuramadık ya onlar duymadı. Tarihimize, kültürümüze de sahip çıkamadık. Ne yaşı küçültülerek idam sehpasına
çıkartılan Seyit Rıza'nın ne de yaşı büyülterek idam sehpasına çıkartılan oğlu Resık Hüseyin'in ne de diğer binlerce ölülerimizin hesabını sorabildik. Katliamlara karşı sesimizi gür bir şekilde çıkaramadık, mazlumların acıları yüreğimizin tozlu raflarında yerini aldı. Hatta on binlerce insanımızın ölümünü meşru gören bir zihniyetin partisine yıllarca oy verdik, onun kalesi olduk. İşin garibi gerçekleri de onlar bize söyledi, biz bu zamana kadar fark edemedik. Ama eminim sen bize gerçekleri söylemiştin, Munzur'un her bir damlasını çıkardığı o fısıltılarıyla, rüzgarın her uğultusuyla ilham olup türkülerimizin, masallarımızın, efsanelerimizin bir köşesinde eminim ki sen bize anlatmıştın geçmişi,savaşı, yıkımı, sürgünü, ölümü…Biz onları da anlamadık.Korudun da bizi yıllarca padişahlardan, beylerden… Sana borçluyuz namusumuzu da, yiğitliklerimizi de… Kimi zaman siperimiz oldun kimi zaman elimizdeki silah. Kimi zaman da saklandık sessizce dağlarında. Bugün hala farklıysak, aynılaştırılamadıysak senin sayendedir. Bunca fedakârlıklarının altından kalkması çok zor, kalkamayacağımızı da biliyoruz. Ama ihanet ettik ya; barajlara, siyanüre, zulme karşı bir olamadık, çaresizlikle bakındık durduk yıllarca, sesimizi son ana kadar çıkaramadık ya iflah olmayız bundan sonra. Suların senin oralara ulaşmasına az kaldı. İstedim ki herkesin çaresizliği seyrettiği, sorumluluğu hep başkalarına yüklediği şu günlerde, cesareti kırılmış, umutsuzluğa mahkûm da olsa senin acını çeken ve seni özleyecek olan birileri olduğunu bil. Elbet türkülerimizde hep yaşayacaksınız; ama biz de hayırlı evlat olamamanın utancıyla bir ömür yaşayacağız. Bu ayıp da bize yeter. Kendi adıma özür dilerim. Murat
11
AVRUPA'DA SU ISINIYOR Avrupa'da gençlik hareketleniyor. Almanya ve Avusturya'da 80'i aşkın üniversitede işgal ve boykotlar yaşanıyor. Bu birçok kişiye göre Almanya ve Avusturya'daki 68 sonrası en büyük hareketlilik. Almanya ve Avusturya'da yaşanan bu işgal ve boykotlarla birlikte Avrupa'daki huzursuzluk daha da dikkat çekmeye başlıyor. Bu huzursuzluk son 4-5 yıldır Avrupa'nın etrafını saracak şekilde genişliyor. Son 4-5 yılda ortaya çıkan isyanlara bir göz attığımızda; Fransa'da göçmen isyanı… 2005 sonundan 2006 yılı başlarına kadara devam eden bu isyan polisten kaçarken bir elektrik trafosuna girmeleri sonucu iki göçmenin ölümü ile başladı. 1200'den fazla aracın, ulaşım araçlarının, okulların, devlet dairelerinin yakıldığı bu isyanda göçmenler özellikle de kendi yaşadıkları banliyölerde devletin yaptığı ayrımcılığı artık kabul
edecek sınırlarının kalmadığını protestoları ile göstermeye çalıştı. Fransa'da öğrenci gençlik isyanda. Fransa'da 2006 yılında hükümet tarafından düzenlenen “yeni iş yasası”nı protesto etmek için öğrenci sendikaları tarafından sayısı 100 binleri bulan lise ve üniversite öğrencisinin katıldığı büyük eylemler örgütlenmişti. Benzeri protestolar 2007 ve 2008 yılında da yaşandı. 2008 yılında da İtalya'nın birçok üniversitesinde mevcut hükümetin yürürlüğe sokmaya çalıştığı eğitimde özelleştirme kararnamesi İtalya'nın birçok önemli üniversitesinde işgallerle ve boykotlarla protesto edildi. 2008 yılında Yunanistan 15 yaşında bir çocuğun, polisin açtığı ateş sonucu ölmesi haftalarca kontrol edilemeyen büyük bir isyana neden oldu. Bu isyanla dayanışmak adına da Avrupa'nın birçok yerinde bulunan yunan konsoloslukları ve büyükelçilikleri o ülke gençliği
tarafından işgallerle ve eylemlerle protesto edildi. Bu isyan uzun süre kontrol edilemedi. Bu sene de ölüm yıldönümünde benzer görüntüler yaşandı. Polis isyanı kontrol edebilmek için 160'tan fazla eylemciyi gözaltına almak zorunda kaldı. 2009 Aralık ayında Danimarka'da Dünya İklim Zirvesi'ni protesto etmek için ve 100 bin'den fazla insan, kapitalizmin ekolojik dengede yarattığı tahribatı protesto etmek ve çevresel yıkıma karşı hükümetlerin önlemler almasını sağlamak için bir araya geldi. Ama özellikle de Danimarka insanının hiç alışık olmadığı bir düzeyde bir müdahale ile karşılaşıp 1500'den fazla gözaltı oluştu. Son olarak 2009 AvusturyaAlmanya da son yılların en büyük gençlik isyanına sahne oluyor. 80'e yakın üniversite işgal edilmiş durumda. İşgallere konu olan talepler; hâlihazırda ücretsiz olan eğitim-öğretimin paralılaşmasıharçların gündeme gelmemesi, demokratikleşme ve daha fazla söz hakkı, baskıcı eğitim sisteminin ortadan kalkması, öğrenciler tarafından belirlenebilen esnek ders programları, üniversitede herkese eşit şans tanınması, sınavsız giriş sistemine devam edilmesi vs. Avusturya ve Almanya'daki isyan uzun süre devam edeceğe benziyor. Yukarıda değindiğimiz bütün bu isyanların hepsi için ayrı ayrı uzun uzadıya değerlendirmeler yapılıp gerekçeler sunulabilir. Örneğin üniversitelerde yaşanan isyanların 1998-99 BOLOGNA SÜRECİ ile başlayan
12
üniversitelerdeki dönüşümün birer yansıması olarak üniversitelerden verilen tepki olarak okumak pekala mümkün ve doğrudur. Ancak sorun bunu kapsayacak şekilde ve başka sorunları da hesaba katan bir bakışla anlaşılabilir. Fransa, İtalya, Yunanistan, Danimarka, Almanya, Avusturya Avrupa'nın çeşitli bölgelerinde son dönemlerde bu kadar isyanın yaşanması neyi gösteriyor. Şu soruları sormak kaçınılmaz görünüyor. Geçmişten var olmayan çelişkiler ve geçmişte var olmayan talepler mi böylesi bir hareketliliğe yol açıyor. Yoksa bu talepler ve çelişkiler daha belirgin bir hale mi dönüşüyor. Bütün bunlar başta Avrupa'da yaşanan ve bütün dünyayı saran büyük ekonomik kriz'den bağımsız m?. 2009 yılı son ayları itibariyle Yunanistan iflas
ettiğini açıklamış durumda. Yunanistan gençliğindeki patlamada bu krizden kaynaklı huzursuzluğun da etkisi yok mu. Veya Danimarka'da polisinin özellikle de bu dönemde Danimarkalıları şaşırtan bir şekilde 1500'den fazla insanı gözaltına alması tesadüf mü? Ekonomik krize uzun uzadıya girmek yazının amacını aşar ancak şunu söylemek de gerekecektir. Bugün yaşanan ekonomi kriz henüz sonuçları öngörülemeyen bir kaosa doğru evriliyor. Birçok uzmanın büyük 1929 buhranından daha büyük olduğunu söylediği bu krizin damgasını vurduğu 2009 İMF/DB İstanbul toplantısında İMF başkanının söylediği bu söz herhalde meselenin vahameti açısından oldukça çarpıcıdır.
“İşsizliğin bu kadar yoğun arttığı bu dönemde 2010 savaş yılı olabilir.” Avrupa'daki gençlik için de artık mevcut sisteme dair güven iyice azalıyor. Avrupa'daki gençlik için gelecek gittikçe kararıyor ve bu karanlığa karşı yavaş yavaş bütün bir Avrupa'yı kapsayacak şekilde her fırsatta öfkesini kusmaya başlıyor. Böyle bir dönemde de bu isyanlar daha büyük isyanların habercisi öncü sarsıntılara benziyor.
13
NASIL BİR DÖNEME DOĞRU İLERLİYORUZ Türkiye'de gençlik hareketleri açısından son yılların sessiz dönemlerinden birini yaşıyoruz. Bunca yoğun çelişkiye, bunca geleceksizliğe rağmen oldukça durağan. Bu durum gençliğin tepkisizliğinden de kaynaklanmıyor. Hatta bu dönem için gençliğin arayışının arttığını, kendi dünyasında daha da canlandığını ancak kendini var edecek kanallar bulamadığı için de sistemin tıkanıklığı içinde hapsolduğunu söyleyebiliriz. Avrupa'da özellikle yaşanan ekonomik kriz ile birlikte gençlik açısından su ısınmaya başlıyor. Son birkaç yılda avrupa'yı saran birbirinden bağımsız isyanlar yaşanıyor. Son olarak Avusturya ve Almanya'da 80'i aşkın üniversitede işgal ve boykot var. Peki bizim memlekette neler yaşandı. Ve önümüzdeki dönemde neler yaşanabilir. Bizim memlekette 2000 sonrası yaşanan gerileme ve şuan ki sessizlik hesaba katılırsa umutvar olmayı sağlayacak önemli eylemler dahi mevcut. Her şeyden önce doğuda kürt bölgelerinde yaşananlar üzerinde küçük de olsa bir değerlendirme yapmak gerekiyor. Aksi halde Avrupa'ya hapsolmuş bir bakış olmaktan kurtulamayan ve kendi ülkesindeki yabancı bir yaklaşım olacak. Doğuda kürt bölgelerinde kendi özgül talepleri ile harekete geçen gençliğin yıllardır verdiği mücadele Avrupa'da henüz hiç yaşanmamış durumda. Bununla birlikte isyanlar sürekli ve inatçı bir şekilde devam ediyor. İsyan, gerek en azından bize yansıdığı kadarıyla özellikle Diyarbakır Dicle ve Van Yüzüncüyıl üniversitelerinde boykotlar ve sokaklara taşan eylemlerle gerekse de iktidar aygıtlarının öğrenci soruşturmalar, ceza davaları ve bunların yetersiz kaldığı durumlarda ki bunlar çok sık yaşanmakta bizzat polisin cezasız kalan infazları ile birlikte
devam ediyor. Bunlar dışında televizyonlar tarafında sürekli “kullanılan çocuklar” diye verdiği gencecik ortaokul ve lise çağındaki gençlerin verdikleri mücadele. Şuan dizilerde izlediğimiz cezaevlerini (parmaklar arasında, bu kalp seni unutur mu) bizzat bu çocuklar doldurmuş durumda. Yunanistan'da yaşanınca sempati ile karşılayan güneydoğuda olunca bunlar büyüyünce terörist olacak diyen anlayış kırılmadığı sürece buraları doğru kavramak mümkün olamayacak. Doğu kürt bölgeleri ile ilgili bu değerlendirmeden sonra bu sene yaşanan ve önümüzdeki döneme dair umutlu olmayı sağlayan bir iki örneğe bakalım; Örneğin 2009 yaz dönemindeki Harç eylemleri bu umudu besleyebilecek önemli verilerden biri. 2009 yaz döneminde hükümet öğrencilerin tatilde olmasından yararlanarak üniversite harçlarını % 8 ile % 500 arası bir oranla arttırdı. Birinci öğretim zamları % 8 ile sabitlenirken ikinci öğretimlerin durumu % 500'e kadar varabiliyordu. Yaz dönemi olmasına rağmen birçok şehirde kısa sürede örgütlenen birçok eylemden sonra zamların görüşüleceği günde de önemli sayıda öğrencinin Ankara'da bakanlar Kurulu'nu protesto etmesi sonucu zam oranları bütün fakülteler için % 8 olarak sabitlendi. Öğrencilerin önemli bir kısmının evde ailelerinin yanında olduğu da hesaba katılırsa önemli bir deneyim ve önemli bir kazanımdı. İşin bir diğer önemli kısmı ise bu mücadele sırasında kendilerini örgütsüz olarak ifade eden öğrencilerin sorumluluk alıp örgütlü öğrencilere göre daha heyecanlı olmasıydı. Bu durum şuan sorumluluk alacak imkan bulamayan öğrencilerin yaşadıkları bir çelişkiye karşı kendilerini ifade edecek alanları
yakaladıklarında sorumluluk aldıklarını bize yeniden gösterdi. 2009 İMF/DB protestoları gençlik açısından önemli bir deneyimdi. Bütün dünyanın takip ettiği bir toplantıya damgasını vurdu. 2009 ekimde bütün ensesi kalınların, emperyalistlerin katıldığı bu toplantıda Erdoğan'ın ilk gün, “sokağın sesine kulak vermek lazım” diyerek oynamaya çalıştığı oyunu da teşhir eden
protestolardı. Evet, sokağın sesine kulak vermek lazımdı ve sokaktan gelen ses hiç de Erdoğan'ın hoşuna gidecek bir ses değildi. Sokaktaki ses İMF'nin ve Dünya Bankası'nın yeryüzünde insanlık için nasıl bir felaket olduğunu iki gün boyunca İstanbul'un her yerinde kontrol edilemez bir şekilde haykırıyordu. Özellikle de bu sistemin en büyük taşıyıcısı olan bankalara yönelttiği tepki hem Erdoğan için hem de yönetenler açısından korku vericiydi. Gençlik bir kere söz söylemeye başlayınca heyecanı ve öfkesiyle yönetenler için nasıl bir tehlike olduğunu gösteriyordu. Hemen bu dönemde böyle bir eylemin iki gün boyunca İstanbul'u saracak bir şekilde örgütlenebilmesi bizim için yine umutlu bakmayı gerektirecek önemli bir neden. Bu örnekler yakın dönemimizde yaşanan ciddi örnekler. Bunlar dışında gündemimizde çok yer almadığı için müdahale edemediğiz ve henüz solla
14 yeterli olarak buluşamayan bir iki örneğe de bakalım. Zira bu örnekler önümüzdeki dönemde çözülemeyecek sorunlar olduğu için muhalefet açısından ciddi potansiyel barındıran ve doğru işlenebildiği takdirde muhalefeti geliştirebilecek örnekler. Solcu muhalif gençliğin sahiplenmediği katsayılarla ilgili Danıştay'ın verdiği karar, özellikle lise öğrencilerinin gündeminde çok yer bulmadığı için sadece muhafazakar öğrencilerin sahiplendiği cılız birkaç eylem ile protesto edilmişti. Oysa ki bugün meslek liselerinden tutun imamhatip liselerine, düz liseleri de kapsayacak büyük bir alanı kapsayan bir öğrenci kesimini eşitsizliğe mahkûm eden özgürlük ve adalet arayan bir kesimin ortak hareket edebileceği bir alanı işaret ediyor. Solcu muhalif kesim, içerisinde imamhatip liseliler de olduğu için oldukça tereddütlü yaklaşıyor. Ama hangi gerekçe ile olursa olsun özgürlüğün kısıtlanması ve adaletsizlik bizim açımızdan sahiplenilemeyecek bir durumdur. İmam-hatip liselileri de kapsıyor olması zaten, kısa vadede çözülemeyecek duruma sokan. Çünkü her adımda kökleşmiş
devlet zihniyetinin karşı tepkisiyle karşılaşacaktır. Danıştay'ın kararı kökleşmiş zihniyetin yansımasıdır. Ancak her geçen gün mağdur olan öğrenci sayısı artıyor. Ve bu öğrencilerin sesli tepki verebilmesi sağlanıp ortaklaşma yakalanıldığı takdirde sistemi tıkayan önemli bir çelişki haline dönüşecektir. Bir diğer örnek üniversitedeki kontenjanların arttırılması ile ortaya çıkan barınma sorunu.. Büyük ekonomik krizler uzun süreli zaman dilimleri ile tarif edilirler. Devletler sermaye sahiplerinin ihtiyaçları doğrultusunda krizden en az zararla çıkabilmek için kendince çözümler üretir. Avrupa'da şuanda da gördüğümüz kadarıyla kriz dönemlerin ilk önce tepki verebilecek kesimi gençliktir özellikle de öğrenci gençliktir. Bu nedenle de ilk yatıştırılması veya oyalanması gereken kesim yine öğrenci gençliktir. Bu gençliği yatıştırmak için de bazı taktikler geliştirilir. Bizim devletimiz de bu sene, çok kimsenin beklemediği bir şekilde, birden yeni okul açıp neredeyse okulların tamamına yakınında da kontenjanları arttırdı aynı zamanda yeni bölümler de açtı. Açıköğretim üniversitesinde dahi sosyoloji, felsefe, Türk dili, spor eğitimi gibi yeni bölümler açıldı. İşin garibi işsizlik hızla artıyor ve bu üniversitelerden çıkabilecek mezunlara sunabileceği yeni iş imkanı da kısa vadede olası görünmüyor. İşsiz bir şekilde öfkeli dolaşacak bir genci kontrol etmenin en iyi yolu ortalama dört yıl idare ederek, onu, sahte umutlarla kendine bağlamak. Belki o genci üniversiteye yerleştirerek ve yalancı umutla besleyerek geçici bir rahatlama ümit edebilir. Bu, dört yıl içinde ortaya çıkabilecek
nispeten daha küçük sorunu tercih etmektir. Hızlıca alınmış olduğu üniversitelerin hazırlıksız hallerinden belli olan bu tercihin kısa vadede yaratacağı en büyük çelişki BARINMA SORUNU'dur Bu sene kontenjanların arttırılmış olmasına rağmen bu konuda bir hazırlık yapılmamış olması birçok öğrenciyi çok zor duruma soktu. Bazı illerde dokuz bininci yedek bile vardı. Birçok öğrenci durumu olmadığı halde özel yurtlarda kalmak zorunda bırakıldı. Birçok öğrenci için de cemaat evlerinde kalmak da kaçınılmaz oldu. Yurtlar da kalan öğrencilerin de sıkıntıları başka bir sorun. Bu durum, bu sene için uyuyan bir sorun olarak duruyor ama özellikle önümüzdeki sene iyice büyüyen bir sorun olacaktır. Bu alanda öğrencilerin kendilerini içerisinde var edebilecekleri bir hareketlilik, üniversitelerin diğer sorunlarını da içeren genel bir demokratik öğrenci mücadelesine sıçrayabilir. Görüldüğü gibi gerek 2009 ikinci döneminde yaşanan 2 önemli örnek, gerekse önümüzdeki dönemde etkisi daha da artacak çelişkiler, şu an sessiz görünen dönemin aldatıcı olduğunu ve gittikçe hareketlenecek bir döneme doğru ilerlediğimizi gösteriyor. Bu dönemde bize, gençliğin eylemini örgütleme iddiası taşıyanların payına düşen görev bu gidişatı görüp, SÖZü yaşamın içinden gelişecek taleplere uygun olarak örerek sözüyle, eylemiyle hazır bir araca dönüştürmek.
15
SÖZ VE İSYANIN RENGİ
Emperyalist kapitalizmin kültür olanağına kavuştu. endüstrisi, onun “entelektüel kokarcaları ve Peki, söz'ün gerçekten de bir sabun demokratik hergeleleri” bu dünyaya ait tüm köpüğü, bir buhar olması ne zaman anlamlı sözleri kendi karşıtına dönüştürmede gerçekleşir? Bir araç olmaktan çıkıp, bir amaç yarış halindeler. Barış, insan hakları, haline geldiğinde, işte söz bu durumda demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet her biri olumsuz anlamıyla “uçar”! Sözün birer sabun köpüğü haline dönüşmüş vaziyette. günümüzdeki gibi kendi karşıtına dönüşmesi Arkalarında bıraktıkları o de kaynağını buradan alır. muhteşem tarihlerine bakıp Gerçek bir kavgacı için söz namus, kelam bakıp hüzünleniyorlar! Aşk haysiyettir! Gerçek bir kavgacının dilinde bile sevgisizliğinin tutsağı söz, mücadele çağrısını halklara haber olmuş, uygar insanın afyonu veren bir şahin “uçuşu”dur! Söz şahince haline geldikten sonra demokrasinin uçabildiği sürece gerçek bir sözdür. de halkın afyonu haline gelmesine hiç Halklarımızın güzel, anlamlı bir deyişi vardır: şaşırmamak gerekiyor! “Sözünün eri olmak!” Sözümüzün eri olalım. İdeolojik olarak birbirinin zıddı olan Sözünün eri olan, sözü elbette şahince görüşler kendilerini bugünkü kadar aynı uçuracaktır ve tarih o zaman halklarımız için kelimelerle ifade etmek zorunda kalmamışlar, çok daha güzel yazılacaktır. Söz şahince buna mecbur uçacak tarih ezilenlerce bırakılmamışlardı. yazılacak! Bedenimizin Söz'ün karşıtına Ezilenlerle birlikte, toprağa düşen gölgesi onların en ön saflarında dönüştüğü durumda artık o sözler eski işlevini yitiriyor, “askerliği ortadan kaldırmak bizim varlığımızın sahip çıkmanın ötesinde için asker olan askerlerin” kanıtı değildir. O içerikçe zenginleştirilmediği yazdığı bu tarih, sanılanın sürece de halkın yeni aksine hakinin hiç bir tonuna gölgenin yeni sözler afyonları haline dönüşüyor. sahip olmayacaktır. O kendini söyleyecek bir ruhu gökkuşağı serpilmesiyle ifade Marks'ın, “içeriğin sözü olmadıktan sonra! edecektir. Sadece politik aştığı yıllardayız” değil, bununla iç içe geçmiş belirlemesini askeri bir devrimcilik güncelleştirirsek, bu bir yapılmak zorunda kalınması, bizim gibi yanıyla sözün ölmemesi için eylemle ülkelerde özgürleşmenin ilk duraklarından zenginleştirilmesini anlatırken, diğer yanıyla birinin bu olması, mücadelenin ana “yeni sözlere” gebe olma durumunu anlatıyor. belirleyicisidir. Ama bu gerçeklik, belirlediği Kan, ter ve emekle yoğrulmuş somut insanın şeye kendi rengini katmamak durumundadır. tarihsel gelişiminin kavranılışına dair, şimdiki Bu onun çelişkisidir. Özgürlüğün kütlesel bir dünyaya dair ve doğaya ve kadına dair yeni hal almasıyla çözülebilecek bir çelişkidir bu. sözler!..Varlığımızı, yaşamımızı ve mücadelemizi “yeni sözler” söyleyebilecek Devrim orduları, devrim yapan ordular düzeye çıkartmak vazgeçilmezimiz halkların kendi özgün renklerini açığa olmalıdır! çıkartırlar. Onlara kendi askeri renklerini Söz bizim için ideolojik bir silahtır. vermezler, bunu dayatamazlar! Karşıtlarımız olan egemen-sömürücü sınıflara Bugün haki giyen devrimciler varsa, yarın karşı bir mücadele ve kavga çağrısı ve onların ve öbür gün de giymek zorunda kalacaklarsa maskelerini düşürme aracıdır! ,bu hep gökkuşağı serpilmesi uğrunadır,başka İlk insan, doğa karşısında kazandığı küçük bir şey uğruna değil!.. ama anlamlı ilk zaferlerinin sevinç çığlığını Mücadele etmiyorsak yaşamıyoruzdur ve yazıya dökecek yetenekten yoksundu! Ama o bu durumda var olduğumuzu kim iddia çığlıklar buhar olup uçmak bir yana, zamanla edebilir ki? Bedenimizin toprağa düşen anlamlı sözcüklere dönüştüler. İnsanlar söz'ü gölgesi bizim varlığımızın kanıtı değildir. O birbirleriyle ve doğayla anlaşmanın aracına gölgenin yeni sözler söyleyecek bir ruhu dönüştürdüğünde işte ancak bu evreden sonra olmadıktan sonra! söz artık kendini yazıyla da ifade etmek
16
Merhaba arkadaşlar... Uzunca çabadan sonra zorda olsa SÖZ'ümüzün yeni sayısını çıkarabildik. Bir
Sakarlığı başına pek çok kere iş açmıştı… Kahvehanedeki masada duran peçetelerden birini aldı gözü gibi baktığı dergisinin üzerini
önceki sayı daha dar çevreden hitap ederken
sildi. Islak kısım kurumasına rağmen çayın
bugün artık birçok farklı şehirden ve birçok
döküldüğü yer sapsarı kaldı. Dergisinin
farklı üniversiteden sözümüzü söyler olduk.
sayfalarını karıştırdı, İbo'nun resmi
Bu sayı bizim için yeni bir başlangıç oldu. Ve
bulanıklaşmıştı. Hesabı ödemek üzere kasaya
bu başlangıca merhabamızı bir çok şehirle
yöneldi. Parayı verip kahveden çıktı. Dışarıda
birlikte yapacağız.
yağmurlu bir hava vardı dergilerini kabanın içine sakladı ve otobüse binmek için yürüdü. Otobüse bindiğinde ”Öğrenci” dedi parayı verirken, sıradan yurttaşların verdiği paraya
Merhabalar söz e Eskişehir'den yazıyorum.
göre 25 kuruş daha az ödedi. Farkını bir kez
bu yıl 12 yıllık okul 3 yıllık dershane
daha hissetmişti bu kelimeyi kullanırken.
bunalımından sonra ailemin ve benim bi
Dergisini kabanın içerisinden çıkardı, eli
hayli emek zaman ve para kaybının
İbo'nun resmi üzerinde dolaştı dergiyi 4 defa
ardından üniversite denilen yere adım
okumuştu. Şimdi arkadaşına bahsettiği dergiyi
attım. özellikle ailemin ve mecburen benim
okuması için ona götürecekti. İneceği yere
en büyük hayalim olan bu yerde hayal
yaklaştığında dergiyi tekrar kabanının içene
kırıklığına uğramam uzun sürmedi. Birçok
sakladı ve “inecek var dedi” eve kadar koştu.
arkadaşın böyle hissettiğini ve ortak
Eve girdiğinde arkadaşını onu samimiyetle
sorunlarımız olduğunu anladım tabi bunun
karşıladı. Karşılıklı oturup muhabbet ettiler
sonucu olarak bişeyler yapıp universıte
dergiyi çıkardı. Arkadaşı çay ikram etti. Çayın
denilen özgür!!bilimsel!!güzel?? yerde
yanına birer sigara yaktılar. Arkadaşı dergiyi
arkadaşından yemeğini sigarasını çayını
aldı önündeki taburenin üstüne koymuştu
hatta bisküvisini saklayan insanlarla ortak
“aman dikkat et” diye gürledi.”çay dökülmesin
bir şeyler paylaşacağımı düşündüm… benim
üzerine”.Güldü arkadaşı “ben bunu okurum
de sözüm var… söylemek istiyorum ve
okuduktan sonra bir iki arkadaş var onlara da
SÖZ'e yazıyorum.. hoşçakalın…
gösteririm”.Kafasını salladı onaylar bir
ESKİŞEHİR
biçimde. Evden ayrılırken İbo'nun sararmış bulanık yüzü aklına geldi. 2 hafta içinde dergi elden ele dolaştı. İbo'nun bulanık yüzünü
Merhaba biz de Kayseri Erciyes
birçok kişi gördü. Birileri artık Edirne'de SÖZ
Üniversite'liler olarak söz dergisindeyiz bizim de söyleyeceklerimiz olduğu için burdayızzzz KAYSERİ
den bahsediyordu… MERHABA… EDİRNE
17 Ailelerimizin bin bir emekle, masraf yaparak
"Merhaba arkadaşlar..biz gençlerin
bizi gönderdiği okul ve dershanelerin ardından
emeğiyle var olan ve yine bizim
sınavı kazandığımızda bir “oh” çekip
emeğimizle kitlelere ulaşacak olan SÖZ
rahatlamaları, ancak vermekle mükellef oldukları
dergisine selamlar! Biz Balıkesir
katkı paraları ve har(a)çlarla yeni bir sayfa bizim
üniversitesi öğrencileri olarak ''bizimde söyleyecek sözümüz var!!!''diyoruz... :) BALIKESİR
için açılmış oldu. Üniversiteye ilk adımın verdiği heyecan, beklentiler ve umutlarla başlayan bu serüven, eğitim sistemindeki bozuklukların devam ettiğini, üniversiteyi bitirdikten sonra da belirsizliklerin yaşanacağını göstererek bizleri bir nebze hayal kırıklığına uğrattı. Fakat haksızlıkların her daim mevcut olduğu bu ülkede
Hayallerimizi aldılar ellerimizden sorgusuz
geleceğe güvenle bakmak isteyen bizler, sistemin bir parçası olmamak adına mücadele yürütmek,
sualsiz. Sınırların dışına çıkmadan,
sesimizi çıkarmak ve birer “SÖZ”ümüz olduğunu
söylememizi istedikleri şeyleri söyleyerek bu
söyleyerek Samsun'dan herkesi selamlıyor ve tüm
yaşımıza geldik. Tabi değişen bazı şeyler oldu
arkadaşlarımıza MERHABA diyoruz. SAMSUN
hayatımızda; üniversiteyi kazanınca birey olduğumuzu söyleyenlerin sayısı çoğaldı ama birey olmanın daha da uysallaşmayı
Öncelikle herkese Trabzon'dan merhaba… Bir
gerektirdiği her defasında hatırlatılarak.
süre önce dergiyi okuma fırsatı buldum. Derginin
Özgürsünüz dendi bir kafesin içerisine
bana ulaşmasını sağlayan arkadaşlarıma, yapım ve
konularak. Şimdi sıra bizde verdikleri
yayımda emeği geçen herkese teşekkür ederim.
oyuncaklara dokunmadan kendimize ve bize
İlk bakışta amaç olarak güzel bir dergi
inananlara bir söz veriyoruz: Durağanlığın
bulduğumu söyleyebilirim. İçeriğinde görsel
bozulduğu böylesi bir dönemde "insan"
imgelerden çok yazıların bulunması ve bunların
olabilmek için neler yapabileceğimizi
bir ideoloji ile bütünleşmek üzere olması beni
göstereceğiz.
memnun etti. Bir taraftan da böyle bir derginin
TEKİRDAĞ
var olması, benim gibi düşünen insanlarla birlikte bir şeyleri paylaşabilmek memnuniyetimi artırdı. Dergi sayesinde ülkemizin bu zor günlerinde
EN DOĞAL HAKKIMIZ OLAN KENDİMİZİ İFADE ETME ÖZGÜRLÜĞÜMÜZÜ SOKAKTA OKULDA HER ALANDA KISITLAMAKTA OLAN BU DÜZEN KARŞISINDA BİZİMDE
güzel şeyler düşünebilen, tozpembe davranışlar yerine bir amaç için yaşayabilen üniversiteli arkadaşlarımın özgürlük sınırlarının bir kat daha arttığını düşünüyorum. SÖZ, umuyorum ki gerçekten de bizim sözümüz olsun.
HAYATA DAİR SÖYLEYECEK BİR ÇİFT
Sıkıntılarımızı, acılarımızı, mutluluklarımızı ve
<SÖZ>ÜMÜZ VAR..
her türlü duygularımızı paylaşabilelim. Bir siyasi
MERSİN
topluluk oluşturmakla kalmayıp, aynı siyasi bakış açısına sahip gençlerin duygusal bütünlüğünü de oluşturalım. Tekrar görüşmek üzere… Rumuz: Temmuz
TRABZON
18
ÜNİVERSİTELİ'DEN MUHTIRA Biz üniversiteliler, uzun yıllardır YÖK'ün üniversitelere koyduğu baskıcı ve sert kurallarla yönetiliyoruz. Üniversitelerimiz için, özgür diyorlar değil, parasız diyorlar paralı, bilimsel diyorlar ezberci, gelecek umudu diyorlar aksine tam da bir geleceksizlik, eşitlikçi diyorlar eşitsizlik özel üniversitelerin varlığından anlaşılıyor. Yok artık arkadaş!!! Bu iş böyle gitmez.Bizim, söz okuyan üniversiteliler olarak YÖK'e,devlete artık kim üstüne alınacaksa o kuruma acil çözüm önerilerimiz var. Sayıyoruz dinleyin! Hemen harçları kaldırın!bugüne kadar aldıklarınızıda geri verin! Tüm öğrencilere yetecek kadar apart şeklinde yurtların inşaatına hemen başlayın! Kirada oturan öğrencilerin kirasının yarı bedelini devlet karşılasın!
Öğrencilerin elektrik ve su ücretleri devlet tarafından karşılansın! Üniversitedeki her öğrenciye aylık 350 tl burs verilsin! (Arkadaşlar bu öneriler uçuk ve imkansız gibi görünebilir. Fakat, savaşa harcadıklarının %10'unu geleceklerimiz dedikleri bizlere harcasalar, söylediklerimizin on katını bile yapabilirler.) Üniversitelerimizdeki turnikeler derhal kaldırılsın! Özel güvenlik birimleri coplarınıda alıp üniversitelerimizden defolsun! Okullara sızmış olan sivil polisler okulları hemen terketsinler! Soruşturma uygulaması hemen kaldırılsın! Profosörlerin dersten atma hakkı ellerinden alınsın! Öğrencilerin derslerde görüşlerini rahatça söyleyecekleri ortam acilen yaratılsın! müfredatların belirlenmesi
sırasında orada öğrencileri temsil edecekleri bir uygulama yürürlüğe sokulsun! Üniversitelerdeki toplantı salonları, üniversitelilere tahsil edilsin ve isteyen her öğrencinin buralarda etkinlik ve toplantı organize edebileceği ortam sağlansın! Yani bizler üniversitelerimizi geri istiyoruz. Parasız eğitim, özgür eğitim istiyoruz. Sürü olmak istemiyoruz.Kendi alanlarımızda söz sahibi olmak istiyoruz.biz üniversiteliyiz arkadaş, koyun değil! Bizim önerilerimiz bunlar. Dikkate almak ya da almamak sizin tercihiniz. Ha unutmadan, UYGULAMALARINIZ ÜNİVERSİTELİLERİN CANINA TAK ETTİRDİ HABERİNİZ OLSUN…. CİHAN
19
Kardelenler Diyarında; Bir CEYLAN Nereden başlansa anlatmaya, eğer biraz takip ediyorsanız medyayı "şüpheli" biçimde ölen bir çocuğun adı geçiyor zaman zaman. İsmi Ceylan Önkol, bir fotoğrafı çıkıyor gazetelerde, hiç tanımadığı ve bundan sonra da tanıyamayacağı bir yabancı dünyaya merak ve korku içinde kocaman açtığı gözleriyle bakıyor. Bundan sonra da bakamayacak maalesef, tanıyamayacak bu dünyayı. Bol fotoğraflı, boyalı gazetelerde, rengarenk televizyon ekranlarında bahsedildiği üzere "şüpheli" bir ölüm söz konusu. Ailesinin, köylülerinin ve renksiz ve ciddiyet içindeki alternatif(!) medyaya göre ise bu çocuğun ölüm sebebi köyünün dışında bulunan karakoldan açılan ateş. Bilmiyorum nasıl tarif edilir bir durumdur, bir video dolanıyor internette, tabi eğer takip ediyorsanız ve izlemeye yüreğiniz, cesaretiniz varsa. Anacığı Ceylan'ın ağaca yapışmış parçalarını, ciğerini
topluyor eteğine. Ceylan'ın kara güzel gözleri sapasağlam kalmış fakat bir daha açılamayacaklarancak vücudunun alt kısmı
paramparça olmuş. İnce ve köylü elleri narince toprağın üzerinde, toz içindedir muhtemelen, belki de tırnaklarının içi toprakla dolmuştur. Üzerini bir bezle örtmüşler, birisi ağaca yapışmış ciğerini gösteriyor, sanki ağaç meyve olarak çocuk ciğeri veriyor! Adı yasak ülkemde böyle manzaralar yaşanıyor, bilmem nasıl tarif edilir bir durumdur. Bu yazıyı umudu besleyeceğimiz ve birlikte üreteceğimiz gençlik dergisi için yazıyorum. Ve benim çok fazla karamsar olmamam gerekiyor esasen, gençlik içinde umut barındırıyor ve ben günlerdir içinde umudu aşılayacak bir yazı için çabalıyorum, kendi “genç” yüreğimden bir umut taşsın istiyorum ki ben de gencim, insanların çocuk ölebildiği bir
ülkede bir dağ “Türk”ü(!) olarak Ne zaman bir ışık yakalamaya çabalasam aklıma Ceylan'ın açtığı kocaman kara gözleri geliyor, onun gözlerindeki o mağrur kara örtüyor tüm umut ışığını. Aslında umutlanacak çok şey var değil mi? Bu yazı yazılırken Başbakan sürekli "demokratik açılım"dan taviz vermeyeceklerini yineliyor, her taraftan demokratik açılımı destekleyen sesler yükseliyor, herkes mutlu ve herkes umutlu! Ancak unutulan bir şey var, bu ülkenin bir köşesinde bir çocuk öldürülüyor ve kimse adını bile ağzına almıyor. Kara gözleriyle bakıyor gözlerimizin içine, buruş buruş kalmış bir fotoğraftan sesleniyor bizlere, belki de yalnızca "Beni gömün!" diyordur, kim bilir. Ancak kimse görmüyor, demokrasiden dem vuran Başbakan bir çocuğun adını ağzına almaya çekiniyor, açılımı destekleyen, "ampül gibi" ışık saçan aydınlarımız(!) bir çocuğun kara gözlerinin ne derece karanlığa mahkum edildiğini itiraf edemiyor. Nasıl söylenir bir durumdur bilmem, bir ülkenin bir yanında birileri reklam yaparken "Kardelenler" adında, ki kardelen esasen dağ çiçeğidir ve çok bulunur adı yasak ülkede, bu ülkenin çocuklarını devletin ışıklı kanatları altına giren, vatana millete faydalı birey -altını çiziniz- halinde takdim ederken, bu ülkenin dağlarında hayvanlarını otlatan bir kardelen,
20 gerçek bir Kardelen, bu ülkenin tüm çocuklarına reva görülen kaderle henüz 14 yaşında tesadüfen tanışmak zorunda kalan bu Kardelen, ciğerlerini ağaca takıyor bir savaş süsü olarak. Korkmadan bakıyor gözleri bizlere, suratımıza haykırıyor gerçeği, biz gözlerimizi ondan kaçırdıkça üstümüze üstümüze geliyor ki bunu yalnız bir fotoğraf ile yapıyor, duymuyor musunuz ne diyor; bizler katiliz...! Evet,bizler katiliz! O havan topunu sen çektin kardeşim, havan mermisini sen sürdün namluya kardeşim, atış emrini sen verdin o kavruk yüzlü ere, sakın inkar etme, bunları sen yaptın. Ben gördüm, Ceylan gördü, sen emri verdin, o ateşledi topu, bizler topun düşüşünü izledik, bir cinayeti izledik. Bağır Ceylan, suratımıza bağır, bizler senin katilleriniz. 2006 Mart'ında öldürülürken Diyarbakır'da çocuklar, Enes(1) yatarken karakolun önünde karnından aldığı kurşunla, biz sustuk ve Ceylan'ın ölüm emrini imzaladık! Diyarbakır yanarken cayır cayır omuzunda cenazeleri ile ve avucuna sığdırabildiği en büyük taşlarla koşarken Enes, ki ufacık avuçlarına sığdırabildiği en büyük taş kadar olamazdı yüreği, Enes vurulurken "kaza kurşunu" ile tetiği biz çektik, evet onu da öldüren bizdik, Uğur'u(2) tararken verdik ölüm emrini, Enes de vurulacak dedik. Uğur evinin önünde, ayağında terliği ile sefer hazırlığı yaparken kamyoncu babasıyla, ki belki de yaşına bakmadan babasına özeniyordur, o koca kamyonu süren babasına, çocuktur, ve merhaba derlerken sıcak sabaha babası ile
Uğur, ayağındaki terliğe bakılmadan, yaşının nişanı ince bedenine bakılmadan Uğur'un sırtına değerken kurşunlar, paramparça olurken bedeni bizler sustuk ve Enes'i öldürün dedik. Ve bu satırlar dahi yazılırken, haberimiz olmadan bir cinayetin daha fermanını imzalamış olduk, kısacık yaşamına sığdırabildiği tek başarısı belki de yasak dilinde- “Anne” diyebilmek olan Mehmet bebek(3), balkonda anasından süt emerken şu dünyaya tutunmak için, umarsızca atılan gaz bombasının başına değmesi ile kaldırıp fırlattı suratımıza gerçeği; bizler katiliz! Öldüler, kardelenler diyarının bu masum çiçekleri, devletin kanadı altına girmiş, vatana millete faydalı birer birey olamadan, birileri şimdilerde açarken bir şeyleri, bazı paketleri, bu diyarın güzel kardelenleri, gerçek kardelenleri açamadı. Boynu bükük kaldılar tutundukları toprakta, kiminin ciğerleri yapıştı ağaçlara, anası topladı. Reklamlarda masumca gülerken bu ülkenin çocukları, sonradan öğrendikleri bir dilde okurlarken bir "umut dolu!" şarkı, bu diyarın kardelenleri bir bir düştü toprağa, çamurlu bir postal ezdi geçti onları. Postal dedi ki tüm korkunç sesiyle : "Ya dediğim gibi bir Kardelen olursunuz, girersiniz bu saksıya, ya da ezerim sizi." ve titredi çocuklar. Ceylan duysaydı korkardı belki, koşar alırdı hemen ciğerini ağaçtan ve koşardı saksıya, çocuktur, kim bilir... Bilmem nasıl bir haldir,
paramparça olmuş bir çocuk cesedi bölerken bir ülkeyi bir baştan bir başa(!) kimileri de bağırıyor hoyratça. Vatan, millet, Sakarya, dur kardeşim dur, bir çocuk cesedi ve gerisi angarya! Ne diyorlardı, "Gidemediğin yer senin değildir.", ki sen hayatın boyunca ayak basmadığın bu topraklarda öldürülürken çocuklar, ki yüce devletinin savcısı dahi ayak basmazken buralara can güvenliğini bahane edip, dur kardeşim dur, bağırma sakın, buralar senin değildir. Bu kardelenler senin değildir, onları rahat bırak! ŞİWAN (1) - Enes Ata, 2006 Diyarbakır (2) - Uğur Kaymaz, 2005 Kızıltepe, Mardin (3) - Mehmet Uytun, 2009 Cizre, Şırnak
21
GARİPOĞLU GARİBANIN OĞLU ve FRANK SİNATRA Kimi garip hadiseler garibanın gördüğü muamelenin vahametini gözler önüne sererken, aynı zamanda içindeki öfkeyi de körüklüyor. Garibanın gördüğü çifte standartın idrakını Münevver Karabulut cinayetinin işlendiği ilk günden itibaren Cem Garipoğlu' na ve ailesine sergilenen 'elit' muamele ile pekiştirmiş olduk. Münevver Karabulut cinayetini sonrasındaki gelişmeleri basının da özellikle bazı şeyleri gözümüze sokması ile medyanın bize yansıttığı kadar az çok biliyoruz. Bu sebeple üzerinde durmak istediğim mevzuya direkt giriyorum. Cinayetin zanlısı olarak yurt içinde ve yurt dışında 'didik didik' aranan Cem Garipoğlu, cinayetin ardından firarının 197. Gününde TESLİM OLDU. İyi de kim bu Cem Garipoğlu? Bir genç kızın başını gövdesinden ayıracak kadar insanlıktan nasibini almamış, cinayetten sonra da ortadan kaybolmakta hiçbir zorluk çekmemiş ve 197 gün ustaca saklanmış ve ardından yine ustaca hazırlanmış bir senaryo dahilinde teslim olmuş Cem Garipoğlu daha doğrusu bu elit muameleye mazhar olmuş Garipoğlu ailesi kimdir? Garipoğlu ailesi Türkiye'nin, baş döndürücü hızla yükselmiş olan sermayedar ailelerinden biri. Cem sultanın babası Nida Garipoğlunun 3 kardeşi var; Hayyam, Handan ve Kasım. Kasım Garipoğlu, hukuk fakültesine sadece sınav zamanları uğrayarak tek bir hukuk kitabı bitirmeden hukuk diploması almış bir
'hukukçu'. Birinin hukuk diplomasını alıp yırtması halinde en ufak bir söz söylemeye hakkı olmadığını kendisi de söylemişti zaten. Kasım Garipoğlu mezun olur olmaz hemen hakim oluyor. Bakın hele şu çelişkiye ;garibanın oğlu hukuk fakültesini bitirip hakim olmaya heveslendiğinde yazılı sınavı kazandıktan sonra mülakatta elenir! Çünkü sistem için ne kadar iyi bir hukuk eğitimi aldığının ne kadar iyi bir hukukçu olduğunun adalet için neler yapabileceğinin önemi yoktur. Çünkü garibanın oğlunun referansı, daha açık bir ifade ile torpili veya argo bir ifade ile ensesi kalın dayısı yoktur. Elenir çünkü fişlidir! Kimisinin doğuştan fişi vardır çünkü garibandır. Neyse biz gariban gariban devam edelim. Kasım Garipoğlu bir süre hakimlik yaptıktan sonra avukatlıkla devam ediyor hukukçuluk kariyerine. Fakat Kasım Bey'in hukukçuluğu bununla bitmiyor; hukuk düzenindeki boşlukları kullanma ve yasa dışı iş ve ilişkileri kılıfına uydurmada benzersiz bir başarısı var! Hayyam Garipoğlu, direnişteki işçilerin üzerine parayla tutulmuş adamları saldırtacak kadar işçi, alınteri, emek düşmanı. 2006 yılında, önceden RABAK tesislerinin bir parçası olan AL-CO Alüminyum Bakır ve Madencilik San.Tic. A.Ş.'de (AL-CO tencere) Birleşik Metal-İş Sendikası'na üye olan işçilere önce sendikadan ayrılmaları için baskı yapan ,sonra
da işten çıkaran Hayyam Bey, aileye ait Adana ve Lüleburgaz'daki fabrikalardan getirdiği kişileri de fabrikada direnişte olan sendikalı işçilerin üzerine saldırtmıştı. Hayyam Gariboğlu 1998 yılında POAŞ'ın (Petrol ofisi anonim şirketi ) özelleştirme ihalesine girerek en yüksek fiyatı vermişti. Daha sonra iptal edilen ihalede POAŞ, 3.gelen Çörtük-Ciner grubuna verilmişti. Bu ihalede fiyat 500-600 milyon dolar civarında bir fiyata Mesut Yılmaz destekli bir gruba verilmek üzere kararlaştırılmış, Gariboğlu' nun beklenmedik bir biçimde fiyatı 1 milyar 10 milyon dolara çekmesi, Mesut yılmaz ve Gariboğlu arasında soğuk savaş başlatmıştı. Daha sonra özelleştirilen Sümerbank'ı satın alan Hayyam Garipoğlu, Nesim Malki cinayetinde azmettiricilik suçlamasıyla tutuklanmıştı. Malki cinayetiyle Sümerbank'ın aynı cümle içerisinde verilmesini anlamsız buluyorsanız, Nesim Malki'nin Sümerbank'ın gizli ortağı olarak bilindiğini hatırlatmak isterim. Sümerbank'ı 320 milyon dolar hortumlamaktan kendisine dava açılan Hayyam Garipoğlu bu davadan 18 ay yattı ve 2002 nisanda tahliye edildi. Bir ara kaçak olan Hayyam Garipoğlu ortalık
22
yatıştığından ve firarı aydınlandığında aylarca Üsküdar'daki bir apartman dairesinde hiç dışarı çıkmadan saklanmayı başarabilmişti. Bu firarında kendisine DYP ve derin devlet tarafından derin emellerine hizmet etsin diye kurulan Hizbullah yardım etmişti. Ve ne gariptir Cem Garipoğlu da aynı taktikle, yöntemle saklanmıştı. Ve Cem Garipoğlu cinayetten 197 gün sonra teslim oldu. Polis her yerde arıyordu, interpol kırmızı bültenle arıyordu. Cem Moskova'da görüldü, Cem Rusya-Ermenistan sınırında görüldü (ki Ermenistan'ın Rusya'ya sınırı yoktur!) Cem Yunanistan'da görüldü orda görüldü burda görüldü!.. Ve Garipoğlu teslim oldu… Cem Garipoğlu'nun garibanın oğlundan farkını daha iyi anlayabilmemiz için basının ve avukatının dilini şöyle bir analiz edelim: - Cem Garipoğlu dün gece saat 00:45'te İstanbul Emniyet Müdürlüğünde GÖZETİM ALTINA ALINDI. Oysa garibanın oğlu GÖZ ALTINA alınırdı. - Cem Garipoğlu ailesi tarafından avukatına teslim ettirildi. Avukat kendisini aileden hangi ismin aradığını açıklamadı. Öyle ya hukuk
sadece kodaman için işler. Garibanın oğlu ailesi tarafından avukatına teslim ettirilemezdi, çünkü avukatı yoktu. Çocuğu siyasi olan, ailenin çocuğu firari olduğunda ailesine kan kusturulur, çocuksa ailesinden habersiz kim vurduya giderdi. - 18 yaşını altındaki Cem Garipoğlu 3 saat kaldığı ve ifade vermediği Üsküdar' daki Çocuk Şube Müdürlüğünden Gülhane Çocuk Mahkemesi' ne götürüldü. Öyle ya Cem Garipoğlu daha bir çocuktu! Polise taş atan çocuklarsa terörist! Ve onların muhattap olacağı birim terörle mücadeleydi. Öyle ya Erdal Eren aslında on yedi yaşında değildi! - Garipoğlu'nun pedagog,psikolog ve sosyal hizmet uzmanı eşliğinde,cumhuriyet savcısı Mustafa Öztürk tarafından ifadesi alındı.Öyle ya garibanın oğlunun pedagog,psikolog ve sosyal hizmet uzmanına ihtiyacı yoktu. Onlar işkence altında ifade vermeye alışıktı. Zaten Ceylanın da savcıya ihtiyacı yoktu!!!!!! - Polislerin sorularına cevap vermeyen Cem Garipoğlu sık sık su istedi. Garibanın oğluna da dışkı yedirilirdi sorguda! Onun polislerin sorularına cevap vermemek değil su istemek, dışkı yemeyi reddetmek
gibi bir talebi dahi olamazdı! - Cem Garipoğlu'nun avukatı yasalarda yaşı küçükler için özel usul hükümleri bulunduğunu dile getirerek bunlara uygun davranıldığını ifade etti, öyle ya göz altına alınır alınmaz polis tarafından kolu kırılan Cüneyt Ertuş, özel harekatçı tarafından başına dipçikle vurula vurula yoğun bakıma mahkum edilen çocuk, yaşı küçükler için yasalarda düzenlenmiş özel usül hükümlerine tabi tutulamazlardı!!!!!! Ve Cem Garipoğluna Frank Sinatra dinletildi….Gördünüz mü muameleyi…Ne tesadüf ki Cem de Frank Sinatra' yı çok seviyormuş! Tesadüf işte! Yazının başlığında yer alan Frank Sinatra' ya yazıda çok az değinilmesi Frank Sinatra ile bu yazının'ne alaka'sı var şimdi diye sordurabilir size…Kaç insan göz altında en sevdiği sanatçı dinletilerek merkeze götürülür ki! Bu bile yetmez mi çifte standartı idrak edebilmek, Garipoğlu ve garibanın oğlu arasındaki farkı görebilmek için………… BEKES
23
'Lan para. Bu dünyada beni mahvettin. Öbür dünyada karşıma çıkma!' Bir umut geberiyor şehrin varoşlarında. Fabrikaların, atölyelerin izbe, sigara dumanından göz gözü görmez olmuş diplerinde. Bir umut geberiyor, yağdan, kirden, pastan simsiyah olmuş ellerinde sigarasına hırsla son defa asılırken gebermek için bir daha, bir daha çekiyor sigarasını. Hastanelerde, acil servislerinde cebinde kalan son parası ile hastaneden eve yol parası kurarken, sabahın ilk ışığından beri muayene olmak için beklerken yaşlı ve güçsüz dizlerine aldırmadan, yahut elinde sararıp kalmış yeşil kartını saklamaya çabalayarak bir umut geberiyor. Bir umut geberiyor, gün doğarken şehrin çukurda kalmış varoşlarında. Sis yeni yeni dağılıyor, tepeden gruplar halinde kuşlar geçiyor uzaklara gitme telaşında, kim bilir belki onlar da bu yoksulluktan, bu yokluktan, bu çaresizlikten, bu geberen umuttan kaçıyor. Bir umut geberiyor, varoş yine elinde hiçbir şeyi olmadan, belki de sobasına atacağı son kömürle yahut kendisine nafaka niyetine "yardım" diye getirilen torba torba kömüre utançla minnettar olarak sımsıcak yuvasında uyanıyor, sis içinde kalmış güne. Bu eller nafaka istemezdi oğul, Anadolu'da sabana koştu, ekine koştu, harmana koştu bu eller, nasırı bin yıllık emektendir, Anadolu bitti oğul, bu kahpe şehirde bir kuru kömür havası, boğucu bir sis, bu eller bitti
oğul.. Elinde adı yardım nafakası niyetine kömür torbası. Bu elleri bitirdiniz, Anadolu'nun bu nasırlı, emekçi elini bitirdiniz, bir umudu geberttiniz. Bir umut geberiyor şehrin varoşlarında, bok içinde kalmış lağımların kapaklarından buharlar çıkarken kurulmuş simitçi tablalarında, üstüne yamuk yumuk harflerle "Adana 01" yazan boya sandığını umarsızca sırtına atmış çocuğun yüreğinde, bir ovayı baştan başa almış bozkırda, kıraçta, tozda tolazda, kupkuru kalmış bir tarla ki buğday rüzgar vurdukça deniz gibi dalgalanmaktadır, bir umut geberiyor. Kredi kartı ekstresi midir nedir, o geldikçe, faturalar biriktikçe, adına ev denilmeye yürek ister güneş görmez iki göz hanecikte ders çalışıp da büyük adam olma hayalinde, hedef zengin olabilmektir minicik yürekte, soğuktan kalem tutan parmakları mosmor kesilmiş küçüğün içine attığı, küçükten öğrendiği, öğrenmek zorunda bırakıldığı o fakir gururundan, o mağrurluktan içine attığı gözyaşlarında bir umut geberiyor. 'Lan para. Bu dünyada beni mahvettin. Öbür dünyada karşıma çıkma.' Bunu diyen rahmetli Doğan Aksu'dur. Adanalı, üniversitede temizlik işçisi. İki çocuğuna, karısına, sıcak yuvasına bakmadan bu notu bırakıp asmış kendini. Bir umut gebermiş, bir temizlik işçisinin yüreğinde. Bayramda çocuklara bir şey alamadık demiş, çocukları akranlarından utanacaktı besbelli bayramlıklarını giyemeden, babaları onlara birer bayramlık alamadığından, utanacaktı babaları. Buna dayanamamış Doğan Aksu, umudu
gebertmiş yüreğinde. Çocuklarıyla, hanımıyla yaşayabileceği bir güzel gün düşleyemeyecek hale gelmiş. Umudunu gebertmişler, varoşları sis altında yatarken bu şehirin tepelerinden bu sisli varoşları birer manzara gibi seyrederken lüks semtleri gebertmiş o altta kalanların umudunu. Çık bak, tepeye kurmuşlar Çankaya'yı, karşı çukur Mamak, Tuzluçayır, Akdere, tepeler silme ışık, bu çukurları sorma kardeş, umudu gebertiyorlar. Kapkaranlıkta kalmış, gecekondularla yeni yapılan lüks apartmanların birbirine karıştığı bu sokak lambasından yoksun derme çatma sokakları çukurların. Ateşi sönmüş ocağında, ateşi sönmüş sobasında, ateşi sönmüş yüreğinde, minicik ellerinde, bin yılın nasırlı taşlaşmış Anadolu ellerinde, terle kavradığı toprak çamur bırakırdı halbuki yılların getirdiği derin çatlaklarının arasında, şimdilerde mosmor fırlamış damarlardan başka renk yok, ateşi sönmüş. Ateşini çalmışlar kardeş, modern Promotheus lazım bu çukurlara. "Büyük Tanrılar"ın o tepelerine, dağlarına çıkıp da ateşi çalabilecek misin? Yüreğini kartallara yem edebilecek misin umudun gebermemesi için? Meşalen var mıdır ateş taşıyacak, iyi kötü bu çukurlara umut olacak. Varsa meşalen, varsa içinde ateşin, yüreğinin en dibinde, varsa yem edebilecek kızılcık ciğerlerin, gel kardeş, gel bacı, bak bu yan zifiri karanlık, karşı tepeler ışıl ışıl. Dersin sabaha her yan ışır, tepesi de çukuru da, ama sabaha buralar sis altında kalacak, bu kör olası sisin altında bir umut geberiyor, yetiş ! COTKAR
24
TOPLUMSAL BİR SORUN : KADIN SORUNU Kadınları; AKP' ye sorarsak : Kapanması gereken kişiler, MHP' ye sorarsak : Kutsal şehit anneleri, CHP' ye sorarsak : Batıyı örnek alarak modern görünmesi geren cinsiyet Erkeklere sorarsak : Birincil görevi çocuk bakmak, yemek yapmak olan kölelerdir diye cevaplar alabiliriz.
Kafalarda oluşturulan ve kalıptan kalıba sokulmaya çalışılan, onlarla ilgili bir konu olduğunda onlar adına tartışılıp karar verilen, ekonomik krizde işten ilk çıkartılan, işgücü piyasasında düşük ücretler karşılığında saatlerce çalıştırılıp sömürülen, tacize ve tecavüze maruz kalan, medyada reklam amaçlı kullanılan, töre cinayetlerine kurban giden, ekonomik, sosyal ve siyasal alanlardan yalıtılmak istenilen, seslerini duyurmak istediklerinde ise geri püskürtülen, kapitalizmin ve ataerkilliğin ortak çıkarlarının kesiştiği nokta haline getirilmiştir kadın ne yazık ki… Doğduğundan beri kendisine biçilen rol, toplumsal cinsiyetçilikle başlayan bir sorundur. Yetiştiği ortam içersinde kadınlar annelerinin, erkekler de babalarının rolünü üstlenmeye başlamıştır.Bu da gayet doğalmış gibi bizlere algılatılmaya çalışılmıştır. Kıyafetlerden tutup da oyuncaklara kadar kendisini var etmiştir bu kadınlık erkeklik kavramları. Kadınlar, dizlerini kırıp oturması, lafa söze karışmaması, adeta dış dünyadan uzaklaştırılıp erkeklerin, egemenlerin dünyasında namusları babalarına, ağabeylerine ileriki zamanlarda da kocalarına emanet edilen bireyler haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bunlar da gerek hitaplarda gerekse yapılan muamelelerde alenen gösterir kendisini. Zaten dünyanın neresine bakarsak bakalım kadın toplum içerisinde,sistem içerisinde ötekileştirilmiş ve ikinci plana
itilmiştir. Kadınların ezilmişliğinin altında yalnız karşı cinsin etkisi değil,sınıflı toplum gerçeği de yatmaktadır. Kadın sorunu bütün bir kadın cinsini kapsasa da bunun her sınıftan kadın için anlamı, yaşayışı temelde farklıdır. Geçmişe baktığımızda ise ataerkil toplumdan önce var olan anaerkil sistem çok daha uzun zaman kendisini göstermiştir. Bu toplumda kadının belli bir üstünlüğü vardı fakat bu diğer cins üzerinde baskı kurduğu anlamına gelmiyordu. Devlet, sınıf egemenliği ve özel mülkiyet gibi kavramların da oluşmadığı bir dönemdi. Özel mülkiyet ve sınıflı toplumların gelişmesiyle birlikte erkeğin üretim araçlarının üstünde söz sahipliği artmış, kadınlar üretimden uzaklaşmış, bağlılığı boyunduruğu da bu doğrultuda gelişmiştir. Bu da
tarihsel bir sorun olduğunun kanıtıdır. Kadınları geri plana atan bu erkek egemen sistem, kadının üretimdeki yerine emeğine el koymuştur. Bu yüzden kadınların her alanda vereceği mücadele oldukça önemlidir. Bu da örgütlenerek, birlik olarak, omuz omuza bir karşı duruşun olması gerektiği sonucunu ortaya çıkarır. Eylemliliklerle, hak mücadeleleriyle, her yerde cinsiyetçiliğin kaldırılması kadınların toplum içersinde yeniden var olmasıyla paraleldir. Yıllardır kadınlar çeşitli gruplar, dernekler kurarak mücadele vermiş, ikinci sınıf vatandaşlığı reddederek sokaklara dökülmüştür. Bu mücadele bitmemiştir ve kökten çözülene dek de devam edecektir. PINAR
25
Sinemada Anti-Faşist Figürler Üzerine Çapsız Bir Yazı Günlük yaşamın soyutlanıp, bir üst pencereden görülmesini sağlayan aynı zamanda da müdahale imkanı sağlayan önemli araçlardan biridir sinema. Diğer sanat dallarından farklı olarak yaşamın tasvirinde görselliği daha fazla barındırdığı için de anlaşılması daha kolaydır. Bu yazıda günümüzde etkisini her yerde hissettiğimiz faşizmin karşımıza çıkan görüntüleri ve faşizme dünya sinemasında ve yerli sinemada hangi figürlerle bir karşı duruş oluşturulduğu hakkında küçük çaplı bir karalamayı deneyeceğiz. İlk olarak bugün artık sadece uzmanları tarafından bilinen bir öncüyü anarak başlayacaz. Devrim sinemasının öncüsü ve kitleleri sinema ile bilinçlendirmeyi amaçlayan Eisenstein, 'Alexander Nevski'de faşizme gözdağı veriyordu; çatlayan buz ve gölün dibini boylayan işgalci Naziler… Alman Nazi katliamlarını durduran Sovyet direnişlerini anlamak için önemli bir eserdi. 1938'de çekilen bu filmin önemli eksiği ise eleştiri konusunda zayıf olmasıydı. Bu günlere geldiğimizde Yunan yönetmen Costa-Gavras 'Z', 'Kayıp', 'Amen' gibi filmlerinde faşist iktidarların kirli yanlarına ayrıntıcı bir bakış attı. “Şindlerin Listesi” filminden tanıdığımız yönetmen Spielberg'in aksine Yahudi katliamını aşırı dramatize eden sahnelerden de uzak durarak onun yerine katliam dönemlerinde yaşanılan yanılsamayı teşhir ederek
güvenilir görülen kurumların nasıl işbirliği yaptığını anlatmayı denedi. Kilise'nin katliamlara tepkisizliği, dikkat çektiği bir husus oldu. Bunun dışında katliamlar sırasında umudun heyecanın ve mücadelenin son nefese kadar devam ettiğini gösteren farklı yaklaşımlar da oldu, toplama kamplarında hüzünlü-komik masalların anlatıldığı “Hayat Güzeldir” buna en güzel örnek oldu. “Medeni Avrupa” nın yaşadığı iki büyük felaketin ardından Visconti, insanlığın başına gelecek olan felaketin birincisi trajedi ikincisi komedidir belirlemesinden hareketle ''Faşizm komedi, nazizm trajediydi'' dedi. 'Tanrıların Düşüşü'yle ilgili; soğuk ve hastalıklı tavrıyla Hitler'in yarattığı kan gölünün tarihsel ve toplumsal değerleri boğması, Mussolini'nin her tarafından madalyalar ve püsküller fışkıran soytarı halinden daha çok ilgisini çekti. Hedefinde, Hitler yükselirken destekçisi olan büyük sanayiciler vardı; sermayenin acımasızlığı ve yozlaştırıcılığı ile Hitler'in şu sözleri arasında bağlantı kurar: ''Bireysel ahlak öldü. Biz, istediği her şeyi yapma hakkına sahip seçkinleriz.''. Burada da en çok dikkat çeken yan ise faşizmin ve bu zihniyetteki katliamların ardındaki sermaye güçlerinin etkisini görmeden meselenin doğru kavranamayacağına olan vurguydu. Faşizme karşı mücadeleye evrensel anlam yükleyen 'Ülke ve Özgürlük', İspanya'da halkın iradesini elinden alan Franco
rejimiyle girişilen silahlı mücadeleyi anlattı, daha doğru bir ifadeyle faşizme karşı mücadele ederken aynı zamanda birbirleriyle de mücadele eden grupları İspanya'ya dışarıdan gelen birinin gözüyle eleştirel bir bakışla anlatmaya çalıştı ve yenilginin nedenlerini sorguladı. Faşizmin kör beyinleri bu savaşı kazandı, çünkü sosyalizmin derin düşün dünyasının bedeli derin çatlaklardı; bu da cehaletin zaferiydi, sorgulanmayan kayıtsız bağlılığın, sosyaldemokrasinin ideolojik karmaşasının parçaladığı beyinlere karşı zaferi: 'Faşistleri öldürüyor olmalıydınız birbirinizi değil!'; şüphesiz buna, labirentin içine sızan -ya da zaten orada olan- faşistkapitalist zihniyet yol açmıştı; ne yazık ki sosyalizm saf, deliksiz çelikten bir küp değildi. Omzunda kamerasıyla hak, adalet, özgürlük arayan, ekmeğin yanında gül de isteyen Loach, yine de vazgeçmiyordu: 'Katıl bu yegane savaşa Kimsenin yenilemeyeceği, Ölümü ve solmayı tadanların Yine de bir gün galip geleceği.' Faşist zihniyetin eğitime bakışını ve etkisini anlatmaya çalışan 'Dalga', faşizmi hortlatan koşulları ve iç dinamiklerini sorguladı ve kaçınılmaz sona dikkat çekti. Seçtiği mekansa bir Alman okuluydu; öğrenciler gestapo, hocaysa führerdi. Deneysel bir çalışma içinde öğretmeni komutan, öğrencileri asker yapan zihniyet(ne
26
kadar tanıdık değil mi 12 eylül sonrası okullarımızın durumu, aldığımız komutlar vs.). Tarihi bilinç ve tecrübenin faşizme asla izin vermeyeceğini savunan, kimi özgüvensiz, kimi fakir, kimi dışlanmış gençler, tek tipleşme ve birlikten doğan güçle kendi tezlerini çürüttüler; onlardan olmayan okula bile giremezdi. Führerin(hocanın) aklı başına geldiğinde, artık çok geçti; iktidar, kontrol ve baskıcılık hoşuna giden, eskinin ezilmişi, şimdinin erki, ortalığı kana buladı, çünkü örgüt ortadan kalkarsa o da ortadan kalkacaktı; topluluk bilincinin arkasında derin bir egoizm gizliydi. … Dünya sineması ile ilgili sözlerimizi bitirirken faşizme karşı duruşu beyaz perdenin ötesine taşıyan bir yalnız savaşçıya değinmek gerek: Marlon Brando. Oskar ödülünü reddetti ve oskar törenine kızılderili yerli bir kadın
gönderdi, kadının elinde bir de yazı vardı; içeriğiyse Kızılderili katliamını protestoydu. 'Baba' hakkında bir rivayet: Bir gün radyoda bir haber dinler ve sinirlenir; haberin konusu yine Kızılderililerdir: ''Elime bir tüfek alacağım ve Washington'a yürüyeceğim, önüme çıkan herkesi vuracağım!'' … Sinemamızda bir ismi anmadan geçmek haksızlık olacak, Yılmaz Güney; özellikle “DUVAR” filminde faşizmin çocuklar üstündeki işkencesini teşhir eden “Ne mutlu türküm diyene!” yazısı ve Atatürk büstü önünde cumhuriyetin geleceği olan çocuklara uygun görülen “eğitim”i yasaklara rağmen gözümüze soktu. Sırrı Süreyya Önder, Baba Yılmaz'ın izinden gittiğini söyledi; 'Beynelmilel'de askeri yönetimin kas kafalılığını öne çıkardı bu zihniyetin düğüncüleri bile nasıl tehlike olarak gördüğünü göstermeye çalıştı ve 12 Eylül faşizmine öfke kustu, senaryosunu üstlendiği 'O… Çocukları'ysa yine 12 Eylül'e gitti ve karakol intiharlarının aslında polis cinayeti olduğuyla başlayıp, genelevin faşizmden kaçan çocuklar için çocuk esirgeme yurdu görevi üstlendiği bir dönemde bir kenar mahallenin hikayesini aktardı. Yeni filmiyse 'Bir Türk Dünyaya Keder'miş; faşizmin her türlü
tezahürünün ağzına kusacak anlaşılan. Son olarak, çekim aşamasındaki bir filmden bahsetmeli; bizimki. Bizim filmdeki sizin rolünüz ne? Kulluk-efendilik, bağımlılıközgürlük tezatları, ideolojik empoze, her türlü bilmem nenin dışlanması, ataerkil kapitalist düzen… Atmosferi hissetmek lazım ki rolün hakkını verebilelim; faşizm bir yerlerde kol geziyor, uzakta değil, tam da merkezde. Filmin kurgusu sarpa sarmış; toplama kampüsüyle ilgili bölüm gibi birkaç parça yönetmenin canını sıkıyor. Yönetmen çok haşin, 'disiplin' diyor, doğaçlamaya izin yok. Yönetmeni kim seçti, ben kimim, yapımcı nerede, ışıkların açısı da ters; bu ne biçim film! Rejide iş yok, kadroda köklü revizyondan başka çare yok. Çapsızlığa da çare yok. İTİLMİŞ
27
Bu Sistem Nasıl Doğdu Neler Götürdü? Göçebe hayattan yerleşik düzene geçen insanların bu birlikteliğine hukuki temel oluşturulmasında din faktörü önemli rol oynamıştır. Kişilik haklarını bir türlü kazanamayan insan, her yeni gelişmede şaşkına dönmüş ve ne yapacağını bilemez olmuştur. İşte bu şaşkınlıklarından birisi de Kapitalizm illetidir. Feodalizmin çözülüşüyle Ortaçağ Avrupa'sında insanlığın birlikteliği bağımsız ve merkeziyetçi Krallıklar halinde oluşmaya başlar. Kralların eline geçerek merkezileşen siyasal iktidar, genel güvenlik sorununu ne zaman çözüp güçlü kıldıysa, o zaman güven verici bu ortam, ekonomik faaliyetleri özendirmiş, geliştirmiştir. Zihinsel, ekonomik ve teknik zorlamalarla bilgi bilimi yerine Evreni Kudret Biliminin kuşatması “BEN” i aşamayan insanın sayesinde gecikmeyecektir. Kapitalist sistemin doğuşu ve gelişimini zihinsel (dini) strüktürüyle açıklayan W. Sombart, Yahudilerin, ve M. Weber ile R. H. Tawney de Protestan Hıristiyanların mali rollerinin önemini aydınlığa kavuştururlar. Almanya' da Luther ve Fransa' da Calvin' in dinde reforma giderek “Mistisizm yerine maddesel hayatı” yüceltmeleri Protestan ülkeleri de Yahudilikteki gibi “İnsanların dünyalıklarını zenginleştirme” ilkesine açık hale getirdi. İş hayatında varlıklı olmak ilahi anlamda bir ödüllendirme kabul edildiğinden, iktisadi hayat bu yönde bir dinamizm kazanarak üretime ağırlık verecektir. Bu yapay dinsel coşkuyla kilisenin elinde bulunan geniş araziler laikleşecek, kilisenin hayırseverlik ve acıma rejimi yerine insanların çok daha çok kazanma rejimi gelecekti. Kendisinin, çevresinin hatta ülkesinin ihtiyacından çok çok fazlasını üreten insan mübadele sisteminde takas usulünden vazgeçecek, değerli kabul
ettiği madenleri (altın gümüş ) kullanacak ve daha sonra da yerine ikame edilen paraya geçecekti. Mal yerine geçen paranın kullanımı ile ticaret daha da kolaylaşacak, dış ticaretle yeni pazarlar / kaynaklar çok kazanma zengin olma hırsıyla dolu insanların iştahını hepten artıracaktı. Özellikle “keşifler” ve “icatlar” piyasaları geliştirmiş, dünyanın ticaret merkezi Doğu'dan Batı' ya kaymıştır. Doğu'nun İslam/Hakkaniyet ölçüsüyle yüklü ticaret ahlakı tabii olarak bu kervana alınmamıştır. Ticari seyahatler ile ekonomik ufukların genişlemesi ticareti daha çok özendirecek, A. PIETTRE 'nin de belirttiği gibi yağma, kölelik ve sömürgelerle Avrupa bir altın ambarına dönecekti. Bu sömürü ve yağmalamayla 1520 1620 yılları arasında Avrupa 'da ki altın ve gümüş para miktarı beş misli artarak, orada bir tüccar/burjuva sınıfı doğmasına neden olacaktı. 16. yy 'dan itibaren mülkiyetin yığışmasıyla küçük işletmeler aleyhine büyük işletmeler oluşuyor ve büyük sermaye sahibi tüccarlar küçük işletmeleri, zanaatkârların atölyelerini satın alıyorlardı. Böylece zanaatkârlar evlerinde çalışan ücretliler haline dönüşüyorlardı. Büyüyen kar ve kazançlar, taşınır kıymetlerin değerini yükseltir. Bu değerli madenlerin ve paraların enflasyonu, borç alanların lehine işleyecektir. Borçlu kimseye borcunu değeri azalmış bir para ödeyebilmek imkanı verecektir. Bu olumsuz durumdan kurtulmanın tek yolu da verilen borcun fiyatını sürekli yükseltmektir. Yani faiz. Mal üreten müteşebbisler ve iş hacmi büyüyen tüccarlar hem borç verdikleri paraların hem de ellerindeki malların fiyatlarını yükselterek kazançlarına kazanç katmaktadırlar. Fiyat artışı ise sabit ücretle çalışan grupları ve sabit rantla çalışan toprak sahiplerini
yoksullaştırmaktadır. Bu yoksulluk ulusal boyutlara ulaştığında olacaklar bellidir. Bilimsel ve teknolojik gelişmenin devasa boyutuna karşılık fazlalık ilan edilen güneyde barbarlık evresine giriliyor bu da bize ortaçağı andırıyor. İnsan emeğini azaltan ve insan emeğini verimsizleştiren harika güce sahip makinelere rağmen hala fazlasıyla çalışıyor insanlar. Buradan da anlaşılacağı gibi açlığın nedeni ekmeğin azlığı değil kapitalizmin dayattığı yoksulluktur. Amaçları insanları sınıf mücadelesi anlayışından uzak tutmak ve sürekli kendi çıkarları üstünde yoğunlaştırmaktır. Aynı zamanda kapitalistler ülkelere girerek yatırım yapar buradan sıcak para kazanmanın derdindeyken de hukuk düzenini de kendi çıkarları üzerinden kurar ülke hukukunun ve yargısının dışında kalmak ister . Kapitalizmin zararları sadece ekonomik siyasal alanda değil. Kapitalizm yasadığımız gezegeni de yaşanmaz hale getiriyor. insan soğuk bir kış gününde bir kaç derecelik ısınmanın o kadar kötü olmadığını düşünebilir. Ancak dünyanın insanlığı tehdit edecek haberleri var Şu anda Alaska'dan And Dağları'nın karlı zirvelerine kadar her yer ısınıyor, hem de hızla. Sıcaklıklar geçtiğimiz yüzyıldan bu yana 0,6 santigrat derece arttı, ancak en soğuk, en uzak noktalar daha fazla ısındı. Sonuçlar pek de iç açıcı değil. Buzullar eriyor, nehirler kuruyor, kıyılar erozyona uğruyor ve yakınlarda yaşayan toplulukları tehdit ediyor. Değişiklikler genelde gözden ırak oluyor ancak akıldan ırak olmamalı, çünkü bunlar geleceğimizi etkiliyor EDELTAMM
28
TARİHTEN YAPRAKLAR
EY ŞARKLI KÖYLÜ, BATILI OL, BU BİR EMİRDİR ! Medeniyet insanlık için vardır, insanlıkla vardır. İnsanlara hitap etmeyen ve insanlardan uzakta bir medeniyet algısının var olabilmesi pek de mümkün bir hadise değildir. Nitekim medeniyetin öznesi insandır. İnsanoğlunun en büyük çelişkilerinden biri çağdaşlık adına pek çok çelişki ile boğuşmasıdır. Geçen sayımızda değindiğimiz Şapka Kanunu bu çelişkilerden
biriydi. Bu sayıda ise bambaşka bir çelişkiyi size sunmak istiyoruz… Tarih pek çok sosyal, kültürel ve sanatsal yasağa sahne olmuştur. Örneğin Abipon yerlileri arasında, henüz evlenmemiş bir kadın ile erkek arasında konuşmak (dolayısıyla selamlaşmak da) yasaktı. Ortaçağ Avrupasındaki akıl almaz yasakları az çok hepimiz biliyoruz. Biz kendi tarihimizle yüzleşmek adına kendi yasaklarımıza dönelim hemen. Zira özellikle kuruluş döneminde yapılan bu yasakları tartışabilmemiz uzun süre mümkün
olamamıştır. Bugün bile birçoğu kutsal kabul edilip dokunulmasına izin verilmemektedir. Müzik, insanlığın en büyük zevk veren uğraşlarından biri olmuştur tarih boyunca. O kadar geniş bir içerikle ve o kadar geniş bir kitleye hitap eden bir uğraş olmuştur ki müziksiz bir yaşam artık mümkün değildir. Ve her toplum kendi değerlerini, kendi yaşamını, kendi isyanını müzikle ifade etmiştir. Bizim kendimizi ifade edebildiğimiz müzik tarzımız da halk müziği olmuştur. Bir kısmımız da sanat müziğinden etkilenerek ruhunu doyurmaya çalışmıştır. Fakat söz konusu çağdaşlık ise gerisi teferruattır. Senin kendini nasıl ifade ettiğinin, kendi derdini, isyanını, öfkeni, sevdanı nasıl dile getirdiğinin artık bir önemi yoktur. “Çağdaşlık” neyi dayatırsa onu dinlemek o şekilde yaşamak öyle algılamak zorundasındır! Yıllarca her 10 kasım'da korolar oluşturuldu, Atatürk'ün en sevdiği şarkılar söylendi, dinletildi. Neydi bu şarkılar; Bülbülüm Altın Kafeste, Kaleden İniş Mi Olur vb tarzda şarkılardı… Peki Atatürk'ün en sevdiği ses sanatçıları kimdi, bugün hala yaşıyor olan Türk sanat müziği sanatçısı Müzeyyen Senar'ı örnek vermek yeter sanırım. Sıkı durun, 1934'teki bir kanunla halk müziği ve sanat müziği dinlenilmesi yasaklanmıştır. Radyolar yalnızca klasik, batı müziği çalacaktır. Çünkü muasır
medeniyet batı müziği dinliyordur. 1934'te Atatürk'ün 1 Kasım 1934'te TBMM'de yaptığı bir konuşmada ne diyor, bakalım; "bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musıki değişikliğini alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün dinletilmeye yeltenilen musıki yüz ağartıcı değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir an önce genel musıki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu şekilde, Türk ulusal musıkisi yükselebilir, evrensel musıkide yerini alabilir." Atatürk'ün bu konu hakkındaki görüşlerini bu meclis konuşmasından 6 yıl önce de dile getirmiştir. Bu konuşma Cemal Reşit Rey'in anılarında da mevcuttur. 1928 yılında Sarayburnu'nda Atatürk konu hakkındaki görüşünü halka şöyle beyan ediyor; "artık bu şark musıkisi, bu basit musıki, Türk'ün münkesif ruh ve hissiyatını tatmine kafi gelmez." Meclis konuşmasından sonra yapılan ilk iş halkın müziğini yasaklamak olmuştur. Amaç nedir? Uygarlık! Amaç nedir? Medeniyet, modernleşme vs vs. Halka rağmen halk için çağdaşlaşma… Evet demek ki Atatürk döneminde yaşıyor olsaydık herhangi bir etkinlikte ya da benzeri bir durumda Atatürk'ün bile sevdiği şarkıları söyleyemeyecektik!
29
İlk radyoculardan Rûşen Ferid Kam'ın Prof. Kocabaşoğlu'na aktardığı bilgiye göre, yasağı bitiren de yine Atatürk olmuş. Köşkte tamburacı Osman Pehlivan'dan Rumeli türküleri dinleyen Atatürk, bu türküleri radyodan halka da dinletip dinletmediğini sormuş. Osman Pehlivan'ın “gazi hazretleri, siz radyoda Türk müziği yayınlanmasını yasakladınız, buna imkân bulamıyoruz.”diye cevap vermiş. Bu yasakla tepki gösterilen, yasaklanan dinlenmesi istenmeyen diğer bir müzik tarzı da klasik türk müziği idi, zira o müzik saraydan gelen, Osmanlıyı çağrıştıran, Osmanlı şehir hayatında geliştirilen bir müzikti. Dinleyicileri genelde Osmanlı asilzadeleriydi. O müziği dinleyenlerin genelde Osmanlı'yı, geçmişi özlediği sanılır, sandırılırdı. O müziği dinlemenin çağdaşlaşma önünde en büyük engellerden olduğuna inanılırdı. Çünkü o müziği Osmanlı asilzadeleri severdi.
Ama klasik batı müziği öyle değildi. Klasik batı müziğini Avrupalı saray kesimi, Avrupalı saltanatı dinlemezdi, o mutlakıyeti çağrıştırmazdı! İyi de klasik batı müziğini Avrupalı köylüsü mü dinlerdi?! Bir diğer sosyal yasak da 'Milletin efendisi' olan köylülerle ilgili bir yasak! Amaç yönetimini devraldıkları halkı tarihinden, kültüründen, değerlerinden koparmaktı. Çünkü bu halk, yaşam tarzıyla, değerleriyle modern değildi. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren belli bir süre takım elbiseli ve gravatlı olmayan insanların Kızılay meydanından geçmesi yasaktı. Modern görünümlü olmayan insanlara belli yerlerden yürümek geçmek bile yasaktı. Bunlar Kızılay' ın ötesinde bir yere gitmek istiyorsa arka sokaklardan geçmeliydi. Bu yönde bir yasa
çıkarılmamıştı. Ama fiili bir yasak pekâlâ mevcuttu ve alasıyla uygulanıyordu… Bu aralar internet ortamında Sinan Çetin'in “Mutlu ol, bu emirdir!” adlı kısa filmi dolaşıyor. Kısa film Anadolu' daki 1934 yılında yürürlüğe giren yukarda değindiğimiz halk müziği yasağını anlatıyor. Film kısa ve güzel replikler, “Siz niye böle şarklılar gibi yere oturup türkü çığıroyonuz, Çağdaş olun, modern olun, mutlu olun bu bir emirdir.”. Bu birçoğumuz için komik eğlenceli replikler olabilir. Ancak köylü kılıklı olduğu için arka sokaklardan geçmek zorunda kalan, dinlediği müzik şarklı basit müzik diye dalga geçilen, zorla kafasına fötr şapka giydirilen vs. kısaca köylü olduğu için küçümsenen değersizleştirilen biri için ne kadar komik olabilir. Ve “Köylü milletin efendisidir!” sözüne ne kadar inanabilir hep birlikte düşünelim, değerlendirelim. KADİM
30
"KANKA! BİZ 26 BİN ÜNİVERSİTELİ EDİRNE EKONOMİSİNE KATKIDAN BAŞKA NE YAPIYORUZ?" Üniversitenin anlamını, işlevini ve üniversiteliye neler kattığını biz söz okurları olarak merak ediyoruz, sorguluyoruz. Bu merakın sonucunda karşılaştığımız manzara üniversiteliler açısından çok da içaçıcı gelmiyor bizlere. Üniversitelerimiz bugün gerçek işlevlerini yerine getirmiyorlar. Bu alanlar, tüm bileşenleriyle bilim ve kültür üreten, ülkeye yönelik hayırlı çalışmalar yapan, aydın kişilikler yaratan, daha aydın bir ülkenin inşaası için çalışan, özgürlüğü kendine dert edinmiş özerk alanlar olmalıdırlar. Fakat, bunun tam tersine bir durum söz konusu. Üniversitelerimiz vasıflı, aydın kişilikler yaratacaklarına, araştıran, sorgulayan bir öğrenci tipi yaratacaklarına bilimsel eğitimi bizden nasıl kaçıracağını hesaplar haldedir. Ne yapsak da bu öğrenciler sorgulamasa, merak etmese diye kafa yormaktalar. Biz üniversitenin özerk olması gerektiğini söylerken (zaten gerçek bir üniversitenin de böyle olması gerekirken) , onlar bizleri nasıl ehlileştireceklerini, özgürlüğümüzü özel güvenliklerle mi, polislerle mi, öğrencilere açılan soruşturmalarla mı kısıtlayacaklarını şaşırıyorlar. Üniversiteler ülkenin durumunun en açıktan tartışılacağı, sorunlara çözüm üretileceği alanlar olmalıdır. Onların da deyimiyle gençlik ülkenin geleceğidir. Fakat ülkenin durumunu tartışmak, bunun üzerine özgürce fikirlerimizi söylemek imkansız haldedir. Hem ülkenin geleceği sayılıp hem de profesörlerin görüşleri dışında görüş bildirmemizin neredeyse yasak olduğu bir üniversite modeli tuhaf doğrusu. Gördüğümüz gibi üniversiteler sosyal olarak işlevlerini tamamen yitirmişlerdir. Biz üniversitelileri her açıdan ilerleteceğine geriletir hale gelmiştir. En önemlisi üniversiteler
gerçek anlamlarını yitirmişler iş bulma kurumu görevini üstlenmişlerdir. Öyle bir algı yaratıldı ki bugün üniversiteler açısından, sanki üniversiteye sadece iş sahibi olmak, gelecekte zengin biri olmak için gidilir. Bunu son yıllarda çoğu öğrencinin istediği bölüme yerleşememesinden anlıyoruz. Çünkü artık daha çok para eden bölümler tercih edilmeye başlandı. Bu sistem insan yeteneğinin hiçe sayılmasından başka bir şey değildir. Üniversiteler bugün iş verme görevini üstlenmişken maalesef ki bu basit görevi de yerine getirememekte ve bizleri geleceğin işsizleri olarak tayin etmektedir. Bunu da son dönemde başbakanın şu sözleriyle meşrulaştırıyorlar ''üniversite bitiriyor diye iş vermek zorunda mıyız? '' Bugün geleceksizlik biz üniversitelilerin en büyük kaygısıdır. Hayatımızdan çalarak, aile bütçemizden çalarak sınava hazırlanıyoruz, kazandıktan sonra imkansızlıklar içinde bir sürü para harcayarak 4 yıl üniversitede kalıyoruz. Karşılığı ise koca bir hiç oluyor. Aydınlanma yok, bilimselleşme yok, ülkene faydalı bir insan olarak üniversiteden çıkabilme yok, resmi tarih dışında bir tarih anlayışı (bilimsel tarih) yok, toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak vasıflı bir üniversiteli modeli yaratmak yok, özgürlüğün adından bahsedilemez. Ama baskı var, özel güvenlik var, soruşturma var, uzaklaştırma var, YÖK var ve sonunda koca bir İŞSSİZLİK var. Biz üniversiteliler böyle bir üniversite istemiyoruz. Fakat, istemediğimiz için NE YAPIYORUZ? İşte bu soruyu biz
Edirne'deki SÖZ okurları olarak üniversitemizdeki tüm öğrencilere sorabilmenin çalışması içersindeyiz. Üniversitelerin bu durumun sorgulatmak adına, üniversiteli arkadaşlarımıza yaşamlarını sorgulatmak adına bu yakıcı soruyu tüm Trakya Üniversitelilerle paylaşma kararı aldık ''KANKA! BİZ 26 BİN ÜNİVERSİTELİ EDİRNE EKONOMİSİNE KATKIDAN BAŞKA NE YAPIYORUZ?'' Bu soruyu renkli bir afiş halinde Edirne'nin her köşesine, bilboardlarına, duvarlarına, üniversitelilerin olduğu her noktaya asmayı düşünüyoruz. Böylece üniversitelilere üniversitenin neye yaradığını,üniversitelilerin ne konumda olduğunu SÖZ okurları olarak sorgulatabileceğimizi düşünüyoruz. Biz SÖZ okurları üniversitelerimizi olduğu gibi kabul etmiyoruz, daha güzel bir üniversitede ısrarlıyız, daha anlamlı bir yaşam için diretiyoruz, daha güzel bir dünyayı umut ediyoruz. Bunun için bulunduğumuz alanları değiştirmeye yönelik uğraşlar veriyoruz. Edirne buna bir örnektir. Bu örnekleri çoğaltmalı ülkenin her bir köşesine yaymalıyız. Şimdiden başarı dileklerinizi duyuyor gibiyiz. Bizde Edirnedeki okurlar olarak tüm şehirlerdeki dostlara başarılar diliyoruz. Tüm kazanımlar hepimizin kazanımlarıdır. Bütün üniversitelilerin kendi gelecekleri için bir SÖZ söylebildiği günlerde görüşmek üzere dostlar, hoşçakalın… YAŞASIN ÖZGÜR ÜNİVERSİTE MÜCADELEMİZ….
31