Koşullar zor olabilir fakat rüzgâr bizden yanadır
sf 12-13
Asıl hedefimiz sosyalizmi anlatmaktır DHF 7 Haziran'da olduğu gibi, 1 Kasım seçimlerinde de HDP ile ittifak kararı aldı. HDP'nin aday listelerinde bu kez DHF’li 4 aday yer aldı. Türkiye -Kuzey Kürdistan’da sosyalizm için mücadele yürüttüklerini ve proletarya ve emekçilerin ancak sosyalizmle kurtulabileceğini ifade eden sosyalist adaylar, seçimler ve parlamentoya taktik bir aracın ötesinde bir anlam yüklemediklerini belirttiler. Genel siyasal gelişmeler ve 1 Kasım seçimlerine dair DHF'li sosyalist adaylarla bir röportaj gerçekleştirdik. sf 15-17
Halkın Günlüğü
1-15 EKİM 2015 Yıl: 4 Sayı: 108 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net
Suriye’de kontrollü geçiş süreci f GÜNCEL
18-19
Emperyalist güçler, Ortadoğu ve Suriye konusunda “yeni’’ bir “çözüm” formülü arayışına girmiş bulunmakta. Emperyalist güçlerin, genel anlamda dünyada ve özel olarak da Ortadoğu’da ürettiği politikalar, hegemonyası açısından başarısız olmuştur. Kuşkusuz emperyalist hegemonyanın başarısız olmasında, emperyalist bloklar arası güç dengelerinin rolü inkâr edilemez, fakat bu başarısızlıktaki ana dinamik, emperyalist talanın sürdüğü coğrafyalarda gelişen sosyal ve ulusal kurtuluş mücadeleleridir.
Güler'in cenazesini ailesine teslim edin!
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
ISSN: 2147-0499
Erdoğan/AKP barbarlığına ve faşizme karşı
Ortak mücadeleyi büyütelim! Türkiye-Kuzey Kürdistan’da önemli siyasal gelişmelerin yaşandığı bir süreçten geçmekteyiz. Hâkim sınıflar ve temsilcisi Erdoğan/AKP diktatörlüğü halklara karşı topyekûn savaş açmış durumdadır. Kürt ulusu başta olmak üzere halklarımız üzerinde azgınca devlet terörü uygulanmaktadır. Bu koşullar ve siyasal atmosfer içerisinde 1 Kasım erken seçimleri gerçekleştirilecektir. Dönemsel ve taktik bir politika olarak Erdoğan/AKP diktatörlüğünün geriletilmesi ve halklarımız lehine siyasal kazanımların yaratılması açısından 1 Kasım’da halkların ortak mücadelesini geliştirmek önemli bir yerde durmaktadır. Seçimlerle devrim gerçekleştirme, iktidarı yıkma, devrimci iktidarlar tesis etme ve demokrasi getirme
04
Çözüm’ yolundaki Kolombiya
gibi bir hayalimiz yoktur. Bu taktik mücadele ve kazanımlarla gerici sınıf düzeninin değişebileceğini, iyileşebileceğini, demokratikleşebileceğini vb. sananlar proleter devrimci sınıf siyasetinden mahrum olan burjuva reformistlerdir. Fakat devrim ve demokrasi getiremeyeceğimiz doğruyken; demokratik mücadele ve kazanımların, demokratik mevzi ve sınıf mücadelesinin göreli de olsa ilerleyeceğine inanmaktayız. Ki, bu taktik mücadele biçimleriyle genel devrimci mücadelenin desteklenerek ilerletilebileceğine, dinamiklerinin geliştirilebileceği, bu mücadelede birikimler edinilip bir yığın tecrübe ve deneyimler elde edilerek sınıf mücadelesinin hizmetine sunulabileceğine kesinlikle inanmaktayız.
10
Şiddette sınır tanımayanlar
21
02 güncel haber
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
Süreç devrimci müdahaleyi koşulluyor
İçinden geçmekte olduğumuz güncel-siyasal gelişmeler ve bu düzlemde biçimlenen 1 Kasım erken seçimlerine dair devrimci güçlerin fikirlerini alarak okurlarımızla paylaşma kaygısı ile bir söyleşi gerçekleştirmek istedik. Bu bağlamda Partizan, BDSP, Alınteri, ESP ve Devrimci Parti ile görüştük. Söyleşimize olumlu yanıt veren ESP ve Alınteri’nin sürece dair fikirlerini okurlarımızla paylaşıyoruz: HG: İçinden geçmekte olduğumuz güncel siyasal durum ve devrimci güçlerin izlemesi gereken siyasal yönelim ne olmalıdır? Alınteri: Bize göre Türkiye bugün bir iç savaş yaşıyor. Kürt illerinde, Cizre’de, Silvan'da, Varto'da, Gever'de, Dersim'de, Diyarbakır-Sur'da, Nusaybin'de... Çıplak gözle görülebilecek kadar açık bir biçimde artık her gün karşımıza çıkıyor bu gerçek. Türkiye cephesinde (şimdilik) görece alt düzeyde ve kontrollü bir seyir izliyor olması yanıltmamalı kimseyi. En son 6-8 Eylül azgınlığında gördüğümüz gibi ufacık bir işaret yetiyor burjuvazi ve gericiliğin nelere, nasıl hazırlandığını görmeye. Adına ne denirse denilsin esas olan, Türkiye'de sınıf çatışmasının nasıl keskinleştiği gerçeğini ve gidişin yönünü görmek. Ama sol içinde bile durumun hala farkında olmayanlar var. Büyük bir aymazlıkla bu gidişin önünün parlamenter yoldan, seçimlerde elde edilecek etkileyici
bir başarıyla alınabileceği düşünülüyor. Bu aymazlığın farklı bir kutbunu da, kendini bir kavanoza hapsedip cılız ve etkisiz oyalanma pratikleriyle günün devrimci sorumluluklarını yerine getirdiğini zanneden mastürbasyon solculuğu oluşturuyor. Bunların temelinde, yaşanan krizin derinliğini ve boyutlarını yeterince görememek yatıyor. Bütün olup bitenleri hala Tayyip Erdoğan'ın başkanlık hırsına bağlayan yüzeysel yaklaşım hala çok yaygın. Hâlbuki işin temelinde kapitalist neo-liberal modelin sistem olarak iflası var. Bu sadece ekonomiyle sınırlı bir kriz değil. Dikkat edilirse burjuvazi artık dünya çapında eski tarz ve yöntemlerle yönetmekte zorlanıyor. Hemen her ülkede ırkçılık ve faşizm yükseliyor. Çünkü işin arka planında toplumsal ve ideolojik bir kriz de var. Orta düzeyde gelişmiş bağımlı kapitalist
bir ülke olarak Türkiye'nin bu genel sistem krizinin dışında kalması düşünülemezdi. Buna bir de Ortadoğu'da yaşanan kaosun dolaysız yansımalarıyla 15 yıldır Türkiye'yi yöneten AKP hükümetinin iç ve dış politikasının duvara toslayışını ekleyin. Üstelik bunlara şimdi bir de yeni bir ekonomik kriz sarmalı eklenmek üzere. Dolayısıyla burjuvazinin bütün kesimleri için alarm zilleri çalan bir Türkiye tablosu var şuan ortada. Mevcut faşist rejimin daha zorba ve baskıcı bir tarzda tahkimi anlamına gelen “Başkanlık Sistemi”ne karşı itirazların yok denecek kadar cılız olmasının nedeni bu. Sermaye, zaten yıllardır baş edemediği ve son ataklarıyla kendini büyüten bir Kürt isyanıyla boğuşurken buna bir de yeni Gezi'lerin ve emek hareketinin eklenmesi korkusunu duyuyor. Devrimci hareketin önündeki tarihsel sorumluluk ise burjuvazi ve gericiliğin
bu korkularını büyütecek bir siyasal inisiyatif geliştirmekte düğümleniyor öncelikle. Bunun yolu ise üretim alanları ve sokaklardaki kavgayı daha etkin hale getirip büyütmekten geçiyor. Bunun kaldıraçları olarak, herkes bir taraftan kendi bağımsız faaliyetlerini yürütürken uzunca bir süredir köpeksiz köyde değneksiz gezmenin rahatlığıyla hareket eden bütün sınıf düşmanlarımıza devrimin ve devrimcilerin gücünü hissettirecek militan eylem ve güç birlikleri kurmamız gerekiyor. ESP: AKP, HDP'nin seçim zaferi sonucunda, 7 Haziran'da yenildi ve iktidarını yitirdi. Ne ki, koalisyonun kurulamaması, Kürt halkına yönelik savaş politikasının devreye sokulması ve bu yolla Saray’ın siyasete darbesi 7 Haziran sonuçlarını geçersiz kıldı. Türkiye ve Kürdistan’da sömürgeci faşist savaşla karakterize olan bir ara rejim yaşanıyor. Erdoğan’da cisimleşen bu ara rejimin kalıcı bir Erdoğan diktatörlüğüne dönüşmesinin önündeki başlıca engel yine HDP’nin ulaşacağı seçim zaferidir. Dolayısıyla siyasetin merkezinde yine rejimin niteliğinin ne yönde değişeceği sorunu vardır. Devrimci güçlere düşen görev, HDP etrafında geniş bir saflaşma yaratarak AKP’yi engellemek, politik özgürlük mücadelesini yükseltmektir.
HG: Yaklaşan 1 Kasım seçimlerine ilişkin genel yaklaşım nasıl olmalıdır? Alınteri: Bugünkü koşullarda, 7 Haziran'da olduğu gibi 1 Kasım'da da HDP'nin desteklenmesi gerektiği görüşündeyiz. HDP programatik görüşleri itibarıyla bizce sol, sosyal demokrat bir parti.
03
Ayrıca bileşenleri arasında, şeriat düzeni savunucularından her an her taklayı atabilecek burjuva politikacılara,“yetmez ama evet”çilerden parlamenter mücadeleden başka yol tanımayan iflah olmaz reformistlere kadar Türkiye'deki demokrasi mücadelesine çok zarar vermiş güçlerin de bulunduğu güven vermeyen bir koalisyon yapılanması. Son olarak 7 Haziran sonrası iyi bir sınav vermedi. Parlamenter budalalıktan kaynaklanan silik ve edilgen bir politika izleyerek, Kürt emekçileri başta olmak üzere kendisini destekleyen kesimlerde hayal kırıklığı yarattı. Bunlar ve daha başka eleştirilerimize rağmen biz bugün yine de HDP'nin yanında olunması gerektiğini düşünüyoruz. 1 Haziran seçimlerinde HDP'yi 3 nedenle destekledik: 1) HDP'nin ana gövdesini Kürt emekçilerinin oluşturduğu gerçeğini dikkate alarak bunun emeğin ve halkların kardeşliği doğrultusunda somut bir mesaj oluşturacağını düşündük, 2) HDP'nin barajı aşması, Kürt özgürlük mücadelesinin gücünü yansıtıp özgüvenini pekiştirmenin yanında başkanlık sistemi yönelimine indirilecek somut siyasal bir darbe olacak ve rejimin siyasal krizini büyüten bir rol oynayacaktı, 3) HDP'nin barajı aşması, 12 Eylül'ün koyduğu barikatlardan birinin yıkılması yanında Gezi'den bu yana somut siyasal bir başarı ihtiyacı içinde olan ilerici-demokrat kamuoyuna moral motivasyon kazandıracaktı. Bu nedenlerin hepsi geçerliliğini hala koruyor. Üstelik 7 Haziran sonuçlarının bu kadar pervasızca çöpe atılması ve HDP'yi baraj altında bırakmak için kirli savaşın alevlendirilmesi, bunu bir irade ve onur çatışması haline getiriyor. Yalnız mesele 1 Kasım'la bitmiyor. 7 Haziran sonrasının deneyimi ortada. Asıl 2 Kasım ve sonrasına hazırlanmak gerekiyor. Sandıktan çıkacak sonuçlara umut bağlayan aynı parlamenter budalalığı ve gevşekliği sergileyecek olursak, karşılaşacağımız sonuçlar bu kez daha ağır ve acı olur. Onun için 1 Kasım seçimlerine, serhıldanları, sokağı, grevi, boykotu, hayatın her alanında direnişi sandığa bağlayan parlamentarist bir kafayla değil, sandığı diğerlerini tamamlayan bir araç olarak gören bir yaklaşımla hazırlanılmalıdır. ESP: AKP ve Erdoğan kendi iktidarını korumak ve hayalini kurduğu başkanlık rejiminin yolunu açmak için sandıkta bir kez daha şansını zorluyor. Bunun için HDP şahsında halkların iradesini kırmak zorunda. Nihayetinde seçim yine AKP ve HDP arasında geçecek. Dolayısıyla HDP’nin 7 Haziran’da elde ettiği siyasi başarıyı korumak ve büyütmek özgürlük ve sosyalizm mücadelesi veren tüm güçlerin görevidir. 1 Kasım seçim saflaşması AKP ve Erdoğan faşist rejimine karşı HDP’nin başını çektiği demokrasi ve özgürlük güçleri şeklinde olacaktır. Devrimci güçler bu saflaşmanın öznesi ve emekçisi olmalıdır.
SINIF TAVRI
≫ ismail uçar
DEVRİMCİ SAVAŞ ZENGİN MÜCADELE BİÇİMLERİNE BAŞVURMAK ZORUNDADIR!
D
evrimci hareketteki geleneksel yaklaşım sakatlığı bir mücadeleyi esas alıp diğerlerini ötelemek biçiminde yaşanmıştır. Bu hatalı yaklaşım henüz aşılmış, en azından köklü olarak aşılmış değildir. Doğru olan, merkezi görev ve yönelim ekseninde doğru orantılı olarak bir mücadele ve örgütlenme biçimini esas almak, diğer mücadele ve örgütlenme biçimlerini küçümsemeden, ötelemeden ve hatta hiçleştirmeden önemle ele alıp merkezi yönelim ve görevin hizmetine sunmaktır. Sade ve anlaşılır olan bu durum günümüzde hala içselleştirilmiş ya da tam olarak kavranmış değildir. Büyük bir karmaşa yaratılırcasına, mücadele biçimleri ve örgütlenme araçları, bunlara dönük zengin yolyöntem sorunları reformistlik/devrimcilik ikileminde muhasebe edilerek kafa karışıklıkları yaratılmaktadır. Kuşkusuz ki, amaç/araç ilişkisi, strateji/taktik ilişkisi, esas/tali ilişkisi ve yöntem sorunları belli ilkeler ışığında ele alınmalı-alınmak durumundadırlar. Her yol-yöntem mubah görülemeyeceği gibi, taktiğin stratejiyle uyumu, araçların amaçla uyumu, talinin esasa hizmet etmesi göz ardı edilemez değerde bir tutarlılık ve gereklilikle geçerli bir gereksinimdir. Bunda sorun yoktur. Fakat bahsini ettiğimiz karmaşa ya da kafa karışıklığı bu zemindeki yaklaşım ve anlayış değil, bilakis toptancı ya da kökten retçi temelde tali ve taktik değerdeki mücadele ve örgütlenme biçimlerini yadsıyan yaklaşımdır. Bu yaklaşım genel doğruları benimseyen görünümde olmasına karşın, pratik hayatta karşılaştığı mücadele ve örgütlenme biçimleri karşısında doğru/yanlışı ayrıt etmeden önyargılı öznelci yaklaşımla hatalı zemine düşmektedir. Belli mücadele ve örgütlenme biçimlerini kabullenmemekte ya da bunları esas mücadele biçimleri veya stratejik yönelimlerle birleştirme konusunda tutuk kalıp geriye düşmektedir. Devrimci savaş veya silahlı mücadele esastır görüşü referans edilerek, açık alan çalışmaları reformist olarak değerlendirilmekte, seçimlere girme taktiği liberal tasfiyeci gidişat olarak nitelenmekte, yasal parti kurma taktiği sağ tasfiyeci ilerleyiş olarak tanımlanmakta, velhasıl suçlama ve damgalamalar bir birini takip edip uzamaktadır. İttifak politikası önyargılı olarak ittifakın büyük örgütsel gücüne yedeklenme ya da çizgiden kayış olarak algılanmakta, ‘’barış’’ sözü adeta af edilemez bir suç muamelesi görmekte ve hatta ‘’yuh’’lamalara gerekçe edilmektedir… Oysa bunların her biri devrimci savaş ve mücadeleye hizmet edecek, devrimci siyasetin elinde gerici-faşist iktidara karşı birer silah olan ve gerici siyaset ile savaş saldırganı iktidarı sıkıştırıp devrimci ajitasyon-propagandamızı besleyen birer devrimci taktik siyaset unsurlarıdır. Ancak teori, ideoloji ve siyaset alanını küçümseyerek bunları silahın komutasına alan ve direniş-silah-çatışma-eylem gibi popüler unsurlarla övünüp devrimciliği belli direnişler üzerinden açıklayan hareketlerin varlığı düşünüldüğünde; reformizm ile devrimcilik, reformist biçimler ile devrimci biçimler, taktik ile strateji, ilke ile somut siyasetin vb vs bu düzeyde sıradan bir yaklaşımla aynılaştırılmaları anlaşılırdır. Savaş-silah kıymet biçilemez mutlak üstün bir değer, teori-söz anlamsız lafazanlık ve boş gevezeliktir’’ görüşü, bilimsel sosyalizm teorisine taban ta-
bana zıt, devrimci teori-pratik açısından tamamen çürüktür. ‘’Hareket her şey, amaç hiçbir şeydir’’ felsefe sefaletin siyasi yansımasından başka bir şey değildir bu görüş. Şayet devrimci harekette derin anlayış fakirliği temelinde görülen bu hatalara dair söylediklerimiz doğru değil deniyorsa, feda eylemleri neyin ürünüdür? Bilinçli olarak eylemcinin ölümüyle planlanan eylemler neyin ürünüdür? Etkili olmamanın ötesinde somut bir kazanım hedeflemeyen ve salt kahramanlık destanıyla övgüler alıp gurupsal üstünlüğünü kanıtlamaya yönelen ve sansasyonel eylemin bir çizgi-sistemli bir anlayış olarak savunulduğunu kanıtlayan eylemler neyin ürünüdür? Siyasi iktidar hedefine bağlı ciddiyete sahip uzun vadeli devrimci bir plan dahilinde silahlı devrimci eylemin devreye sokulup kullanılması varken; basit kaygıların tetiklediği, isim duyurmak-gündeme girmek, örgütün marka olduğunu kanıtlamak, salt örgütsel-siyasi propaganda yapmak, bu anlamda (göreli siyasi kazanımı saymazsak) salt reklama dönük bir eylem çizgisi ya da mücadele biçimi benimseyip uygulamak kuşkusuz ki, hatalı ve sakattır. Üstelik insan ölümü pahasına veya insanın ölümü üzerinden bu biçimleri yürütmek asla benimsenemez… Madalyonun öteki yüzünde ise yukarıdaki sol hatalı yaklaşım veya anlayışın tam tersine, savaştan, silahtan, silahlı eylem ve silahlı mücadeleden, hatta devrimden ‘’öcü gibi korkup’’ fersah fersah uzak kaçan sağ anlayış ve pratiklerin olduğu da açıktır. Bu anlayışa göre ne yapılacaksa yasal zemin ve sınırlar içinde yapılmalı, ‘’yasa dışı’’ veya mevcut düzen dışına çıkılmamalı, tersi eğilimlerden özenle sakınılmalı, çatışma, savaş, silah, silahlı eylem vb vs kesinlikle ötelenmeli, bunlar bir provokasyon ve hatta ‘’terör’’ olarak yadsınmalıdır. Hakim sınıflar düzeniyle çatışmadan bununla barış ve uyum içinde mücadele edilmelidir… Bu anlayışın ideolojik-siyasi nitelikte sağ pasifist ve reformist olduğu açıktır. Genel olarak ve günümüzde sağ tehlike esas olsa da veya ideolojik-siyasi bakımdan sağ sol’dan daha tehlikeli olsa da, biz bilimsel Sosyalistler kötünün iyisini seçip bunlardan birini ötekine tercih etme durumunda değiliz. İkisinin doğru ya da devrimci anlayıştan koparak bu anlayış ve doğruya zarar veren olumsuz anlayışın farklı yüzleri olduğu unutulamaz. Doğru çizgiyi tasfiye ederek onun yerine geçen sağ çizgi de sol çizgi de mücadeleyi hedefinden saptırarak devrimi baltalayan özelliktedir. Bir sağdan yaparken, öteki soldan yapmaktadır. Yöntemleri farklı da olsa yaptıkları aynıdır, tahribatları da özünde birdir. Özcesi, sağdan da soldan da sakınmak şarttır. Somut tartışmamızda bunun anlamı şudur; devrimci savaş, silahlı mücadele, silahlı eylem devrimimizin esas mücadele ve örgütlenme biçimleri olarak merkezi görevlerdir. Fakat bu esaslara bağlı kalmak kaydıyla, bu stratejik hedef ve amaçlara hizmet eden taktik değerdeki zengin mücadele biçimlerini kullanmak, devrimci savaşın hizmetine sunmak zorunludur. Sosyalist Halk Savaşı şarttır ama bu stratejiye uygun olan taktik politikalar başta olmak üzere, açık alan mücadele biçimleri ve diğer çalışma ya da örgütlenme araçlarının kullanılması da reddedilemez bir ihtiyaçtır.
04
güncel haber
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
Güler'in cenazesini ailesine teslim Rojava'da ölümsüzleşen BÖG komutanı Aziz Güler'in cenazesi tüm başvurulara rağmen ailesine teslim edilmedi. Rojava'ya geçen baba Güler, oğlunun cenazesini almadan geri dönmeyeceğini açıkladı Devletin ölülerimize dahi saygısı olmadığına, ölülerimizden dahi korktuğuna defalarca şahit olduk. Cansız bedenlere işkence eden, mezarlıklarımızı bombalayan devlet güçleri Rojava'da ölümsüzleşen savaşçıların bedenlerini de ailelerine teslim etmiyor! Tüm yasalara, evrensel anlaşmalara, evrensel hukuk normlarına aykırı olmasına karşın cenazeler Rojava'da bekletiliyor. Hiç bir açıklama yapılmaksızın, "cenazelerimizi verin" çağrıları reddediliyor. Birleşik Özgürlük Güçleri (BÖG) Komutanı Aziz Güler (Rasih Kurtuluş) 21 Eylül'de IŞİD'e karşı düzenlenen bir operasyon sırasında mayın patlaması sonucunda ölümsüzleşti. BÖG konuyla ilgili yaptığı açıklamada; "Halklarımız Komutan Rasih’i IMF barikatlarından, Dolmabahçe eylemlerinden, 1 Mayıs ve Tekel direnişlerinden ve Gezi Ayaklanması’ndan tanır, o tüm bu direnişlerde bir KURTULUŞ savaşçısı olarak en ön safta dövüştü. Komutan Rasih yoldaş, DAİŞ çetelerine karşı yürütülen savaşın öncüsü olarak, Kobane’de şehir savaşında, Serekaniye’yi özgürleştirme hareketinde ve Şehit Rubar Qamışlo hamlesine her zaman en önde savaştı. Şehit Bedreddin Akdeniz’den ve Şehit Mahir Arpaçay’dan aldı-
ğı bayrağı tereddütsüz bir şekilde taşıyarak bizlere devretti." ifadelerine yer verdi. Aziz Güler için Rojava'nın Siluk bölgesinde askeri bir tören düzenlendi. Düzenlenen törende BÖG temsilcisi; "Söz sana Rasih komutan, senin hesabını sormayacağımız tek bir gün bile olmayacak" dedi. Rasih Kurtuluş'un nasıl şehit düştüğünü de anlatan BÖG temsilcisi, şehitlere bağlılık sözü verdi.
“Acımızı yaşamamıza izin verin. Acımıza saygılı davranın” Defalarca yapılan başvurulara rağmen Aziz Güler’in cenazesi aileye teslim edilmedi. Güler ailesinin avukatı Sinan Varlık, “Kaymakam, başvurumuzu gayet hukuki bulduğunu ancak buna rağmen izin veremeyeceğini söyledi” dedi. Varlık, Suruç Kaymakamı Abdullah Çiftçi’nin “Bana kalsa hemen şimdi izin veririm. Ancak benle alakalı değil, Ankara izin vermiyor” dediğini söyledi. Güler'in ailesi ise cenazenin kendilerine verilmesi için kamuoyuna bir mektup yazdı ve tüm duyarlı insanları, devrimci kamuoyunu ve kurumları destek vermeye çağırdı.
Halkın Günlüğü sitesine erişim engeli!
Anne Elif Güler, baba Mehmet Güler ve ağabey Ersin Umut Güler tarafından yazılan mektup ise şu şekilde; "Oğlumuz-kardeşim Aziz Güler’i 21 Eylül 2015 tarihinde Rojava’da kaybettik. Naaşı şuan orada. Oğlumuzun- kardeşimin cenazesini devlet- hükümet yetkilileri bize vermiyor. Aziz, bu toprakların çocuğu. Bu topraklarda doğdu, büyüdü, okudu, çalıştı, yoksul insanlar için mücadele etti. Şimdi O’nu kaybettik. O’nun ruhu ve bedeni ancak doğup büyüdüğü bu topraklarda, çok sevdiği halkının ve arkadaşlarının yanında huzura
Gazetemizin resmi web sitesi TİB tarafından "geçici tedbir" adı altında alınan bir kararla ülke içinde erişime engellendi. Erişim engeli kararını devrimci, demokratik, sosyalist basın protesto ederken, gazetemize dayanışma mesajları geldi Devletin devrimci, ilerici ve yurtsever basına yönelik pervasız saldırganlığı artarak devam ediyor. Kitlelerin sesi ve soluğu olan devrimci ve ilerici basını engellemek için devlet her türlü kirli araç ve politikaları devreye sokuyor. Yakın süre öncede DİHA, ANF, ETHA, Sendika gibi ilerici basın siteleri de devletin sansürüne maruz kalarak erişimleri engellenmişti.
Halkın Günlüğü’nün erişimi engellendi Her daim sistemli saldırıların hedefi olan yayınlardan biride kuşkusuz ki gazetemiz Halkın Günlüğü’dür. Bu saldırıların sonuncusu ise resmi web sitemizin engellenmesi biçiminde yaşandı. Web sitemiz Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) tarafından sansürlenerek ülke içindeki erişimi engellendi. Buradan binlerce kez ifade ediyoruz ki hiçbir saldırı, engelle-
kavuşacak. Aziz’imizi yaşarken hiç yalnız bırakmadığımız gibi kaybettikten sonra da yalnız bırakmayacağız. Bunun için oğlumuzunkardeşimin naaşını istiyoruz. O’nu her gün ziyaret etmek için, O’na olan hasretimizi biraz olsun gidermek için, O’nu her zaman sevgiyle kucaklamak için bedenini istiyoruz. Oğlumuzun- kardeşimin cenazesini ailemizin yaşadığı İstanbul’da defnetmek istiyoruz. Ancak başvurduğumuz makamlar Rojava’dan hiçbir cenazeyi Türkiye’ye kabul etmediklerini, bakanlar kurulu kararı olduğunu söylüyorlar. Hiç-
me ve sansür Halkın Günlüğü'nün kitlelerle buluşmasını durduramayacaktır. Halkın Günlüğü haklılığı ve meşruluğundan aldığı güçle kitlelerle buluşmaya ve onların sesi soluğu olmaya devam edecektir.
Özgür basından Halkın Günlüğü'yle dayanışma Resmi web sitemizin sansüre uğramasının ardından birçok devrimci, demokratik, sosyalist kurum ve basın sansür kararını protesto ederken, gazetemizle dayanışma açıklamaları yayınladı. Gazetemize dayanışma mesajı gönderen Alınteri gazetesi, mesajında; "Haber sitenizin erişime kapatılarak işçi ve emekçilerin gerçek ve devrimci haberlerle buluşmasına dönük yapılan ve her yerinden adilik ve korkaklık dökülen bu faşist saldırılara karşı Alınteri Ailesi olarak yanınızda olduğumuzu bir kez daha belirtmek istiyoruz." dedi. Dayanışma mesajı yayınlayan Alevizyon Haber ise, mesajında; "Devletin yaşamın her alanında muhalif toplumsal güçlere, dinamiklere karşı sürdürdüğü faşist saldırı ve baskı politikalardan devrimci, ilerici ve yurtsever basın da nasibini alıyor. Devrimci, muhalif basın yayın kurumlarından olan Hal-
05 edin! bir yasa, karar, yönetmelik insanlık değerlerinin üstünde olamaz. Acımızı yaşamamıza izin verin. Acımıza saygılı davranın. Tarifi imkansız acımızı kısmen azaltmak için oğlumuzu bize verin."
“Cenazelerimizden bile korkuyorlar” Tüm girişimlere ve başvurulara rağmen Güler'in cenazesinin Serêkaniyê'deki hastanenin morgunda bekletilmesi üzerine Güler'in babası Mehmet Güler ve ağabeyi Ersin Umut Güler, 16 YPG'linin ailesi ile birlikte bayram nedeniyle verilen izinle Kobanê'ye geçti. Ersin Umut Güler, 28 Eylül Pazartesi günü döndü, ancak Baba Mehmet Güler Rojava'da kalma kararı aldı. Baba Güler, ne kadar sürerse sürsün cenazeyi almadan geri dönmeyeceğini belirterek; "AKP'nin faşist uygulaması ile karşı karşıyayız. Cenazelerimizden bile korkuyorlar. Bir baba, evladını doğduğu yere memleketine getirmek, doğduğu yerde defnetmek istiyor. Ama bundan bile korkuyorlar. Sonuna kadar, oğlumu getirene kadar burada kalacağım. Aziz'in, bütün yoldaşların, bütün çocukların hepsinin cenazelerinin Türkiye'ye alınmasını istiyoruz. Savaşta bile yapılmayacak uygulama ile karşı karşıyayız. Bu yasak ne insan haklarına, ne hukuka ne de vicdana uyar. Devletin, hükümetin, çocuklarımızın, yoldaşlarımızın cenazelerini Türkiye'ye getirmemize izin vermelerini istiyoruz. İsteğimiz sadece bu." dedi.
kın Günlüğü Gazetesi web sitenizin de hakim sınıflarca ve anti demokratik uygulama, politikalar devreye sokularak engellendiğini biliyoruz. Biz “Alevizyon Haber” sitesi olarak, siz Halkın Günlüğü ve diğer tüm devrimci, ilerici, yurtsever basın ve medya kuruluşlarına karşı sürdürülen bu faşist baskıları protesto ediyoruz. Hiçbir saldırı, engelleme ve sansürün Halkın Günlüğü'nün ve diğer devrimci, ilerici, yurtsever basının kitlelerle buluşmasını durduramayacağına ilişkin inancımızla geçmiş olsun." ifadelerine yer verdi. Arasöz Sanat ve Politika dergisi de, "Devrimci basına saldırılar devam ediyor. Halkın Günlüğü gazetesinin resmi internet sitesi TİB tarafından kapatıldı. Bu saldırılar karşısında sustukça bize de sıra geleceğini biliyoruz. Saldırıyı, baskıyı ve kapatmayı kınıyoruz!" ifadelerine yer veren bir mesaj gönderdi.
UFUK ÇİZGİSİ
≫ bakış can
AKP/ERDOĞAN KADERİNİ BURJUVA SEÇİMLERE BIRAKMAZ!
H
er gerici iktidar gibi, AKP/Erdoğan güruhunun da kaderini seçimlere havale edip köşesinde oturarak seçim sonuçlarını beklemeyeceği aşikardır. Seçimleri bir demokrasi oyunu olarak kullanmaları sadece halk kitlelerine dönük bir içeriğe sahip değildir. Burjuva düzen kliklerinin kendi arasındaki iktidar dalaşı içinde seçimler demokratik bir biçimde değil, bin bir hile ve entrikanın karıştırıldığı, egemen kliğin demokrasisi olarak gerçekleştirilmektedir esasta. Egemen klik her zaman tüm gelişme veya gidişatı kontrol ederek mutlak biçimde tayin etme kudretinde olmasa da, genel prensip olarak gelişmelere kendi lehine müdahale etme ya da seçimleri kendi lehine sonuçlandırmak için her türlü hile ve entrikaya başvurur. Nitekim yaşanan oy hırsızlıkları, hileler, komplolar, baskılar, seçim rüşvetleri ve oyların satın alınması vb. bunu teyit etmektedir. Bu anlamda seçimlerin hiçbir zaman, burjuva anlamda da olsa demokratik şartlarda gerçekleşmeyeceği, bilakis son derece eşitsiz şartlarda ve esasta da iktidar eden burjuva klik lehine olan şartlarda geçeceği bilinmek durumundadır. Burjuva gerici nitelikteki iktidarlar olmak kaydıyla, iktidar kadar kuvvetli bir erk, nüfuz ve imtiyaz mevkii yoktur. Burjuva kliklerin gerici çıkarlarını, talan ve sömürü ayrıcalıklarını, haksız kazanç ve gasplarının en verimli biçimi veya bunları korumanın en garantili yolu iktidardır, iktidarda olmaktır. Dolayısıyla iktidardaki her hangi bir kliğin iktidarı başka bir kliğe devretmesi basit bir seçim oyunuyla olacak iş değildir. Her burjuva klik iktidarı elinde tutmak için her şeye başvurma potansiyeli taşıdığı gibi, muhalefetteki her klik de iktidarı ele geçirmek için her türlü yola başvurur. İktidar bağlamındaki kaderlerini olağan bir seçime terk etmeyecekleri de bu zeminde anlaşılmaktadır. Ki yaşanan darbeler de bunun başka örneğidir. Tartıştığımız siyasi iktidar darbe dışı şartlarda ya da ‘’olağan şartlarda’’ son tahlilde biçimsel olarak seçimlerle el değiştirir. Devlete sahip olma anlamındaki iktidar ise siyasi iktidardan farklı olup ekonomik güç veya sermaye nüfuzu temsil edilendir. Seçimlerle siyasi iktidarlar değişse de diğer anlamda bahsini ettiğimiz iktidar konumunu esasta korur. Fakat siyasi iktidarın ülkemizde özellikle son yıllarda bürokratik burjuva-sermaye temelinde ekonomik temeldeki iktidara da geldiği, bunların arasında büyük uçurumların olmadığı, bu uçurumun giderek kapandığına tanık olmaktadır. Siyasi iktidar durumundaki AKP’nin genel bir iktidar haline gelmesi bunun somut göstergesidir. Bugün AKP’nin her bakımdan iktidar olduğu açıktır. İşte her niteliğiyle bu AKP’nin, bir bakımından Erdoğan’ın iktidarının kaderini seçimlere bırakmayacağı genel-mantıki bir doğrudur. Onların seçimlere veya seçimlere yüklediği kadarıyla demokrasiye hiçbir inanç ve güvenlerinin olmadığı açıktır. ‘’Demokrasi’’ onlara ne kadar hizmet ederse o kadar vardır, o kadar kullanırlar. ‘’Demokrasinin’’ yegane biçimi olarak zırvaladıkları seçimler de onların iktidarını korumaya ne kadar yararsa o kadar kullanırlar. O çıkarlara ters düştüğünde seçimlerin bir kenara atılıp askeri darbelere başvurulduğu gibi, seçimlerde her türlü hile, entrika ve kirliliği devreye sokacakları da açıktır. Seçim hileleri, bu döneme ait tüm kirli politika ve oyunlar, skandallar, rüşvet ve satın almalar, eşitsiz ve demokratik olmayan koşullar vb. bütün bu zemin ve girişimler seçim sonuçlarını lehlerine etkilemeye dönük olup, kendi kaderlerini seçimlere bırakmayacaklarının-bırakmadıklarının göstergeleridir.
Bu anlayış bütünlüğü içinde, Erdoğan/AKP’nin lehine olmayan mevcut seçim süreci gidişatının bu haliyle seyretmeyip, büyük hilelerin devreye sokulması, skandallar ve sansasyonel gelişmeler devreye sokularak bir rotaya itileceği beklenmelidir. Bugüne kadar yapılanlar daha çok Kürt ulusuna/ hareketine/HDP’ye dönük en kaba faşist saldırı ve seçim hileleriydi. Kısmen MHP üzerinde de oynanan oyunlar oldu. Ki MHP’ye dönük belli oyunların devreye sokulması muhtemelken, Kürt ulusuna dönük uygulanan barbarlıklar daha sinsi zemine çekilerek yürütülecektir. Ne var ki, diğer burjuva partilerin de AKP/Erdoğan aleyhine çeşitli adımlar atması mümkündür. AKP’nin MHP ve HDP’ye dönük sergilediği oyun, hile ve baskılar ortadayken, CHP’ye dönük bir eyleme girilmemesi ve hatta bazı durumlarda CHP’nin bizzat Davutoğlu tarafından olumlanması dikkat çekicidir. Bu durumun AKP-CHP koalisyonuna bir işaret olduğu, şimdiden buna uygun pozisyon alındığı söylenebilir. AKP/Erdoğan her şeye karşın seçimlerde istediği sonucu elde edemeyeceğini görmektedir. Dolayısıyla bir koalisyona gebe kalacağını görerek şimdiden CHP ile ilişkiler geliştirerek olası koalisyonun zeminini yapmaktadır. Erken davranmakta çünkü hem seçim sonuçlarının bir koalisyonu koşullayacağını görmekte ve hem de erken davranarak kendisi dışında bir koalisyon olasılığını zayıflatmak istemektedir. Bir taraftan bu öngörü ve taktikle hareket ederken, diğer tarafta seçimi lehine çevirmek için tüm olanaklarını kullanmaktadır. İki durumda da AKP/Erdoğan’ın kendi kaderini belirleme kaygısı ve bu kaderini seçimlerin kendiliğinden sonuçlarına bırakmadan iradesiyle tayin etme çabası öne çıkmaktadır. Burjuva ahlak ve çürümüşlüğün burjuva siyasette daha kaba biçimlerde seçimlere yansıması muhtemelken, seçimlerin Kürt hareketine dönük ağır baskı ve saldırganlık şartlarında gerçekleşeceği, öte taraftan burjuva klikler arası dalaşın giderek keskinleşeceği anlaşılmaktadır. AKP/Erdoğan seçimlerin tamamen kendi aleyhine sonuçlanmasına asla rıza gösterip beklemeyecektir. Bu sonuçları değiştirmek için bugüne kadar yaptıklarına ek olarak belli adımlar atması mümkündür, beklenmelidir. Şimdiden CHP ile bir koalisyonu perde arkası görüşmelerde sağlar ya da sağlama alırsa yönelimini buna uygun olarak değiştirecek ya da düzenleyecektir. Ama bu varsayım dışında yeni kirliliklerin ortaya dökülmesi, oyunların sahnelenmesi vb. gündeme gelme şansına sahiptir. Ki, seçim sonuçları hakkındaki anketler AKP ile CHP’nin koalisyonuna ışık çakmaktadır. Bu koalisyon olasılığı güçlendikçe AKP’nin yumuşama taktiğine geçmesi mümkün olmakla birlikte, bu AKP’nin CHP’yi savaş saldırganlığına ortak etmesi de mümkündür. Ancak görülen durum CHP’nin Kürt ulusal sorunun da daha ileri adımlar atarak rol oynama pozisyonuna geçme eğilimi yansıtmaktadır. Aynı şeyi AKP açısından da üstlenilmek istendiği için seçim sonrası ve bu iki parti koalisyonunda bir çatışmasızlık sürecine geçileceği ihtimalini göstermektedir. Ancak olası bu gelişmeler AKP veya CHP’nin niteliğine bağlı olumlanan gelişmeler olmayıp, tersine onların faşist niteliğine rağmen konjonktürel şartlar ile ulusal hareketin yürüttüğü savaşın baskılanması ve gelişen demokratik toplumsal muhalefet ve devrimci mücadelenin dayatmasına bağlı gelişmeler olacaktır. Ama çok daha stratejik olan çeşitli millet ve milliyetlerde halk kitleleri ve Kürt ulusal hareketinin demokratik ve devrimci mücadelesidir. İster burjuva cenahta olsun, isterse de genel çerçevede olsun gelişmeleri etkileyen esas etken bu mücadele gerçeğidir.
06
haber analiz
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
Seçimler... İttifak…
ve genel yaklaşımımız! kanlık sistemi altında kendisini korumak için katliamlar yapıp çatışmalarda insanların ölümlerine neden olan bir zorbaya toplumun daha fazla tahammül etmeyerek bu seçim sonuçlarıyla daha ağır bir ders vereceği görülecektir. Öte taraftan HDP’nin başarısını geliştireceği, en azından elde ettiği başarıyı koruyacağına da tanık olacaktır bu seçimler.
Erdoğan’ın gerici emelleri ve seçim başarısı uğruna Kürt ulusuna adeta soykırım uygulanıp bebek ve yaşlıların içinde bulunduğu toplu katliamların gerçekleştirildiği, Varto, Cizre ve diğer birçok Kuzey Kürdistan il-ilçesinin işgalci faşist kuşatmayla izole edilip ağır silah ve uçaklarla ateşe tutulup harabeye çevrildiği, en büyük saldırganlıkların gerçekleştirildiği bugünkü şartlarda, ‘oy’un karşısına bebekinsan yaşamı koyan Erdoğan’a dur denileceği muhakkakken, bu seçimlerin faşist saldırganlığa karşı, somutta da AKP/Erdoğan faşizmine karşı başarıya taşınması tarihsel önemdedir” 7 Haziran genel seçimlerinden sonra ucu açık bırakılan seçimler denemesinin şimdiki ayağı olan 1 Kasım seçimlerine fazla zaman kalmadı. Bu erken genel seçimlerin nasıl kararlaştırıldığı, kimin planlayarak halk kitleleri ve muhalefet partilerine dayattığı, ne amaçla ve ne için dayatıldığı, nasıl planlanıp hangi hesaplar için ‘’milli irade’’ denilen toplumsal kitlelerin tercihlerini yapmış olmasına karşın yeniden ve keyfiyetle kendilerine dayatıldığı tüm toplumca bilinmektedir. AKP’nin tek başına iktidar olmasıyla başkanlık sistemi birbirine bağlı olmakla birlikte, başkanlık sistemi ile hırsızlıkların yargılanması/yargılanmaması, dolayısıyla Erdoğan’ın hırsızlık çetesiyle yargılanması durumu, bunun da ötesinde seçimler hesabından bağımsız olmayan savaşın azılı faşist saldırı ve katliamlarla gündemleştirilmesi gelişmeleri birbiriyle alakalı bitişik gelişmeler düzlemidir. 7 Haziran genel seçimlerinde bu zemindeki halkalarda istediği sonucu alamayan, başının üstünde sallanan ‘’Demokrasi kılıcının’’ altında olduğunu gören ve bütün bu zeminde kendisini bekleyen tehlikeyi savuşturamayarak kritik eşikte
AKP/Erdoğan faşizmine dur de
duran Erdoğan’ın söz konusu korku ve kaygıları nedeniyle bir diktatör keyfiyetiyle koalisyon hükümetini kurdurmadığı ve başından beri erken seçimleri planlayıp tüm topluma dayattığı abartısız doğrudur. Ne ki toplumun iradesini tanımayıp topluma
dayatmalarda bulunan, alenen ‘’400 milletvekili verseydiniz durum farklı olurdu’’ diyerek tehditte bulunarak baskı oluşturan, dolayısıyla başlatılan çatışma-savaş sürecinin kendisi tarafından başlatıldığını itiraf eden, böylece iktidar ve iktidar ya da baş-
Erdoğan’ın gerici emelleri ve seçim başarısı uğruna Kürt ulusuna adeta soykırım uygulanıp bebek ve yaşlıların içinde bulunduğu toplu katliamların gerçekleştirildiği, Varto, Cizre ve diğer birçok Kuzey Kürdistan il-ilçesinin işgalci faşist kuşatmayla izole edilip ağır silah ve uçaklarla ateşe tutulup harabeye çevrildiği, en büyük saldırganlıkların gerçekleştirildiği bugünkü şartlarda, oy’un karşısına bebek-insan yaşamı koyan Erdoğan’a dur denileceği muhakkakken, bu seçimlerin faşist saldırganlığa karşı, somutta da AKP/Erdoğan faşizmine karşı başarıya taşınması tarihsel önemdedir. Kürt ulusuna ırkçı, milliyetçi, faşist ideolojinin güdümündeki askeri saldırı ve savaşla uygulanan milli baskı, zulüm ve katliamlar ortadadır. Bu saldırı konseptinin Kürt ulusunun ezilerek yok edilmesine, ulusal varlığına yöneldiği, Kürt ulusunun zulüm ve katliamlar marifetiyle ezilip teslim alınmak, dolayısıyla tüm iradesinin yok edilmek istendiği, tutuklamalarla birlikte oy kullanılmasının engellenerek ulusal varlığının tasfiye edilmek istendiği, siyasi ve fiziki linçlere maruz bırakılarak yaşam hakkının ağır saldırılar altında ortadan kaldırılma pratiğinin sergilendiği açıkça ortadayken, Kürt ulusuna uygulanan kıyımın soykırımdan geri kalır bir yanının olmadığı açıktır. Bir taraftan faşist saldırı ve katliamlarla yürütülen bir savaş devredeyken, diğer taraftan da bu faşist terörün gölgesinde duran seçimler veya özellikle Kürt seçmen iradesinin yansımasının her türlü baskı ve terörle engellenmek istendiği seçimler gündemdedir. Bu seçimlerin adil bir seçim olmadığı ve olamayacağı her bakımdan açıktır. Bu şartlarda yapılacak seçimlerde Kürt
07
ÖRGÜTSEL YÖNELİM
TARİHSEL TECRÜBELERLE İLERLETİLEN VE TARTIŞMA GÖTÜRMEYECEK KADAR ŞEFFAF OLAN DEVRİMCİ BİRİKİMLERİMİZ VE BÜTÜNLÜKLÜ İLERİ POLİTİK HATTIMIZ HİÇBİR GEREKÇEYLE DEJENERE EDİLEREK GERİLERE ÇEKİLEMEZ!
S
ulusuyla ortaklaşmanın zorunlu bir görev olmanın ötesinde devrimci bir sorumluluk olduğu tartışmasızdır. Ortaklaşmanın bir önemi de özetle ifade etmeye çalıştığımız faşist terör diktasının geriletilmesi veya ona karşı ortak mücadelenin sergilenerek etkin bir direncin ortaya koyulmasındadır. En azından “dikensiz gül bahçesinde’’ olmadıklarını pratik yanıtla ortaya koyma açısından bu ortaklık-ittifak büyük önemdedir. Bu seçimlerde daha fazla ter dökmenin, daha yoğun bir çalışma performansı ortaya koymanın ve daha inatçı bir iradeyle seçimlere yüklenmenin gerekli olduğu açıkken, bu seçim dönemi ve seçim çalışmalarının daha büyük baskılarla karşı karşıya olduğu, dolayısıyla daha büyük özveriler ve belki bedeller pahasına seçimlerde bir kez daha ‘’zafer’’ kazanmanın zorunlu olduğu bilince çıkarılmalıdır. Büyük baskıların yaşandığı ve yaşanacağı muhtemel olan zorlu bir seçim süreci yaşanacağı, AKP/Erdoğan güruhunun mevcutta uyguladığı baskılardan, seçim hilelerinden, entrikalardan vb. kolayca anlaşılmaktadır. Azametli ama başarısı son derece anlamlı bir seçim süreci olacak… 7 Haziran genel seçimlerinde, hem yapılan çalışmalar aşamasında ve hem de elde edilen sonuçlar itibarıyla küçümsenemez bir kazanım, tecrübe ve başarının sağlandığı bilinmektedir. Genel bir başarıdan tereddütsüzce söz ederken, bu başarının dayandığı birçok nedenden de söz edilebilir. Fakat 7 Haziran genel seçimlerindeki başarının en anlamlı yanı olmakla birlikte, bu başarının güçlü bir dinamiğinin ittifak pratiği olduğunu tespit etmek doğrudur. İttifak pratiğinin kazanılan başarıda önemli bir rol oynadığını kabul etmekten öteye, bunun bir zorunluluk olduğu kavranmak durumundadır. 7 Haziran genel seçimleri tecrübesinden öğrenerek 1 Kasım seçimlerinde de ittifak politikasının benimsenip pratikleştirilmesi yerinde ve isabetli bir siyasettir. YAZININ DEVAMI SF 8
≫ refik demir
ınıflar mücadelesinin keskin çelişkileri düzleminde enternasyonal proletaryanın Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki komünist mevzisi olan Maoist Hareket’in 40 yılı aşan kesintisiz devrimci tarihsel süreci önemli birikimler ve tecrübelerle yüklüdür aynı zamanda. Hareketimizin bütünlüklü tarihsel sürecinin her aşamasına baktığımızda bu devrimci birikim ve tecrübeleri açıkça görmüş oluruz. Olumlu ve olumsuzlukları ile hareketimizin tarihsel süreci abartılmayacak kadar devrimci bir okul niteliğindedir. Bu okuldan öğrenmek isteyenler için yığınlarca tecrübe, birikim ve materyal bulunmaktadır. Hareketimizin köklü olmasının, geniş kitlelerde maddi bir güce dönüşmesinin ve her türlü saldırılara rağmen adeta küllerinden yeniden doğarak ayağa kalkmasının altında yatan gerçek neden kuşkusuz ki MLM zemininden beslenen ve biçimlenen tarihsel devrimci birikimlerimiz, yarattığımız değerler ve ödediğimiz bedellerdir. Bu tarihsel devrimci gerçeklik hiçbir şekilde karartılmayacak ve sıradanlaştırılamayacak kadar açık ve tarihe mal olmuş bir olgudur. Bugün üzerinde yükseldiğimiz, feyiz aldığımız ve bizi güçlü kılan esas zemin hareketimizin bütünlüklü devrimci tarihsel sürecidir. Tarihini bilmeyenlerin, tarihinden öğrenmeyenlerin, tarihine eleştirel yaklaşmayanların ve toplamda tarihinden doğru sonuçlar çıkarmayanların günü ve geleceği kazanma ve ileriye taşıma zemini asla olamaz. Bu bağlamda hareketimizin genel içeriği ve yaklaşımı öğrenilmesi gereken ileri bir zemindir. Hareketimizin devrimci tarihsel sürecinin her aşamasında berrak bir devrimcilik ve keskin sınıf kini vardır, devrimci cüret ve irade vardır, hesap sorma bilinci vardır, şeffaf bir demokrasi anlayışı ve kitle politikası vardır. Sürekli kendisini eleştirme ve sorgulama vardır, keskin bir siper yoldaşlığı ve devrimci dayanışma ruhu vardır ve hareketimizin mayasında devrimci yenilenme cüreti vardır. Ve tabii ki hareketimizin tarihsel sürecinde çok doğal olarak, bu ileri ve devrimci birikimlerle çelişen, zayıflatan hatta bazı meselelerde olduğu gibi kendisine yabancılaşarak burjuva zemine kayan (Kardelen vb.) süreçler ve pratiklerde bulunmaktadır. Sınıflar mücadelesinin çelişkili doğası gereği bunlar mücadelemizin her sürecinde olabilecek meselelerdir. Bunları bertaraf etmeninin ya da en aza indirgemenin temel yolu saflarımızı keskin devrimci berraklıkla örgütlemek, bilimsel devrimciliği içselleştirmek, MLM zeminden
beslenen devrimci ilkelerimizi ilmik ilmik örmektir. Hareketimiz bu bilimsel devrimci zemin ve kavrayış düzleminde kedisini sürekli ileriye taşımaktadır. Ki bugün ortaya çıkardığımız bütünlüklü bilimsel devrimci sonuçlar bunun kanıtıdır. Bizler her meseleye olduğu gibi kendi tarihsel sürecimize de bütünlüklü ve eleştirel bakmaktayız. Çarpık ve grupçu bir tarih anlayışı asla ve asla devrimci bir yaklaşım değildir. Ki hareketimizin kongrelerinde bu çarpık ve grupçu tarih anlayışı keskin devrimci eleştirinin muhatabı olmuş ve oldukça ileri ve bütünlüklü bir yaklaşım ortaya çıkarılmıştır. Bu ileri tarihi bilincinden kaynaklı tarihimizin sadece belli süreçleri ya da olumlu yanlarından değil aynı zamanda olumsuzluklarından da sorumluluk duyarak sahiplenen bir yerde durmaktayız. Yukarıda hareketimizin devrimci tarihsel sürecini, çıkardığı devrimci sonuçları ve bu zemin üzerinden sürekli kendisini ilerleterek yakaladığı ileri sonuçları özetlemeye çalıştık. Fakat tüm bu devrimci gerçekler ve ileri yaklaşımlara rağmen hala saflarımızda bu düzeyin oldukça gerisinde hareket eden, biçimlenen ve keskin olarak mahkûm ettiğimiz bazı eski geleneksel alışkanlıkları ısrarla sürdüren anlayışlar ve pratikler bulunmaktadır. Kesin olarak vurgulamak isteriz ki hiçbir politik kaygı ve mazeret bu anlayış ve pratikleri meşrulaştıramaz. Hiç kimse keyfi gerekçeler ve sorumsuz davranışlarla hareketimizin devrimci birikimlerini ve şeffaf içeriğini dejenere edemez ve gerilere çekemez. Kitle politikamızdan tutalım da, adalet anlayışımıza oradan da demokrasi anlayışımıza kadar hareketimizin yaklaşımları berrak biçimde belgeleriyle kitlelerle paylaşılmıştır. Örgütlerimizin ve tüm yoldaşlarımızın görevi bunları kavrayarak ve bilince çıkartarak somutta temsil etmektir. Fakat özellikle bazı alanlarda bırakalım temsil etmeyi, tersine boşa çıkaran, dejenere eden yaklaşımlar ve pratikler sergilenmektedir. Bunları kesinlikle ve berrak bir biçimde reddediyoruz. Maoist hareketin tüm örgütlü güçleri ve bileşenleri devrimci ciddiyet ve sorumlulukla hareket etmek zorundadırlar. Hareketimizde olmayı ya da devrimcilik yapmayı kaba pozculuk ve bir avantaj olarak telakki edenler kesinlikle bizleri temsil edemezler. İdeolojik mücadele ve devrimci eleştiriden anlamayanlar ve yanlışlarda ısrar edenler açıkça belirtiyoruz ki hareketimizin berrak adalet anlayışıyla yaptırıma tabi tutulacaklardır.
08
güncel analiz
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
Sınıf mücadelesini büyütelim Seçimlere yaklaşımımız veya seçimler ve ittifak bağlamındaki yönelimimiz esas olarak bu ilkeler zemininde karşılık bulur. Fakat bütün bunlar, HDP/Kürt ulusal hareketiyle aramızdaki çizgi farklılıkları ve somut siyasetteki seçim taktiğinde taşıdığımız nüanslar kesinlikle ittifak politikamızı zayıflatan, ulusal soruna karşı görev ve sorumluluklarımızda bir tereddüde sebep olacak etkenler değildir YAZININ ÖNCELİ SF 6-7 Seçimlerin devrimci bir kurtuluş olmadığı açıkken, AKP/Erdoğan sultasından kurtulma, hiç değilse bu faşist sultaya bir çelme takma, dolayısıyla bu faşist güruhun giderek derinleşen azgın saldırılarına dur diyerek, halk kitlelerinin gücünü ortaya çıkarma açısından taktiksel bir süreç ve yalnızca taktik bir mücadele biçimi olduğu görülmek durumundadır. Seçimlerle devrim gerçekleştirme, iktidarı yıkma ve ele geçirme, devrimci iktidarlar tesis etme, demokrasi getirme gibi bir hayalimiz yoktur. Bu mücadele ve kazanımlarla gerici sınıf düzeninin değişebileceğini, iyileşebileceğini, demokratikleşebileceğini vb. sananlar proleter devrimci politika ve sınıf siyasetinden mahrum olan burjuva reformistlerdir. Fakat devrim ve demokrasi getiremeyeceğimiz doğruyken; demokratik mücadele ve kazanımları, demokratik mevzi ve sınıf mücadelesini göreli de olsa ilerletebileceğimize kesinlikle inanmakta, bunu amaçlamaktayız. Ki, bu taktik mücadele biçimleriyle genel devrimci mücadelenin desteklenerek ilerletilebileceğine, dinamiklerinin geliştirilebileceği, bu mücadelede birikimler edinilip bir yığın tecrübe ve deneyimler elde edilerek sınıf mücadelesinin hizmetine sunulabileceğine kesinlikle inanmaktayız. Bu mücadele biçimleriyle siyasi kazanımlar elde edilebileceği de yaşanan tecrübelerle sabittir. Kısacası taktiksel önem arz ettiğimiz seçimler siyaseti taktiğiyle stratejik beklenti ve hedefler peşinde olmadığımız açıkken, stratejik hedeflerimiz doğrultusunda kazanımlar elde ederek ilerlemeler sağlayacağımız konusunda da bir o kadar netiz. Seçimlere ittifak politikası ve pratiğiyle girilmesi elde edilecek kazanım ve mevziler açısından ciddi bir önem taşır. İttifak biçiminde girilecek seçimlerde faşist AKP/Erdoğan gericiliğinin geriletilmesi mümkün olacaktır. Bunun anlamı, HDP’nin barajı aşarak AKP’nin gerekli
olan veya ihtiyaç duyduğu milletvekili sayısına ulaşamaması ve dolayısıyla pratikte gerici hedeflerini gerçekleştirememesinde ifade bulmaktadır. Bu bakımdan seçimler taktiği ve buna bağlı olarak ittifak politikası, pratik gerçekte HDP’nin seçimlere girmesi ile karşılık bulan zemindedir. O halde HDP’nin seçimlere girmemesi seçim taktiği ile yürütülen taktik mücadeleden kazanımlar elde edilmesi veya AKP/Erdoğan gericiliğinin geriletilmesi esas olarak zayıflayacak ve belki pratik anlamda karşılıksız kalacaktır. HDP, Kürtlerin oy iradesinin yansımasını engellemeye ya da HDP oylarının düşürülmesine dönük uygulanan sandıkların taşınması hilesine karşı seçimleri boykot-protesto edebileceğini ifade etmektedir. Ki bu hileyle seçime girmek tam manasıyla anlamsızlaşabilir. Seçimlere girmenin alenen anlamsızlaştığı, bu anlamsızlaşmanın pratik olarak netleştiği, manipüle edilmiş olan seçimlere girmenin AKP iktidarından başka bir şeye yaramadığının kesinleştiği durumda kuşkusuz ki boykot tavrı doğru olacaktır.
Kürt ulusunun ve bu zemindeki seçim ittifakının seçim taktiği ve buna bağlı kazanımlarda pratik olarak oynadığı belirgin rol açıkken, HDP’nin boykot tavrına rağmen seçimlere girmek, seçimler taktiğiyle hedeflenen kazanımları boşa çıkaracağı açısından da esasta anlamsız olacaktır. Ancak mevcut durumda seçimlere girme taktiği geçerli politikadır. Bu tartışmalardan hemen boykot tavrına dönüldüğü, seçimlerin boykot edileceği sonucu çıkarılmamalı ve çalışmalar zayıflatılmamalıdır. Tersi bir karar, yani boykot kararı alınmadan hiçbir çalışma gevşetilmemeli, hiçbir hazırlık ertelenmemelidir. Esas olan seçimlere girmedir. Boykot sözü sadece bir varsayımdır. HDP genel demokratik taleplerle birlikte, esasta ulusal hak ve talepleri zemininde bir mücadele düzleminde olup, seçimler politikasını da bu düzlem ya da bulunduğu ulusal zeminde ele alıp biçimlendirmektedir. Siyaset ve taktikleri de bu temel üzerinde nitelenmektedir. Bizler, HDP veya Kürt ulusal hareketinin ulusal demokratik hak ve talepleri ile genel demokratik talep ve mücadelesinde örtü-
şen durumdayken, stratejik yönelimimiz bağlamında gerek demokratik mücadeleyi ve gerekse de seçimler taktiğini tamamen sınıf perspektifiyle siyasi iktidar mücadelesi özünde, buna endeksli ele almaktayız. Örneğin güncel siyaset veya güncel siyasi yönelimde Kürt ulusal hareketi ya da HDP, Türk hâkim sınıfları devletinin merkezi devlet yapısını hedefleyen mücadele itirazına sahip olmayıp, söz konusu merkezi devlete bağlı olarak Kürt ulusunun belli bir statüyü elde etmesine dönük bir siyasi hedefe sahiptir, mevcut durumda bunu temsil etmektedir. Özerklik ilanları da bu zeminde ifade bulmaktadır. Fakat sınıf perspektifine sahip olan bizler tam tersine adı geçen merkezi devleti yıkıp dağıtarak ortadan kaldırmayı hedeflerken, seçimler taktiği dâhil bütün demokratik mücadelemizi bu ana yönelime tabi olarak ele almakta, Kürt ulusunun sözü geçen statülerini savunmakla birlikte, esas yönelim olarak ulusun bağımsızlık hakkının tanınması, bu hakkın tanınmasının sağlanmasını vazgeçilmez görmekteyiz. Kısa özetle bizler ulusal so-
güncel haber
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
runda Sosyalist çözümü esas alırken, HDP ise mevcut durumda burjuva çerçevede kalan bir çözüm zemininde bulunmaktadır. Özerklik meselesinde, yerel yönetimler meselesinde aramızdaki en temel farkın burada ifade bulduğunu söylemek mümkündür. Seçimlere yaklaşımımız veya seçimler ve ittifak bağlamındaki yönelimimiz esas olarak bu ilkeler zemininde karşılık bulur. Fakat bütün bunlar, HDP/Kürt ulusal hareketiyle aramızdaki çizgi farklılıkları ve somut siyasetteki seçim taktiğinde taşıdığımız nüanslar kesinlikle ittifak politikamızı zayıflatan, ulusal soruna karşı görev ve sorumluluklarımızda bir tereddüde sebep olacak etkenler değildir. Tersine genel olarak ifade ettiklerimizin toplamı bu ittifakı gerektirmekte ve elbette seçim ittifakının ötesinde ortak zeminde ortak mücadelelerde dayanışarak buluşmamızı gerektirmektedir. Her türlü eleştiri hakkı esasta saklı tutularak veya ittifak olarak geliştirilen sürecin tüm eksiklikleri esaslaştırılmadan seçimlere tüm gücümüzle yüklenmeli, kazanımlarımızı büyüterek AKP şahsındaki faşist saldırganlığı geriletmeliyiz! Halkın ve devrimin çıkarına olan budur. Kürt ulusunun ve genel demokratik mücadelenin çıkarına olan budur. Komprador tekelci burjuva sınıf ve kliklerin çıkarına olmayan da budur! Bu düzlemde hiçbir küçük hesap ve dar gurup çıkarları kaygısıyla hareket edilemez. Devrim ile karşı-devrimin çatışmasındaki bir raundun devrimci ve demokratik güçlerin lehine kazanılması esas alınması gereken kaygıdır. Ne ki, bu genel yaklaşım siyasi irade ve bağımsız çizgimizden ödün vermek anlamına gelmez. Siyasette esneklik, ilke ve stratejik yönelimde kararlı durmak aslolandır. Seçimleri demokratik mücadele sahasında kullanılması gereken bir araç ve biçim olarak ele alırken, seçimler sürecine uygun seçim-ittifak eksenli bir yoğunlaşma somut siyasette tabii olandır. Fakat seçim-ittifak çalışmalarının iktidar mücadelemiz dışında tasavvur edilemeyeceği, bilakis buna hizmet etme temelinde ele alındığı unutulamaz. Bu bağlamda demokratik mücadele ve somutta seçimler sürecine uygun çalışmalar yürütülürken, iktidar perspektifli devrimci çalışmalarımızı öteleyemeyiz. Genel süreç devrimci eylem ve devrimci kitle hareketinin geliştirilmesini önemle talep etmektedir. Bu ihtiyaç ötelenemez. Taktik siyaset ve demokratik cephede seçimler çalışmasında yoğunlaşmak ve burada sağlanacak kazanımlarla silahlı savaş görevini geliştirmek bütünlüklü bir çalışma perspektifi olmak durumundadır. Sosyalist Halk Savaşı yönelimiyle bütün güçlerimizin her mücadele cephesinde aktif bir çalışma içinde olması şarttır. Seçimlerde başarı ve kazanımlar elde etmek, sokak eylemlerini geliştirerek kitleleri harekete geçirmek, gerilla savaşı ve Partizan Halk Güçleri (PHG) eylemliğini yükseltmek, aynı mücadele zemininde ortaya koyulan bütün bu pratikler Sosyalist Halk Savaşı’nı geliştirmenin karşılığıdır. Hiçbiri kayıtsız kalacağımız mücadele biçimleri değildir. Devrimci mücadele ve savaş, silahlı-silahsız bütün devrimci mücadele biçimlerini kapsayan bir konsepttir.
09
Devrimci muhalefete karşı şovenist şahlanış
Ondandır ki devlet sadece faşist baskıcı tedbirlerle saldırmıyor. İdeolojik, politik, militarist güçleriyle Kürt ulusuna, sosyalistlere, devrimcilere ve devrimci muhalefete karşı savaşa hız vermiş durumda. Örneğin; Soma işçilerinin çalışma güvenliğinin bulunmadığı, koşullarının uygunsuzluğuna rağmen, bilerek katledilen 300 işçinin durumunda sendikaların rolü ve sorumluluğuna kayıtsız kadercilik sayan anlayış sahipleri bugün yalandan bir “kardeşlik” sloganıyla alanlarda oluşları sadece “bölmek”, “kamplaştırmak”, “düşmanlaştırıp” yönetememe krizini biraz daha zamana yaymaktan başka bir şey ifade etmemektedir Faşizmin yönetim biçiminin süreklilik arz ettiği ya da sürekli uygulanışının her yöntemi faşist “T.C.” devleti tarafından kuruluşundan bugüne kadar uygulana geldi. Çünkü kuruluş ideolojisi faşizmin kendisiydi. Kürt ulusunun yok sayılması, azınlıkların imhası, milliyetlerin çoğunun sürülüp mülklerine el konulması, birçoğunun tehcir yasalarına tabi tutulması ve böylece tek-vatan, tek-dil, tek-inanç, kısacası faşist “T.C.’’nin şovenizmin ve ırkçılığının yüz yıllık şahlanış avantajının pirim yaptığı bugünlerde sokak saldırıları, Kürt ulusuna mensup her kesimin linç edilip işyerleri ve evlerin yakılması, ırkçılığın sembolü sayılan bayraklara sarılıp, linç göste-
rileri ile Atatürk büstlerinin tekbirler eşliğinde öptürülüp, onurlarını kırdıklarını saydıkları Kürtlerin mücadele azmindeki değer ölçüsünün ne de anlam kazandığının yanı sıra ulusal başkaldırının meşru ve haklı olduğunun zorunluluğunu da bilince çıkarmaktadır Kürtler açısından bu saldırılar. Devamlılığını sağlamak için yasama, yürütme, yargı erklerinin uygulamalarına özel çeteler, katliamcı DAİŞ vb. canilerce yıllardır katlederek, tutsak ederek, sokak imhasıyla kitlesel katliamlarıyla devrimci mücadele ve Kürt ulusal başkaldırısı karşısında topyekûn savaş kararı almış bulunmaktadır AKP temsilindeki devlet. Bu kararlarıyla yönetememe krizini bir üst boyuta çıkarmıştır. Sınıfın içindeki ideolojik saflaşmayı derinleştirip, düşman safları yaratıp, onların birbiriyle boğazlaşmalarından yararlanıp, daha sorunsuz yönetebilmenin gayretini göstermektedir. İdeolojik, politik ve örgütsel yansımasındaki saflaşma, “bayrağını al gel” biçimindeki ırkçı sloganla pratikteki karşılığına cevap olan Sivil Toplum Örgütleri( STÖ ) denen ırkçı kurumların rollerinde devletin resmiyeti bulunmaktadır. Devlete hükümet eden İslam orjinli AKP kliğin büyüttüğü MÜSİAD, TOBB gibi sermaye kuruluşlarının iktidar edip sermaye alanında rekabetlerini korumalarını, devletin bütün olanaklarını kullanmaktan gelmektedir. Bunlara idelojik olarak eklemlenen sınıfın ideolojik farklılaşmalarından düşman esası değil de işçi sınıfının ekonomik, demokratik çalışma yasasının yeniden düzenlenmesi sağlama görevi olan memur ve işçi sınıfı sendikacı rolünü üstlendiğini söyleyen ırkçı, satılmış sarı sendikaların rolü önemliydi. Oysa bu sendikaların karşı koymadığı birçok çalışma yasasının,
örnek sendikalar yasasının çıkarılmasında kamuoyunda bir ay önce yürüttüğü toplu görüşmelerdeki KESK vb. sendikaların devre dışı bırakılıp devletin şovenist düşmanlaşmış ideolojisinin pratiği ile ortak hareket tarzına da tanıklık ettik. TÜRKİŞ gibi sağcı sınıf düşmanlığına “bayrağını al gel“ ırkçı faşist söylemiyle özdeşleşmesi de şaşırtıcı değildir. Bu şovenist kurumlar nasıl ki Ankara’yı kuşatan tekel işçilerinin direnişi karşısında AKP hükümeti ve sermayeyi titreten sloganlarıyla muhalefetinin devrimci ayağını faşist polisiye saldırılara rağmen kırılamayınca TÜRK-İŞ devreye girmişti. Biçilen rol aktif kılınmıştı. Ondandır ki devlet sadece faşist baskıcı tedbirlerle saldırmıyor. İdeolojik, politik, militarist güçleriyle Kürt ulusuna, sosyalistlere, devrimcilere ve devrimci muhalefete karşı savaşa hız vermiş durumda. Örneğin; Soma işçilerinin çalışma güvenliğinin bulunmadığı, koşullarının uygunsuzluğuna rağmen, bilerek katledilen 300 işçinin durumunda sendikaların rolü ve sorumluluğuna kayıtsız kadercilik sayan anlayış sahipleri bugün yalandan bir “kardeşlik” sloganıyla alanlarda oluşları sadece “bölmek”, “kamplaştırmak”, “düşmanlaştırıp” yönetememe krizini biraz daha zamana yaymaktan başka birşey ifade etmemektedir. Tekrar Ermenek`teki işçi cinayetlerindeki iş güvenliği vb. temel meselelerde olmayan sendikalar Kürt ulusuna karşı savaşta birleşmiş, bilinen saflarını netleştirmenin tekrarıdır. Bundandır ki, gün Kürt ulusal başkaldırısının devrimci dinamiğini sahiplenmek, sınıfın mücadelesine hız katmak, düşmanın topyekün saldırısının karşısında üretimden ve emekten gelen gücümüzü birleştirip devrimci safları sıklaştırmanın zamanıdır.
10
güncel analiz
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
Yarım asırlık bir savaştan sonra Geçtiğimiz günlerde Küba’nın başkenti Havana’da FARC ve Kolombiya devleti arasında Küba Devlet Başkanı Raul Castro’nun da hakem olarak dâhil olduğu bir görüşme gerçekleştirildi. 2012’de Oslo’da başlayan görüşmelerin artık bir olgunluğa eriştiği ve 2016 Mart ayında imzalanması öngörülen bir anlaşma sonrası FARC’ın 2 ay içinde silah bırakacağı kamuoyuna duyuruldu Yarım asırlık çatışma süreci sonrasında ‘ne oldu da bu sonuca varıldı ve silahlar gerçekten bırakılır mı?’ soruları yakıcılığını korumaktadır. Kolombiya yoksul köylülerinin öz savunma gücü olarak ortaya çıkan ve 1964’de FARC’a evirilen mücadelenin gelişim seyrini daha iyi anlamak için Kolombiya siyasi hayatının son 150 yılını genel hatlarıyla bilmek önemlidir. Adını Amerika kıtasını keşfeden Kolomb’dan alan ülke uzun yıllar bir İspanyol sömürgesiydi. 1800’lü yıllara gelindiğinde tüm dünyayı saran milliyetçilik akımları Latin Amerika sömürgelerinde de taraftar bulur olmuştu. Klasik sömürgecilik emperyalizm çağına evrilirken, buna uyum sağlayamayan monarşilerin temellerinde çatırdama başlıyordu. Napolyon’un İngiliz deniz hâkimiyetini kırmak için Portekiz ve İspanya’yı işgale girişmesi Latin Amerika bağımsızlık mücadelesi için uygun koşulları yaratıyordu. Birleşik Güney Amerika’nın fikir babası olan Simon Bolivar 1819 yılında sömürgeci İspanyol askeri güçlerini mağlup ederek bugün ki Kolombiya, Ekvator, Venezüella, Peru ve Panama’nın topraklarını kapsayan Büyük Kolombiya Cumhuriyetini kuruyordu. Gerek ABD’nin yanı başında güçlü bir komsu devlet istememesi ve buna dönük emperyalist bölme siyaseti, gerekse de cumhuriyeti oluşturan güçlerin egemenlik çatışmaları sonrasında önce Venezüella sonrasında Ekvator, Peru ve Panama bağımsızlıklarını ilan ederek ayrılırlar. Kolombiya senatosunun inşa edilecek Panama Kanalının kontrolünü talep eden ABD’ye ret cevabı vermesi ile ABD desteğinde 1903 yılında kurulan ve Panama Cumhuriyeti ilk anayasasında 16 km kanal arazisini ABD denetimine verirken ABD’nin ülkeye müdahale yetkisini anayasa ile garanti altına alıyordu. İspanyol ve Portekiz eski sömürgeciler giderken yenisi bu boşluğu doldurmak için tüm gücünü seferber ediyordu. Tüm bu böl-parçala-yönet politikaları sonra-
sında 1.141.000 km2 toprağı ile Latin Amerika’nın 4. Büyük ülkesi Kolombiya bugün ki şeklini alıyordu. Kolombiya’nın siyasal hayatında belirleyici olan aktörler kuruluşundan itibaren Liberal ve Muhafazakâr Parti olmuştur. Liberal Parti sömürge karşıtı tüccar, köylü, esnaf ve yoksul köylülerin siyasal temsilciliği üstlenirken Muhafazakâr Parti kilise, komprador sınıflar, büyük toprak sahipleri, İspanya yanlıları ve onların etkisi altındaki köylülüğün bir kısmını kapsamaktaydı. Brezilya’dan sonra dünyanın en büyük kahve üreticisi olan ülkede halkın geniş bir kesimi yaşamını toprağa dayalı kazanmaktaydı. Buna karşın ekilebilir verimli tarım arazilerinin %52’si nüfusun sadece %1,5 oluşturan büyük toprak sahiplerine aitti. Gelir dağılımdaki bu sosyal adaletsizlik krizlerle birleşince çatışmalar birbirini kovalıyordu. 1899-1903 yılları arasında Liberal Partinin Muhafazakârları seçim-
lerde hile yapması ile başlayan ve 1000 Gün Savaşları olarak anılan iç savaş döneminde 300 binden fazla insan yaşamını yitiriyordu. Egemen sınıf kliklerinin sorunlarını çözmede siyaset yerine şiddeti tercih etmeleri uzun yıllar aynı şekilde devam etti.1930’lu yıllarda Komünist Parti’nin desteğini de alan Liberallerin 16 yıl sürecek iktidarı başlıyordu. Bu döneme Kolombiya’nın kapitalizme geçiş dönemi de denilebilir.1946 yılına gelindiğinde Liberal Parti’nin kendi içindeki iktidar çekişmelerinin sonucu olarak seçime iki başlı katılması Muhafazakârların yeniden iktidara gelmesine yol açıyordu. 16 yıllık muhalefet döneminin yarattığı ‘hesaplaşma’ ile Muhafazakâr Parti devlet içindeki liberal bürokratları tasfiye etme yönelimine girişirken diğer taraftan yoksul köylülük üzerindeki polis şiddetini de arttırıyordu. Bir yıl sonra liberallerin yerel yönetimlerde çoğunluğu
sağlaması üzerine parlamentoda koalisyon dönemi başlıyordu. Bu ittifak muhafazakâr partiye emekçi sınıflar üzerindeki baskıyı daha da arttırma ve muhalefetsiz bir iktidar gücü veriyordu. Liberal Parti ile koalisyon bir yıl sonra sona ererken muhafazakârlar için 1948’de yapılacak seçimde yenilgi artık kaçınılmaz görünüyordu. Seçimin favorisi Liberal Parti adayının bir suikast sonucu öldürülmesi ile ülke tarihinde 1960’lara kadar devam edecek ve on binlerce insanın ölümüne yol açacak ‘ La Violancia’ dönemi başlıyordu. Başkent Bogoto’da çıkan ayaklanma da kısa bir sürede 2000 kişi yaşamını yitiriyordu. Egemen iki klik arasında takas edilen yönetim tarzına karşı temsiliyet hakkı bulamayan geniş kesimler isyanı karşısında Muhafazakâr Parti bir taraftan şiddetini arttırıyor diğer yandan ise kongreyi kapatarak iktidarı gasp ediyordu. Liberal Parti’nin bu duruma tepki olarak
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
güncel analiz
11
‘çözüm’ yolundaki KOLOMBİYA 1950 seçimlerini boykot etmesi ve güçlü olduğu alanlarda silahlı denetime başlaması ile yaşanan çatışmalarda yıl içinde seksen bin kişi yaşamını yitiriyordu. Bu dönem Muhafazakâr Parti ordu ve polis üzerinden, Liberal Parti yerel örgütlülükleri ile sahneye yavaş yavaş çıkmaya başladı. Kolombiya Komünist Partisi ise yoksul köylülerin öz savunma gücüne dayanarak mücadele ediyordu. Yönetenlerin yönetememesi olarak tanımlanabilecek bu dönem 1953’te yapılan askeri darbe ile farklı biçime dönüşüyordu. Ilımlı muhafazakârlar ve liberallerin tam desteğini alan askeri darbe, silah bırakmak şartı ile tüm kesimler için genel af
İspanya’ya kaçması ile Liberal-Muhafazakâr ittifakının iktidar dönemi başlıyordu. FARC ve ELN bu politik atmosfer içerisinde temsil hakkı bulunmayan yoksul köylü ve işçiler, işsizler, küçük esnaf, aydın ve bir takım Katolik rahipler arasında filizleniyordu.1958 yılında Ulusal Cephe geçmiş yönetme alışkanlıklarını devam ettirme eğilimdeydi. Toprak sorunu, diğer siyasal kesimlerin demokratik temsiliyeti gibi konular gündeminde değildi. Bu yönlü taleplerde klasik zorla bastırma yönelimi karşısında 1960 yılında Kolombiya Komünist Partisi askeri örgütlenmesi olarak köylü öz savunma örgütlerini koordine ederek
pılmasını engellemek için üzüm ekimini yasaklamakla aynı olan bu yaklaşımı bölgeye müdahalede kendine meşruiyet kazandırma çabasından başka bir şey değildir. ABD bu konudaki ciddiyetsizliği koka kullanılarak yapılan ve bir ‘dünya markası’ olan Coca Cola ile ilişkilenme biçiminden bile anlaşılabilir. Emperyalizmin gelişme dinamizmi taşıyan ülkelere yönelik yüksek kar marjı ile sermaye ihracı yaparak bağımlılık ilişkilerini geliştirme ve paradan para kazanma siyaseti bilinen bir realitedir. Bu modern zamanların tefeciliğidir. Bir koyup on alma açgözlülüğünde 20002010 arası BRİC ülkeleri olarak adlandırı-
fından dillendirilmeye başlayan CIVETS ülkelerinden sonra ne tesadüftür ki Kolombiya hükümeti gayrı resmi kanallardan FARC ile görüşmeye başlıyor ve bu görüşmeler 2012 yılında Oslo Görüşmelerine eviriliyordu. Geçtiğimiz günlerde Küba’nın başkenti Havana’da Devlet Başkanı Raul Castro’nun da katılımıyla yapılan açıklamada Kolombiya Devleti yetkilileri ve FARC arasında 23 Mart 2016 tarihinde bir anlaşma imzalanacağı pek çok konuda mutabakata varıldığı ve bu anlaşma sonrası FARC’ın 60 gün içinde silah bırakacağı bildiriliyordu. Kolombiya siyasal tarihinin genel gelişim seyri içerisinde değerlendirildiğinde
ederek şiddeti büyük oranda azaltırken basına uygulanan ağır sansürü de nispeten gevşetiyordu. Sosyal bir tabanı olmayan cuntacılara egemen kliklerden iktidarı devret baskısı kısa sürede artınca, cuntacılar alt sınıflardan kendilerine bir taban yaratma arayışına yöneldi. Bu durum şiddet olaylarının tekrardan tırmandırılmasına yol açtı. Liberal ve Muhafazakârların cunta eliyle bile olsa üçüncü bir güce tahammülü yoktu. 1957 yılına gelindiğinde aralarındaki tüm çelişki ve gerilimi bir kenara bırakarak Ulusal Cepheyi kurdular. Buna göre partinin ilk başkanı Muhafazakâr olacak, devlet erki eşit bir şekilde Liberal ve Muhafazakârlar arasında paylaşılacaktı. Cuntacıların bu duruma cevabı Ulusal Cephe’nin Muhafazakâr başkanını tutuklamak oluyordu. Ülke genelinde yeni grev ve isyan dalgası patlamıştı, devam eden gösteriler ve egemen sınıfların ittifakı cuntacı generallerinde parçalanmasına yol açıyordu. Ordunun desteğini de kaybeden cunta lideri General Pinilla’nın
FARC’ı kuruyordu.1964 gelindiğinde ise Küba devriminden etkilenen ve ülkenin ikinci büyük gerilla gücü olan ELN(Ulusal Kurtuluş Ordusu) kuruluyordu. 1964 yılından günümüze kadar devam eden süreçte 220 bin insan yaşamını yitirmiş, 3 milyon köylü göç etmek zorunda kalmıştır.1980’ler sonrası ABD’nin askeri-ekonomik finansmanı ile çatışmalara dâhil edilen paramiliter güçler (kontrgerilla) binlerce köylü, sendikacı ve aydının ölümünde doğrudan rol oynamıştır. Kolombiya’nın %30’lık kısmı bugün FARC kontrolü altındadır. ABD’nin ülkeye müdahale gerekçesi olan ‘uyuşturucu ile mücadele’ Irak işgali sırasında öne sürdüğü ‘nükleer ve kimyasal silahlar var’ gerekçesi kadar içi boş iddialardır. Latin Amerika’da tarımı yapılan Koka bitkisi endüstriyel üretimde yaygın kullanım alanı olan bir üründür. Bölge ülkelerine ‘bu bitkiyi yetiştirmeyin yoksa size müdahale ederiz’ demek Türkiye-K.Kürdistan’a ‘buğday ekmeyin’ demekten farksızdır. ABD’nin Şarap ya-
lan Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin hedef pazar ülkelerdi. Küresel sermaye bu hamlesinde yüksek karlar elde ederken 2010 yılında yeni hedef ülkeleri açıklıyordu: CIVETS( Kolombiya, Endonezya, Vietnam, Mısır, Türkiye ve Güney Afrika).Bu ülkeler arasında Kolombiya, Endonezya ve Güney Afrika zengin ve bakir doğal kaynaklarının küresel pazara aktarılması bağlamında ele alınıyordu. FARC siyasal iktidar hedefleyen bir hareketten daha ziyade genelde denetimi altındaki alanlardaki inisiyatifini koruma refleksi ile hareket etmiştir. Bundan kaynaklı mücadele tarihi boyunca Kolombiya Devleti ile uzun süreli ateşkeslere yüksek eğilimli olmuştur.1984’de sağlanan ateşkes 1990’da ordu güçlerinin FARC ana karargâhını imha saldırına kadar devam etmiştir. 1998-2002 arası yine ateşkes süreci olarak geçmekteydi. 2002’de FARC’ın bir milletvekilini kaçırması ile çatışmalı süreç yeniden başlıyordu. 2010 yılında küresel finans kurumları tara-
nihai bir barışa varmaktan oldukça uzak olduklarını söylemek kehanet olmayacaktır. Görüşmelere dâhil edilmeyen ELN’nin tavrı ve mart ayında imzalanacak anlaşmanın detayları sürecin atmosferini daha netleştirecektir. FARC’ın toprak reformu, yüzleşme komisyonları, FARC üyelerinin sivil siyasete entegrasyonu ve maden-petrol tekelleri ile imzalanacak anlaşmalarda söz hakkı olma taleplerine karşın Kolombiya Hükümeti silah bırakma ve uyuşturucu ticaretine son verilmesini şart koşmaktadır. Şiddet dilinin kurumsal olduğu bu coğrafyada işletilen sürecin kalıcı bir barıştan daha ziyade küresel sermayeye dikensiz bir gül bahçesi açma operasyonu olduğu açıktır. Sınıf siyasetinde ‘orta yol’ her zaman burjuvaziye hizmet eder, komünist partisi önderliğinden yoksun Kolombiya pratiği de ezilen sınıflar için kısmı kazanımlarla sonuçlansa bile önümüzdeki dönemde büyük çatışmalara gebe olduğu açıktır.
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
“Yapılması gereken açıktır. Demokratik mücadeleler cephesinde de, silahlı eylem ve gerilla savaşı cephesinde de daha diri bir irade ve eylemci tutumun geliştirilmesidir. Bunun için koşullar ve tüm sebepler mevcuttur. Militan devrimci ruhun paslanmışlıklarını parlatarak silaha sarılıp keskin mücadelelere dalmanın beklenir bir gerekçesi, sağ pasifist iklime hapsolmuşluktan başka engelleyici bir nedeni yoktur. Yasalcı reformizme meydan okuyarak kopmak; tereddütsüz, kaygısız ve sakıncasız bir özgürlükle, silahlı eylem pratiğine girmekle sağlanacaktır.” İstisnasız olarak her baskı yöneldiği hedefe rağmen objektif olarak karşıtına hizmet eder, başkaldırıyı büyütür. Bu salt teorik bir doğru değil, somut-pratik bir doğrudur da. Karşıtların birliği temelinde cereyan eden mücadelesi evrenseldir. Evrensel olan bu gerçek sadece her coğrafyada aynılık göstermesinden değil, her baskı biçiminde geçerli olmasıyla evrensel olma özelliği taşır. Gericilerin baskı süreci bunların sınıf doğasına dayanmakla birlikte, insan üzerindeki her türden baskıyı ifade eder. Gericilerin sınıf genlerinde bulunan son tahlilde iktidar endeksli olan baskı unsuru bunların varlık gerekçesi olarak gericiliğin bütün niteliklerine damga vurur. Gericiliğin tarihi, bilinen haksız gerekçelere dayanan baskı tarihidir. Gericilerin kanla beslendiği sözü bu baskının ileri niteliğini anlatan bir gerçekliktir. Sömürüsüz, baskısız, zulümsüz, kansız bir gericilik tarif edilemezken, kıyım ve kırımlar gericiliğin aynasıdır. Ama tarihsel bir ayna daha var ki, bütün bu gericilikler miadını doldurarak tarih sahnesinden silinmiştir. İmparatorlukların çöküşü, taht ve tiranların yıkılış serüveni söz konusu çekilişi yeterince izah etmektedir. Bu çekiliş kendiliğinden olmamış, bilakis doğrudan ya da son tahlilde sınıflar mücadelesinin hükmü neticesinde tarihten silinerek tarihin karanlık mezarına
gömülmüşlerdir. Sınıflar mücadelesinden ibaret olan toplumlar tarihinin resmettiği gerçek, gerici sınıflar ile devrimci sınıflar arasındaki mücadelenin, devrimci sınıf mücadelesinin motor göreviyle tüm tarihsel ilerlemenin belirleyeni olmuştur. Diyalektik ve tarihi materyalizm felsefesi ve buna dayanan sınıflar mücadelesi yasasını açıklayan bilim, tüm insanlık tarihini oluşturan toplumların gelişme serüvenini kapsayan özelliğiyle hiçbir gericiliği ve hiçbir gerici sistemi bu izahat ve tarihsel akış dışında tutmaz. Tarihteki en güçlü gericiliklerin yıkılıp gitmesi gibi emperyalist gericilik de yenilip gitmekten muaf kalmaz-kalamaz. Sonsuz gelişme devinimi ve bu devinimi devrimci yolla hızlandıran devrimci sınıf mücadelesi gerçeği, gerici sistemlerin aşılmasının kanıtlayanı olmakla birlikte, kendisi de dahil olmak üzere tüm sınıfları ortadan kaldıracak değişmez temeldir. Dünya gericiliğinin kadim bir parçası olan coğrafyamız gericiliği de hiç şüphesiz aynı hamurdan mayalanmıştır. AKP iktidarının temsil ettiği mevcut gericiliğin tarihsel gericilikten azade olmayıp aynı kaderi paylaşacağı belirsiz bir teori değil, bilimsel öngörü ve eski ile yeni arasındaki çatışmasının sınıflar mücadelesi niteliği tarafından doğrulanan ve doğrulanacak olan mutlak pratiktir. Yukarıdaki özet belirlemelerimiz bugünün somutunda dinamik olarak işleyen durumdadır.
Erdoğan/AKP güruhu faşist niteliği ve icraatlarıyla tescillenmiştir AKP iktidarının temsil ettiği gericilik, azgın terör ve katliamlar yapma saldırganlığı dahil olmak üzere, bütün gerici hünerlerini son haddine kadar devreye sokarak geniş toplumsal kesimleri baskı cenderesine alan büyük bir gericilik dönemine imza atmaktadır. İktidarı gasp eden Erdoğan/AKP güruhu, iktidar pozisyonunu korumak için faşist saldırganlığını pervasızca tırmandırmakta, Kürt ulusuna dönük kanlı bir konseptle acımasız bir savaş ve katliamlar gerçekleştirmekte, bütün muhalif kesimleri sindirmeye dönük amansız baskılar uygulamaktadır. Kamuoyunun bilgisi ve gözleri önünde cereyan eden bu faşist terör dalgası hiçbir manevra ve demagoji ile manipüle edilemeyecek kadar açık olduğundan tek tek sayılarak fihrist edilmesine
Rüzgâr bizlerd gerek yoktur. Gerek yoktur çünkü, Erdoğan/AKP güruhunun ipliği pazara çıkmış, bütün faşist niteliği icraatlarıyla da kanıtlanıp halk kitleleri tarafından bilinmektedir. Kuzey Kürdistan’da ‘’OHAL’’ uygulamasıyla bombalanıp yakılıp yıkılan köyler, kurşunlanan bebek ve yaşlılar, sivil halkın katledilmesi, seçilmişlerin tutuklanıp hapsedilmesi, linçlerin uygulanması, işyeri, yolcu araçları ve parti binalarının saldırıya maruz kalıp yakılması gibi ırkçı, milliyetçi faşist saldırılar saklanamayacak kadar açıktır. Muhalif kesimlere uygulanan baskılar, medya kurumları ve gazetecilere dönük operasyon ve tutuklamalar, devrimci ve sosyalist basın ve güçler üzerindeki terör baskısı ve darbe tutuklamaları vb. estirilen faşist dalganın bazı unsurlarıdır. Seçimlerin kazanılması, Kürt ulusunun (hareketi şahsında) teslim alınarak köleleştirilmesi, gelişme ivmesi gösteren geniş toplumsal
muhalefetin bastırılıp sindirilmesi, Rojava’da ortaya çıkan Kürt statüsünün hazım edilmeyerek geriletilmesi gibi nedenler faşist saldırganlık ve savaşın tırmandırılmasının belli başlı nedenleridir. Eklemek gerekir ki, gerici emellerle girdiği bu faşist saldırganlık ve savaş serüveni, Erdoğan/AKP güruhunun dış politikasının yansımaları bağlamında da uluslararası alanda tecrit olmasına yol açmış durumdadır. Bu tecridin aynı zamanda içteki savaş saldırganlığını tırmandırmasında etken olduğu da söylenebilir. Erdoğan/AKP güruhunun bu faşist terör dalgası bütün bu hedef ve amaçlarına rağmen, iradesi dışında objektif olarak karşıtını geliştirip devrimci dinamikleri sert mücadelelere itmeye de vesile olmakta, başkaldırıya nesnel zemin sunmaktadır. Artan ve genişleyen faşist baskılar daha geniş kitlelerin muhalefetine yol açmakta, dayanılmaz baskılara karşı daha kararlı müca-
perspektif
birlikte, yasalcı reformist eğilimin kuşatan tesiri de önemli bir faktör durumundadır. Çelişkinin niteliği veya çatışmanın keskinliği ne olursa olsun ve silahlı çatışmanın keskin olarak gündemde olmasına karşın, eğer stratejik eğilim olarak gerici hakim sınıflarla uzlaşma hedefi taşınıyorsa veya gerici düzenin içten dönüştürülmesi benimsenerek devrim ve demokrasi mücadelesi iktidarı hedeflemeyen mücadele biçimleri esas alınarak düzen içi iyileştirmeler amaçlaştırılıyorsa, bunlarla sınırlı bir mücadele yürütülüyorsa yasalcı reformizmden bir adım ileri geçilemiyor demektir. Adı geçen sınıf hareketi veya örgütleri göz önüne alındığında bunların büyük bir bölümünün silahlı mücadeleyle mesafeli olup devrimci çizgi bakımından kırılmalar içinde oldukları görülecektir. Aktüel olarak Kürt Ulusal Hareketi bu reformist çizginin önemli bir gücü olsa da, sınıf hareketinin önemli bir bölümü başından beri reformist çizgide gelişmektedir. Bu bileşenle kapıları kapatma tavrında olmadığımızı belirterek geçelim.
Gün mücadeleyi büyütme günüdür
den yanadır... deleler gündeme gelerek zemin bulmaktadır. İşçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların hoşnutsuzluğu direnişlere dönüşerek boy verme eğilimindedir. Kürt ulusu ve diğer azınlıklar ile ezilen inanç grupları, cinsiyetçi ayrışımın mağduru kesimler, doğası tahrip edilerek yok edilen köylü kitleleri faşist baskı ve saldırılar karşısında mücadele durumundadırlar. Memurlar, öğrenciler, çevreciler, sendikalar, demokratik kurum ve sivil toplum örgütleri, çiftçiler, emekliler, kadınlar, iktidara ait olmayan yerel yönetimler, AKP’ye oy vermeyen köy, kasaba, ilçe ve iller, Kuzey Kürdistan coğrafyası ve demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlanarak yaşamlarına müdahale edilen büyük kitleler, AKP/Erdoğan diktatörlüğüne karşı büyük bir tepki içindedirler. Kısacası Erdoğan/AKP gericiliğinin uyguladığı faşist baskı dalgası, karşıtını geliştirerek büyütmüş durumdadır. Büyük kitle hareketlerinin patlak vermesinin tüm nesnel zemini mev-
cuttur denebilir. Devrimci durumun iyi olduğu, rüzgarın bizlerden yana geliştiği söylenebilir… Bu zeminde eksiklik olarak iki şey tespit edilebilir. Birincisi, tüm siyasi sürecin keskinliğine karşın yasalcı reformist eğilimin küçümsenemez bir temele sahip olma gerçekliğidir. İkincisi ise, sosyalist devrimci önderliğin örgütsel yetersizliği ve sınıfsal perspektif cephesinde silahlı devrimci mücadele ve savaşın oldukça yetersiz, zayıf olmasıdır. Bu iki zayıflık, nesnel olarak güçlü olan devrimci durumun bağrında taşıdığı önemli dezavantajlardır ki, uygun olan devrimci koşulların ileri kazanımlara taşınmasında bu zayıflıkların giderilmesi tam bir gereksinim ya da sorundur. Bilinçli-örgütlü devrimci sınıf hareketinin, devrimci çizgi temelinde silahlı eylem ve silahlı mücadeleyi benimseyerek geliştirmesi açısından tutuk davranması ideolojik-siyasi çizgilerindeki sorundan kaynaklanmakla
Esas sorun devrimci çizgide bulunan sınıf hareketinin bahsi geçen uygun devrimci koşulları devrim doğrultusunda ileriye taşıma ve örgütsel güç açısından sürece önderlik yapma durumunda olamaması gerçekliğidir. Devrimci şartlar nesnel olarak son derece uygun olmasına karşın, bu şartları devrim doğrultusunda ileri kazanımlara taşıyacak sübjektif güç şartı ne yazık ki hazır ve yeterli değildir. Koşullara önderlik yapma bakımından egemen olan bu yetersizlik, esasta örgütsel durum ve güç noktasında anlam kazanmaktadır. Bu güç ya da yetersizlik kendiliğinden çözülen bir sorun değildir. Bilakis bilinçli bir müdahale ve irade göstermenin eseri olabilir. Bu müdahale ya da irade, keskin bir direniş ve mücadele ruhuyla silaha sarılmanın, silahlı eyleme başvurmanın ve kitleleri sokaklara dökmenin pratiği ile mümkündür. Dolayısıyla gün, silahlı eylemden silahsız mücadelelere kadar her türden mücadele biçimlerini güçlü pratiklerle ortaya koyup her alanı savaş ve direniş alanına çevirmenin günüdür. Hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan devrimci eylemi geliştirmenin, silahlı mücadele ve savaş siperlerinde görev almanın günüdür. Gün hiçbir gücümüzü atıl tutmadan
direnişlere sürmenin, pratik içinde geliştirmenin günüdür. Sosyalist Halk Savaşı’na dört elle sarılmanın günüdür. Bunun için örgütlülüklerimizi nitelikli hale getirip nicelik olarak büyütmek yaşamsal bir ihtiyaçtır. Zira sorunun esası örgütsel gücün yetersizliğinde yatmaktadır. Öyleyse örgütsel gücümüzü her bakımdan geliştirme planıyla hareket etmek şarttır. Bu ihtiyaç asgari düzeyde de olsa karşılanmadan ne güçlü bir mücadele pratiği ortaya konulabilir ve ne de nesnel olarak uygun olan devrimci durum gerekli önderlik altında ileri kazanımlara taşınabilir. Kuşkusuz ki, örgütsel gücün yeterli duruma getirilmesi salt nitelikli güç yaratma çalışmasıyla ele alınamaz. Bu gücün yaratılması esasta mücadele pratiği içinde ve silahlı eylemde bulunmanın ürünü olarak hazır ya da yeterli duruma gelecektir. Silahlı eylemin toparlayıcı ve örgütleyici rolü düşünüldüğünde, girişilecek bir silahlı eylem ve mücadele pratiği gücümüzün nicel gelişimine de nitel gelişimine de yansıyacaktır. Ne var ki, eyleme girecek gücün hazır edilmesi-sağlanması nitelikli örgütlerin oluşturulması veya örgütlülüklerin nitelikli hale getirilmesini belli bir plan dahilinde yürütülmesini gerektirmektedir. Kısacası örgütlerimizi nitelikli hale getirmek önümüzdeki görevlerdendir. Bunu söylerken Parti açısından karamsar bir değerlendirme yaptığımız anlaşılmamalıdır. Tersine Partimizde ve Partimiz lehine gelişmeler son derece olumlu seyirdedir. Rüzgarın bizden yana esmesi sadece nesnel koşulların uygunluğu açısından değil, Partimizin gelişmeleri bağlamında da bizden yana bir rüzgardan söz edilebilir. Partimizdeki gelişme çizgisi aktüel ve dinamik bir pratik süreç olarak güncel ya da gündemdedir. Tam da bu gelişmenin en verimli ölçülerde değerlendirilmesi ihtiyacına bağlı olarak nitelikli örgütlenme sorununa işaret etmekteyiz. Partimizin planlamaları temelinde yürüttüğü çalışmalar başarılı bir ivme seyretmektedir. Fakat bu durumun bütün yoldaşlar tarafından yeterince kavrandığını söyleyemeyiz. Pratik eylemler noktasında gerekli düzeyde bir pratiğin sergilenmemesinde bir anlamda bu durumun yeterince kavranamamış olması yatmaktadır. YAZININ DEVAMI SF 14
14
perspektif
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
Militan devrimci
mücadeleyi büyütelim
Nesnel koşullar açısından uygun olan devrimci durum gelişmemize olanak sunarken, devrimci bilinç ve demokratik kültürün gelişmesi de devrim toprağını sıkılaştırarak lehimize şartlar göstermektedir YAZININ ÖNCELİ SF 12-13 Militan devrimci mücadeleyi büyütelim Yapılması gereken açıktır. Demokratik mücadeleler cephesinde de, silahlı eylem ve gerilla savaşı cephesinde de daha diri bir irade ve eylemci tutumun geliştirilmesidir. Bunun için koşullar ve tüm sebepler mevcuttur. Militan devrimci ruhun paslanmışlıklarını parlatarak silaha sarılıp keskin mücadelelere dalmanın beklenir bir gerekçesi, sağ pasifist iklime hapsolmuşluktan başka engelleyici bir nedeni yoktur. Yasalcı reformizme meydan okuyarak kopmak, tereddütsüz, kaygısız ve sakıncasız bir özgürlükle silahlı eylem pratiğine girmekle sağlanacaktır. Kendimizi muaf tutmadan söyleyelim ki, coğrafyamızdaki devrimci sınıf hareketi,
yasalcı reformist akımın etkilerinden şu veya bu ölçüde muzdariptir. Bu hareketin kimi bileşenleri doğrudan ideolojiksiyasi çizgilerinin ürünü olarak yasalcı reformist kulvarda bulunmanın yükünü taşırken, bizler de dahil olmak üzere devrimci hareketin az bir kesimi de, merkezi yapı ve genel siyasi çizgileri itibarıyla ileri devrimci yönelimi temsil etmekle birlikte, geniş örgütlü bileşeninde gerek reformist akımın etkilerini taşıma ve gerekse de militan devrimci duruş açısından birçok zaaf taşıyan durumdadır. Ülke devrimci hareketinin genel devrimci tiplemesi; elleri tutuk, militan ruhları sönmüş, gelişmelerin arkasından sürüklenen, kendiliğindenciliğe tutsak olmuş ve iddiası düşük bir profil çizmektedir. Sıradan görevler karşısında tökezleyip ayak sürüyen, basit pratik çalışmalardan yorulan, devrimciliğin temel varlık gerekçeleri karşısında tutuk kalan, tehlike ve riskler göze almayan, yürütülmesi tamamen mümkün olup zorluklar barındırmayan görevler karşısında tembelliğe ve kendiliğindenciliğe gömülen, devrimci yaşam pratiğine ayak uydurmayan, karşı-devrimin saldırılarına
göğüs germekte çekince taşıyan ve bu çatışmayı göze almayan, kişisel yaşamından ödün vermekte zorlananlar sürecin devrimcileri olmaktan uzak kalmanın ötesinde devrimci görev ve devrimci dava adamı olamazlar. Ne var ki, tüm sorun ve zayıflıklara karşın devrimci iddiası güçlü olanların içinden geçilen sürecin sorumluluklarına uygun olarak gelişme yönünde ilerledikleri ve küçümsenemez dinamiklere sahip olduğu da bir gerçektir. Bu sadece nesnel devrimci koşullar açısından değil, devrimci güçlerin pratik yönelim ve sürecin görevlerine müdahale iradesi açısından da olumlu bir gelişmedir. Nesnel koşullar açısından uygun olan devrimci durum gelişmemize olanak sunarken, devrimci bilinç ve demokratik kültürün gelişmesi de devrim toprağını sıkılaştırarak lehimize şartlar göstermektedir. Reformist çizginin tarihsel açıdan çürük olan temeli ile birlikte, bu ‘’hortlağın’’ coğrafyamızdaki güncel gerçekte yaşadığı çıkmaz devrimci çizgiyi öne çıkarıp devrimci cephenin giderek güçlenmesine yol açmaktadır. Yasalcı reformizm bir problem olarak varlığını sürdürmekle birlikte, siyasi şart ya da
gelişmeler devrimci yolu koşullayarak devrim lehine ilerlemeye işaret etmektedir. Partimizin gelişme potansiyeli ve militan dinamikleri bugün çok daha uyanık olup, Sosyalist Halk Savaşı’ndaki konumlanışı başta olmak üzere taşıdığı bir dizi avantajla sürecin gelişen gücü durumunda olduğu doğrudur. O halde rüzgarın bizlerden yana estiğini bir kez daha hatırlatmakta yarar vardır. Proletarya ve geniş halk kitlelerinin siyasi iktidar sorununa bağlı olan demokrasi ve özgürlükler talebi ile ulus ve azınlıkların bağımsızlık dahil, temel hak ve talepleri ne yasalcı reformist akım tarafından karşılanabilir ne de düzeni tahkim etme rolüyle halk kitlelerini yedeklemeye çalışan bizzat komprador tekelci sınıf siyasi partileri durumundaki -ister iktidardaki ister muhalefettekifaşist düzen partileri tarafından karşılanabilirler. Bütün bu sorunların gerçek karşılayanı ancak ve ancak Sosyalist Halk Savaşı zemininde siyasi iktidar perspektifiyle yürütülen devrimci sınıf mücadelesi olacaktır. Demokrasi ve özgürlükler siyasi iktidarı hedefleyen sınıf devriminin eseri olacaktır.
röportaj
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
15
DHF'li adaylar:
Hedefimiz kitlelere sosyalizmi anlatmaktır DHF 7 Haziran'da olduğu gibi, 1 Kasım seçimlerinde de HDP ile ittifak kararı aldı. HDP'nin aday listelerinde bu kez DHF’li 4 aday yer aldı. Türkiye -Kuzey Kürdistan’da sosyalizm için mücadele yürüttüklerini ve proletarya ve emekçilerin ancak sosyalizmle kurtulabileceğini ifade eden sosyalist adaylar, seçimler ve parlamentoya taktik bir aracın ötesinde bir anlam yüklemediklerini belirttiler. Genel siyasal gelişmeler ve 1 Kasım seçimlerine dair DHF'li sosyalist adaylarla bir röportaj gerçekleştirdik
maya konan özyönetimleri destekliyor ve kendimizi bu öz yönetimlerin bir parçası olarak görüyoruz. Bugün Cizre, Nusaybin, Yüksekova, Varto, Şırnak başta olmak üzere 16 bölgede öz yönetimler ilan edildi. Öz yönetimin ilan edildiği bölgelerde egemen sınıflar katliamlara girişerek, çocuk, yaşlı, kadın ayırmaksızın bir çok kişiyi katletti. Ve bugünde katliamlar devam etmektedir. Egemenlerin başta Kürt olmak üzere sol, sosyalist kesimlere dönük tutuklama ve katliam politikalarının 1 Kasım seçimlerinin ardından daha şiddetli bir şekilde devam edeceğini düşünüyorum.
DHF ve HDP 7 Haziran'ın ardından yeniden ittifak yaptı. Sizde bu ittifak süreciyle birlikte İstanbul 1. bölgeden aday oldunuz. Adaylık süreciniz nasıl gelişti, neden aday oldunuz? Dilşad Canbaz: 7 Haziran seçimlerine ka-
açısından bir baraj sorunu vardı. Ancak 7 Haziran seçimleri sonrasında baraj sorunu aşıldı. Bunu hazmedemeyen AKP iktidarı ve gerici egemenler bugün 1 Kasım seçimlerini tekrardan önümüze koyarak, halklara bu seçimi dayattılar. Bunu onlarda bir yenilgi olarak görüyorlar ama bu tesadüfî bir şey değil, bizimde beklediğimiz bir şeydi. 7 Haziran öncesinde biliyorsunuz başta Kürdistan olmak üzere tüm ülkede HDP'nin sandık başındaki müşahitleri polis baskınlarıyla gözaltına alındı ve tutuklandılar. Bunun içerisinde Demokratik Haklar Federasyonu'nun İstanbul yerelinde faaliyetçilerine dönükte polis baskınları gerçekleştirildi. Devlet terörü 7 Haziran öncesinde olduğu gibi bugünde devam etti. Bugün evet, HDP yine ilerici güçlerle birlikte 1 Kasım'da barajı aşacak ve parlamentoya daha güçlü gireceğini düşünüyoruz. Ancak faşizm 1 Kasım'da da, 1 Kasım'ın ardından da devam edecektir. Sivil halka yönelik bu haksız savaş, katliamlar, gözaltılar ve tutuklamalar durmayacaktır. Sol, sosyalist, devrimci, demokratik güçlerde elbette bundan nasibini alacaklar. Biz faşizmin sadece seçimlere endeksli olmadığını düşünüyoruz. Bizim açımızdan seçimler, parlamento yalnızca bir araç olabilir. Bu aracın bir parçası olarak da parlamentonun bugün mücadelenin sadece yüzde beşi olduğunu tarif ediyoruz. Ama katliamıyla, topyekun saldırısıyla faşizm hep devam edecek, seçimlerin ardından çok şeyin değişeceğini düşünmüyoruz.
tılmamız, asıl hedefimize yönelik ele aldığımız bir siyasal kampanyaydı. Biz Türkiye/Kuzey Kürdistan'da ve dünyada sosyalizm için mücadele yürüten, proletarya ve emekçilerin ancak sosyalizmle kurtulabileceğine inanan bir hareketiz. Demokratik Haklar Federasyonu olarak bu hedefimiz doğrultusunda kitleleri örgütleme çalışmalarında ilkelerimize uygun bütün araçları kullanıyoruz. Yerel yönetimler ve parlamento alanındaki çalışmalarda bu çerçevede ele alınmış durumda. 7 Haziran seçimlerine bu hedefimiz ve programımız doğrultusunda kitleleri örgütlemek, aynı zamanda iktidarda bulunan AKP ve bütün gerici egemenlerin, sermaye sınıfının tümünü coğrafyamızdaki bütün demokrasi güçleriyle ortaklıklar kurarak geriletmek, onların güçlerini parçalamak, onların halklarımıza yönelik yapmış oldukları planları bir şekilde boşa çıkarmak için sol/sosyalist bir aday olarak HDP-DHF ittifakından aday oldum. AKP 7 Haziran'ın ardından savaş konseptini hayata geçirdi. Bu savaş konseptiyle birlikte yeni bir seçim kararı alındı. Topyekun savaş konseptinin Kürdistan'daki yansıması ise özyönetimlerin ilanı oldu. Siz özyönetim ilanları hakkında ne düşünüyorsunuz, özyönetimleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Başta Kuzey Kürdistan olmak üzere tüm ülkede sıcak bir savaş yaşanıyor. Bugün AKP iktidarı tarafından topyekun savaş konsepti devam ediyor. Kürt halkına yönelik bu savaş özelde sivil halk üzerinde yoğunlaşıyor. Sivil halk üzerinde gelişen bu haksız ve gerici savaşa karşı halkın inisiyatifiyle fiilen uygula-
1 Kasım süreciyle birlikte HDP'nin ve devletin alacağı pozisyonu, seçim sonrası siyasi tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Dilşad Canbaz: 7 Haziran sürecinde HDP
Aynı zamanda kadın kimliğinizle aday oldunuz. Bu noktasıyla seçimlere dair kadın mücadelesi açısından seçimleri nasıl ele alacaksınız? Dilşad Canbaz: Genel olarak şöyle söyleyeyim, DKH'nin bir üyesiyim ve aktif çalışanıyım. Dünde, bugünde bulunduğumuz alanda kadın mücadelesi yürüteceğiz. Evet kadınlar olarak egemen sistemin ikinci sınıf
Dilşad Canbaz: 1973 yılında Ankara'da doğdu, aslen Erzurum'lu. 1996 yılında devrimci mücadeleyle tanıştı. Ankara’da 2 kez tutuklanarak hapsedildi. Demokratik Kadın Hareketi'nin faaliyetçisi olarak siyasi çalışmalarına devam ediyor. insan olarak gördüğü bireyleriz biz. LGBTİ'ler üzerinde, bizim üzerimizde ki baskı çok daha fazla. Her gün kadın katliamlarıyla karşılaşıyoruz. Bugün aynı sistemin, faşist yönelimin saldırılarını biz seçim sürecinde de göreceğiz. Bundan sonra yapacağımız çalışma elbette esasta kadın çalışması olacak. Demokratik Kadın Hareketi olarak da kendi etkinliklerimiz, kendi mücadelemiz devam edecek aynı zamanda HDP ile ortak çalışmayı da esas alacağız. Ama bunun içinde kendi özgün, özerk çalışmamızı da durmaksızın yürüteceğiz. Bütün kadınlarla birlikte 1 Kasım seçimlerinde ve sonrasında daha örgütlü bir mücadele hattı örerek devam edeceğiz.
1 Kasım Genel Seçimlerinde neden aday oldunuz? Servet Erçıktı: Yaşadığımız ülkede süre gelen ve halklarımıza dayatılan bir sömürü durumu söz konusudur. Başta işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler olmak üzere egemen sınıflar tarafından azgın bir sömürü ve hak gasplarına maruz kalmaktayız. Yaşanan bu haksızlıklar karşısında sol, sosyalist biri olarak, egemenlerin halklarımıza dayattığı bu sömürü düzenine karşı durmak ve halklarımızla birlikte örgütlü mücadeleyi büyütmek, demokratik taleplerin dile getirilmesi adına aday oldum.
DHF - HDP ittifakını nasıl değerlendiriyorsunuz? Servet Erçıktı: Bugün hakim sınıflar başta Kürt Ulusal Hareketi olmak üzere devrimcilere, sosyalistlere, ilerici güçlere dönük top yekûn bir saldırı konsepti başlatmıştır. Bu saldırılar karşısında devrimci, yurtsever ve ilerici güçler 7 Haziran seçimlerinde olduğu gibi bugün de tüm farklılıklarına rağmen bir araya gelerek AKP iktidarının geriletilmesi için ortak hareket etmektedir. Bu doğrultuda DHF ve HDP’nin yapmış olduğu ittifak, hâkim sınıfların teşhiri ve geriletilmesi, iktidarlarının sarsılması açısından
Servet Erçıktı: Tokat Reşadiye'de 1977 yılında doğdu. 1997 yılında siyasi nedenlerden dolayı tutuklanarak Ulucanlar Hapishanesi’ne gönderildi. "Hayata Dönüş" katliamında Ümraniye Hapishanesi’nde bulunan Erçıktı, 2000 yılında serbest bırakıldı. Elektronik teknisyeni olan Erçıktı, İstanbul'da yaşamına devam ediyor. önemli bir yerde durmaktadır. Aynı zamanda uzun yıllardır demokratik haklar mücadelesinin önemli bir parçası olan DHF, 1 Kasım seçimlerinde bir yandan ittifak güçleriyle ortak hareket ederken bir yandan da kendi siyasal-politik yaklaşımlarını da geniş kitlere götürerek geniş kesimlere ulaşacaktır.
1 Kasım seçimleriyle birlikte nasıl bir siyasi atmosfer oluşur? Servet Erçıktı: 1 Kasım seçimlerinin ardından HDP’nin daha güçlü çıkacağı kanısındayım. Herhangi bir gerileme olacağını düşünmüyorum. Ülkemizde artık insanlar uyanmaya başladı. Gerici egemen sınıfların emekçilere karşı çevirdiği oyunların, entrikalarını artık halkımız bilince çıkarmaya başladı.
7 Haziran seçimlerinin ardından AKP bir savaş politikası ortaya koydu. Bunun karşısında ise ulusal hareket Özyönetim hamlesini hayata geçirdi. Özyönetimler hakkında düşünceleriniz neler? Servet Erçıktı: Demokratik özyönetimi tamamen haklı buluyorum. Bir halkın kendi kendini yönetmesi, doğru olun budur. Bizim mücadelemizde bu doğrultudadır. Düşünün, atanmış bir vali bir şehrin yönetimi için bir karar aldığında, o karar halka sorulmadan hayata geçiriliyor. Bugün ulusal hareketin ortaya koyduğu öz yönetim biçimi ise halkın kendisinin dahil olduğu meclisler aracılığıyla bir yönetme biçimidir. Bu doğrultuda halkın kendi yaşadığı alanın sorunlarına doğrudan söz söylemesi ve bu sorunlara doğrudan bire bir söz söyleyerek müdahil olması en doğru olandır. Bu doğrultuda ilan edilen öz yönetimler haklı ve meşru bir zemindedir. Sahiplenilmeliyiz ve meşru bir zeminde savunmalıyız.
16
röportaj
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
Koşullar bizden yanadır tini derinleştirdi.
7 Haziran seçimleri sonrasında bütünlüklü olarak başlatılan bir saldırı konsepti var. Ama bu konsept çok önceden planlanmış durumda. Seçimlerle birlikte bir dönem askıya alınmış daha sonraki süreçte seçimlerin özellikle son süreçlerine doğru saldırıların başlatılmasının da zeminde döşenmeye başlandı. 7 Haziran'da HDP ile DHF ittifak adayı olarak seçime girdiniz ve sizde mecliste yer aldınız. Daha sonra yapılan koalisyon görüşmelerinin ardından erken seçim kararı çıktı. Sizde yeniden aday olarak bu sefer yer değişikliği ile İstanbul 3. bölge 3. sıradan aday oldunuz. Yeniden aday olmanız hangi kriterler üzerinden gelişti ve 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki süreci değerlendirebilir misiniz? Edal Ataş: 7 Haziran'da hedeflediğimiz gibi,
bizimde dâhil olduğumuz HDP bileşenleri önemli bir başarı elde ettiler. AKP tek başına iktidar olma durumunu yitirdi. Kitleler birlikte mücadelenin güçlü yanını gördüler. 7 Haziran'da sağlanan başarı ezilenlerin kendi cephesinde kendi haklarına ve alternatif toplum projelerine yönelik, kurtuluşlarına yönelik sürdürmüş olduğu mücadelelerin önemli oranda bu son yıllarda yani Gezi Ayaklanması ve diğer süreçlerle birlikte güçlenmesinin sonucunda ortaya çıkan enerjinin seçimlere yansıması biçiminde algılanmalıdır. 7 Haziran seçimleri demokrasi güçlerinin sürdürdüğü ve elde etmiş olduğu mevzilerin bir yansıması olarak şekillendi. 7 Haziran sonrasında gerici egemenlerinde yönelimleri bunun üzerine şekillendi. Tabi ki dünyadakinden bağımsız bir Türkiye /Kuzey Kürdistan değişimi ifade edilemez. Tüm gelişmeler birbirini etkiliyor ve dünya ile Ortadoğu'daki gelişmeler, Türkiye /Kuzey Kürdistan'daki hem egemenleri hem de ezilenleri önemli oranda etkiliyor ve kendine göre şekillendiriyor. Daha doğrusu oraya yönelik tavır ve tutum almayı gerekli kılıyor. 7 Haziran seçimleri sonrasında bütünlüklü olarak başlatılan bir saldırı konsepti var. Ama bu konsept çok önceden planlanmış durumda. Seçimlerle birlikte bir dönem askıya alınmış daha sonraki süreçte seçimlerin özellikle son süreçlerine doğru saldırıların başlatılmasının da zeminde döşenmeye başlandı. Yapılan saldırılarda bunu gösteriyor. Egemenler mevcut saldırıları sadece AKP'nin iktidardan düşmesi üzerine bir saldırı olarak görüyor. Bu işin bir yanıdır, evet, AKP kendi efendisi olan kliğin temsilcisi olarak önüne koymuş olduğu projeyi ve hedefleri gerçek-
1 Kasım seçimlerine yaklaşık bir aylık bir süre kaldı. AKP'nin Kürdistan'da sandıkları taşıma, birleştirme gibi bir yönelimi var ve sandıklara yönelik birçok kaygı ortaya çıktı. Açık bir şekilde HDP baraj altında bırakılmak isteniyor. Peki, sizce 1 Kasım'la birlikte nasıl bir tablo ortaya çıkar? Edal Ataş: AKP'nin ve AKP'nin temsilciliği
leştirmek için tek başına iktidar olmak istiyor. Diğer burjuva kesimler ile koalisyon yapıp bu meseleyi sürdürmek yerine kendisi tek başına iktidar olmak istiyor. Çünkü aynı tutumu sergileyen, onunla istediği her noktada birlikte yürüyebilecek MHP ile pekâlâ bu koalisyonu yapıp bu işi sürdürebilirdi. Ama onu yapmak yerine mevcut mücadelede iç sallantıya düşmemek için 1 Kasım seçimlerini yaparak tekrardan tek başına iktidara gelip belki 19 sonrasında 23'e kadar iktidarını sürdürmek istiyor. Yani sürekli iktidarda kalıp kendi planları doğrultusunda bu coğrafyadaki mevcut yaşamı, ekonomiyi, siyaseti, politikayı örgütlemek istiyor. Ama bu işin belki de yüzde beşidir. Diğer sermaye kesimlerinin, Amerika'nın, Avrupa'nın, TÜSİAD'ın bütün bu yönelime rağmen sessiz kalmaları, bu konuya müdahale etmemeleri CHP'nin, MHP'nin tüm bu belli itirazlara rağmen gidip AKP ile birlikte aynı kulvarda bu meseleyi sürdürmesi ve seçimler ile saldırı politikalarını desteklemesi başka bir daha bütünlüklü planın Ortadoğu'da ve dünyada egemenler arasında, yani büyük emperyalist güçler arasında süren mücadelenin bir şekilde bu coğrafyada da yansımasını bulmasına bağlı olarak aldıkları tavır üzerine ancak ifade edilebilir. Nedir bu arka plan? Egemenler Türkiye/Kuzey Kürdistan'da ezilenlerin büyük oranda güçlendiği bu süreçten rahatsız olmuş durumdadır. Bir tanesi Gezi Ayaklanması'yla birlikte sosyalist hareketin toplumda yeniden alternatif bir proje olarak tartışılır hale gelmesi, kapitalizmin karşısında sosyalizmin gerçek kurtuluş olduğu anlayışının aydın kesimde, genç kesimde, bütün diğer emekçi kesimlerde canlanıp tekrar tartışılmaya başlaması ve bu güçlerin önemli oranda sosyalist güçlerin etrafına gelmesi onları rahatsız eden ve geriletilmesi gereken bir nokta olarak ele alınıyor. İşçi sınıfının sarı sendikalara ve devlet yanlısı örgütlenmelere yönelik tepkileri ve giderek sosyalist kesimlere, alternatif kesimlere, mücadeleci kesimlere yönelmeleri onları ra-
hatsız eden bir diğer nokta oluyor. Kürt Ulusal Hareketi’nin girmiş olduğu bir biçimde, masada o işi halletme siyasetleri istedikleri gibi gitmedi. Kürt Ulusal Hareketi önemli oranda güçlendi ve halklar nezdinde meşru bir zemine oturdu. Bu da onların projelerini boşa çıkarmış durumda. Egemenler ulusal ve sınıfsal hareketleri genel olarak şu planla yok etmeye çalışıyordu; sürece yay, teslim al, zayıflat, kitleler nezdinde meşruluğunu düşür sonrada herhangi bir gücün bu meseleyi inkâr ettiğini, diğerinin iyi olduğunu ve gelip halklara bu hakları verdiğini kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Bu plan Türkiye/Kuzey Kürdistan'da tutmadı. Yani Türk devleti AKP eliyle PKK'yi teslim alma, onun üzerinden mevcut meseleyi kendilerine mal etme siyaseti uygulamaya çalıştı. Alevi hareketi ya da oradaki hakları kendine mâl etme siyasetleri vardı, bu tutmadı. Hem Alevi örgütlenmeleri önemli oranda güçlendi, bağımsız hareket etti ve AKP karşıtı bir duruş sergiledi hem de Kürt hareketi Ortadoğu'daki ve Rojava'da ki gelişmelerden kaynaklı önemli oranda güç kazandı ve tasfiyesi engellenmiş oldu. Bu onların masada daha fazla hak elde etmelerini, gelişmelerde alınan her hakkın ulusal harekete ve diğer kesimlere mâl olmasına neden oldu. Bu egemenleri rahatsız etti ve bir şekilde bu güçlerin zayıflatılması isteniyordu. Saldırıların bir boyutu da bunun üzerine gerçekleşmiş oldu. Diğer bir boyutta HDP ile birlikte gelen 1,5 - 2 milyon insan var, bunların örgütlü güce dönüşmesini istemiyor. Irkçı politikalarla halkları birbirine düşürdükleri gerçekliği üzerinden bakıldığında Alevilerin, Sünnilerin, Hıristiyanların, Ezidilerin, Materyalistlerin bunların önemli oranda ortak eşitlik temelinde bir araya gelmeleri onları rahatsız ediyor. Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Ermeni, Abaza'ların bir araya gelmesi, kardeşleşmesi, birlikte mücadele etmesi onları rahatsız ediyor. Bütün bu saldırıların tümü hem 1 Kasım seçimlerini tekrardan gündeme getirdi hem de mevcut saldırı konsep-
yaptığı burjuva kesimlerin iktidara gelmesi için bir şekilde HDP'nin, CHP'nin ya da MHP'nin gerilemesi gerekiyor. Bütün planlarda bunun üzerine kuruluyor. AKP bu hedefine ulaşmak için eksik olan vekillerin bir bölümünü HDP'den, bunu sandık taşıma, savaş konseptini yükseltme, insanların üzerinde baskı kurma, insanların oralardan bir şekilde göç ettirme siyaseti üzerine elde etmeye çalışıyor. Bir bölümünü tırmandırılan milliyetçilik üzerinden, MHP'den almaya çalışıyor. Bir bölümünü de az oyla kaybettiği büyükşehirlerde CHP'den elde etmeye çalışıyor. Yani tek başına iktidar olmak için gereken 20 vekili bu şekilde tamamlamak istiyor. Bizim genel yaklaşımımız bunu başaramayacağı yönündedir. Elbette büyük oyunlar oynanacak ama hem demokrasi güçlerinin hem Ortadoğu'da konjonktürel durumun, uluslararası güçlerin birbiriyle kavgasının hem de mevcut Türkiye'de burjuvazinin parçalı durumundan kaynaklı bu meseleyi gerçekleştiremez. Ama biran için bu meselenin olduğunu düşünelim. Bu bitiş filan değil. Yani HDP seçimlerden çekilse bile, boykot yapsa ya da bir şekilde kapatılsa ya da yanlış bir politika ve kötü bir seçim çalışmasıyla başarısız olsa bile mevcut mesele mücadelenin sonu değil. Zaten bir meclisle elde edilmiş olan hakların esasının, yüzde doksan dokuzunun yerel yönetimlerle ya da seçimlerle elde edilmiş kazanımlar olarak görmüyoruz. Bunlar halklarımızın asıl mücadele alanlarında yani sokaklarda, tarlalarda, köylerde, dağ başlarında sürdürdüğü mücadele sonucunda elde edildiğini biliyoruz. Yani can bedeliyle sürdürülen mücadelelerle elde edildiğini biliyoruz. Bu sürdürülen mücadelenin aynı güçlerle devam ettirileceğini biliyoruz. Bizlerde bunun bir parçası olarak kırk yıllık mücadele geleneğiyle bu coğrafyada ilk defa seçimlere katılıyoruz kendi adaylarımızla. Ama biz asıl olarak bu coğrafyada sosyalizm doğrultusundaki mücadelenin her alanda dediğimiz gibi, fabrikalarda, tarlalarda, sokaklarda bütün mücadele mevzilerinde sürdürdük. Haklarımızı kazanmaya yönelik mücadelemizi bundan sonrada sürdüreceğiz. Koşullar bizden yanadır. Yani seçimlerde olumlu yada olumsuz sonuçların dışında mevcut koşullar bizden yanadır. Bu yüzdende asıl olarak buralara yüklenmek lazım.
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
röportaj
17
Kadınlar siyasette daha aktif rol almalı “Toplum içerisinde yok sayılan kadınlar, yaşamın her alanında özne olarak var olduğu sürece toplumsal kurtuluş gerçekleşebilir. Tüm yönetim kademelerinde olduğu gibi kadınların parlamento içerisinde de mücadele etmesi gerektiğine inanıyorum” DHF 7 Haziran'da olduğu gibi, 1 Kasım seçimlerinde de HDP ile ittifak kararı aldı. HDP'nin aday listelerinde bu kez DHF’li 4 aday yer aldı. Genel siyasal gelişmeler ve 1 Kasım seçimlerine dair DHF'li sosyalist adaylardan biri olan HDP İzmir adayı Derya Öz’le bir röportaj gerçekleştirdik.
Kadınlar cephesinden seçim sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Derya Öz: Yaşadığımız ülke ve dünya genelinde yani yaşamın her alanında egemenler bizleri sömürüyor, eziyor, kimliklerimizi yok sayıyor. Bir kadın olarak hem cinsel kimliğimizden ötürü hem işçi sınıfı olarak hayatın bütün alanlarında baskıya, şiddete, gericiliğe iki kez maruz kalıyoruz. Dolayısıyla kadının özgürlüğü, kadının yaşam içerisinde egemenlerin dayattığı o kalıpların dışına çıkması, bence ancak mücadele içerisinde aşılabilir. Dolayısıyla da seçim sürecine dair, bir kadın olarak parlamentoda, kadının yaşadığı sorunlara dair, ötekileştirilmiş, bastırılmış, susturulmuş, toplum içerisinde yer edinmeyen, yok sayılan kadınların aslında yaşamın her alanında var olduğunu ve ancak kadınlarında mücadele içerisinde aktif katılmasıyla dünyanın değişebileceğine inanıyorum ve bu noktada kadınların da parlamentoda olması gerektiğine, bu alanda kadınların kendini özgürleştirmesi noktasında, halkların özgürleştirilmesi noktasında kullanılması gerektiğine inanıyorum. Yani bu sistemin mevcut iktidarının kadına bakış açısı ortadadır. Kadının evden dışarı çıkmaması, 3 çocuk doğurması veya kadının kapanması… Bu noktada kadının hayatına bir şekil veriyorlar ve kadını kendi yarattıkları bir kadın figürünün içerisine hapsetmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla parlamentoda da olup, toplumda kadına bu bakış açısıyla kadını hapsetmeye çalışan zihniyeti teşhir edip, bunları toplumun her alanında, tıpkı diğer mücadele alanlarında olduğu gibi halka deşifre edip, kadının zincirlerini kırması ve özgürleşmesi noktasında bu alanında değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden seçimlerde yer alma kararı aldık.
Peki, DHF - HDP ittifakını nasıl değerlendiriyorsunuz? Derya Öz: Bu ülkede HDP'nin ortaya çıkması ya da Kürt ulusunun özelde yaşadığı sorunlar -yok sayılması, ötekileştirilmesi-, işçi sınıfının emek kesiminin sömürülmesi, kadının yok sayılması, çevrenin katledilmesi bunların hepsi aslında yaşadığımız dünya düzeni ve ülkemiz genelinde iktidarların kendi çıkarları doğrultusunda sömürdüğü ve kullandığı alanlardır. Ve bu noktada Kürt ulusunun vermiş olduğu haklı bir mücadele var. Kısmen geri yanları olsa da ileri yanları, demokratik temel haklar noktasında seçim süreci var ve bu seçim sürecine girerken de aslında sosyalist çevrelerin, çevrecilerin, aydınların, LGBTİ’lerin vb. HDP içerisinde var olması ve bizimde sosyalist bir gelenekten geliyoruz olmamız bu ittifakın güçlendirilmesi noktasındaydı. Öyle de düşünüyoruz ve 7 Haziran seçimlerinde de gördüğümüz gibi, bu ittifak süreci aslında halklarında benimsediği bir ittifak süreci olmuştur ki, 7 Haziran seçim sonuçları ortadadır.
7 Haziran seçimlerinin ardından topyekun bir savaş süreci yaşanıyor. Bu savaş süreciyle birlikte ilan edilen özyönetimler mevcut. Bu özyönetim ilanlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Derya Öz: Özyönetimlerin ilanlarına dönük baktığımız zaman Kürt Ulusal Hareketi’nin esasta, çözüm sürecinin rafa kaldırılmasına dönük adımları içerisinde olduğunu görüyoruz. Kürt hareketi özyönetim ilanlarını AKP iktidarını, çözüm sürecini tekrar döndürmek ve masaya oturtmak için taktik bir araç olarak ilan etmiş olsalar da halkların bu talebi noktasında baktığımızda devrimci ve ilerici bir yönü de var. Dolayısıyla da
Derya Öz - 1986 yılı Elazığ doğumlu. Çiftçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Öz, lise öğrenimini Elazığ'da tamamladıktan sonra Pamukkale Üniversitesi'nde öğrenimine devam etti. Üniversite yıllarında Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) çatısı altında mücadele yürüten Öz, İzmir’de yaşamını sürdürmekte. desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum ben. Ki bunun birçok yönü var aslında, dünya genelinde baktığımızda birçok ülkede öz yönetim mantığıyla ülkeler yönetiliyor. Halkların seçmiş olduğu kişilerin seçildikleri bölgeleri yönetmesi gerekirken, günümüz iktidarı tepeden vali ve kaymakamları atayarak halkın iradesini yok sayıyor. Bundan ötürü halkların seçmiş olduğu kişilerin halkla birlikte, halk meclisleriyle özyönetimi ilan etmesini devrimci ve ilerici buluyorum. Bu noktasıyla özyönetim ilanlarını desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Seçim bölgeniz İzmir’de nasıl bir çalışma yürüteceksiniz? Derya Öz: Emek, kadın, çevre bu sorunlar aslında birbirinden ayrı düşünülemeyecek sorunlardır. Bu sorunları bir bütün olarak ele almak gerekiyor, dolayısıyla halklarımızın var olduğu her alanı yaşadıkları bütün sorunların üzerine eğilmek ve bu alanlarda ciddi anlamda örgütlü bir mücadelenin verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Tabii ki bir kadın olarak, kadınların bu süreçte çok daha fazla aktif bir şekilde görev alması, yer alması, bu sisteme karşı kendini var etmesi, kadınlar buradadır deyip gerici egemenlerin dayattığı her şeyi reddederek bu dayatmacı zihniyeti yok edip kendi benliğiyle ortada durması, kendi
özgürlüğü ve halkların özgürlüğü için mücadele etmesi noktasında çalışmaların yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum. Yani bu süreç yalnızca bir aylık bir süreç olarak ele alınmamalı. Aslında bu süreçle beraber kadınların daha aktif görevler alabilmesi üzerine tabi ki çalışmalarımız olacak. Ama ben bu ülkede yaşanan bütün sorunları yani emek çevresi, kimlikler sorunu, cinsel kimlikler, inanç sorunu, çevre sorunu.. bunların hepsi bir bütündür ve ayrı düşünülemez diye görüyorum. Ve bu noktada her alanda mücadele etmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Sizce 1 Kasım Genel Seçimlerinin ardından nasıl bir siyasi tablo ortaya çıkar, mevcut tablo değişir mi? Derya Öz: Aslında baktığımız zaman HDP'ye dayatılmış olan ya da HDP ile birlikte ittifak güçlerine dayatılmış bir baraj sorunu vardı ve bu noktada onların dayattığı baraj halkların iradesiyle yıkılmış durumda. Dolayısıyla artık 1 Kasım sürecinde bir baraj sorunu yaşanabileceğini düşünmüyorum. Çünkü halklar AKP kliği de olsa devletin dayatmacı siyasetine, baskısına, terörizmine, yok saymasına karşı artık bir refleks oluşturmuş ve bu noktada direnişin en güzel örneklerini sağlıyor. Dün Cizre bugün Beytüşşebap'ta olduğu gibi. Halk artık kendi iradesiyle bir şeyler yapmaya çalışıyor, dolayısıyla da bu noktada HDP'de birçok çevrenin bir araya gelip ortaya koyduğu bir siyaset var. Dolayısıyla da tablonun çok değişeceğini düşünmüyorum HDP açısından. Yani baraj bir sorun olmayacaktır artık. Ama sistem partileri tarafından düşündüğümüz zaman AKP, CHP ya da MHP kliği için tabi ki değişmeler olabilir ama HDP açısından herhangi bir değişme olmayacaktır. İleriye dönük olabilir ama geriye düşeceğini düşünmüyorum.
18
güncel haber
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
Suriye üzerindeki emperyalist dalaş
ve “kontrollü geçiş süreci” Ortadoğu’nun Suriye ayağında yaşanan ve son olarak dengelerin yerinden oynadığı, politikaların “yeniden” belirlenmeye çalışıldığı süreç, ABD ve Rusya merkezli emperyalist blokların çatışmasının “yeni” bir boyutudur Emperyalist hegemonya, Ortadoğu ve Suriye konusunda “yeni’’ bir “çözüm” formülü arayışına girmiş bulunmaktadır. Çünkü emperyalist güçlerin, genel anlamda dünyada ve özel olarak da Ortadoğu’da ürettiği politikalar, hegemonyası açısından başarısız olmuştur. Ve her başarısız sürecin ardından “yeni” bir politik arayış gündeme gelmiş, gerici güçlerin ittifak siyasetleri bu politik farklılaşmaya göre şekillenmiştir. Kuşkusuz emperyalist hegemonyanın başarısız olmasında, emperyalist bloklar arası güç dengelerinin rolü inkâr edilemez fakat bu başarısızlıktaki ana dinamik, emperyalist talanın sürdüğü coğrafyalarda gelişen sosyal ve ulusal kurtuluş mücadeleleridir. Sübjektif savaş gücü ve örgütlülük bağlamında istenilen düzeyde olup olmaması, halkların bu dinamiğinin taktiksel niteliğidir. Stratejik nitelik, halkların bu dinamiğinin tarihsel haklılığı ve nesnel olarak var olan ilerici rolüdür. Her emperyalist müdahale, bu rolün örgütlenerek devrimler doğurmasına vesile olmaktadır. Bu nesnel durumla beraber, emperyalist talanın yaşandığı coğrafyalarda var olan devrimci ulusal ve sosyal mücadele, emperyalist hegemonyanın önünde barikat olmakta ve emperyalistlerin yönelimini başarısız kılmaktadır. Politikasının özü sömürü ve talan olan emperyalizm, iddia ettiği gibi girdiği coğrafyalarda toplumsal çelişkileri çözme rolü yoktur. Toplumsal çelişkilerin gerici ve eskiyen yanını temsil eden kendisidir, gerici savaşların ve çatışmaların tek sebebidir. Bu gerici özelliği halkların ve ezilen ulusların öfkesini bilemektedir ve bu emperyalistler için büyük bir korkudur. Bu nesnel durum politik, ekonomik, askeri yönelimlerinde emperyalistleri zorlamakta, her politik yöneliminde halkların bu dinamiğinden beslenen itirazlarla karşılaşmaktadır. Tabii ki emperyalistlerin egemenlik politikaları sadece ezilen ulus ve sömürülen halk katmanlarının gücüyle çatışmıyor. Emperyalist klikler arasındaki dalaş ve çatışma, emperyalist kliklerle bölgesel
gericilikler arasındaki çatışma ve emperyalist kliklerin kendi çıkarlarına göre ittifak güç olarak şekillendirdikleri bölgesel gericiliklerin kendi aralarındaki sürtüşme ve çatışmalar, emperyalist politikaların çözümsüzlüğünde rol oynamıştır, oynamaktadır. Güncel olarak, başını ABD’nin çektiği Avrupa Birliği emperyalist bloğuyla, başını Rusya’nın çektiği emperyalist blok arasındaki dalaş ve çatışma, emperyalist siyasetin her ayrıntısında yaşanmakta, bu çatışmalarda kurulan hâkimiyet üzerinden bir kliğin egemenliği olarak toplumsal pratiğe uygulanmaktadır.
Emperyalist blokların Suriye deki başarısızlığının esas etkeni toplumsal dinamiklerin mücadelesidir Ortadoğu’nun Suriye ayağında yaşanan ve son olarak dengelerin yerinden oynadığı, politikaların “yeniden” belirlenmeye çalışıldığı süreç, ABD ve Rusya merkezli emperyalist blokların çatışmasının “yeni” bir boyutudur. Bu çatışmanın bir sonucu olarak Suriye, Birleşmiş Milletler Genel Konseyi’nde, emperya-
listlerin pazarlık masasında baş gündemi meşgul etti. Bu güne kadar yaşanan sürecin kısa özeti şudur: “Arap baharı” süreciyle, bölgeyi emperyalist hegemonyaya göre dizayn etmeye çalışan ABD ve onun destekleyicisi olan AB emperyalistleri ile Rusya-Çin ittifakı emperyalist güçler arasındaki çatışma, her alanda yaşandı. Bu çatışma ve dalaşın en merkezi olarak yaşandığı coğrafyalardan biri Suriye idi. Öyle ki Suriye’nin kaderi, bu emperyalist bloklar arasındaki çatışmasının sonucuna göre belirlenir duruma gelinmiştir. Ve emperyalist stratejiler, bu iki emperyalist blok arasındaki çatışma ve dalaş ekseninde, Suriye üzerinde en keskin şekilde karşı karşıya geldi. Suriye iç savaşı, yaşanan katliamlar, bölgede şekillenen güçler dengesi, emperyalist ve Esad gericiliğinin stratejik oyunlarının birer sonucuydu. Ama karşılıklı oynanan gerici oyunlar, yaşanan süreçte bir kesimi hâkim hale getiremedi. En basit bir tabirle sürecin kazananı çıkmadı. Bütün bu gelişmeler ekseninde son bazı hamleler, ibreyi Rusya ve Esad lehine çeviren nitelikteki hamlelerdir. “Bizim
için dünyanın merkezi Ortadoğu değil, Pasifiktir” manipülasyonuyla, Irak’ tan askeri gücünü geri “çeken” ABD, bölgede konumlandırdığı gerici ittifak güçleriyle, bölgeyi kontrol altında tutmayı hesaplamıştı. Bu kontrol siyasetinde esas gücü ve jandarması İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Irak başta olmak üzere, denetimindeki gerici güçlerdi. Rusya’nın Suriye ve İran nazarında çizdiği kırmızı çizgiler, bu ittifak güçleri ve jandarması rolündeki güçler üzerinden sürdürülecek saldırganlık siyasetiyle geriletilecek ve bölge ABD emperyalizminin çıkarlarına göre dizayn edilecekti. Ama süreç ABD ve AB emperyalistlerinin öngördüğü gibi gelişmedi. Rusya, Çin ve İran, Suriye ve Esad gerici rejimi nazarında, bölge siyaseti olarak çizdiği kırmızı çizgilerinde ısrarcı durdu ve her gelişmede siyasetine uygun hamleler gerçekleştirdi. Rojava devrimi ve bölgedeki dinamik gelişmeler, Kürt ulusunun dört parçada birleşmesinin maddi gücü ve moral değeri oldu. Arap-Sünni İslam ideolojisini temel alan DAİŞ gericiliği (DAİŞ’in var olma zemini ve emperyalist güçler başta olmak üzere bölgedeki ge-
güncel haber
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
riciliklerin desteği ayrı bir yazı konusu olduğu için burada ayrıntılandırmıyoruz) ve bu gericiliğe karşı Kobane’de örülen devrimci barikat, bölgede dikiş tutmayan emperyalist siyaseti de arayışlara sürüklemiştir. Bu arayışın toplumsal zemini dikensiz gül bahçesi değildi. ABD’nin tüm ittifak güçleriyle dönem dönem ayrı politik tercihlere düşmesi dahil, bir yığın çatışma ve sürtüşme, bu arayışların bir başka çıkmazıdır. ABDBağdat- “T.C.”- İsrail-KDP (Barzani) arasında sürecin özgünlüklerine göre ortaya çıkan çatışmalar ve farklılaşmalar son tahlilde ABD’nin jandarmalarını hizaya çekmesiyle durulsa da, sürecin politikalarında zaaflar yaratacağı kesindir. Bütün bu çatışmalar ekseninde ABD, Türkiye ve KDP gericiliği arasında gerçekleşen son ittifak konsepti, KDP ile Türk hakim sınıfları arasında yapılan petrol antlaşması ve son tahlilde İncirlik’in ABD savaş uçakları için faal hale getirilmesi, ABD’nin bölge ve Suriye üzerindeki askeri saldırganlığının ön hazırlıklarıydı. Eğit-donat askeri projesi, ÖSO ve Türk hakim sınıfları gericiliği üzerinden kullanılması muhtemel olan DAİŞ, Esad gericiliğinin hakim olduğu Suriye’ye karşı planlanan askeri müdahalenin perde arkasındaki güçleriydi. Tam da bu gelişmelerin akabinde Rusya, kartını çok açık oynadı. Ukrayna ve Kırım meselesinde aynı net tavrı koyan Rusya, bölgedeki emperyalist hegemonya stratejisinde, bölge siyasetini ve dengelerini değiştirecek bir müdahalede bulundu. Suriye’nin Lazkiye kentinde askeri üssün inşa edilmesi ve Suriye’de açık askeri varlığını ortaya koyması, Bağdat’ta, Suriye-İran-Irak yönetimlerinin katılımıyla DAİŞ’i hedef alan istihbarat merkezinin kurulması, deniz askeri donanmasını bölgede güçlendirmesi ve
bütün bunların ardından ilk olarak savaş uçaklarıyla Esad’ın denetiminde olmayan Suriye topraklarını bombalaması, DAİŞ ve ÖSO’nun mevzilerini vurması sürecin değişen dengeleri ve aynı zamanda sürecin dengelerini değiştirecek gelişmelerdir. Bölgedeki çıkarlarını ve siyasal askeri yönelimini, “bu Rusya’nın amaçlarıyla alakalı değil, dünyanın gidişatına daha fazla müsamaha göstermememizle alakalı bir durum” olarak ifade eden Rusya Devlet Başkanı Putin, ABD ve AB emperyalistlerine karşı duruşunu, emperyalistlerin bölgede yarattığı yıkımı da gündemleştirerek güçlendirmiştir. Bir gerici blokun, başka bir gerici blokun yarattığı toplumsal yıkım ve enkazı ifade etmesi, ilerici rolünden kaynaklı değildir tabi ki. Rus emperyalizminin bölgedeki duruşunu güçlendirmesi için, yarın kendisinin de yaratacağı toplum-
sal yıkımı, somut olarak emperyalist yıkımı yaratan gerici güçler üzerinden ifade etmesidir. Rusya yanında duracağı güçleri ve karşısına alacağı güçleri net ifade etmiştir. Suriye, Irak, İran açık ittifak güç olarak ilan edilmiştir. Kürtlerin, bölgenin en diri dinamiği olması gerçekliğine Putin’de gözlerini kapatmamış ve bölge siyasetinde özellikle Rojava-Kobane duruşuna göz kırpmıştır. Suriye’deki “muhalifleri’’ ÖSO’yu ‘eğit-donat’ projesini, DAİŞ’i, açık terör faaliyeti olarak tanımlayarak, özünde karşısındaki emperyalist bloğa tavrını beyan etmiştir. Söylemlerini bu denli keskinleştiren Rusya’nın temel gücü, bölgede arttırdığı rolüdür. Çünkü ABD’nin başını çektiği emperyalist blok, sürece ilişkin ürettiği siyasal ve askeri projelerde, ne ihtiyaç duyduğu dinamikleri yaratabilmiş ne de bölgedeki ittifak güçlerini istediği gibi konumlandırabilmiştir.
YOLA YOLCU
19
IŞİD’le mücadele bahanesiyle ‘T.C.’ devletinin askeri komuta kademesinin de yer aldığı ABD Savaş Harp Akademisi’nin eğit-donat projesi, ilk “savaşçılarıyla” duvara toslamıştır. Ki bu projenin esas hedefi IŞİD değil, Esad yönetimi ve siyasetlerine itiraz eden Kürt Ulusal Hareketi güçleridir. Stratejinin bir ayağı bu iken, bir diğer ayağı bu proje ile “ılımlı siyasal İslam’ı” bu çatı altında toplamak, bölgede çekim gücü haline getirmekti. Ama süreç planlandığı gibi gelişmedi. ABD ve Rusya merkezli emperyalist dalaşın böylesine somut adımlarla cereyan ettiği Ortadoğu ve Suriye coğrafyasında Rusya, Suriye’deki stratejik noktaları “koruma” altına almakla, stratejik bir hamle gerçekleştirmiş durumdadır. Birleşmiş Milletler Genel Konseyi’ndeki diplomatik hamle, bu stratejik planın bir ayağıdır. Esad ‘sız bir “çözüm” olmaz direnci, ABD başta olmak üzere Birleşmiş Milletler Konseyi’nde bulunan tüm emperyalist (Fransa çatlak ses çıkarsa da) devletlerin ortak siyaseti haline geldi. “Suriye’de Esad’la Kontrollü geçiş” projesi, Rusya’nın bölgedeki stratejik hamlesinin sonucudur. Rusya açısından stratejik hamleler bununla sınırlı değil. Esad yönetiminin askeri kapasitesinin Rusya eliyle arttırılması, Rusya, ABD, İran, Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır’ın temas grubu olarak bir araya getirilmesi, Rusya ve ABD’nin ortak çalışmasının sonucu olarak yansıtılsa da, meselenin perde arkasında Rusya’nın hamle üstünlüğünü ifade etmektedir. Her şeyden önce İran, Mısır ve Türk hakim sınıfları gericiliklerinin aynı masada buluşturulması, yazılacak yeni hikayelerin haberini vermektedir. DEVAMI SF 20
≫ hıdır uludağ
ULUCANLAR VAHŞETİNİ UNUTMAMAK….
1
999’un 26 Eylül’ü zulümün, katliamın bilincimize ve yüreğimize işlendiği bir tarih olarak kaldı ve kalmaya da devam edecek. İyisiyle- kötüsüyle, acısıylatatlısıyla sınıf kavgalarının bıraktıkları tarihi iz, geleceğin aydınlatıcı feneri ve yaşanacak olan kavgaların köşe taşları olarak belleklerimizdeki yerlerini koruyacaklardır. Ulucanlarda yaşanan acının, katliamın ve tarihdeki onurlu yerinin hatırlanması geleceğimize sarılışımızdandır. Bırakılan onurlu mirası, bayraklaştırmak arzumuzdandır. Ankara Ulucanlar Katliamı devrimci tutsaklar açısından elbette ki ne ilk ne de son katliamdı. Demir kapılar arkasına ve beton duvarlar arasına sıkıştırılan tutsakların üzerine uzun namlulu silahlarla, gaz bombalarıyla, yıkım yapacak iş makinalarıyla meydan muharebesine gider gibi gidiyordu devletin askeri, özel timi, polisi ve gardiyanları. 10 devrimci tutsak ateşli silah ve akıl almaz işkencelerle o gece katledilirken
onlarca tutsak da çeşitli derecelerde yaralanıyordu. 26 Eylül gecesi pek çok tutsak hamam denen mekana götürülerek orada insanlık dışı akıl almaz işkencelere maruz bırakıldılar. İşkence görmüş bedenlere hançer saplamaktan tutun, el ve bacaklara çivi çakmalara kadar vardırılan işkenceler yapılıyordu halkımızın onurlu evlatlarına. Soner Kahraman ve Cemal Çakmak gibi “öldü” diye bıraktıkları, ancak sonradan yaşadıkları anlaşılan devrimci – komünist tutsaklar vardı Ulucanlar katliamının, vahşetinin sonunda. Katliama karar veren devlet, operasyonun başına kan içmekte ünlenmiş Ali Öz’ü tayin etmişti. Ali Öz ismi, Hrant Dink cinayetiyle de anılan bir isimdir. Ali Öz, devletten aldığı destekle her nerede göreve gittiyse insanlık dışı tavır ve davranışlarını oralara da taşıdı. Devletin katliamcı yüzünü gizlemek ve bu faşist devleti halkımıza şirin göstermek adına, tutsakların katledildiği bir mezbaha görünümündeki Ulucanlar zindanları “müzeye” dönüştürülüyordu sonradan.
Devlet nasıl ve ne tür bir çaba içinde olursa olsun, bu “müze” katliamların yaşandığı bir zindan “müze”si olarak anılacaktır ve tarihteki yerini böyle koruyacaktır. Dün olduğu gibi bugün de devrimci tutsaklara karşı devletin saldırıları bütün acımasızlığıyla devam ediyor. Tutsak ailelerinin desteği, tutsakların onurlu direnişi bu faşist saldırıları püskürtmeye tek başlarına yeterli değildir. Devrimci kamuoyunun duyarlılığı, cezaevleri mücadelesinin alanlara taşınması, sınıf kavgasının olmazsa olmazı olarak bilince çıkartılması devrimci bir görev olarak algılanmalıdır. Etten duvarlar ören tutsakların şanlı direnişleri, dışarıdaki mücadele biçimleriyle zenginleştirilmek zorunluluğuyla yüz yüzedir. “Devrimci tutsaklar kavgamızın onurudur” sloganı pratikle bütünleştiği zaman bir anlam ifade edecektir.
20
güncel haber
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
“T.C.” devletinin bölgede çöken siyaseti ve aynı kırmızı çizgilerin tekerrürü! Faşist Türk Devleti’nin siyasal pusulasındaki yön kaybı, gelişmelere rağmen çamura saplanmış siyasetin tekrarı olmuştur YAZININ ÖNCELİ SF 18-19 ABD emperyalizminin “stratejik dostu” olarak bölgede saldırgan tutum alan Türk hâkim sınıflarının, son gelişmeler karşısında adeta başı dönmüş durumdadır. Öyle ki Moskova’da, Putin’in cemaatinde, bölgede uyguladığı siyasetin “cenaze” namazını kılan “yeni halife” Erdoğan ile ABD’de açıklama yapan Davutoğlu’nun söyledikleri birbirini yadsımaktaydı. Bozuk akortla Erdoğan, “Esad’la sürece ortak gidilebilinir derken, gelişmeleri arkadan takip eden Davutoğlu, tüm heybetiyle “Esad ile olmaz” tarzında celallenmekteydi. Sonradan açıklamalar birbirine yakınlaştırılsa da, Türk hakim gericiliğinin bu süreçte nerde ve nasıl duracağı “net” değildir. Kuşkusuz Türk hakim gericiliği, ABD ve Rusya’ya rağmen bölgede bir siyaset yürütemeyecektir. Ama özellikle ABD için var olan stratejik önemini pazarlık konusu yaparak, kendi çıkarlarında çıtayı yükseltmek isteyecektir. Rojava ve Kobane, tekçi faşist zihniyetin mimarı Türk devleti için “çıban” başıdır. Faşist Türk Devleti, inkara dayalı Kürt “statüsünü”, bölge siyaseti haline getirmek istemektedir. Kuzey Kürdistan başta olmak üzere, Rojava ve Kobane’de Kürt ulusunu çağrıştıran her şeyi imha etmek, pusulasının ana yönünü teşkil etmektedir. Faşist Türk Devleti’nin siyasal pusulasındaki yön kaybı, gelişmelere rağmen çamura saplanmış siyasetin tekrarı olmuştur. Cerablus-Azez arasındaki arazi boşaltılıp yüzer bin kişilik üç şehrin kurulması projesi, savaşın ağır sonuçlarından biri olan evsiz-yurtsuz kalmış Suriyeli insanların yerleştirilmesi projesi değildir. Rojava devrimini tasfiye etmek için, her dönem gündeme getirilen “tampon bölgeyi”, emperyalist efendileriyle sürdürdükleri diplomatik hamlelerle ve askeri güçleriyle gerçekleştiremediler. Siyasi ve askeri hamlelerle gerçekleştiremedikleri bu projelerini, insani bir mesele kullanılarak, tezkere çıkarılan TOKİ ile yapmaya çalışmaktadırlar. Bu yaklaşım, Türk hâkim sınıflarının bölgedeki açmazına çok açık bir örnektir. Emperyalist hegemonya savaşının jandarma rolünü alması, bölge halklarına düşmanlık gütmesi, Kürt ulusunun en demokratik hakkını kanla bastırmaya çalışması ve son tahlilde, kirli savaşın
aktörü olma rolü, Faşist Türk Devleti’nin bölge siyasetinin ana çıkmazıdır. IŞİD’le mücadele ediyorum diyor ama Cerablus’u IŞİD’ten temizleme hamlesi gerçekleştiren PYD güçlerini, Kürt kantonları birleşir diye engelliyor. Suriye’nin toprakları olduğunu hiçe sayarak, TOKİ’ye inşaat ihaleleri bulmaya çalışıyor. Kürt ulusal mücadelesini boğmak ve tekçi zihniyetinde inkâr ve imha etmek için Rojava’ya müdahaleyi iç mesele olarak ele alıyor. Suriye’deki emperyalist dalaşı iç siyaset malzemesi yaparak, buradan Esad yönetimine askeri müdahalenin zemini yaratmaya çalışıyor. Mevcut duruşuyla, bütün bunları bağımsız iradesiyle gerçekleştiremeyeceği açıktır. ABD’nin, “Esad’la kontrollü geçiş süreci” projesinde Rusya ile “ortak” hareket etmesi Türk Devleti’nin statükosu için hayal kırıklığı olmuştur. Ortadoğu’da “model” ülke ve Osmanlıcı Fetihçilik, Erdoğan nazarında Türk hâkim sınıflarının rüyasıdır. Bölgede statükosuz bir Kürt ulusu gerçekliği, pembe hayalleridir. Sünni İslam modelli “İhvan-ı Müslim” projesi, bölge halklarına uygulanacak katliamlar üzerinden yaşam bulması pahasına, temel savunularıdır. Her devletin kartlarını oynadığı dalaş masasında Türk devleti kendini pazarlamaya çalışmaktadır.
Emperyalistlerin “çözüm” projeleri, halklara zulüm ve katliamdır ABD ve Rusya merkezli emperyalist blok, mevcut durumda “Suriye’de Esad’lı geçiş
dönemi” üzerinde mutabakat sağlamışlardır. Bu mutabakatın yaratıcısı ve hâkim çizgisi Rus emperyalizmidir. Emperyalist bloklar ve bölge gericilikleri arasında sıkışan çelişkiler, daha büyük patlamaların haberini vermekteydi. ABD’nin “soğuk savaş yıllarına dönmek istemiyoruz” vurgusu, emperyalistlerinde hesaplayamayacağı savaşların patlamasına neden olacak bu çelişkilerdi. Rusya’nın bölgeye ağırlığını koyarak ara “çözüm” üretmesi, emperyalist bloklar ve bölge gericilikleri arasında var olan derin çelişki ve çatışmaları dönemsel olarak patlamaya dönüşmesini erteleyebilir. Ama bu sürecin bölgede bir çözüm üretemeyeceği açıktır. Rusya’nın bölgede ağırlığını koyarak avantajlı hale gelmesi, Esad’ın iktidarını koruması, bölge halklarına bir şey kazandırmamaktadır. Emperyalistlerin dalaşından halklar adına faydalanmak devrimci bir siyaset olsa da, bu siyasetin yaratıcı ve uygulayıcısı komünist ve devrimci harekettir. Ulusal ve sosyal, devrimci ve komünist hareketin dışında, gerici güçlerin dalaş ve çatışmasında, ezilen halkların payına düşen sömürü ve katliamdır. Bu anlamıyla “kurtarıcı” rolüyle bölgeye askeri ve politik ağırlığını koyan Rusya, ”demokrasi, hürriyet” adına bölgeyi işgal eden ABD ile yan yanadır. Kendi pazarını ve gerici müttefiklerini korumak için, işgalci güçleriyle bölgeye intikal etmiştir. Sürecin planlandığı gibi gelişeceğinin garantisi yoktur. Sadece, “Esad’lı mı?
Esad’sız mı?” tartışması kapanmıştır. Bir dönem daha Esad ile yürünmesi, tüm süreç boyunca Rusya dahil Esad’la sürecin örgütleneceği anlamına gelmez. Emperyalistler çıkarlarına göre her şeyi belirlemektedirler. Çıkar çatışmasının hâsıl olduğu her zeminde, emperyalistler ittifak ve çatışma güçlerini ona göre belirleyeceklerdir. Ama somut ve güncel olarak Rusya, Esad nazarında, bölgedeki çıkarlarını koruma altına almakla kalmamış, hamle üstünlüğünü eline almıştır. Bunun somut yansımaları olacaktır. IŞİD’e karşı müdahale daha etkili hale gelecektir. IŞİD’i el altından destekleyen emperyalist bloklar ve bölge gericilikleri, meseleyi istediği gibi manipüle ederek, IŞİD’le mücadele altında gerçekçi olmayan “operasyonlar” yapmaktaydılar. Ama şimdi Rusya’nın müdahil olmasıyla bu “oyun” daha “doğru” oynanmak zorunda. Süreç çözüm değil, savaş üretmektedir. Çözüm, her alanda emperyalizm başta olmak üzere, tüm gericiliği yıkacak olan devrimci savaştır. Suriye halkları, emperyalist dalaşı avantaj haline getirerek sürdürecekleri devrimci savaşla sorunlarına çözüm olabilirler. Proleter Enternasyonalistlerin sürece siyasetleri açıktır. Her türlü işgal ve sömürüye karşı, Ulusların tam hak eşitliği, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı, gerici emperyalist hegemonya ve dalaşın karşısındaki zafer bayrağımızdır.
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
güncel haber
21
Şiddette sınır tanımayanlar öldürmeye devam ediyor! Şüphesiz ki kadın sorununun nihai çözümünde belirleyici olan; kadınlardır, kadınların birliğinden doğan muazzam güçleridir ve pratik mücadeleleridir. Kadınların cins ayrımcılığına karşı bütün mücadelelerinin her bir boyutu ve her aşaması, bu düzeni alt etme yolunda atılan büyük bir adımdır Henüz Eylül 2015 istatistik verileri yayınlanmadığı için bilmiyoruz ama Ağustos ayında kadın cinayetlerinin ikiye katlandığı resmi kanallardan duyuruldu. Resmi istatistikler, erkek egemen devletin saygınlığına halel getirecek her türlü veriyi manipüle etmekte çok mahir. Bunun için gerçekte kaç kadının sisteme ve sistemin yeniden ürettiği erkek şiddetine kurban gittiğini, tam olarak ortaya çıkarmakta zorlanıyoruz. Oysa sınır tanımaz şiddet sarmalında yitip giden hayatlar, boyalı basının önemsiz(!) haberleri olarak, kirli tarihin karanlık sayfalarındaki yerini almaya devam ediyor. Özellikle savaş ortamının yıkıcı etkilerini en çok hisseden toplumsal kesim olarak kadınlar, bu yıkıcılığın faturasını gündemin ağır gölgesinde, sessiz-sedasız yitip giden hayatlarıyla ödemeyi sürdürüyorlar. Haber sıkıntısı çekilen bazı dönemlerde, çarpıtılmış ve acınası(!) vakalar şeklinde olsa da kendilerine manşetlerde yer bulabilen kadın cinayetleri, son zamanlarda alt yazılarla geçiştirilmeye başlandı yine. Bilerek ve isteyerek kanlı bir savaşa sürüklenen ülkede, reyting canavarı medyanın keyfi yerinde şu an. Ölüm haberleri sıkıntısı olmadığı gibi; dokunaklı, duygusal, izleyenin gözünden yaş getirecek denli acıklı(!) haber malzemesi bol nasıl olsa! Kadın cinayetlerinin de azımsanmayacak bir kitle tarafından kanıksandığı ve normal sayıldığı düşünüldüğünde; özellikle havuz medyasının bu konudaki duyarlığının ne kadar geçici,
samimiyetsiz ve pragmatist olduğu daha net anlaşılır.
Devletin kadınlara dair politikaları, kadınları ‘erke’ bağımlı kılmak içindir Maalesef kirli savaşın gündemimizi belirlediği bu günlerde, erkeğin sevgisi, ilgisi, nefreti, cinneti, bir bütün olarak şiddeti, kadınları öldürmeye devam ederken, devlet şiddetinin kadın cinayetlerindeki hızı da rekora koşuyor. Bir dönem Mısır’da Esma’ların ardından gözyaşı döken duyarlı(!) iktidar sahipleri bugün, o çok yerden yere vurarak eleştirdikleri, 90’lı yıllardaki devlet şiddetini aratmayacak denli azgınlaşmış durumda. Bir devlet geleneği haline gelen, gerillaların cesetlerine dahi işkence yapma zihniyeti, bütün vahşetiyle sürüyor. Öte yandan, erkek şiddetine zemin hazırlayan devlet söylemini; kendisi de kadın olan, hükümetin aile ve sosyal politikalar bakanının demeçlerinde de net olarak görüyoruz. İcraatlarının hedefinde, “muhtaçlara” yani kadınlara yardım etme gayesinin olduğunu vurguladı kadın bakan. Bu vurgu ile kadını zayıf, yardıma muhtaç, iktidar ve onun toplumdaki hücre modeli erkek tarafından korunup-kollanması gereken bir varlık olarak gösterdi. Birey ve kadın olarak kendisi, bu söylemin hangi fikriyata hizmet ettiğinin ve açık tehlikesinin tam olarak farkında mı bilinmez. Ama biz, bu ideolojik söylemin ve uzantısı zihniyetin amacının, tamamıyla kadını düşürmek, düşürdükçe erkeğe ve dolayısıyla erke yani sisteme bağımlı kılmak olduğunu biliyoruz. Sınıflar ve sınıflar arası hak ve fırsat eşitliği uçurumu üzerinden kendini var eden bu adaletsiz düzene güvenmiyoruz. Bunun için de hukuksuzlukları ayyuka çıkmış bu düzenin, toplumsal dinamiklerin en çok sömürüye maruz kalanları, kadınların lehine, ciddi bir uygulamaya imza atmasını da beklemiyoruz. Kadın bakanın ‘özrü, kabahatinden büyük’ sözüm ona müjdeli(!) haberleri bir yana, diğer bir bakanlık mahke-
RİMA GÜNEŞ
melerinin, devletlimizi aklamaya devam eden ibretlik kararları bir yana.
‘Asıl kendilerinden korunma ihtiyacı duyduklarımız, bizzat bu düzenin emniyet güçleridir’ Görevi toplumu korumak olan sözde güvenlik güçlerinin tecavüz ettiği kadına, “bağırmadı, rızası vardı” diyerek, insan hak ve özgürlüklerini bir kez daha iğfal eden düzenin yardakçı hâkimleri, taciz ve tecavüz vakalarının sistematik idamesini garantileyerek; kendileri, erkeklikleri ve erkek(!) devletleriyle gurur duyuyor olmalılar. Öyle bir emniyetsizlik düzeni hâkim ki; asıl kendilerinden korunma ihtiyacı duyduklarımız, bizzat bu düzenin emniyet güçleridir. Öyle bir çirkef düzen ki artık, neresinden tutsanız, elinizde kalıyor! Pratikte kadın ayrımcılığı ve cins baskısının bin bir türlüsü ile başa çıkmaya çalışan kadınlar, bu düzene ve bu düzenin herhangi bir mekanizmasının çözüm getireceğine inanmıyor. Onun için kendi sorunlarına en etkili ve kalıcı çözümlerin yine kendileri tarafından üretilip, hayata geçirilmesi gerektiğinin farkındalar artık. Bu bilinç ve hedeflerle harekete geçen binlerce kadın, sosyal bir duyarlılık oluşturmak, daha çok kadına ulaşabilmek, kendileri ve birbirilerinin yaralarına merhem olmak için bir araya geliyor, çeşitli kadın inisiyatifleri olarak örgütleniyorlar. Şüphesiz ki kadın sorununun nihai çözümünde belirleyici olan; kadınlardır, kadınların birliğinden doğan muazzam güçleridir ve pratik mücadeleleridir. Kadınların cins ayrımcılığına karşı bütün mücadelelerinin her bir boyutu ve her aşaması, bu düzeni alt etme yolunda atılan büyük bir adımdır. Ancak; mücadelede açığa çıkan kadın enerjisinin yıkıcı gücünün, devrimlere evirilmesi ve bu devrimlerin kalıcı olabilmesinin, sınıf mücadelesine omuz vermekle mümkün olacağı da unutulmamalıdır.
22
güncel haber
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
“Kaldı ki barış isteği evrensel bir istektir ve evrensel bir değerdir. İnsanlığın en temel hakkını savunmaktır. Barış istemekle “barış içinde bir arada yaşamak”ı savunmak aynı şeyler değildir. Öyle ele almak bizi hatalı bir tutuma sürükleyecektir” YILMAZ ŞİRİNKUYULU Planlanmış, kodlanmış, belli hedefleri olan kirli bir savaşla karşı karşıyayız. Adına ister “sarayın savaşı” ister “egemenlerin savaşı” vesaire diyelim, bu savaş hedefleri açık demokratik mücadeleyi baltalamak için başlatılmış ve yaygınlaştırılmış bir savaştır. Kirli savaşı deşifre etmek, amaçlarını, hedeflerini, karanlık yüzünü halka gösterebilmek için geliştirilmesi gereken en önemli mücadele barış mücadelesidir. Kuşkusuz böyledir bu. Barış mücadelesi bu noktada aynı zamanda siperlerinde direnen o kahraman Kürt gençliğinin yanında olmaktır. Buradan bakıldığında barış söyleminin, isteminin özellikle bu süreçte egemenleri çıldırtan bir yanının da olduğu görülecektir. Görülmelidir. Çünkü egemenler AKP eliyle başlattıkları bu savaşın sürmesini istiyorlar, ta ki tüm demokratik mücadele alanları kriminalize edilip, etkisiz kılınıp, güçsüzleştirilene kadar. Bu Türkiye ve Kuzey Kürdistan için geçerli bir durumdur gün itibarı ile. Bu açık durum karşısında toplumun ör-
Kirli savaşa karşı barış... gütlü, bilinçli kesimlerinin tüm talep ve yöntemler yanında Kürt halkının da meşru ve bilinçli talebi olan barış talebini yükseltmesi, dillendirmesi, yaygınlaştırması gerekmektedir. Kuşkusuz bunun için sanatçı, yazar ve aydınlara büyük görev düşüyor. Egemenlerin bu süreçte en zayıf oldukları nokta, gür sesle yükselecek barış talebi karşısında düşecekleri durumdur. Sanatçı, yazar ve aydınların bunu görmemeleri, bundan kaçınmaları ya politik körlükten ya da umarsızlıktandır. Yıllardır oluşa gelmiş, alışılagelmiş barış talebini devrimci savaşa karşı bir talep olarak görme ya da devrimci şiddeti savunanların, barış talebine burun kıvırması alışkanlığı gün itibarı ile anlamsızlaşmıştır. Taktik politika gereği, araçların, sloganların, şiarların bu kadar değiştiği, giriftleştiği bir dönemde bu bakış açısına saplanıp kalmak ve bundan kelli sessiz kalmak önemli bir hatadır. Barış isterseniz devrimci şiddet araçlarıyla ters düşmüş
olmazsınız. Hatta toplumsal meşruiyet manasında ona hizmet etmiş olursunuz. Daha geniş düşünmek, eski alışkanlıklara ve politika yapma tarzına saplanıp kalmamak özellikle bilinçli sanatçıların, yazarların, aydınların görevidir. Devrimci şiddet araçlarını geliştirip, yükseltecek olanların işleri ayrı sanatçıların, aydın ve yazarların halk karşısında ve egemenlerin karşısında konumlanışları ayrı bir durumdur. Bunu aynılaştıran söylem ve pratikler güne cevap olamamayı getirecektir, getirmektedir. Tüm sosyalist sanat kurumlarının ve çalışanlarının Kürt halkıyla dayanışmanın da bir parçası olarak onların barış talebini yükseltmesi elzemdir. “Barış politikası” ya da “nasıl bir barış” ayrı bir tartışma konusudur. Bu konu sanatçı ve yazarların dışında bir konudur. Konunun muhatabı taktisyenlerin ve teorisyenlerin konusudur, meselesidir. Ancak sokak ortasında vurulup can veren dokuz yaşındaki çocuklar, sanatçıların; vicdani, ahlaki, siyasi, politik
ANTAGONİZMA
meselesidir. Bu meselenin çözüm yöntemlerinden kirli savaş politikalarının karşısına tertemiz bir barış söylemiyle çıkmaktır. Kaldı ki barış isteği evrensel bir istektir ve evrensel bir değerdir. İnsanlığın en temel hakkını savunmaktır. Barış istemekle “barış içinde bir arada yaşamak”ı savunmak aynı şeyler değildir. Öyle ele almak bizi hatalı bir tutuma sürükleyecektir. Sistemle barışık yaşamak ayrı, sistemin kirli savaş politikalarını teşhir ve tecrit etme çabası ayrı olarak görülmelidir. Bu evrensel değere sahip çıkılmalıdır. Sanatçı ve yazarlar, aydınlar ellerindeki her aracı, olanağı kullanarak barış talebini yükseltmelidir. Son günlerde bu minvalde değerli çabaların olduğunu söylemek gerekiyor. Bunları güçlendirmek, gerekse yönlendirmek, etki alanını genişletmek ve gerekse bir parçası olmak geç kalınmış bir görevdir bizce.
≫ muzaffer oruçoğlu
ULUSAL SORUNUN TAM ANLAMIYLA ÖĞRENİLMESİ EZEN VE EZİLEN DİLLERİN İÇ DÜNYALARININ DRAMATİK TARİHLERİNİN ÖĞRENİLMESİNDEN GEÇİYOR
D
il üzerindeki baskı, iç zenginliğin özgürce ifadesini, bireyin kendi dilinde kendini anlatma, kendini üretme ihtiyacını engeller. Birey, kendi dışındaki dil ve kültür zenginliğini, esaslı bir şekilde nasıl öğrenir? Kendi dil ve kültür zenginliğini ona katmadan, esaslı bir şekilde öğrenemez. Öğrenmenin bu tarzı, insanı çevreleyen dar çitleri yıkar, yeni insanı ortaya çıkarır. Enternasyonal insan, dillerin ve kültürlerin, uzun bir tarihi evrim süreci içinde, karşılıklı olarak birbirlerini özümlemeleri süreci içinde ortaya çıkar. Baskı altındaki dilin, diğer dillere açılması, onları öğrenmesi nispeten daha zordur. Dil, insan gibidir. Onun da bir mecrası, macerası ve kişiliği vardır. Baskı, hem baskıyı uygulayan hem de baskı gören dilin kişiliğini bozar. Horlama, küçümseme, kibir, egemenlik ve büyüklük gururu, dilin ve dille ifade edilen kültürün ruhuna siner. Bu siniş, virüs gibi işler. Kendi zenginliğinden gürül gürül fışkırarak öz-
gürce çağlayamayan, varoluşunun ana zeminini, yani kültürünü açığa çıkaramayan, işleyip sürdüremeyen ve oradan bakamayan dil, kendi içine doğru kıvrılır, iç erozyonunu orada yaşar. Zamanı içine çekerek, onu zerre zerre değerlendirme ve dil gücüne dönüştürme yeteneğini giderek kaybeder. Baskının dilde yarattığı kişilik tahribatı ile dili kullanan insanda yarattığı kişilik tahribatı at başı yürür. Kendini ifade edememekten ve kendi geçmiş kültürel zenginliğini işleyip hayata katamamaktan, hayatı o zenginlikle ayağa kaldırıp özgürleştirememekten kaynaklanan gerilimler, kendine, kendi değerlerine ve tarihine kaşı işleyen yabancılaşmayı derinleştirir. Dilden azade bir dil haline gelme korkusunu ve gailelerini derinleştirir. Ezen dile ve kültüre sığınan birey, zoraki asimilasyonun ve başkalaşımın, yapay bir ürünü haline gelir. Ezen ve ezilen dile ve kültüre aynı anda yabancılaşır. Her ikisini de özümseyemez, kendi içine kusar. Bu durum, kendini çok değişik biçimlerde gösterir; bazen efendiliğe evi-
rilme, zıddına dönüşme şeklinde… Örneğin; ezen dilin ve kültürün, değerini, üstünlüğünü, gücünü, efendilik derekesini taçlandırma şeklinde… Bazen de, kendi diline ve kültürüne sarılma, onu ezen dil ve kültür başta olmak üzere tüm diğer dillerin ve kültürlerin tepesinde yüceltme şeklinde gösterir. Gözlemim odur ki, dilinden ve kültüründen kopan, ezen dili ve kültürü de tam anlamıyla özümleyemeyen bir ezilen ulus bireyi, üçüncü bir dilin ve kültürün coğrafyasına sığındığında, bu coğrafyanın diline ve kültürüne karşı pek hasma ne duygular beslemiyor. Bu coğrafyanın dilini nispeten daha kolay öğreniyor, hatta doğan çocuklarının adlarını bile bu coğrafyanın adlarından seçebiliyor. Tarihin, günümüze kadar efendi ve köle ruhlu dillerle yürüdüğünü söylemek mübalağa olmaz sanırım. Ulusal sorunun tam anlamıyla öğrenilmesi, ezen ve ezilen dillerin iç dünyalarının, dramatik tarihlerinin öğrenilmesinden geçiyor biraz da.
01-15 EKİM 2015 Halkın Günlüğü
güncel haber
TUTSAK PARTİZAN
23
≫ cafer çakmak
DİYALEKTİK DÖNÜŞÜM KİTLELERLE İLİŞKİLENMEYİ ZORUNLU KILAR
Y
enilenmek ve değişim istence bağlı değildir. Devrim ve toplumsal dönüşüm iddiasını taşıyanlar, aktüel ifadeyle siyaset sahnesinin aktörleri olanlar nesnellikteki iktisadi, siyasal, sosyal- kültürel değişimleri gözlemleyip tahlil ederek yeni sentezler yaratmalıdır. Yeni dönem eski formüllerle açıklanamaz. Nesnelliğin gerisinde kalındığında eriyip yok olamaya mahkûm olunur. Teorik- politik paradigmamızı yenileyip değiştirmek yeterli midir? Tarih bunun yeterli olmadığını defalarca bize gösterdi. Tarihimizde nitelikten esinlenen kimi teorik- politik değişimleri geçmişte de yaptık, fakat bu değişimi kitlelerle buluşturacak örgüt, örgütsel işleyiş, anlayış, tarz ve kültür yaratamadığımızda eski yeniye direnç göstererek kendisini uydurur. Bugün de 3.kongreyle birlikte başlattığımız değişimleri metodolojiye, anlayış ve tarza, araçların mahiyetine ve işbirliğine taşımak sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Devrim kitlelerin yüzlerce, binlerce örgütlülüğünün genel politik program ve strateji minvalinde birleştirip halk hareketiyle ilerletmesiyle vuku bulur. Demokratik kitle kurumlarımız da bu örgütlülüklerden sadece biridir. Doğru ele alınıp etkinleştirildiğinde önemli bir araçtır. Demokratik kitle kurumlar, komünist partilerin yerine ikame edilemez. İkisi farklı ihtiyaçlara ve misyonlara sahiptir. İkisinin birbiriyle diyalektik bağının olması, birbirini beslemesi onları aynılaştırmaz. Komünist partinin devrime felsefi- teorik, politik önderlik yapma sorumluluğu vardır ve bu niteliğiyle tayin edici role sahiptir. Demokratik kitle kurumlarımız, her demokratik kitle kurumları gibi devrime önderlik yapma karakteri olmadığından; asli sorumluluğu, devrimin sosyal ve politik zeminini hazırlama, kitlelerin demokratik hak ve mücadelesinin dinamosu olma, kitlelerin aşağıdan yukarıya konsey, komün, Sovyetler modelleriyle öz yönetim organlarının sağlamasına kanal açma yükümlülüklerinde bulunuyor. Tarihsel misiyonları ve sorumlulukları farklı olduğundan muhtevaları, hukukları ve işleyişleri de farklı olacaktır. Kitle kurumlarımız mahiyeti itibariyle anti-faşist, anti-emperyalist bir niteliktedir. Bu, milleti/milliyeti, inancı, dli, cinsiyeti, dünya görüşü eş deyişle felsefesi ayırt edilmeksizin demokratik kitlelerin iktisadi, siyasal ve sosyal talepleriyle yerelden merkeze ilkesiyle örgütlendikleri bir alandır. İstisnalar hariç birçok demokratik kitle kurumunda bir siyasal hareketin teorik- politik parametrelerinin hâkim olduğu bu paradigmayı referans alanların birleştiği kurumlara dönüşmüştür. Böyle olduğunda, homojen bir karaktere bürünüp gelişim dinamiklerini köreltiyor, kitleselleşe-
miyor, farklılıklara yaşam alanı da tanımıyor. Belirlenen teorik- politik paradigmayı benimsemeyenlerin o kurumda yer almaları da olanak dâhilinde olmuyor. Homojen siyasetin hâkim olduğu bir alana da demokratik kitle kurumları/hareketi sıfatı kullanmakta zordur. Demokratik kitle kurumlarından herhangi bir dernek üyesinin, aktivistinin ya da yöneticisini, Maoist felsefe- teorik ve politik paradigmayı benimsemesi, komünist hatta devrimci nitelikte olması ne zorunludur nede elzemdir. Devrimin önderliği ihtiyacıyla ortaya çıkan Komünist parti’de bile felsefi teorik birlik esas olsa da politik programda kadrolar ve aktivistler pratikte iki oturum arasında resmileşen politik programa uymak ve uygulamakla mükellef olmalarına rağmen benimseme zorlukları bulunmazken demokratik kitle örgütlülüğünde felsefi- teorik birlik aranması kitle örgütü olmanın ruhuna terstir. Bu mahiyeti aranmaya başlandığında, Komünist partinin altı boşaltılarak gereksizleştirilir, kitlelerle bağlar koparılır, kitlelerin örgütlülüklerini yaratmasının önü kapatılır. Komünistler arasında (oldukça olağan) bile çizgisel ve tezahürsel farklılıklar bulunurken geniş kitlelerde Maoist teoriyi benimseyenler devrimden öncede sonrada olacaktır. On bin yıl sonrada olacaktır. Bunların hepsi demokrasi devrim güçleridir. Devrim yapmak istiyorsak onlarla birleşmeliyiz. Devrimden sonrada onlarla birleşecek uygun formlar yaratmalıyız. Bizim her yaptığımız doğru olmayabilir, demokratların, devrimcilerin olumlu eleştirilerinden öğrenmeliyiz. Onların değişimine yardımcı olmak istiyorsak birleşmeliyiz. Değişim dışta durup eleştirerek gerçekleşmiyor. Diyalektik dönüşüm ilişkilenmeyi zaruri kılar. Öyleyse demokratik bir müteddeyin de demokratik kitle örgütlerimizde yer alabilir, feministte. Kemalist ulusalcılığın etkisinden bütünlüklü olarak kurtulmayan da, liberal bir aydında yer alabilir. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunan da, Ermenilerin, Çerkezlerin, Lazların, Süryanilerin demokratik haklarını savunan da. Bir Alevi/Kızılbaş’ta, LGBTİ’de yer alabilir. Yelpazeyi daha da genişletebiliriz. Tüm demokratik farklılıklar, demokratik hak ve özgürlükler bağlamında felsefeik- teorik görüşleri farklı olsa da demokratik kitle kurumlarımızda yer alabilir. Demokratik usullerle kitleler onları yönetimine tayin ederse kurumlarda yönetimde de bulunabilirler. Bu bir Maoist’in demokratik hakkı olduğu kadar onlarında demokratik hakkıdır. Kitle kurumlarımız yukarıdan aşağıya örgütlenme yönelimini ve atama usulünü tercih edemez, etmemeli de. Buna meyillendiğinde kendini Komünist Parti yerine koyar. Komünist Parti’nin yukarıdan aşağıya örgütlenmesinin
icrası arzu ve niyet meselesi değildir. Tarihseltoplumsal ve siyasal koşulların zorunluluğudur bu aşamada. Bu aşamada tarihsel misyonunu yerine getirmesi için buna mecburdur. Demokratik kitle örgütlerinin ise varlık koşulu, yapısı ve sorumlulukları açısından böylesi bir zorunluluğu bulunmuyor. Yerelden yani aşağıdan yukarıya doğru demokratik anlayış, yöntem ve usulleri layıkıyla işleyerek örgütlenmelidir. Bizce, demokratik anlayış, yöntem ve usullerle seçilmeyen kitle örgütünün yöneticisi geçici olduğunu ve sorumluluklarının ivedilikle kitle kurumunu kongreye götürerek demokratik bir program, tüzük ve yöntemler gerçekleştirmek zorunluluğuyla karşı karşıya olduğunu bilerek hareket etmek zorundadır. İbrahim yoldaş Komünist partinin kuruluşunda, henüz kongre yapamadıklarını koordinasyon komitesini de kendisine yüklenen sıfatı/görevi de anti-demokratik buluyor bundan rahatsızlık duyuyordu. Kuruluşundan bir yıl sonra ivedilikle Komünist Parti’yi kongreye götürmeyi tasarlayıp uygulamaya çalışıyordu. Kaypakkaya yoldaşın demokrasi bilinci nettir. Zorunluluktan doğan anti-demokratik durumdan rahatsızlık duyuyordu. Demokratik kitle kurumlarındaki her yoldaşımızın da bu bilinç ve sorumlulukla hareket etmelerini salık veririz. Demokratik kitle kurumlarımızın yerelden merkeze ilkesiyle örgütlendiği/örgütlenmesi gerektiğini vurguladık. Demokratik kitle kurumları her yerel derneğin üyelerinin genel oy hakkıyla belirlenmiş sürede yürütmeyi icra edecek yöntemini seçer. Bu yöntemini seçimle tayin eder. Semtler bölge delegasyonlarını, bölgeler il delegasyonlarını, illerin delegasyonları da Kongre’de merkezi yürütmeyi seçimle belirler. Kongre aynı zamanda DKÖ’müzün programını, tüzüğünü ve politik hedeflerini belirleme hakkına sahiptir. Herhangi bir demokratik kitle kurumu, derneği/birimi kongresinde yönetimi Maoistlere vermeyebilir.Dünyanın sonu olmaz bu. Kötü bir şey de olduğu düşünülmemelidir. İlk elden demek ki o dernekte üyelerin /kitlelerin sevgisini, takdirini kazanmamışızdır diye düşünülmelidir. Daha çok çalışmalı kitlelerin sevgisini, takdirini, güvenini kazanarak fikirlerimizi onlara anlatmalıyız. Maoistlerle, demokratların kitle örgütlerinde birliği iyi bir şeydir. Karşılıklı denetim ve “rekabeti” sağlar. Bürokratizme, sekterliğe ve öznelciliğe panzehirdir bu. Kitle inisiyatifini geliştirmeliyiz. Kitlelerin bürokratları alaşağı etmesinden, bugün de seviniriz. Kitlelerden bürokratlar korksun. Kitle örgütlerinde, Maoislerle demokratların birliği demokratik halk cephesinin, proletarya ve emekçiler devletinin yolunu döşeyecek birikim ve deneyim kazandıracaktır.
Halkın Günlüğü
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası İst. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYA GEL Çapemeniya şoreşvan û muxalîf bêdeng nabin!
Dewletê ku dixwaze çapemeniya şoreşger û muxalîf rabiwestîne, bêdeng bike û qêrîna gel negihîje tu cihkî, vêcar jî li ser websayt a rojnemaye me armanca bêdengkirinê armanc girt ji xwe re. Wek li ser binavkirineke “tedbîra demdarî” biryarên xwe bire ve dibe. Ji alî Serokatiya Telekomunîkasyon a Agahdariyê (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı-TİB) ve malpera rojnameya me li tevahî welêt hate sansûrkirin û bi vî hawî gihandina gel a ji weşanê me hate rawestandin Ji rûpela Rojeva Gel re astengî Êrişa dewlet a bêfikarane ya li ser çapemeniya sosyalîst, şoreşger û demokratîk, gav bi gav bi awayekî zêdebûyî didome. Ew dewletê ku bi dehan roj-
name sansûr dike, bi dehan kovar û malpera înternetê digire û dixwaze bi tirsandinê ve bêdeng bike, vêcat jî êrişa xwe li ser malpera înternet ê rojnameya me Rojeva Gel hedef girt ji xwe re. Bi navê “tedbîra demdarî” ve biryarekî kêfî girtin û ji alî Serokatiya Telekomunîkasyon a Agahdariyê (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı-TİB) ve malpera rojnameya me li tevahî welêt hate sansûrkirin û bi vî hawî gihandina gel a ji weşanê me hate rawestandin. TİB’ê, berî niha jî li welatê gelek weşanên sosyalîst, demokrat û şoreşvanî kirîbû hefera êrişên xwe û rastî sansüre anî bû. Di demeke kurt ya berî niha jî Ajansa Nuçeyên Firatê, ETHA, Ajansa Nûçeyên Dîcleyê DİHA jî di nav de malperên çendîn sendika û her wekî saziyên demokrat jî rastî êrişên dewletê hatibûn. Em careke din bilev dikin û dibêjin ku, tu êriş, tu astengî, tu sansüren dewletê nikare bihevrebûn a gel û rojnameya me Rojeva Gel ji hev biqetîne û ev herdu hêz ji hev veqetîne. Rojeva Gel, bi maf-
darbûyînû bi meşrûbûna xwe ve dê her tim bi gele xwe re be, ji hêza ku ji gele xwe digire jî bi tu şiklî veneqete, bi vî awayî dê her tim di xizmeta gele xwe de xebatên xwe y3en rojnamegertiyê bidomîne.
Êrişên li ser DİHA û Azadiya Welat Êrişên dewletê kul i ser rojnameyên muxalîf, bi sansüre jî nesekinî. Wekî ku me li jor gotî, dewletê ku her tim bi êrişkariya xwe dixwaze weşanên rojname û çapemeniyên demokrat û muxalîf didomînin bide sekinandin, ji tu êrişan paşve nesekinî û vêcar jî rojname û ajansên ku xebatên xwe li Amedê li avahiyek bi hev re dikin; DİHA, Azadiya Welat, Weşanên Aramê û KURDİ-DER ji êrişên xwe re wek hedef girt. Dewler êriş bir li wê avahiyê û li dora xaniy3e bi amûrê polêsan maşinên bizirx ve dorpêç kir. Çi kesên ku hem ali wê deqê li wê avahiyê de bûn, dest hate dayîn li ser nasname û telefona hemû kesan. Rojnameger qasî
demek li wê dere hatin sekinandin û kesên ku nerazîbûna xwe ji bo vê êrişê anîn ziman jî hemû ji rastî lêdanên polêsan hatin. Piştî demek binçavkirin destpê kir. Bi vî hawî 32 hep rojnameger, bi hinceta ku “gumaniya rewa” hatin binçavkirin. Lê li wir ezmûna b4ehna barûdê jî çêkirin ku ka li ser kesekî bêhna barûdê tê an nayê... Dewlet, di heman deme de tedbîra xwe ya sûcarkirina rojnamegeran jî girtî bû, amadekariyeke tund ji bere ve wek pêywir dabû li ser mile çapemeniya AKP’ê. Bi vî hawî, piştî binçavkirina rojnamegeran, çapemeniya AKP’ê bilez weşanên sucdarkirinê kir û wekî ku li ser rojnamegerên DİHA’yê çeken şerê derketiye nûce weşand. Bi vî şiklî 31 kes li Nexweşxaneya Selahaddîn Eyûbî wek testa tendurustiyê dîtin û dûvre serbest hatin berdan. Yek kes jî, ango Che Guavera Dargin jî, bi sedema piçûkbûna temenê umrê xwe, birçûn li beşa zarokan; ji alî polêsan ve hate gotin ku li ser Darginê sucdariyeke berê heye.