01-15 KASIM 2015

Page 1

Her gerici süreç devrimci mücadeleyi geliştirme vesilesidir

sf 12-13

Ortadoğu’da emperyalist stratejiler ve “TC” Ortadoğu’da ABD’nin başını çektiği emperyalist blok ile Rusya’nın başını çektiği emperyalist blok arasında yaşanan dalaş ve çatışma devam ediyor. ABD ve Rusya’nın temsil ettiği emperyalist bloklar kendi stratejik çıkarları ekseninde bölgede rol alırken, Viyana görüşmeleriyle bir kez daha masa başında kartlarını oynadılar sf 10-11

Halkın Günlüğü

01-15 KASIM 2015 Yıl: 4 Sayı: 110 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

Tedavi edip de yaşatalım mı? f GÜNCEL 02-03 İHD’nin 2015 Mayıs raporuna göre hapishanelerde 282’si ağır 721 hasta tutsak bulunuyor. Devlet ise bu tutsakları ne tedavi ediyor ne de tahliye ediyor. Amaç; tutsaklar üzerinden toplumsal muhalefete bir gözdağı vermek. Tutsakların gayrı insanı yaşam koşulları üzerinden muhaliflere ‘Bana karşı çıkanın sonu budur’ mesajı veriliyor. Hüseyin Dinç ise bu mesajın son kurbanı oldu

Halk savaşçıları sonsuzluğa uğurlandı

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

ISSN: 2147-0499

1 Kasım denkleminde ortaya çıkan sonuç;

Sınıf mücadelisini yükseltelim Sınıflar mücadelesi tüm keskinliği ile devam etmektedir. Özel mülkiyet dünyasının bağrında cereyan eden yığınca toplumsal sorun ve çelişki artarak devam etmektedir. Bu köklü toplumsal sorunların çözümünün yegâne ve en ileri çözüm yolu ise; köklü toplumsal alt üst oluşları bilimsel bir perspektifle ihtiva eden proleter devrimlerdir. Sınıflar mücadelesi düzleminde keskin toplumsal sorun ve çelişkilerin kesintisiz olarak sürdüğü yerlerden biri de kuşkusuz ki Türkiye-Kuzey Kürdistan’dır. Var olma gerekçesini tamamen gerici bir zeminde halklara karşı konumlanarak ihtiva eden Türk hâkim sınıfları, genetik kodlarında olan zulüm, katliam, sömürü ve saldırı politi-

04

Sınıf mücadelesi ve görevlerimiz

14

kalarına pervasız bir şekilde devam ediyor. 7 Haziran’da ortaya çıkan siyasal sonuçları kendi yasalarını da çiğneyerek kabul etmeyen Erdoğan/AKP iktidarı, gerici savaşı devreye sokarak toplumu bu gerici zeminde kutuplaştırmış ve 1 Kasım seçimlerinde yeniden iktidar olmuştur. Yaşanan gelişmeler bağlamında ve namluların gölgesinde gerçekleştirilen 1 Kasım seçimleri burjuva anlamda dahi meşru değildir. Bu kan revan cenderesinde HDP’nin ortaya koyduğu irade önemli bir yerde durmaktadır. Gelişmeler bizlere sokaklara, dağlara, barikatlara ve vardiyalara dayanarak toplumsal mücadeleyi daha da yükseltmeyi emrediyor.

AKP’nin istikrarı: patronların zenginliği

17


02

güncel haber

01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

“Tedavi edip de yaşatalım mı?”

Devletin tüm kurumları ile militarist bir yapıda politize olduğu koşullarda, muhaliflerine karşı tarafsız bir siyaset izlemesini beklemek saflık ve iyi niyetten daha ziyade sadece duyarsızlıkla açıklanabilir. Dayanışma ezilenlerin inceliğidir. Hapishaneler sorunu tutsakların mücadelesi ile aşılamayacak kadar kapsamlı ve büyüktür. Merkezi ve sistemli bir devlet politikasıdır. Böylesi bir imha politikası da ancak merkezi, geniş katılımlı ve istikrarlı bir mücadele ile geriletilebilir 17 yaşındaki bir çocuk nasıl asılır? Bu soru karşısında 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası'nın başındaki Kenan Evren’in tepkisi hiç de şaşırtıcı olmaz. 17 yaşında astırdığı devrimci Erdal Eren için söylediği “Asmayalım da besleyelim mi?” sözüyle tanınan Evren'in buna benzer pek çok sözü 12 Eylül darbesinin niteliğini özetler nitelikte. O sözün devamcılarının günümüzde hasta tutsaklar konusunda Kenan Evren’den pek aşağı kalır yanı yok. Keza o söz günümüzde “Tedavi edip de yaşatalım mı?” şekline bürünmüştür. Hasta tutsaklara yönelik devletin uyguladığı tüm politikalar bu sözü doğrular niteliktedir. “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın” demiş Albert Camus. Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın bugünkü halini görmüş olsa muhtemelen “orası bir ülke değil mezarlık” diyecekti. Miting meydanları, inşaat

sahaları, tarla yolunda işçiler, dağlar ve hapishaneler yangın yeridir bu ülkede.

Hüseyin Dinç katledildi Bu yangının sönmediği yerlerden biri de hapishanelerdir. Ekim aynın 15’inde Kandıra Hapishanesi'nde kalan MKP dava tutsağı Hüseyin Dinç’in ölüm haberi ile faşizmin kanlı yüzü bir kez daha tüm çıplaklığıyla göründü. Xalo 1993 yılından beri hapishanedeydi. 24 yıl boyunca iki ölüm orucu, onlarca süresiz açlık grevi, katliam ve katliam girişimi görmüştü hapishanelerde. Bizi öldürmek isteyenlerin ülkesinde, siyasi tutsaklar için hapishaneler egemenlerin zamana yayılmış bir katletme makinesi olmuştu hep. Hani Nazım “İçerde on yıl on beş yıl/daha da fazlası hatta/geçirilmez değil/yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir” diyordu ya, Xalo’nun yaşama sevinci de sadece onu değil hapishane kitlesini de ayakta tutardı. Yaşamın örgütlenmesi en güç alanı, tüketimdir. İnsan bencilliği en çok orda kendini ortaya koyar çünkü. Kendi dünyasına hapsolan bireyin yegâne kavgası günlük ihtiyaçlar olur hiç fark etmeden ve yaşam ona taşınması ağır bir yük oluverir. Xalo yoldaşlarının Komüncüsüydü uzun yıllar boyunca. Halkçı kişiliği ile politik söylemlere gerek duymadan doğalında en sorunlu kişiliklerle bile hareket tarzının zeminini yaratabiliyordu. Hapishanelerde bazı siyasetler gereksiz bürokrasi ile bileşenlerini aşırı bunaltabilmekteydi. Xalo onlar için çoğu zaman sığınılacak bir limandı. Aralarında önceden belirledikleri ‘şifrelerle’ Babuko yapılan günlerde tüm siyasetlerden Dersimlileri bir şekilde haberdar ederdi. 19 Aralık Katliamı sonrasında F tiplerine geçilmesi ile faşizm tarafından tüm tutsakların yaşam koşulları, onları öldürme

öldüremediklerini de çıldırtma şeklinde yeniden dizayn ediliyordu. Türk devlet geleneği Osmanlı’dan miras hapishanecilik anlayışını hâkim kılmakta ısrarcıydı. En genel tanımıyla hapis ‘cezası’ bir bireyin seyahat özgürlüğünün kısıtlanması iken Türkiye-Kuzey Kürdistan hapishaneleri tutsakları sağlık, eğitim, beslenme, iletişim haklarından da mahrum ederek ikinci kez ‘cezalandırma’ peşindeydi. İHD’nin 2015 Mayıs ayında açıkladığı hapishaneler raporuna göre 282 ağır olmak üzere 721 tutsak hapishane şartlarında yaşamına devam edemeyecek kadar hasta durumda. Xalo da bu durumda olan tutsaklardan biriydi. Daha önce bir kez kalp krizi geçirmiş olmasına karşın tedavisi yapılması bir yana tek eli olmadığı ve kişisel ihtiyaçlarını görmede zorlandığı halde 8 metrekarelik hücrede günde 3 saat tek başına havalandırmaya çıkarak yaşayabileceği uygun görülmüştü. Arkadaşlarının ona bakmak için aynı hücrede kalma talepleri de idare tarafından engellenmişti. Bir insanın öldürmenin tek yolu darağacı kurup onu asmak değildir. 12 Eylülcülerin “Asmayalım da besleyelim mi?” zihniyeti bugün ‘Asmayalım ama beslemeyelim de’ olarak devam etmektedir. Bu sistematik bir yok etme politikasıdır. Tutsaklara çektirilen başka bir eziyet şekli de F Tipi Hapishanelerin dışındaki hapishanelerin tıka basa doldurulmasıdır. 2015 yılı itibariyle 355 hapishanede 164,461 insan, tutuklu ya da hükümlü olarak bulunmaktadır. Bu 355 hapishanenin toplam kapasitesi ise 163,129 kişidir. Yani hapishanelerde bulunan insan sayısı kapasitenin üzerindedir. Kapasite sorunu meselenin sadece bir yönüdür. 2000 yılından bugüne aşağıdaki verilerde de görüleceği üzere hapse atılan insan sayısı neredeyse dört katı artmıştır.

Yıl - Hükümlü ve Tutuklu Sayısı: 1999 - 67.581, 2000 - 49.512, 2001 55.609, 2002 - 59.429, 2003 - 64.296, 2004 - 57.930, 2005 - 55.870, 2006 70.277, 2007 - 90.837, 2008 - 103.235, 2009 - 116.340, 2010 - 120.814, 2011 128.604, 2012 - 136.020, 2013 - 145.478, 2014 - 158.837, 2015 - 164.461. AKP iktidarı ekonomik ve siyasi istikrarsızlığını güvenlik devletine dönüşerek aşma çabasındadır. 13 yıllık iktidarı zarfında toplamda 2501 tutsak yeterli sağlık hizmeti sağlanamadığı için 462 tutsak ise intihar ederek hapishanelerde yaşamını yitirmiştir. Yıllara bölündüğünde her yıl 250 insan sağ ve sağlıklı girdiği hapishaneden tabut içinde çıkıyor. Normal bir ülkede bu durumun hiçbir kabul edilebilirliği olamaz. Günlük üç öğün beslenme için adalet bakanlığının hapishanelere gönderdiği kişi başı iaşe bedeli sadece 5 TL’dir. Ailelerin dışarıdan yiyecek getirmeleri de kesinlikle yasaktır. 5 TL ile ülkedeki gıda fiyatları düşünüldüğünde bırakın üç öğün bir öğün bile karnınızı doyurmanız mümkün değildir. Hapishane idareleri bu durumu yetersiz, kalitesiz ve besin değeri düşük gıdaları mahkûmlara vererek yaşama geçirmektedir. Bu konuda yapılan başvurular ise ‘personelde aynı yemeği yiyor’ gibi saçma bir şekilde cevaplanmaktadır. Herhangi bir izolasyonu olmayan ve yüksek duvarları ile çok az güneş gören ve nadiren kaloriferleri yanan hapishanelerde ısınma ise neredeyse imkânsız olmasına karşın, ısınma için size verilen sadece iki kalitesiz battaniyedir. Keza haftada bir kez ve bir saat olarak verilen sıcak su ile gerekli kişisel temizliğin sağlanamayacağı çok açıktır.

Kapsamlı saldırılar ancak merkezi ve istikrarlı bir mücadeleyle geriletebilinir


03

Devlet hapishanelerdeki siyasi mahkûmları toplumsal muhalefete bir gözdağı verme aracı olarak görmektedir. Tutsakların gayrı insanı yaşam koşulları üzerinden muhaliflere ‘bana karşı çıkanın sonu budur’ mesajı veriliyor. Devrimci ve yurtsever tutsaklar Terörle Mücadele Kanunu adı verilen ‘özel’ yasalarla yargılanıp F Tipi Hapishanelerde ve daha ağır cezalara çarptırılırken, hapishane idarelerince keyfi olarak verilen üç ihtar sonrasında infazları yakılarak şartlı tahliye hakları da gasp edilebilmektedir. Türkü söylemek, slogan atmak, 1 Mayıs kutlamak gibi gerekçelerle disiplin cezası alan yüzlerce tutsak bulunmaktadır. Savcıların takdir yetkisi, 5275 sayılı kanunun 16/6 bendi ve Adalet Bakanlığı’nın 167 No’lu genelgesi vb. esnek-ucu açık yasalar ve uygulamalarla ‘güvenlik gerekçesi’ var denilerek sürgün, hücre cezası, iletişim yasağı, kişisel üretimlere el koyma, toplu görüşme hakkının gaspı gibi pek çok saldırı yaşama geçirilebilmektedir. İleri düzeyde sağlık sorunu yaşayan tutsakların Adli Tıp sevki için savcılığa yapılan başvuruların Adli Tıp’a gitmesi aylar almakta, Adli Tıp sürecinin heyete çıkma aşamasına gelmesi ise yılları bulabilmektedir. Şakran ve Pozantı Hapishanelerinde yaşanan tecavüz ve vahşetin basına yansıması sonrası görevli personelin değil de haberi yapan basın mensuplarının cezalandırılması isle devletin hapishaneler politikasını anlamak için yeterlidir. Hapishanelerin durumu ülkenin genel durumundan hiçbir zaman bağımsız olmamıştır. Halkın en ilerini ve aydın kesimini temsil eden devrimciler halka yönelik saldırıların ilk hedefi olmuşlardır her zaman. Ortadoğu’nun yeniden dizaynı süreci öncesinde ve AKP emperyalist projesinin yaşama geçirilmesi arifesinde egemenlerin ilk icraatı; 2000 yılında hapishanelere saldırmak, F tiplerini büyük bir katliamla yaşama geçirmek olmuştu. Devrimcileri teslim alarak kendilerine dikensiz bir gül bahçesi yaratmak istiyorlardı. Devrimci irade bu yönelimi tutsakların cansipârâne direngenliği ile boşa çıkardı ve çıkarmaktadır. Fakat hapishanelerdeki tutsakların yaşam koşulları esasen toplumun yaşam koşullarıyla eşgüdümlüdür. Yeniden ayağa kalkmak için en doğru saha düştüğümüz yerdir. Hapishanelerdeki baskı anlayışı, ölüm sınırına gelen ya da yaşamını yitiren tutsaklarla birlikte kısa süreli gündeme alınarak aşılamaz. Devrimci ve demokratik kurumların hapishaneleri denetleme hakkına kavuşması bu noktada atılması gereken ilk ve en önemli adım olacaktır. TTB, İHD ve Barolar başta olmak üzere demokratik kurumların yasal denetçi statüsüne kavuşturulması mücadelesi kesintisiz bir şekilde yürütülmelidir. Devletin tüm kurumları ile militarist bir yapıda politize olduğu koşullarda, muhaliflerine karşı tarafsız bir siyaset izlemesini beklemek saflık ve iyi niyetten daha ziyade sadece duyarsızlıkla açıklanabilir. Dayanışma ezilenlerin inceliğidir. Hapishaneler sorunu tutsakların mücadelesi ile aşılamayacak kadar kapsamlı ve büyüktür. Merkezi ve sistemli bir devlet politikasıdır. Böylesi bir imha politikası da ancak merkezi, geniş katılımlı ve istikrarlı bir mücadele ile geriletilebilir.

SINIF TAVRI

≫ ismail uçar

YENİDEN AKP İKTİDARI VE YARATACAĞI SONUÇLAR

B

u düzenin altında kalan ancak yakın geleceğin kölesi ve canlı bombası olabilir. Çünkü halklar topluluğunu bölen, kitleyi etnik ve etnisitede düşmanlaştıran, bölgeler arası gelir dağılımındaki adaletsizliği derinleştirip kitleyi yoksulluğun kader sayılabileceği kadar bağımlılığa dönüştüren devletin iktidarı temsilcisi AKP hükümeti, 14 yıllık süresince çatışmalı toplumu hep avantaja çevirmiştir. Bu iktidar avantajlarından kendi sermaye gruplarını güçlendirerek var ede geldi. Bu sermaye gruplarının sınırsız olanaklardan yararlanarak bugün kendi içinde rekabet edecek kadar büyüdüğünü görmekteyiz. Rant paylaşımında bir tasfiye planlaması yaşanmaktadır. Özelleştirmeden tutalım yap-işlet-devret modeline kadar türlü imkânları kullanan ittifak güçleri bugün çatışır durumdadır. Yaşam alanlarımızı, derelerimizi, su kaynaklarımızı sınırsızca rant alanına çeviren AKP iktidarı, sermayenin doymak bilmeyen kar hırsına her şeyi sınırsızca sunmaktadır. Ucuz iş gücü ve güvenli çalışma olanaklarının ortadan kalkmasıyla tarihin en acımasız isçi katliamlarına tanıklık ettik. “Alın yazısı” ya da “İşin fıtratında var” gibi dini söylemlerle bu katliamları topluma kabul ettirme yöntemi denendi. Kısacası katliamlar meşruluk kazandı. Bu meşrulukla, işbirlikçi tekelci sermaye sınıf düşmanı tutumunu din üzerinden toplumun bir kesimine kabul ettirebilmede utanmadı. Bu da yetmedi çünkü toplumun diri muhalefetinin de susturulması gerekiyordu. Muhalefetin üzerine de militarist devletin katilleri sürüldü. Bu da yetmedi kendilerinin örgütlü gücü saydıkları İslam orijinli DAİŞ ve Osmanlı güçleri sürüldü. Katliamlar meşru kılındı... Devletin tüm militarist katil sürüleriyle topluma korku rüzgârı estirildi. Oysa insanlık tarihi bütün diktatörlüklerin sınıf mücadeleleri karşısında nasıl parçalandığının tanıklıklarıyla doludur. Bu iktidar ideolojisinin beslediği güçlerin milliyetçilik ideolojisine bir de din formatı atınca nasıl bir kimliğe bürünür olduğuna Ankara, Reyhanlı ve Suruç katliamlarında tanıklık etti halkımız. Oysa bu kimliklere Türkiye-Kuzey Kürdistan halkı hiç yabancı değildi. Maraş’ta, Çorum’da, Gazi Mahallesi’nde son olarak da Gezi Ayaklanması’nda satırlarla saldırı da görmüştü. Ama yeni sürecin yüklediği stratejik uşaklık rolleri biçimsel farklılıklar içermekteydi. Yeni süreçlerinin ittifak güçleri de farklıydı. Değişim adı altında tarikatlar ve cemaatler örgütlenmeleriyle bir koalisyondu aslında. Bu ittifak güçleri iktidar gücünü ele geçirdikten sonra, kendi sermaye kliklerinin rant paylaşımındaki uzlaşmazlıklarla birlikte iç yapılanmalarında tasfiye hareketi hız kazanır oldu.

Tasfiye hareketi sadece ittifak güçleriyle sınırlı kalmadı, Milli Nizam Partisi’nden bugüne uzanan partilerinin kadrolarına yansıdı. Bu iç muhalefet bugün daha belirginlik durumu kazanmıştır. Bugün deşifre edilen Kürt Ulusal Hareketi ile yürütülen “barış görüşmesi”ni nasıl iktidar avantajına çevirdiklerini, Gezi Ayaklanması’ndaki Kürt muhalefetinin kayıtsız kalmasındaki rollerine kadar deşifre edilir olmaktadır. Bütün bunların Bülent Arınç tarafından ifadelendirilmesi kendisine karşı yürütülen tasfiyenin nedenidir. Muhalefetin büyüyüp güce dönüşmesi çok ifadelendirilmese de, dönemin kirli ilişkilerinin açığa vuruşunda kendisi için avantaj saymaktadır. Kendinden olmayana düşmanlık ideolojisini esas alan iktidar, inanç vurgusu altında rant ekonomisiyle karlarını ve sermayelerini büyüten, rüşvet ve hırsızlığa meşruluk kazandıran, bürokrasinin bütününü bu yolla elde tutan, halkları düşmanlaştıran devlete iktidar eden AKP; 1 Kasım seçimlerinde de şovenist, milliyetçi tezleriyle tek vatan, tek ulus, tek bayrak, tek din ideolojisiyle toplumunun ideolojik saflaşmasını güçlendirmiş olup toplumu düşman kamplara bölmede avantaj sağlamış bulunmaktadır. Bu avantajın en güçlü yanı, sokakları kuşatıp saldığı korkudur. Devrimci muhalefete karşı kanlı saldırılarıyla katliamlar gerçekleştirmişti. Bu saldırıların hız kazanarak devam edeceğini söylemek abartı olmayacaktır. Yeni hükümet etme döneminin de bu politikalarla devam edeceğini bilmekteyiz. Bugün eski ittifak güçlerine sağladığı sermayelerin TMSF’ye devredilmesi de gösteriyor ki, iktidar olanaklarından yararlanacak olanlar kendine biat eden kendi sermaye grupları olacaktır. Bu durum değişik sermaye gruplarının da çelişkilerini derinleştirme olarak okunabilir. Buna iç muhalefeti de eklenirse AKP hükümetini kolay süreçler beklemiyor. Kısaca, AKP Ortadoğu’nun BAAS tarzı bir yapılanmasıdır demek yanlış olmayacaktır. Her türlü gericiliği içinde barından kuvvetlere karşı, devrimci güçlerin mücadeleyi güçlü kılması, ortak hareket edebilmenin zorunlu olduğunu bilince çıkarıp sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına cevap olması ve devrimci sorumluluğu yerine getirmede tereddütlere yer vermeden safları güçlendirmesi zorunluluktur. Örgütlü gücümüzün devrimci muhalefetle buluşması için sorumlu davranalım, örgütlenip, örgütleyelim.


04

güncel haber

01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Halk savaşçıları sonsuzluğa uğurlandı Dersim/Ovacık’ta Türk Ordusu ile girdikleri çatışmada direnerek ölümsüzleşen 3 TKP/ML-TİKKO gerillası Dersim ve Mersin’de gerçekleştirilen anma törenleri ile sonsuzluğa uğurlandılar 21 Ekim gecesi Dersim Ovacık ilçesi Mercan Vadisi’nde Şahverdi mezrasında TSK ile TKP/ML TİKKO gerillaları arasında çıkan çatışmada şehit düşen Hakan Çakır (Yurdal), Özgüç Yalçın (Sefkan) Dersim’de sonsuzluğa uğurlanırken, Cengiz İçli (Ünal) yoldaşları ve ailesi tarafından cenazesi Dersim’den alınarak Mersin’de sonsuzluğa uğurlandı.

Sefkan ve Yurdal kavga sloganlarıyla uğurlandı Özgüç Yalçın (Sefkan) ve Hakan Çakır (Yurdal) Dersim’de düzenlenen cenaze töreni ile sonsuzluğa uğurlandı. Şehit düşen gerillaları sonsuzluğa uğurlamak için Partizan’ın çağrısıyla Sanat Sokağı’nda toplanan kitle öfkeli sloganlarla ölümsüzleşenleri anarken, devlete olan kinini haykırdı. Cenazelerden dahi korkan kolluk güçleri ise yoğun güvenlik önlemleri alarak il ve ilçelerden Dersim merkeze giriş çıkışları engellemeye çalıştı. Kitle “Ser Verip Sır Vermeyenlerin Yolunda Yürüyoruz”, “Halk Savaşçıları Ölümsüzdür” pankartları ardında “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür”, “Yaşasın Halk Savaşı”, “Mercan’da Düşene Dövüşene Bin Selam” sloganlarıyla Cemevi’ne doğru yürüyüş yapıldı. Cemevi’nde 3 halk savaşçısı şahsında devrim mücadelesinde yitirilenler için bir dakikalık saygı duruşu gerçekleştirildi. Saygı duruşunun ardından törende ilk sözü alan Partizan temsilcisi, “Devletin tüm katliamları ve faşist uygulamalarına karşı halk savaşçılarının bizlere verdiği mesajı anlamak, kavramak ve yaşama geçirmek bugün bizler için kaçınılmaz olandır! Her biri bir cihan parçası, her biri devrimin yılmaz neferleri olan şehitlerimizin devrime ve yoldaşlarına bağlılıklarını kuşanarak; bizlere bıraktıkları bayrağı MLM bilimini rehber edinerek yükseltmeye devam edeceğiz” sözleriyle

Mercan Şehitleri’nin bıraktıkları mücadele bayrağını daha fazla yükselteceklerini haykırarak, konuşmasını bitirdi. Yapılan konuşmanın ardından HDP Dersim Milletvekili Alican Önlü ve Partizan Şehit ve Tutsak Aileleri adına birer konuşma yapıldı. Yapılan konuşmaların ardından Hakan Çakır (Yurdal) Dersim Belediyesi Asri Mezarlığı’na defnedilirken, Özgüç Yalçın’ın (Sefkan) cenazesi ise Hozat İlçesi’nde yüzlerce kişi tarafından karşılanarak sloganlarla defnedildi. HDP Dersim Milletvekili Edibe Şahin ve Alican Önlü’nün yanı sıra HDP, DBP, ESP, DHF, EMEP, PSAKD anmaya katıldı.

İçli Mersin’de uğurlandı

Şehit düşen TİKKO gerillası Cemil İçli için ilk tören Güneş Mahallesi’nde Halil İbrahim Cami’nde yapıldı. Yapılan dini törenin ardından İçli’nin cenazesi “Şehid Namırın”, “Cengiz İçli Ölümsüzdür”, “Halk Savaşçıları Ölümsüzdür” sloganlarıyla cenaze aracına koyularak Güneykent Mezarlığı’na götürüldü. Mezarlıkta yapılan defin işlemleri öncesi Partizan adına bir açıklama yapıldı. Partizan adına yapılan açıklamada, Mercan şehitlerinin kavgada en ön saflarında yer aldığı belirtildi. Çatışmaya ilişkin bilgilerin verildiği açıklamada devletin TİKKO gerillalarının cenazelerine dönük uyguladığı işkencelere dair bilgi verilerek, hesap sorulacağına vurgu yapıldı. Şehitlerinin izinden gidileceği belirtilen açıklama, “Gerillalar Ölmez, Yaşasın Halk Savaşı” sloganları ile son buldu. Partizan açıklamasının ardından Yeni Demokrat Gençlik (YDG) adına da bir açıklama yapıldı. Yapılan açıklamada Cengiz İçli, Hakan Çakır ve Özgüç Yalçın’ın gençlik çalışmalarındaki örgütleyici ve öncü rolüne değinildi. Açıklama, “Devrim mücadelesinin örgütleyicileri ve öncüleri olan şehit yoldaşların bu gün bizlere devrettiği mücadele bayrağını en yükseklere biz genç dinamikler taşıyacaktır” denildi. Yapılan açıklamanın ardından İçli kavga sloganlarıyla sonsuzluğa uğurlandı. Yapılan cenaze törenine, HDP, HDK, Devrimci Parti, SYKP, DHF, ESP, BDSP gibi birçok kurum katıldı.

18 Ekim günü İstanbul’da devletin kolluk güçlerinin gerçekleştirdiği ev baskınında infaz edilerek ağır yaralanan ve günlerce hastanede yoğun bakımda yaşam mücadelesi veren Dilek Doğan, 26 Ekim günü ölümsüzleşti. Dilek Doğan düzenlenen kitlesel törenlerle sonsuzluğa uğurlandı Faşist Türk devletinin halklar üzerinde her daim kullandığı infaz politikaları, bugün de can almaya devam ediyor. ‘90’lı yıllarda açık bir şekilde sokak ortasında, ev baskınlarında, gözaltı işlemlerinde gerçekleşen infaz politikası, dün olduğu gibi bugün de devam etmektedir. Faşist Türk devletinin açık infaz politikalarını yerine getirmek için askeri, polisi, silahlı militarist güçleri canla başla çalışmaktadırlar. AKP iktidarının hayata geçirdiği savaş konsepti sonucu başta Şırnak, Amed, Hakkari başta olmak üzere birçok il ve ilçede infazlar gerçekleştirilerek, Türkiye-Kuzey Kürdistan halkları sindirilmeye çalışılmıştır. Faşist Türk devletinin kolluk güçleri son olarak İstanbul’un Armutlu Mahallesi’nde bir eve yaptığı baskında Dilek Doğan adlı bir genci silahla vurdu.

Dilek Doğan polis baskınında vuruldu 18 Kasım günü Halk Cephesi üyelerine dönük İstanbul’da polis baskınları gerçekleşti. Siyasi polisin daha önceden belirlenen birçok adrese düzenlediği baskınlarda, Sarıyer Küçük Armutlu mahallesinde yapılan ev baskını sırasında 25 yaşındaki Dilek Doğan polisler tarafından sırtından vurularak infaz edilmeye çalışıldı. Yapılan ev baskınında polis kurşunuyla vurularak ağır yaralanan Dilek Doğan ailesi tarafından hastaneye kaldırıldı. Halkın Hukuk Bürosu da polis tarafından vurulan müvekkilleri Dilek Doğan hakkında açıklama yaptı. Yapılan açıklamada, “Armutlu’da vurulan müvekkilimizin evi saat 04.15 civarları maskeli özel harekât polisleri tarafından basılmıştır. Evde bulunanların anlatımları şöyle; ‘Geldiklerinde kardeşleri kapıda oturmaktaydı.


05 Dilek Doğan

ölümsüzdür

Kapı zaten açıktı. Polis kapıda oturanlara yönelip evde kimlerin olduğunu sorduktan sonra ‘Hatice Ruken burda mı’ diye sorup kimlikleri istemiş, ardından evde bulunanların kimliklerini almıştır. Kimliklere baktıktan sonra birden kapıya yönelip, içeri girmeye çalışmış, kapıda bulunanlara da saldırmıştır. Saldırının nedeni sorulduğunda cevap vermeden silahı ateşlemişlerdir. Ateşle birlikte iç kapı önünde duran Dilek göğsünden vurularak akciğerinden yaralanmıştır.’” denildi

Dilek Doğan hayatını kaybetti Polis kurşunuyla vurulan ve hastanede tedavi altına alınan Dilek Doğan 8 gün boyunca verdiği yaşam mücadelesini kaybetti. Hastanede yaşamını yitiren Doğan’ın cenazesi polisler tarafından ailesi ve yoldaşlarından kaçırılarak Adli Tıp’a götürüldü.

‘İntikamını alacağız’ Hayatını kaybeden Dilek Doğan’ın ardından baba Metin Doğan “Bizim sabrımız artık taştı. Bunun intikamını alacağız. Hem de çok yakında alacağız. Artık kimse bize dur demesin” dedi.

Dilek sloganlarla sonsuzluğa uğurlandı Dilek Doğan Armutlu Cemevi’nden son yolculuğuna uğurlandı. Doğan’ın cenazesi,

törenin ardından defnedilmek üzere memleketi Maraş’a götürüldü. Armutlu Cemevi’nde yapılan törende Dilek Doğan’ın abisi yaptığı konuşmada “Savaşın bile bir ahlakı vardır. Elinde silah olmayan güçsüze karışmaz. Bunlar alçaklar, iktidarı korumak için yapıyorlar. Yoksul halk çocuklarını öldürüyorlar. Yılmayacağız, kazanacağız. Cenazemize bile saygıları yok. Bizim cenazemizi bizden saklıyorlar. Nereye gömeceğimize bile karışıyorlar. Cenazelerimizi nereye defnedeceğimizi size mi soracağız? Ölülerimizden bile korkuyorlar. Korkak alçak bunlar” dedi. Dilek’in avukatı Oya Aslan ise “Dilek’in dosyasını alıp gittiler bizden. Katili tanıyoruz ama iktidar ve savcılar katili koruyor” diye konuştu.

“Dilek Doğan ölümsüzdür” Maraş’ta düzenlenen cenaze töreninde Serkiz Cemevi’nin önünde toplanan kitle, “Dilek Doğan Ölümsüzdür”, “Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak" pankartlarını açarak sık sık “Katil Devlet Hesap Verecek” sloganları atıldı. Doğan’ın tabutunu kadınlar omuzlarken, mezarlıkta Halk Cephesi adına açıklama yapıldı. Yapılan saygı duruşunun ardından ise “Bize Ölüm Yok” marşı okunarak, Doğan son yolculuğuna uğurlandı.

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

“KAMU DÜZENİNİ SAĞLAMA” TERANESİ SALDIRGANLIK İŞARETİDİR opyekûn savaş saldırganlığı başlatılıp şehir kuşatmalarıyla yoğun katliamlara girişildiği dönemlerde, “kamu düzenini sağlama” sözünü sık sık AKP sözcülerinden duyar olduk. Bugün 1 Kasım seçimleri sonrası hala aynı teraneyi duymaktayız. Bu ve bunun gibi nakaratlar AKP’nin bozuk plak olmasından ileri geliyor. Bu nakarat tekrarları bilinçli politikalarla toplumsal bilinci yönetme ve manipüle etmeye dönük hazırlanan bir koro icrasıdır. Tekrar edilenler son derece bilinçli seçilmiş argümanlardır. “Kamu düzenini sağlama” argümanının retorik edildiği dikkat çekici dönem, azgın faşist saldırıların ve ciddi katliamların tırmandığı malum şartlardı. Kuzey Kürdistan’ın sokağa çıkma yasakları uygulanıyor, halk açlık ve susuzluğa mahkûm ediliyor, evleri ağır silah ve bombalarla ateşe tutulup başlarına yıkılıyor, bebekleri katlediliyor, ölülerin gömülmesine izin verilmediği için bebek cesetleri buzdolaplarında saklanıyor, mezarlar bombalanıp tahrip ediliyor, katledilen Kürt gençlerinin cesetleri zırhlı araçların arkasına bağlanarak şehir içinde dolaştırılıyor, katledilen kadın gerillanın cesedi çırılçıplak meydanlarda “teşhir” ediliyordu… İşte bu süreçteydi “kamu düzenini sağlanma” safsatasının gündemleştirildiği dönem. Özcesi, “kamu düzenini sağlama” argümanı dün bu katliamları, zulmü ve pervasız faşizmi kamufle etmek veya gerekçelendirmek için kullanılıyordu. Bugün ise, yapılacak zulüm, katliam ve baskıların gerekçesini oluşturmak için kullanıldığı açıktır. Her halükarda “kamu düzenini sağlama” zırvası baskı, zulüm ve katliam anlamına geliyor. Zira bu söz, kamu düzeninin bozulduğunu, sağlanamadığını ve buna sebep olan realitenin ortadan kaldırılarak bu düzenin tekrar sağlanması hedefine işaret ediyor. “Kamu düzeni” argümanı da, milli duyguların hassasiyeti, “namus” kavramına karşı gösterilen duyarlılık gibi geniş toplumsal kitlenin kabul gösterdiği veya can ve mal güvenliği ile bağlantılı görüp duyarlı olduğu bir argümandır. Dolayısıyla AKP’nin katliam ve saldırganlığını kılıflamak için kullandığı bu argümanın son derece bilinçli olarak seçildiği anlaşılmaktadır. Yani, Erdoğan/AKP iktidarının “kamu düzenini sağlama” adına her türlü katliama, vahşete ve baskıya başvurduğu/vuracağı açıkça söylenebilir. Genel olarak 1 Kasım seçimleri “zaferinden” sonra Erdoğan/AKP iktidarının yargılanmaktan kurtulma ve tasarladığı hedef ve amaçlarını gerçekleştirmeye yakınlaştığı, dolayısıyla bir rahatlamaya girip belli bir yumuşama politikasına geçeceği söylenebilse de, kısa bir süre de olsa belli bir dönem Kürt Ulusal Hare-

T

keti’ne karşı saldırgan üslup ve pratiğini sürdürecektir. Düne kadar bitirme andı içenlerin hemen bir U dönüşü yapması, kamuoyuna karşı çok da kolay olmasa gerek… Ki, seçim başarısı sonrası operasyonların sürdürülmesi ve “kamu düzeni” repliğinin tekrar edilmesi Kürt Ulusal Hareketi’ne karşı belli bir süre daha saldırgan eğilim sergileyeceğini göstermektedir. Ancak buna karşın kamuoyunu uygun zemine getirdikten sonra yumuşama sürecine geçeceği, yani “barış-çözüm sürecine” döneceği muhakkaktır. Bir dönem “kamu düzeni” ezberi sürdürülecek, bombaladık, öldürdük, belini kırdık, bitirdik diyecek ve sonra artık “kamu düzeni sağlanmıştır” diyerek eğemedikleri eli öpeceklerdir. Ki saldırgan üsluplarına rağmen “barış-çözüm sürecine” açık kapı bıraktıkları bunun kanıtıdır. Klasik burjuva siyaseti gereği, kahramanlık nameleri, bitirdik hikâyeleri, güçlü devlet nameleri kitlelere anlatılarak uygulanacak politikaya refleks göstermeleri engellenmek üzere bu tatlı masallarla uyutulacak ve elbette kendilerini de kandıracak, sonra en büyük biziz egosuyla gerçeğin önünde eğileceklerdir… Kısacası, gerici burjuvazinin veya AKP iktidarının bugün yaptığı gibi bağırıp çağırmalarının, ‘bitireceğiz, yok edeceğiz, betona gömeceğiz’ şeklindeki kuru gürültüsünün somut bir karşılığı ve anlamı yoktur. Bunlar sadece kamuoyunu hazırlamaya dönük taktikler veya politikalardır. Elbette belli bir dönem saldırganlığını sürdürecektir AKP iktidarı. Hatta bu dönem nispeten kısa olmaktan öteye de geçebilir. Zira Erdoğan/AKP iktidarı ile Kürt Ulusal Hareketi arasındaki uzlaşmazlık noktaları aktüalitesini sürdürmektedir. Suriye politikası bağlamında özellikle Rojava realitesi ve buna bağlı IŞİD politikası noktasında uzlaşmanın sağlanma zemini son derece zayıftır. Rojava Kürt statüsü konusunda PKK’nin AKP iktidarı lehine bir pozisyona geçmesi veya AKP’nin Kürt politikasını onaylayarak destek vermesi PKK’nin kendisini inkâr etme ve hatta ipini çekme anlamına geleceği için bu mümkün görülmeyen bir olasılıktır. Öte taraftan AKP iktidarının da Rojava Kürt statüsü konusunda kolayca ödün vermeyeceği açıktır. Ne var ki, bu politikada emperyalist blok ve özellikle de ABD emperyalizmiyle de çeliştiği için, belli ödünler verip ABD emperyalizminin çizgisinde konumlanması mümkündür. Dolayısıyla AKP iktidarı ile PKK arasındaki Rojava politikasındaki anlaşmazlığın PKK-Kürtler lehine çözülmesi mümkündür. Ama bu yakın bir çözüm noktası değildir. O halde bir dönem daha keskin düşmanlık ve çatışma sürecinin sürdürülmesi mümkündür.


06 haber yorum

01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Devrimci mücadelenin bugünkü Devrimin çıkarlarının emrettiği geniş bir cephe anlayışının bugün için zorunluluk olduğunu görmekteyiz. Ondandır ki devrimci güçlerle, devrimin kuvveti sayılan partilerle, gruplarla, demokratik kitle örgütleriyle, sendikalarla vb. güçlerle bir cephe oluşturmayı zorunlu görmekteyiz

1

Kasım seçim sonuçlarıyla iktidara hâkim olan AKP savaş hükümetinin yeni döneme daha azgın ve saldırganca başlayacağı muhtemeldir. Geçici-faşist hükümet evresinde bile binlerce devrimcinin tutsak edilmesi, binlerce insanımızın katledilmesi, sokaklara sürülen katillerin semt semt yakıp yıkmaları, AKP iktidarı altında muhtemel geleceğin mesajları sayılabilir. Kaldı ki sınıf mücadelesinde hedef alınan faşist diktatörlük denilen devlet aygıtının, dünü, bugünü, geleceği de aynılık içermektedir. Bu faşist saldırganlık karşısında devrimci güçler, oluşturacakları eylem birliktelikleri ve hareket noktalarındaki birliktelikleri acil görev olarak öne çıkarıp faşist saldırganlıkların karşısında bir geniş cephe birlikteliğiyle durmalıdırlar. Bu birlikteliğin sağlanmasında esas görev de biz Maoistlerin acil görevlerinin başında gelmektedir. Onun için bütün devrimci muhalefeti saldırılar karşısında ortak bir planlama dâhilinde buluşturmadaki önermelerimizin kapsayıcılığı esastır. Diktatörlüğün bütün bürokratik mekanizmalarıyla, sivil çeteleriyle, topyekûn iktidar olanaklarıyla devrimci muhalefete karşı savaş ve imhaya dayalı konseptini hayata geçirmek için sınır tanımayacağı açıktır. Bu gerçeklik ile pratik adımlar atıp topyekûn imhaya dayalı saldırılar karşısında bütünlüğü sağlanmış antifaşist grup, örgüt, sivil toplum kuruluşu, sendikalar, meslek odaları, çevre örgütleri vb. yapıları bir cephe örgütlülüğünde toplayabilmeyi biz Maoistlerin acil görevi saymaktayız. Burada tabii ki birincil önceliğimiz devrimci parti ve örgütlerdir. Bundandır ki genel saldırılara karşı cephe anlayışı doğru olandır. Ama kavram üzerinden yaratılacak sorumluluklardan kaçınılması da anlamlı olmayacaktır. Cephe mi, eylem birliği mi vb. kısır tartışmalardan arınılmalıdır. Bölgemizdeki savaş ve sonuçları, bunun karşısındaki devrimci tutumun ortaklaştırılması Kuzey Kürdistan’daki ulusal mücadele karşısında sendikaların, meslek odalarının, yöre derneklerinin tutu-

mu ile devletin ırkçı, şovenist, katliamcı tutumundaki karşı koyuştaki sorumlulukları: 1- Faşist diktatörlüğün toplumun devrimci muhalefet kesimine karşı sınır tanımayan askeri-politik vb. saldırıları karşısında takınılacak tutumda birliktelik, ortak eylemlikler, mitingler, basın açıklamaları, tartışma kürsüleri, uzun soluklu alan işgalleri, Gezi pratiğinden çıkarılması gereken örneklemeler yığınladır. 2- Topyekûn savaş konseptinin sonucu ormanlarımızın yakılması, yasak bölge ilanlarıyla köy boşaltmalar vb. örneklerle çoğaltılabilinecek çevre yıkımına karşı, çevre ve bölge örgütleriyle birlikte olunmasıyla Kuzey Kürdistan’ta yükselen “Doğduğumuz Yerde Öleceğiz” sloganı ile Yeşil Yol Projesi adı altında rant-

sal ekonomi için feda edilen Karadeniz’le buluşabilir. Ranta ve haksız savaşa karşı “Direnip Biz Kazanacağız” söylemini pratiğe geçirmek zorunluluktur. 3- Bu cephe anlayışımızın bileşenlerinden biri olacak olan kadın örgütlerine daha ağırlıklı sorumluluk düşmektedir. Cephe bileşenimizin parçası olacak olan kadın örgütleri “Doğurduklarımı Sizlere Öldürtmeyeceğiz” sloganıyla bu bileşende saldırılar karşısında aktif olmalıdırlar. Bunun yanı sıra kadın grup ve kuruluşları tarafından, kadın gerillalarının vurulmasından sonraki egemen ırkçı devlet anlayışının teşhiri, ucuz kadın işgücündeki kar hırsı, çalışma yasasındaki uygulamaların sonuçları sayılan örgütsüzlük, kadın katliamları, taciz, tecavüz vb. yığınla saldırılar güncelleştirilip mücadelenin içeriği doldurulabilinir.

4- Devletin parçalayarak, bölerek yönetebilirliği ne kadar kolaylık olarak düşünülse de devlet diğer yandan da çelişkileri derinleşmektedir. Tek ırk, tek din vb. siyaset karşıtlarını da birlikte kavga alanlarına çekmede bir haklı zemin var etmektedir. Buna örnek örgütlü güç olarak sokaklardaki Alevi hareketleri vb. kurumların gündelik ve acil olan talepleri ortaklaştırılıp bileşenin güçlerinden olabilmeleri olanaklıdır. Özellikle devletin Sünnicilik üzerinden yürüttüğü siyasi tarz ve kuruluş felsefesi saydığı Sünnilik ırkçılığın bir boyutudur. Son günlerdeki cemevlerinin, mezarlıkların imhası bile göstermektedir ki Alevi kitlesinin gelecekteki saldırıların daha büyük hedeflerinden olacağı açıktır. Ondan ki bu cephenin ağırlıklı gücü olabilmelidirler.


07 görevi 5- Devrimci mücadelenin değer taşıyan alanlarından saydığımız ya da pratik mücadele alanlarımızın varlığı sayılan devrimci mücadelede önemli yer tutan şehirlerin devrimci coşkusunun hiç sönmediği; 1 Mayıs Mahallesi, Gazi Mahallesi, Gülsuyu, Sancaktepe, Armutlu, Tuzluçayır vb. alanlar devletin sürekli saldırı alanı saydığı yerlerdir. Yeni dönemde de bu alanlar sivil, resmi, çete örgütlerinin hedefi olacaktır. Ondan ki saldırılar karşısında ciddi karşı koyuşların olabilirliği de mücadeledeki ortaklığın asıl görevlerindendir. Bunun için de halkımızın can güvenliği, inanç alanlarının korunurluğu bu saldırı karşıtı cephenin sorumluluğu sayılmalıdır. 6- Devrimci mücadelede geçmişimizde ve bugünümüzde esaslı sorumluluk üstlenmiş gençliğin rolü, semtlerden, fabrikalara, üniversitelerden köy gençliğine uzanan gerçek güç olarak bileşenin ağırlığını oluşturmaktadır. Gençlik, 6 Kasım YÖK protestolarına mahkûm kılınmış gençlik değil, yurt, KPSS, burs, anadilde eğitim, özgür özerk üniversiteler sloganıyla bileşenin gerçek gücü olabilir. Çıraklık, ucuz iş gücü, meslek adı altında soygunlarla çalıştırılan gençlik, yeni dönemde saldırıların altında ezilecek kitleyi oluşturmaktadır. 7- Yeni çalışma yasasının ortaya çıkardığı sonuçlardan hareketle sendikaların işlevsizliği, iş kazalarındaki kayıtsızlıkları, iş güvenliği ve asgari ücret, emeklilik, sınıfın güncelleşebilecek yığınla sorunlarına yeni sorunlar eklenerek büyüyecektir. Bundandır ki sendikalar bu bileşende ekonomik, siyasi, hukuki sorunların eklenerek büyümesine karşı koymadaki sorumlu davranışlarıyla bu cephede sorumlu olmalıdırlar. 8- Meslek örgütleri; çevre, doğa, mimari rant, meslek etiğinin yok sayılması, şe-

hircilik planlaması gibi konularla var olan toplumsal sorumlulukları ile mesleki eğilimlerinde özgür ve bağımsız örgütlenebilmeleriyle beraber diktatörlüğe karşı dayandığımız güçlerdendirler. Bu kurumların bugün sokağın aktif muhalif kurumları olarak bu cephe bileşkesinde olmaları, devrimci sorumluluk olarak önlerindeki görevdir. 9- DİSK, KESK, TMMOB, TTB, Eğitim-Sen, Deri-İş, Limter-İş gibi kurumların varlığı güç katacaktır. 10- Tutsak aileleri, devrimci mücadelede her dönemde saldırı, horlanma, işkenceler, yoksulluk gibi zorluklara rağmen devrimcileri sahiplenmede hiç geri adım atmadan kendi gücünü korudukları bugün de aynı kararlılıkla bulunabilmeliler. Cumartesi Annelerimizin yıllara yayılan direnişleri, kararlılıkları, haykırışları faşist diktatörlüğün her türlü uygulamalarını teşhir etmedeki cüretleri, kararlılıkları, devrimci ruhlarındaki cüret ve kararlılıkla bu direniş cephesinin öğreticileri sayılırlar. Saldırı karşısında oluşabilecek bu direniş kuvvetlerinin önermeleri ve eylem biçimleri de göz önüne alınarak tartışıldıkça ortaya gerçek bir cephe anlayışını çıkarmamız bugünün kaçınılmaz sorumluluğudur. Bu sorumlulukta birinci görev biz Maoistlere düşmektedir. Bu sorumlulukla bütün kurumlarımızla saldırılar karşısında bilincimizin ve yüreğimizin gücünü birleştirip faşist diktatörlüğün her saldırısının karşısında nasıl durulacağını tarihimizden bilmekteyiz. Bu bilincimizin ışığında devrimin çıkarlarının emrettiği geniş bir cephe anlayışının bugün için zorunluluk olduğunu görmekteyiz. Ondandır ki devrimci güçlerle, devrimin kuvveti sayılan partilerle, gruplarla, sivil toplum örgütleriyle, sendikalarla vb. güçlerle bir cephe oluşturmayı zorunlu görmekteyiz.

ÖRGÜTSEL YÖNELİM

≫ refik demir

DEVRİMCİ DURUM DEVRİMCİ HAZIRLIKLARI KOŞULLAR ürkiye-Kuzey Kürdistan’da sınıflar mücadelesi düzleminde cereyan eden toplumsal sorun ve çelişkiler derinleşerek devam etmektedir. Erdoğan/AKP iktidarı nezdinde hâkim sınıfların halklara karşı sürdürdüğü gerici savaş ve saldırganlık tüm pervasızlığı ile sürmektedir. Öyle ki artık kitlesel katliamlarla halklara karşı tam bir kıyımın reva görüldüğü bir süreç yaşamaktayız. Suruç ve Ankara katliamları bunun açık örnekleridir. Keza yine Kürdistan’da OHAL dönemini aratmayan hatta aşan düzeyde uygulanan devlet terörü, Erdoğan/AKP iktidarının önümüzdeki dönem ortaya koyacağı siyasal yönelim ve saldırı politikalarının niteliğini belirleyen bir yerde durmaktadır. 7 Haziran’da yaşadığı yenilgiyi kabullenemeyen Erdoğan/AKP iktidarı, Kürt ulusu ve Kürt Ulusal Hareketi başta olmak üzere onunla birlikte hareket eden, 7 Haziran seçimlerinde güçlü ortak bir irade ortaya çıkartarak sistemin gerici barajlarını yerle bir eden, Erdoğan/AKP iktidarını gerileten ilerici ve devrimci toplumsal güçlere karşı, bütün kirli savaş politikaları ve araçlarını devreye sokarak pervasız bir saldırganlık başlatmıştır. Kendi yasalarını da çiğneyerek ortaya çıkan sonuçları kabul etmeyip süreci tekrardan kendi lehine çevirerek ülkeyi erken seçime götürdü. Gerici zemin ve manipülasyonlarla toplumu iyice kutuplaştıran Erdoğan/AKP iktidarı, yarattığı gerici savaşın toplum üzerindeki etkisini iyi bir şekilde kendi gerici politikaları doğrultusunda örgütleyerek ve tüm gerici odakları bu politikalar noktasında kendinse yedekleyerek 1 Kasım seçimlerinde yeniden tek başına iktidar olmayı başarmıştır. 1 Kasım seçim sonuçları ve ortaya çıkan yeni siyasal durum tabii ki proleter devrimciler başta olmak üzere bütün ilerici ve devrimci güçler tarafından ciddiyetle ele alınarak değerlendirilmelidir. Ortaya çıkan yeni siyasal durumu doğru analiz edip ona göre siyasal tavır geliştirmek ve konumlanmak, bütün ilerici ve devrimci toplumsal güçlerin önündeki temel görevlerden biridir. Fakat şu çok açıktır ki, ortaya çıkan yeni siyasal tablonun yaratacağı sonuçlar ne olursa olsun kesinkes değişmeyecek ve hatta daha da pervasızlaşacak olan, devletin, devrimci, yurtsever ve ilerici toplumsal güçler başta olmak üzere halklara karşı topyekûn saldırı ve sömürü politikalarının eskisinden daha kirli ve barbarca devam edeceğidir. Yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız siyasal konjonktür gerçekliğinde derinleşen toplumsal çelişkilerin yeni süreçle birlikte daha da keskinleşeceği ve bu minvalde de devrimci durumun da iyice yükseleceği kesindir. Devrimci ve komünistler bütünlüklü siyasal yönelimlerini ve

T

taktiklerini nesnel gerçeklikler ve bu düzlemde biçimlenen devrimci durum üzerinden şekillendirirler. Devrimci mücadele keyfi ve kendiliğindenci bir yaklaşımla asla ele alınamaz. Toplumsal gerçeklikler ve bu zemin üzerinden ortaya çıkan sorun ve çelişkilere devrimci müdahale perspektifi ile biçimlenmek zorundadır. Bu bağlamda keskinleşen toplumsal çelişkiler bizlere keskin ve çetin mücadelelere hazırlanmamız gerektiğini emretmektedir. Sınıflar mücadelesinin tüm alanlarında her parçanın özgünlüklerini bilerek ve kavrayarak, derinleşen saldırılar ve keskinleşen çelişkilere uygun olarak konumlanmak bugün elzem olan devrimci bir görevdir. Bu yaklaşım ve zorunluluğu kavrayamayan ya da öteleyen her duruş ve pratik niyetlerden bağımsız olarak koşullara teslim olmaktan ve nihayetinde devrim hareketini zayıflatmaktan başka bir işe yaramaz. Devrimci mücadelede her alanın özgünlüğü ve farklı düzlemlerde biçimlenmesi asla bu gerçekliği değiştirmez. Devrimin ihtiyaçlarına ve gerekliliklerine göre konumlanmayı ve bu düzlemde militan devrimci bir hat geliştirmeyi sadece belli alanlara havale eden ya da tersinden bazı alanları bundan muaf tutan yaklaşımlar kesinlikle proleter devrimci bir duruş değildir. Bütün özgün alanlar ve parçalar merkezi siyasal yönelimimize uygun ve onu güçlendiren bir perspektifle hareket etmelidirler. Bütün alanlarımız merkezi perspektif ve sürecin ihtiyaçlarına uygun olarak kendilerini örgütlemeli ve hazırlık yapmalıdırlar. Artık kitlesel katliamların ve toplu linç saldırılarının barbarca gerçekleştirildiği ve önümüzdeki dönemlerde de artarak devam edeceği bir durumda mevcut ruh halimiz ve durumumuzla buna kesinlikle cevap olamayız. Proleter devrimciler başta olmak üzere tüm devrimci güçler silahlı karşı koyuşu ve devrimci şiddetin kahredici kudretini kuşanmak zorundadırlar. Tüm alanlarda ortak mücadele perspektifi daha da geliştirilerek ilerletilmelidir. Bu noktada devrim hareketinin stratejik bir müttefiki olan Kürt Ulusal Hareketi ile mücadelenin bütün alanlarında ortak hareket etmek bugünün önemli devrimci görevlerinden biridir. Devletin saldırı dozajını iyice arttırdığı ve kitlesel kıyımlara başvurduğu mevcut süreçte, kitlelerin silahlanmasını örgütlemek ve devrimci mevzileri güçlendirmek sürecin en önemli ihtiyaçlarından biridir. Yeni ileri yönelimimiz doğrultusunda, devrimci savaşı, kitlelerin silahlandırılması ve bu düzlemde örgütlendirilmesi perspektifi ile ele almak olması gerekendir. Kitlelerin silahlanmasından ve özne olmasından yoksun olan bir devrimci savaş asla süreci karşılayamaz ve gerçek anlamda bir devrim hareketi yaratamaz.


08

güncel haber

01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Demokrasi mücadelesi

Demokrasinin bir devrim sorunu olması gerici sınıfların baskıcı faşist iktidarlarının sonucudur. Sınıflar yer değiştirmedikçe veya sınıf iktidarları sınıflar arasında el değiştirmedikçe demokrasi sorununun gerçek manada -sosyalist demokrasi düzeyinde- çözüme kavuşturulması mümkün değildir. Bundandır ki, demokrasi sorunu bir iktidar sorunu-devrim sorunu olarak anlam kazanır. Ancak demokrasi sorunu iktidar sorununa bağlı olmasına karşın, siyasi iktidar sorunu kapsamı bakımından veya kapsayıcılığı itibarıyla demokrasi sorununu da ihtiva ettiği gibi bütünlüklü bir değişim muhtevasıyla demokrasi sorunundan önceldir veya esastır Demokrasi, ondan yoksun tutulan insanların uğruna mücadele ettikleri ve bedel ödeme pahasına sakınmadıkları mücadelenin temel konularındandır. Bazen ya da belli şartlarda demokrasi sorunu bu mücadelenin temelidir de. İnsanın insanla mücadele tarihine bakıldığında demokrasi meselesinin mutlaka bu mücadelenin gerekçeleri arasında olduğu görülür.

Gerici sınıf iktidarlarının baskıcı yönetimleri, demokrasiyi, insanın değişmez taleplerinden biri haline getirir-getirmiştir. Öyle ki, baskı ve sömürü altında ezilen toplumlar için demokrasi amiyane değimle “ekmek-su kadar” önemli bir yerde durur. Bundandır ki demokrasi mücadelesi baki olup, köklü bir mücadele zeminine sahiptir. Bu zemin veya mücadele tarihi doğrudan sınıfların ve dolayısıyla sınıfların ürünü olan devletin varlığı veya ortaya çıkışına kadar uzanan bir tarihtir. Demokrasi o kadar güçlü ve köklü bir talep veya istemdir ki, bu uğurda verilen mücadeleler toplumları günümüze kadarki ilerleme aşamasına kadar taşıyan güçtür. Bu talep demokrasi sorunu gündemde olduğu müddetçe insan için aktüel olmuştur, öyle de kalacaktır. Genel olarak demokrasiye ihtiyacı olan insan, yönetilen durumda olup baskı ve sömürüye tabi tutulandır, yöneten durumda olup baskı uygulayan değil… Dolayısıyla bu mücadelenin temeli yöneten ile yönetilen, ezen ile ezen gerçekliğine dayanır, oradan beslenir. Demokrasinin her insanın, her toplumun, her ulusun kendiliğinden hakkı olmasına karşın, sınıflara bölünmüş dünya gerçeğinde ve bu gerçekte cereyan eden sınıf mücadeleleri zemininde kendiliğinden her bireye ait olan bu hak, verilen veya alınan bir hak haline gelmiştir. Daha çok da bedeller ödeme pahasına kazanılması gereken bir hak durumuna gelmiştir. Çünkü gerici sınıflar demokrasi uygulama yerine baskı uygulamış ve demokrasinin ancak bedeller pahasına yürütülen mücadeleler-

le kazanılmasını mümkün kılmışlardır. Siyasi iktidar, devlet, üretim araçlarının özel mülkiyeti gibi temel tayin edici noktalarda olduğu gibi, demokrasinin de egemen sınıflar tarafından gasp edilerek mülkiyetleri haline getirildiği görülmektedir. Onun bir baskı-diktatörlük biçimi olduğu düşünüldüğünde, egemen sınıfların demokrasiyi zorla da olsa “mülkiyetlerine” alıp tasarrufları altına almaları anlaşılmaktadır. Ki, egemen sınıfların hükmettikleri toplumsal sistemde nüfuz altına almadıkları hiçbir şey neredeyse yoktur. Bu durumda demokrasinin tasarruf hakkını ellerine almaları daha anlaşılır olandır. Ancak bütün bunlardan daha kesin bir gerçek var ki, demokrasiden yoksun tutulup baskıya maruz bırakılan sınıf veya insanların bu hakkı kazanmaları tamamen meşrudur, haktır, zorunluluktur. Bu elde etme eylemi, iktidar sahibi gerici sınıfların niteliklerine bağlı olarak zora dayanmak durumundadır. Demokrasiyi gerici sınıflardan beklemek veya onların merhametine terk etmek safça bir yanılgı değilse, burjuva bir manipülasyon ve reformist yoldur.

Demokrasi bir devrim sorunudur Demokrasinin bir devrim sorunu olması gerici sınıfların baskıcı faşist iktidarlarının sonucudur. Sınıflar yer değiştirmedikçe veya sınıf iktidarları sınıflar arasında el değiştirmedikçe demokrasi sorununun gerçek manada -sosyalist demokrasi düzeyinde- çözüme kavuşturulması mümkün değildir. Bundandır ki, demokrasi sorunu bir iktidar sorunu-devrim sorunu

olarak anlam kazanır. Ancak demokrasi sorunu iktidar sorununa bağlı olmasına karşın, siyasi iktidar sorunu kapsamı bakımından veya kapsayıcılığı itibarıyla demokrasi sorununu da ihtiva ettiği gibi bütünlüklü bir değişim muhtevasıyla demokrasi sorunundan önceldir veya esastır. Dolayısıyla iktidar sorunu halledilmesi gereken yerde demokrasi sorunu da halledilmiş-çözülmüş olur. Ancak demokrasi sorununun toplumsal kitleler açısından nispeten zayıf yerde durup siyasi iktidar sorununun daha öne çıktığı durumlarda, mücadele, demokratik muhtevadan daha ileri muhtevaya bürünür. Örneğin sosyalist bir devrim ile sosyalist topluma geçme koşulları varken, devrimi demokratik nitelikte tutmak isabetli olmaz. Elbette orada da bir demokrasi sorunundan veya demokratik muhtevadan söz etmek genellikle mümkündür ama daha da önde olan sosyalist iktidarın kurulması sorunu varken ve bu mümkünken, demokratik aşamada takılıp kalmak hatadır. Sosyalist devrimle sosyalist iktidarın inşasının mümkün olduğu durumlarda bundan sakınıp demokratik devrim ve iktidarı savunmak devrimi zayıflatmaktır. Bütün mesele toplumsal dinamiklerin ekonomik, sosyal, siyasal açıdan buna hazır olması veya bu temelin olup olmaması meselesidir. Şayet koşullar sosyalist devrim ve iktidarın kurulmasına uygun ise sosyalist devrimle demokrasi sorununu çözmek tamamen mümkündür, tersini tasavvur etmek devrimi ertelemek, bilinmez tarihe bırakmaktır.


01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

gençlik haber

09

İktidarın üniversitelerdeki silueti: YÖK Diyebiliriz ki üniversiteler üzerinden planlanan ve fiiliyatta da gerçekleşen birçok kirli politika 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası tarafından hayata geçirilmiş, günümüz itibari ile de faşist AKP iktidarı eliyle daha da geliştirilerek bilimsel eğitim ve öğretimin önüne koca bir set çekilmiştir. Üniversiteleri sermayeye peşkeş çeken ve içerisindeki taşeronlaşma sistemi, kantin, yemekhane fiyatları ve girilecek sınavlarda sınav başına toplanan para vb. birçok şeyi belirleyen iktidarların buyruğuna göre üniversitelere şekilşema vermeye çalışan bir kuruluş, bağlı bulunduğu ve güdümünde olduğu iktidarlarla beraber, ezip geleceksizleştirdiği halk gençliği eliyle yıkılacaktır Yüksek Öğretim Kurulu; 12 Eylül Askeri Faşist Darbesi’nin akabinde faşist cuntanın eliyle bizzat kurulmuş ve kurulduğundan bugüne üniversiteler de halk gençliğine kan kusturan, kan kusturmakla kalmayıp ceplerindeki üç kuruşu “yasal” yollarla gasp eden, bilimsel eğitim şöyle dursun üniversiteleri tekelci sermayedarlara peşkeş çekip sömürü düzenine köle devşiren, yine onların bankalarına kapılarını ardına kadar açıp adeta banka temsilcilerine üniversite içinde kamp kurduran ve bu duruma karşı çıkıldığı zaman halk gençliğini özel güvenlik görevlileri ve polisleriyle tehdit eden, etmekle kalmayıp onların işkence ile gözaltına alınıp tutuklanmasına olanak sağlayan hâkim kliklerin-faşizmin eğitim öğretim alanındaki uzantısıdır. Eşit, bilimsel, parasız ve anadilde eğitim hakkını gasp eden ve hali hazırda bu görevini ziyadesi ile yerine getiren YÖK, dün nasıl faşist Kemalist diktatörlüğün emrine amadeyse, nasıl ki İhsan Doğramacı aracılığı ile darbecilerin emir eri olma misyonunu ve onların sözüm ona eğitim alanındaki “yeniliklerini” satırı satırına uygulamaya koymuş ise, bugün de YÖK, faşist AKP iktidarının üniversitelerdeki uzantısı ve temsilcisidir. Diyebiliriz ki üniversiteler üzerinden planlanan ve fiiliyatta da gerçekleşen birçok kirli politika 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası tarafından hayata geçirilmiş, günümüz itibari ile de faşist AKP iktidarı eliyle daha da geliştirilerek bilimsel eğitim ve öğretimin önüne koca bir set çekilmiştir. Üniversiteleri sermayeye peşkeş çeken

ve içerisindeki taşeronlaşma sistemi, kantin, yemekhane fiyatları ve girilecek sınavlarda sınav başına toplanan para vb. birçok şeyi belirleyen iktidarların buyruğuna göre üniversitelere şekilşema vermeye çalışan bir kuruluş, bağlı bulunduğu ve güdümünde olduğu iktidarlarla beraber, ezip geleceksizleştirdiği halk gençliği eliyle yıkılacaktır. Halk gençliğinin üniversitelerdeki hak arama taleplerini en azgın biçimde bastıran, yüzlercesini hapishanelere attıran, yine yüzlercesinin sudan bahanelerle üniversitelerle ilişkisini kesen, Seher Şahin, Ali Serkan Eroğlu, Kenan Mak ve daha nicesinin kanını elinde bulunduran bu tarihsel pespayelikle mücadele ve onu yok etme gayreti sonuna kadar meşrudur. Bu bağlamda üniversiteler üzerinden hayata geçirilmeye çalışılan tüm bu kirli politikalar gençliğin örgütlü mücadelesi ile önünde sonunda nihayete erecektir. Gençliğin üniversitelerdeki mücadelesine set çekmek için akademik kadroların değişiminden tutalım da, gerici faşist çetelerin palazlandırılması, disiplin yönetmeliği adı altında öğrencilerin öğrenim haklarının ellerinden alınması, gelir düzeyine göre hizmet amiyane tabiri ile parası olanın daha iyi koşullarda daha az

emek vererek okullarından “statü” kazanarak mezun olmaları parası olmayanın ise zorluk çekmek bir yana tüm çıplaklığı ile eğitim hakkından muaf olma zorunluluğu ile karşı karşıya kalması, anadilde eğitim hakkını yok sayarak aleni asimilasyon politikalarının devamını sağlamanın yanında yine aynı gaye ile Türk-Sünni “eğitim” anlayışını dayatma, bilimsellikten çok uzak bir anlayışla eğitim-öğretim meselesini ele alma, rektör seçimlerinin aldığı oy akademik düzeyine veya niteliğe göre değil de egemenlerin tasmalarının oturduğu boyunlara göre seçilmesi gibi birçok meselenin müsebbibi ve gün geçtikçe halk gençliği üzerindeki tahakkümünü en azami dereceye çıkartan Yüksek Öğretim Kurulu’nun meselelerin doğru ele alınıp, uygun ve doğru olan mücadele biçimlerinin esas hale gelmesi ve saydamlıktan sıyrılıp somutlaşması gerçekliğinin akabinde tıpkı azami dereceye çıkardığı tahakküm sınırı gibi, gençliğin kararlı ve cüretkâr mücadelesi ile beraber teyakkuz sınırını da en azami dereceye çıkartacağından-çıkarttığından emin olmamız elzemdir. Bu gerçeklikten hareketle neredeyse yarım asrı bulan bir süre zarfı içerisinde ezilen emekçi yığınların verdiği

haklı mücadelenin şah damarı olan gençliğin mücadelesine karşı konumlanan mevzu bahis gerici-faşist kuruluşun ve onların sahiplerinin buyruklarıyla aldıkları ve uyguladıkları kararları hayata geçirmede zerre tereddüt etmeyen kadrolarına karşı, meşru mücadelesinde sonuna kadar ısrarcı olan halk gençliğinin de bütün bu pespayeliklere karşı koyma cüretinden, örgütlü mücadelede ısrar gerçekliğinden onun getirdiği görev ve yükümlülükleri uygulamada aynı biçimde zerre tereddüt etmeyeceği gerçekliği de mührü elinde bulunduran kodamanların rüyalarına bir karabasan gibi çökmekte ve onları daha da zalim uygulamaları hayata geçirmeye itmektedir. Şu çok iyi bilinmedir ki yapılan veya yapılacak birçok baskı ve zorbalık halk gençliğine geri adım attırmak ya da sindirmek şöyle dursun tersi biçimde daha da cüretkâr bir şekle büründürmektedir. YÖK ve onun itaatkârı birçok “eğitimci”nin hapishanelere çevirdikleri üniversitelerden silinip gitmesi gerçekliği, halk gençliğinin başıboş ve kendiliğindenci muhalefet anlayışından sıyrılıp örgütlü mücadele perspektifi ile donanmış bir biçimde karşı koyuş pratiği ile gerçekleşecektir.caktır”


10

güncel haber

01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Ortadoğu’da emperyalist stratejiler ve Irkçı-şovenist ve Kürt düşmanlığı politikalarla derinleştirilen çatışmalar üzerinden; 1 Kasım seçimleriyle “çoğunlukçu” parlamento iradesiyle merkezileşen faşist Türk hâkim gericiliği, Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesini tasfiye etme stratejisinin koşullarını süreç içinde olgunlaştırarak, ikili taktikle uygulayacaktır. Askeri operasyon ve kontra yönelimlerle, Kürt ulusunun devrimci dinamiğini imha etmek ve bunun akabinde “buzdolabındaki” “çözüm” sürecini devreye koyarak tasfiyeyi gerçekleştirmek, Türk devletinin merkezi siyaseti olacaktır. Bu aynı zamanda emperyalistlerin Kürt devrimci dinamiği özgülündeki siyasetine de hizmet edecektir. 7 Haziran sürecinden 1 Kasım seçimlerine kadar gelişmelerin onayladığı gerçek; devrimci savaşın, süreci devrimci tarzda dönüştürmeye muktedir gerçekliğidir Ortadoğu ve Suriye üzerinde, ABD–AB’nin başını çektiği emperyalist blok ile Rusya’nın başını çektiği emperyalist blok arasında yaşanan dalaş ve çatışma, kendi içinde çözümsüzlükler üreterek devam ediyor. Her emperyalist blok ve dayandığı bölgesel gericilik, kendi stratejik çıkarları ekseninde bölgede rol alırken, emperyalist ve bölgedeki gerici devletlerin gerici çıkarları, bölgedeki bütün toplumsal gelişmelerde emperyalist yayılmacılığın siyasal çözümsüzlüğü olarak sosyal pratikte hayat bulmaktadır. Son olarak, Suriye özgülünde Rusya’nın askeri işgal ve müdahale ile yaptığı hamle, bölgenin “yeniden” paylaşımı ve dizaynı konusunda “yeni” bir sürecin başlangıcı olmuştur. Rusya’nın hamle üstünlüğünü ele geçirmesi olan bu gelişmenin akabinde, “siyasal çözüm” adı altında, emperyalist güçler ve bölgesel işbirlikçisi gericiliklerin de dâhil olduğu görüşmeler trafiği, gerici çatışmaların cereyan ettiği bir başka alan olmuştur. Bu görüşmeler trafiğinden biri olarak Viyana görüşmeleri de, emperyalist çatışmalar ve ittifak arayışları açısından tıkanan emperyalist çelişkiler de, çözümsüzlüğün tekrarından öte bir sonuç yaratamamıştır. Emperyalist politik stratejilerin ve askeri (açık ya da gizli) operasyonların Ortadoğu’yu kan gölüne çevirdiği bir ortamda, bölgeyi kendi çıkarlarına göre dizayn etmeye çalışan emperyalist haydutlar ve işbirlikçi bölgesel devletler, Viyana görüşmeleriyle bir kez daha masa başında kartlarını oynadılar ve kurtlar sofrasına

yatırdıkları Ortadoğu’da stratejik çıkarlarını korumaya-geliştirmeye çalıştılar. ABD, Rusya, Türkiye ve Suudi Arabistan devletlerinin katılımıyla başlayan daha sonra İran, Mısır, Almanya, Fransa, Katar gibi devletler başta olmak üzere 17 devletin Dışişleri Bakanlığı düzeyindeki katılımıyla “tamamlanan” Viyana görüşmeleri, ezilen halklara ve mazlum uluslara saldırıda ortaklaşma dışında, bir ortaklaşma yaratamadan dağıldı. Bütün bu yoğun görüşme trafiğinin temel nedeni, emperyalist politikaların emperyalist güçler açısından yarattığı derin çözümsüzlüktür. Girdiği tüm coğrafyalarda kan ve katliam üzerinden egemenlik kurmaya çalışan emperyalist stratejiler, toplumsal gelişmelerin kahredici gerçeği karşısında çökmektedir. Emperyalist bloklar ve her emperyalist blokun gerici ittifak gücü olarak “stratejik ortağı” halinde konumlandırdığı bölgesel gericilikler arasında yaşanan dalaş ve çatışma ile emperyalist işgal altındaki bölgelerde derinleşen toplumsal çelişkiler ve bölgede direnç gösteren toplumsal dinamikler, “istikrar” kuramayan gerici egemenliklerin çözümsüzlüklerini derinleştirmiş, emperyalist stratejilerin çökmesine vesile olmuştur.

Ortadoğu’da çöken ABD-AB stratejisi ve inisiyatif geliştiren Rus emperyalizmi Ortadoğu, Arap Yarımadası ve somut olarak Suriye üzerinde oynanan emperyalist oyunların başını bugüne kadar ABD-AB

emperyalizmi çekmekteydi. Ve bir dönemin gerici siyaseti olarak çöken emperyalist strateji, ABD başta olmak üzere AB emperyalistlerinin hanesine yazıldı. Rusya’nın fiili askeri müdahalesiyle yaptığı hamle üstünlüğü, bütün bu gelişmelerin akabinde geldi. Ukrayna, Kafkaslar ve Ortadoğu’da Rusya’nın bir adım öne geçmesini yaratan müdahaleyi besleyen bir ayak da “çözümsüzlük” ekseninde kendini tekrar etmekten öteye gitmeyen bu askeri stratejilerdi. Şimdi Rusya’nın aktif rol aldığı süreçte, bölgede çıkarlar yeniden gözden geçiriliyor. Bölgenin “yeniden” dizaynı için, emperyalist stratejiler ve bu stratejilere uygun gerici ittifak güçler “yeniden” tanımlanıyor. Emperyalist blokların, “birlik” manüpilasyonunu örtemediği derin çatışma ve çelişkileri, koşullara ve çıkarlara göre, dizayn edilen bölgesel gerici ittifaklara göre “yeniden” biçimlendiriliyor. Süreç biçimlendirilirken, görüşmeler ve fiili askeri müdahaleler içine çekilen devletler rastlantılar sonucu seçilmiyor tabii ki. Siyasal, ideolojik ve askeri güç olarak, emperyalist hegemonyanın sürecine ihtiyaç olarak gördüğü bölgedeki gerici güçler, bu süreçte egemenlik unsuru olarak iradeleştirilmek istenmektedir. Arap Yarımadası ve Ortadoğu’da, Sünni İslam ve milliyetçilik, “İhvan-ı Müslimin” projesi kapsamındaki bir egemenlik çizgisi, özellikle ABD’nin başını çektiği emperyalist blok çizgisidir. Sunni İslam’ın tarihsel güçlü kökleri olarak, Suudi Arabistan’ın, Arap milliyetçiliğinin köklü şekillenişi olarak Mısır’ın, yine bu iki çizginin güncel sentezi

olarak faşist Türk hâkim sınıflarının sürecin içinde olmaları, sadece bölgenin dizayn edilmesinde fiili olarak konumlandırılan güç ya da “dinamik” bölge devletleri olmaları itibarıyla değildir. Bölgenin dizaynı konusunda, Sünni İslam-milliyetçilik çizgisinin ideolojik, siyasal ve askeri ayağının güçlü “dinamikleri” bu gerici devletler üzerinden şekillendiği için, emperyalizm bu gericilikler üzerinden esasta hegemonyasını tesis etmektedir. Yine Rusya’nın Esad ve İran merkezli gerici ittifakı, ümmetçilikle ulusal çizginin sentezi üzerinedir. Bu merkezli şekillendirilen hegemonya, diğer güçleri de potasına toplama siyasetiyle ete kemiğe büründürülmek istenmektedir. Türkiye, Suudi Arabistan, İran, Mısır, Rusya, ABD gerici güçleriyle, ikili, üçlü, dörtlü ön görüşmelerle 17 devletin katılımıyla “final” görüşmeleri “tamamlanan” Viyana süreci, bu mantıkla parçadan bütüne örgütlenmiştir. Rusya’nın fiili askeri müdahalesiyle hamle üstünlüğünü ele geçirdiği süreçte, emperyalist güçlerin ve bölgesel gericiliklerin “uzlaştığı” ana noktalar, kaygıları ve korkuları olmuştur. “Esad giderse yerine daha radikal bir güç gelir”, “Esad’tan önce bölgede daha tehlikeli olan güçler tasfiye edilmelidir” (mevcut durumda DAİŞ gericiliği hedef güç olarak ifade edilse de, esasta tasfiye edilmesi gereken güç bu gericibağnaz örgütle sınırlı değildir. Kürt Ulusal Hareketi merkezli devrimci zeminde duran sosyal ve ulusal dinamiklerin tasfiye edilmesi, bu planın çok tartışılmayan ön ayaklarından biridir) yaklaşımı “ortaklaştıkları”


01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

güncel haber

11

‘T.C.’nin Kürt ulusunu boğma hayalleri temel noktadır. Bu tali sayılabilecek “uzlaşı” dışında emperyalist güçler ve gerici bölge devletleri tam bir çatışma ve dalaş halindedir. Özünde emperyalist yayılmacılık, gerici güçleri tasfiye etmeyi değil, denetiminde hegemonyası için kullanabileceği bir güç konumuna getirmek istemektedir. Güncel bir örnek olarak, bugün “bitirilmesi” gereken güç olarak askeri operasyonlarla hedefe alınan DAİŞ, sürecin farklı bir kesitinde, emperyalist hegemonyanın bir parçası olarak, ezilen halklara ve mazlum uluslara karşı konumlandırılabilinir. Emperyalizmin temel ilkesi, gerici çıkarlarının tarihsel konjonktürüdür. Sermayenin genel çıkarları, en etkin nasıl güce dönüşüyorsa, ona göre özgünlükler şekillendiriliyor. Yani gericilik insani değerler başta olmak üzere, rekabette, egemenlikte ilkesizdir ve kuralsızdır. Bu anlamıyla bugün çatıştığı ya da ittifak halinde olduğu tüm gerici güçler emperyalist hegemonyanın sosyal zeminidir. Emperyalizmin ve gericiliğin üzerinde stratejiler belirlediği temel güçler, bölgede var olan gericilikler değildir. Ki bu gibi gericiliklerle, sürecin herhangi bir kesitinde “uzlaşabilir.” Emperyalist stratejilerin temel yönelimi, ulusal ve sosyal dinamiklerdir. Ortadoğu özgülünde Rojava-Kobanê direniş çizgisinin, PYD-PKK politik örgütsel duruşunun, emperyalistlerin “terbiye” edilmesi gereken güç olarak ele alınıp ilişkilerin bu zeminde organize etmesi, bu mantıklarının gereğidir. KDP ile ittifakında, bölgede etkili olamayan ABD’nin YPG’ye silah yardımı, bu oyunun parçasıdır. Yine Rusya’nın, PYD’yi Esad’la “uzlaştırma” çalışmaları, bu oyunun farklı boyutudur. Emperyalist bloklar başta olmak üzere bölgesel gericilikler, “terbiye” edilmiş Kürt dinamiğini kendi tarafına çekmek istemektedir. Bu sorun, hem emperyalist bloklar arasında hem emperyalist bloklarla Kürt ilerici siyasal çizgisi arasında hem de bölge gericilikleriyle Kürtler arasında derin bir çatışma konusudur. Burada tayin edici olan Kürt siyasal önderliklerinin duruşudur tabii ki. Emperyalistlerin askeri-teknik donanım “yardımı” ve “ittifak” siyaseti; “terbiye” edilmiş Kürt ulusunun dinamik rolüyle bölgeyi dizayn etme çabasıdır. Bunun pratik anlamı, politik diplomasi ile ya da askeri güçle, Rojava çizgisinin ve Kobanê direniş ruhunun, emperyalizme yönelmesi muhtemel olan dinamiğinin tasfiyesidir. Kürt ulusunun önderlik çizgisinin, bu oyunu devrimci savaş ve politik diplomasi çizgisiyle boşa çıkarması, kendi kaderini tayin etme hakkını vazgeçilmez politika olarak belirlemesi, devrimci ve komünist güçlerle geliştirdiği-geliştireceği ilerici, devrimci duruşun güçlü mevzisi olacaktır.

İnkâr, İmha, Talan ve Soykırım, Türk Devletinin Kürt Politikasının Özüdür Bölgede model ülke ve “Osmanlıcı” yayılmacılığın süreçteki gücü olma hevesiyle, ABD’nin verdiği role uygun davranan “TC”, gelinen aşamada, ABD’nin Rusya karşısındaki diplomatik manevralarını dahi “anlamadan”, “BOP” projesinin rolleriyle hareket etmektedir. Suudi Arabistan ve Katarla beraber, “eski” Suriye politikasında ısrar eden bu üçlü, “İslamcı muhaliflerin”, askeri bakımdan desteklenmesini çıkarlarının korunması için esas görmektedirler. ABD bu üçlü bloka monte ettiği KDP gerçekliğine çok güvenmiyor. Aynı şekilde Türk gerici hâkim sınıfları da bu bileşene güvenmiyor. Çünkü gerici çıkarların temelsiz birlikteliğidir bu. ABD bu temelsizliğe dâhildir. Suudi Arabistan’ın İran karşıtlığı

üzerinden şekillenen Suriye karşıtlığı, yarın Rusya’nın daha ileri hamleleriyle, Rusya lehine değişebilir. Katar, kıymeti olmayan bir güç. KDP, Kürt aşiretlerini dahi bir dinamik olarak harekete geçirememekte, “paralı lejyonerler” gibi davranmaktadır. Bütün bunlar ele alındığında, Türk devleti, bölgedeki saldırganlığını, kendi askeri gücüyle göstermeyi gerekli görmektedir. Son dönemde merkezileştirdiği “PYD’de DAİŞ gibi terörist bir örgüttür” siyaseti, iki yönlü sonuç alma hamlesidir. PYD’ye müdahale ile hem Suriye’de askeri güçle rol oynama ama esas olarak Rojava devrimini tasfiye etme hem de kendisi için “risk” gördüğü Kürt ulusal direnişini, o alanda boğmayı amaçlamaktadır. Viyana görüşmelerinde, ısrarla bu konuyu öne çıkarma çabasının temelinde, Kuzey Kürdistan’da başlattığı katliam ve imha seferlerini, Kobanê ve Rojava sahasına yaymaktır. Viyana’da kurulan kurtlar sofrasında, Türk devletinin Esad konusundaki “itirazları”, ABD’nin “itiraz” sınırları kadardır. Türk devletinin masada esas kabul ettirmek istediği, Rojava’ya askeri müdahaledir. “Müttefiklerimizin PYD ile işbirliğini doğru bulmuyoruz. Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul ettiği PYD’nin bölgede çözümün bir parçası olarak sunulması tarafımızdan kabul görmemektedir. ABD ve Rusya

müttefik güçlerimiz olarak PYD’ye silah yardımında bulunması tarafımızdan onaylanamaz. Göç dalgası ve sınırlarımızın PKK, PYD ve DAİŞ hâkimiyetinden kurtarılması için, Cerablus-Azez hattında güvenli bölge, olmazsa olmaz ihtiyacımızdır.” Anlayış olarak böyle formüle edilen Türk devletinin bölge siyaseti, gazetemiz sayfalarında daha öncede değerlendirilen, aynı siyasetin tekrarıdır. Ana hedefi, PYD ve PKK önderliğindeki Kürt Ulusal Hareketi’dir. DAİŞ söylemi manüpilasyondur. Değil Fırat’ın batı yakası, DAİŞ, TürkiyeKuzey Kürdistan sahasında “uyuyan” hücreler olarak konumlandırılmış durumdadır. Kuzey Kürdistan’dan Fırat’ın batı yakasına Mezopotamya coğrafyasında, inkâr edilen ve imha edilmek istenen, Kürt ulusudur. ABD, Türk devletinin imha yönelimini mevcutta onaylamamaktadır. Bunun nedeni Kürtlerin ulus olma hakkına duyduğu saygı değildir. Rusya’nın askeri yayılmacılığı karşısında dinamik olarak yanına çekmek istediği PYD’yi bir biçimle “koz” olarak tutmak isteyen ABD’nin, “terbiyeli” Kürt siyaseti gereği, Türk devletinin askeri yönelimlerine sessiz kalması, olasılıklar dâhilindedir. Yine Esad’la PYD’yi aynı mevzide ortaklaştırmaya çalışan Rusya iradesi, Türk devletinin askeri “seferlerine” engel teşkil eden olgulardır. Bölgede emperyalist stratejilerin dışında hamle yapma şansı olmayan faşist Türk devleti, belirli yoklamalarla,

Kürt ulusu nazarında şekillendirdiği imhacı, inkârcı, katliamcı siyasetini denemiştir. YPG mevzilerine yapılan askeri müdahaleler, bunun açık örneğidir. Kuzey Kürdistan Rojava hattını askeri operasyonlarla teslim alma, Türk devletinin pembe rüyasıdır. Bu rüya, merkezileşmiş, tekleşmiş bir siyasal erkle daha kolay gerçekleştirilebilinir. Askeri alan dâhil, demokratik zeminde hareket eden tüm kurumları, içte sindirme, yayılmacı bir siyasetle sınır hattının dışında seferlere çıkma, güncel olarak yaşadığı yönetememe “krizine de” “çözüm” olacaktı. Somut olarak 1 Kasım seçimlerinde doğan sonuç; hile ve anti demokratik seçim koşullarının yanında devreye konulan bu “iç” ve “dış” siyasetin ürünüdür. “Yüce” Türk ulusunun bekası ve bölgesel çıkarları için”, “bayrak”, “vatan” gibi kutsal değerlerimizi tehdit eden tüm güçler bertaraf edilmelidir siyaseti, bölgede ve Kuzey Kürdistan’da, Kürt Ulusal Hareketi başta olmak üzere, devrimci ve sosyalistleri imha etme seferlerine dönüşmüştür.

Gelişmeler Birleşik Sosyalist Kürdistan bayrağının zeminini güçlendirmiştir Bu ırkçı-şovenist ve Kürt düşmanlığı politikalarla derinleştirilen çatışmalar üzerinden; 1 Kasım seçimleriyle “ço-

ğunlukçu” parlamento iradesiyle merkezileşen faşist Türk hâkim gericiliği, Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesini tasfiye etme stratejisinin koşullarını süreç içinde olgunlaştırarak, ikili taktikle uygulayacaktır. Askeri operasyon ve kontra yönelimlerle, Kürt ulusunun devrimci dinamiğini imha etmek ve bunun akabinde “buzdolabındaki” “çözüm” sürecini devreye koyarak tasfiyeyi gerçekleştirmek, Türk devletinin merkezi siyaseti olacaktır. Bu aynı zamanda emperyalistlerin Kürt devrimci dinamiği özgülündeki siyasetine de hizmet edecektir. 7 Haziran sürecinden 1 Kasım seçimlerine kadar gelişmelerin onayladığı gerçek; devrimci savaşın, süreci devrimci tarzda dönüştürmeye muktedir gerçekliğidir. Tarihsel gelişmeler, dört parçada Kürt ulusunun tarihsel haksızlıkları parçalayıp birleşmesini davet ediyor. Emperyalist ve bölgesel gericiliklerin karşısına, Birleşik Sosyalist Kürdistan bayrağının, Rojava’nın güncellenmesini davet ediyor. Türk devletinin tüm gerici planlarını bozmak, bu bayrağın iradesiyle mevzilerde durmaktan geçer. Devrimci ve komünistlerin, Kürt ulusunu boğma seferlerine karşı gericiliğin geliştirdiği özel savaş konseptinde destek taburu olmaktan çıkıp süreci ileriye taşıyan bir özne halinde konumlanmaları, sadece Kürt ulusunun bağımsızlığı için değil, sosyal kurtuluş mücadelesinin de görevlerini icra edecektir.


01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Her gerici süreç devrimci müc Proleter devrimci mücadele sadece bir süreç vesilesiyle benimsenemez, herhangi bir sürece indirgenip güdükleştirilemez. Bu mücadele siyasi iktidar perspektifine bağlı olup stratejik bir doğrultuya sahiptir. Sürece has mücadele biçimlerini benimseyip uygulasa da, mücadeleyi süreçle veya somuttaki iktidarla sınırlı tutmadan tüm gerici sınıfları ve onların gerici iktidarlarıyla devletini yıkmayı mücadelesinin eksenine koyar. İster somut iktidarlar olsun ister belli süreçler olsun ve isterse de gerici düzen altındaki tek tek çelişki ve değişik sorunlar olsun, bütün bunların temel kaynağı olarak gerici sınıflar devleti olarak tespit eder ve tüm mücadelesini buna uygun olarak ele alır, biçimlendirir. Eskiye ait olanın yeni bir dönemine giriyoruz. Erdoğan/AKP iktidarına ait olan bu dönem biçimsel olarak yeni dönemdir. Özü itibarıyla eskidir. Yeni dönem dememizi, tek başına iktidar olma pozisyonunu yitiren ve sonra topyekûn bir savaş saldırganlığı ile ağır baskıların hükmünde koyu bir gericilik dönemi sürdüren, aslında iyice batacağı beklenen ama gelinen aşamada 1 Kasım seçimlerini büyük ara farkla birinci parti olarak kazanan ve tek başına iktidar olma imtiyazını yeniden elde eden bir Erdoğan/AKP iktidarı sürecinin tam gitmişken “sürpriz yapıp” yeniden aktüel olması nedeniyle söylüyoruz. Süreç biçimsel ve göreli olarak Erdoğan/AKP güruhu lehine sonuçlansa da bu güruhun döktüğü kandan işlediği suçlara kadar bir yığın çürüğü ve yumuşak karnı bulunmaktadır. Yani siyasi teşhirinin yürütülmesi için son derece uygun şartlar sunmaktadır. Bunun devrim doğrultusunda kullanılması ertelenmez bir görevdir. 1 Kasım seçimleri sonrası gündeme gelen bu süreç olağandışı özelliklere sahip olmayacaktır. Klasik gerici faşist

iktidarların duruma göre siyaset belirleyip uyguladığı her zamanki süreçlerden biri olacaktır. Muhalefetin gelişmesine bağlı olarak baskıları arttıran, muhalefetin sessizliğe-suskunluğa gömülüp zayıfladığı koşullarda ya da nispeten uyumlu muhalefet yürüttüğü koşullarda demokrasi havariliğinden geri durulmayan klasik burjuva yönetim biçiminin tekrarı bir iktidar dönemi olacağı söylenebilir. Bilinçli olarak ifade ediyoruz, evet, muhalefete karşı izlenen politikadan, uygulanan baskıdan söz ediyoruz. Çünkü bütün gerici iktidarların kendi içindeki eleştiri ve muhalefete karşı dahi hoşgörü göstermekten yoksun olacak kadar gerici olduğunu biliyoruz. Gerici egemen sınıf iktidarlarının en küçük demokratik tepki ve hatta eleştiriye karşı bile tahammül etmeyecek kadar gerici olduğu biçimindeki söylem tamamen doğrudur. Yani gerici sınıf iktidarlarının sadece devrimci mücadele ve demokratik muhalefete karşı değil, burjuva klikler arası muhalefet ve mücadeleye karşı da tahammülsüz olup zaman zaman kaba baskı yöntemlerine başvurduğu tecrübelerle sabittir. Kendi içindeki muhalefet ve eleştiriye karşı bu denli tahammülsüz olan komprador tekelci burjuva iktidarların, söz konusu olan devrimci mücadele, demokratik muhalefet ve devrimci halk kitlelerinin yükselen mücadele ve direnişleri olduğunda, gerici burjuva tahammül sınırı sıfıra inmekte, baskının dozajı ise en kaba faşizme kadar çıkmaktadır. Bu sınıf tavrı ve sınıf düşmanlığının doğası gereğidir. Proleter devrimciler bunu sınıf düşmanlığı ilişkileri bağlamında öngörüp yadırgamadan, buna karşı kararlı devrimci mücadele hakkını kullanmayı benimsemekten sapmazlar.

Proleter devrimci mücadele siyasal iktidarı hedef alır Proleter devrimci mücadele sadece bir süreç vesilesiyle benimsenemez, herhangi bir sürece indirgenip güdükleştirilemez. Bu mücadele siyasi iktidar perspektifine bağlı olup stratejik bir doğrultuya sahiptir. Sürece has mücadele biçimlerini benimseyip uygulasa da, mücadeleyi süreçle veya somuttaki iktidarla sınırlı tutmadan tüm gerici sınıfları ve onların gerici iktidarlarıyla devletini yıkmayı mücadelesinin eksenine koyar. İster somut iktidarlar olsun ister belli süreçler olsun ve isterse de

gerici düzen altındaki tek tek çelişki ve değişik sorunlar olsun, bütün bunların temel kaynağı olarak gerici sınıflar devleti olarak tespit eder ve tüm mücadelesini buna uygun olarak ele alır, biçimlendirir. Devlet iktidarına yönelmeyen bir mücadele devrimci de olsa, proleter devrimci değil, küçük-burjuva devrimcidir. Ya da devrimci değil, son tahlilde de olsa reformisttir. Sınıf iktidarı ve sınıf devletini konu edinmeyen bir mücadele asla sosyalist mücadele olamaz. Hatta devrimci mücadelenin komünizm perspektifine sahip olmaması da söz konusu mücadelenin proleter özellikte olmayıp, küçük-burjuva devrimci nitelikte olduğunu gösterir. Ancak burada belirtmek gerekir ki, yukarıda özetlediğimiz proleter devrimci mücadelenin kesinlikle herhangi bir sürece karşı mücadeleden, somut herhangi bir gerici iktidara karşı mücadeleden ya da herhangi somut bir siyaset veya sürece uygun somut taktik bir politikadan, bu politikanın benimsenmesinden bağımsız değildir. Bilakis proleter devrimci mücadele bütün bunları bağrında toplar. Tek farkla, bütün

bunları siyasi iktidar mücadelesine tabi olarak ele alır. Yani sınırlı devrimci mücadele tutumu, reformist mücadelenin siyasi iktidarı hedeflemeyen ya da siyasi iktidar hedefinden bağımsız olarak ve tüm gerici sınıf iktidarlarına karşı mücadele gerçekliğinden uzak olarak herhangi bir iktidarı hedeflemekle yetinme veya herhangi bir süreçle sınırlı mücadeleyle yetinme yöneliminden farklı olarak, proleter devrimci politika, bütün bu mücadeleleri siyasi iktidar mücadelesinin bir parçası olarak ele alır. Örneğin salt AKP karşıtlığı güden bir yaklaşım görece bir devrimcilik taşır ama AKP iktidarına karşı mücadeleyi gerici sınıf iktidarlarına karşı mücadelenin parçası olarak ele alan yaklaşım katıksız bir devrimcilik-proleter devrimcilik taşır. Proleter devrimci mücadele elbette tek tek sorunlar şahsında biçimlenen mücadeleleri, somut şartlara göre belirlenen somut politika veya belirli süreçlere uygun taktik siyasetleri benimser ve pratikleştirir. Bunda en militan mücadele biçimlerinden en barışçıl mücadele biçimlerine kadar her mücadele biçimi


perspektif

cadeleyi geliştirme vesilesidir

ve aracını kullanmaktan çekinmez. Dolayısıyla proleter devrimci çizgi ve tavrın sadece stratejik mücadeleler benimsediği ama taktik mücadeleler benimsemediği ya da salt militan biçimler benimseyip barışçıl olan biçimler kullanmadığı vb. sonucu çıkarılamaz, Aksine proleter devrimci politika, ekonomik, kültürel, ulusal, akademik vb. her çelişkiyi değerlendirerek bu çelişkiler üzerinden siyasi iktidar mücadelesini geliştirir. Somut durum ve çelişkileri devrim lehine kullanmakta tereddüt etmez. Temel prensip olarak, amaçlarla çatışmayan ya da amaçlarla uyumlu olan her mücadele biçimi ve aracını istisnasız olarak kullanır. Yine prensip olarak, taktik değerde olan biçim ve yöntemleri abartarak strateji derekesine çıkarmaz, ilkelerinin önüne koymaz. Yani bu mücadeleleri ve mücadele konularını amaçlaştırmaz. Bu bakımdan bilinen ölçüler muhafaza edildiği sürece proleter devrimci politika, devrime hizmet eden ve amaçlara uygun olan hiçbir mücadele biçimini ilkesel olarak reddetmez. Süreç bağlamında tartıştığımız için, AKP iktidarı ve bunun damgasını vurduğu

gerici süreçte benimseyip uygulayacağımız politika ve mücadelemizin, yukarıdaki anlayış çerçevesinde biçimlenmesinde hiçbir sorun yoktur. AKP iktidarına karşı mücadele ve bu iktidarın özellikle teşhir edilmesi bu süreçte öne çıkan politika olacaktır. Bunun salt anti-AKP’ci olduğu düşünülemez, iddia edilemez. Somut durumda gerici sınıflar iktidarını AKP iktidarı temsil ettiği için, somut hedefimiz de bu iktidardır. Kaldı ki, mücadelemiz sadece mevcut iktidarı hedefleyen muhtevada değil, bir bütün olarak gerici devlete de karşıdır. Gerici devlete karşı mücadelenin onun temsilindeki iktidara karşı mücadeleden bağımsız gelişmesi düşünülemez. Halk kitlelerine baskı ve sömürü uygulama konumunu yöneten olarak temsil eden iktidar olduğu için, katliamlardan, bilumum baskıların uygulanmasından doğrudan iktidar sorumlu olduğu için pratik mücadelemizin de doğrudan bu iktidarı hedeflemesinden daha doğal ve anlaşılır bir durum olamaz. Aynı biçimde bu mücadelemiz salt bu sürece has bir mücadele de değildir. Süreç sadece mücadelenin belli biçimler almasında, yoğunlaşmasında rol oynayan etkendir. Süreçler bazen koyu baskıyla karakterize olduğunda devrimci politika buna uygun konumlanmayı benimser. Eğer süreç yumuşama eğilimi gösterirse, devrimci mücadele bu yumuşama olanaklarını sonuna kadar devrimin hizmetine sunup mücadeleyi geliştirmek için değişik olanak veya biçimler devreye sokar. Bunun dışında sürecin mücadeleyi esnetme-gevşetme ya da molaya alma gibi bir etkisi olamaz. Süreç taktiksel değişimler vb. gerektirse de, gerici sınıf iktidarları gerçeğini ve dolayısıyla da devrimci mücadelenin genel stratejik hedefini değiştirmez.

Devrimci-demokratik ittifaklar geliştirmek sürecin devrimci görevlerindendir Yine sürece uygun olarak ve sürecin olanaklı kılmasına bağlı olarak benimsenen taktik veya stratejik politikalar, bunlar bağlamında oluşturulan devrimci ittifak veya benzeri biçimler yanlış değil, tersine gerekli ve doğrudur. Genel devrimci süreç veya bu süreç içinde olgunlaşan herhangi bir kesitte, devrimci veya demokratik ilerici-yurtsever güçlerle ittifaklar yapmak somut sürecin ihtiyacı olmakla birlikte, devrimci anlayış ve stratejik yönelime bağlı olan doğru bir-

likler, pratiklerdir. Bunları süreç dayattı, sürecin zorlamasıyla oldu, süreç bağlamında ihtiyaç duyulduğu için faydacılıkla ele alındı diyerek yadsıyabilir miyiz? Hayır. Peki, süreç sürükleyerek yedekledi şeklindeki eleştirilerle bu doğru politikalardan vazgeçilebilir mi? Elbette hayır. Çünkü varsayımsal olan bütün bu yaklaşımların zemini çürük olup gerçek dışıdır. Açık ki, bu ittifaklar stratejik politikalar olarak benimsenmesi gereken ve genel olarak uygulanması gereken doğru politika ve pratiklerdir. Bugüne kadar güçlü olarak gerçekleştirilememiş olması veya bugünkü gibi etkili ve belirli zeminlerde yapılmamış olması, yapılan ittifakların hatalı olduğu anlamına gelmez. Tam tersine geliştirilmesi gereken pratik ve politikalar olduğu açıktır. Bu politika veya pratikler elbette devrimin olmazsa olmazları değildir. Ancak devrimin olmazsa olmazları değerindeki cephenin bu pratikleri içinde geliştirileceği inkâr edilemez. Dahası somut siyasi mücadele bağlamında da bu politika ve pratikler, proleter devrimci tavra uygun olup onun gerekleridir. Bu bağlamda belirli süreçlerin önemli avantajlar gündeme getirdiği, önemli açılımların ve gelişmelerin sağlanmasına uygun olanaklar sunduğu, dolayısıyla da ilgili süreçlerin önemle takip edilmesinin gerekli olduğu açıktır. Bunun gibi, AKP iktidarının bu yeni süreci de önemle değerlendirilmesi gereken bir süreçtir. AKP’nin siyasi teşhirinin etkili olarak yapılması iktidar gericiliğini gerileteceği gibi, devrimci güçleri veya demokratik kazanım ve mevzileri de ilerletebilir. AKP iktidarının yolsuzluk-rüşvet kamburundan toplu katliamlar yapmaya, IŞİD ile zımni ilişki ve anlaşmalardan açık destek vermeye, toplumun hemen her kesimini kapsayan baskılardan burjuvazinin çeşitli kesimlerine uzanan baskı zincirine ve başkanlık hedefi boşa düştüğü için Kürt ulusuna karşı açılan haksız savaş saldırganlığında gerçekleştirilen katliamlara, kitlesel katliamlarla sonuçlanan IŞİD bombalamalarına, maden işçilerinin toplu katliamları karşısında şirketleri koruyarak ölümleri doğal göstermeye ve daha sayamadığımız yüzlerce vukuatına kadar yığınca suçu ve kokuşmuşluğu bulunarak devrimci ajitasyon ve propagandaya zengin bir zemin sunmaktadır. Bu zemin üzerinden görsel, sözlü, yazınsal vb. biçimlerde ajitasyon ve propaganda çalışmalarını yo-

ğunlaştırarak geniş kitleleri aydınlatıp örgütleyebiliriz. Unutulmamalıdır ki, bütün çürümüşlük, kokuşmuşluk ve katliam dâhil tüm suçlarına rağmen AKP iktidarının ayakta kalması kitle temelinin-oy desteğinin güçlü olmasından ileri gelmektedir. Bunca suç işleyen, bunca baskı ve saldırganlık uygulayan, toplumu keyfiyet ve kişisel menfaatleri uğruna savaşa sürükleyen başka bir iktidarın bir ay iktidarda kalması bile mümkün olamazken, AKP’nin yirmilere dayanan iktidar sürecine sahip olması yalnızca ve yalnızca kitlelerin desteği sayesinde mümkün olmuştur. Kısacası, proleter devrimcilerin önemle kitleleri örgütleyip birleştirmeye çalışması, son derece isabetli ve anlamlı bir çaba olacaktır. Devrim yaratan kitlelerin öneminden daha fazla söz etmenin gereksiz olduğu açıktır. Ancak buna rağmen devrimci hareketin esasta kitlelerden kopuk olduğu da acı bir gerçektir. Kitleler kendiliğinden devrimi yapmayacağına veya kendiliğinden bizlere gelmeyeceğine göre bizlerin kitlelere gitmekten başka şansımız yoktur. Bir taraftan devrimci, ilerici, demokratik güçlerle birleşelim diğer taraftan da geniş halk kitleleriyle birleşelim. Devrimci savaşı geliştirip devrime gitmek için kitlelere gitmek, onları birleştirmek ve onlarla birleşmek şarttır.

Süreç silahlı mücadelede yoğunlaşmayı emrediyor Başka bir somut sorumluluk ve görev alanı da silahlı mücadele ve gerilla savaşında yoğunlaşma ihtiyacıdır. Proleter devrimci politika bu alanda güç olmadan gerekli gelişmeleri sağlamaktan geri kalmakla yüz yüze olacaktır. Gerek hâkim sınıfların siyasi teşhirini etkili biçimde gerçekleştirebilmek için gerek demokratik, ilerici ve devrimci güçler ile geniş halk kitlelerini birleştirmek için ve gerekse de büyük bir siyasi güce ulaşıp devrimci koşulları devrime dönüştürmek için askeri bakımdan güç olmanın tayin edici olduğu açıktır. Askeri siyasi güç olmadan devasa kitleleri sürükleyen bir güven merkezi olmak mümkün değildir. Silahlı mücadele ve gerilla savaşında yoğunlaşarak nitelik edinmenin, her türden tasfiyeciliğe karşı etkin bir mücadele vermenin ve sağ pasifist eğilimleri yıkıp düzeltmenin anahtarı olduğu inkâr edilemez bir doğrudur. Devrim silahlanmış kitlelerin eseri olacaktır.


14

güncel analiz

01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Keskinleşen sınıf mücadelesi

ve görevlerimiz... Tüm gerici savaş, pervasız saldırganlık ve kitlesel kıyımlara rağmen ilerici-devrimci toplumsal güçlerin HDP nezdinde ortaya koydukları çaba ve irade oldukça önemlidir ve asla küçümsenmemelidir. Yaşanan siyasal tablo sonucunda karamsarlığa kapılmak asla doğru bir tutum değildir. Aslolan sokaklara, dağlara, vardiyalara ve barikatlara dayanan mücadelenin kendisidir. Seçimler ve parlamento, bizler için, sadece toplumsal mücadeleyi güçlendirme perspektifi ile taktik bir politika olarak ele alınan bir yerde durmaktadır. Bu perspektif ve yönelimle ortaya çıkan yeni siyasal durumu iyi analiz ederek ve devrimin ihtiyaçlarına göre stratejik olarak konumlanarak cevap olabilmeliyiz. Yeni süreçte hâkim sınıfların ve somut temsilcisi Erdoğan/AKP iktidarının halklara yönelik pervasız saldırganlığı daha da artarak devam edecektir. Tüm bu gelişmeleri doğru tespit ederek ilerici ve devrimci toplumsal güçlerin yakaladığı birlikte mücadele iradesini daha da geliştirerek güçlü bir mücadele hattı örmeliyiz Sınıf mücadelesi tüm çarpıtmalara ve manipülasyonlara meydan okurcasına kendi devrimci yasalarıyla keskinleşerek devam ediyor. Yakın döneme kadar emperyalist dünya gericiliğinin ve onun yörüngesindeki bilumum burjuva liberal ve sınıf işbirlikçilerinin iştahlarını kabartarak dillendirdikleri ‘Sınıflar ve sınıflar mücadelesinin artık miadını doldurduğu’ burjuva tezleri, yine sınıf mücadelesinin kendi devrimci gelişimi ve devrimci yasaları tarafından paramparça edilmiştir. Onların dillendirdiklerinin tam aksine sınıflar arası çelişkiler ve mücadele daha da keskinleşerek boyutlanmıştır. Emperyalist barbar dünya ge-

riciliği ve onlarla aynı gerici zeminde buluşan bilumum gericilik var olduğu sürece sınıflar mücadelesi de var olacaktır. Emperyalist barbar dünya gericiliğinin halklar üzerindeki gerici tahakkümü ve vahşi sömürüsü devam ettiği müddetçe, halkların devrimci mücadelesi de kaçınılmaz olarak var olacaktır. Hiçbir gerici safsata bu gerçekliği değiştiremez. Ki dünyanın onlarca parçasında ezilen ve sömürülen kitleler bu gerici ve vahşi barbarlığa karşı ayağa kalkarak isyan etmektedirler. Devrimin fırtına merkezleri olan Asya, Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın hemen hemen bütün parçalarında ezilen ve sömürülen halklar yaşadıkları keskin çelişkiler ve sorunlar bağlamında ayağa

kalkmaktadırlar. Proleter devrimciler, ayağa kalkan kitlelerin mücadelesini devrimci-komünist önderliklerden yoksun diye küçümseme ve kayıtsız kalma tavırlarına asla ve asla giremezler. Emperyalist dünya gericiliği ve onun tüm bileşkelerine karşı ayağa kalkan ve mücadele eden kitlelerin başkaldırısı, devrimcidir ve meşrudur. Sınıflar mücadelesi ve onun zemininde cereyan eden toplumsal çelişkiler ve mücadeleler bizlerin keyfi tercihleri ve belirlemeleri ile ele alınamazlar. Zira toplumsal mücadeleler kaba sınıf indirgemeci bir yaklaşımla asla değerlendirilemezler. Böylesi sığ ve kaba yaklaşımlar ile ezilenlerin mücadelesiyle asla birleşilemez. Devrimci ve komünist önderliklerden

yoksun olması ezilenlerin mücadelesinin devrimci ve meşru olmadığı ya da olmayacağı anlamına asla gelmez. Toplumsal gelişmelere böyle yaklaşanlar olsa olsa kaba sınıf indirgemeci muhafazakâr devrimcilerdir. Objektif durum, devrimin fırtına merkezleri başta olmak üzere dünyanın birçok parçasında devrimin objektif koşulları güçlü olmasına rağmen, sübjektif yani devrimci ve komünist önderliklerin olmaması ya da çok zayıf olması gerçekliğidir. Bu noktada emperyalist/kapitalist dünya gericiliği ve sınıflar mücadelesi düzleminde yaşanan değişiklikler ile ortaya çıkan devrimci olanakları doğru analiz ederek; devrimci sonuçlar ortaya çıkarma, buna göre siyasal belirlemeler ve örgütlen-


güncel analiz

01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

melere giderek yaşanmış olan uluslararası-bölgesel devrimci ve komünist birlikler ile merkezleri devrimci-eleştirel bir yaklaşımla muhasebe ederek dersler çıkartarak daha ileri bir düzeyde örgütleme zorunluluğu esas görev olarak karşımızda durmaktadır. Bu bağlamda proleter devrimcilerin önündeki stratejik görevlerden biri de hiç kuşkusuz ki yeni bir komünist enternasyonal hareket yaratmaktır. Bununla birlikte enternasyonal ve bölgesel anti-emperyalist ve anti-faşist birlikler geliştirmek yine proleter devrimcilerin önündeki temel görevlerden biridir. Ki proleter öncünün 3. Kongresinde tüm bu noktalarda önemli belirlemeler ve kararlar bulunmaktadır. Görev bu yönelim ve kararları hayata geçirmektir.

Türkiye-Kuzey Kürdistan’da 1 Kasım seçimleri ve izlenecek politik hat Emperyalist/kapitalist dünya gericiliğinin ekonomik ve politik ihtiyaçları doğrultusunda yeniden biçimlendirilen Türkiye-Kuzey Kürdistan’da da halklara karşı topyekûn barbarca saldırılar hız kesmeden devam etmektedir. Kuruluşundan beri emperyalizme göbekten bağımlı biçimde varlığını halklara karşı gerici bir zeminde bugünlere kadar devam ettiren faşist Türk devleti, emperyalist blokların hem uluslararası hem de bölgesel çıkarları doğrultusunda bu gerici niteliğini daha da ilerleterek, halklara kan kusturmaya devam etmektedir. Özellikle devletin AKP eliyle yeniden dizayn edilmesi sürecinden bugünlere kadar saldırı ve sömürü politikaları daha sinsi ve pervasız bir şekilde boyutlanarak artmıştır. Saldırı ve sömürü politikaları o kadar pervasızlaşmıştır ki bütün toplumsal tabakalar ve dinamikler tam bir yıkım ve çürümeye tabi tutulmuştur. Vahşi ekonomik sömürüden tutalım da politik ve sosyal saldırılara oradan da kültür, doğa ve çevrenin talanına ülke gerçek anlamda yağma ve yangın yerine çevrilmiştir. Gerici ve faşist niteliğinin özü olan tek millet, tek bayrak, tek din, tek dil ve bu gerici yayılmacı politikanın toplamını ifade eden Türk-İslam sentezli paradigma doğrultusunda bu coğrafyanın mazlum, kadim ulusları ve halkları soykırıma ve katliamlara tabi tutulmuştur. Ermeniler, Kürtler ve Aleviler başta olmak üzere coğrafyamızın çeşitli ezilen milliyet ve inançları zorla bastırılarak kendi kaderlerini tayin hakları gasp edilmiştir. Bu barbar ve gerici devlet geleneği coğrafyamızı bir kan deryasına çevirmiştir. Bu coğrafyanın neredeyse her karesinde çeşitli ulus, milliyet ve inançlardan halklarımızın kanı akıtılmıştır. Bu coğrafyanın yine her karışında ilericilerin, aydınların, devrimcilerin ve komünistlerin kanı akıtılmıştır. Bu tarihi gerçekliklere rağmen hala burjuva cumhuriyete ilerici misyon biçenler ve bu gerici burjuva cumhuriyeti meşrulaştırmaya çalışanlar

iflah olmaz sosyal şovenler ve burjuva liberallerdir. Bu burjuva cumhuriyetin halklarımız nezdinde hiçbir ilerici ve meşru bir yanı yoktur, olamaz. Burjuva cumhuriyet kuruluşundan günümüzde dek halklarımız üzerinde zorla bina edilmiş olan burjuva faşist diktatörlükten başka bir şey değildir. AKP iktidarının da beslendiği ve devam ettirdiği gelenek tam da burjuva gerici cumhuriyetin kendisidir. 13 yıllık iktidarının yarattığı yıkım ve tahribat üzerinden ülkeyi tam bir cendereye dönüştüren AKP iktidarı, bu gerici ve barbarca yıkım politikaları ve saldırganlığı sonucu halklar nezdinde önemli oranda teşhir olmuş ve yıpranmıştır. Bu süreç halklar nezdinde dipten gelen ve adım adım mayalanmakta olan

toplumsal isyanlara ve mücadelelere dönüşmüştür. Gezi/Haziran Ayaklanması bunun en ileri ve kapsamlı sonucu olarak ortaya çıkmış ve AKP iktidarını sarsıcı bir rol oynamıştır. Keza yine ezilen Kürt ulusunun Kürt Ulusal Hareketi önderliğinde yürütmüş olduğu mücadele ve yarattığı somut kazanımlar, AKP iktidarını zora sokan ve çelişkileri derinleştiren bir muhteva içermiştir. Bu minvalde sömürü ve baskı politikalarına uğrayan bütün toplumsal güçlerin ortak hareket ederek güçlerini birleştirmesi, toplumsal mücadelenin daha da büyümesine vesile olmuştur. Bu çaba ve irade doğrultusunda ortaya çıkan toplumsal enerji ve kazanım 7 Haziran’da egemenlerin gerici barajlarını yıkarak AKP iktidarını geriletmiş ve halkların

15

mücadele azmini geliştirmiştir. Bu irade karşısında iyice pervasızlaşan AKP iktidarı gerici savaş konsepti ile bunu besleyen tüm kirli araç ve politikaları devreye sokarak ortaya çıkan sonuçları kabul etmeyip ülkeyi yeniden seçime götürmüştür. Her türlü kirli ve gerici saldırı politikasını pervasızca uygulayan AKP iktidarı toplumu iyiden iyiye gerici bir zeminde kutuplaştırarak ve gerginleştirerek kendi gerici politikalarına toplumsal zemin yaratmış, bu zeminde tüm gerici odakları kendisine yedekleyerek 1 Kasım seçimlerinde yeniden tek başına iktidar olmuştur.

Devrimci savaş mevzilerini esas alarak konumlanalım Gerici savaş, pervasız saldırganlık ve namluların gölgesinde gerçekleşen 1 Kasım seçimleri hiçbir şekilde burjuva anlamda dahi olsa meşru değildir. Tüm gerici savaş, pervasız saldırganlık ve kitlesel kıyımlara rağmen ilerici ve devrimci toplumsal güçlerin HDP nezdinde ortaya koydukları çaba ve irade oldukça önemlidir ve asla küçümsenmemelidir. Yaşanan siyasal tablo sonucunda karamsarlığa kapılmak asla doğru bir tutum değildir. Aslolan sokaklara, dağlara, vardiyalara ve barikatlara dayanan mücadelenin kendisidir. Seçimler ve parlamento, bizler için, toplumsal mücadeleyi güçlendirme perspektifi ile tamamen taktik bir politika olarak ele alınan bir yerde durmaktadır. Bu perspektif ve yönelimle ortaya çıkan yeni siyasal durumu iyi analiz ederek ve devrimin ihtiyaçlarına göre stratejik olarak konumlanarak cevap olabilmeliyiz. Yeni süreçte hâkim sınıfların ve somut temsilcisi Erdoğan/AKP iktidarının halklara yönelik pervasız saldırganlığı daha da artarak devam edecektir. Tüm bu gelişmeleri doğru tespit ederek ilerici ve devrimci toplumsal güçlerin yakaladığı birlikte mücadele iradesini daha da geliştirerek güçlü bir mücadele hattı örmeliyiz. Bu mücadele kesinkes stratejik konumlanmayı ve stratejik araçları esas almayı koşullamaktadır. Yürütülen diğer tüm toplumsal mücadeleler ancak bu eksende ele alındığında anlam kazanır. Bu bağlamda devrimci ve komünist güçlerin silahlı mücadeleyi esas alarak hazırlık yapmaları ve devrimci şiddetin kahredici kudretini kuşanarak cevap olmaları elzem bir yerde durmaktadır. Proleter devrimciler esas-tali tüm mücadele alanlarında devrimin stratejik ihtiyaçlarına göre konumlanarak hareket etmek zorundadırlar. Burjuva gerici sınıf iktidarına karşı en etkili cevap, devrimci savaş mevzilerinin güçlendirilmesi ve devrimci savaşın kahredici kudretinin kuşanılmasıdır. Bu perspektifle hızlandıralım adımlarımızı ve atılalım şanlı kavganın kor ateşine!


16

kadın haber

01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Katili, katil devletten görmeli Biz devleti haksız tahrik indirimlerinden, kadın ve LGBTİ düşmanı politikaları toplumda bir kural haline getirmesinden tanıyoruz. Katilleri, eril düzenin omurgasına yaslanarak katliamları “erkeklik” üzerinden hak görmelerinden tanıyoruz. Medyayı, katliamı; kıskançlıkla, cinnetle, şiddeti; sevmemekle, “kadınlık” görevini yerine getirmemekle gerekçelendirmesinden tanıyoruz Bu ülkede artık ölüm sıradan, yaşam ise olağan dışı. İnsan gibi yaşayabilmek ise güç iş. Kendilerini A.F. ya da C. G. diye tanıdığımız onlarca insan her gün gerici düzenin sistemli politikalarıyla yaşamanın çok uzağındayken aramızdan alınıyor. Kadınlar yaşayamıyor, çocuklar yaşayamıyor, analar, işçiler, Kürtler, savaşanlar, kuşlar yaşayamıyor. Karanlık gözlerle hacimlerinin küflü dehlizlerinde cellâtlar, bıçak gibi sırtımızda. Elbette ölümü kabullenmiyoruz ama anlatmalıyız da ölümü. Yaşamaya bırakılmadığımız hayatlarımız da tıpkı ölümlerimiz gibi aynı, “sıradan” ve günlük… Çoğumuzun hayatlarına bir rakam olarak dâhil olmuyor mu ölenlerimiz? Yasını tutacak yer bile kalmamışken yeni acılarla genişliyor döşümüz. Değer Deniz de gündemimize böyle girdi. Bir müzisyen Değer… Yüreği bir atımlık bile olmayan, Değer’in hayallerinden çokça küçük olan bir erkek tarafından 5 Mayıs 2015’te İstanbul Beyoğlu’ndaki evinde katledildi. Önce kayıtlara hırsızlık “vakası” olarak geçti. Daha sonra ise Deniz’in “Erkekliğime hakaret etti” diyen bir cellât tarafından cinsel saldırı sonucu öldürüldüğü ortaya çıktı.

Katilden eril “savunma” Önce hakkında gizlilik kararı verilen Değer’in geçtiğimiz günlerde görülen mahkemesinde, katil, yüce Türk devletinin yasalarca tanımış olduğu kadınları öldürme hakkını bilerek hiç de yabancısı olmadığımız “savunmasını” verdi. Katliamı gerici ahlak yargılarına peşkeş çekerek aklayacağının mümkünlüğü vicdandan çok önde olduğundan sebeple Değer’in yaşam hakkını yok sayışını

“erkeklik hakkı” olarak kutsayıp “Kıskandım. Sözleri erkekliğime dokundu. Dayanamadım, öldürdüm.” dedi. Bu kadar… Dedik ya katil, katili tanıyor. Eril yargının cinsiyetçi kararlarıyla artık kadın öldürmek yasalarla da güvence altına alınmış bir “erkeklik” hakkı…

Kadınların yaşam hakkını kadınlar savunuyor Devletin tüm kurumlarının kadın ve LGBTİ düşmanı cinsiyetçi politikalarıyla, kadınlar her gün yaşamlarını gericiliğe karşı bir direniş alanına dönüştürmeye devam ediyor. Biz

devleti haksız tahrik indirimlerinden, kadın ve LGBTİ düşmanı politikaları toplumda bir kural haline getirmesinden tanıyoruz. Katilleri, eril düzenin omurgasına yaslanarak katliamları “erkeklik” üzerinden hak görmelerinden tanıyoruz. Medyayı, katliamı; kıskançlıkla, cinnetle, şiddeti; sevmemekle, “kadınlık” görevini yerine getirmemekle gerekçelendirmesinden tanıyoruz. Değer bizim değerimiz… Tıpkı kör kuyulara atılan Hacire’miz gibi… Güldünya’mız gibi… Gerçek; gerici düzende insanları düşleriyle, renkleriyle, gülüşle-

riyle tanıyamadan ölümleriyle tanışık olmaya mahkûm edilmemizdir. Gerçek; bombalarla parçalanan, zırhlı araçlarla sürüklenen düşlerimiz ve geleceğimizdir. Gülten Akın’ın tarihe söylediği gibi “Kurtların türküyle gezindiği bir dünya/Ve köpekler uzun bir bahar kızgınlığında” olan düzenin töresini yıkmak; katledilenler, yaşayanlar ve yaşayacak olanlarımıza borcumuzdur. Bilmeliler ki onların irin dolu çukurlarını kapatana kadar mücadelemiz devam edecek. Kadınlar özgürleşene, toplum özgürleşene kadar.


01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

emek haber

AKP’nin istikrarı: İşçilerin sömürüsü patronların zenginliği

13 yıllık AKP iktidarı, 1 Kasım seçimlerinde de tek başına hükümet kurmayı garantiledi. AKP seçimde istikrardan yana çıkan sonuçtan memnun olurken, istikrar işçilere, emekçilere daha çok katliam daha çok sömürü olarak, patronlara ise daha çok zenginlik olarak dönüyor 13 yıllık AKP iktidarı, 1 Kasım seçimleriyle birlikte 4 yıl daha tek başına hükümeti kuracak ve hükümranlığını 4 yıl daha istediği gibi devam ettirecek. AKP’nin iktidarını bu denli devam ettirmesi hiç şüphe yok ki istikrarı da getirecek. Ancak bu istikrarın işçiler, emekçiler ve ezilen halklar için değil, işçilerin emekçilerin kanlarıyla beslenen patronlar için bir istikrar olduğu açık. 13 yılda işçiler ve emekçiler aleyhine onlarca yasa çıkaran, 1000 liralık asgari ücreti işçilere çok gören, taşeronluk sistemini dayatan, taşeron işçinin 150 liralık telefonu olmasını zenginlik olarak gören AKP, işçilerin emekçilerin kanlarıyla büyümeye devam edecektir. Soma’da, Ermenek’te, Torunlar’da, inşaatlarda, madenlerde, yollarda, yüzlerce işçi ve emekçi, alınmayan güvenlik önlemleri yüzünden hayatlarını kaybetti-

ler. Yaşayanlar ise 3 kuruşluk ücretlerle yaşamlarını devam ettirmenin peşindeler. Tüm bunlara rağmen AKP, tek başına kurduğu hükümetle daha çok sömürmeye ve baskılarını arttırmaya devam edecektir.

Babacan: “Asgari ücret 1300 TL olacak demedik” Bu noktada ilk sinyali ise seçimin henüz 1 gün ardından AKP’nin önemli isimlerinden Ali Babacan verdi. AKP Antep Milletvekili Ali Babacan, patronları kurtarmanın derdine düşerek, konuk olduğu televizyon programında “Asgari ücret 1300 lira olacak” vaadi için, “Asgari ücret 1300 TL olacak demedik” dedi. Babacan konuşmasında; “Asgari ücret komisyon tarafından belirleniyor. Orada işveren kesimi de var işçi kesimi de var. Biz ne açıkladık. Dedik ki, 1300 TL olacak şekilde tavsiyede bulunacağız dedik” dedi. Başbakan Ahmet Davutoğlu ise, meydanlarda; “Asgari ücreti önümüzdeki dönemde 1300 TL’ye çıkarıyoruz. Yapılan işin tehlike sınırı yükseldikçe asgari ücret de artırılacak. Taşeronları kamuda istihdam edeceğiz.” ifadelerini kullanmıştı.

Güvenliği (İSİG) Meclisi, 2015’in Ekim ayında yaşanan işçi katliamlarına dair bir rapor yayımladı. Rapora göre Ekim ayında en az 143 işçi katledildi. Böylece 2015’in ilk on ayında en az 1461 işçi katledildi. En çok katliamın yaşandığı iş kolu ise; inşaat ve yol işkolu oldu. İnşaat ve yol işkolunda Ekim ayı içinde en az 45 işçi katledildi. Raporda dikkat çeken ayrıntılardan biri ise meslek hastalıklarına bağlı işçi katliamlarında kaç kişinin hayatını kaybettiğine ilişkin hiçbir verinin bulunamaması oldu. İSİG acil iş sağlığı taleplerini ise şöyle sıraladı; 1- İş cinayetlerinin sorumlusu siyasiler, patronlar, bürokratlar yargılanmalıdır... 2- İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin sağlanmasının en temel unsuru işçilerin sendika seçme özgürlüğüdür. İşçiler üzerinde örgütlenme özgürlüğüne dair her türlü baskı sona ermelidir... 3- İşyerlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği kurulları kurulmalı, var olanlar işler hale getirilmeli ve en az yarısını işçiler oluşturmalıdır... 4- Başta taşeronlaştırma olmak üzere tüm güvencesiz çalıştırma biçimleri yasaklanmalıdır...

Ekim ayında en az 143 işçi katledildi

İşçi direnişleri sürüyor

AKP, 1300 lirayı işçilere çok görürken, patronlarda işçilerin kanlarıyla beslenmeye devam ediyorlar. İşçi Sağlığı ve İş

Tüm bu yaşananlara karşın, işçilerin direnişleri de Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın dört bir yanında devam ediyor. Mer-

17

sin’de, Dersim’de, İstanbul2da süren işçi direnişleri, yakın zamanda ayaklanan metal işçilerinin direnişi, GREIF işçilerinin fabrika işgali, işçilerin emekçilerin patronlara ve sermayenin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan AKP iktidarına karşı tahammüllerinin kalmadığını açıkça gösteriyor. Mersin’de Şişecam A.Ş., 200’e yakın işçiyi işten atma kararı aldı. Kristal-İş Sendikası ise örgütlü olduğu Şişecam’a bağlı Anadolu Cam, Paşabahçe ve Trakya Cam fabrikalarında çalışan işçiler, fabrikayı terk etmeme kararı alarak eyleme başladılar. İşten atma kararları geri çekilene kadarda eylemlerinin devam edeceğini belirtiliyor. Gebze’de bulunan IFF Aroma ve Esans Sanayi fabrikasında da direniş iki ayı aşkın bir süredir devam ediyor. Fabrika işçileri Tek Gıda-İş'te örgütlendikleri için işten atıldı. İşçiler ise 7 Eylül’de fabrika önünde çadır kurarak direnişe geçtiler. Grevin olduğu bir başka fabrika ise Dersim'de bulunan Munzur Su fabrikası oldu. Toplu İş Sözleşmesi (TİS) görüşmelerinden sonuç çıkmayınca, fabrikada örgütlü olan DİSK’e bağlı Tek Gıda-İş Sendikası işçilerle yaptığı toplantının ardından grev kararı aldı. Sendika, Munzur Su yönetiminin sunduğu teklifin açlık sınırın altında kaldığını ve kabul edilemez olduğunu belirtti.


18

güncel haber

Yurdal, Ünal ve Sefkan’ın anısına Dersim/Ovacık’ta Türk Ordusu ile girdikleri çatışmada ölümsüzleşen 3 TKP/ML-TİKKO gerillası anısına okurumuzun kaleme aldığı yazı ve şiiri sizlerle paylaşıyoruz “…dinledim duydum yüreklerini, aşk diye aşk diye taptaze yürekleri. unutma beni unutma beni, taptaze yürekleri. nasıl da yakındılar nasıl da uzak. şarkı gibi dilimde, rüzgar gibi etimde, ah nasıl da bendiler, ah nasıl da biz! kimdiler neciydiler neydiler. neyseler neciyseler kimseler. seviyorum deyişmeğe bile belki de vakitleri yoktu. lâle solup gül geçip harman savrulup. kimbilir hangi bahçeden gelip geçmiştiler.” Hasan Hüseyin Yurdal, Ünal ve Sefkan… Üç yürek, üç dünya… Kafalarında binlerce düş, renk, hayal… Bir inanç etrafına kenetlenmiş insanların birbirlerini tanımalarına ihtiyaç yoktur. Bilinçleri, idealleri, heyecanları tanışıktır. Ne ki yüz yüze gelmek, aynı yere baktıktan sonra? Yurdal,

Ünal ve Sefkan’ın binlerce yürekte yaşattığı ve yaşayacağı bu derece özdür. Halkı karşısında olanların hiçbir zaman böyle bir yaşamları olmayacak, hiç karşılaşmayıp ananları, anmayı bir şafak bilenleri olmayacak. Bu gerçekle yazacaklarımız her kelimede yetersiz kalıyor. Üç yoldaşın şehit düşüşünün diğer yoldaşlara ağır kulaklarla göğsü patlatırcasına ulaşmasını, direnişlerinin düşmanı, ölümü, zalimi alt etmesini anlatmak hesaplaşmadır. Çünkü sevgisi kendisi kadar olanların, hayalini ölüme tutsak edenlerin, her gün onlar adına da şafağı karşılayanları anlaması güçtür. Ve toprak, kavgamızda nabızdır bizim için. Bunca hayali bunca inancı bunca direnişi veriyor her bir köke. Yurdal, Ünal ve Sefkan… Dünyanın bütün şarkıları sizin için söyleniyor şimdi. Kavgayı seri gibi taşıyanlar kavganın olduğu her alanda sizi anacaklar. Yoldaşlarınızın üzülüp yaslanacağı silahlar bizlerin de yaslanacağı omuzlar var… Halk için savaşanlar halkların kavgasında, sloganda, kurşunda, direnişinde, sevincinde, acısında yaşayacaklar.

Yurdal, Ünal ve Sefkan’a Dinler gibi rüzgârın uğultusunu Gitmez bir ezgi kulaklarımda Daha çok bileyim çokça bileneyim diye “Genç idin tez idin sıra bilmezdin” İstanbul’da Betonarme bir katta Gözün göreceği taş Elin dokunacağı taş iken Haberiniz geldi Ayakları rüzgârla yarışan siz Alınmışsınız dağlardan Elbet yüreğim şimdi sızı Yüreğim şimdi acı Öfke

Kim inandırabilir ki bizi Dağlara sığmamış sizi Sınırlı bir mekânın alacağına Bir düzlükte rüzgârı dinler gibi Sizi dinliyorum burada Kulağımdasınız, hırçın “Destansı bir direniş, ilkeli bir ölüm” Her yer ölüm Yer ölüm Gök ölüm Mevsim ölüm Nöbet bugün sizde Güzelden yana türkü söyledikçe Bayrağınız bizde

01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

İnadına Xalo yoldaşın anısına...Yaşar Kemal bir romanında emek verenler için “tekerleği dönenler övünsün” diyordu. Bence en büyük emekçi tarihtir. Tarihin tekerleği dönüyor. Tarih övünsün. Xalo yoldaş da zindanda geçirdiği yirmi yıla aşkın süreyle tarih olduğunu ortaya koydu. Yoldaşımız da övünsün. Dostları, siper yoldaşları, yoldaşları Xalo gibi bir yoldaşa sahip oldukları için, hepimiz övünelim. Bunun kimseye zararı olmaz! Yolun açık olsun sevgili yoldaşım! Yaşamanın direnmekle eşdeğer olduğunu kanıtlayanlar vardır. Bir sözden ibaret değildir, her an her dakika hücrelerde vücut bulur bu direniş. Ağırlaştırılmış müebbet hükmü olan siyasi tutsaklar bu direnişin öncü kuvvetlerindendir. Ve buna yılların birikmiş her eylemi sonucu, hatıra gibi kalan hastalıkları da eklersek direnişin değeri yükselir. Hasta tutsaklar “düşmana inat bir gün daha fazla yaşamak, bir gün daha fazla direnmektir” şiarını bayraklaştırıp o bayrağı arşa çekenlerdir. Xalo yoldaş hem enerjisi ile hem de çevresine yaydığı moral ile direnenler arasında yerini alıyordu. 22 yıllık zindan yaşantısında, birçok hapishanenin duvarlarını aşındırmış, birçok eylemde yer almıştır. Kahkahası barikatlarda yankılanmıştır. Xalo yoldaşla sınırlı konuşma imkânımız oldu. Hapishane revirinde bir kere karşılaşmıştık. Bunların dışında bol bol yazışıyorduk. İletişimimizin esasını, hava yolu topları ve mektuplarla karşılıyorduk. Xalo yoldaşın sağ elinin dört parmağı kesik olduğundan yazı yazamaz, bütün notlara mektuplara cevabını yanında kaldığı siper yoldaşlarına yazdırırdı. Siper yoldaşları bir nevi onun kâtipliğini yaparlardı. Bu tanımlamayı da kabullenmişlerdi. Yazışmalarımızın birkaçına burada değinmek gerekecek. Anılarımız ve öğrendiklerimiz, bu yazışmalar çerçevesindedir. Xalo yoldaş yeri gelir kızardı bize, yeri gelir espri yapmayı eksik etmezdi. On yıllar sonra kızıl kurşunların hedefine giren kutik Femo’nun haberinin onu nasıl heyecanlandırdığı gönderdiği notlardan anlaşılıyordu. Elbette ki o günler ikramsız, kutlamasız geçmemeliydi. Ayrıca tutsakların gözündeki fer alevlenir, damarlarındaki kanın akışı hızlanır, kalp atışları artardı böyle zamanlarda. Hiç şüphem yok ki bu duygulardan geçmiştir yoldaş. Çünkü tutsaklar demir kapılara ve tel örgülere inat yaşamanın esas kaynağını, kızıl kurşunların hedefe ulaşmasından alır. Gelin görün ki hava yolu topları, güzergâhtaki yanlış atışlar ve meta etkisiyle aksayabiliyor varması gereken hücreye varamıyordu. Ondandır “Sen bir ara kutlamadan bahsetmiştin, ben de kayıtsız şartsız desteğimi sunmuştum; ama sonra ortalığı sessizlik kapladı. Benim gözüm hala çatılarda. Ali soruyor bazen ‘Ne bakıyorsun yukarı?’ diye ‘ Zafer yoldaş bir şey gönderecekti onu bekliyorum’


01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

güncel haber Bir devrim emekçisini yitirmenin hüznünü yaşıyorum

Parti

Geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz tutsak yoldaşımız Hüseyin Dinç’in hücre arkadaşı Ali Teke’nin diğer bir tutsak yoldaşımız Özgür Çelik’e gönderdiği mektubu sizlerle paylaşıyoruz

diyorum, ‘daha çok beklersin’ deyip gülüyor. Geleceksen gel artık yoksa boynum tutulacak” diye belirtmiş aksayan kutlamanın gerçekleşmesini istemişti. Ölüm geldiğinde beraberinde yeni duygular getirir. Sorgulamalar, hesaplamalar ve direnişler... Sokaklarda, dağlarda, madenlerde… yaşatılan bize reva görülen bu katliamlardan farklı değildir, hücrede yaşadığımız bu katliam. Fiziksel olarak bizden ayrılanlar “ne öğrendik onlardan” sorusunu daha kuvvetli sormamıza sebebiyet vermeli. Aynı zamanda ne yapacağımıza da yol göstermeli. Suruç’tan, Cizre’den, Ankara’dan sayamadığımız niceleri… Biz bu konuda yaşadığımız iki olayla az da olsa bunu denemeye çalışacağız. İlki Parti kuruluşunu sana hatırlatmadığımız için bize yönelttiğin sert ve tavizsiz eleştiriydi. “Yoldaşlar ben yaşlıyım bazen unutuyorum. Neden hatırlatmıyorsunuz? Hem dostlara yoldaşlara ikramda bulunmak gerekir böyle günlerde” sözleriyle belirttiği gibi Parti sahiplenmesindeki içtenlik. İkincisi hapishaneler özgülünde tartışmaya sunduğumuz bir

19

konu hakkında ifade ettiği “Yoldaşlar katılmıyorum bu görüşlere, yalnız parti kararına saygı duyarım” sözleriyle yenilediği Parti sahiplenmedeki içtenlik ve samimiyet. Üçüncüsü de öyledir, dördüncüsü de... Bize kalan vurguladığın ve yinelediğin bu konuyu pratikte kavrayabilmek. O zaman seni yaşatmış olacağız. Yaşar Kemal bir romanında emek verenler için “tekerleği dönenler övünsün” diyordu. Bence en büyük emekçi tarihtir. Tarihin tekerleği dönüyor. Tarih övünsün. Xalo yoldaş da zindanda geçirdiği yirmi yıla aşkın süreyle tarih olduğunu ortaya koydu. Yoldaşımız da övünsün. Dostları, siper yoldaşları, yoldaşları Xalo gibi bir yoldaşa sahip oldukları için, hepimiz övünelim. Bunun kimseye zararı olmaz! Yolun açık olsun sevgili yoldaşım!

Zafer Güven 2 No’lu F Tipi Hapishanesi, Kandıra/Kocaeli

Merhaba Sevgili Özgür Gönderdiğin faksı aldım ve gecikmeden yazıyorum. Öncelikle ben de sizlere başsağlığı mesajı iletiyorum. Xalo’nun öyle birdenbire pat diye gitmesi bizlere birçok duyguyu üst boyutta yaşattı ve hala da yaşatıyor. O şekilde gitmesi beni şok etti desem yeridir. Çünkü günlük yaşamımız devam ederken elektriklerin kesilmesi gibi tak diye aniden bitiyor arkadaşının yaşamı. Bildiğiniz gibi sizin şimdi kaldığınız cezaevinde iken Xalo bir defa kalp krizi geçirmiş. Ama o kriz hafif geçmiş olacak ki, “Kendimden geçmişim ama bir süre sonra kendime geldim” şeklinde anlatıyordu. Ondan sonra kalple ilgili şikâyeti olmamış. Sanırım 3,5 yıl civarı birlikteyiz. Bu süre zarfında kalbinden hiç şikâyeti olmamıştı. 15 Ekim günü sabah veya öğlen voltaya çıktığımız zaman ilk kez sol göğsünde bir ağrı olduğunu söyledi. “İstersen spora çıkma” dedim ama önemsemedi çıktı. Bizim havalandırma kapıları sabah bir, öğleden sonra dört saat açılıyor. Xalo o günde her zamanki gibiydi. Sabah bir saat kadar volta attık. Öğleyin kapı açıldığı zaman yine 40-45 dakika volta attık, sonra ben hücreye geçtim, Xalo’da hazırlanıp spora başladı. Koşuyu bitirdi, kültürfizik hareketlerine başladı mı, başladı mı bilmiyorum o ara havalandırmadan pat diye düşme sesi geldi. Baktım havalandırmada sırt üstü yatıyor. Koştum seslendim, sarstım cevap yok, bilinç gitmiş. Daha önceki kalp krizi olayını anlattığı için olsa gerek aklıma hemen kalp krizi geldi. Koşup butona bastım ve geriye dönüp kalbini ovalamaya başladım. Bir iki dakika geçmeden tekrar kapıya koşup vurmaya başladım çabuk gelmeleri için. Vurmaya başlayınca hemen geldiler. “Çabuk gelin Hüseyin kalp krizi geçiriyor” dedim. Gardiyanlar da kapıyı açıp hemen girdiler. Xalo’nun durumunu görünce dışarıdaki gardiyanlara bağırdılar. “Sağlıkçılar çabuk gelsin, hemen müdahale etmeleri lazım. Sedye getirin” vb. diye. İki üç gardiyan vardı sanırım birimiz sürekli kalbini ovalıyorduk. Birisi “Ağzını açalım nefessiz kalmasın” dedi. Ve açmaya çalıştı. O telaşla ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama çok geçmedi, belki de 3-5 dakika ancak geçmiştir. Öyle elimizdeyken Xalo’nun suratı mosmor oldu. Gardiyanın birisi “Acil müdahale etmeleri lazım, beklemeyelim götürelim” dedi. Ve

kucaklarına alıp götürdüler. Ondan sonra ben beklemeye başladım ve orada sizin arkadaşlara falan haber verdim. Birkaç saat geçtikten sonra geldiler, “Başınız sağ olsun, kurtaramadık Hüseyin’i” diye haber verdiler. Acı haberi o şekilde almış oldum. Buradan götürdükten sonrası için anlatımları şöyle oldu: Revire götürüyorlar, orada uzun süre kalp masajı yapıyorlar, ama çalıştıramamışlar kalbini. Doktor hastaneye göndermemiş. “Burada çalıştırabilirsek kurtarabiliriz, hastaneye giderse geri dönüşü olmaz.” vb. çerçevede bir yaklaşımı olmuş. Sanırım oradaki mesafeyi de dikkate alarak öyle yapmıştır. Çünkü hastaneye göndermesi ve orada müdahaleye başlanıncaya kadar yarım saate yakın bir süre geçer. Buradan Kocaeli 20-25 dakika sürüyor. Hapishane idaresinin olayda ihmali, kastı vb. var mı diye düşünüyor olabilirsiniz. Benim tanık olduğum yerlerde öyle bir şey olmadı ama sütten çıkmış ak kaşık da değiller sonuçta. Düzen tecrit hücrelerinde tuttuğu için sorumludur, idare ise Xalo’yu üçlü hücrelerde arkadaşlarının yanına vermediği için sorumludur. Bu konuda yazılı, sözlü birçok müracaat yapılmıştı. bildiğiniz gibi Xalo’nun elinin birisi sakattı. O yüzden günlük ihtiyaçlarını karşılamakta zorlandığı için arkadaşlarının yanına geçmek istiyordu. Ki, Kocaeli Devlet Hastanesi Sağlık Kurulu da arkadaşlarının yanına geçmesi doğrultusunda rapor vermişti. O raporun da gereğini yapmadılar ve Xalo’yu teklilerde tutmaya devam ettiler. Bu tür şeyler psikolojik olarak insanın üzerinde etki yaratır. Bu etkilerin de krizi tetiklemede etkisi olmuştur. Bu mekân için şimdi nasıl orası diyecek olursan? Hücrenin duvarları bile yetim kaldı diyebilirim. Çünkü hücre duvarları Xalo’nun güçlü sloganları ve güçlü kahkahalarına alışıktı. Şimdi onlardan mahrum kalmış oldu. İlerleyen yaşına rağmen devrim için çarpan yüreği ‘Benden bu kadar’ der gibi 15 Ekim günü çarpmaktan vazgeçti. Bu şekilde bitmesini istemezdik ama 23 yıllık tutsaklığını bu şekilde bitirdi. Xalo’yu sonsuzluğa uğurladık ama bizlerle devrim mücadelesinde yaşamaya devam edecek her zaman. Anısı önünde saygıyla eğiliyorum. Sevgili Özgür, tekrar başınız sağ olsun diyelim. Seni ve yanındaki arkadaşları sıkıca kucaklayıp, sevgi ve selamlarımı iletiyorum. Diğer arkadaşlarına ve yakınında bizimkiler varsa onlara da sevgiler, selamlar gönderiyorum. Sevgilerle

Ali Teke 2 No’lu F Tipi Hapishanesi A-13/11 Kandıra/Kocaeli


20

kültür sanat

01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Son zamanlarda yazarların, sanatçıların toplumsal olaylar karşısındaki duyarlı, eylemli duruşlarında artış olduğunu söylemek gerekli. Ancak başta da dediğimiz gibi bunlar bir araya gelen duyarlı insanların ‘Ne yapabiliriz?’ sorusuna verdikleri etkili ama tekil yanıtların sonucu. Asıl ihtiyaç olan daha yaygın, güçlü, bloke tepkilerin örgütlenmesi. Yapılan imza kampanyalarının, görüntülü seslenişlerin, oturma eylemlerinin, çağrıların, beyanların hepsinin ülke çapında ve uluslararası düzeyde etkisinin artmasının ve yankı bulmasının en önemli yolu bu anlamda hem itibarlı hem aktif ve cesur hem yaygın ve demokratik hem de yepyeni bir örgütlülüğün yaratılmasından geçtiğini söylemek gerekmektedir

Deniz Faruk Zeren Yeni ve farklı bir sanatçı ve yazar örgütlenmesine ihtiyaç var. Toplumsal alt üst oluşun bu kadar hızlı ve akışkan olduğu bir dönemde bu ihtiyacın yakıcılığı her geçen gün daha fazla hissediliyor. Son zamanlarda her toplumsal olay karşısında yazarların ve sanatçıların örgütsüz ama birlikte tepki gösterdiklerini izlemek mümkün. Bu birliktelik elbette oldukça kıymetli. Var olan yazar, edebiyatçı, sanatçı örgütlenmelerinin kendi içlerinde yaşadıkları daralma, gündemsizlik, savrulma, tekleşme, cemaatleşme gibi sorunları aşikâr. Bazılarının neredeyse işlevini tamamlamış olduğunu, kapısına kilit vurulmasının daha hayırlı olacağını da söylersek abartmış sayılmayız. Vaktiyle oldukça değerli çıkışlar olan, iyi ve

Yeni bir yazar, edebiyat ve sanatçı örgütlenmesine ihtiyaç var geliştirici işlere imza atan bu oluşumların mevcut duruma nasıl geldikleri uzun bir tartışma konusu. Ancak durumu tespit etmek açısından özce toplumsal bağların kopması ve bürokratik hantallığın, ego ve tatmin sorunlarının bu durumun başat sebebi olduğunu söyleyerek geçmekle yetinelim. Ancak şu an da işlevsizler. Hiçbir duyarlı yazarın, edebiyatçının kendini ifade edebileceği bir gerçekliğe tekabül etmiyorlar. Zaman zaman sesleri solukları duyulsa

da, bu varlık için yeterli değil. Türkiye Yazarlar Sendikası ve PEN oldukça değerli yapılar. Ancak mevcut sorunlar en azından hantallık ve bürokrasi bakımından onlarda da var. Yaşananlara, ihtiyaçlara yeterince cevap olamadıkları açık. Son zamanlarda yazarların, sanatçıların toplumsal olaylar karşısındaki duyarlı, eylemli duruşlarında artış olduğunu söylemek gerekli. Ancak başta da dediğimiz gibi bunlar bir araya gelen

≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫

≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫≫

Sokak Çocukları ve Çocuk Edebiyatı

Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi, Ekim-Kasım sayısında “Sokak Çocukları ve Çocuk Edebiyatı” dosya çalışması ile edebiyat ve sanatta çocuk yazınını inceliyor. Ankara katliamı anısına özel bir kapakla çıkan dergide, şair Sennur Sezer ve sinema emekçisi Hacı Lokman Birlik de anılıyor. Dosya çalışmasında çocuk işçiliğinden göçmen sorununa, masallardan çocuk edebiyatına, anadil engelinden toplumsal cinsiyet baskısına geniş bir çalışmaya yer verilirken, dergide yine ülkede mayına basmak, bomba ile vurulmak, zırhlı araçla öldürülmek gerçekliğiyle yaşamını yitiren çocuklarımız da anılıyor. Dosyada yazanlar; Prof.

Dr. Zehra İpşiroğlu, Molla Demirel, Baran Bülent Akdemir, Cemal Taş, H. Hayri Aslan, Esin Deniz, Ayşe Korkmaz, Mehmet Esen, Hülya Soyşekerci, Tülay Tuncaboylu, Muzaffer Oruçoğlu, Özgür Özer, Çingene Kadın, Bilgin Eski, A. Murat Özhan, Gülcan Tosun, Mihrizad, Ayşegül Kocabıçak, Nermin Şenol Kalyoncu, Gulgeş Deryaspî, Ülkü Tamer, Nazım Hikmet, Necmettin, Nalan Çelik, Serpil Tütmez, Levent Kaçar, Tekgül Arı, Aziz Nesin ve A. Kadir

duyarlı insanların ‘Ne yapabiliriz?’ sorusuna verdikleri etkili ama tekil yanıtların sonucu. Asıl ihtiyaç olan daha yaygın, güçlü, bloke tepkilerin örgütlenmesi. Yapılan imza kampanyalarının, görüntülü seslenişlerin, oturma eylemlerinin, çağrıların, beyanların hepsinin ülke çapında ve uluslararası düzeyde etkisinin artmasının ve yankı bulmasının en önemli yolu bu anlamda hem itibarlı hem aktif ve cesur hem yaygın ve demokratik hem de yepyeni bir örgütlülüğün yaratılmasından geçtiğini söylemek gerekmektedir. Dernek mi, vakıf mı, platform mu, federasyon mu, bir bülten etrafında bir araya gelmek mi, bunun biçimi aracı ne olur nasıl yaratılır, bu yazar ve edebiyatçıların, sanatçıların kendi aralarında tartışarak verecekleri bir kararla netleşebilir. Ama hepsi ama hiçbiri, her ne ise mevcut durumdan daha ileri, daha gerçekçi bir yaklaşım olduğunu sanırız herkes teslim edecektir. Ve elbette bu örgütlenmenin bir ayağı toplumsal değişimin parçası, bileşeni, hatta etkileyeni, mümkün oldukça yön vereni olmaksa diğer alanı yazının, edebiyatın, sanatın da sorunlarının tartışılıp çözüm yollarının izleneceği bir olanağı yaratacaktır. Bu elbette meselenin doğasında vardır. Bu anlamda tartışmanın ve dayanışmanın yollarını böyle bir oluşum yeterince açacaktır. En geniş bileşenlere ulaşmış ve farklı şehirlerde yapılanmış böyle işlevsel bir örgütlenme arayışı için fikir ve tartışmayı mümkün olan her platformda dillendirmeli, ortaklaştıkça çoğalarak yürümeli ve zaman içerisinde somutlaşmasına katkı sunmalıyız. Örgütler birer araç olarak belirli ihtiyaçlardan doğarlar ve belli ki bugün bu ihtiyaç devrimci, demokrat, yurtsever, hümanist, feminist vb. her renkten yazar, edebiyatçı ve sanatçı için kendini dayatmaktadır. Darlaşmaya, küçülmeye, büzüşmeye hacet yok. Olabildiğince geniş ve demokratik bir katılımı esas alıp yürümek en doğrusu olacaktır. Bu minvalde daha geniş ve sürekli yazmaya devam edeceğiz.


01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

21

Ölümden de Öte Diyarbakır 5 No’lu Cehenneminde Ölümden de Öte, halen Almanya’da yaşamını sürdüren Hasan Hayri Aslan’ın ilk kitabıdır. Dünyanın en kötü on cezaevinden biri olmakla ünlenen Diyarbakır 5 No’luda on yılını geçiren ve direnişin öncü kadrosu içinde yer alan yazarın bu kitabı, doğrudan tanıklık, yaşanmışlık ve 5 No’lunun bütünlüklü kronolojik öyküsünün bir örneği olması açısından kuşkusuz çok önemlidir Bu kitap, 12 Eylül askeri darbesinin insanlık dışı yüzünü en çarpıcı biçimde gösterdiği askeri cezaevlerinden Diyarbakır 5 No’ludaki bir tanıklığı özetliyor. 17 Aralık 1981’den Ekim 1990’a kadar ordaydım ve bütün merhaleleri bizzat yaşadım. Darbeden az önce yapımı tamamlanıp açılan ve darbeden hemen sonra başlayan birinci acımasız vahşet dalgasının cehennemi bir sessizlik yarattığı, sadece işkence ve çığlık seslerinin duyulabildiği bir anda o zindana düştüm. Her dakikası bir cehennem azabı olan vahşet altında yaşamaya ancak 5-6 ay katlanabildim. Ondan sonraki bütün zamanım direnişhastane-hücre üçgeni içinde geçti. (...) Başka insanların uğradığı inanılmaz zulmü duyduğumda dehşete düştüm ve onların yanında kendime yapılan zulümden söz etmeye utandım, bir şey yapamadığımız için de kahroldum. Acıyı hissetmek için bizzat işkence görmeniz gerekmiyor, işkence gören insanların dinmez çığlıklarını dinlemenin daha korkunç bir zulüm olduğunu orada yaşayarak öğrendim. İnsani olan her şey canavarca saldırı altındaydı. Aklı, inancı, kimliği, vicdanı, onuru, cinselliği, bedensel bütünlüğü, yaşama hakkı, her şey!

Bunları, işkencelere muhatap olan çok sayıda insan anlattı. Biliyorum ki anlatılanlar yine de yaşananları tam olarak yansıtmaktan çok acizdir. Çünkü söz, daima gerçeğin kendisi karşısında yetersiz kalır. Bu yüzden onları tekrarlamaya gerek duymadım. Kitabın ağırlık merkezine daha çok direnişi ve direnen insanları koydum. Bunda da yetersiz kalacağımın farkındayım. Çünkü 5 ayrı bloğa yayılan 40 civarında koğuşta, 80 hücrede, 8 kör hücre ve işkence mekânı olarak kullanılan koridorlar, merdiven altları, spor ve sinema salonları, çamaşırhane ve hamamı, özel işkence odaları ve başka yerlerde binlerce insanın vahşet altında inlediğini ve direndiğini biliyorum. Bu direnişlerde adlarını anamadığım sayısız isimsiz onurlu, mert insan vardı ve kuşkusuz zafer bütün bu irili ufaklı direnişlerin toplamının sonucu ortaya çıkabildi. Bunların hepsini bilme ve yâd etme şansına yazık ki sahip değilim, o yüzden ancak en öne çıkanları ve yanı başımda direnerek yaşamını yitirenleri kaydetmekle yetindim.

Hasan Hayri Aslan

ANTAGONİZMA

≫ muzaffer oruçoğlu

ADAM ki gündür ilaçlarını almıyor adam. Delirmiş halini yaşıyor, anlamaya çalışıyor. Uyuyamıyor. Uyusa bile toprak uyanmadan uyanıyor. Ve her zamanki gibi sonsuzluk âlemine doğru çekiliyor, dünyaya bakıyor oradan. Baktığı yerden dünya kesinlikle görünmüyor, Yıldızlar ise parlak toz zerrecikleri gibi görünüyor. Canhıraş öksürükleriyle birlikte kalkıp yattığım odaya geliyor sonra. Uyanıyorum. Platon’un başucumda duran “Devlet”ini alıyor, evirip çeviriyor, “Mülkün bekçisi,” diye mırıldanıyor. “Güzel. Bu sizin görüşünüz. Bana göre de en büyük, en güçlü bekçi bu değil, halktır. Normal bir kulağın duyamayacağı sesleri duyar o. Tavuk gibidir, depremi önceden sezinler. Kara gecenin kara tarlasındaki kara kuzuyu, dünyanın öbür ucunda da olsa görür. Dilencidir o, dilendiği paraları dikkatle sayar, planlar kurar, zenginleşme düşleri görür. Fahişedir o. Müşterilerinin kuyruğa girmesini ister, kuyruğun uzamasından pay çıkarır, para çıkarır, hepsini mülkiyete tahvil eder o.” Cevap vermiyorum. Uyumam gerekiyor. Çekip gitmesini istiyorum. Gitmiyor. Rıhtım taşını çağrıştıran bir yüz, varlığı ve anlamı acıya kesmiş bir çift bakış ve ana şefkatine susamış beyaz bir sakal. Zamanı durmaksızın boşaltan, işe yaramaz hale getiren bir dille, dahası, dilimi bozan bir dille konuşuyor. Gelgelelim ki, içimde gevişlenen cılız bir ses, tüm bu özelliklerine rağmen bu adamın, bir doğa parçası olduğunu, hayvanlarla birlikte gezindiğini, o konuşunca tüm hayvanların aynı anda konuştuğunu telkin ediyor bana. “İşçidir o,” diye sürdürüyor. “Sekiz saat çalışır, şükreder, patron olma hayalleri kurar.

İ

Esnaftır o, çalıştırdıklarını iliğine kadar soyar, tapınır, hesap tutar, her semtte bir dükkân açma hevesine kapılır. Sanatçıdır, yazardır o, eserlerinin satışından alır gücünü, hatırlatır herkese devenin hörgücünü. Kadındır o, erkektir o, sahibi zamandır o, mal üreten canlı mal sahibidir, erkek sahibidir, kadın sahibidir o. Halktır o. Dindir, Kurandır o. Mülkün ahlakını, bilincini, duygusunu, dilini kurandır o” Sesini ağırlaştırarak, yayarak ve emanet bırakır gibi bırakarak çıkıp gidiyor adam. Salondan geliyor sesi. Dinliyorum dikkatle. Sesteki ezgin ışığa takılıyor kafam bu kez. Temelsiz, sallantılı, bıçak sırtında duran vicdanımın delinmiş aklıyla düşünüyorum. Zorun, hükümran katı yüzü beliriyor gözlerimin önünde: “at bunu evden, rahat et,” diye fısıldıyor. Göz kapaklarımı indirip düşünüyorum. Bir ışıltı. Tomurcuklanan bir umudun ön sezisi: “sakın yapma, bu evde daha fazla barınamaz bu adam, çekip gider kendi isteği ile yakın bir zamanda.” Tuvalete giriyor adam. İşiyor şorul şorul. Çenesi durmuyor, sürdürüyor ha bire. “Yabancılaşan, şaşan, yalnızlaşan evrenin vazgeçilmez gizine, manevi iktidarına biricik merkezine yerleşir o, secde eder, tapınır, bendeleşir, şefleşir...” Huzursuzluğum artıyor. Yorganın altına sokuyorum kafamı. Büyük bir kudretle ışıldayan zaman zerrecikleri, çalpara çiller, karanlıklar, sıradanlaşan ‘şimdi2ler artıyor. Kâbuslar ve kâbusları zenginleştiren, içinden çıkılmaz hale getiren envaiçeşit anlamlar artıyor. Kalkıyorum birden. Duvara tosluyorum. Zelzele yemiş gibi sarsılıyor dam. Sesler kesiliyor. İçime kaçıyor, aynileşiyor benimle adam.


22

kültür sanat

01-15 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Helin’e “...Sen kızım Sen yoldaşım. Resminin üstüne eğiliyor başım” Nazım Hikmet Ercan Binay T Tipi Hapishanesi Bafra Samsun Nasıl yazayım? Sevgimi ifade etmekte, kifayetsiz kalıyor kelimeler. Bu insana ıstırap veriyor. Istırap veren gerçekliğin kendisi değil, bu gerçekliği ifade edememektir. Ecelin kollarında olanın, yüzündeki yaşama arzusunu hiç kimse tam manasıyla yakıcı gerçekliği anlayamaz. Hiç abartmıyorum böylesi bir durumdayım. Dedim ya, asıl ıstırap ifade edememektir. Sana olan sevgimi ifade edememenin çaresizliğiyle, kifayetsiz kelimeler içinde, çırpındıkça boğuluyorum. Nasıl yazarsam yazayım, hep yetersiz olacak biliyorum. Yazdıklarımın değeri, anlamı, ancak sende karşılık bulduğu kadardır. Gül anlamış mıdır bülbülün sevgisini ya da bülbül anlatabilmiş midir? Çocukluğumda, aynayla duvara yansıtılan güneşi tutmak isterdim de tutamazdım. Şimdi mahpushane duvarının dibinde elimin aynasına vuran güneşi tutmak istiyorum ama yine tutamıyorum. Avlunun tepesindeki güneş gibisin, yüreğimin habis yerini, güneştopu bahçesine çevirdin şule şule şimdi. Bazen kendimi senin karşında, cüce aynasının karşısındaymışım gibi hissediyorum. Şaşırtıyorsun beni güzel çocuk, o çocuk halinle karşında beni nasıl da çaresiz bırakıyorsun. Çocuk dememe kızıyorsun biliyorum. Kırkımı aşan ben bir yanımı çocuk bulurken, ömrümün yarısı olan seni nasıl büyümüş sayarım ki. Evet çocuğuz. Alınganlıklarımız, kırgınlıklarımız, küsmelerimiz... çocukça değil mi? Bir çocuk dünyası gibi çıkarsız, hilesiz yaşamımız, bundandır çocuk yanımız. Minimini bir çocuğun, koca çınar gibi bir babayı yıkabileceğini de yeşertebileceğini de öğrettin bana. Sen kurumaya yüz tutmuş köklerime, can suyu oldun Yüreğimin sam yelleri esen yeri şimdi zümrüt gibi, efil efil. Ben tutsak, dere yatağında bir çakıl taşı gibiyim, Sen Alp Yıldızı'msın. Dert eğiriyorum, ipini çektiğim doksan yüreğin dört yanı deniz kesiliyor. Nicedir voltalarım, özlemini törpülüyor, sevgimi, umudumu, inancımı, direncimi bileyliyorum. Gergefe gerilmiş mavi ipek bir etamin gibi duran, avlunun üzerindeki

gökyüzüne nakış nakış düşlerimi işliyorum. Güneşin altında topladığım düşlerimi, gece taşıyamıyorum. Parmaklıklı pencereden sana gönderiyorum, dalga dalga sana gelen karar yeliyle, potkallar gönderir gibi. Baktığım parıldayan yıldızlar didarındır, gülümser, didelerini kırpıştırırsın. Gayri duramam tutsaklıkta, her gece firar ederim masallar âlemine. Sen neredeysen cihetim orası, gelincik fecirimsin. Sevgi bir nehir gibidir, bütün bentleri aşar. Kime ait bu sevgi, kaynadığı yer olan yüreğime mi, yoksa ulaştığı yer olan yüreğine mi? Gönül bağımız esen yel. Ne güzel ifade etmiş Nazım usta; “O duvar, o duvarınız, vız gelir bize vız!...” şiirinde. Avlunun kıyısında değil de, sanki bir derya kıyısındayım. Dayamışım sırtımı meşe ağacına. Gökyüzünde bulut sanki bir kuğu. Ardında, deniz köpüğü bırakan bir vapur sanki iz bırakan bir uçak. Duvarda âlemi seyrediyorum. Her mektubun umutlu bir düştür bende, kelimelerin birer busedir gülümse-

yen yanaklarıma damla damla düşen. Sen bu sevginin usta ebrucususun güzel çocuk, yüreğimi ebemkuşağına çeviren. Sen kanatlarım da eksik olan son telekmişsin, artık varsın. Daha güçlüyüm, özgürlük renginde kaybolabilir, fırtınalara direnebilir, dağları aşabilirim. Ne bilir ömrünü düş kurarak tüketen, düşlerinin peşinden gidenin yaşamındaki güzellikleri. Gece karanlığında ürküp ürperenler, ne bilir zirvelerde yıldızlara uzanmanın coşkusunu. Kapısının eşiğini aşamayanlar, ne bilir ufuklarını aşmanın sevincini. Avcının avına bakması gibi birbirine bakanlar, ne bilir güneşle gelincikle bakışmasını. Uçurumun kıyısında korka korka bir ömrü tüketenler, ne bilir özgürlük renginde kanat çırpmanın sonsuzluğunu. Alnının terini bir başka ele damlatmayan, ne bilir papatyanın köküne süzülen yağmuru. Yangınlar ortasında kalmış ama kendi yüreğindeki bir avuç yangının dumanında gözleri yaşarıp boğulanlar, ne bilir yangını kanlarıyla söndürmeye

gidenlerin asi dağ yürüyüşlerini. Gün doğmadan, nasırlı ellerinde oraklarıyla yollara düşüp, karanlığı yırtıp kızıl şafağı doğuranların gücünü ne bilir, evinin perdesini açamayanlar. Kapkara kömürü kızıl aleve dönüştürenin gücünü ne bilir, yüreği küllenenler. Direngenliğiyle karı delip baharı dağlardan ovalara indiren kardelenin gücünü ne bilir, düşen kırağıyla gözlerinin feri sönenler. Yaşamak bilmek ve yapmakla değerlidir, anlamlıdır. Ömrümün ve tutsaklığımın çoğu gitti azı kaldı. Giden de kalan da önemli değil. Önemli olan, gidende kalan, kalana taşınan ve yaratılandır. Düşlerimde sana koşmak; dağların ardında kaybolan güneşin ardından koşmak gibi bir şey. Ben sana ulaşamazsam, direnirim karanlığa, sen bana ulaşırsın. Hiç düşürme, kirpiklerinin ucunda şebnem gibi duran gülümsemeni. Bu sevgi, betonda filizlenen, çelikten bir karanfildir. Asla solmayacak, biz yüz çevirmedikçe.


23

Beyaz perde de boykot var Sinema emekçileri Altın Portakal’ı boykot ediyor

Gerici devlet ekonomik ve siyasi alanda sürdürdüğü saldırıları kültür-sanat alanında da yoğunlaştırmaya devam ediyor. Geçtiğimiz sene Çayan Demirel ve Ertuğrul Mavioğlu’nun hazırladığı “Bakur (Kuzey)” belgeselinin festival yönetimince çıkarılması üzerine karara tepki gösterilmiş ve birçok sinemacı belgeselini festivalden çekmişti. Sansür politikalarına tepkiler devam ederken bu yıl da yine Reyan Tuvi’nin “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” adlı filminin ‘Türk Ceza Kanunu’nun 125. ve 299. maddelerine aykırı ifade ve içerik ihtiva ettiği’ gerekçesiyle, 51. Altın Portakal Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması listesinden çıkarıldı.

Sinema emekçilerinden sansür tepkisi Reyan Tuvi’nin “Yeryüzü Aşkın Yüzü oluncaya Dek” çalışmasına uygulanan sansür karşısında 150 sinema emekçisi de “Bu Toplu Bir Sansürdür!” başlıklı bir açıklama yayınlayarak festivalin hiçbir etkinliğine katılmayacaklarını duyurdular. Festival organizasyonunu protesto eden sinema emekçileri aynı zamanda Altın Portakal’ın sansürcü politikalarını eleştirerek bir açıklama yayınladılar. Açıklamada: “Reyan Tuvi’nin ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ adlı filminin ‘Türk Ceza Kanunu’nun 125. ve 299. maddelerine aykırı ifade ve içerik ihtiva ettiği’ gerekçesiyle, 51. Altın Portakal Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması listesinden çıkarılması, hiçbir şekilde kabul edilemez. Bir film festivalinden beklenen, filmlerin gösterim hakkını, seyircininse filmlere erişim hakkını savunmak ve filmin yaratıcılarının sanatsal ifade özgürlüğünü korumaktır. Bir filmin Türk Ceza Kanunu gerekçe gösterilerek yarışmadan ihraç edilmesi ise festivalin kendini bir sanat kurumu değil, hukuki bir ceza mercii addederek hareket ettiğini gösterir.” denilerek sanat eserlerinin suç unsuru olarak görülmesine davetiye çıkaran yaptırımların ve sansür politikalarının teşhir edildiği metinde “Festival yönetiminden, film gösterimlerinin her türlü baskıdan muaf bir şekilde yapılacağını ve seçici kurulların kararlarının manipüle edilmeyeceğini garanti eden, tavizsiz bir açıklama bekliyoruz.” ifadelerine yer verildi.

TUTSAK PARTİZAN

≫ cafer çakmak

AŞİL İLE KAPLUMBAĞANIN PARADOKSU

A

şil ile kaplumbağanın paradoks hikâyesi meşhurdur. Güçlü, çevik, yapılı atletik Aşil. Kaplumbağa dediğimiz de Aşil’in nazarında başparmak boyutunda, dört ayaklı, ağır hareket eden, kabuklu bir varlıktır. Tartıya vursan, kaplumbağa Aşil’in yirmide birine denk düşmez. Aşil ile kaplumbağa yarışa koyulur. Stadyumda pistte koşmaya başlar Aşil. Kaplumbağa ise ormanda yarışa başlar. Aşil, adalelerini yırtarcasına, ciğerlerini zorlayarak kan ter içinde kalarak koşar. Tezatlık bu ya, yarışı kaplumbağa kazanır. Zira Aşil çemberde etrafında koşmuştur. Kaplumbağa’nın adımları küçük, ağır olsa da devinimi ileriye dönük bir istikamet minvalinde olduğundan, yarışın sonunda Aşil’den daha çok mesafe kat etmiştir. Aşil ve kaplumbağanın yarış paradoksuna politik aksiyon sahasında biteviye karşılaşırız. Paradoks ortada dolanıp durur, fark eden nadirdir. Birçok aktivist bu paradoksu yaşar. Elverişli olanaklar mevcuttur, yabana atılmayacak niceliksel aktivist ve araç bulunur. Bu pozitif olanaklarla nitelikli mesafeler kat edilmesi, başlanan yerin dört-beş kat üstünde olunması umulur. Olmaz umulan, düzlemde seyir edilip durulur. Görünürde hareket rotasında sorun (bu yanılsamadır) gözükmez. Aktivistler kendilerini paralarcasına canhıraş çalışır, harıl harıl sağa sola koşturulur, bir randevudan diğerine gidilir, toplantıların ardı arkası kesilmez, rapor üzerine rapor yazılır, görevler icra edilir görünür... Tıkır tıkır işliyordur çark, dişliler yıpranır. Gün gelir muhasebe yapılır, üç artış üç azalış elde var mevcut. ‘Yine mi bu netice’ nidası yükselir koro halinde. Döngü sene-i devriyesini tamamlar, netice tablosu değişmez. Netice sabittir de çarkın dişleri örselenir, balatlar eskir, demoralize olanların şevki iliklerinden boşalır, kanıksanır durum; her sabah makinenin başına kurulan işçinin davranışıyla günü kotaran görevler ifa edilir. Gazeteci büroyu açıp koyulur, dağıtıcı malum yerlere gazeteleri bırakır, dernek aktivisti derneği açıp müdavimlerle hasbıhal eyler, sendikacı sendika toplantılarına katılır, kompilasyondaki aktivist randevusuna gider... Bu devinim çemberidir. Yüksek eforla da bu çemberde devinsel makûs talihinden kurtulunamaz. Yanlış bilinen hayat nasıl ki doğru yaşanmazsa, çemberin içinden çıkılmadıkça da müspet sonuçlar alınamaz. Hareket halindeyken yüksek tempoda hareketten çemberde olduğunun farkına varılmayabilinir. Durup devinimin enlem boylarını, düzlem ve kuvvetlerini, yörüngesini tahlil etmek ve döngüsüne projektör tutmak gerektiğinin kanısındayız. Maharet her zaman nicelikte, yüksek eforda, iyi niyetli ısrarda, pozitif koşullarda bulunmaz. Bunlara sahip olmamız muradımıza ereceğimizi doğrulamaz. Böyle olmuş olsaydı kimi demokratik partiler elverişli olanaklara, araçlara, orta ölçekte kadro ve aktivist gücüne sahip olmalarına -niyetten kuşku duyulmayacak çalışmalarda da bulunuyorlar- rağmen toplumsal sinerji yaratamıyorlar, çemberlerini aşamıyorlar. Elbette

ki sorgulama projektörü teorik-felsefik arka plana, genel programsal hata ve stratejiye çevirmek gerekir. Yine de her zaman tek başına bunlar da tayin edici olmuyor. Başarı tüm dinamiklerin bir arada bulunmasına bağlı. Paradoksa dönelim, kaplumbağanın yarışta Aşil’i yenmesi, Aşil’in çemberde koşması ve kaplumbağanın ormanda nereye varacağını bilerek emin adımlarla yol almasıyla ilintilidir. Bunu siyasal alana taşıdığımızda doğrultuda: a- Hedef belirlemeden atılan okların nasıl ki faydası bulunmuyorsa, genel belirlemeler ve söylemlerle yürütülen çalışmalar ileriye taşınmaz. Her faaliyet alanının önceden belirlenmiş plan programı bulunmalı, bunlar nesnelliği ve sübjektif kuvvetlere uyumlu olabilmeli, kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerin arasında ara hedefler saptanmalı, üç yıl beş yıl sonrası öngörülerek hedefler belirlenmeli ve süreçte öngörülmeyen gelişmeler doğrultusunda planlar programlar revize edilerek konumlanılmalı, kısa vadeli muhasebeler yapılarak zaman yitirmeksizin sürece müdahale edilip başarılar ileriye taşınmalı, eksik ve hatalar aşılmalıdır. b- Yöntemli düşünüp çalışma esas alınmalı. Yöntemler ve araçlar koşullara göre değiştirilip yaratıcılıkla yenileri devreye koyulmalı ama yöntemli düşünme ve çalışmadan vazgeçilmemeli. c- Sonuç alınmayan, zaman ve efor kaybı yaratan çalışmalardan uzak durulup, kuvvetleri sonuç alıcı çalışmalara sağlam projelerle odaklandırılmalı. d- Dağınık, gelişigüzel ve birbirini desteklemeyen çalışmalara yeltenmemeli, bu tarz eleştirilerek aşılmalıdır. Neyi nasıl yapacağını bilmeyen güç savruktur. Sahada sonuç alıcı etkisi olmaz. e- Her çalışma bir sonrakinin koşul ve deneyim kaynağı olmalı, nitelik ve nicelik bağlamlarda birbirini aşmalıdır. f- Günde on kişiyle görüşmek, on toplantıya katılmak, onlarca yazışma yürütmek, iki yüz gazete dağıtmak... Bunlar orta vadede örgütlü güç ve koşula dönüşmüyorsa çemberde efor harcanıyordur, sorunludur. İki yüz gazete dağıtılacağına odaklanmayı belli bir kitleye yöneltip örgütlemek, bunlar üzerinde damla hareketiyle/merkezden çembere örgütlenerek gazete sayısını üç dört misline çıkartarak nitelikli ve kalıcı çalışmalar yürütülmeli. g- Gündelik çalışma öğütücü tekrarlar rayına sokulmamalıdır. Her eylem ve söylem ‘Daha iyisi ve tesirli nasıl yaratılır?’ sorusuyla başlanmalı. h- Özellikle bu evrede aktivistlerin niteliğinin genel ve özel eğitsel programlarla, ihtisas yönelimleriyle ileriye çekilmesi esas alınmalıdır. Her aktivist birkaç farklı dalda asgari kapasite ve yetenekte olabilmelidir. ı- Sahada takviyeci eleştiri ve eğitime rağmen kendini tekrar eden, çemberden çıkmayan ve vasatı aşmayan aktivistler geri çağrılabilmelidir. Üç-dört aylık boşluk telafi edilebilir, tahribatlar ise zor telafi edilir.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası İst. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Encama hilbijartina 1’ê Cotmeh’ê û pêywirên me Desthilatdariya Erdoğan û AKP’ê ku heta niha şerekî paşverûtiyê û êrişkar didomand, bi jahrê şovenizm û olê ve jî çendîn beşa civakê xapand û li paş xwe kom kir. Desthilatdarî, ev siysastê xwe ya qirêj ve di serî de hilbijêrên MHP, piştgiriya gelek nijadperest û faşîstan jî girt û di hilbijartina 1’ê mijdarê de dîsa tene bi ser xwe bû desthilatdar. Ew hilbijartinê ku bi destê çînên serdest û nûnerên wan desthilatdariya Erdoğan/AKP’ê ve bi zorê hatibû rojevê, dawî ya dawî gihaşt encamê. Di 7’ê Hezîranê de hilbijartinek hatibû çêkirin û AKP’ê serdestî û desthilatdariya xwe wenda kirîbû. Lê ji alî Erdoğan û partiyê ve nehate pejirandin. Têkçûyîna xwe bi tu awayî qebûl nekirin, bi vê mijarê ve giredayî qanûnên xwe jî binpê kirin û ji nû ve cardin li welatê hilbijartinek pêk hat. Gava ku biryara hilbijartinê hate girtin, Erdoğan/AKP jî ji bo ku şert û merc bi xwe re wek bi awayekî xweş û baş biguherîne, berî her tiştî li dijî gel şerekî qirêz da destpê kirin. Di serî de Kurdistan, li her derî welatê dema şerekî dijwar vebû û div î şerî de kesên şoreşger, rewşenbir û welatparêz rastî êrişên desthilatdariyê hatin. Bi vî hawî bi hezaran însan hatin binçavkirin, hatin girtin, rastî şêwazên teröre hatin, bi sedan însan jî bi şêweyên hovane hatin qetilkirin. Ev yek jî kêrî desthilatdariî ya Erdoğan/AKP’yê nehat û nesekinîn, hin beşen gel bi jahrên şovenizm û nijadperestî ve xapandin û li himberî hêzên pêş û şoreşger li kolanan çalakiyên cûrbecûr dane çêkirin. Bi van êrişan jî nesekinîn, bi şovenizm û nijadperestiyê ve gel tijî kirin û ji bo kul i ser Kurdan êriş bibin û bikujin bernameyeke taybet û qirêz xistin rojevê. Bi van êrişên hov, çendîn însan bi êrişên hovane jiyana xwe ji dest dan, çendîn însan jî birîndar bûn. Di serî de avahiyên Partiya Gel a Demokratîk (HDP), bisedan şoreşger û saziyên pêşverû û kargeh hatin talan kirin. Ewqasî ku, li hin ciyan wekî

Otêla Madimak çend mînak çêbûn û êrişên beredayî pêk hatin. Bi taybetî jî li Kurdistan amûrên qirêj ji alî dewletê ve ket rojevê û wek serdema OHAL’ê jî wêdetir şerekî taybet hate meşandin, gele Kur dli himberî van êrişan ber xwe dan. Bi rojan derketina kolan û kûçeyan hate qedexekirin û kujerên destqirêj û xwînmij li kolanan kujertî ya xwe domandin, terora dewletê meşiya. Bi van bernameyê ku ji alî dewletê ve damezirî, bi dehan însan jiyana xwe ji dest dan û bi hovane hatin qetilkirin. Dewletê Tirk ewqasî ji rêzê derket ku, piştî van êrişan encam giran bû û ji gelen Botanê çendîn însan bi rojan mirîyen xwe ji dolabên cemede veşartin û newêriyan ku ew ji gorinranê veşêrin. Çi ku hilbijartina 7’ê Hezîranê hê nehatibû jibîrkirin û dewlet û desthilatdarî, çi dibe bila bibe hewldida ku tola 7ê Heziranî hilde. Çi k udi hilbijartina 7’ê Heziranê de partiya HDP bi hêzên tifaqan ve serketî bû û bi sedema vê serkeftinê jî desthilatdariya Erdoğan û AKP’yê têkçûbû. Ji

ber vê yeke HDP wek mebesta têkbirinê hatibû destnîşankirin. Bi vî hawî bername hate şixulandin, polîtîkayên qirêz hatin rojevê, ne tene HDP, bin îşaneya HDP’ê ve hemû hêzên pêşverût wek hedef li ber çavên çeken şerê de man. Hilbijartina 1’ê Mijdarê jî bû qada şerê. Armanc piştgiriya gel qels bimîne bû. Ger em bi encamên hilbijartina 1’ê mijdarê ve lê binerin, însan dikare bêje div î armancên xwe de pîçekî jî serkeftinek bidest xistin, ev dixuyê. Ji şerê xwe ya qirêj re birdoziya nijadperestiyê jî wek piştgirîyek pejirand, hilbijêrt û tespit kir, bi vî haî meşiya. Bernameya xwe jî li ser vê yeke famezirand. Bi vî hawî piştgiriya nijadperestên Tirk MHP jî girt. Ew da pişta xwe û siyaseta xwe birêkir. Ev polîtîka serket û di hilbijartina 1’ê mijdarê de ten abi ser xwe bû desthilatdar. Ango desthilatdarî bidest xist. Dewsa siyaseta şerê qirêz, şîdetê dewletê, êrişên hovane, dewsa çendîn şêweyê êrişbaziyê, dîsa jî HDP ji xebatên xwe

paşve nema, her li himberî mirinê têkoşiya, lê dawî ya dawî bendava siyasetê raxist erdê, derbas kir, ev jî pîvaneke balkêş û pîroz e. Divê ve hewldan û xebat neye biçûkdîtin û divê bi awayekî rast were xwandin. Le belê divê ev encamên hane jî rast were xwendin û dersen rast jê were derxistin. Ew bihevrebûniya dîrokî jî were hêzdayîn û bi demeke direj were meşandin. Çi ku di vî pêvajoyê de êrişên dewletê roj bi roj dijwar bin û li ser gelê hê qetlîamên reş bibarîne. Divê ev yek were zanîn. Li himberî van yekan hêzên civakî divê li her qada jiyanê de wekhevî û bihevrebûniyek pêk bînin, hêzên xwe ji hev re bikin piştgirî, tekoşîna bênavberî bimeşinin, bi vî hawî bibin bersivek. Ev pêywireke şoreşgerîyê ye û li ber me disekine. Dive hemû hêzên civakî û pêşverût werin gel hev, bi hev re şerîkatî çekin, dijî pergalê bisekinin, têbikoşin, perspektife hanê neterkînin û xebatên xwe yên polîtik li ser vê esasê ava bikin.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.