1-15 AĞUSTOS 2015

Page 1

Silahsız biçimlerin silahlı biçimlere tabi ele alınması

sf 12-13

Suruç'ta AKP beslemesi IŞİD katliamı T.C. devleti, Osmanlı'dan devraldığı katliam geleneğini devam ettiriyor. Kobanê'nin yeniden inşası çalışmalarına katılmak için yola çıkan Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu (SGDF) üyelerine, AKP destekli IŞİD tarafından bombalı saldırı gerçekleşti. Suruç'ta yaşanan katliamda 32 kişi ölümsüzleşti. Katliam dünyanın pek çok yerinde protesto edilirken, ölümsüzleşenleri on binler sonsuzluğa uğurladı. Sf.02-03

Halkın Günlüğü

1-15 AĞUSTOS 2015 Yıl: 4 Sayı: 104 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

İnfaz devletin geleneğinde var! f GÜNCEL

22

Katliamlar, infazlar, faili meçhuller, işkenceler… Cana susamış eli kanlı katiller sabahın kör karanlığını fırsat bilip, ellerinde uzun namlular, ellerinde katlettikleri devrimcilerin kanıyla devlet geleneğini sürdürdüler(!) Çatışma yok, sorgulama yok, 1, 2, 3…15 kurşun… Gözü dönmüş infazcılar bir kadın devrimciyi Günay Özarslan’ı infaz ettiler

Gericiliğin örsünde dövülen Suriyeli çocuk!

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

ISSN: 2147-0499

faşizm teyakkuzda

Korkularını büyütelim... Kuruluşundan günümüze dek varlığını çeşitli ulus, milliyet ve inançlardan halklarımıza karşı savaş açarak sürdüren faşist T.C devleti, halklarımıza saldırmaya devam ediyor. Öyle ki bu gerici ve barbar “Cumhuriyet” ülkenin her karış toprağına halklarımızın kanını akıtmıştır. T.C. tarihi boyunca halklarımızın ilerici ve devrimci aydınlık geleceğinin yüz akları olan kızlarımızı ve oğullarımızı güneşe uğurladık, uğurlamaya devam ediyoruz. Dün olduğu gibi bugünde faşist T.C.

10

Koalisyon görüşmeleri, erken seçim tartışmaları

halklarımıza pervasızca saldırarak katletmeye, tutuklamaya, gözaltına almaya ve sindirmeye devam ediyor. Fakat nafile; faşist ve gerici zebanilerin hiçbir saldırısı halklarımızın özgürlük ve kurtuluş mücadelesini engelleyemeyecektir. Tarihin devrimci değiştirici kudreti, bizlere binlerce kez göstermiştir ki, kazananlar; her zaman direnenler ve mücadele edenlerdir. Ve yine tarih defalarca kez kanıtlamıştır ki, kaybeden; her zaman gericilik, barbarlık ve zulüm olmuştur.

16

Dağlardan özgürlük fikirleri

18


02 güncel haber AKP’den topyekûn savaş siyaseti AKP iktidarı halklara karşı topyekûn savaş politikasını hayata geçirdi. Yalnızca birkaç gün içinde yüzlerce kişi gözaltına alınıp tutuklanırken, Güney Kürdistan'da “T.C.” savaş uçakları tarafından bombalandı “T.C.” devleti, Osmanlı'dan devraldığı istilacı, yayılmacı ve işgalci geleneğini kesintisiz olarak bugünlere kadar geldi. Sözde “çözüm süreci” yıllardır devam ediyordu. Ancak "çözüm sürecinin" getirdiği “barış” ortamının aksine, faşist devlet; kalekollar, askeri barajlar yapmaya devam ederken bir yandan askeri teçhizat alımına devam etti. “Çözüm süreci” boyunca savaşa hazırlanan devlet, sonunda AKP'nin tek başına hükümet olamamasının da hıncıyla halklara karşı topyekûn bir savaş politikasını hayata geçirdi. Suruç'ta SGDF'lilere yönelik katliam gerçekleştiren kontrgerilla, savaş politikasının ilk adımı oldu. Ardından AKP, medyasıyla, polisiyle, askeriyle tüm alanlarda topyekûn bir savaş başlattı. Devrimcilere, sosyalistlere, demokratlara ve yurtseverlere saldıran AKP iktidarı, gözaltı ve tutuklama terörünü devreye sokmakla kalmadı, Güney Kürdistan'a da bombalar yağdırmaya başladı.

Polis baskınlarında 1302 kişi gözaltına alındı “T.C.” Başbakanlığı’nın açıklamasına göre 39 ilde yapılan polis baskınlarında 1302 kişi gözaltına alındı. Birçok şehirde yapılan polis baskınlarında gözaltına ellerini kollarını sallayarak alınan IŞİD'lilerin yine ellerini kollarını sallayarak serbest bırakıldıklarını gördük. Yine onlarca şehirde gözaltına alınan yüzlerce demokrat, yurtsever, sosyalist, devrimci ise tutuklanarak “T.C.” hapishanelerine gönderildi. Yapılan açıklamalarda ayrıca polis baskınlarının süreceği de eklendi. Başbakanlık bununla gece yarısı yapılan baskınların, gözaltıların, tutuklamaların, infazların devam edeceğini açıkça söylemiş oldu.

Gerilla alanları “T.C.” uçakları tarafından bombalandı Güney Kürdistan’a onlarca kez saldırılar düzenleyen ve bombalar yağdıran “T.C.” bir kez daha gerilla alanlarını bombaladı. Başta Behdinan olmak üzere, birçok gerilla alanı “T.C.” uçakları tarafından bombalandı. Behdinan dışında, Zap, Kandil, Metina, Gare, Haftanin, Avaşin ve Xakurke alanlarına da bombalar yağdırıldı. “T.C.” ordusu tarafından Güney Kürdistan'a yapılan hava saldırılarına ilişkin HPG açıklama yaptı. İlk saldırıların ardından yapılan açıklama da; “Bu saldırıların bir sonucu olarak 1'i çocuk olmak üzere çok sayıda sivil insanımız yaralandığı gibi, bölge halkı maddi zararlara uğramış ve birçok alanda orman yangını başlamıştır. Yüksek duyarlılık ve tedbirlerinden dolayı gerillamız nicel anlamda ciddi kayıplar vermezken, Komuta Konseyi üyemiz Şervan Varto yoldaş şehadete ulaşmış, 3 yoldaşımız ise yaralanmıştır.” ifadelerine yer verildi. 'Tek taraflı ateşkesin koşulları ortadan kalktı' Açıklamanın devamında ise; “24 Temmuz günü AKP hükümetinin ve Erdoğan'ın siyasi ve askeri

anlamda en büyük hatasını yaptığı gün olarak tarihe geçecektir” diyen HPG, “Ancak şu anda Türk devleti tarafından yürürlüğe konulmuş bulunulan topyekûn savaş saldırısıyla bizlerin tek taraflı olarak ateşkesi sürdürmemizin koşulları da ortadan kaldırılmıştır. Gelişen saldırılara karşı kendimizi savunma hakkımız temelinde topyekûn saldırıya karşı topyekun direniş geliştirerek özgürlük ve demokrasiyi savunma görevi tarihsel bir görev olarak önümüze çıkmış durumdadır. Bugün önümüze kapsamlı bir mücadele ve direniş süreci gelmiş bulunmaktadır. Bu yeni ve zorlu mücadele döneminde başarı şansımızın her zamankinden çok daha yüksek olduğu açık ortadadır. Halkımızın örgütlü mücadelesi ve gerillamızın kararlı-güçlü performansı, AKP ve Erdoğan'ın şahsında Türk sömürgeciliğinin yenilgisini kesin bir olguya dönüştürecektir. Türkiye toplumunun hiçbir değer yargısıyla kesinlikle bir sorunumuz olmadığı gibi, bu savaş bir PKK ve Türk devleti savaşı olmaktan ziyade, Erdoğan diktatörlüğü ve Kürdistan halkı ile Türkiye demokrasi güçlerinin savaşı durumundadır. Kürdistan gerillası, tüm Türkiye toplumunun demokrasi ve özgürlük savaşçıları olarak halkıyla ve demokrasi güçleriyle birlikte kazanmayı kesinleştirecek güce, performansa ve yetkinliğe sahiptir. Bu açıdan içine girilen yeni mücadele döneminin büyük bir tarihi direniş ve zafer yürüyüşü olacağı kesindir.” ifadelerine yer verdi.

HPG: 18 asker ve 11 özel harekâtçı öldürüldü HPG Basın İrtibat Merkezi bir hafta içinde yaşanan çatışmalara ilişkin yazılı bir açıklama yaptı. Yapılan açıklamada Güney Kürdistan'ın bombalanması aynı zamanda Kuzey Kürdistan'da gerillaya saldıran “T.C. “devletine karşı yapılan eylemler sıralandı. Açıklamaya göre HPG gerillalarının düzenlediği eylemler sonucunda tespit edilebilen 18 asker ve 11 özel harekât elemanı öldürüldü.

TSK'dan bir katliam daha; Zergelê “T.C. “faşizmi Kürdistan halklarını bombalamaya devam ediyor. Güney Kürdistan'ı savaş uçakları ile bombalayan TSK, Kandil'e bağlı Zergelê köyünü de bombaladı. Saldırı sonucunda çoğu kadın ve çocuk 9 kişi yaşamını yitirirken, 15 kişi de yaralandı. Katliamın ardından burjuva medya Zergelê köyünün sivil yaşam alanı değil PKK kampı olduğu doğrultusunda yapılan pek çok haber hiç şüphesiz ki yapılan haberler, TSK tarafından ısmarlama olarak yapıldı. TSK'nın Zergelê Katliamı ile ilgili yaptığı açıklamanın ise Roboski ile benzerliği dikkat çekti. Katliamcı devletin ordusu, Roboski katliamın ardından “Olayın meydana geldiği yer, bölücü terör örgütünün ana kamplarının konuşlu olduğu, sivil yerleşim bulunmayan, Irak’ın kuzeyindeki Sinat-Haftanin bölgesidir.” ifadelerine yer veren bir açıklama yapmıştı. Zergelê katliamının ortaya çıkmasının ardından, arkasına burjuva medyayı alan TSK, açıklamasında; “Vurulan hedefin bir köy olmayıp bölücü terör örgütü mensubu teröristlerin barınma alanı olduğu, bombanın tesir alanı içinde ve yakınında sivil yerleşim alanı bulunmadığı belirlenmiştir” dedi.

01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

Suruç’ta Yüzlerce genç, yüzlerce umut, yüzlerce gelecek, yüzlerce aydın yarınlar… Git oyuncak götür, insanca yaşamın inşasını kur dediler; gittiler güneşi getirdiler... Bomba değildi, silah değildi, mermi değildi götürdükleri... Gençler sadece yeni bir dünya mümkün, yeni bir hayatı birlikte kuralım deyip gittiler... Emperyalizmin, kapitalizmin ve onun işbirlikçilerinin yerle bir etmek istediği güzel yerleri yeniden yaşanabilir hale getirelim, yeniden o parklarda çocuklar oynasın, gülsünler, kulaklarımızda şen kahkahaları dünyanın en güzel melodisi olsun dediler. Çocuklara ne silah ne bomba ne de mermi götürdüler... Bir zamanlar kendileri de çocuk olan bu gençler biliyorlardı nasıl olması gerektiğini… Çocuk bu arkadaş; top ister, araba ister, bebek ister, oyun parkında salıncakta gökyüzüne değecek gibi buluttan bir parça alıp minik ellerinde taşıyacak gibi bulutlara uzanmak ister, kaydırakta kayıp, terleyene kadar oynamak ister... Çocuk bu arkadaş daha ne ister ki; sen gülersen o da güler, sen ağlarsan o da ağlar, sen aydınlık gelecek istersen o da ister... Kimisi daha yeni 18’ine basmış kimisi 24’ünde 25’inde pırıl pırıl gençler kimisi ana babaydı ama en önemlisi bir zamanlar çocuktular… Bizler zulme, acıya, katliamlara, ölümlere teslim olmayacağız dediler... Direneceğiz, direteceğiz insanca yaşam için, direneceğiz, direteceğiz çocukların mutlu olabilmesi için, direneceğiz direteceğiz insanların katledilmemesi için. Barbarlığa karşı, katliama karşı dik duran, mücadele eden, ezilen kim varsa; nerede yanlış giden bir durum varsa, kim muhtaçsa elini uzatmak için orada olacaklarını söylediler... Gidip oyuncak götüreceklerine

canlarını yüreklerini götürdüler.

Katleden belli katledeni destekleyen belli “T.C” devleti ve AKP eliyle yapılan Suruç katliamında 31 aydın genç, 31 yürek, 31 umut katledildi ve onlarcası yaralandı ve yaşam mücadelesi veriyor. Yıllardır halkımıza ve devrimci, demokrat, yurtsever, aydın kesimlere yönelik saldırılar hız kesmeden artıyor. AKP’nin ve onun beslediği IŞİD çeteleri tarafından gerçekleştirilen katliamın en büyük sorumlusu AKP ve onun ürettiği(!) politikalardır. Barbar tecavüz çetelerinin halklardan, gençlerden bu kadar korkmasının nedeni bellidir. Suruç ile Gezi Ayaklanması’nda katledilenler insanca yaşam için mücadele edenler oldukları için katledildiler. Giderken biz Gezi Ayaklanması’nı gördük direnişi birlik olmayı, yeniden üretip inşa etmeyi… bu sefer de Kobanê için, Kobanê’de katledilenler için, Kobanê’de savaşın acımasızlığına karşı hala yaşam mücadelesi veren insanlar için umut olalım, orayı yaşanabilir hale getirelim dediler. Fazlasıyla da umut kaynağı olup, fazlasıyla da yerine getirdiler.

SGDF üyelerine bombalı saldırı Kobanê’nin yeniden inşa çalışmalarına katılmak için 20 Tem-


03 katliam

muz’da Urfa Suruç’a giden SGDF üyelerine bombalı saldırı düzenlendi. Saldırı da 31 kişi hayatını kaybetti ve onlarca yaralı var. Sosyalist Gençlik Derneği Federasyonu(SGDF) üyelerine dönük bombalı saldırı düzenlendi. Suruç Amara Kültür Merkezi’nde basın açıklaması yaptıkları sırada gerçekleşen saldırı da 31 kişi yaşamını yitirirken onlarca yaralı hastanelere kaldırılıp müdahale edildi.

Katliamcının kimliği belli oldu 31 kişinin ölümüne ve onlarca kişinin yaralanmasına neden olan saldırıyı Adıyaman nüfusuna kayıtlı 20 yaşındaki üniversite öğrencisi Şeyh Abdurrahman Alagöz’ün gerçekleştirdiği tespit edildi

Ölenler kimlikleri belirlendikten sonra sonsuzluğa uğurlandı Suruç’ta katledilenlerin otopsi raporları yapıldıktan sonra kimlikleri belirlenip memleketlerine gönderildi. Memleketlerine gönderilenler kitleler tarafından sahiplenip törenlerle son yolcuklarına uğurlandılar. Yaralılar içinde kısa sürede müdahale edilip gerekli hastanelere sevkleri sağlanıp tedavilerine devam edildi.

Suruç katliamı yurtiçi ve yurtdışında protesto edildi Suruç’ta katledilenler için Türkiye’nin hemen hemen bütün şehirlerinde ve yurtdışındaki ülkelerde protestolar düzenlenerek basın açıklamaları gerçekleştirildi. Protestoların genelinde “Katil IŞİD İşbirlikçi AKP”, “Katil Devlet Hesap Verecek”, “Faşizme Karşı Omuz

Omuza”, “Suruç Şehitleri Ölümsüzdür”, “Yaşasın Devrimci Dayanışma” sloganları atıldı. Basın açıklamalarında, “Saldırıların arkasında faşist devletlerin kanlı elleri olduğu, Kürt hareketinin Kobanê’de elde ettikleri zaferlerden kaynaklı olduğu, kendi yaşamlarını kendilerine göre inşa etmeye çalıştıkları için bu katliamı yaparak geriletmeye çalıştıklarını, ama bu saldıralar karşısında tüm devrimci, demokrat ve yurtsever kesimlerin ortak direnişle hareket edip devrimleri korumaya geliştirmeye çalışılmalıdır” sözleri belirtildi. Gazi Mahallesi’nde yaşayan Suruç Şehitleri’nin cenaze törenine HDP’li Milletvekilleri katılarak açıklamalarda bulundu. Genel seçimlerde DHFHDP ittifakı sonucu İstanbul’dan Milletvekili seçilen Erdal Ataş konuşmasında; “Yapılan saldırı sadece Suruç'a yönelik değil tüm Ortadoğu'ya ve dünya halklarına dönük yapıldı. Irkçı, faşist, ayrımcı kesimler yaratılarak halklar birbirine düşürülmek isteniyor. Kobanê'ye giderek daha güzel ve daha yaşanılabilir bir dünya yaratmak isteyen insanlara yönelik katliamlarla mücadelemiz engellenmeye çalışılıyor. Ama biz biliyoruz ki engelleme çabaları nafile, ölümsüzleşenlerin yolunda eşit, özgür ve adil bir dünya yaratmak için onların mücadelesini daha da büyüteceğiz” dedi.

Vatan Budak’ta yaşamını yitirdi Suruç katliamında ağır yaralanan ve 16 gündür tedavi gören Vatan Budak’ta hayatını kaybetti. Budak için düzenlenen cenaze töreninde katliam tekrar öfkeyle lanetlendi.

SINIF TAVRI

≫ ismail uçar

TEKÇİ FAŞİST DEVLETİN KORKULU RÜYASI; MİLİTAN-RADİKAL DEVRİMCİLİK

K

onumuza başlarken kısa bir süre önce başta Suruç katliamında şehit düşen 31 Kardelen olmak üzere, tekçi faşist devletin polisleri tarafından katledilen Halk Cephesi üyesi Günay Özarslan ve aynı devletin faşist ordusunun bombalarıyla katledilen HPG Komuta kademesinde yer alan Önder Aslan (Şervan Varto), gerillalar İbrahim Oğuş, Veli Güler, Ziya Özcan ve Cizre’de özel harekât polislerince katledilen Kürt yurtseveri Abdullah Özdal şahsında tüm ilerici, yurtsever ve devrimcilerin anıları önünde saygıyla eğilirken, bizlere bıraktıkları direnişlerini Sosyalist Halk Savaşı’nda yaşatarak büyüteceğimizi bir kere daha ilan ediyoruz. Tekçi faşist devletin gemiyi azıya almış bir şekilde daha da pervasızlaşarak sürdürdüğü karşı-devrimci faşist saldırı ve katliamları karşısında Partizan Halk Güçleri-Halk Kurtuluş Ordusu (PHGHKO) bileşenli MKP Askeri Komisyonu’ndan yoldaşların Sosyalist Halk Savaşı ile devrimci savaşı yükselteceği yönlü beyanını da selamlamak yerinde olacaktır. Yine Kürt Ulusal Hareketi’nden dostlarımızın içerisinden geçtiğimiz süreci devrimci halk savaşıyla karşılama açıklamasını da selamlıyoruz. Bu anlamda devrimci hareket içerisindeki diğer siper yoldaşlarımızın da militan devrimci savaşı yükseltme açıklamaları da aynı şekilde sürece devrimci müdahale babında önemli katkılar sunmasıyla tartışmasız kayda değer önemdedir. Devrimci ve komünistler, tarihi, devrimci savaşta önemli bir silah haline getirilmesini öngörür ve buna göre hareket ederler. Bu bilinçle en yakın tarihsel süreç itibariyle Gezi-Haziran ayaklanması ve 6-8 Ekim Serhildan direnişindeki militanradikal nitelik gerçekliği son derece öğretici dersler içermektedir. Maoist hareketimiz daha önceki süreçlerde yaşananlara yönelik olduğu gibi böylesi tarihsel mirasa komünist bilinçle sahip çıktığını ve ilerletme sorumluluğunu deklare etmiştir. Onlarca-yüzlerce yaşanan tarihi gelişmeler, özellikle ezen ve sömüren sınıf diktatörlükleri, düzen sınırlarını aşan militan-radikal devrimci savaşa ve savaşçılara karşı tam bir imha ile yönelmiş ve hala da aynı yöntemle yönelmektedir. Bizimki gibi faşizmin sürekli bir nitelik olarak devlete karakterini veren ülke yönetimlerinde ise bu durum çok daha vahşi ve kaba bir biçimde gerçekleştirilmektedir. Her ne kadar sözde Avrupa Birliği (AB) kriterleri uygulanmış gibi görünse de, bizzat AB ve ABD gibi emperyalistlerin tarihsel gerçekliklerinin de bundan geri kalmadığı, aksine Türkiye-Kuzey Kürdistan’da uygulanan birçok yasal-anayasal ya da illegal olarak devreye sokulan askeri faşist politikaların patentlerinin üreticisi oldukları yabana atılacak bir arka plan değildir. Ülkemizde yeniden tahkim edilen karakollar ve kalekollar, sınıra örülen duvarlar ve hendekler, inşa edilen barajlar, adına İç Güvenlik Paketi-Yasası denilen faşist yasalar, “ille de silah bırakacaksınız merkezli” ilerici, yurtsever, devrimci ve komünist güçlere yönelik dayatmaların hemen hepsinin tarihsel kökleri ve güne uyarlanmaları, emperyalist efendilerinden asla bağımsız değildir. Peki, neden tasfiye amaçlı inkâr ve imhayla topyekûn savaş haliyle yaklaşılmaktadır? Her şeyden önce militan-radikal devrimcilik ve bu toplamdaki devrimci savaş, ezen ve sömüren sınıfların kurulu düzenlerini aşan yani sistem sınırlarının dışına çıkarak ona muhalefet eden ya da alternatif olması

itibariyle tasfiye ve vahşi-faşist saldırılar gerçekleştirilmektedir. Zira ezilen ve sömürülenlere yönelik “akıllı, uslu uslu tam bir itaat ve boyun eğme kültürüyle” çizilen sistem sınırları çerçevesinde, adına da “demokratik hak ve özgürlükler” denilen talep ve eylemlerin ancak kabul edilebileceği ve taleplerin bu çerçevede yerine getirilmesi gerektiği de sürekli salık vermektedirler. Ve yine Türkiyelileşme argümanıyla Sünni-Türk İslam bayrağı altında herkesi tekçi faşizmin yeniden üretiminin birer parçası ve bileşkesi haline getirmeye çağırmaktadırlar. Keza temel ve stratejik tekçi faşist referansları tek millet-tek dil-tek devlet-tek bayrak-tek vatan şeklinde formüle edilen sürekli tek tek atan devletin bekası konseptini kabul eden herkese burada yer vardır. “Eğer bir Komünist Partisi kurulacaksa onu da hep birlikte kurarız; eğer Kürtlerin, Romenlerin ve diğerlerinin hakları ise onları da hep birlik de inşa ederiz. Bilinmeli ki Kürtlerin devleti Türkiye Cumhuriyeti devletidir; Türkiye, Kürtlerin hamisidir; gerçi bütün bu sorunları en başta düşünmezseniz bu tür sorunların olmadığını da rahatlıkla görebilirsiniz, ancak yine de benim Kürt, Ermeni, Romen ve diğer kardeşlerim işini bilir. Zira bizler yüzyıllardır et ve tırnak gibiyiz ve Selahaddin Eyyubî'nin de torunlarıyız.” Bu şekilde daha da çoğaltılabilecek zengin laf salatası ve safsataları sürgit devam etmiş ve hala da sürmektedir. Ne zaman ki Türkiye-Kuzey Kürdistan’da ezilen ve sömürülenler kendi ayakları üzerinde yükselmeye kalksa, kanla bastırılmıştır. Çünkü devletin tekçi faşist kırmızı çizgilerini aşmakta ve ona kölece boyun eğmek istememektedirler. Çünkü onurlu bir şekilde bağımsız ve özgür bir ülkede yaşamak istemektedirler. Kendi öz iradelerine dayalı öz yönetim mekanizmalarını istemektedirler. Çünkü başkaları tarafından sömürülmek ve ezilmek istememektedirler. Bu temelde; tekçi faşist devletin başta Türkiye-Kuzey Kürdistan halkları ve onların içerisinden çıkan ilerici, yurtsever, devrimci, sosyalist ve komünist güçlere yönelik “bölücü, terörist, dış güçlerin maşası, faiz lobisinin uzantıları, nifak tohumları ekenler” vb. dillendiren devletin bizzat kendisinin bütün bu sıfatlara sahip olduğunu gayet açık bir şekilde görebilir ve kavrayabiliriz. Emperyalist efendilerine ekonomik ve politik bağımlılık, çeşitli milliyetlere mensup halk kitlelerini Bırakuji denilen konsept ve projelerle böl-parçala-yönet şeklinde parçalayarak atomize edip yönetmedeki yönelimi vb. ile kapsamlı ve bütünlüklü bir terörist tekçi faşist devlet gerçekliyle karşı karşıyayız. Tekçi faşist Erdoğan’ın “Ya silah bırakacaklar ya da sonucuna katlanacaklar, ona sessiz kalıp destek sunanlar da karşılığını alacaklar” beyanıyla ortaya konulan faşist devletin çizgi ve yönelimi doğru anlaşılmalı, topyekûn faşist tasfiye politikalarına karşı birleşik devrimci savaşı yükselterek buna yanıt olmalıyız. Tekçi faşist devletin korkulu rüyası; militanradikal devrimci savaşta ısrar, içerisinden geçtiğimiz sürecin stratejik yönelimidir. Özellikle sağ tasfiyeci rüzgâra ve düzen içi her türlü eğilimlere karşı da bu yönelim temel panzehir olarak işlev görecektir. Bu bilinçle Sosyalist Halk Savaşı’nı her alanda yükseltecek topyekûn seferberlikle hareket etmeliyiz. Karşı-devrimci topyekûn faşist tasfiye politikalarına karşı, militan devrimci savaşı her alanda örelim.


04

güncel haber

01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

Faşizmi döktüğü kanda boğacağız Faşizm bütün olanaklarıyla, kazanılmış bütün hakları geri almak ve devrimci mücadeleyi sıfıra indirgemek ya da minimalize etmenin hesabıyla büyük bir saldırı furyası başlatmış durumdadır. Tüm bu saldırılara karşı olağan bir seyir içerisinde çalışma yürütmek, dünün araç ve yöntemlerinde ısrar etmek kuşkusuz büyük bir yenilginin de vesilesi olacaktır. Şimdi bütün çalışmaların illegal-silahlı biçime uygun dizayn edilmesi ve güçleri koruma, saldırıları göğüsleyip, birleşik-devrimci mücadeleyi yükseltme görevleriyle karşı karşıyayız. Suruç’ta SGDF’li gençlere dönük dinci-gerici “IŞİD” eliyle gerçekleştirilen katliam açık bir mesajdır. Ki bu saldırı sonrası faşist devlet tarafından başta Kürt Ulusal Hareketi olmak üzere, devrimci güçlere karşı arttırılarak gerçekleştirilen faşist saldırı furyası, söz konusu mesajın devamı niteliğindedir. 7 Haziran Genel Seçimleri’nde istediği başarıyı elde edemeyen, hedeflenen başkanlık sisteminin yasal zeminini oluşturamayan AKP faşizmi, seçimler öncesi yoğunlaştırdığı faşist saldırıları, seçimlerden sonra da tam bir devlet terörü şeklinde tırmandırmaktadır. Suruç katliamı; Adana, Mersin, Amed katliamlarının bir devamı niteliğindedir. Ve özellikle Kobanê zaferi, Rojava direnişi ve 7 Haziran seçim sonuçlarının intikamı mahiyetinde Erdoğan önderlikli AKP hükümeti-iktidarı altındaki tekçi faşist devletin bir cevabı niteliğindedir. Aynı zamanda Kürt ve Türk halkları başta olmak üzere, ezilen ve sömürülen kitlelerin eşit ve özgür bir demokratik ittifakı ve dayanışmasına karşı olduğu da tartışmasız bir gerçektir. Bu yönüyle Suruç katliamının çeşitli girift özellikleri ve ilişkileri içerisinde barındırması; içerisinden geçtiğimiz özgül koşulları itibariyle bir nevi IŞİD maskeli AKP’nin dolayısıyla tekçi faşist devletin bir katliamı olarak da telakki edilebilir. Bu manada ortada psikolojik savaşın da hemen tüm yöntemlerinin kullanıldığını vurgulamak isteriz. Her ne kadar tekçi faşist egemenlik sistemi tarafından IŞİD ile savaşıldığı şeklinde kamuoyuna kapsamlı bir pohpohlama ifadeleri deklare edilse de, işin esası algı operasyonuyla kitlelerin yanıltılmasıdır. Bununla da, bugüne kadar yerine getiremedikleri ve tabii ki istedikleri sonucu alamadıkları bazı hedeflerin yollarını döşeyerek daha rahat bir nefes altında ekonomik-politik düzlemde tasfiye ve tekçi faşist politikaları hayata geçirmeyi öngörmektedirler.

Bu eksende de pervasız bir şekilde faşist politikalarla başta Kürt Ulusal Hareketi’ndeki dostlarımız PKK’yi kriminalize, HDP’yi ise minimalize ederek, diğer demokratik, devrimci ve sosyalist güçleri de kapsayacak şekilde tam bir açık faşizm dedirtecek nitelikte kanlı operasyonlar, katliamlar ve baskı politikalarıyla tekçi faşist devletin “gücünü ve iradesini” göstermek için devreye sokmayacağı politika artık kalmamıştır. Şimdiki durumda yoğunlaştırılmış faşist saldırıların 30 Ekim 2014’deki Milli Güvenlik Kurulu(MGK) toplantısında topyekun karşı-devrimci savaş konsept kararıyla alındığını söyleyebiliriz. Ne ki tekçi faşist devletin zirvedeki temel kurumundaki hemen her toplantının bundan geri kalır hiçbir yanının olmadığını da vurgulamak isteriz. Egemenler, sadece öncelik ve sonralık, aciliyet ve zamana yayma vb. şeklinde değerlendirebileceğimiz görece tali değişiklikler dışında, tamamen tekçi faşist devletin bekası için azgın sömürü ve zulüm politikalarının sürekli olarak nasıl devreye sokulacağı ve bunun da havuçsopa denilebilecek şekilde nasıl bir biçimle hayata geçirileceğine yönelik belli uygulamalar içerisinde olmaktadırlar. Zira faşist devletin egemen sınıf kliklerinin de “zamanın ruhuna” uygun olarak hareket ettikleri ve bu noktada en azgın faşist politikaları dahi “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü, bağımsızlığı, demokratik laiklik” vb. teraneleri eşliğinde gerçekleştirildiği her daim bilinen gerçekliktir. HDP’nin seçimlere parti olarak girme kararı sonrası partiye dönük ülke genelinde gerçekleştirilen toplu katliam girişimleri, linç tertipleri ve saldırılara rağmen, HDP’nin %10’luk baraj engelini aşarak parlamentoya 80 milletvekili göndermesi ve bundan kaynaklı AKP’nin tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde edememesi; bütün “demokrasi, özgürlük, millet iradesi” yalanlarına rağmen, faşizmin en çıplak haliyle halkın karşısına bir kez daha çıkmasına vesile olmuştur. İçte ya-

şanan bu sancılı süreç doğrultusunda, bölge politikasında son yıllarda içerisine girilen çıkmaz, IŞİD vb. dinci-gerici örgütlerle girilen birçok ilişkinin deşifre olma hali, başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin Suriye politikasında içerisine girdikleri yeni arayışlar ve Esad’sız çözümden Esadlı bir çözüme dönen politik denklem sonrası tekçi faşist devlet ve şimdiki temsilcisi durumunda olan AKP hükümeti-iktidarı tam bir tıkanma süreci içerisindedir. İçte ve dışta yaşanan bu tıkanma hali, beraberinde birçok krizi de getirmektedir. Suriye’de emperyalist-gerici politikaların başladığı andan itibaren, dinci-gerici örgütlerin hamisi rolüne soyunan ve askeri eğitimden, silah sevkiyatına, sınır geçişinden, militanların tedavisine kadar başta IŞİD olmak üzere gerici örgütlenmelerin bir numaralı destekleyici olan “T.C.” faşizmi, Suriye üzerine temel politik denklemini; Kürt-Alevi karşıtı bir hat üzerine kurdu. Rojava’da PYD önderliğinde yaratılan fiili duruma tahammül edemeyen ve IŞİD eliyle bu bölgeyi yok etmeye çalışan “T.C.” faşizmi, bunda başarılı olamayınca direkt bir işgal saldırısı ile Kürt ulusunun bütün kazanımlarını yok etme ve kendisine yedekleme stratejisiyle hareket etmektedir. ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerin Suriye politikalarında yaşanan tıkanma sonrası yeni arayışlar içerisine girmesi ve bu anlamıyla ittifak ve düşman güçler ekseninde yeni saflaşmaların ortaya çıkması sonrası, eski politik yörüngesinde ısrar eden “T.C.” faşizmi, çeşitli uyarı ve pratiklerle adım adım emperyalist politikalarla tam uyumlu hale getirilmiş durumda. Emperyalizmin bölge halklarına IŞİD eliyle ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikası; başta Kürt ulusu olmak üzere bölgenin bütün dinamiklerinin emperyalist politikalara uyumlu bir çizgiye çekilmesi ve bu süreç için her türlü politikanın hayata geçirilme durumu; gelinen aşamada Suriye denkleminde yeni arayış ve ittifak oluşumlarını da gündemleştirmektedir.

Özellikle son dönemde İran ile Batı emperyalizmi arasında yaşanan anlaşma ve uyuşma süreci ile beraber Ortadoğu denkleminde de önemli değişikliklerin yaşanacağı aşikâr. “T.C.” faşizminin AKP eliyle bundan birkaç yıl önce model olarak pazarlandığı ve Ilımlı İslam Projesinin en “başarılı” örneği olarak sunulduğu şartlardan, “T.C.” faşizminin başta Suriye ve Irak olmak üzere bölge ülkeleri ve halkları tarafından lanetle anıldığı, faşist-saldırgan tutumundan dolayı büyük tepki çektiği bir evreye geçilmiştir. Hâkim sınıf kliklerinin kendi aralarında yaşanan çelişki ve çatışmalardan dolayı birçok pisliğin su yüzüne çıkması, IŞİD ile girilen kirli ilişkiler, Suriye’ye dönük geliştirilmeye çalışılan faşist politikaların deşifre olması vb. birçok etkenden dolayı, “T.C.” faşizmi ve AKP’nin günden güne daha fazla deşifre olan faşist niteliğinin denge halinde devam etme şansı yoktur. “Çözüm süreci” adı altında yıllardır oyalanmaya çalışılan Kürt Ulusal Hareketi’nin izlediği taktik politikalar neticesinde bu süreçten güçlenerek çıkması, Rojava gerçekliği ve özellikle Kobanê direnişi sonrası Kürt ulusunun ve Kürt ulusal güçlerinin dünya genelinde yakaladıkları olumlu hava, dünya halklarının Kobanê direnişine olan destekleri, devletin karakterini de oluşturan faşist niteliğini bütün çıplaklığıyla bir kez daha göstermesine yetmiştir. Gelinen aşamada faşizm bütün gerçekliğiyle karşımıza dikilmiş durumdadır. Suruç’ta SGDF üyelerine dönük gerçekleştirilen saldırı da yukarıda kısaca özetlenen gerçekliğin bir sonucudur. Suruç katliamıyla faşist devlet, IŞİD eliyle oldukça açık bir mesaj vermiştir. Ona göre bölgede emperyalist politikalar ve faşizm gerçekliğine karşı duran, muhalefet eden, özellikle Kürt Ulusal Hareketi ile temas kuran, halkların eşitliği ve kardeşliği uğruna mücadele eden herkes “ayağını denk” almalıdır. 7 Haziran yenilgisinin sancısıyla intikam naraları atan faşist AKP ve lideri durumundaki Erdoğan’ın imdadına IŞİD yetişmiştir. Suruç


01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

katliamını her ne kadar bir tetikçi olarak IŞİD militanı gerçekleştirmiş ve bu saldırı sonrası “T.C.” faşizmi IŞİD’e karşı sözde “operasyonlar” düzenlemiş olsa da, bu katliamın bir numaralı sorumlusu tekçi faşist devlettir, AKP’dir. Suruç katliamı sonrası IŞİD’e karşı göstermelik bazı “operasyonlar” düzenleyen faşist devlet, aynı anda başta PKK olmak üzere demokratik, devrimci güçlere dönük bir sürek avı başlatmıştır. Güney Kürdistan’da bulunan PKK kamplarına dönük günlerce süren bombalamalar, Türkiye-Kuzey Kürdistan genelinde gerçekleştirilen ve binlerce polisin katıldığı saldırılar neticesinde yüzlerce devrimci-demokrat-yurtseverin gözaltına alınması, İstanbul Bağcılar’da Halk Cephesi üyesi Günay Özarslan’ın faşist polisler tarafından evinde infaz edilmesi, Ağrı’da HDP üyesi Sezai Yaşar, kardeşi Ahmet Yaşar ve Mirzettin Görtürk'ün infaz edilmesi, Şırnak-Cizre’de yine özel harekât polisleri tarafından Abdullah Özdal’ın infaz edilmesi, başta İstanbul’un yoksulemekçi semtleri olmak üzere birçok bölgede günlerce süren polis terörü ve HDP’li vekillerin burjuva medya eliyle açıktan hedef gösterilmesi şeklinde devam eden bütün saldırılar, faşizmin tam olarak hâkimiyet sağlama politikalarıdır. Yaşanan bu süreç tekçi faşist devlet tarafından oldukça planlı, programlı bir şekilde gerçekleştirilmektedir. ABD emperyalizmi, TürkiyeKuzey Kürdistan’daki tekçi faşist devleti Suriye ve bölge politikasında yeni çizgiye uyumlu hale getirmiştir. ABD emperyalizmine rağmen, AKP’nin bölgede rol kapma eğilimleri büyük bir hüsranla sonuçlanmış ve neticede ABD emperyalizmiyle tam bir koordinasyon içerisinde hareket etme sürecine girilmiştir. Bu sürecin en önemli adımlarından birisi ise göstermelik de olsa “T.C.” ile IŞİD arasında aleni bir şekilde süren ortaklığın sona erdiği ve “T.C.”nin IŞİD karşıtı bir konuma geçtiğinin servis edilmesidir. Dünya halkları nezdinde büyük bir nefret öğesi haline gelen IŞİD’in özellikle Suruç katliamı sonrası, ülkemiz başta olmak üzere dünya genelinde lanetlenmesi ve “T.C.”-IŞİD ilişkisinin yüksek sesle dillendirilmeye başlaması, Suruç’ta katledilen gençlerin cenaze törenlerinin yüz binlerin katılımıyla karşılanması, faşist Türk devletinin IŞİD’e karşı ülke içerisinde ve Suriye sınırında sözde “operasyonlar” yapmasına vesile oldu. IŞİD’e karşı başlatılan sözde “operasyonların” aynı gün ülke genelinde yurtsever, demokratik ve devrimcilere dönük bir sürek avına dönüşmesi gerçek niyetleri ortaya koymuş olsa da ABD ve AB emperyalizminden yapılan açıklamalarla da söz konusu operasyonlardan

05

büyük memnuniyet duyulduğu ifade edilecekti. Suriye ve Rojava’ya dair bütün uğraşlarına rağmen istediği neticeyi elde edemeyen faşist devlet, IŞİD vesilesiyle gerici bir işgal hareketi tehdidi ile Rojava’da kendisine karşıt olmayan, Güney Kürdistan yönetimi tarzı gericiuşak bir realite ya da bu düzleme tekabül eden kabul edilebilir bir statü yaratmaya çalışmaktadır. Böylesine bir saldırı sürecinin inşa edilebilmesi içinse ülke içerisinde bütün muhalif kesimlerin susturulup, etkisiz hale getirilmesi gerekiyor. Böylesi bir süreç için AKP ve CHP arasında önemli bir mutabakat sürecinin işletildiğini belirtmek gerekiyor. Süreçten rol kapmaya çalışan faşist CHP, seçim öncesi sarf ettiği bütün sözleri dahi unutarak, AKP ile başta Kürt ulusu olmak üzere bütün ezilen-sömürülenlere karşı bir ortaklaşma arayışı içerisindedir. Olası bir erken seçim sürecine milliyetçi oyların bir kısmını geri almak ve HDP’yi kapatma pahasına seçimlerden diskalifiye ederek girmenin hesaplarını da yapan AKP, böylece; başkanlık sistemini hayata geçirecek çoğunluğu sağlayarak, açık faşist bir süreci inşa etmek istemektedir. Bu istem her türlü katliam ve saldırının da startının verilmesiyle fiili bir yönelime girmiş durumdadır. Suruç katliamı sonrası yaşadığımız günler, açık bir savaş halidir. Faşizm bütün olanaklarıyla, kazanılmış bütün hakları geri almak ve devrimci mücadeleyi sıfıra indirgemek hesabıyla büyük bir saldırı furyası başlatmış durumdadır. Tüm bu saldırılara karşı olağan bir seyir içerisinde çalışma yürütmek, dünün araç ve yöntemlerinde ısrar etmek kuşkusuz büyük bir yenilginin de vesilesi olacaktır. Şimdi bütün çalışmaların illegal-silahlı biçime uygun dizayn edilmesi ile güçleri koruma, saldırıları göğüsleyip, birleşik-devrimci mücadeleyi yükseltme görevleriyle karşı karşıyayız. Geçmiş tarihsel süreçlerden gerekli dersler çıkartılarak, faşizmin saldırıları püskürtülmeli ve devrimci mücadele yükseltilmelidir. Bunun olabilmesi için devrimci güçler arasında merkezi bir koordinasyonun zaman kaybedilmeksizin inşa edilmesi ve illegal-silahlı güçlerin her türlü hazır hale getirilmesi şarttır. Maoist komünistler başta olmak üzere, devrimci hareketi oldukça zorlu ve ölümcül bir süreç beklemektedir. Bu süreci doğru okuyup doğru yöntem ve araçlarla müdahale edenler, geleceği kazanma noktasında önemli bir virajı aşmış olacaktır. Bir an dahi kaybedilmeden var gücümüzle devrimci mücadele ve devrimci savaşa yoğunlaşalım…

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

BİR KEZ DAHA “T.C.” DEVLETİ Mİ, T.C DEVLETİ Mİ?

H

er kavramın gerçek yaşamda bir karşılığı vardır. Bu anlamda her kavram belli bir gerçeğe dayanır ya da bir gerçeği ifade eder, anlatır. Kullanılan argümanlar, slogan ve şiarlar, tanımlama ve tespitler vb. bütünüyle bu zeminde değerlendirilebilirler. Yani hepsinin somut bir karşılığı vardır ve olmalıdır da. Aksi halde kavramlar gereksiz, argümanlar boş, tespitler anlamsız olur. Aynı zamanda kavramların, argümanların sınıfsal niteliği ve içeriği de vardır. Bir argüman ve bir kavram olarak faşizm somut olarak yaşanan bir yönetim, bir devlet, bir örgütlenme biçimi, bir ideoloji, siyasi niteliğin karşılığı, ifadesi ve tanımıdır. Cumhuriyet kavramı veya argümanı da öyle… Cumhuriyet de bir yönetim biçimi, diktatörlük türü vb. olarak ideolojik siyasi bir yansımadır. Fakat belirtmek şart ki, bu iki yönetim biçimi bir birinden farklıdır, farklı biçimleri anlatırlar. Dolayısıyla bu iki argüman veya kavramın aynılaştırılması açık bir hatadır. Çünkü Cumhuriyet kavram karşılığı olarak; bir demokrasiyi, temsili demokrasiye dayalı bir yönetim biçimini, faşizm ise; demokrasinin her türünü yadsıyan, yok eden ve demokrasiye düşman olan bir yönetim biçimini ifade eder. Gerici sınıflar hiçbir zaman gerici niteliklerini kabul etmez, aynı zemindeki yönetim biçimlerini de gerçeğe uygun olarak isimlendirmezler. Bilakis bundan özellikle kaçınırlar. Gerici sınıflar açısından bu handikap ya da açmaz anlaşılırdır, çünkü kendilerinin gericiliğini doğru tanımlamalarıisimlendirmeleri kendilerini yadsımak olur. Bunu onlardan beklemek hayal olur. Kısacası gerici sınıflar kendi nitelikleri veya yönetim biçimlerini asla gerçekliklerine uygun olarak tanımlamaz, tersine bu gerçekliklerini gizleyerek halk kitlelerini aldatmayı benimser ve yeğlerler. Kendilerine gerici, faşist vb. dediklerine tarihte rastlanmamıştır. Faşist yönetimlerine Cumhuriyet, demokrasi, hatta ileri demokrasi yakıştırmaları yaptıkları, sıkça görülen burjuva iktidarlar ve sınıflar klasiğidir. Mustafa Kemal liderliğinde kurulan faşist devlet, faşist niteliği-karakterini gizlemek için kendisine Cumhuriyet adını verdi. “T.C.” devleti bu ismini faşist karakterine rağmen aldı. Devlet biçimi olarak da yönetim biçimi olarak da açıktan faşist olan “T.C.” devleti, devlet ve yönetim biçimi olarak kendisini “Cumhuriyet” olarak lanse etti. Bu, önemli bir süreç boyunca devrimci hareketin belirli kesimi tarafından benimsendi. Ancak Kaypakkaya yoldaş, Kemalist diktatörlüğün bir demokrasi ve dolayısıyla Cumhuriyet olmayıp, devlet olarak da yönetim biçimi olarak da koyu faşist bir diktatörlük ka-

rakterine sahip olduğunu açıklayarak ortaya koydu. Bütün bunları açık gerçeklere rağmen tartışmak aslında geri bir tartışma yürütmek anlamına gelir. Fakat tartışma ihtiyacı; bazı sorunlu anlayış ve kavrayışların varlığından doğmuş bulunmaktadır. Bu hatalı geri kavrayış ve anlayışlar ısrarla “T.C.” devletine, alıntısız olarak T.C. devleti diyerek, onun faşist bir devlet olup faşist bir yönetim biçimine sahip olduğunu objektif olarak reddedip, onun bir Cumhuriyet olduğunu ifade etme hatasına düşmektedirler. Oysa bizler onu Cumhuriyet(temsili bir demokrasi) ve yönetim biçimi olmadığını, aksine faşist bir yönetim biçimi, olduğunu ta Kaypakkaya yoldaştan itibaren savuna gelmekteyiz. Bu faşist yönetime vb. Cumhuriyet diyenler kendi gerçek niteliklerini, yönetim biçimlerini saklayarak farklı göstermeye çalışan burjuva faşist sınıflardır. Parlamentoyu bir maske, faşizmi maskelemek için kullanılan bir maske olduğunu, dolayısıyla bu parlamentonun göstermelik olup demokrasiyi (temsili vb.) temsil etmediğini yine Kaypakkaya yoldaştan beri bilir, söyleriz. O halde bugün, açıktan faşist olan, temsili demokrasiyle ve hatta burjuva demokrasisiyle (ki bu da özünde faşizmden kopuk değildir) alakası olmayan, bu yönetim biçimleriyle bağdaşmayan faşist devlete ve bunun yönetim biçimine Türkiye Cumhuriyeti diyerek; ona temsili demokrasiyi uygulayan ve dolayısıyla temsili demokrasi anlamına gelen Cumhuriyet yönetimi olduğu iltifatında bulunuyoruz. Hatada ısrar etmenin hatayı büyütmek olduğunu Mao yoldaş özellikle belirtir. Sonuç olarak, ne biçimseldir diyerek es geçebiliriz ne de kavrayış sorunumuzu sürdürmekte ısrar edebiliriz. Doğru kavram ve tanımlamalarda bulunmak için, özellikle de faşist yönetim ve devlete Cumhuriyet kavramını atfederek, onun gerçekliğini gizleyip kitleleri yanılsamalara sürükleyen, bu geri bilincin yayılmasına hizmet eden yaklaşım ve yazım tarzımızı düzeltmemiz için özel bir karara gerek yoktur. Açık ki, “T.C.” devleti diye yazarken, T.C.’yi tırnak içine alarak bunun bizlere ait bir kavramsallaştırma olmadığını yansıtmak durumundayız. Daha önce aynı sorun üzerine benzer eleştiriler yapılarak dikkat çekilmesine karşın maalesef bazı yazarlarımız hala aynı yaklaşımı sürdürmektedirler. Bu, kavrayışsızlığın ürünü de olsa, ideolojik olarak ve tespitte düşülen ilkesel bir hata olarak kabul edilemez bir ifade biçimidir. Dolayısıyla yayınlarımızda veya yazarlarımızın yazılarında bu kavramın tırnak içine alınmadan kullanılmamasına gereken hassasiyet verilmelidir.


06 güncel haber

01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

Suruç katliamı ve “çözüm süreci” denkleminde doğrulanan sonuç: Sosyalist Halk Savaşı! Son bir aydır yaşanan tüm gerici saldırılar karşısında tüm demokratik güçlerin ittifak ederek demokratik mücadeleyi her alanda yükseltmesi önemliyken, daha da önemlisi devrimci ve sosyalist güçlerin ulusal hareketle ittifaklar temelinde haklı devrimci savaşı geliştirerek faşist dalgaya karşı mücadeleyi büyütmeleri elzemdir. Bu, aynı zamanda devrimci ve sosyalist hareketin önündeki tarihsel bir görev ve sorumluluktur. Aynı bağlamda anlamlı bir sınav sürecidir de Suruç katliamının Kuzey Kürdistan ve/veya genel Kürt sorununu, bu bağlamda Kürt ulusunuve kuşkusuz ki Kürtleri destekleyen demokratik devrimci güçleri hedeflediğini söylemek doğru olur. Katliam saldırısı veya katliam hedefini salt SGDF ya da SGDF’nin düzenlediği etkinlik olarak saptamak dar çerçeveden bakmak olur ki, bu; katliamın özünü ve hedefini kısırlaştıran yaklaşım olur. Somutta hedef SGDF’liler olmuştur ama esas hedefin daha derinlikli stratejik kapsamda olduğu aşikârdır. O halde katliamın dayandığı gerici faşist zihniyet ve arka plan dokusunun, bilumum gerici güçlerin ortak yönelim ve stratejik planlarla devreye soktuğu faşist bir dalganın tezahürüne dayandığı, bu stratejiler ve faşist saldırganlığın tırmandırılması temelinde geliştirilmek istenen savaş süreci ekseninde planlanarak yürürlüğü konan kaostan beslenme gerçeğine oturduğu ve bütün bu düzlemde Kürt Ulusal Hareketi ile devrimci, sosyalist ve tüm demokratik güçleri

devlet terörüyle terbiye edilip emperyalist stratejilerin uygulanması hedefine yaslandığı söylenebilir. Öte taraftan bu katliamın söz konusu emperyalist strateji ve devreye sokulmak istenen yeni saldırganlıklara zemin hazırlamak amacıyla gerçekleştirildiği de açıktır. Çözüm sürecinin bitirilmesine dönük belli bir tarihten itibaren (kamuoyunun da hazırlanması amacıyla) Erdoğan’ın (ve AKP’nin) demagojik söylemler eşliğinde giriştiği özel gayretler ve açıklamalar düşünüldüğünde, Suriye sınırına “T.C.” devleti tarafında duvarların örülmesi biçiminde sınır güvenliğinin yeni konseptte geliştirilmesi, son olarak ABD emperyalizmiyle yapılan anlaşma ve bu anlaşma uyarınca üslerin IŞİD’e karşı yapılan hava saldırılarında kullanılması, “T.C.”nin savaş uçaklarıyla Irak devlet sınırlarına ve Güney Kürdistan topraklarına girmek suretiyle bombardımana katılması, bu bombardımanlarda özellikle PKK’nin çeşitli üs bölgelerinin vurulması, yine Suriye topraklarını kapsayacak biçimde güvenli bölgenin ilan edilmesine dönük adımlar ve Suruç katliamıyla planlanan saldırganlığın tırmandırılması ya da yeni saldırıların devreye sokulması planı gereği yapılan bombardımana ek olarak ülkede ulusal hareket ile devrimci ve sosyalist güçleri hedef alan geniş darbe tutuklamaları vb. düşünüldüğünde yeni stratejik saldırı konseptinin devreye sokulduğu anlaşılmaktadır ki, bu; Suruç’ta gerçekleştirilen katliamın derin arka plana sahip olduğunu teyit etmektedir. Katliamda IŞİD’in kullanılması veya katliam tetikçisinin IŞİD olması bu gerçeği değiştirmez. IŞİD mevcut çelişkiler bağlamında da, emperyalist bir proje olması bağlamında da böyle bir katliamda kullanılmaya uygundur. Burjuvazi provokasyon ve komplolar geliştirmekte işin

ehlidir. İstihbarat kurumlarının temel görevleri ve rollerinden biri provokasyon yapmak, komplolar düzenlemektir. Kumpaslar kurduklarını kendileri itiraf etmişlerdi. Yaptıkları gizli toplantıda “Suriye tarafına geçip birkaç roket Türkiye’ye sallar…” sözleriyle Suriye’ye saldırmanın koşullarını yaratmak için nasıl provokasyonlar yapabilecekleri çıplak biçimde açığa çıkmıştı… Tüm tarihlerinin entrika, hile, komplo ve provokasyonla dolu olduğu da bilinen gerçektir. Dolayısıyla IŞİD’e olanak, istihbarat ve yardım vererek böyle bir katliamı yaptırmaları tamamen mümkündür. Bu, hem “T.C.”nin işine gelmekte hem de IŞİD’in işine gelmektedir. İkisinin ortak zemini Kürt düşmanlığı ve halk düşmanlığıdır. Ya da IŞİD elemanlarının satın alınıp ajanlaştırılarak onlar vasıtasıyla ve bir IŞİD eylemiymiş gibi bu katliamı yaptırmaları mümkündür. Tıpkı PKK şehir örgütlenmelerine sızan MİT unsurlarının İstanbul gibi bir merkezde halk otobüsünü molotoflayıp genç bir kızı yakarak katletmeleri ya da askerlerinin geçtiği yola mayın döşeyip askerlerini öldürerek PKK’nin üstüne yıkmaları gibi… AKP iktidarının IŞİD ile bilinen ilişkileri göz önüne alındığında, IŞİD ile görüşüp rehinelerini sağ alabilmesinde, yaralılarını tedavi etmesinde, tırlarla silah ve para göndermesinden, otellerde ağırlamasında vb. tüm ilişkilerinde görüldüğü üzere kandaşlıklarının derin olduğu, dolayısıyla IŞİD içinde iş yürütebilen durumda oldukları aşikârdır. Kısacası Kürtlere karşı IŞİD’i destekleyip ilişkilendikleri ortadadır. IŞİD’in ise Kürtlere düşmanlığı Kobanê zaferiyle zirve yapmış bir realitedir. Bu denklem içinde AKP’nin bu barbar çete vasıtasıyla Suruç katliamını gerçekleştirip işin dışındaymış görüntüsü vermesi tamamen mümkündür. Ki, Suruç katliamında MİT’in rolünün olduğu, dolayısıyla bir AKP senaryosu ol-

duğu aşikârdır. Şimdi IŞİD’e karşı hava saldırılarına katılmaları ise tamamen AKP’nin aklanmasına dönük bir oyundur. Kaldı ki, “T.C.” savaş uçaklarının esasta PKK üslerine dönük bombardıman gerçekleştirdiği de gizli değildir. Erdoğan/AKP, emperyalist stratejilerin uygulanması zemininin hazırlamasının yanı sıra, erken seçime gitme de dahil başkanlık sistemine geçişin şartlarını zorlayıp yaratmak için bu katliam ve saldırganlıklarla kaos koşullarını yaratmak istemektedir, yaratmaktadır. Çözüm sürecinin bitirilmesi de aynı zeminde planlanıp devreye sokulmuştur. Çözüm sürecinin bitirilmesi veya sabote edilmesinin başka da bir gerekçesi yoktu. Onay vererek bizzat takip ettiği Dolmabahçe Mutabakatı’nı tanımıyorum, bilgim yok vs. diyerek “oyunbozanlık” yapmasının da başka bir izahı yoktur. Onu başkan yaptırmayan HDP’nin adeta terörist ilan edilip hedef gösterilmesi ve her fırsatta düşmanca saldırıp açıktan savaş diline dönmesi, başkanlık rüyalarının Kürtler-HDP tarafından bozulmasına da dayanmaktadır. Başkanlık rüyaları kâbusa dönünce Kürtlerle savaşa döndüğü bir gerçektir. Özcesi Kürtlerin-HDP’nin dayatılan teslimiyeti kabul etmeyerek Erdoğan’ın planlarını boşa düşürmesi ve elbette Kobanê gelişmeleri zemininde yaşanan çelişkinin de rolüyle çözüm süreci Erdoğan tarafından rafa kaldırıldı. Rafa kaldırılan bu süreç Suruç katliamıyla birlikte yerini açık bir savaş ilanına bırakarak “geri dönülmez” rotaya girdi. Bundan sonra her bakımdan bir savaşın gelişeceği söylenebilir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi çözüm süreci esasta daha önceden bitirildi fakat girilen sürecin nasıl biçimleneceği, hangi nitelikte derinleşeceği esasta veya bir anlamda Suruç katliamıyla kesinleşmiş oldu. Ki tekrar söyleyecek olursak; IŞİD’in içinde eli olan, onunla her düzeyde ilişkili


01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

olan, onu içten kontrol etme olanaklarına sahip olan ve onun ülke içindeki varlığından tüm faaliyetlerine kadar her şeye vakıf olan AKP iktidarının Suruç katliamını bilmemesi, habersiz olması düşünülemez. Bu açıdan bile Suruç katliamının MİT vasıtasıyla AKP’nin bilgisi ve sorumluluğu dahilinde olduğu açıktır. Mevcut durumda çözüm süreci biterek yerini çatışmaya-savaşa bırakmıştır. Ki böylesine barbarca katliamların gerçekleştirildiği şartlarda çözüm ya da barıştan bahsetmek gerçekçi olmamakla birlikte, ahlaken de son derece zordur. Siyaseten barışın dile getirilmesi elbette ayrı bir sorundur. Fakat siyaseten de olsa koşulsuz, şartsız ve yaşananları kabullenerek bir barıştan söz etmek tasavvur edilemez. Evet, en azından bir dönem için de olsa çözüm süreci bitmiş, savaş-çatışma dönemine girilmiştir. Bir dönem diyoruz çünkü barış süreci olarak muhatapların bugüne kadar ortaya koymuş olduğu uzlaşma yaklaşımı ya da hala yürütüldüğü iddia edilen görüşmeler gerçeği, keskin bir dönüşün gündeme gelmesine yol açabilir. Bu durumlarda keskin çelişki ve çatışmalar içinde tersi koşulun ortaya çıkması belki zor ama mümkündür. Yani mevcut eğilim ve gelişme şimdilik çatışmanın gelişeceğine işaret etmektedir. Ne var ki, belli bir dönem sonra ve belki de çok uzun zaman geçmeden yeniden barış sürecinin gündeme gelmesi olasıdır. Ancak mevcut durumda keskin bir çatışma sürecinin hazır gerekçeleri, savaş simsarlığı yapan Erdoğan/AKP iktidarı tarafından kuvvetle yaratılmış durumdadır. Kürtlerin bu durumda gerici savaşa haklı savaşla yanıt vermekten başka yapabilecekleri bir şey, kendilerini savunmaktan daha doğal bir davranış olamaz. Çözüm sürecini bitirerek savaşa karar veren Erdoğan diktasıdır. HDP’yi suçlayarak saldırganlığına zemin arayan AKP, Öcalan’a uyguladığı tecritle, görüşmeleri yasaklamakla çözüm sürecini bitirip çatışma sürecinden nemalanmaya dönük niyetini ortaya koymuş durumdadır. Alenen başlattığı savaş ve katliamlarına devam etmesi, ev infazlarına başlaması, darbe tutuklamalarına girişmesi bu niyeti pratikleştiren aşamadır. Bu sürecin ABD emperyalizmiyle sağlanan anlaşmaya denk gelmesi rastlantı değildir. ABD Erdoğan/AKP iktidarına belli ödünler karşılığında bölgedeki stratejilerini hayata geçirmek üzere saldırganlık görevi vermiştir. Yani gelişmelerin bir yüzü de Erdoğan/AKP’nin emperyalizmden aldığı talimatları hayata geçirdiği biçiminde okunabilir. AKP’nin resmi ağızdan, “çözüm süreci bitmemiştir, muhataplar değişmiştir” açıklaması çözüm sürecinin bittiğinin-bitirildiğinin ilanıdır. Bu başlatılmış olan savaş ilanıdır da. Çözüm ve barış sürecinden bahsetmek artık anlamsız ve imkânsızdır. Erdoğan/AKP, büyük bir terör dalgası eşliğinde savaş simsarlığı yaparak düşmüş olduğu açmazdan çıkmayı amaçlayan bir kumar oynamaya başlamıştır. Erdoğan/AKP iktidarının bu batağa saplanıp dibe batması kaçınılmazdır. Ancak sonunu getirecek bu saldırganlığın kapsamlı

bir konseptin ürünü olduğu açıktır. Dolayısıyla saldırılar ve saldırganlık tüm ilerici güçleri kapsayan nitelikte derinleşerek ilerleyecektir. Bu durum karşısında tüm demokratik güçlerin ittifak ederek demokratik mücadeleyi her alanda yükseltmesi önemliyken, daha da önemlisi devrimci ve sosyalist güçlerin ulusal hareketle ittifaklar temelinde haklı devrimci savaşı geliştirerek faşist dalgaya karşı mücadeleyi büyütmeleri elzemdir. Bu, aynı zamanda devrimci ve sosyalist hareketin önündeki tarihsel bir görev ve sorumluluktur. Aynı bağlamda anlamlı bir sınav sürecidir de. Ancak devrimci ve sosyalist hareketin bu görevi en ileri düzeyde yürütmesinin esas biçimi sınıf mücadelesi cephesinden Sosyalist Halk Savaşı’nı geliştirmek biçiminde olmalıdır. Yaşanan pratik gelişmeler Sosyalist Halk Savaşı’nı doğrulamaktadır. Kürt ulusunun bağımsız ve özgür bir ulus durumuna kavuşması sınıfsal perspektifle yürütülen Sosyalist Halk Savaşı ile gerçek anlamda mümkün olacaktır. Fakat bu esas Kürt Ulusal Hareketi’nin demokratik ve haklı mücadelesi bağlamında desteklenmesini yadsımayı gerektirmez. Dolayısıyla Kürt Ulusal Hareketi ile ittifaklar yapmak sosyalist devrim perspektifi dışında değerlendirilemez. Elbette Ulusal Hareket, düştüğü yanılgı ve yanılsamalar karşısındaki yükümlülükleriyle bir eşiğin önündedir. Teslimiyeti kabul etmemekle onurlu bir duruş sergilese de, sürecin “T.C.” devleti tarafından Kürt Ulusal Hareketi’ne dönük bir tasfiye planı olarak geliştirildiğini kabullenmekte, yaşadığı zorlanma ve işleyen sürecin oyalama özelliğiyle açık olmasına karşın net tavır almaktan kaçınma hatasına düşerek zaman yitirip aleyhine olan ısrarlı bir çözüm süreci sürdürmüştür. En önemlisi de AKP iktidarından beklentilere girerek çözüm sürecini stratejik bir siyaset ve çizgi olarak benimseme hatasına düşmüştür. Oysa AKP iktidarının PKK ve Öcalan’a

güncel haber

dönük “terörist” söylemleri, çözüm sürecine rağmen somut bir adım atmaması, yapılan görüşmeleri anayasal güvence veya resmiyete almaması ve bu yönlü resmi mutabakatlar deklare etmemesi, Roboski katliamı, Sakine Cansızlar katliamı, Kürt gençleri ve hatta çocuklarının gösterilerde kurşunlanarak katledilmesi, baraj ve kalekol yapımları, seçim barajını düşürmemesi ve daha bir dizi gerici eylem ve pratik, AKP iktidarının bizlerce aleni olan sınıf karakterini ve gerçek amacını gözler önüne seren realiteydi. Özcesi PKK bu saatten sonra AKP’ye ve taktiklerine inanma lüksüne sahip değildir. Haklı savaşın geliştirilmesini esas alan bir yönelime girmesinin zamanı geçmiştir bile. Devrimci hareketin Ulusal Hareket ile ittifak ve destekleme tutumu da olumlu zemindedir. Yeniden gündeme gelecek muhtemel bir “çözüm-barış süreci” kesinlikle Kürt ulusunun kendisine ait olan ulusal haklarının tanınması özünde anlamlı olabilir. Böylesi muhtemel bir süreci Kürt Ulusal Hareketi kesinlikle, Kürt ulusunun bağımsız devletini kurma hakkını stratejik yaklaşımı olarak koruyup diğer müzakere sürecini taktik bir süreç halinde ele alarak, ulusal demokratik haklarını kazanmaya ve hatta göreli anlaşma sürecinde statü elde etmeye dönük bir süreç biçiminde ele almalıdır. Bu zemindeki taktik anlaşma-uzlaşma ya da çözüm sürecine, ancak eşit hak ve tam demokratik koşullar şartında olur demelidir. Gerici sınıflardan bunu beklemek hayal de olsa siyaseten güdülecek taktik bir çözüm süreci siyaseti bu yaklaşımla ele alınmalıdır… Çözüm süreci üzerinde özellikle durmamızın nedeni bu süreci önümüzdeki dönemde muhtemel bir gelişme olarak değerlendirmemizden kaynaklanmakla birlikte, AKP’nin çözüm süreci ile ilgili yeni muhataplardan bahsetmesidir de. Bu bahis esasta bir gizemi işaret ediyor. Kötü bir senaryo olarak Kürt hareketinin aktör-

07

lerini karşı karşıya getirerek parçalama planı yürürlükte olabilir. Bu senaryo mevcut durumda gerçekçi gelmese de mutlak bir imkânsızlık olarak da değerlendirilemez. AKP’nin söylemi bu olasılığı kast etmiyor ise, kendi Kürtlerini muhatap almaktan bahsediyor ki, bunun gerçekte karşılığı yoktur. Kemal Burkayların Kürt ulusu nezdinde yeri ve misyonu bellidir. Bu kartların boş bir blöften ileri gidemeyeceği açıktır. AKP’nin çözüm balonu sönmüş, buna dönük safsatalarının ipliği pazara çıkmıştır. AKP en keskin iddialarla ortaya koyduğu tüm argümanlarının manipülatif olduğunu, bugünkü keskin dönüşüyle ortaya koymuş ve beklentiye düşen Kürtler karşısında tüm inandırıcılığını yitirmiştir. Dolayısıyla “bizim için stratejiktir” demekten geri durmadıkları “çözüm” sürecini gerçekte rafa kaldırarak pratikleştirdikleri savaşı çok daha kanlı bir saldırganlık evresinde sürdürmeleri anlamına gelir ki, esas eğilim budur. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız gelişmeler; gerici sınıf iktidarlarıyla stratejik bir barış politikasının ve stratejik bir uzlaşma ve anlaşmanın sağlanamayacağını doğrulayarak bir kez daha bu gerçeği kanıtlamaktadır. Tersi, alenen sınıflar gerçeğini unutarak sınıf işbirlikçiliği siyasetine düşmektir. Aynı zamanda bu gelişmeler gerici sınıf iktidarlarına karşı siyasi iktidar perspektifiyle verilen devrimci ve sosyalist mücadelenin (elbette proletarya partisi önderliğinde) ordulaşma hedefi taşıyarak savaş biçimi almasını doğrulamaktadır. Doğrulamaktan da öteye devrimci savaşın gerici sınıf iktidarları ve egemenliği altında devrimci bir zorunluluk olduğu ötelenemez bir gerçektir. Tüm yanılsama, demagoji ve manipülasyonlara rağmen bugün gerici sınıf iktidarı olarak AKP’nin gerçek yüzü en çıplak biçimde açığa çıkmış, gelişmeler ışığında devrimci savaşın yaşamsal önemde bir ihtiyaç olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır.


08 güncel haber

01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

Tutuklama ve saldırı konseptinde

burjuva iktidarının gerçek yüzü! Bütün sınıflı toplumlar tarihi ve sınıflar mücadelesinin tarihi tecrübesi ispatlar ki, gerici savaşlar devrimci savaşları besleyerek geliştirmiş, en koyu baskı ve şiddet uygulamaları karşıtını geliştirip toplumsal başkaldırıyı koşullayarak zulüm sahiplerinin döktükleri kan deryasında boğulmalarıyla sonuçlanmıştır. Gerici savaş, katliam ve saldırganlıklar hiçbir zaman gerici sistem ve iktidarların istikrar sağlamasına yol açmamış, bilakis bu diktatörlük ve sistemlerin krizlerini derinleştirerek sonlarını yakınlaştırmıştır Faşist hâkim sınıflar ciddi toplumsal muhalefet ve demokratik tepkiyle karşılanacağını öngördükleri yeni faşist yasa ve baskı politikalarını devreye sokarken; emperyalist stratejiler temelinde geliştirecekleri yönelimleri sorunsuz veya az sorunlu koşullarda hayata geçirip, toplumu gerici bir kontrole tabi tutmaya çalışırlar. Bunun karşısında gelişeceğini bildikleri toplumsal direnç ya da demokratik, devrimci ve sosyalist cepheden yükselen karşı koyuşu azgın terörle sindirerek ezip yok etmeyi, darbelemeyi ve etkisizleştirmeyi amaçlayan kapsamlı ve yasalarını dahi tanımayan saldırılara başvururlar. Bunu yaparken genellikle “demokrasi” gibi değerleri demagojik manipülasyon aracı olarak kullanırlar. Bazen de gerçek yüzünü gizleme gereği duymadan açık bir saldırganlıkla bu süreci işletirler ki, bununla toplumdaki korku iklimini hem söylemleriyle hem de doğrudan giriştikleri büyük katliamlarla sürdürürler. Öyle ki, bir tek muhalif sese bile tahammül etmeden en azgın baskı ve şiddeti reva görerek uygulamaktan geri durmazlar… Toplumu sindirmek için katliamlar gerçekleştirip terör estirirken, yarattıkları kaosla toplumun bilincine can güvenliğinin olmadığını yerleştirerek kendilerini kurtarıcı olarak aranan hale getirirler. Büyük kitlesel tutuklamalara girilir, hemen her alanda sistemli bir baskı süreci işletilir, infazlar gerçekleştirir, demokratik tepkilere karşı cop, gaz, kurşun kullanılır, katliamlar gerçekleştirilerek dehşet duygusu uyandırılır, olağan dışı durum demagojisi ve can güvenliğinin kalmadığı propaganda edilerek yaşam-

sal tehditler dile getirilerek toplumsal psikoloji yönetilir ve faşizm tam bir “demir yumruk” olarak halk kitleleri ile devrimci ve sosyalist hareketin başına iner. Böylece toplumda korku iklimi yaratıp gerici faşist planlarını devreye sokmanın zemini hâsıl edilerek hedeflerine ulaşmış olurlar. Bugün yaşanan gelişmeler, bu gerçeğin tipik bir örneğidir. Ne var ki, bütün sınıflı toplumlar tarihi ve sınıflar mücadelesinin tarihi tecrübesi ispatlar ki, gerici savaşlar devrimci savaşları besleyerek geliştirmiş, en koyu baskı ve şiddet uygulamaları karşıtını geliştirip toplumsal başkaldırıyı koşullayarak zulüm sahiplerinin döktükleri kan deryasında boğulmalarıyla sonuçlanmıştır. Gerici savaş, katliam ve saldırganlıklar hiçbir zaman gerici sistem ve iktidarların istikrar sağlamasına yol açmamış, bilakis bu diktatörlük ve sistemlerin krizlerini derinleştirerek sonlarını yakınlaştırmıştır. Dolayısıyla AKP iktidarının Kürt Ulusal Hareketi, devrimci ve sosyalist güçler şahsında tüm topluma karşı başlatmış olduğu faşist terör dalgası ve Suriye-Irak devlet sınırlarındaki Kürdistan parçalarında Kürtlere

dönük girişmiş olduğu mevcut savaş saldırganlığı, yarattığı bir bataklık olarak onu yutacaktır. Başlattığı gerici faşist saldırı furyası AKP’nin son çırpınışlarını işaret etmektedir. Bilinmelidir ki, devrimci halk kitleleri ve örgütlü devrimci hareket azgınlaşan bu saldırılara karşı sonsuz bir edilgenlik içinde olmayacak, bu süreçte bilenerek devrimci refleksini er ya da geç ortaya koyacaktır. Fakat bilinçli örgütlü devrimci hareket mevcut çelişki-çatışma zeminini doğru kullanarak sürece müdahale etme göreviyle karşı karşıya olduğunu ve önderlik rolünü yerine getirerek kitlelerin önünde çatışma yükümlülüğü taşıdığını unutmamalı, kitlelerle birleşme perspektifini bir an dahi ihmal etmeden devrimci pratiğe başvurma durumundadır. En önemlisi de devrimci temelde patlayacak bu sürecin kendiliğinden gelişmeyeceği, faşist baskı ve şiddetin devrimci enerjinin birikmesine kaçınılmaz olarak yol açmasına rağmen, bu enerjinin kendiliğinden devrimci özde dışa vurmayacağı kavranmak zorundadır. Açık ki, devrimci sosyalist hareket rolünü oyna-

ma ve görevlerine sahip çıkma pratiğiyle devrimci gelişmelere öncülük yapabilir ve mevcut uygun zemini devrimci rotada geliştirebilir. Bir avuç komprador tekelci burjuva gerici güruh ve bunlar tarafından aldatılarak yedeklenmiş olan belli bir kesim dışında, geniş halk kitleleri estirilen bu terör dalgasından asla hoşnut ve huzurlu olamazlar, değildirler de. O halde geniş kitleleri harekete geçiren geniş zeminli ittifak ve eylem birlikleri ile geniş toplumsal kitleler yelpazesini toparlayan somut bir propagandalar üzerinden faşist saldırganlığa karşı bir cephe örülerek başarı sağlanabilir. Salt silahlı devrimci eylemle sınırlı kalmayan ama bu esası unutmadan en geniş kitleleri birleştirme hedefi taşıyan bir yaklaşım ve siyaset tarzı sürecin temel ihtiyacıdır. AKP iktidarının başlattığı ve derinleştirerek yürüteceği saldırganlık, gerici proje ve stratejilerin hayata geçirilmesinin engellenmesi ancak bu bilinç ve bileşkede oluşturulacak bir mücadele cephesiyle engellenebilir. Taktik bir mücadele biçimi veya aracı olan genel seçimlerin devrimci taktik olarak kullanılması sonucu


01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

Erdoğan/AKP’nin belli planlarını sabote ederek yönelimlerini boşa çıkardığı inkâr edilemez bir gerçektir. O halde demokratik mücadele cephesi, özellikle kitleleri birleştiren siyaset tarzı asla küçümsenmemelidir. Demokratik tepki temelinde geniş kitlelerin harekete geçirilmesinin zemini bugün çok daha kuvvetlidir. Bu zeminin doğru yaklaşımla siyasi iktidar mücadelesine güç katar hale getirilmesi tamamen mümkündür. Savaş ve katliamlara, saldırganlık ve tutuklama terörüne karşı mücadele her bakımdan meşru olup, bu meşru reaksiyonun büyük toplumsal dinamikler ekseninde geliştirilmesi son derece elverişli şartlara sahiptir. Daha da belirleyici olan militan devrimci mücadele, devrimci savaşa dayalı karşı koyuş ve örgütlenme çizgisi de halk kitlelerinden bağımsız olarak tasavvur edilemez. Kuşkusuz ki, hemen kitlelerle birleşen bir gövdeyle ortaya çıkması düşünülemez ve beklenemez. Dolayısıyla mevcut ya da hazır kuvvetlerle, devrimci savaş ve militan çizgi duruşu pratikleştirilerek karşı-devrimci dalgaya yanıt olunmalıdır. Kesinlikle mücadele biçimleri karşı karşıya konularak ya biri, ya öteki biçiminde sığ bir anlayışla demokratik alan mücadeleleri veya devrimci savaş biçimi ötelenmemeli, bilakis her parçasıyla bütünlüğü sağlanmış bir devrimci mücadele pratiği ortaya konulmalıdır. Devrim ve devrimci mücadele kısa vadeli, anlık ve döneme has göreli görevlerle sınırlı bir süreç değildir. Bu mücadelenin kâh şiddetli saldırılara kâh nispeten gerileyen saldırganlıklara maruz kalarak ilerleyeceği, bazen keskin çatışmalar biçiminde, bazen daha esnek görünümlü çatışma aşamaları biçiminde tezahür edeceği pratik deneylerle de sabittir. Bu anlamda stratejik örgütlenme ve mücadele biçimlerini asla göz ardı etme pozisyonuna düşmemeli ama aynı biçimde somut gelişmeler bağlamında

somut siyaset ve mücadele biçimlerine başvurmaktan da geri durmamalıyız. 31 devrimcinin katledildiği Suruç katliamı, darbe tutuklamaları ve bu kapsamda kadın bir devrimcinin infaz edilmesine dönük devrimci güçlerin silahlı eylemi ile militan tarzda ortaya koyduğu tavır ve mücadele kapsamı, tam da bahsini ettiğimiz devrimci yaklaşımı izah etmektedir. Kuşkusuz ki mevcut pratik yeterli değildir ve boyutlu bir silahlı savaş düzeyinden geridir. Devrimci hareketin iç sorunları, örgütsel durumu, objektif ve sübjektif sebepler bağlamında devrimci savaşa dönük konumlanmadaki zayıf pozisyonu, daha güçlü bir pratik ortaya koymasını zaafa uğratan realitedir. Ne var ki, yetersizlik ve zayıflıklara karşın devrimci bir duruş ve devrimci çizgi temelinde bir iradenin ortaya konması anlamlıdır. Devletin estirdiği azgın terör ve saldırılara rağmen sokakların günlerce süren kitlesel çatışmalarla eyleme boğulması, silahlı eylemlere başvurulması umut verici devrimci gelişmelerdir. Bu ruh geliştirilerek hem kitleleri kavramalı hem de stratejik örgütlenmelere dönüştürülerek sağlam temellere ulaştırılmalıdır. Bugün savaş saldırganlığı gündemdeyse esas yönelim ve siyaset doğrultumuz bunu hedef almak durumundadır. Tutuklama terörü ve katliamlarla desteklenen bir saldırganlık gündemdeyse ki öyledir, somut siyasette buna karşı mücadele geliştirmek ihtiyaç olarak zorunludur. Katliam ve tutuklamalar savaş konseptine uygun olarak yürütüldüğüne göre, katliam ve tutuklama terörüne karşı somut mücadele doğrudan savaş saldırganlığına karşı mücadelenin bileşeni ve ta kendisidir. AKP iktidarı faşist politikaların merkezinde olan komprador tekelci burjuva sınıf iktidarı olarak bütün mücadelenin somut ve baş hedefidir. Bu, salt AKP karşıtlığıyla anlamlı bir hedef ve yöne-

güncel haber 09

lim değildir. Gerici zor örgütü olan devleti şu veya bu biçimde temsil eden siyasi iktidar ve uygulamaları, objektif olarak onu halkların baş düşman(lar)ı olarak hedef almayı gerektirir. Faşist devlet ve kapitalist sistem ile bunlara hükmeden sınıflar, mücadelemizin stratejik ve somut düşmanlarıdır. AKP; iktidar ve hükümet etme pozisyonuyla bu sınıfları ya da bu sınıflardan mevcut durumda egemen olanını temsil etme durumundadır ve bundan dolayı somut hedefimiz durumundadır. Bu zeminde faşist AKP iktidarına karşı mücadele isabetle doğruyken, tüm devrimci mücadeleyi AKP karşıtlığıyla sınırlayan anlayıştan kesinlikle kopmak şarttır. Özetle, AKP iktidarının yürüttüğü savaş saldırganlığı ile faşist saldırı ve katliamları sıradan bir saldırı süreci değildir. Bu saldırılar, sürecin boyutlanarak ilerleyeceğini göstermektedir. Saldırı süreci emperyalist gerici bir konseptin ürünüdür. Daha pervasız saldırılara (ki mevcut olanı zaten pervasızdır, o halde bunların derinleşerek sürmesine karşı) hazırlıklı olunması şarttır. Tek seçenek siyasi iktidar perspektifiyle devrimci mücadelenin geliştirilmesidir. Sosyalist Halk Savaşı stratejisi, karşı-devrimin azgın saldırıları karşısında yaşanan devrimci pratik tarafından doğrulanmaktadır. Yürütülen bu süreç AKP’nin kafa tasçı ırkçı faşist karakterini, imha-inkar politikalarının merkezi olan bir diktatörlükten ibaret olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Öyle ya da böyle bu süreç AKP’nin miadını doldurmasıyla sonuçlanacaktır. Bu kesindir. ABD emperyalizmiyle anlaşmalar yapması bu gerçeği değiştirmeyecektir. Emperyalizmin yeni aktörlere ihtiyaç duyduğu, AKP iktidarıyla belli stratejilerde yaşadığı uyumsuzluktan açığa çıkmaktadır. Emperyalistler AKP’yi gerici savaş ve saldırganlık batağına sürerek onu devre dışı bırakma stratejisi gütmektedirler. Bu görüş, ABD

emperyalizminin AKP iktidarıyla belli anlaşmalar yapmış olmasıyla çelişmez. Bilakis yürütülen, bütünlüklü derin bir stratejidir. “T.C.” pazarını gözden çıkarmayı göze alamayan ABD emperyalizmi; bir taraftan belli ödünler verme görüntüsü çizerken, stratejik yönelimle mevcut iktidarın sonunu hazırlayarak yeni partnerlerle ilişkisini sürdürme eğilimindedir. Özellikle IŞİD ve bölgedeki Kürt politikası noktasında AKP iktidarıyla örtüşemeyen ABD emperyalizmi, işbirliği yapma görünümü altında AKP’yi devre dışı bırakarak yerine yeni işbirlikçilerini getirmeyi istemektedir. Ortadoğu “siyasetinin” karmaşık yapısı, çelişkili görünen şeyleri bir araya getirmeyi mümkün kılan bir zemindir. ABD emperyalizmi Kürtlere ehven yaklaşan bir tutuma sahiptir, aynı zamanda PKK’ye terörist deme tutumuna da sahiptir. AKP ile belli anlaşmalar yapmaktadır ama aynı zamanda AKP ile bölge politikasının özellikle IŞİD ve Kürt ayağında AKP ile çelişmektedir. ABD emperyalizmi, işbirliği yaptığı AKP iktidarının politikalarına tamamen ters bir biçimde Kobanê’nin IŞİD’den temizlemesi için Kürtlerle birlikte, terörist dediği PKK ile birlikte Kobanê’de IŞİD’e karşı savaşmaktadır… İşte Ortadoğu’da ilişkilerin ve çelişkilerin şekillenmesi bu karmaşaya sahiptir. Dolayısıyla ADB emperyalizminin AKP iktidarını gözden çıkarması, yürüttüğü ilişkilere rağmen vb. tamamen mümkündür. Her şeye rağmen son tahlilde devrimci halk kitlelerinin mücadele ve muhalefeti, AKP iktidarının çökmesinin belirleyici unsuru olacaktır. Halklar hiçbir zorbalığa sonsuza kadar boyun eğmemiş ve eğmeyeceklerdir. Halk kitleleri AKP’ye sonsuz sınırda bir kredi vermemiştir. Olasılık olarak tartışılan bir Genel Seçim süreci gerçekleştiğinde de bu kredinin tüketildiği görülecektir.


10

güncel haber

01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

Emperyalist gericiliğin örsünde

dövülen Suriyeli çocuk! Utanıyorum, insanlığın ölüm anlarından. Eşitsiz dünyanın düzelmez terazisinden. Ve tekerine çomak sokulası gerici dünyadan… Utanıyorum anne... Ağlayan çocuğun gözyaşlarına… Islanmış kirpiklerine… Kanayan burnuna utanıyorum… İnsanlıktan çıkmış insandan utanıyorum anne… Utanıyorum çocuk… Sana güzel dünya veremediğim, yaşadığın acılara engel olamadığım, burnundaki kanı kızıl bir gül olarak yakana takamadığım için… Korktuğunda yanında olamadığım… Acırken körpe bedenin acını paylaşamadığım için… Sana kalkan elleri kıramadığım için… Kahroluyorum çocuk... Yaşadığın tüm acılardan… Acılarımı yaşamandan kahroluyorum… Yoksulluğuna değil, sürülmüşlüğüne, horlanmışlığına, serçe gibi titreyen bedenine, dövülmüşlüğüne kahroluyorum ÇOCUK! Suriyeli çocuk daha ana sütüne muhtaç yaşlarda… Sevilip okşanmaya muhtaç, elinden tutulup kula götürülmeye, oyuncaklar içine gömülüp çıldırasıya eğlenmeye muhtaç… Dövülür mü be garip insanlık… O korkuya maruz bırakılır mı çocuk? Gözyaşına dayanılır mı o acılar taşıyan körpe bedenin, minik gözlerin… Geride bıraktığı hayallerinin yerine yenilerini bulmaya çalışan, körpe bedeniyle kendisine sunulan yaşamın hayal edilemez zorluğunu omuzlayan, ailesine yardım edip açlığını gidermek için MENDİL satan, o işçi, o emekçi, o yüce, o ezilen, o horlanan, o çırılçıplak devasa dünyanın acımasızlığına sürülen, o minik bebekten ne istediniz barbar beyler? Ne istediniz insan olmayan insanlar NE? Savaşa tutuşmuş gibi minik bedene hücumunuz, hırsınız, kin ve düşmanlığınız NE? Nasıl kıyabilirsiniz küçücük bebeye? Burnunu kanatacak kadar aşağılık duruma düşmenize sebep NE?

İnsan mısınız? Devlerin savaşından bir fırsat kurtularak İstanbul’a kaçmış Suriyeli çocuk ne yapabilir? Doğup bugünlere geldiği evinden, toprağından, oyun arkadaşlarından ve kim bilir daha ne özlemlerinden istemi dışında ayrılmak zorunda kalarak ağır bir yükü sırtlamış bu çocuk, bu çocuklar ne yapabilir? Nasıl yaşayabilir, hiç istemediği halde “büyüklerin”, emperyalistlerin, gericilerin, çocukların aşı ve yaşamına göz dikmiş acımasız bencillerin kendisine sunduğu bu yaşamda ne yapabilir? Ne yapmalı bu çocuk, bu çocuklar ne yapmalı ey zalim beyler? Öldürülseler miydi diğerleri gibi… Öldürülselerdi de ülkenize gelip göz zevkinizi kaçırmasalar mıydı, müşterilerinizi rahatsız etmeseler miydi, yerinizi daraltmasalar mıydı ey insanlıktan uzak insanlar… Çocuklara kıymayın efendiler, kıymayın çocuklara beyler. Gücünüzü çocukta sınamayın. Otoritenizi, iktidarınızı çocukta kurmayın… Ve o barbar duygularınızı çocukların üzerinden tatmin etmeyin ey vahşi yaratıklar… Yaşamı savaşa ve kana boğan, insanlığı kıyımlara sürükleyen bilumum gericilerin, dünya gericiliğinin çocuklara sunduğu dünya işte budur. Tahakküm, nüfuz, egemenlik ve talan uğruna halklar birbirine kırdırılıyor, büyük acılara gömülüyor, kıyımlardan geçiriliyor… Çocukların tüm yaşamı ellerinden alınıyor, geleceksizlik içinde büyük sendromlara mahkûm edili-

yor… Çocuk ne savaş istiyordu, ne doğup büyüdüğü yerden kopup gelmeyi istiyordu ne de okula gitmeyip mendil satacağım diye tutturuyordu… Bunları çocuğa yaptıran, zorla yaptıran; çocuğu ve dünyasını tanımadan emperyalist menfaatlerini, yalnızca gerici çıkarlarını düşünen emperyalist gericiler ve o gericiliğin türevleridir. Şimdi yaşam mücadelesiyle en zorlu, en eşitsiz ve en acımasız şartlarda karşı karşıya kalan Suriyeli çocuğun, köhnemiş ve insanlığa yabancılaşmış yaratıklar tarafından cezalandırma sırası gelmiştir. O’na yaşam hakkı yok deniliyor açıkça! Gerici egemenlerden beslenen ırkçı-yoz kültürle zehirlenmiş beyinler, “yabancı”, özellikle de Suriyeli ve Kürt diye, karnını doyurmak isteyen çocuğa işkence yapıyor, ötekileştirilerek barbarca yaşamın dışına atılıyor… Düzenin insanı, egemenlerin kişiliği boy verip efendisini tekrar ederek kaybediyor insanlığını… Muhtaca el uzatmak, yoksula yardım etmek, mazlumun derdine ortak olmak ve özellikle çocuğu kutsal saymak insanlığın değeridir. Ama minik bir bebeyi kana bularcasına yapılan bu zulüm, bu barbarlık insanlığın hangi değeridir? Gerici egemenlerin zehriyle canilik kusan, çocuğa kıyan bu kültüre lanet olsun. Bu kültür yıkılmalı. Bu düzen yıkılmalı. Bu sistem yıkılmalı. Yıkılmalı ki gericiler ve gericilik çocukların olsun, çocuklara kalsın bu dünya. Yıkılmalı ki, bitsin bu zehir, bu vahşet, bu barbarlık… Emperyalist gericiliğin çocuklara arma-

ğanı olan kan bahçelerinde büyüyor çocuklar. Dünya gericiliğinin kandaşı yerel barbarlar buduyor bir bir çocuk bahçesinin filizlerini… Suriyeli Kürdistanlı, Filistinli, Afganistanlı, Iraklı, Sudanlı ve tüm dünyanın filiz çocuklarını... Böyle bir dünyanın eseri olan gericiliğin yılanımsı zehridir seni burkup masaların altına sığındıran Suriyeli mendil satıcısı çocuk… Gözyaşın içime akıyor çocuk… Acıyor, korkuyor, titriyorsun, burnundaki kanı akıtırken içine… Yine de üzülme sen çocuk, mutlak bitecek tüm dünyada zulüm, dağılacak karanlık doğacak güneş… Güneş mutlaka doğacak ÇOCUK… Utanıyorum, insanlığın ölüm anlarından. Eşitsiz dünyanın düzelmez terazisinden. Ve tekerine çomak sokulası gerici dünyadan… Utanıyorum anne... Ağlayan çocuğun gözyaşlarına… Islanmış kirpiklerine… Kanayan burnuna utanıyorum… İnsanlıktan çıkmış insandan utanıyorum anne… Utanıyorum çocuk… Sana güzel dünya veremediğim, yaşadığın acılara engel olamadığım, burnundaki kanı kızıl bir gül olarak yakana takamadığım için… Korktuğunda yanında olamadığım… Acırken körpe bedenin acını paylaşamadığım için… Sana kalkan elleri kıramadığım için… Kahroluyorum çocuk... Yaşadığın tüm acılardan… Acılarımı yaşamandan kahroluyorum… Yoksulluğuna değil, sürülmüşlüğüne, horlanmışlığına, serçe gibi titreyen bedenine, dövülmüşlüğüne kahroluyorum ÇOCUK!


dünya haber

01-15 OCAK 2015 Halkın Günlüğü

11

Yunanistan’da emperyalizme bağımlılık ilişkisi derinleşiyor! Aslında yaşanan güncel gelişmeler karşısında daha başından itibaren Syriza’ya çok ileri bir misyon biçerek hak etmediği sıfatları yakıştıranların şaşırması gerekmekte ve yanlış metotlarını yeniden sorgulayarak sübjektivizme düşen yanlarına karşı özeleştirel yaklaşarak doğru değerlendirmelerde karar kılması gerekmektedir. Bu manada Syriza başından beri sözde sol ve emperyalist kapitalizme karşı dar ufuklara sahip ideolojik-politik çizgi ve yönelimiyle, tam bir reformist karakteristik özelliğiyle her geçen gün daha fazla öne çıktığını ve kendini tam da bu halkada ifşa ettiğini vurgulayalım. Demek ki Radikal Sol’un sözde solculuğu da buraya kadarmış 5 Temmuz referandumunun ardından Yunanistan sosyo-ekonomik yapısı; uluslararası emperyalist sermayeye bağımlılık ilişkisi bağlamında azalma değil derinleşerek artma halindedir. Referandumdan emperyalist sisteme tokat gibi “hayır” çıksa da, ne yazık ki çok bileşenli reformist Syriza hükümeti eliyle ekonomik-politik bağımlılık ilişkisi derinleştirilmektedir. İyi ama niye referanduma gidildi denilebilir elbet. Kendi başına önemli bir handikap teşkil etse de yaşanan gelişmeler; emperyalist kapitalizmin yörüngesinden kopamama temelli ideolojik-politik çizgi ve yönelimlerin galip gelmesi sonucudur. Evet, bir yandan Yunanistan halk kitleleri başını Almanya’nın çektiği AB emperyalist blok güçler ile özellikle ABD gibi diğer emperyalist güçlerin de içerisinde yer aldığı IMF ortaklığıyla kendisine uygulanmak üzere ortaya konan ekonomik politik konsepte “hayır” demişken, diğer yandan bizzat halk kitlelerin desteğini arkasına alan Syriza’nın ülkenin ekonomik ve diğer birçok değerlerini peşkeş çekme durumuyla karşı karşıyayız. İçerisinden geçtiğimiz süreçte emperyalist kapitalist sisteme karşı başka bir dünyanın mümkün olduğuna yönelik kitlelerin hayır oyuyla vuku bulan umutlar, ideolojik-politik ufukları sömürücü sistemi aşamayanlar ile karartılmaktadır. Aslında yaşanan güncel gelişmeler karşısında daha başından itibaren Syriza’ya çok ileri bir misyon biçerek hak etmediği sıfat-

ları yakıştıranların şaşırması gerekmekte ve yanlış metotlarını yeniden sorgulayarak sübjektivizme düşen yanlarına karşı özeleştirel yaklaşarak doğru değerlendirmelerde karar kılması gerekmektedir. Bu manada Syriza başından beri sözde sol ve emperyalist kapitalizme karşı dar ufuklara sahip ideolojik-politik çizgi ve yönelimiyle, tam bir reformist karakteristik özelliğiyle her geçen gün daha fazla öne çıktığını ve kendini tam da bu halkada ifşa ettiğini vurgulayalım. Demek ki Radikal Sol’un sözde solculuğu da buraya kadarmış. Çipras’ın referandum sonrası Temmuz ortalarında Troyka ile anlaşmaya varması ve bunun deklare edilmesine değin sancılı bir sürecin geçtiği söylense de; var olan gerçekliğin ve gelişmelerin tamı tamına Yunanistan sosyo-ekonomik yapısının uluslararası emperyalist sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırılmasından ibaret olduğunu net olarak belirtebiliriz. Ve bizzat Çipras’ın girişimiyle Yunanistan Meclisi de 64 oya karşı 229 oyla emperyalist tahakkümü kabul etmiştir. Düşünebiliyor musunuz? Yaşanan gelişmeler; temsili demokrasi sistemi üzerinden sözde halka onaylatılan ve hayır oyuna rağmen yumuşatılmış ve daha da gevşetilmiş bir konsepte bile gerek duyulmadan, daha ağırlaştırılmış haliyle kabul edilerek Yunanistan Meclisi’ne de onaylatılan emperyalist hegemonyanın tahakkümüdür. Üretimden tüketime, ekonomik alt yapıdan üst yapının hemen bütün kurumlarına, özelleştirmeden ticarete, iletişimden ulaşıma, vergi sisteminden bankacılığa, tarımdan sanayiye, emeklilikten toplumun bütün gözeneklerine yönelik hemen bütün ekonomik yaşam koşullarına kadar Troyka emperyalist hegemonyasına bağımlılık ilişkisinin derinleşmesi durumu söz konusudur. Dolayısıyla Syriza eliyle gerçekleştirilen tüm anlaşmaların “iyi” ve “doğru” olan hemen hiçbir yanının olmadığını ve bir satış anlaşmasının altına imzaların atıldığını ifade edelim. Nitekim referandumun hemen ardından istifa eden Varoufakis, Çipras’ın imzaladığı anlaşmaya “Tam bir Versay Anlaşması” diyerek bir gerçeği ifade ediyordu. Zira mevcut olumsuz durum çok geçmeden halk kitlelerinin

de tepkisine yol açmış ve protestolar yayılmaya başlamıştır. Halk kitlelerinin ve radikal militan devrimci kesimin, Yunanistan hükümeti ve parlamentosunun emperyalizmle derinleştirilmiş bağımlılık temelli teslimiyet pratiklerine karşı eylemleri, Yunanistan devleti ve polisinin sert müdahalesiyle karşılaşmış ve onlarca protestocu gözaltına alınmıştır. Ardından daha yakın süreçte ikinci emperyalist patentli daha fazla kölelik paketi de Yunanistan Meclisi tarafından onaylanarak kabul edilmiştir. İlk oylamada hayır oyu kullanan Varoufakis’in istifası yetmemiş olacak ki ikinci oylamada daha fazla bağımlılık paketine evet oyu kullanarak eklektizmin ağına düşülmüştür. İkinci pakete karşı yine kitlesel tepkiler ve protestolar söz konusu olmuş ve Çipras hükümetinin başında olduğu Yunanistan polisinin sert müdahalesi de devam etmiştir. AB emperyalist bloğa bağımlı Yunanistan’ın uslanmaz çocuğu Çipras’ın uslu ve itaatkâr hali devrimci kamuoyunu da iyi düşündürmeli ve uluslararası emperyalist kapitalizme meyletme eğilimlerinin de ötesinde, daha fazla teslimiyet pratiklerine karşı her zamankinden daha fazla uyanık ve hazırlıklı olmamız gerektiğini göstermektedir. Zira bu durum bizlere, uluslararası emperyalist sermayenin şimdiki süreçteki derinleşmesi ve merkezileşmesi karşısında düzen içi sistem sınırlarını aşamayan ve reformist kulvardan bir türlü kopamayarak toplumların içerisinde daha fazla etki yaratarak tasfiyeciliği geliştiren çizgi ve yönelimlere karşı mücadelenin de ertelenemez olduğu gerçekliğini bir kere daha göstermektedir. Her ne kadar Yunanistan halk kitlelerinin emperyalist ta-

hakküme hayır demesi çok bileşenli bir parti olan Syriza üzerinden gerçekleşmesi, hiç kuşkusuz ki Avrupa ve dünya genelinde emperyalist-kapitalist sistem içi çizgi ve yönelimlerinin de kafalarını karıştırır bir yan taşımaktadır. Bir yanda Syriza eliyle Yunanistan halkının hayır oyu karşısında Syriza selamlanırken diğer yandan daha da ağırlaştırılmış emperyalist tahakküm ilişkisinin yine aynı şekilde Syriza eliyle gerçekleştirilmesi karşısında “bekle gör”, “kabul edilebilir hata ve zafiyet”, “olur öyle şeyler” tarzı yaklaşım ve değerlendirmelerin ciddiyetten uzak olduğunu belirtmeyi dahi gerekli görmüyoruz. Ve hatta daha da ileri gidilerek Syriza’ya övgüler üstüne övgüler dizen ve bizzat kendi ülkelerinde de aynı şekilde önemli ve olumlu bir örnek model olmasını salık verenlerin şaşkınlığına şaşırmıyoruz doğrusu. Çünkü başta kılavuzları öznelci, doğru ve bilimsel ideolojik-politik yaklaşımlardan oldukça uzak olup emperyalist-kapitalist sistemi aşamayan ufukları olunca nasıl da şaşkınlıklara kapıldıkları çok rahatlıkla görülerek anlaşılacaktır. HDP, Podemos başta olmak üzere Türkiye-Kuzey Kürdistan ve İspanya, Almanya, Fransa, Avusturya, İtalya, İsviçre vd. ülkelerdeki ilerici, devrimci, sosyalist ve komünist örgüt ve hareketlerce Syriza değil, Yunanistan halk kitlelerinin; emperyalist bağımlılık ilişkisine ve dayatılan tahakküme karşı özgür, bağımsız bir ülke ile dolu yürekleri, kahramanca direniş ve eylemleri referans alınmalıdır. Maoist Parti’nin 2000 yılından bu yana dikkat çektiği, dünya genelinde olduğu gibi Türkiye-Kuzey Kürdistan’da da düzen içi uzlaşmacı tasfiyeci reformizme karşı mücadelede yoğunlaşalım.


01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

Silahsız biçimlerin silahlı biçimlere tabi el Silahlı zora dayanan devrim kitlelerin eseri ise; devrimci ve komünistleri kitlelerle buluşturan araçlar ister talitaktik isterse stratejik olsun önemlidir. Silahlı örgüt-örgütlenme devrim için hayati konular olup merkezi görevlerdir. Ancak bu görevlere hizmet eden diğer örgüt-örgütlenme biçimleri de son derece büyük önemdedir. Bunlar biçimde farklı şekillense de son tahlilde silahlı biçime hizmet etmekle özünde silahlı biçime bağlanırlar. Dolayısıyla bunlar arasında kalın çizgiler çekmek, çeşitli yapay yaftalarla bunları ötelemek devrimci kavrayışa terstir. Bu kavrayış noktasındaki sorun şu yanılgıdan doğmaktadır. Silahlı olmayan ama devrimci olan silahsız, demokratik, yarıyasal vb. mücadele ve örgütlenme biçimleri tamamen hatalı kavrayışla reformist biçimler olarak algılanıp değerlendirilmektedir. Böyle kavrandığı için de kronik bir algıyla sürekli küçümsenir, ötelenir ve önemsiz görülürler. İşte bu anlayışlar yanılgının devamı objektif olarak devrimi, kullanması gereken araçlardan vb. men ederek kısırlaştırma ve marjinalleştirme durumuna düşerler Devrimi ve devrimciliği birkaç belirli mücadele biçimine sığdıran, birkaç slogana ve karşılıksız birkaç keskin lafa indirenleri anlamak aklen güç. Bu pozisyondaki devrimcilerin derin tarihsel tecrübe, aktüel pratik ve bizzat kendilerinin de parçası oldukları devrimci çalışma yaşamı ile somut mücadelenin göze batan tecrübelerinden öğrenememiş olmalarını yadırgamaktan başka bir tavırla karşılamak

mümkün değil. Çünkü devrimci çalışmaları bütünlük içinde sahiplenip propaganda etmeyen ve devrimci çalışmalar arasında fiilen makasların açılmasına hizmet eden bu yaklaşımlar; bir bölüm devrimci çalışmayı objektif olarak gözden düşürüp, devrimci çalışmaların rotasını saptırmaya-saha yelpazesini daraltmaya hizmet etmektedirler. Mizacı devrimci olan her çalışmayı önemsemek, bu çalışmaların devrimci içeriğiyle alakalı bir zorunluluktur. Birini kullanıp ötekini yadsıma lüksümüz yoktur. Sorunu duygularının tatmini olarak ele alanlar gerçek devrimci çalışmalar karşısında haz almazken, “ben güzlüyüm-biz güçlüyüz” diyebilmenin sarhoşluğuyla; sadece keskin sol söylemlerden, hakkını yemeyelim ki, silahlı eylemden muazzam derecede haz duyarlar. Silahlı eylemden haz duymak tüm devrimcilerin ortak özelliği ve devrimciliğin tabiatında olan özelliktir. Bunu yadırgamak kuşkusuz ki, devrim sularının kenara bıraktığı bozulmuş devrimci artıklardır. Ne var ki, devrimci gelişmenin soluk borularını teşkil eden; devrimci gelişmenin toprağını gübreleyen; gerçek devrimci gelişmenin süreklilik kazanmış bir çizgi izlemesini olanaklı hale getirerek önkoşullarını hazırlayan ve bizzat devrimci çalışma olduğu halde isimsiz kahramanlar gibi devrimci süreci sırtlayan bir dizi çalışma; salt popüler ve göz alıcı cazibesi olmadığı için, bu rollerin ilgili bu devrimciler tarafından anlaşılmamış olması anlaşılmaz olup devrimle yatıp kalktıkları halde yaşadıkları yüzeyselliği yadırgamak haktır. Devrim meselesinin son tahlilde kitleleri örgütleyip devrime seferber edilmelerini gerektiren bir muhtevaya sahip olduğu, aynı zamanda kitlelerin devrime kalkışmaya hazırlanmasının başarılmasıyla doğrudan alakalı olduğu genel doğrudur. Bu görevlerin silahlı biçimlerden silahsız biçimlere kadar bir derya örgütlenme ve mücadele biçimiyle yerine getirilebileceği de kimse tarafından inkâr edilemez bir gerçektir. O halde ünü silahlı biçim kadar olmayan ama gizli ya da isimsiz kahramanlar misali devrimin gelişmesini sağlayan, büyük hizmetler yerine getiren bir dizi örgütlenme ve çalışmanın neden küçümsendiği, neden övgüye değer görülmediği ve salt albenisi olan keskin laf ve sloganlara tapıldığının sorgulanması yerindedir. Evet devrimin esas halkaları silahlı bi-

çimlerde ifade bulur. Bunlar stratejik öğelerdir. Devrimin olmazsa olmazlarıdır. Dolayısıyla silahlı biçimlere itibar edilmesi, haklı olarak övgüye değer bulunup öne çıkarılması doğru ve olması gereken olarak olağandır. Bütün bunlarda tersten söz etmenin yeri yoktur. Fakat silahlı eylem ve biçimi keskin laf ve sloganlarla eş değer görmek, aldatılmak istenenlerin benimsediği ve kendilerini avutarak tatmin etmek istedikleri bir ruh halinin yansımasıdır ki, hatalı olan yan tam da budur. Bunun da ötesinde, silahlı eylemin öncelikli gücü ve değeri hakkındaki yerinde tavrın, silahlı eylemden daha ‘gösterişsiz’ olan ama kesinlikle gerçek devrimci çalışma olan diğer çalışmaları göz ardı etme eğilimleri de büyük yanılgı olup hatanın dik alasıdır. Bir tespit olarak belirtelim ki, sol lafazanlık ve slogancılık hastalığı tipik bir küçük-burjuva hastalığıdır ve onun güce tapan veya güç önünde secde eden özelliğinin bir yansımasıdır. Andığımız solculuğun özünde sağ olduğu da ayrı bir gerçektir. Biçimde sol ama özde sağdır çünkü silahlı biçimler dışındaki biçimlere adeta üvey muamelesi yaparak kelimenin olumlu mana-

sındaki sol örgütlenmeyi daraltarak kuşa çeviren ve fiilen objektif gerçeğin gerisine çeken dokuya sahiptir. Bunun için sol görünümlü sağ nitelik taşırlar. Şunu ayırt ederek anlatmaya çalıştık; silahlı mücadelede sağlam durmak kadar onun sonsuz çabayla propaganda edip öncelemekte asla bir kusur yoktur. Bilakis devrimin de devrimciliğin de hayati yolu olarak silahlı mücadele ve eylemin samimi bir ısrarla savunulması devrimci görevin rahminde yaşamaktır. Buraya kadar bir sorun yok. Ancak silahlı mücadele ve eylem gerçeğinin karşılıksız sloganlar ve keskin laflarla özdeşleştirilmesi biçiminde tezahür eden tutum asla kabul edilemez bir indirgemecilik ve geri tutumdur. Ek olarak, diğer devrimci çalışmaları silahlı eylemle karşı karşıya koyup bunları basitleştiren, dolayısıyla gözden düşüren, objektif olarak bu devrimci çalışmaları önemsizleştiren ve yadsıyan pratik davranış görülmesi gereken hatalı yaklaşım olarak mahkûm edilmesi gerekendir. Özetle anlatmaya çalıştığımız budur. Mücadele biçimlerini karşı karşıya koyarak devrimci çalışmayı belli bir bölümünden adeta men eden hatalı yak-


perspektif

le alınması iki biçimin özde bir olmasıdır!

laşımların daha iyi anlaşılması ya da anlatmak istediklerimizi daha iyi izah edebilmek için bazı örnekler üzerinden tartışmak doğru olacaktır. Keskin-uç bir konuyla başlayalım: Örneğin diplomatik mücadele alanı devrimci saflarda genellikle soğuk karşılanan, mesafeli durulan veya önemsenmeyen bir alandır. Oysa yerine göre hayati önem taşıdığı açıktır. Devrimlerin, devrimci yükselişlerin diplomasi masalarında-diplomatik mücadele sahasında heder edilip burjuvaziye peşkeş çekildiğine belli örneklerde tanıklık yapılmıştır. Bu kötü netice yeri ve zamanında gündeme gelebilecek diplomatik mücadelenin başlı başına bir kaderi değil, bilakis diplomatik mücadelenin becerilmemesi, doğru yürütülmemesi ya da ideolojik kırılmanın ürünü olarak gelinen noktadan ileri gelmektedir. Şayet siz diplomatik mücadeleyi doğru yönetir, yürütürseniz devrim ve devrimci gelişme uğruna taktiksel birçok başarı ve avantaj elde edebilirsiniz. ÇKP pratiğini buna örnek gösterebiliriz. Hatta kimi noktalardaki kazanımları itibarıyla PKK’yi de örnek gösterebiliriz… Kısacası, diplomatik mücadele ke-

sinlikle küçümsenir, hatta bir dizi suçlamanın gerekçesi de olur. Fakat yeri ve koşulları doğduğunda bu mücadelenin de devrimin çıkarlarına uygun biçimde kullanılması kaçınılmaz ya da gereklidir. Önemlidir çünkü birçok devrimci gelişme ve hatta devrim olasılığının diplomatik mücadelede kaybedildiği açıktır. Bu da diplomatik mücadelenin önemini, hem de devrimi elden götürecek kadar ya da devrimi geliştirecek kadar hayati önemini gösterir. İkinci bir örnek olarak; temkinli ilerleme siyaseti genel olarak eleştirilir. Buna karşın Halk Savaşı ya da Gerilla Savaşı da (salt sözde de olsa) büyük sempati ve beğeniyle karşılanır. Halk Savaşı’nın sevinçle karşılanıp sahiplenilmesi olumlu bir yaklaşımdır. Bunda bir söz yok. Fakat temkinli ilerlemeye kafadan gösterilen soğukluk ve eleştiri ne kadar doğrudur buna bakmak lazım. Evet, temkinli ilerleme hep eleştiriyle karşılandı. Çünkü anlaşılmadı ve çünkü onda Gerilla Savaşı-Halk Savaşı sözü yoktu! Hatta birilerine göre o, karikatürize edersek Gerilla Savaşı’nın ölüm fermanıydı. Oysa temkinli ilerleme taktiği (veya şartlara göre uygula-

nan geri çekilme), tamamen somut durum ve şartların ihtiyacının ürünü olup, Halk Savaşı’nın, Gerilla Savaşı’nın belli bir zemine kavuşturularak süreklilik sağlayan bir eylem çizgisi ve pratiğe ulaşması için hazırlıkları, yeterli kuvvet ve hazırlıkları sağlamanın taktiği olarak bizzat Gerilla Savaşı’nın, Halk Savaşı’nın geliştirilmesine dönük bir taktikti. Bu taktik kalıcı, ciddi bir Halk Savaşı pratiğinin hayata geçirilmesi için gerekli olan ve tamamen somut ihtiyaçlardan doğan bir siyasetti. Ancak keskin slogan duymak isteyenler Gerilla Savaşı’nın yürütülmesini ve süreklileştirilmesini olanaklı kılan temkinli ilerleme siyasetine karşı çıktılar, eleştirdiler. Aynı şey geri çekilme politikası için de geçerliydi. Uzun vadeli düşünemeyip günübirlik düşünenler bu taktikleri hep eleştirdiler. Oysa temkinli ilerleme taktiği benimsenip uygulanmasaydı, aynı biçimde geri çekilme siyaseti uygulanmasaydı Parti’nin çok daha ağır travmalar yaşaması ve belki salt bu siyasetlerin uygulanmamasından dolayı örgütsel yenilgi alması muhtemel olacaktı. Geri çekilme sol slogancı ve keskin lafçı eğilim için eleştiri konusu olsa da bu siyasetlerin uygulanmaması ağır sonuçlara yol açacak bir zemin taşımaktaydı. O halde slogancıların benimsemediği bu biçimlerin, yeri ve zamanında kullanılması koşuluyla yaşamsal önem arz ettikleri açıktır. Başka bir konu; yıllarca muhtarlıklar dâhil, belediye ve genel seçimleri boykot ettik. Genel seçimlerin koşullara bağlı olarak boykot edilmesinin doğru olduğunun altını çizerek geçelim. Ki taktik siyasetler özünde somut koşullara göre belirlenirler. Dolayısıyla kullanılma ve kullanılmama koşulları genel olarak söz konusu olur. Ama özellikle muhtarlık ve belediye seçimlerinin boykot edilmesini haklı zemini çok sınırlı ve özel şartlarda mümkün olabilirken, bizler geleneksel olarak boykotçuluğu uyguladık. Ne kazandık? Kazanmak bir yana, kaybettiklerimizi sorsak birçok kayıp gösterilebilir. Kısacası bu düzlemdeki seçimler de silahlı mücadele ve eylemin yanında kuşkusuz ki daha az önemlidir. Fakat bunlar da devrimci çizgi temelinde ele aldıklarında kendi alanında kesin bir öneme sahiptir ve devrimci mücadeleyi, örgütlenmeyi geliştirip hizmet veren biçimlerdir. Bugün bu alandaki kazanımlarımız örgütlenme ve mücadele alanı-

mızı ne kadar genişletip zenginleştiriyor ya da olanaklar sunuyor pratikte de görülmektedir. Bu pratik tecrübeye rağmen hala keskin laf ve slogan hastalığına tutulanların; tali, taktik vb. değerdeki mücadeleleri önemsizleştirmesi anlaşılır olamaz. Bugün artık ilgili mücadele ve örgütlenme biçimlerini karşı karşıya koyarak bir bölümünü öteleyen yaklaşımların anlayış düzeyinde yıkılıp atılması şarttır. Mücadelenin her parçasıyla kavranıp örülmesinin zaruriyeti anlaşılmak durumundadır. Bu noktalardaki ayrım, devrimin bilimsel zeminde kavranmasıyla yüzeysel devrimci kavrayış arasındaki ayrım olduğu kesindir. Silahlı zora dayanan devrim kitlelerin eseri ise; devrimci ve komünistleri kitlelerle buluşturan araçlar ister talitaktik isterse stratejik olsun önemlidir. Silahlı örgüt-örgütlenme devrim için hayati konular olup merkezi görevlerdir. Ancak bu görevlere hizmet eden diğer örgüt-örgütlenme biçimleri de son derece büyük önemdedir. Bunlar biçimde farklı şekillense de son tahlilde silahlı biçime hizmet etmekle özünde silahlı biçime bağlanırlar. Dolayısıyla bunlar arasında kalın çizgiler çekmek, çeşitli yapay yaftalarla bunları ötelemek devrimci kavrayışa terstir. Bu kavrayış noktasındaki sorun şu yanılgıdan doğmaktadır. Silahlı olmayan ama devrimci olan silahsız, demokratik, yarı-yasal vb. mücadele ve örgütlenme biçimleri tamamen hatalı kavrayışla reformist biçimler olarak algılanıp değerlendirilmektedir. Böyle kavrandığı için de kronik bir algıyla sürekli küçümsenir, ötelenir ve önemsiz görülürler. İşte bu anlayışlar yanılgının devamı objektif olarak devrimi, kullanması gereken araçlardan vb. men ederek kısırlaştırma ve marjinalleştirme durumuna düşerler. “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” aforizması, keskin sol söylem ve slogancılık hastalığı taşıyan devrimcilere hatırlatılmak durumundadır. Çünkü bu hastalıktan muzdarip olan devrimcilerin devrimci pratiğin önünü açan devrimci teoriyle az ama sol söylem ve slogancılıkla çok ilgili oldukları bir gerçektir. Teorinin küçümsenip salt pratiğin yüceltilmesinin sonu kör sokaktır. İdeolojik çalışma bütün çalışmaların can damarıdır! *DEVAM 14. SAYFADA


14

güncel haber

01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

Reformist kulvarda ifade bulan sağ eğilim ve yasalcılık

12-13. SAYFANIN DEVAMI Devrimin aşamalarına-gelişme evrelerine bağlı olarak gündeme gelebilecek diplomatik mücadeleden tutalım da, somutta uygulanan yasal alan mücadele ve örgütlenmeleri, reformlar için mücadele, gerici düzenin boşluklarından yararlanma, gerici kurumları devrimin propaganda araçları olarak kullanma ve bütün bunlardan devrim adına ve devrimci taktikle yararlanmaya kadar geniş olan alan tereddütsüz olarak kullanılacaktır, kullanılmalıdır. Ne var ki, bu doğru siyaset ve yaklaşım devrimci ruh ve mecrasından taşırılarak düzen içi yasal mücadele ve örgütlenmelerin ya da yukarıda saydığımız bu mücadele ve örgütlenme biçimlerinin esas hale getirilmesi anlayışına vardırılmamalı, böyle ele alma yaklaşımına dönüşmemelidir. Tam da bu noktada “silahın, savaşın devri geçti, kurun parti seçimlere girin”, “günümüzde silahlı mücadelenin zemini kalmadı”, “dünya başka yere gidiyor, dar sınıf siyasetinin zamanı geçti”, “toplum, halk, insanlar başka şeyler istiyor” vb. uluorta söylemler, kanaatler ve ciddiyetten yoksun, hatta a-politik söylemler iyice hız kazandı. Dahası faşizmden bahsetmenin yersizliğinden, demokratik şartların bolluğuna ve şartların tüm mücadeleyi yürütmeye elverişli olduğuna kadar giden düzen içi mücadeleyi önermeye varan sınıf bakış açısından uzak yaklaşımlar toz bulutu halinde ortalığı bulanıklaştırmaktadır… Bu yazımızda işlenen konu meselenin bir bölümünü oluşturmaktadır. İkinci bölüm ise, reformist kulvarda ifade bulan sağ eğilim ve yasalcılık sevdasının telaffuzu ile pratik eğilime yansıyan aktüel modacılığıdır. Yani bütün tehlike veya esas tehlike; küçük-burjuva sol eğilim hastalığının konu edinen biçimlerinden ibaret de-

ğildir. Tam tersine esas ve güncel tehlike, tehdit yasalcılık zemininden beslenen düzen içi sağ tasfiyeci eğilimdir. Dolayısıyla esas durumdaki bu tehlikeyi konu edinmek hem ihtiyaç hem de perspektif yazısının tamamlanması bakımından gereklidir. Kaldı ki, perspektif yazısı da sol görünümlü eğilim solculuğunun formel olduğuna dikkat çekerek, bu eğilimin özünde sağ olduğunu açıklamaktadır. Bu durumda perspektife işlenen konunun aynı zamanda sağı da hedef aldığını görmekte fayda vardır. Fakat bu gerçeğe karşın sağ tehlikenin başlı başına bir yazıya konu yapılması nesnel bir gereksinimdir. Devrimciliğin doğru/yanlış temelde sorgulandığı bir dönemden geçtiğimiz aşikâr. Sağdan ve soldan mahkeme edilip iliklerine kadar sorgulanıyor devrimcilik. İçinden geçilen tarih geriye çeken sorgulamalara karşın, ileriye taşıyan sorgulamalara da tanıklık yapıyor. Tepkisel ve dar yaklaşımlarla sorgulandığı da ayrı bir gerçek… Bu toplam içinde özellikle ayrıştırılması gereken sorgulama biçimlerinin, a) devrimciliği revize ederek geriye çeken sağdan yapılan sorgulama ile b) devrimciliği

saç ayakları temelinde ilkelerine bağlı kalınarak zayıflıklarının giderilmesini amaçlayan devrimci eleştiri temelindeki sorgulama biçimleri olduğunu belirtelim. Birinci sorgulama biçimi, sağ/sol sorgulama ve tepkisel dar sorgulama biçimlerini içine alan kapsamdadır. Bura içinde tepkisel dar yaklaşımların ürünü olan sorgulamaları niyet bakımından sağ/sol sorgulama biçimlerinden ayırmanın gerekli olduğu da söylenmek durumundadır. İkinci sorgulama biçimi olan devrimciliğin zayıflıklarını aşarak güçlendirilmesini görev edinen devrimi eleştiri temelindeki eleştiri, tamamen benimsenmesi gereken ileriye dönük çabadır. Diğer sorgulama biçimlerinden temelde ayrılır bu biçim. Öyle ki, bu sorgulama biçimi bilimsel sosyalizm teori pratiğini gelişmelere bağlı olarak tahkim edip sağlam temellere oturtma önemiyle elzem durumdadır. Özellikle siyaset sahasında bu sorgulamanın çok daha ihtiyacı olup etkin bir rolü ve işlevi olduğunu görmekte sonsuz fayda vardır. Devrimciliğin hatalı olarak sorgulandığı zeminden biri, güncel gelişmelerin devrimciliğin yeniden tanımlanmasına çıkan yaklaşımdır ki, bu tamamen hatalıdır. Zira

burada sorgulanması gereken somut siyaset veya somut siyasetin geliştirilememesi meselesidir. Sorun buyken, bu sorunu devrimciliğin yeniden tasvirine taşıyan yaklaşım kuşkusuz ki hatalıdır. Niyetinden bağımsız olarak kavrayış hatasıyla devrimciliğin yanlış temelde sorgulanması merasına kaymaktadır. Ancak köklü yanılgıyı ifade eden sorgulama biçiminin devrimciliği sağdan sorgulayan biçim olduğu ve bunun tam bir tehlike olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla bura üzerinde durmak isabetli olacaktır. Devrimiler (ki, bu kavramla esasta proleter devrimciliği kast ettiğimizi belirtelim) somut şartlar bağlamında veya somut gelişmeler ve çelişmeler bağlamında gerek toplumun dinamik güçleriyle buluşup bunları devrim hedefi doğrultusunda harekete geçirme, gerekse de söz konusu şartların nesnel ihtiyaç temelinde koşulladığı somut siyasetler devreye sokarak doğal devrimci refleksleri gereği sürece doğru müdahalede bulunup devrimi geliştirme hedefiyle yasal alan demokratik mücadele araç ve yöntemlerini haklı olarak kullanmaktadırlar. Bu tamamen devrimci siyasettir. Çünkü yasal alan müca-


01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

dele biçimlerini vb esas mücadele biçimlerine tabi olarak ve devrime hizmet etmeleri durumunda taktik bir siyaset derekesinde ele alarak kullanmaktadırlar. Bu siyasetin devrime, devrimci ilke ve amaçlara zararı yok, bilakis faydası var. Ama bunların devrimci siyaset ve taktik olarak ele alınması, yani bunları devrim ve devrimci amaçlara tabi biçimde ele alıp, esas mücadele biçimleri haline getirmemeleri şartıyla… Devrimcilerin bu alanda başarılı çalışmalar ortaya koyması ve hatta bazı kazanımlar elde etmesi gibi pozitif gelişmeler devrimcilerin çevrelerinde objektif olarak sağ eğilimi geliştirip körüklemektedir. Bu nesnel tehlike, devrimcilerin doğru siyaset ve taktiklerinden vazgeçme gerekçesi olamaz elbette. Fakat bu tehlikeyle mücadele edilmesi ve bu tehlikeye karşı donanımlı ve uyanık olması şarttır. Aksi halde kitlelere nüfuz eden sağ eğilim bir tehdide dönüşüp devrimcilerin önüne engel olarak dikilmekten başka bir sonuç doğurmaz. Devrimin aşamalarına-gelişme evrelerine bağlı olarak gündeme gelebilecek diplomatik mücadeleden tutalım da, somutta uygulanan yasal alan mücadele ve örgütlenmeleri, reformlar için mücadele, gerici düzenin boşluklarından yararlanma, gerici kurumları devrimin propaganda araçları olarak kullanma ve bütün bunlardan devrim adına ve devrimci taktikle yararlanmaya kadar geniş olan alan tereddütsüz olarak kullanılacaktır, kullanılmalıdır. Ne var ki, bu doğru siyaset ve yaklaşım devrimci ruh ve mecrasından taşırılarak düzen içi yasal mücadele ve örgütlenmelerin ya da yukarıda saydığımız bu mücadele ve örgütlenme biçimlerinin esas hale getirilmesi anlayışına vardırılmamalı, böyle ele alma yaklaşımına dönüşmemelidir. Tam da bu noktada “silahın, savaşın devri geçti, kurun parti seçimlere girin”, “günümüzde silahlı mücadelenin zemini kalmadı”, “dünya başka yere gidiyor, dar sınıf siyasetinin zamanı geçti”, “toplum, halk, insanlar başka şeyler istiyor” vb. uluorta söylemler, kanaatler ve ciddiyetten yoksun, hatta a-politik söylemler iyice hız kazandı. Dahası faşizmden bahsetmenin yersizliğinden, demokratik şartların bolluğuna ve şartların tüm mücadeleyi yürütmeye elverişli olduğuna kadar giden düzen içi mücadeleyi önermeye varan sınıf bakış açısından uzak yaklaşımlar toz bulutu halinde ortalığı bulanıklaştırmaktadır… Oysa bütün gerici sınıf ve faşist realite, özelde de somut gelişmeler bu boş sözlerin tersini kanıtlamaktadır. Gerici saldırganlık ve faşist diktatörlüğün proletarya ve halk kitlelerine dönük saldırıları yeni boyutlara taşınmakta, geniş toplumsal yaşam ve zenginlikleri emperyalist sermaye ve büyük sermayeye peşkeş çekip talanına sunarak toplumsal yaşam tam manasıyla bir mengeneye alınıp ezilmektedir. Sa-

15

vaş saldırganlığı hüküm sürerek keskin çatışma ve savaşların yaşanmasına doğru hızla ilerlenmekte, halklara ve ezilen ulus ve azınlıklara karşı acımasız bir baskı ve terörün estirileceği görülmektedir. Kısacası bu gerici faşist gelişmeler zemininde silahlı mücadele ve devrimci savaş her zamankinden çok daha büyük açıklıkla kendisini hissettiren bir ihtiyaçken, yasalcı sağ tasfiyeciliği öğütleyen yaklaşımların çürüklüğü gün kadar açıktır. Elbette bu sağ eğilimler devrimcilerce itibar edilemez boşboğazlıklardır. Ne ki, kitlelerin ve nispeten geri olan devrimci tabanın bu sağ safsatalara eğilim göstermesi mümkündür. Dolayısıyla ideolojik mücadele kesinlikle bu sağ tasfiyeciliği her fırsatta deşifre ederek devrimci tavır ve duruşu pratikleştirmekle yükümlülüğüyle ele alınmak, geliştirilip güçlendirilmek durumundadır. Devrimciler iradelerine bağlı bir tercih olarak asla hiçbir mücadele alanını, hiçbir mücadele biçimini, hiçbir örgütlenme biçimini terk ederek etki ve çalışma alanlarını-güçlerini daraltıp kısırlaştırmamalıdırlar. Tersine mümkün olan en geniş yelpazede varlık göstererek mücadele etmelidirler. Sanat cephesinin daha iyi doldurulmasını, aydınlar cephesinin geliştirilmesini, kadın mücadelesini yükseltmeyi, çevreci mücadeleyi büyütmeyi, reformlar uğruna mücadeleyi, parlamentoyu kürsü olarak kullanmayı vb. küçümsemeden ele almalıdır devrimciler. Ama bu kır/şehir gerilla savaşı ve örgütlenmesini, silahlı mücadeleyi, illegal örgütlenmeyi, işçi sınıfı içindeki örgütlenmeyi ve bütün bu sahaların mücadelelerini esas görev olarak tesis edip öncelikleri olarak kavramalıdır. Savaşıyorsam açık alanda örgütlenmem, bura mücadelesini yürütmem diyemez, ikisini karşı karşıya koyamayız. İktidar mücadelesi yürütüyorsam reformlar için mücadeleyi reddederim anlayışını benimseyemeyiz. Devrime hizmet ettiği müddetçe ve kullanma olanakları olduğu sürece hepsini kullanmaktan imtina edemez, her alan ve her yer ve özgüle göre bir üslup ve siyaset biçimi kullanmaktan sakınamayız. Örneğin, HDP’nin sürece dair sözü farklı olur ama KCK’nin daha farklı olur. Ya da açık alan demokratik kurumları silahlı eylemi açıktan savunamaz ama partizan Halk Güçleri alenen bunu savunur, hatta pratikte yaptığı gibi uygular… Bu örneklerden hareketle, neyin sağ, neyin sol olduğu noktasındaki anlayışımızın ölçütü örnekteki gibi özgün alan ve pozisyona has söylem ve siyaset biçimi olamaz. Açık alanda yapılan siyaset düzen sınırlarını zorlama özelliğine rağmen esasta buranın asgari kuralları dâhilinde yapılmak durumundadır. Yer altında yapılan ise buraya has dil ve biçimler kullanmak durumundadır. Bunları bir birine karıştıran anlayış somut siyaset ve özgül koşullar gerçeğini göz ardı eden tek düze dogmatik yaklaşımdır.

YOLA YOLCU

≫ hıdır uludağ

NELER OLUYOR, “NE YAPMALI” ?

L

enin’in “ne yapmalı” sorusu, günümüzün can alıcı sorusu olarak aciliyetini dayatmıştır. Neler oluyor sorusuna ise Türkiye-Kuzey Kürdistan komünistleri, devrimcileri, yurtseverleri, aydınları cevap olmak durumundadırlar. Durum bütün ciddiyetiyle orta yerde duruyor iken, hiç kimse kendi küçük bakkalından memnun olma lüksüne sahip değildir. Dünyanın genelinde olduğu gibi, Ortadoğu özelinde de emperyalistlerin oynadıkları oyun bütün çıplaklığıyla gözler önündedir. Bunu görmemek için kör olmak gerekir. Sınırların, emperyalistlerin lehine yeniden çizilmek istendiği herkesin malumu. Ortadoğu coğrafyasında yaklaşık 26 yeni “devlet” yaratılmak isteğinin arkasındaki gerçek, kuşkusuz “böl-parçala-yönet” politikalarının tezahürüdür. Üstelik kurulmasını planladıkları “devlet”lerin (Kürtler hariç) ulus devlet niteliğine sahip olmadıkları da ayrı bir gerçek. Yani artık inanç, aşiret, tarikat, azınlık milliyetlere dayalı devletler yaratma pratiğiyle karşı karşıyadır komünistler, devrimciler, yurtseverler. İşte Irak, işte Suriye, işte Libya, işte Mısır vb. ülkelerin durumu bu gerçeğin en açık pratikteki ifadeleridir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’ı ise bu planın dışında tutmak en hafif ifade ile saflık olur. Kürtlerin kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme haklarına saygı göstermek elbette ki komünistlerin ve devrimcilerin ilkesel hassasiyetidir. Ancak yanlış ve hatalarını da dostça eleştirmek vazgeçilmez görevleridir. Fakat oynanan oyunun boyutlarının çok daha geniş kapsamlı olabileceğini bugünden görmek gerekir. “Irak- Şam İslam Devleti”nin kudurtulabileceğini veya Irak’ta Sünni ve Şii devletlerinin yaratılabileceğini, Suriye’de benzer devletlerin yanı sıra bir Dürzi devletinin oluşturulacağını kim düşünebilirdi. Çünkü günümüze kadar devletler uluslara has bir olguydu. Doğal olarak Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında gerek ulus, gerek inanç, gerek aşiret ve gerekse azınlık milliyetler bazında bunun zemini fazlasıyla mevcut. An itibarıyla da kazan kaynatılmaya başlanmış durumda. Kaynatılan bu katran kazanı halklarımızın tepesinden aşağı dökülmektedir. Emperyalist vampirler ve onların yerli uşakları kana doymak bilmiyor. Ortadoğu’da yarattıkları kan deryasına şimdi Türkiye-Kuzey Kür-

distan coğrafyasını da dahil etmenin çabaları içindeler. Seçimlerin üzerinden uzunca bir süre geçmiş olmasına rağmen, AKP’nin hala iktidar partisiymiş gibi devleti yönetiyor olması; sınırsız bir devlet terörünü halklarımız üzerinde estirmesi; toplu katliamlara girmesi; iki gecede bin yüz devrimci, demokrat ve yurtseveri işkencehanelere doldurması; Güney Kürdistan’a hava saldırıları geçekleştirmesi; öte yanda binlerce IŞİD canavarlarını ülkede besliyor olması; Suriye veya Irak’ta yaşananların Türkiye Kuzey Kürdistan coğrafyasında da yaşanacağının işaretleri olarak görülmelidir. Komünistler, devrimciler, yurtseverler, aydınlar ve halkımız bu çağrı hepinize Kelle kesmelerin, tecavüzlerin, işkencelerin, kadın pazarlarının, göstere göstere çocuk-kadın, yaşlıgenç demeden yapılan toplu katliamların acılarını yüreğimizin ta derinliklerinde yaşadık. Yüreğimizde yaşadığımız o insanlık dışı acıları, kendi bedenlerimizde yaşamaya ramak kaldı. Kapımıza dayanmış olan bu zulme gözlerimizi kapatamayız. Kim kimden daha çok “komünist” tartışmalarının zamanı değil. Herkesin komünistliği, kendinde kalsın. Şimdi, halkımızı nasıl koruyacağımızın, emperyalist haydutların ve onların yerli uşaklarının planlarını nasıl bozacağızımın, yaratılmak istenen kan deryasının önüne nasıl geçileceğinin hesapları yapılmalıdır. Devrim eğer proletarya içinse, halklar içinse, halk büyük bir tehlikeyle karşı karşıya. Önce görev halkın başındaki bu tehlikeyi bertaraf etmek olmalıdır. Bunun için Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimcilerinin, yurtseverlerin kısacası haydutların saldırılarına maruz kalabilecek herkesin, her kesimin en azından kapıya dayanmış olan tehlike karşısında bir araya gelmesi, güçlü bir devrimci cephe ile karşı duruş göstermesi günün acil sorunu olarak herkesin önünde duruyor. Gün, küçük bakkal dükkanlarını koruyup kollamanın günü değildir. Gün, devrimin genel çıkarları ile halkımıza karşı olan görev ve sorumluluklarımızı grup çıkar ve menfaatlerinin üzerinde tutarak yerine getirme günüdür. Unutulmasın, yarın çok geç kalınabilir.


16

analiz haber

01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

Koalİsyon görüşmelerİ, erken seçİm tartışmaları ve sürecİn gelİşmelerİ Devrimci komünistler ise düzen partileri arasındaki koalisyon görüşmeleri ve onlar arasında gerçekleşecek herhangi bir koalisyon hükümetinin bir tarafı ola-mayacağını ve oluşturulacak herhangi bir koalisyon hükümetiyle birlikte ezilen ve sömürülenlere yönelik faşist saldırıların daha da artarak süreceğini, bunun da zaten mevcut güncel gelişmelerle gösterildiğini vurgulamışlardır. Bu anlamda devrimci komünistler, düzen partileri içerisindeki herhangi bir koalisyon hükümeti tartışmalarının bir parçası değillerdir. Ancak gerçekleştirilecek bir erken seçime ilişkin hangi taktik politika ve siyaset izleyeceğine yönelik ise kuşkusuz bir yönelimi olacaktır. Daha şimdiden söylenebilir ki, bağımsız siyasi iradesini koruyarak dostlarıyla ittifak yönelimini ötelemeden sürdürme durumunda olacaktır Erdoğan’ın Davutoğlu’nu 63. Hükümeti kurmakla görevlendirmesinin ardından ilk tur görüşmeleri tamamlanmıştı. Fakat aynı zamanda Erdoğan’ın daha görüşmeler başlamadan, hatta 7 Haziran seçimlerinden bu yana erken seçime yönelik açıklamaları ve yönelimleri bilinen bir durumdu. Bunu sık sık milli iradeden bahsederek yapması ise koalisyon hükümeti ve görüşmelerine değil aksine Erdoğan kumandalı AKP’nin erken seçime kilitlendiğinin ifadesidir. 7 Haziran seçimlerinin ardından Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki birçok kesimce, AKP-CHP ittifakının kurularak geniş ve büyük bir koalisyon hükümetinin ülkeyi birçok açıdan rahatlatacağına yönelik çeşitli açıklama ve görüşmeler yapılmıştır. TÜSİAD, TOBB gibi daha birçok kurum, sivil toplum örgütleri ve oldukça geniş, çeşitli kurumların açıklamaları bu yönde olmuştur. Hatta HDP’nin bile gerçekleştirilecek AKP ve CHP koalisyon hükümetine dışarıdan destek beyanı kamuoyunda tartışılmaktadır. Yine farklı olarak bir AKP-MHP hükümetine ise karşı geldiği anlaşılmaktadır. Aslın-

da HDP’nin yönelimi; AKP-CHPHDP’nin içerisinde yer aldığı ve adına da bir Kurucu Meclis denilecek şekilde ülke sorunlarının demokratik bir sisteme kavuşması şeklindedir. HDP’ye göre

böyle bir Kurucu Meclis içerisinde MHP’nin olmasında ise hiçbir sakınca yoktur. Ancak istemler ve ortaya konan görüşler başka, hayatın gerçeklikleri ve gelişmeleri ise başka yönde ilerlemek-

tedir. Ülkenin hemen birçok çevresi tarafından AKP-CHP koalisyon hükümetinin oluşması isteminin baskılanması altında bazı ilerici ve devrimci kesimler süreci yanlış okuyarak süreçteki ana eğilimin; erken seçim olmadığını AKPCHP koalisyon hükümeti olduğunu oldukça keskin bir şekilde dillendirilmiştir. Fakat mevcut gelişmelerin sadece bir yanı üzerinden böyle bir olasılıktan bahsedilmesi söz konusu olsa da, objektif koşulların tarihsel arka planı da dikkate alınarak yapılan tahlillerle; daha doğru, gerçekçi diğer olasılıklar ve gelişmelerin de ortaya konabileceğini söyleyebiliriz. Bülent Arınç’ın bu aşamadan sonra bir koalisyon hükümeti kurulamazsa sorumluluğun AKP dışındaki diğer partilerde olacağı yönlü açıklamaları da dikkat çekici, önemli bir ayrıntıdır. Erdoğan ve Davutoğlu’nun bir koalisyon hükümetinden bahsedip arka pencereden erken seçime yönelik yönelimleri ve hazırlıkları yabana atılacak gelişmeler değildir. Zira Erdoğan ve AKP’nin bütün yönelimi ve kilitlendiği halka %40 oyunu arttırıcı çizgi ve pratikleridir. Erdoğan ve Davutoğlu’nun “Çaresiz değiliz, asıl merci millet iradesidir” gibi beyanları buna işarettir. Ve yine Erdoğan’ın “Dolmabahçe müzakerelerine ve bu yöndeki ortaya konan üsluba da aynı şekilde karşıyım” açıklamalarıyla da süreçte özellikle tekçi faşist çizgi ve yönelimleriyle oy devşirerek yapılacak erken seçimde daha fazla oy alma niyetinde olduğu anlaşılacaktır. Erdoğan’ın Dolmabahçe görüşmelerindeki anlaşma çerçevesinden haberinin olmadığı yönlü beyanı, kamuoyunda ortaya çıkan tartışmalara da yeni bir boyut kazandırmıştır. Cumhuriyet yazarı Can Dündar’ın, Erdoğan’ın bizzat haberinin ve ellerinde kanıtlar olduğu şeklindeki basında çıkan haberleri ardından Yalçın Akdoğan ise bunun çarpıtılarak aktarıldığını ve doğru olmadığını belirtmiş, HDP ise ‘’kısmen doğru’’ şeklindeki beyanlarıyla sürecin gidişatına göre bir yaklaşım-eğilim içerisinde olduğunu göstermektedir. İkinci tur görüşmeleri daha başlamadan Davutoğlu “Şu anda koalisyon görüşmelerini yürütüyoruz ancak seçime de her an hazır olun” şeklinde AKP’nin bütün il başkanlıklarına ve teşkilatlarına talimat vermişti. İlk tur görüşmelerinin ardından Davutoğlu ve ekibinin Erdoğan ile kesin “istişare”de bulunarak gerekli raporu verdiği ve daha sonra nelerin yapılması gerektiği üzerinde de talimat aldıkları tartışmasızdır. Ardından ise AKP


01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

Merkez Yürütme Kurulu ve Bakanları ile bir değerlendirme yaparak ikinci tur görüşmelerinin başlatılma durumu söz konusudur. Bütün bu ve buna benzer gelişmelerin çok açık ki bir koalisyon hükümeti kurulmasından öte erken seçim hazırlıkları ve çalışmalarının yapıldığı şeklinde ele alınması daha doğru bir değerlendirme olacaktır. Koalisyon için ikinci turda da CHP’nin 14 maddesinde ki ısrarı sürüyor. Sezgin Tanrıkulu’nun “Merak etmeyin ülkeyi hükümetsiz bırakmayacağız” açıklamasını da sürecin hassas algı ve değerlendirmelerine karşı yumuşatıcı beyanlar olarak anlamak gerekiyor. MHP ise 7 Haziran seçimlerinin akabinde ki herhangi bir hükümette yer almama tavırlarını ve daha ziyade AKP-CHP ya da AKP-CHP-HDP koalisyon hükümetinin kurulmasının, kendilerinin ise ana muhalefet olarak kalma durumunu korumaktadır. Ve koalisyon hükümeti için AKP ile CHP arasında ikinci tur ön görüşmesi yapılarak belli bir temelde mutabık kaldıkları görülmektedir. Aslında çok da uzlaşılmayacak bir durumda yoktur aralarında. Bu anlamda her iki düzen partisini de al birini vur ötekine manasında değerlendirebiliriz. Bütün bunlar yani koalisyon hükümeti bir olasılık olarak söz konusu olsa da, erken seçim hükümeti ya da süreci erken seçime göre ele alıp hareket ederek gerçekleştirilecek olası bir erken seçimde oylarını arttırma yönelimlerinden de koptukları söylenemez. İnceden inceye ve derinden derine erken seçime göre bir hazırlık içerisinde oldukları söylenebilir. AKP-CHP arasında yapılan ikinci tur ön görüşmesinin hemen ardından Ömer Çelik “Şu anda bir koalisyon hükümeti ile erken seçim ihtimali yüzde 50-50” şeklindeki beyanı da o ana kadar ki sürecin gerçekliğini gösterir niteliktedir. Evet, çok geçmeden bu durumun da hangi yönde gelişeceği, daha fazla açıklığa kavuşarak ilerleyeceği söylenebilir. Gerek AKP-CHP arasında oluşturulacak bir koalisyon hükümeti gerekse de erken seçimle oluşacak tek başına ya da yine bir koalisyon temelli hükümetlerin hepsinin bir savaş hükümeti olarak işlev göreceği önceden bilinmelidir. Kaldı ki daha şimdiden ezilen ve sömürülenlere yönelik gemiyi azıya almış bir şekilde gerçekleştirilen faşist saldırılar bunu kanıtlar niteliktedir. Zaten AKP’nin on yılı geçen süre zarfında tek başına hükümet olması da baştan itibaren bir savaş hükümeti olma gerçekliğinden ibaretti. Özellikle son süreçte gerçekleştirilen faşist saldırı politikalarıyla topyekün savaş ve tasfiye ilanında ısrar durumu vardır. Bu temelde, sürecin istikrarsızlıklar eşliğinde ilerleyeceği de söylenebilir. Egemenler açısından süreç; ülkeyi yönetim anlamında siyasi olarak istikrarlı bir şekilde sürdürme yönlü değil yaşanan ve ortaya konan faşist politikalarla istikrarsızlığı daha fazla arttırdı-

ğı, arttıracağı şeklinde yorumlanabilir. Bu minvalde Erdoğan ve AKP kumandalı egemenlerce; süreci ilerici, yurtsever ve devrimcilerin dinamitleyerek istikrarsızlaştığı şeklindeki manipülasyonları da kendi özüne uygun tekçi faşizm ve bu eksende sürdürülen tasfiye politikaların ısrarı konusunda yeterince açık ve anlaşılırdır. Kürt Ulusal Hareketi yönetici kademesi yetkilileri ise ne AKP-CHP ne de AKPMHP koalisyon hükümetinin, özellikle Kürt ulusal sorunu başta olmak üzere sürecin önemli ve temel konularına olumlu yönde cevap olamayacağını kamuoyuna açıklamışlardır. Aynı şekilde artık eski statüyle sürece çözüm olunamayacağını ve yeni bir çerçeve temelinde sürecin ele alınarak çözüme kavuşturulabileceğini dile getirmişlerdir. Kürt Ulusal Hareketi de oluşturulacak bir Kurucu Meclis temelli uygulamaların demokratik çözüme doğru yol alabileceğini, bunun dışındaki bütün yönelimlerin eski redçiliğin devamı nitleiğinde olacağını deklere etmiş, etmektedir. Bu temelde HDP’nin AKP-CHP arasında oluşturulacak bir koalisyon hükümeti-

analiz haber ne dışarıdan destek vereceği yönlü beyanlar yerine Kürt Ulusal Hareketi’nden dostlarımızın yaklaşımı; yani hangi düzen partisi yer alırsa alsın oluşturulacak hükümetin temel sorunların çözümü yerine çözümsüzlükte ısrar edeceği beyanları doğru ve mantıklıdır. Kuşkusuz ki karşı-devrimci düzen partilerinin de kendilerine göre bir “çözüm” ya da daha doğrusu çözümsüzlük süreci söz konusudur. Ve özellikle AKPCHP-MHP arasında bu noktada çok büyük farklılıkların olmadığı, daha ziyade tek tek denilebilecek tekçi faşist hegemonyada birleştikleri rahatlıkla söylenebilir. Şimdiki durumda her ne kadar CHP-AKP arasında bir yumuşama durumu ve MHP’de ise daha katı-sert tavır gibi görünen durumlar olsa da, hâkim sınıf klikleri ve bu partiler arasındaki dalaşın sömürücü sistemin teşhir olması bazında faydalı olacağı söylenebilir. Karşı-devrimin teşhiri için düzen partileri arasındaki çelişki ve çatışmaların daha da artarak gelişmesi durumu da olasılıklar dâhilindedir. Özellikle bu sürecin, demokratik ve devrimci güçlerin de bu noktada çeşitli kampanyalar ör-

17

gütleyerek kurulu sömürü ve zulüm düzeni teşhir etmesi için önemli avantajlar yaratacağı da tartışmasızdır. Dolayısıyla gelinen durumun, objektif koşullara yönelik bilinçle müdahil olunarak süreci devrimci temelde ilerletme görevini koşulladığı da bu şekilde anlaşılmalıdır. Devrimci komünistler ise düzen partileri arasındaki koalisyon görüşmeleri ve onlar arasında gerçekleşecek herhangi bir koalisyon hükümetinin bir tarafı ola-mayacağını ve oluşturulacak herhangi bir koalisyon hükümetiyle birlikte ezilen ve sömürülenlere yönelik faşist saldırıların daha da artararak süreceğini, bunun da zaten mevcut güncel gelişmelerle gösterildiğini vurgulamışlardır. Bu anlamda devrimci komünistler, düzen partileri içerisindeki herhangi bir koalisyon hükümeti tartışmalarının bir parçası değillerdir. Ancak gerçekleştirilecek bir erken seçime ilişkin hangi taktik politika ve siyaset izleyeceğine yönelik ise kuşkusuz bir yönelimi olacaktır. Daha şimdiden söylenebilir ki, bağımsız siyasi iradesini koruyarak dostlarıyla ittifak yönelimini ötelemeden sürdürme durumunda olacaktır.


18

güncel haber

01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

DAĞLARDAN ÖZGÜRLÜK FİKİRLERİ

Yaşamın hakikat ve özünü doğanın bereketi ve coşkunluğuyla karşılayan, bu mücadelenin en büyük halkası olan gerilla; tüm benliğiyle insanlık mücadelesini ve tarihini benimsemektedir. Gerilla, duyarsızlık duvarlarını yıkıp doğa ve insanın uyumu çelişkilerini en yakın şekilde yaşar. Gerilla yaşamı; bir dervişin yaşamı sadeliğinde “bir lokma bir hırka bin muhabbet” felsefesinin dağlarda çıkarsız, hesapsız yaşamla kucaklaşmasıdır Kapitalist sistemin egemen olduğu alanlarda; insanlar başta kendilerine karşı, ötesinde de topluma karşı büyük bir yabancılaşma içindedir. Gerici sistemler; egemen oldukları toplumlarda hâkimiyetlerinin devamını sağlayıp daha güçlü olmak için üst yapı kurumlarını (felsefe, din, eğitim gibi) kullanır. Kendi sistemini devam ettirecek olan insana, doğaya, hakikate, öze yabancı birey tipi yaratır. Mülkçü sistemin hâkim olduğu toplumlardaki insanlar; bireysel, çıkarcı, dar, yalnızca yaşamını idame edecek eylemler gerçekleştirirler. İnsanın yaşama dair bu yüzeysel algıları onların toplumsal, ekonomik, kültürel, politik eylemlerden uzaklaştırıp; pasifize ederek, onları darkalıpçı yaklaşımların kölesi durumuna düşürür. Kendini farklı boyutlarda tekrar eden kapitalist geri-yozlaşmış kültür, insanın; kendisini, yaşamını, toplumu, değerlerini ve dünyayı sorgulamaksızın kabul etmesini tek “doğru” algı olarak dayatır. İnsanları alışılmış algılama ve anlama kalıplarıyla yaşamaya hapseder. İnsanları kültürel, sosyal, ekonomik, inançsal ve siyasi olarak sömürü cenderesine alan gerici sistemler; bireyleri yaşamın bu farklı alanlarında birbirleriyle yarıştırır veya birinin diğerine üstünlüğünü olarak, tekçi hegemonyacı bir zihniyetle karşı karşıya getirir. Kapitalizm, bugün her alanda kendini örgütlemek ister. Eğitimden aileye, üretim alanlarından kültür ve sanata, çevreden dine kadar tüm alanlarda kendini kurumsallaştırdıkça yaşanılır da kılar. Böylece insanın iradesini yaşamın her alanında kıskaca alarak, yaşama ve özgürlük hakkı tanımaz. Kapitalizm için yaşamın bu alanları, fethedilmesi ve üretime sürüklenmesi gereken zengin topraklardır. Çünkü kapitalist sistem kendini süreklileştirmek ve merkezileştirmek ister. Hegemonik yıkıcı geri sistemlerin insanlığa dayattığı kayıtsız ve duyarsız yaşamın kıskacından sıyrılan yeni insanın yeni dünyayı inşa etme mücadelesi; gün be gün büyümekte, bireyci, bencil toplum yapısından sıyrılan öncüler bu mücadelenin zincirinde birer halka olmayı kendisine tarihi sorumluluk olarak görmektedir. Anlam ve

hakikatin yoğunlaşması felsefesini, bulundukları tüm mevzilerde yaşamla buluşturmaktadırlar. Sistemlerin bencillik, kayıtsızlık ve duyarsızlık üzerine kurdukları dünyayı kabul etmeyen insanlar komünal yaşamın, samimiyetin, gerçek sevginin, özgürlüğün yaşamsallaştığı tüm alanlarda büyük bir kavga, insanlık kavgası vermekte… Yaşamın hakikat ve özünü doğanın bereketi ve coşkunluğuyla karşılayan, bu mücadelenin en büyük halkası olan gerilla; tüm benliğiyle insanlık mücadelesini ve tarihini benimsemektedir. Gerilla, duyarsızlık duvarlarını yıkıp doğa ve insanın uyumu çelişkilerini en yakın şekilde yaşar. Gerilla yaşamı; bir dervişin yaşamı sadeliğinde “bir lokma bir hırka bin muhabbet” felsefesinin dağlarda çıkarsız, hesapsız yaşamla kucaklaşmasıdır. Mülkçü zihniyetin yok edilişi, çöküşüdür. Gerilla, toplumun güven ve sevgisi ile fikir ve pratiğini güçlendirerek mülkiyetçi bencil sistemin karşısında mevzilerini sağlamlaştırmıştır. Gerilla insanlık tarihine tek tek isim yazdıran kahramanlardan çok öteye bu yaşam benim özgürlük arayışımdır diyerek yola çıkmıştır. Gerillanın sofrası da özün dışa yansımasıdır. Sade ve doğal, çıkarsızdır. Bu doğallık da ancak bilinçli özgürlük arayışı ile anlam bulur. İlkel komünal yaşamın doğal özgürlük tanımı, gerillanın bilinçli özgürlük fikri ve

eylemleriyle yeni bir boyut kazanmıştır. Doğanın devinimi, insanın fikir ve eylem dünyası dogmatik değildir; değişim, dönüşüm ve yenilik kaçınılmazdır. Elbette ki gerillanın bilinçli özgürlük mücadelesi; dogmatizmden uzak, doğa ve insanın eylem ve fikirleriyle gelişir, büyür. İnsanın doğal bir varlık olduğunun bilincindedir. Gerici sistemler insanların fikirlerini ve eylemlerini doğallıktan uzaklaştırır; insanı değil. Doğanın, insanın tabiatında direnişler kaçınılmazdır. Bu direnişlerin neye ya da kime karşı verildiği cevabı ise bizleri bu direnişlerin nasıl olacağı gerçeğine götürür. Doğanın parçası olan her varlığın, kendini koruma ve savunma mekanizması vardır. Örneğin bir kelebeğin hayatta kalmak için korunma mekanizması geliştirmesi gibi. Kelebeğin var olma mücadelesi özgürlük arayışıdır. Doğanın ve onun bir parçası olan insanın savunma mekanizması ile direnişin kime veya neye karşı yapılacağı sorusu da, aslında o direnişin nasıl gerçekleşeceğinin cevabı olacaktır. Ki bu cevap insanın ve doğanın tabiatlarının birbirleriyle ilintisi, var olma mücadelesi ve fiziki var olmanın ötesinde iradeleşmiş yaşamda yerini alması gerçekliğidir. Yaşamın öznesi kadının da var olma mücadelesi, onu direnmeye yöneltmiştir. Böylece kadın 5000 yıllık erkek egemen ideoloji ve onun tüm toplumsal yansımalarına karşı özgürlüğü

yakalayana dek mücadele etmiş, tüm insanlığın değerleriyle yaşamakta kararlı bir savaşçı olmuştur. Kendi kimliğini, özgünlüğünü, iradesini yaşamak için “erkekliğin” yenilmesi gerektiğini bilen kadın; yaşamın tüm alanlarında kendisine yaşam hakkı tanımayan, kendisini köle derekesine düşüren, namus kavramıyla hiçleştiren eril sisteme karşı iradesine, kimliğine ve kavgasına büyük bir cüretle sahip çıkmaktadır. Kurmak istediğimiz yeni yaşamı özgürlük ile şekillendirerek, kendini yaşamını şekillendirecek ve özgürleşecektir. Bundandır ki kadınlar erkek yoldaşlarıyla birlikte dağlarda tüm benliğiyle var olmanın kavgasını veriyor. Bu kavga büyük bedeller üzerinden, umut ve özgürlükle büyüyor. Kadın; insanı, doğayı tüm kurumlarıyla varlık yokluk sınırında gören kapitalizmi ve onun cinsiyetçi eril zihniyetini doğru okuyup, ona karşı nasıl bir mücadele vereceğinin farkındadır. Bu anlamda kadın; bilinçli özgürlük arayışını doğal özgürlükler ekseninde birleştirerek, toplumsal sınıfsal süreçleri derin biçimde yaşıyor ve 5000 yıllık erkek egemen ideolojiye karşı öz gücüne her zamankinden daha çok sahip çıkıyor. Kadının kapitalist sisteme karşı verdiği mücadele, yeni bir toplumsal düzenin geliştirilmesini zorunlu kılmıştır. Ekonomik, siyasi, askeri, kültürel konularda mülkiyet kavramının ortaya çıktığı günden beri oluşturulmuş olan bu paradigmanın yıkılıp yerine kadının öz gücüyle oluşturacağı; öz yönetim, savunma, ekonomi vb. yeni yapıların oluşturulması gerekmektedir. Yeni toplumsal düzen, eski geleneksel, dini, hegemonik ve ötekileştirici toplum düzenini temelden yıkıp yerine çok sesli, çok renkli; söz, karar, yetkinin kadına ait olduğu öz irade örgütlülüğü ile kadının ötekileştirilmesine, köleleştirilmesine, cinsel meta olarak görülmesine, kadın cinayetlerine, katliamlarına, taciz ve tecavüze, erkek egemen zihniyete karşı amansız savaşı sürdürmelidir. Kadınlar ötekileştirici burjuva erkek zihniyetine karşı verdiği bu mücadelelerle artık kendilerini mahalle, köy, semt, ilçe, il bazında demokratik kadın meclisleri, demokratik kadın kongreleri tarzında örgütleyerek yönetim ve temsiliyet boyutunda rol almalılar. Söz, karar ve yetki mekanizmalarında yapıcı, yaratıcı olmalılar. Meclislerde, kongrelerde yapılacak örgütlenmelerin sadece kadın özgülünde gelişen durumlara karşı siyaset ve politika üretmesi gerekmektedir. Bundan dolayı tüm kadınların; devletin, iktidarın, evde babanın, eşin, erkek kardeşin, işyerinde patronun egemenliğinden kurtulması, kendi yaşamı ve özgürlüğü için örgütlenerek kadın meclislerinde, kongrelerinde yerini alması gerekmektedir. Erk iktidarın karşısında mücadele etmeyenin, direniş göstermeyenin bu geri sistemin baskı, zulüm, yok etme, yabancılaşma zihniyetinden kurtulması mümkün değildir.

Bir kadın gerilla


01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

güncel haber

19

Egemenler arasındaki eksen kayması Ülkemizdeki gelişmeler, kuşkusuz ki yekpare olmayan uluslararası emperyalist blok güçlerin sermaye durumundaki merkezileşmesi ve yoğunlaşmasına uygun olarak ele alınacağı tartışmasız bir olgudur. Bunun için yaşadıkları ittifaklar, görüşmeler, müzakereler ve çeşitli anlaşmalar da sürgit devam etmeyecek nitelikler göstermekte ve önümüzdeki süreçlerde de bir yandan anlaşma diğer yandan rekabet halinde gelişecektir. Şimdilik de bölgesel savaş düzlemindeki duruma devam şeklinde bir süreç izlenmektedir. Son süreçteki önemli askeri ve siyasi gelişmeleri; özellikle çok uluslu emperyalist blok güçler ile bunun Ortadoğu’daki yansımaları üzerinden okuyabiliriz. Bu noktada başta ABD emperyalizmi ile Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki tekçi faşist devlet arasında yapılan İncirlik mutabakatı denilen anlaşma, Suriye’de yaşanan son gelişmeler ve arkasında Rusya-Çin emperyalistlerinin de olduğu İran’la yapılan nükleer anlaşmaya paralel olarak bölge dinamiklerinin belli eksen kaymalarına yol açan hareketliliklerini yorumlamak ihtiyaçtır. IŞİD’ı ortadan kaldırmak ve iyice etkisizleştirmek için yerine başka partnerlerin rol alıp daha etkili ve işlevsel hale getirilmesine yönelik çalışmalar da yoğunlaşıldığı söylenebilir. Bu yönelim doğrultusunda, özellikle Suriye’deki emperyalizme bağlı dinamiklerde belli başlı değişiklikler yapılacağı öngörülmektedir. Esad’a karşı muhalifler olarak bilinen kesimler arasında bir elemenin devreye konulduğu da ifade edilebilir. Bu kapsamda ABD’nin başını çektiği ve AB emperyalist blok güçlerin de desteğini esirgemediği eğit-donat projesinde daha fazla yoğunlaşılarak, emperyalizme tam itaat temelinde uyumlu örgüt ve çetelerin ileri sürüleceğini vurgulamak yerinde olacaktır. İncirlik mutabakatıyla birlikte özellikle Suriye’de yaşanan gelişmelere karşı daha etkili ve operasyonel bir esneklik kazandırılmaya çalışıldığını da belirtebiliriz. Ülkemiz tekçi faşist devletinin son hava operasyonlarıyla birlikte IŞİD’ten temizlenen alanlarda Suriye’yi terk edenler için güvenli bir bölge oluşturulması yönlü beyanlarının aksine; niyetlerinin, objektif gerçekliğin ve somut gelişmelerin farklı olduğunu ve farklı geliştiğini söylemek mümkündür. Bu durum; ABD emperyalizminin Suriye’de bizzat kendi koalisyon güçlerinin hakimiyetinde bir güvenlik bölgesi ya da geçmişte Irak işgali sürecinde 36. Paralel eksenli Güney Kürdistan’da sı-

nır oluşturan Esad rejiminden bağımsız uçuşa yasak bir bölge oluşturma olarak anlaşılmamalıdır. ABD emperyalizminin bu yöndeki bir duruma henüz onay vermediğini ya da bunda karar kılmadığını söylemeliyiz. Kuşkusuz ki bu durumun, en başta Rusya-Çin emperyalistlerinin başını çektiği Şanghay Beşlisi olarak bilinen emperyalist blok güçler ile ABD’nin başını çektiği ve AB emperyalist blokun da içerisinde yer aldığı güçler tarafından istişare edilerek ancak bir sonuca varacağı tartışmasızdır. Ki özellikle son gelişmeler de göstermektedir ki, Suriye’de Esad rejiminden bağımsız, ABD’nin başını çektiği ve Ortadoğu’da işbirlikçi rejimlerin de içerisinde yer aldığı koalisyon güçleri olarak bilinenlerin kontrolünde bir uçuşa yasak bölge oluşturma durumu ve gündemi, henüz söz konusu değildir. Son süreçlerde Yemen’de yaşanan karşılıklı ateşkes ve İran ile yapılan nükleer çalışmalara yönelik anlaşma ve diğer gelişmeler de bu yöndeki belirlememizi güçlendirir niteliktedir. Önümüzdeki süreçte, başta uluslararası emperyalist blok güçler arasındaki karşılıklı görüşmelerin daha da sıklaşacağı ve bu paralel olarak yine Ortadoğu özgülünde başını İran’ın çektiği Şii eksenli devletlerle, başını Suudi Arabistan’ın çektiği Sünni eksenli devletler arasında da belli bir görüşme ya da göreceli yumuşamanın yaşanabileceği söylenebilir. Bu noktada 5+1 şeklinde yapılan nükleer anlaşmanın hemen ardından, Körfez ülkelerinin rahatsızlıklarını gidermek için de İran’ın teskin etme yönlü girişimi olmuştur. İran Dışişleri Bakanı Kuveyt ve Katar’ı ziyaret etmiş, başka ziyaretlerde bulunacağı da kamuoyuna yansımıştır. Ancak tam bir kurtlar sofrası olan Ortadoğu başta gelmek üzere, önemli belli başlı coğrafyalarda her an başka yönde çelişki ve çatışma durumlarının da bölgesel savaşlar düzleminde gerçekleşebile-

ceği olasılıklar dahilindedir. Hizbullah lideri Nasrallah’ın “Bugün yeniden diyebilirim ki Türkiye hiç kuşkusuz ki IŞİD’i destekledi, himaye ve gözetimini yaptı. IŞİD’i finanse etti, ona her türlü kolaylığı sağladı. Sınırlarını ona açtı. Fakat şimdi, Türkiye Başbakanı diyor ki; ‘IŞİD Türkiye’nin milli güvenliğini tehdit ediyor.’ Günaydın Türkiye, uykunuz sıhhatli olsun! Türkiye IŞİD’i incitmemek için yanına Kürtleri ve solcuları ekledi” yönlü medyaya ve kamuoyuna yansıyan beyanını da doğru okumak gerekmektedir. Zira tekçi faşist Türk egemenlik sisteminin, IŞİD ile girift ilişkilerinden bir çırpıda koparak hemencecik değişeceğini söyleyemeyiz. Diğer yandan dünya basınında, AKP hükümeti-iktidarı öncülüğündeki devletin IŞİD ile petrol transferi vb. üzerinden karşılıklı ekonomik anlaşmalar pratiğinde olduğu da servis edilmiştir. Kürt ulusu ve Kürdistan sorunu uzun zamandır bir uluslararası sorun olarak varlığını korumaktadır. Ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki faşist devletin geçmişten bu yana devam eden tekçi faşist paradigması da bilinen bir durumdur. Bu noktada tekçi faşist devletin, Batı Kürdistan’daki kantonların birleşmelerine yönelik rahatsızlığı ve Kürt Koridoru argümanı olarak nitelendirilen bir oluşuma izin vermeyeceği son günlerdeki açıklamalarla da dillendirilmektedir. Özellikle Cerablus vb. alanların PYD önderliğinde Kürt Ulusal Hareketi’nin kontrolüne geçerek Kantonlar arasındaki sınırların ortadan kalkması durumu için tekçi faşist egemenlik sistemi rahatsızlığını ve kendisi için bir tehdit oluşturduğunu sürekli vurgulamaktadır. Dolayısıyla IŞİD’e yönelik sözde operasyonlar ile oluşturulması planlanan güvenli bölgede muhaliflerin konumlandırılmasını ister ve arzularken, bu denklem içerisinde PYD’yi öngörmediğini de söyleyebiliriz. Fakat yaşanan

pratik gelişmeler bu yönelimi zayıflatıp gündemden çıkarırken, Kantonlar arasında sınırların da kalkarak Batı Kürdistan’daki birleşik Rojava Özerk sisteminin daha da güçlenerek gelişeceği trendi söz konusu olmaktadır. Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki tekçi faşist devletin Güney Kürdistan’a yönelik son askeri operasyonlarının Irak ve Güney Kürdistan’daki yansımaları da iki eksende yürümektedir. Ve özellikle Barzani önderliğindeki KDP yönetim kademesi bir yanda, Kürdistan Yurtseverler Birliği(KYB), Irak Parlamentosu, Kürdistan Parlamentosu Goran Hareketi, Kürdistan İslami Toplum Partisi ise başka bir yanda duran açıklama ve tepkiler geliştirmiştir. Bu minvalde Mesut Barzani ve Neçirvan Barzani’ye yönelik ihanet vb. argümanlar eşliğinde nitelemeler oldukça sert tepkilere yol açmıştır. Zira Barzaniler hakimiyetindeki KDP yönetiminin ve onların önderliğindeki Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin AKP iktidarıyla sıkı fıkı ilişkileri, yapılan gizli petrol anlaşmaları ve ticari bağları doğrultusunda Kandil başta olmak üzere Güney Kürdistan’daki kamplara gerçekleştirilen askeri saldırılar-bombalamalarla doğrudan ilişkili olduğu söylenebilir. Bu anlamda Erdoğan önderlikli Davutoğlu’nun Başbakanlığındaki AKP hükümeti-iktidarıyla Barzani önderliğindeki KDP yönetimi arasında da bir uyumluluk ilişkisinin olduğu rahatlıkla söylenebilir. ABD emperyalizmi ile Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki tekçi faşist egemenlik sistemi arasındaki İncirlik mutabakatı adı verilen anlaşmanın hemen sonrası gelişen IŞİD, Kürt ulusal hareketi ve devrimci çevrelere yönelik devletin saldırıları karşısında ABD emperyalizmi bu son yaşananlarla ilgili olarak: “İki şey değişmeyecek; ABD PYD ile işbirliğini sürdürecek, ABD İncirlik mutabakatı sonrası Türkiye’yle işbirliğini derinleşecek” demiştir. Bu ve buna benzer yaklaşımlar önümüzdeki sürecin de nasıl gelişeceğine yönelik bazı ipuçları vermektedir. Yukarıda altını çizdiğimiz ve başkaca somut gelişmelerin, kuşkusuz ki yekpare olmayan uluslararası emperyalist blok güçlerin sermaye durumundaki merkezileşmesi ve yoğunlaşmasına uygun olarak ele alınacağı tartışmasız bir olgudur. Bunun için yaşadıkları ittifaklar, görüşmeler, müzakereler ve çeşitli anlaşmalar da sürgit devam etmeyecek nitelikler göstermekte ve önümüzdeki süreçlerde de bir yandan anlaşma diğer yandan rekabet halinde gelişecektir. Şimdilik de bölgesel savaş düzlemindeki duruma devam şeklinde bir süreç izlenmektedir. Zira uluslararası emperyalist sermaye; statik bir olgu değil tam aksine dinamik bir olgudur ve sürekli değişim, hareket, aynı zamanda yayılma halinde bir seyir izlemektedir. Diyalektik tarihsel materyalizm bizlere bunu söyletmektedir. Çelişki yasası bizlere bunu göstermektedir. Asla unutulmamalıdır ki çelişki yasasında birlik; geçici, koşullu ve rölatif, mücadele; süreklidir.


20 Kavgada özgürleşenlere… güncel yorum

Ne var ki bilir kadın, devrimin gümüş tepsiyle kendisine sunulmayacağını. Gök kubbenin yarısının kendisine ait olduğunu iyi bilir. Tek başına kurtuluş olmadığını kanıtlamıştır hayat ona! Yaşamanın direnmek olduğunu öğrenmiştir çoktan. O yüzden bu köhnemiş düzene topyekûn-cepheden savaş açar. O yüzden silah kuşanır kadın. O yüzden bunca değerli hayatını hiçe sayar. Kendisinin değil sadece, asırlardır sesi kısılmış bütün kadınların çığlığı olur! İnsanca, onurlu, özgür, yaşanılır bir dünya için insanlığın kurtuluşu mücadelesinde kavgaya tutuşur kadın. Kavgada özgürleşen kızıl karanfil olur! Rima Güneş Yaşam, doğanın canlılara sunduğu en değerli armağandır. Bilim ve teknolojinin verileri ışığında, bugüne kadar tespit edilen en gelişmiş canlının insan olduğu, herkesin hemfikir olduğu bir gerçeklik. Başta fiziksel ve psikolojik olmak üzere biyolojik olarak insanın geldiği nokta, doğamızı paylaştığımız diğer canlılara nazaran çok daha ileridedir. Bu geliş-

mişlik seviyesi düşünsel, duygusal ve sosyo-kültürel gelişim evreleri ile tamamlandığında insan hayatının doğal yaşam içerisinde ne kadar ayrıcalıklı ve özel bir yere sahip olduğu daha iyi anlaşılır. Kabul edelim ki doğanın insana sunduğu bu muazzam ayrıcalığa rağmen yaşam, sırf hayatta kalmak ya da kaba tabiriyle “yaşıyor olmak” tan ibaret olsaydı, insanın diğer canlılardan bir farkı kalmayacaktı. İnsanı “insan” yapan etkenler içerisinde zihinsel ve duygusal olgunluk kadar çevresel faktörler de çok önemlidir. İnsan hayatı, özgür ve demokratik bir ortamda sosyal yaşam içerisinde aktif rol üstlenilmesi, bilimsel ve sosyoekonomik gelişmelerin de adilane paylaşımı ile bir anlam kazanır. Yerküremiz, hayatın bütün kurum ve kuruluşlarıyla adil bir şekilde paylaşıldığı bir yaşamı bütün güzellikleriyle sadece bir kez sunar insana. Bu yüzden çok değerlidir insan hayatı. Bu yüzden her şeye rağmen yaşanılasıdır bu dünya. Bu yüzden daha da güzelleştirilmek istenir yaşam. Daha da güzelleştirilme uğruna kaybedilir de kimi zaman hayat. Ve her yiğidin harcı değildir, dünyayı güzelleştirme adına hayatını ortaya koymak! Egemenlerin ezilenler üzerindeki kan ve zulüm iktidarını alt etme mücadelesinin bedeli çok ağırdır kurtlar sofrasında! Ve güzellikleri yaratma kararlılığında hayatlarını kaybettikçe güzel insanlar, utandıkça utanır insanlık…

01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

Barış ve özgürlük için kendisini kurşunlara siper eder genç bir kadın, bedeninden çıkan kurşunları sayamayan rakamlar utanır da bu çirkef düzenin sahibi katiller hiç utanmaz. Ama korkarlar onlar bu güzel insanların isyanından, düzenlerinin bozulmasından, iktidarlarının sallanmasından. Çünkü iyi bilir kan emiciler, kavgada özgürleşen kadın isyanının nelere kadir olduğunu. Kadın iradesinin yıkıcı gücünü, mücadele kararlılığını iyi bilir egemenler. Zira sadece iktidar için isyan etmez kadın! Barış için, özgürlük için, eşitlik için, adalet için savaşır kadın. Ezilmeye, aşağılanmaya, horlanmaya, ötekileştirmeye karşı; şiddete, yok sayılmaya, birilerinin karısı-kızı, malı-mülkü olmaya, cinsel obje olarak algılanmaya karşı; sosyal yaşamdan itilmeye-ötelenmeye, anadilini konuşamamaya, çocuk yaşta zorla evlendirilmeye, hayatın silik bir figüranı olarak görülmeye karşı isyan eder kadın! O yüzden ağırdır kadının isyanı, güçlüdür; gözü karadır, korkutur düşmanı! Yaratıcıdır kadın, her gün hayatı yeniden üretir, üretirken değiştirir. Büyük devinimlerin dönüştürücü gücüdür çünkü. Devrimcidir kadının bitimsiz enerjisi. Yaratmak ister, üretmek ister, değiştirmek-dönüştürmek ister! Söyleyecek sözü vardır kadının! Karar vermek ister, fark edilmek ister, varlığına kıymet biçilsin, emeği görülsün, sevdası bilinsin, fikri sorulsun, sözü dinlensin ister! Ayrımcılığın, eşitsizliğin,

şiddetin, savaşın, baskının olmadığı özgür bir dünya ister! Devrim ister kadın! Ne var ki bilir kadın, devrimin gümüş tepsiyle kendisine sunulmayacağını. Gök kubbenin yarısının kendisine ait olduğunu iyi bilir. Tek başına kurtuluş olmadığını kanıtlamıştır hayat ona! Yaşamanın direnmek olduğunu öğrenmiştir çoktan. O yüzden bu köhnemiş düzene topyekûn-cepheden savaş açar. O yüzden silah kuşanır kadın. O yüzden bunca değerli hayatını hiçe sayar. Kendisinin değil sadece, asırlardır sesi kısılmış bütün kadınların çığlığı olur! İnsanca, onurlu, özgür, yaşanılır bir dünya için insanlığın kurtuluşu mücadelesinde kavgaya tutuşur kadın. Kavgada özgürleşen kızıl karanfil olur! Yüzlerce namlunun ucunda, inancını haykırır kadın. Meydan okur kurşunlara, bedeni delik deşik Günay Özarslan olur; cenazesine el konur. Cenazesiyle de yenilgiye uğratır, düzeni-düzenin sahiplerini! Ve katledildikçe çoğalır kadın! Toprağa düşen her bir karanfil, binlerle boy verir, umut olur aydınlığa. Binler omuzlar tabutunu, yüz binler kavgasını! Kavgada ölümsüzleştikçe her bir kadın, bir adım daha ilerler insanlık iyiye, güzele doğru! Ve “dünyayı güzellik kurtaracak”sa eğer, güzelliği kuracak olan da kadındır. Onun için selam olsun devrim kavgasının kızıl karanfilleri kadınlara! Selam olsun dövüşene, kavgada özgürleşene! Dövüşürken ölümsüzleşene, bin selam!


01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

kültür sanat

21

Dil sorununa devrimci yaklaşım

ya da yıkalım bu dilimizi D

il konusunda yazmak istediğimde hemen aklıma Stalin’in “bir grup genç yoldaşla” söyleşisi geliyor. Konu ile bağlam farklılığı olsa da bu söyleşiyi anmadan geçmek istemem. “Genç yoldaşlar” Stalin’e, kısaca tek ve üst bir “sınıf dilinin” olup olmayacağını soruyorlar. Muhtemelen Stalin gülümseyerek, böyle bir şeyin olmayacağını, Marksizm’de böyle bir savunu olmadığını, bütün ulusal dillerin ve şivelerin zenginlik olduğunu vesaire anlatıyor. İyi ki de böyle anlatıyor. Yoksa bir takım dogmatik “mağara adamının” bazı ülkelerde “proletaryanın dili”ni oluşturmaya kalkma potansiyeli taşıdığı açık. (Tırnak içindeki mağara adamını bizim gerillalar için değil, Ekim Devrimi’nin ilk yıllarında eski demir yollarını söküp yerine “proleter demir yolları” döşemeyi öneren ve böyle nitelendirilen dogmatikler için kullandığımı söyleyeyim de…) İyi ki Stalin ya da başka bir önder böyle bir şeye yol açacak değerlendirmelerde bulunmamış. Bulunmamış bulunmamasına da, aynı anlama gelmemek üzere yine de günümüzde her politik çevrenin, yapının kendine has bir dili oluştuğu ve bu dilin zaman geçse de değişip gelişmediği, dönüşüp genelleşmediği, yerinde saydığı, kendini tekrar ettiği neredeyse karşı-devrimci duruma neşterle şöyle bir çizik atmak niyetindeyiz. Değişim dönüşüm iddiası ve isteğinin bu anlamda da yer etmesi gerektiğini düşünüyoruz. Yılların; o uzun sancılı, kanırtmalı, ayrışmalı, birleşmeli, düşmeli, kalkmalı yılların yarattığı bir dil var. Bu dil başta basın yayında kullanılan dildir. Hitabet ve polemikte kullanılan dildir. Bugün itibarı ile esasen sorunludur. Kendine has bir dilin oluşması ve bu dilin nesilden nesile aktarılması zaten sorunludur. Bu bir kurumsallaşma değil aksine darlaşma, yerelleşme, kategorize olmadır. Başta değimiz gibi bu sorun bütün politik çevrelerde “kendine has” görünse de bizim asıl vuracağımız “bütün çevreler” değil. Bizzat bu satırların ola ki yayınlanacağı basının geleneğidir, yedi sülalesidir hem de. Kendimize has bu mevcut dilimiz, en iyi niyetle belli bir döneme hitap ediyorsa da artık geçerliliğini yitirmiştir. Peki neden? Çünkü insanların algıları değişti, gelişti, farklılaştı, toplumun ihtiyaçları değişti, sınıfın olanakları ve çelişkileri değişti, gelişti. Çünkü bilimsel teknik ilerlemeler ve buna bağlı olarak iletişim araçları güçlendi, değişti, derinleşti ve-

saire. Ama bizim dilimiz; edebiyatta, teoride, politikada, polemikte, köşe yazısında, değerlendirmede, günlük hayatta hala aynı. Kırk yıldır aynı olduğu için de bizimle aynı dili konuşanlar dışında anlaşılmamız ve iletişimimiz zor. Neredeyse kendi dilimizle kitle iletişimimiz arasına duvarlar örüyoruz. Kırk yıllık edebiyatı ve külliyatı karıştırınca bu durumu daha net görmek mümkün. Dağlar kadar imla hatası, yaylalar boyunca anlatım bozukluğu, binlerce yıl tekrar. Bunun artık kimseye faydası yok. Kimseyi ikna ettiği de yok. Dilimiz ağdalı, yapış yapış, dilimiz ağır, hantal, dilimiz neredeyse kaskatı kalıplar içerisinde. Haber dilimiz de öyle. Hele edebiyat dilimiz evlere şenlik. İmgeleme dünyamız; hasret, pus, vuslat, acı, uğultu, pas, yürek, kan, yara, derman, tutsak, zincir, ayrılık vesaire vesaire ile dolu. Dostlar gazapta görsün. Elbette devrimciler çok acı çekiyorlar, çektiler, ama ancak acıları da anlatmanın başka yolları da var. Dilin derin, geniş olanaklarından yararlanmıyoruz, kendimize ait kalıplarımız var ve bu kalıplar içerisinde yazılmış her şeyi “güzel”, “bizim” buluyoruz. Şiirde, öyküde, romanda giderek basın ve yayında, şarkıda, türküde, teoride durum buna benzer. Oysaki pırıl pırıl, akışkan, berrak, serin, derin ve değişken bir dile sahip olmamız zor değil. Belki ufkumuzu, kalıplarımızı zorlayarak, beslenme kaynaklarımızı çeşitlendirerek ulaşabileceğimiz bir güzellik. Ama hazır dilin kalıplarına eklemlenerek, kendimize hazır dökme betondan duvarlar örüveriyoruz. Yayınları yeni takip etmeye başlayan her “genç yoldaş” kendini “proletaryanın dili” ile konuşurken bulabiliyor. Dünyanın en haklı işini, dönemin en ağır dili ile anlatmaya kalkmak yorucu değil mi? En şahane eyleyişleri

duyururken hatta savunurken, kullandığımız dil o şahane eyleyişin gölgesinde kalırsa ne olur? O şahane eyleyişe de gölge düşmez mi? Ajitasyonun da bir dili var elbette. Ama onu da eski kalıplarla kullanmak, aracı yıpratıyor. Gezi’de ortaya çıkan dil neydi? Yaratıcılıktı. En şahane eylemleri en şahane imgelerle savunmaktı. Bunu külliyata, edebiyata yedirmek neden mümkün olmasın. Köşe yazan ister yetmiş yaşında olsun, ister on beş fark etmez. Ama on beş yaşındaki yazar yetmiş yaşındaki yazar gibi yazıyorsa, yetmiş yaşındaki yazar on beş yaşındaki yazar gibi yazamıyorsa, dur yolcu, orda bir dur soluklan, diline masaj yap güçlensin demeyecek miyiz? Demek boynumuzun borcu. Lügatı, jargonu, günlük dili, zenginleştirmek mümkün. Yeni anlatım tarzları denemek, çalışmak, kalıplardan çıkmak mümkün. Bütün eli kalem tutanların, her ne yazıyorsa, en azından boş vakit-

lerinde az bir egzersizle yeni bir anlatım ve aktarım tarzı üretmeleri mümkün. Günümüz okuru, dinleyicisi şaşırmak, hayretler içinde kalmak, çarpılmak istiyor. İçine, en derinlerine dokunulsun istiyor. İkna olmak, kısaca anlamak, derince kavramak istiyor. Uzun ve tekrarlı paragrafları okumuyor. İlk bakışta öyle olduğunu anlayınca bırakıyor. Yıllar ve yıllar boyunca bir şeylere önce birbirimizi ikna etmek için yazdığımızdan, içe dönük bir dilimiz var. Bunu “iç”ten başkası anlamıyor. Anlama ihtiyacı da duymuyor. Aynı dili “dış”ı kavrayıp, sarıp sarmalamak iyi niyeti ile kullanınca da, ortaya anlaşılmaz bir “proletaryanın dili” çıkıyor. Deyim uygunsa dilimizi ağzımızdan dışarı çıkarmanın vakti değil mi? Dilimizi yıkıp yeniden yapmanın vakti değil mi? Vaktidir!

Yılmaz Şirinkuyulu


22

güncel haber

01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

İnfaz devletin geleneğinde var! 3 gün boyunca biber gazları mahallenin üstüne yapıştı kaldı, 3 gün boyunca uyku, açlık, susuzluk, yorgunluk nedir bilinmeden direnildi. Gazi Mahallesi şehidine sahip çıktı ve infazcıların eline vermedi 24 Temmuz günü başlayan polis baskınlarında birçok devrimci, demokrat ve yurtsever kurumlara, derneklere ve evlere baskınlar yapılarak binlere varan gözaltı yapıldı. Daha da artacağı aşikâr olan bu saldırılarda Bağcılar’da bir kadın devrimci katledildi. Günay Özarslan evinde, kan uykularından uyanıp gelmiş katiller tarafından düzmece dosyalarla, bilgilerle sorgusuz, sualsiz katledildi. Türkiye genelinde yapılan baskınların bir ayağı da Bağcılar ilçesiydi. İlçede yapılan saldırıda devrimci bir kadın evinde infaz edildi. Günay’ın kaldığı evin kapılarını kırarak içeri giren polis, her zaman olduğu gibi yalan ve manipülasyonlarla çatışma süsü verip infazı meşrulaştırmaya çalışmıştır. TAYAD’lı aileler ve Halkın Hukuk Bürosu avukatları infazın yapıldığı eve giderek ve açıklamalarda bulunmuş olayın kesinlikle çatışma değil infaz olduğunu belirttiler.

Günay’ın adı direnmek oldu Günay Özarslan’ın cenazesi infazın ardından büyük kalabalıkla karşılanıp Gazi Mahallesi Cemevi’ne getirildi. Yoldaşları, ailesi, dostları, Gazi halkı, cenazelerini kendi geleneklere göre defnetmek istedi. Hazırlıklar yapılmaya başlandı, en güzel uykuya yatırılmış gibi kızıllığa boyadılar tabutun soğuk yüzünü, kızıl karanfillerle donattılar ve sarı yıldızlı kızıl bayrakla sarılmış Günay’ı; yoldaşları omuzlarda, başlarda taşımak için sabırsızlanıyorlardı.

Gazi halkı 3 günde tarihini yeniden kazandı Günay Özarslan’ın cenazesi için hazırlıklar tamamlanmıştı. Fakat Gazi Cemevi’nin çepeçevresi bir anda akreplerle, TOMA’larla dolup taşmaya başladı, havadan polis helikopteri yakından uçuyordu. Gazi halkı Cemevi’nden Günay’ın cenazesinin çıkmasını beklerken infazcıların ortakları Cemevi’nin olduğu bölgeyi hemen ablukaya alarak sıkıştırdı. Gazi halkı, polise direneceğini, vazgeçmeyeceğini şehitlerine sahip çıkarak göstermişti ve Günay Özarslan’ı da kanlı ellere vermeye niyetleri yoktu, nitekim de öyle oldu. Gazi halkı cenazeyi defnetmeye izin vermeyen polis-

lere inat oturma eylemine başladı, mahalle zaten onlarındı, her karesinde bir anı, bir tarih, bir direniş ve mücadele vardı milim milim. Direnmenin geçmişini biliyorlardı ve gene aynısı olacaktı. Polis hala bunu anlamamış olacak ki her zaman yaptıkları gibi biber gazlarıyla, uzun namlulu silahlarla, havadan polis helikopterleriyle tacize başladı. Gece karanlıklarında direniş ateşleri sönmedi, ama eli kanlı infazcılar o kadar çok kana susamıştı ki uzun namlularla sokaklarda dolaştılar. Gizlice, sinsice çatılara kes-

kin nişancılar yerleştirdiler. Gazi halkı direnişin kalesini oluşturmakta ustaydı, bunu da atlatacak ve mahalleden defedeceklerdi. 3 gün 3 gece barikatlar kuruldu, ateşler yakıldı, Cemevi direnişin başladığı noktaydı, dalga dalga yayıldı Gazi’nin sokaklarına. Evlerinde olanlar sokaktakilere, direnenlere yardım ettiler, sokakta olanlar düşenin elinden tutup kaldırdı, biber gazları ardı ardına yağarken fenalaşanlara doktor, ambulans sedye oldular, barikatları, direnmeyi ilmek ilmek ördüler.Devrimci dayanışmanın yanında, mahallede

oluşturulan halk dayanışmasının direngenliğiyle şehidine sahip çıktılar.

Cenaze 3. günün ardından defnedildi 3 gün boyunca direnen Gazi halkının mücadelesi HDP’li milletvekillerini harekete geçirerek Vali ve Emniyet Müdürlüğü ile görüşmesinin ardından Günay Özarslan’ın cenazesi binleriyle katılımıyla Gazi Cemevi’nde alınıp Gazi Mezarlığı’na defnedildi.

Ön otopsi raporu açıklandı Ali tıp ön otopsi raporuna göre evde herhangi bir çatışmanın yaşanmadığı ve direk Özarslan’ın infaz edildiği onaylandı. Günay’ın avukatlarının infaz edildiği eve saatlerce alınmaması sonucu avukatlar tarafından yapılan açıklamada “Deliller karartılıp infazın üstü örtülmeye çalışılıyor” denildi. Gazi Mahallesi’nde Günay Özarslan’ın ailesinin yanında bulunan Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Oya Aslan, emniyet tutanakları ve ön otopsi raporlarını incelediklerini belirtti ve Özarslan’ın ölümüne ilişkin şunları söyledi, “Polisler evi Özarslan’ı aramak için değil başka birini aramak için bastı. Müvekkilimiz aranmadığını bildiği için teslim olmak istemiyor. Yanında kaldığı ailenin tanıklığı da var. Teslim olmak istemeyince de polis odasında Özarslan’ı tarıyor.” Avukat Oya Aslan, Günay Özarslan’ın vücudunda 15 mermi tespit edildiğini belirtti ve “Olay yerinde, duvardaki kurşunları delip almışlar, bunu delilleri karartmak için yapmışlar” dedi.


güncel haber

01-15 AĞUSTOS 2015 Halkın Günlüğü

TUTSAK PARTİZAN

23

≫ cafer çakmak

KÜLTÜREL DÖNÜŞÜMDE SANAT VE EDEBİYATIN ROLÜ

S

özü tükete tükete eskitip parçalama pahasına yinelemekte fayda görünüyor; burjuvazi yalnızca ceza ve korku aygıtlarıyla bekasını sürekli hale getirmiyor. Salt üretim ilişkilerini olduğu gibi sürdürme gayretiyle de muktedir direklerini sağlamlaştırmıyor. İnsanlar yalnızca maddi üretimde bulunmazlar. Zira üretim dışında, yerler, içerler, düşünürler, sevişirler, eğlenirler, seyahatlere çıkarlar. Bu ilişkiler toplamı; düşünce formasyonunu, yaşam formunu, kültürü, estetik algıyı, alışkanlıklar silsilesini vb. oluşturur. Burjuvazi tam da bu alana nüfuz ederek kendisini yeniden ve yeniden üretir. Devlet ideolojik aygıtlarını işlevsel kılıp, ihtiyaç bağlamında gerek reorganize ederek gerekse de yeni bir nitelik kazandırarak eğitimden medyaya, kültürden sanata, spordan eğlenceye kadar “dört başı mamur” yapılanmasıyla, ideolojik kodlarını ve bunun yaşamsal alanlara yansıyışını yeniden üreterek bilinçlere yön verir. Böylelikle toplumu kendi yarattıkları önünde diz çöktürürken, ne olduğunuza ve ne olmak istediğinize, neye inanıp neye inanmayacağınıza, kime ve nasıl aşık olacağınıza, kültürünüze, sanatınıza karar verirken, toplumu da bu düşüncelerin kendilerine ait olduğunu kabul ettirir. Bu empoze etme fabrikasını öyle incelikle işlevlendirir ki, ön kabullerinizin/bilincinizin, yansımalarınızın, güncenizin süzgecinden geçirdiğiniz sarih deneyimlerin, okuma ve sorgulama sürecinin ürünü olduğuna kani olursunuz. Bilince zerk edilen ideolojik kodlar öyle bir yerleşir ki, nizam haresinin dışına çıkan farklı yöneliminizi aforoz ve günah kırbacıyla şaklatıp bastırır. Tam da burada eskilerin ifadesiyle Marks'ın darbımeselini devreye koyalım: “Fikirlerin bu egemenliğine isyan edelim” Eski fikirlerin egemenliğine isyan, devrimci hareketle bütünleşir. Devrimci hareket; günlük akışta eskinin karşısında analiz-

sentez, sorgulama ve yenilenme, yıkma ve diyalektik yaratıcılıkla sınanırken, toplumsal dinamikleri demokratik/sosyalist kültürel dönüşümüne yönlendirme görevini bugünden başlayan kültür devrimi politikasının sürdürücüleri alır. Darlaştırılmış, can damarları köreltilmiş politikanın hegemonyasıyla yürüyoruz. Felsefe prizmasından koparılmış politika bir dönem sonra totolojiye evriliyor. Politika asli dayanağı olan sosyolojiden, felsefeden, sanatedebiyattan, psikolojiden beslendikçe zenginleşip derinleşir. Dönemin Kemalizm’den yana mürekkep yalayan sosyalistleri hangi burjuva klikle teşrik-i mesai yapacağını düşüne dururken İstanbul’da fakirhanesinde Yaşar Kemal “İnce Memed”i yaratıp “O dağa çıkmaya ben de yazar olmaya mecburdum” diyerek hurucu, şarab-i eşkıyalığın yolunu gösteriyordu. Velut ve serbaz bir yazarın kaleminde boyut kazanan İnce Memed, Abdi Ağalar’ın düzenine karşı Anavarzalarda tüfek çatıyordu. Edebiyat; labirentte sıkışan patikaya, dönüp bakacağı yeri işaret ediyordu. Devrimci cenah, sanat edebiyata birkaç kol boyu mesafeli durdu ve teşbihte hata olmaz, yaklaşımı Fuentes'in roman karakteri Diana ile özdeşti. Romanda Diana sevgilisi Fuaentes’e; “Seni gerçek bir devrimci sanıyordum. Yazıyorsun ama bir şey yapmıyorsun. Amerikalı liberallerden bir farkın yok” eleştirisini yaptığında Fuentes kelimelerini göreve çağırır; “Yaratmak yapmaktır, tek gerçek eylemdir. Ölümü hayal etmem için ölmem gerekmez” der. Devrim politik öznelerin ve aksiyonun mazharıdır. Sanat ve edebiyatın böylesi bir görevi yok; kaliteli ve derinleşen sanat edebiyat antikacı titizliğiyle dünün örtüsünü kaldırıp ne yaşadığınızı, gündelik ilişkilerin hengâmesinde kaybolan özü, hayatı ve insanı anlamanızı, sınırları zorlayıp hayal kurmanızı sağlar. Ütopik sosyalist Çernişevski “Nasıl Yapmalı” da resmettiği karakterler ve yaşamla 19. yüzyılın Rusya’sında

yeni hayatın hayalini kurduruyor, onları değişime çekiyordu. Çernişevski Akhilleus’un seçimini yapmıştı; gelecek için bugüne aldırmamıştı. Yılmaz Güney de, Sürü filmiyle '80'den sonrasının parametrelerini, feodalizmin çözülüşünü, atını Rojava'ya dörtnala süren Kürdün tozu dumana katarak geleceğini muştulamıştı. Kültür sanat politikası deyince arife tarif gerekmese de, mantalitemiz; kültür merkezi, müzik grubu, dergi ve takvimsel festivallerle bu işi kurtarmak. Araçların önemli olmadığına ve çabaya ne şüphe. Doğru yönelim yoksa araçlar işlevini görmez, çaba istenilen sonucu yaratmaz. Dramaturjide de genel kuraldır; hikâye tıkanmışsa, akmıyorsa başa dönüp hikâyenin omurgasını gözden geçirmek gerekir. Olgunun kerterizini aldığımızda, bu kurumları içkinlendirip işlevlendirirken dar siyasete hapsoluyoruz. Son dönemde aldığımız kararlar, bu bağlamdaki perspektifi, değerlendirmeleri ve dar siyaseti aşma yönünde ön açıcı nitelikte olmakla birlikte pratiğe taşıyıp konumlanışta eksiktir. Yönelim; bu kurumları oluşturup varlıklarını devam ettirerek bir düzine sanat öznesini yetiştirmekle sınırlandırılmamalıdır. Sorunumuz da aslında tam da bu: İçe kapanıp siyaset paradigmamız doğrultusunda görece etkinliklerde bulunmak ve sanat-edebiyat öznelerine kulvar açmak. Bunu ne kadar başarıyoruz, tartışma konusu. Hemen hemen bütün devrimci cenahın darlığı bu. Oysa siyaset prizmamız dağınık ve parçalı olguları birleştirerek; toplumsal ve kültürel dönüşüm kulvarını açarak; dinamik sinerji yaratabilmektir. Demokrasi-devrim cephesinde demokrat, devrimci, sosyalist entelektüel, aydın, yazar, müzisyen, karikatürist, ressam, şair, heykeltıraş... bolluğu mevcut. Sadece bir dönem saflarımızda yer almış hallice sanat öznesi bunuyor. Çeperimizi çizip bu kesimleri dışta bıraktığımızda, onlarda diyalektik bir ilişki, proje ve üretim içinde bulunmadığımızda, karşılıklı etkileşimi ve dö-

nüşümü yaratamadığımız yılların deneyimiyle tescillidir. Aksi bağlamda henüz taze olan seçim sürecinde HDP ile yaptığımız ittifakta olumlu sinerjinin dönüştürücü etkisini an be an yaşayarak gözlemliyoruz. “Yüz Çiçek” esprisiyle demokrasi cephesinde yer alan sanat özneleriyle, farklılıklarını ve bağımsızlıklarını koruyarak ortak müştereklerde, aynı kurumlarda, projelerde, üretimlerde bulunarak diyalektik dönüşüm sağlanabilir. Yılmaz Güney’in pratiği bu bağlamda oldukça öğreticidir. Yılmaz Güney demokratik nitelikteki sanat özneleriyle birlikte yaptığı projeler ve üretimlerle, gerek onların dönüşümüne gerekse de kitlelerin dönüşümüne büyük katkılar sundu. Bu kuşak Güney’den sonra da önemli projeler geliştirdi. Kültür sanat alanı da bu bağlamda önemlidir. Yakın dönemde mahpuslar eş nitelikte projeler, üretimler gerçekleştirdiler. Mahpuslardaki potansiyeli yeniden açığa çıkarırken, bu diyalektik etkileşimle birbirlerinden öğrenerek, yakın ilişkiler kurarak belli bir dönüşüm yaratarak yeni bir alan açtılar. İkincisi ve en önemlisi de, kültürel dönüşümü kitlelere yayıp sanat-edebiyatı gökyüzünden yeryüzüne indirerek, kitlelerdeki yaratım potansiyelini açığa çıkarıp onlarla birlikte öğrenip, üretim dönüşümü sağlamanın yöntemlerini, araçlarını yaratmak gerektiğinin kanısındayız. Görkemli, kaliteli, estetik ve işlevsel kültür mekânlarına ihtiyacımız bulunduğunu yadsımadan bu dönüşüm çekim merkezi olup; etrafında onlarca, yüzlerce öbek yaratamazsa, kitlelerin kültürel dönüşümünün dinamosu olmazsa sınırlılıklara hapsolup döngüsel tekrardan kurtulamaz.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:

Yurtiçi 54 TL

Yurtdışı

108 EURO

HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Kujertî, kewneşopiya dewletê T.C. ye

Heta sê roj ber xwe dan domiya. Heta sê rojê, gazên îsotê li ser kolanan zeliqî û li wir ma… Heta sê rojê xew nema, birçîtî nehate hesibandin, kes tîbûniya xwe nîşan neda, westiyan lê wekî newestiyane tevgeriyan, bi vî hawî berxwedaniyek hate meşandin. Di dawiyê de bajaroka Gazî xwedî şêhîdê xwe derket; Özarslan’ê neda destê kujeran. Di destpêka êrişên polesan de, ango di roja 24’ê Tirmehê de li Stenbolê çendîn mala şoreşger, demoqrat û welatparêz rastî êrişan hatin. Xêunî wê çendîn sazî, komel û mal bi êrişên tund ve di bin solên polêsên de bi nalinaliyê dengveda. Êrişên ku li navçeya Bağcılarê de hate kirin, li wir roreşger Günay Özarslar ji alî polesan ve hate înfaz kirin. Piştî ew înfaza polesan, ji bo Günay Özarslan li Mehleya Gazî’yê bi hezaran kes hatin ba hev, kom bûn. Lêbelê armanca polêsan revandina darbesta Günay Özarslan ya ji MalaCem’ê bû, dixwas ku cinyaza wê di cihkî veşartî de bigor bike, bi awayekî bê-

dengiyê ve veşêre axê. Lêbelê Gazî’yê xwedî ji zarokê xwe derket. Bi qasî sê rojê di navbera gel û polêsan de şer û pevçûneke dijwar qewimî, lê di dawiyê de cinyaza Özarslan ji destê polêsan hate girtin, Gazî’iyan wê nedan polêsê.

Dewletê şoreşgereke jin qetilkir Bi şêwaza faşîst ya dewletê, li dijî gel û dijî şoreşgeran zordarî, zilm û bi polîtîkayên kujertiyê ve jineke şoreşger, li male xwe hate qetilkirin. Bi vî hawî dewlet, li ser dîroka xwe yê bixwîn û “bihişmend” hê bi berhemên nû ve lê zêde kir û hişmendiya xwe he bilind kir. Di vî warî de li tevahi Tirkiyê operasyonek dest pê kir û beşek operasyonê jî li navçeya Bağcılar’ê hat lidarxistin. Di nav van operasyonên ku li navçeya Bağcılar’ê hatin çêkirin de bûyera herî girîn, kuştina jineke şoreşger bû, ku di wê çalakiyê de tu beranberî hev şerkirin an jî çek şixulandin nîn bû, tenê polêsên dewletê înfazek pêk anîn, bêdadî, bê lêpirsîn, hema bi agahiyên nerast ve… Polês gava ku êriş bir li ser wê male ku ew jina şoreşger di nav de dijî, dêrî hemû şikenandin, lê jib o ku wek pevçûneke beranberî çêbûye xuya bike jî çendîn lîstikên derew û manîpulasyonê leyîstin. Bi vî hawî dewlet, ji bo ku raya giştî baweriya xwe pê dewletê bîne û wekî ku ew kujertî bi rêbazeke meşrû pêkhatiye li

ser senaryonên cûrbecûr xebat kir. Lê Komeleya Malbatên Girtî yên Şoreşger û Dîlên Zindanî (TAYAD) û parêzerên Buroya Dadmendiya Gel, ango bi Tirki Halkın Hukuk Bürosu bilez daxuyaniyek dan çapemeniyê ku ev agahiyên ku polês didin ne rast e, buyer teqez bûyereke înfazkirin e binav kirin.

Piştî 3 rojê cinyaz hate veşartin Lê piştî înfazê pirsgirêka veşartina darbesta Günay Özarslan derket. Gel, bi şêweyeke berxwedêr jib o hildana cinyazê têkoşiyan. Piştî çendîn bûyerên ku şîdeta dewletê nîşan da û çendîn însan hatin birîndarkirin, gelê Gazî têkoşina xwe berneda. Piştî hingê wekîlên HDP’yê ketin navberê. Bi Miduriyeta Emniyetê û bi Walitiya Syenbolê hevdîtin û nîqaş hate kirin. Di encamê de cinyaza Günay Özarslan dan malbatê û li ser vê yekê li gor kewneşopiyên şoreşgerane û Elewitiyê darbest li ser destan birin ji Cemevî ya Gaziyê û piştî hinge jî li Goristana Gaziyê ber bi bêmirintiyê ve hate birêkirin, ango hate veşartin.

Encama otopsiya pêşîn hate aşkerekirin Li gorî encama otopsiya pêşîn a Tibiyeya Dadgehê li malê tu pevçûneke beranberî hev çênebûye. Hat pejirandin ku Özarslan rasterast hatiye kuştin. Ji dewsa binçavki-

rinê, polês li male înfazek pêkaniye. Çi ku tê gotin piştî wê bûyerê jî polês nehîşt ku parêzerên Günay Özarslan têkeve nava male, bi vî awayî delîlên kujertiyê hatiye reş kirin.

Delîlên kujertiyê reş kirine Parêzera Günay Özarslan û endamê Buroya Dadmendiya Gel ango Halkın Hukuk Bürosu Oya Aslan jî ligel malbatê bû, ew jî bilev kir ku li ser hin reportên Polês, kaxizên Emniyetê û reporta otopsiya pêşîn lêkolîn kirine, lê nihêrîne, li gor wan belgeyan jî ev yekana da xuyandin: “Armanca êriş anîna male ya polêsan ne ji bo Özarslan, ji bo lêgerîneke yeka din bû. Muvekila me ku teqez dizane li ser wî biryareke lêgerînê nîn e, ji ber wê jî ji bo teslîmgirtinê ne amade ye û daxwaza bi vî rengî jî napejirîne. Malbatê ku Günay Özarslan li cem wan e, ew î şehadetî vê yekê dikin. Ew ku naxwaze teslîmî wan be jî, poles raste rast gule direjine li ser wê”. Parêzer Oya Aslan da zanîn ku li ser laşê Günay Özarslan 15 hep gule hatiye tespîtkirin û wiha got: “Li şûna bûyerê, guleyên ku li diwara malê qul kiriye, ew cihana koliyane û guleyan derxistine. Ev yek, ji bo ku delîlên kujertiyê reş bibe çêkirine”.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.