Tahir Elçi cinayetiyle Erdoğan/AKP faşizminin sınırsız tırmanışı
sf 12-13
Türk devletiyle Rusya arasındaki kriz Türk devletinin, Türkiye-Suriye sınırında “angajman” kuralı çerçevesinde sözde bir nedenle açıkladığı, SU 24 tipi Rusya savaş uçağını düşürmesinin ardından başlayan Rusya-Türkiye krizi, uluslararası emperyalist güçlerin müdahil olmasıyla, her gün yeni bir boyut kazanarak devam etmektedir. Düşürülen savaş uçağının ardından ABD ve AB’nin desteğini arkasına alan Türk devleti, Rusya’ya karşı adımlarını bu güçlerin stratejik planları ekseninde şekillendirmiştir sf 08-09
Halkın Günlüğü
1-15 ARALIK 2015 Yıl: 4 Sayı: 112 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net
DKH: Örgütlü mücadeleyi büyütelim f KADIN
18-19
Her türlü ayrımcılık, nefret söylemi ve cinsiyet eşitsizliğine karşı kadınların örgütlü mücadelesinin önemli bir mevzisi olan Demokratik Kadın Hareketi ile kadına yönelik şiddet, eril sistem, eril yargı ve kadın mücadelesinin güncel durumu üzerine bir röportaj gerçekleştirdik. Röportajda aynı zamanda DKH’nin ileriki dönem hedefleri ve çalışmalarının bilgisi ve çağrısı yer almakta
Devlet katlediyor, halklar direniyor
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
ISSN: 2147-0499
Devletin barbarlığı ve zoruna karşı
Devrimci zoru kuşanalım! Varlığını halklara karşı tamamen gerici bir zeminde konumlandırarak devam ettiren Türk hâkim sınıfları ve andaki temsilcisi Erdoğan/AKP iktidarı kana susamış bir barbarlıkla halklara pervasızca saldırmaya devam ediyor. Kürdistan’da vahşi terörü ve katliamları sistematik hale getiren devlet, Kürt ulusu üzerinde tam bir milli zulüm uygulamaktadır. Bir devlet geleneği olarak muhalifleri katleden ve zindanlara tıkan faşist devlet, aynı gerici geleneğini daha sinsi bir biçimde devreye sokmuş durumdadır. Şimdiye kadar yüzlerce aydın, yazar, ilerici, insan hakları savunucusu ve devrimciyi faili belli şekilde hunharca katleden devlet yine katletmeye devam ediyor.
02
Dışarıda savaş içeride direniş
Amed Baro Başkanı ve insan hakları savunucusu Tahir Elçi de bunlardan biridir. Tartışmaya yer bırakmayacak bir berraklıkla belirtelim ki; Tahir Elçi’yi katleden devlettir. Devlet bu tür katliamlarla yükselen toplumsal muhalefete gözdağı vererek bastırmayı hedeflemektedir. Suruç ve Ankara katliamlarında olduğu gibi Tahir Elçi’nin katledilmesindeki esas amaç budur. Devletin gerici saldırı ve şiddetine karşı halkların devrimci mücadelesini ve şiddetini kuşanarak cevap olmalıyız. Bulunduğumuz tüm alanlarda halkların birleşik devrimci mücadelesini nakış nakış örerek; toplumsal mücadeleyi daha da yükseltmeli, faşist devletin karşısına dikilmeliyiz.
04
Can Dündar yalnız değil(mi)dir…
10
02
güncel haber
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
Bir halkı katliama girişenler, halkın Elçi’sini de katletti
Elçi’yi binlerce kişi uğurladı
Koşuyolu Parkı'nda Diyarbakır Barosu Yönetim Kurulu adına konuşan Baro Başkan Yardımcısı Ahmet Özmen, “Yargısız infazları ortaya çıkardığı için bu insanlık dışı çetelerin hedefi olmuştur. İktidarın en üst yetkileri, medya organlarını kullanılarak siyasal linçe maruz kaldı. Bu linç kampanyasına karşı başkanımız Twitter hesabından şu cevabı vermişti: ‘1990'lı yıllardan bugüne JİTEM'ci ağababalarınıza ve generallerinize boyun eğmedim, sizden mi korkacağım.’ Yargı tarafından hukuk dışı bir şekilde gözaltına alındı ve yargılandı. Başkanımızın katledilmesinde bu kesimlerin parmağı vardır. Henüz otopsi yapılmadan, olay yeri inceleme yapılmadan alelacele yapılan yönlendirici girişimler düşündürücüdür. Bir de hiçbir yasal dayanağı bulunmayan Cizre, Sur, Silvan gibi günlerce süren sokağa çıkma yasağı Elçi'nin cinayetine yön verendir. Hepimiz halkı için, barış için, hukuk için yaptıklarına şahidiz. JİTEM'ci ağababalarına boyun eğmedin. Artık 'terörle mücadele gerekliği' adı altında Kürt halkının evlatlarını bir bir yok edilmesini kabul etmiyoruz.” dedi.
Amed’de katledilen Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi için binlerce kişi bir araya geldi. Amed Koşuyolu İnsan Hakları Anıtı önünde tören yapıldı. Bir dakikalık saygı duruşu ile başlayan törene, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Eş Başkanı Fırat Anlı ve HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş da katıldı.
Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) ve Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu (ADHK) Tahir Elçi'nin katledilmesiyle ilgili açıklama yayınladılar. DHF açıklamasında; “Amed Baro başkanı Tahir Elçi bugün uğradığı alçakça
Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi, Amed’in Sur ilçesinde Dört Ayaklı Minare önünde yapılan açıklamanın hemen ardından katledildi. Elçi’yi yaptığı açıklama yüzünden günlerce hedef gösterenler, hakkında soruşturma açanlar, gazete yazıları yazarak hain ilan edenlerse Kürdistan'da yaşanan tüm devlet katliamlarında olduğu gibi PKK’yi sorumlu tuttu Cizre'de, Silvan'da, Nusaybin'de ve Kuzey Kürdistan'ın pek çok diğer ilçesinde sokağa çıkma yasağı ilan eden devlet, sokağa çıkma yasaklarıyla bir halka karşı topyekûn saldırdı. Oyuncak isimlerini bilmesi gereken çocuklar akrep tipi zırhlı aracın, ural tipi zırhlı aracın ne olduğunu öğrendi. Bir halka karşı askeri abluka, saldırılar, bombalar yağdırıldı. Yıllardır gerici, sömürücü, faşist devletin katliamlarına maruz kalan Kürt halkı, bir kez daha faşizmi en açık biçimiyle yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Faşist saldırılara, tanklara, toplara karşı direnen Kürt halkı, özyönetimlerini ilan etti ve direndi, direnmeye devam ediyor. Bu direnişin yaşandığı yerlerden birisi ise Amed’in Sur ilçesi oldu. Sur’da Dört Ayaklı Minare önünde açıklama yapıldığı sırada ise Diyarbakır Barosu Başkanı
Tahir Elçi, katledildi. İnsan hakları savunucusu olan Tahir Elçi'yi pek çok kişi bir televizyon programında yaptığı “PKK terör örgütü değildir” cümlesiyle tanıdı. Elçi bu cümleden sonra, başta siyasiler olmak üzere pek çok kişi tarafından hedef gösterildi. Hedef tahtasına oturtulan Elçi hakkında soruşturmalar başlatıldı.
“Tahir Elçi suikast sonucu öldürüldü” Tahir Elçi’nin katledilmesinin ardından pek çok iddia ortaya atıldı. Devlet içinse sorumlu çoktan belli olmuştu. Tahir Elçi'yi hedef gösterenler işin içinden sıyrılma yolunu bir kez daha “Terör örgütü” PKK’de buldular. Tıpkı Kürdistan'da özel harekâtçıların işledikleri cinayetlerde olduğu gibi, Elçi'nin katledilmesinden de
PKK sorumluydu! Diyarbakır Barosu, katliamın hemen ardından ön değerlendirmeleri de yaparak, Elçi'nin ölümünü, “Baro Başkanımız Av. Tahir Elçi suikast sonucu öldürülmüştür” ifadeleriyle duyurdu. Katliamın ardından çıkan görüntüler ise akıllarda pek çok soru işareti bıraktı. Birçok polis, onlarca mermi sıkmasına rağmen önünden geçen iki kişiyi vuramadı.
DHF ve ADHK'den Elçi açıklaması
Devlet katlediyor, halklar direniyor Türkiye-Kuzey Kürdistan’da devlet; saldırmaya, katletmeye Kürt halkı ise; direnmeye devam ediyor Baskı, katliam, hile, her türlü gerici saldırganlıkla yarattığı manipülasyonlarla ve meşru olmayan bir zeminde halklara zorla dayattığı 1 Kasım seçimleri ile yeniden iktidar olan Erdoğan/AKP barbarlığının; ezilen, sömürülen, katledilen ve direnen halklarımız nezdinde hiçbir meşruluğunun olmadığı sürdürülen saldırı, katliam ve suikastlarla kanıtlanmaya devam ediyor. Gerici faşist iktidarın beslendiği ve başkaca bir politikasının olamayacağı halkların akıtılan kanı gibi gerçek bir olgudur. Bu minvalde kurulan yeni hükümetin de halklara karşı savaş, açlık ve yoksulluktan başka hiçbir şey getirmeyeceği yaşanan pratikle orta-
dadır. Bunun farkında olan Kuzey Kürdistan halkları kanı canı pahasına direniyor ve saldırının olduğu tüm alanlarda bu gerici ve barbarlık saltanatına karşı mücadele etmekten başka bir yol olmadığını yaşamlarını ortaya koyarak gösteriyor. Gerici faşist devletin Yüksekova, Derik, Cizîr ve Nusaybin başta olmak üzere uyguladığı sokağa çıkma yasakları ve katliamlar; Kürt ulusunun kendi kendini yönetme ve katliam saldırılarına karşı duruş iradesini yok etmeye yöneliktir. Bu saldırı, katliam ve teslim alma konseptinin Kuzey Kürdistan’a yansımasının çok şiddetli bir biçimde gerçekleştiğini de söylemek abartı olmaz. Buna göre Kürdistan’da yaşanan saldırılarda ve direniş sürecinde 16 insan hayatını kaybetti ve 45 kişi de yaralandı; 16 YDG-H üyesi de direniş içerisinde şehit düştü. Hala devam eden saldırılarda insanlar katledilmeye devam ediyor. Belirtilen bu bilançoyla birlikte
devletin kolluk güçleri, devlet beslemesi gerici çeteler, özel harekât birimleri ve kontra güçlerinin bölgede gerçekleştirdiği saldırılarda; birçok ilçede hava saldırıları, bombardımanlar sonucunda yerleşim yerleri yerle bir edilirken buralarda büyük çapta maddi hasar meydana geldi.
Direnişi büyütelim Sözü edilen saldırı ve direnişlerde, savaş gerçekliği gereği, gerici çeteler ve kolluk güçlerinden de kayıplar yaşandı-yaşanıyor. Mevcut saldırı ve direnişlerde sivil Kürt direniş güçlerinin öncülüğünü yapan YDG-H, yazılı bir açıklama yaparak Kasım ayı savaş bilançosunu açıkladı. Yapılan açıklama bölgede yaşananları ve savaşın boyutunu anlamak açısından önemlidir. Açıklamada; Tayyip Erdoğan/AKP iktidarının 22 Temmuz’dan bu yana Kuzey Kürdistan’da topyekun savaş konseptini devreye soktuğunu ve bu konsept
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
03
SINIF TAVRI
BEKLEYEN ZOR GÖREVLER İÇİN DEVRİMCİ CÜRETİ KUŞANALIM
H
bir saldırı ile katledildi. Devlet tarafından hedef haline getirilen Tahir Elçi’nin katledilmesinin tartışmasız sorumlusu devlettir.” ifadelerine yer verdi. Kuruluşundan bu yana T.C. devletinin sömürü, baskı, katliam, soykırım ve zulüm devleti olduğunu belirten DHF, açıklamasında devamla; Tahir Elçi’de sisteme muhalif, insan hakları savunuculuğu yapan ve toplumsal meseleler karşısında duyarlı olan bir hukukçudur. Özellikle görev yaptığı Kürdistan’da insan hakları ihlalleri ve devletin politikalarını eleştiren ve tavır takınan bir noktada durmaktaydı. Özellikle son süreçte Kürt Ulusal Hareketi ile ilgili yaptığı bazı değerlendirmeler neticesinde adeta linç kampanyasına maruz kalan Tahir Elçi zorla gözaltına alınmış ve hakkında dava açılmıştır. Devletin burjuva gerici medyası ve odakları tarafından hedef haline getirilen Tahir Elçi onurlu duruşundan asla taviz vermeyerek söylemlerinin arkasında durmuştur. Tahir Elçi bugün Amed’de Baronun gerçekleştir-
çerçevesinde 1 Kasım seçimleri sonrasında da saldırıları yoğunlaştırarak sürdürdüğünün altı çizildi. 1-30 Kasım arası 1 aylık süre içerisinde Türk kontrgerillası ve IŞİD’ten takviye olarak getirilen çetelerin saldırıları sonucu açığa çıkan çatışmaların sonucunu kamuoyuyla paylaşan YDG-H, Kasım ayı bilançosunda 143 polis ve çete üyesinin öldürüldüğünü açıkladı ve 22 adet kobra tipi zırhlı araç, 1 adet hummer tipi zırhlı araç, 7 adet panzer tipi zırhlı araç, 15 adet zırhlı kepçe, 2 adet akrep tipi zırhlı araç, 1 adet Ural tipi zırhlı araç, 1 adet TOMA, çetelere ait 1 adet tır, 2 adet İHA (keşif uçağı) YDG-H güçleri tarafından imha edildiğini ve bunun yanı sıra
diği basın açıklamasının hemen ardından saldırıya uğrayarak katledilmiştir. Çok açık ifade ediyoruz ki Tahir Elçi’yi katleden devlettir. Tahir Elçi’nin hedef haline getirilmesini yaratan ve besleyen bizzat devletin kendisidir.” dedi. ADHK de yaptığı açıklamada; “Kadim diyarlarda yaşanan zulmün, acının ve katliamların durmasına yönelik gösterilen her çabaya, en küçük demokratik hak arayışına dahi tahammül edemeyen faşizm, dinci gerici AKP ile terör ve katliamlarına her gün yenisini eklemektedir. Dün Hrant Dink’i, hem Ermeni hem de basın emekçisi kimliğiyle muhalif fikirlerinden dolayı sokak ortasında katleden aynı zihniyet; bugün Tahir Elçi’yi hem Kürt hem de hukukçu kimliğiyle devletin zulmüne karşı çıkmasından dolayı katletti. Tekçi devlet anlayışı ile kendini gösteren faşizm, demokrasi için atılan her adımı Suruç’ta Amed’te, Cizre’de, Ankara’da kurşunlarla ve bombalarla katletti.” ifadelerine yer verdi.
çok sayıda mobese kameranın imha edildiğini, birçok zırhlı aracın da darbelendiğini belirtti. YDG-H ayrıca bir aylık saldırı ve direniş sürecinde 16 sivil yurttaşın hayatını kaybettiğini, 45 sivil yurttaşın yaralandığını ve çetelere karşı sürdürülen direnişte 16 yoldaşlarının kahramanca direnerek şahadete ulaştığını açıkladı. YDG-H, 24 Temmuz 2015’ten bu yana sürdürülen direnişi çok daha güçlü bir biçimde sürdürme iddia ve kararlılığında olduklarını ifade ederek başta dört parçada yaşayan tüm Kürdistan gençliğini Kuzey Kürdistan’da başlayan direnişe artık uzaktan destekleyerek değil bilfiil doğrudan katılarak güç vermelidir çağrısı da yaptı.
≫ ismail uçar
er yeni gün, saldırı ve tutuklamaların yanı sıra imhayla faşist saldırganlık artarak sürmeye devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde uluslararası sermaye, dünya devrimci proletaryasına yönelik saldırganlık politikasının belirlenmesi amacıyla ve aynı zamanda emperyalist kapitalist sermayenin mevcut pazar rekabetinin yarattığı bölgesel savaş alanlarından elde edilmesi kaçınılmaz kar sonuçlarının paylaşılması için G-20 adı altında bir araya geldiler. Bu buluşmada askeri, politik, ekonomik düzenlemenin yanı sıra emperyalistlerin bir gayesi de Akdeniz ve Basra havzasındaki savaştan kimlerin daha nasıl güçlenerek çıkacağının uzlaşısıydı. Yeni planlamalarda; üretim sermayesinin artırılması, yeni pazar alanları, ucuz iş gücü alanlarının belirlenmesi, savaş ekonomisinin araçlarının denenmesi, bölgesel savaş alanlarındaki çelişkilerin saptanırlığı vb. gibi konuların yanı sıra devam eden savaşın trajedik sonuçlarının dramını kendileri var etmemişler gibi insanlığa mesajlar yansıttılar. Oysa hemen yanı başlarında her gün sahile minik cesetlerin vurulmasına neden olan bebek katilleri idi bunlar. Emperyalist sermayenin temsilcileri gelişen mevcut durumun silah ekonomisinin yarattığı bazı sonuçların da rahatsızlığını yaşamaktadırlar. Çünkü borsa, hisse senetleri ve faiz oranlarında ciddi bir krizi görmek mümkündü. Savaşın esas planlayıcıları kullandıkları mevcut paramiliter güçlerin artık genişleyen tehdit durumunun sonuçlarından ötürü tasfiye edilmesinde bir konsül sağlamakta sorunsuzdular. IŞİD, El-Kaide vb. güçler üzerinden herkes askeri konumlanışını bölge üzerinde tamamlamıştı. Bölge üzerinde başını ABD’nin çektiği NATO denilen savaş güçleri bileşenlerinin karşısında konum alan Rusya, İran ve Çin gibi ülkelerin rekabeti de hız kazanmış oldu. G-20 denen zirveye ev sahipliği yapan faşist Türk devleti de bölgeye yönelik izlediği siyasetin stratejik çukurunun sonuçluğuyla savaştan yana tavır alıp, savaşın avantajlı ülkesi olma gayretinde idi. Bunun başarılması içinde iç politikada saldırganlık ile Kuzey Kürdistan’a yönelik savaşı daha da tırmandırdı. Bu saldırganlık aynı
zamanda devrimci mücadeleyi, muhalefeti geriletmek; bu saldırganlık çalışma yasasıyla sınıfın zayıfta olsa örgütlü gücünü hedeflemektedir. Bu faşist saldırganlıkla toplumsal muhalefete dayatılan korkuyla diktatörlük ömrünü uzatma politikasıyla karşı karşıyayız. Ama bölgesel politikalarda dayandığı güçlere karşı Rusya, İran ve Çin’in özellikle de Rusya’nın Şam ittifakı diğer yandan PYD mevcut durumda uluslararası alanda kabul edilirliği faşist TC devletinin Osmanlı yayılmacılığı politikası da sonuçsuz kalmıştır. Rusya ile gelişen mevcut askeri alan rekabetinin ekonomik sonuçlarının faturası da bir krizin kaçınılmaz sonucudur. Bu alanda askeri, tekstil, inşaat, turizm, Karadeniz doğalgaz projesi, Nükleer tesislerin inşası projesi vb. alanlardaki sonuçların faturasının ise toplumun emekçi kesimlerine fatura edileceği kaçınılmazdır. Büyüyen yoksulluk, artan istihdam sorunu, ucuz iş gücünü kaçınılmaz kılacaktır. Bu mevcut durum karşısında devrimci muhalefetin daha zorlu saldırılarla karşı karşıya kalacağı kesin. Kan, zulüm, sokakta, dağ başlarında, hapishanelerde ve hayatın bütün alanlarında ırkçı, faşist saldırılarla karşı karşıya kalacağımız mutlak. Bu bağlamda devletin, ülkenin aydınlarına, sosyalistlerine öncelikli olarak sınıf mücadelesinin ideolojik önderliğinin gücü ve savaş kuvvetine yöneleceği açıktır. Bundandır ki ideolojik donanıma sahip örgütlü gücümüzle; mantığımızın emrettiği sorumluluklarımızı kuşanıp, bizi bekleyen faşist diktatörlüğün zoruna karşı devrimci zorla karşı koymanın bilinciyle hareket edip mücadeleye sarılalım. Devrimin temelleri cesur inisiyatife, kitlelerin hareketine dayanır. Devrimin öncüden beklediği budur. Baskının şiddeti direnişin kuvvetine tanıklık eder.
04 Dışarıda savaş içeride direniş güncel haber
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
2015 yılının son aylarını yaşadığımız bugünlerde hapishanelerde ciddi hak ihlalleri ile karşı karşıyayız. Bir tutsağın dış dünyayla ilişkisi ne kadar kesilirse, işkence ve kötü muamele riski de o kadar artar. Ülkemizdeki çatışmalı sürecin hapishanelere olan yansımalarını görmekteyiz AKP iktidarı 7 Haziran seçimlerinin ardından devrimci, demokrat yurtsever kesimlere karşı top yükün bir savaş konsepti başlattı. AKP iktidarının başlattığı sözde güvenlik ve şiddet politikalarını sonucu birçok kişi katledildi ve yüzlerce kişi yaralandı, binlerce kişide evlerinden başka yerlere göç etmeye zorlandı. Yaşanan bu haksızlıklara sessiz kalmayan ve sokağa çıkarak haklarını arayan tüm devrimci, demokrat, yurtsever ve ilerici kesimler gözaltı ve tutuklama saldırılarına maruz kalmış ve kalmaktadır. AKP, iktidarını daha da güçlendirmek için bir yandan sokağa çıkan halkın sesini boğmaya çalışırken bir yandan da hapishanelerde tutsaklara yönelik baskılarını artırmaya devam ettirmektedir. AKP iktidarı, dışarıda estirdiği baskıcı politikaları hapishanelerde bulunan esasta devrimci, demokrat yurtseverler tutsaklar üzerinde daha da sertleştirerek uygulama çalışmaktadır. Özellikle hapishanelerde bulunan ölüm sınırında olan hasta tutsakları elinde bir rehine gibi kullanan AKP, aynı zamanda hapishanelerde tutsaklar üzerinde uyguladığı tecrit ve tretman politikalarını arttırmış durumdadır.
Dışarıda savaş içeride baskı Hapishanelerde tutsaklara yönelik baskılar artıyor, bilhassa da çocuk ve kadın tutsaklara yönelik işkence ve kötü muamele, taciz uygulamalarında da belirgin bir artış görülmektedir. Her şeyden önce hapishanelerin genel koşulları (barınma, havalandırma, hijyen, sağlık, iletişim, vb koşullar) kapasitesinin yüzde yüz doluluk oranına yaklaşması nedeniyle ortaya çıkan mekânsal sıkışıklık tüm tutuklu ve hükümlüler üzerinde toplu eziyet etkisi yaratmaktadır. Bununla birlikte özelikle hapishaneye giriş sırasında yapılan çıplak aramalar, süngerli oda uygulamaları ve kamerasız kör bölgelerde gerçekleştirilen şiddet, hapishanelerdeki arama ve denetimlerde, avukat ve aile görüşmesine gidiş ve gelişlerde, hastane sevkleri ya da mahkemelere götürülüp getirilirken uygulanan şiddet ve tabi ki izolasyon cezaevlerinde öne çıkan işkence ve kötü muamele uygulamaları olmaktadır.
Öyle ki Antalya L Tipi Hapishanesi’nde tutulan tutsakların sayım esnasında esas duruşa geçmedikleri gerekçesiyle gardiyanlar tarafından darp edilmeleri, Eskişehir H Tipi Hapishanesi’nde tutsakların elleri ve ayakları bağlanarak bayıltılana kadar dövülmeleri, Silivri (İstanbul) 9 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde tutulan tutsakların “arama yapılacağı” bahanesiyle darp edildikleri ve “süngerli oda” olarak bilinen odalarda işkence
gördükleri, Ordu E Tipi Kapalı Hapishanesi’nde bir tutsağın kolunun bükülerek onlarca personel önünde şiddete maruz kalması, Osmaniye 2 No’lu T Tipi Hapishanesi’ne sevk edilen 7 tutsağın hapishaneye girişte yapılmak istenen çıplak arama uygulamasına karşı çıktıkları için darp edilmeleri, Sincan (Ankara) Kadın Hapishanesi’ne sevk edilen kadın belediye eş başkanlarına uygulanan çıplak arama, Diyarbakır E Tipi Kapalı Kadın
Hapishanesi’nde bulunan kadın tutsakların hastanenin 3’üncü katından ring aracına kadar yerde sürüklenmeleri, hapishanelerde yaşam mücadelesi veren onlarca hasta tutsağın tahliye edilmeyerek, yaşam haklarının elinden alınması kısaca ülkemiz hapishanelerinden verebileceğimiz insanlık dışı uygulamalardan yalnızca birkaçıdır.
Hasta tutsaklar ölüme direniyor 298’i ağır olmak üzere toplam740 hasta
05
tutsağın bulunduğu hapishanelerde hasta tutsaklar, bağımsızlığını yitiren Adli Tıp Kurumu ve savcılık bürokrasisi kıskacında her anı ölümü bekleyerek yaşamaya devam ediyor. Hasta tutsakları hapishanelerde tutuldukları sürelerde de tedaviye ulaşım haklarını uluslararası sözleşmeler hiçe sayılarak ihlal eden AKP iktidarı, hapishanelerde uygulanan baskı ve sindirme ve tecrit politikalarının yanı sıra hasta tutsakları hastalıkları ile baş başa bırakılarak ikinci bir işkenceye tabi tutuluyor. Bugüne kadar yüzlerce hasta tutsak AKP iktidarının tutsaklara yönelik politikaları sonucu ölüme terk edildi ve edilmeye devam ediliyor. Şu anda ülke genelinde birçok hapishanede birçok hasta tutsak ölüm sınırında, ölüme direnerek yaşıyor, yaşamaya çalışıyor. Ölüm sınırında olan hasta tutsaklardan Abdullah Kalay’ın kalbi %70 oranında çalışmamaktadır. Hastane ve adli tıp kurumundan hapishanede kalamaz raporuna rağmen Kalay keyfi bir şekilde, birçok hasta tutsağın yaşadıkları gibi devletin sonuncu ölüme terk ediliyor.
Hapishanelerde sürgünsevk işkencesi Son dönemlerde artan saldırılardan biri de zorla sürgün sevk politikasıdır. Şimdiye kadar onlarca devrimci tutsak iradeleri dışında zorla başka hapishanelere sürgün edildiler. İHD verilerine göre son aylarda Kürdistan illerinde bulunan ve ağırlıklı olarak devrimci-demokrat 597 tutsak, hapishane idarelerinin keyfi uygulaması sonucu ailelerinin yerleşim yerlerinden uzak olan Karadeniz, Ege, Marmara ve İç Anadolu’da ki hapishanelere zorla sürgün edilmiştir. İHD sürgün sevklerle ilgili yapıtlığı araştırma sonucu, ülkemizde AKP iktidarının seçimler sonrası başlatmış olduğu topyekûn savaş politikaları sonucu birçok hapishanede, hapishane idarelerinin keyfi uygulamalarından kaynaklı birçok tutsak farklı hapishanelere gönderilmiştir. Yaşanan bu zorla sürgün sevkler sırasında birçok tutsak işkenceye maruz kalmıştır.
MKP’li kadın tutsaklar sürgün edildi Elazığ E Tipi Hapishanesinde kalan MKP’li kadın tutsaklar saldırıya uğrayarak sürgün işkencesine maruz kaldılar. Tutsaklardan Bahar Demir ve Aysel Koç zorla Bayburt M Tipi Hapishanesi’ne sürgün edildi.
UFUK ÇİZGİSİ
≫ bakış can
TAHİR ELÇİ ANISINA VE İNADINA; PKK TERÖR ÖRGÜTÜ DEĞİLDİR
T
ahir Elçi katıldığı televizyon programında düşüncesine başvurulması üzerine kendi kanaatini ifade ederek PKK’yi terör örgütü olarak görmediğini ifade etti. Bu ifadesi, baskı ve katliamlarla nam salan Erdoğan/AKP iktidar güruhu tarafından katledilmesinin vesilesi oldu. Tetiği çeken iktidarın polisi olsa da ölüm fermanı doğrudan Erdoğan/AKP iktidarı tarafından çıkarıldı. Söz konusu televizyon programında ifade ettiği görüşlerinden sonra Elçi’nin nasıl linç edildiği, nasıl hedef gösterildiği ve mahkemelere çağrılıp ifadelere çekilerek nasıl aforoz edildiği kamuoyunun bilgisi dahilindedir. Bu linç ve hedef haline getirme eylemi, televizyon programı katılımcıları olan CHP’li ve MHP’li bazı kafatasçı ırkçı faşistlerce de derhal devreye sokulmuştu. Televizyonlarda uzun zamandır bir moda haline getirilen ‘PKK’ye terörist diyor musun demiyor musun?’ baskısı insanların adeta bir sınav tahtasına alınarak; teşhir edilip, hedef gösterilmesi işlevi gördü. İnsanlar fikirleri nedeniyle afişe edilip katledilmeleri için hedef haline getirilmektedirler. Televizyon programlarında bu “ak-kara” ikilemiyle sınava tabi tutma kültürü resmen katledilmelerine davetiye çıkarma anlamına geldiği gibi, demokrasi kültürünü de kanıtlayan bir durumdur. Bu demokrasi yobazlığı, düşüncelerini söylemeye zorlanan insanların katledilmeleriyle iyice pis kokular yayıyor. Demokratik tahammül, demokrasi kültürü ve anlayışı gerek programlardaki bu sorularla gerekse de sonrasında yapılan katliamlarla faşizmden ileri olmadığı açıktır. Evet, Tahir Elçi PKK terör örgütü değildir dediği için katledildi. Dolayısıyla faşizme karşı çıkmak ve demokrasiden, özgürlükten yana tavır almak için; bugün her aydının “PKK Terör örgütü değildir” demesi gerekmektedir. Bu temel bir tutum ve ayrım çizgisidir. Başlığımıza bu ifadeyi almamızın nedeni Elçi’nin katledilmesini protesto etmenin küçük bir davranışı, parçasıdır. “Hepimiz Elçiyiz” gibi, “PKK terör örgütü değil” demek anlamlı olup faşizme karşı kahredici bir tavırdır. Elbette bunu söylemek katledilmenin gerekçesi olabiliyor, oldu da. Ancak faşizme, katliam ve baskıcı diktatörlüklere dur demenin bedel ödemekle mümkün olduğu açıktır. Dolayısıyla ölüm gerekçesi de olsa tutarlı bir tavır almak ve bedel ödeme pahasına doğruları haykırmak görevdir. Tutarlı demokratlığın göstergesidir budur. Tahir Elçi PKK terör örgütü değildir dediği için katledildi, bu gerçeğin bir bölümü, ince bir çizgisidir. Ancak bu düşünce beyan edilmemiş olsa bile, günümüzde Kürt olmak, aydın olmak, demokrat ve devrimci olmak katledilmenin yeterli gerekçesi görülmektedir. Hatta salt haber yapmak bile saldırılara uğramanın, terör örgütüne üye olma suçlamalarına maruz kalmanın, hapislere atılmanın, linç girişimlerine maruz kalmanın sebebi durumundadır bugün. Bugün Erdoğan’a eleştirdi diye “hakaret” bahanesiyle insanların sorgulanıp mahkemelere sevk edildiği ve çoğunlukla da tutuklandığı koşullardan geçiyoruz. “Seni Başkan Yaptırmayacağız” sözü ve pratiğinin, Erdoğan sultasının topyekûn savaş ilanında bulunarak vahşi katliamlar gerçekleştirmesine gerekçe olduğu koşullara tanıklık yapmaktayız. Yaşanan katliam, baskı ve cinayetlerle, keyfiyetçi, melez, dinci gericilikle harmanlanmış tekçi ve ırkçı faşist diktatörlüğün sicili saklanmayacak kadar açık ve gözler önündedir. Tahir Elçi’nin bugün katledilmesi ilgili sözlerinden-görüşlerinden dolayıydı. Fakat Tahir Elçi bu fikrini söylememiş olsaydı da katledilebilirdi, katledilme potansiyeli içinde yer alan durumdaydı, bugün olmazdı ama yarın olurdu. Zira her aydın, her demokrat, her Kürt ve her devrimci, hatta halktan herkes katledilme tehdidi adlındadır. Tahir Elçi’nin mücadelesi onun devlet tarafından/AKP iktidarı tarafından katledilmesi için yeterli bir sebepti. Ankara Barış Mitingi’nde katledilenler “Barış” istediği için katledildi. Suruç’ta katledilen genç devrimciler Kobanê ile dayanışmada bulunma duy-
gularını dile getirdikleri için katledildiler. Amed HDP mitinginde patlatılan bomba ile katledilenler sadece Kürt oldukları için katledilip bombalandı. Sakine Cansızlar aynı gerekçeyle katledildi, Roboski köylüleri ve çocukları aynı sebeple paramparça edilerek katledildi, Varto, Cizre, Sur, Farqîn, Derik vb. katliamları aynı gerekçeyle yapıldı, bebek ölülerini buzdolaplarında saklama zorunluluğu aynı gerekçenin ürünüydü… Bu vahşi katliamların sebebi bazen insanın doğasıydı. Yani Kürt olması, Kürt olarak doğmasıydı. Başka değişle Türk olarak doğmamış olmasıydı. Bazen demokrasi ve özgürlük istemi, bazen barış istemi ve bazen geçim-yaşam çabasıydı katledilmeye gerekçe… Kürdüm ve kendimi yönetmek istiyorum dediği için, yani kendisine ait olanı istediği için katlediliyor insanlar… Mesaj, seçim çalışmalarında Davutoğlu tarafından açıkça verildi. “Bizi tek başımıza iktidar etmezseniz beyaz toroslar yeniden buralarda gezer” diyerek tehditte bulunurken, beyaz torosların gadrine uğrayanlar bunu çok iyi anladılar. Ve maalesef Erdoğan/AKP iktidarı bu şantaj ve tehditlerle istediği oyu almasına karşın, şimdi beyaz torosları ve tekbir getiren özel tim polislerinden teşekkül katliam mangalarını devreye sokmuş, katliam ve cinayetler işlemektedir. Gezi-Haziran Ayaklanması’nda ve diğerlerinde katledilenler, çapulcu ve terörist olarak suçlanalar demokratik tepkilerini dile getirdiği için kurşunlandılar. Katledip göz çıkaran polisler kollanırken, demokratik tepkilerinden ötürü vahşi saldırılara maruz kalarak yaralanan ve işkencelerden geçirilen insanlar yargılanmakta, cezalar almaktadırlar… Dikkat edilmelidir: Sakine Cansızlar MİT tarafından katledildi. Ama soruşturmalardan, mahkemelerden bir sonuç çıktı mı? Hayır. Çıkmaz da! Roboski katliamının sorumluları açığa çıkarıldı mı? Hayır. Kan parası rüşveti verilerek köylüler susturulmaya çalışıldı… Amed mitingi bombalamasının failleri, Suruç ve Ankara katliamlarının sorumluları açığa çıkarıldı mı? Hayır. Hayır çünkü kendilerini açığa çıkarıp mahkum etmeleri mümkün değil. Yeri geldiğinde bir gün içinde karar alan mahkemeler, bu ve bunun gibi davalarda yıllarca bir delile bile varmazlar. Neden acaba? Ethem, Ali İsmail ve diğerlerinin davaları, Hrant Dink davası tüm delil ve aleni suçlara karşın neden gerektiği gibi ilerlemiyor ve sonuçlanmıyor? Sözün özü katliamlar, cinayetler, baskı ve suçlar sınırsızca tırmandırıldığı ve uygulandığı gibi, kontrollerine aldıkları mahkemelere sevk etme usulüyle; bütün katliam, cinayet ve suçlarını zamana yayarak unutturma, kamuoyunun duyarlılığı öldürülerek örtbas etme amaçlanmaktadır. Tahir Elçi cinayetinde de durum aynı biçimde ele alınmak istenmektedir. Ama bu kez suçüstü oldukları için o kadar kolay olmayacaktır. Hüküm süren adalet ve hukukun Erdoğan adaleti ve hukuku olduğu ya da yargının Erdoğan/AKP güruhunun elinde olup bağımsız olmadığı son kertesine kadar siyasallaştığı aleni gerçektir. Bu durumda adaletin yargıyı kontrol eden AKP iktidarına havale edilemeyeceği açıktır. Adalet davada taraf olanlara terk edilemeyeceği gibi, suçluya asla devredilemez. Ne yazık ki, bu gün adalet-yargı katleden, katliam ve cinayetler işleyen suçlu Erdoğan/AKP güruhunun elindedir. Buradan adil bir sonucun çıkması elbette beklenemez. Suç işleyenler suçu yargılayamaz. Tahir Elçi’nin polis tarafından katledildiği görüntülerle de kanıtlıdır. Polisin gerçekleştirdiği bu cinayetin iktidar tarafından organize edildiği, hedef gösterme aşamasından cinayet anına kadar planlı bir katliam düzenlendiği açıktır. Muhtemeldir ki, bir tetikçi polis kurban edilebilir. Bu cinayetin gerçek sorumlularının açığa çıkarılıp cezalandırıldığı anlamına gelmez. Gerçek suçlu Erdoğan/AKP güruhudur. Bütün gerçekler bunu gösteriyor, bunu kanıtlıyor. Bu gerçek saklanamaz. Proletarya ve emekçi halkların adaleti gerçek sorumlulardan hesap sorana kadar Tahir Elçi’nin sorulacak hesabı kapanmaz, kapanamaz, kapanmamıştır!
06
haber analiz
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
Yeni AKP hükümeti dört başı mamur bir savaş hükümetidir Yeni kurulan hükümet programının ya da kabinesinin var olan sorunları çözemeyeceği aksine daha da derinleştireceği açıktır. Çünkü kendi yaşamsallıkları bizlerin daha da yoksullaşmasına, kan, zulüm ve faşist uygulamaların yanı sıra katledilmemize bağlı. Sınıflar mücadelesindeki temel mesele; sermaye ve emek zıtlıklarının birbirini alt etmesi üzerine yürümektedir. AKP hükümetinin ya da bakanlık atamalarının geleni MTBB (Milli Türk Talebe Birliği) adlı faşist örgütleme kadrolarıdır. Türk İslam sentezci ırkçı katiller topluluğudur. Madımak katillerinin avukatları bugün bakanlık kabinesindedir. Geçmişte MTTB başkanı bugün TBMM Başkanı olup Recep efendinin hocasıdır. 17-25 Aralık hırsızlarının başı sayılan Albayrak en akçeli işlerin döndüğü alan olan Enerji Bakan’lığına getirilmiştir. Aynı zamanda IŞİD’in petrol transportçusudur Yeni kurulan 64. hükümetin iç ve diş politikada izleyeceği tutum hükümetin ilk icraatlarıyla da anlaşıldı ki, kurulan bir savaş hükümetidir. İlk icraatları ise; kendisine muhalif gazetecilerin tutuklanması, insan hakları savunucusu yurtsever devrimcinin kontr-gerillalarca tüm kamuoyuna film izletircesine infaz ettirilmesi oldu… Komşularla barış söylemini dillerine dolayan hükümet Rus uçağının yığınla gerekçeyle vurarak Suriye’deki konumlanışını da ABD ve NATO’dan yana belirleyip savaşı tırmandırmaktadır. ‘Milli birlik ve kardeşlik projesi’ diyerek ırkçı söylemlerle Kürt ulusuna karşı açtığı savaşı da sınırsız ve kuralsızca devam ettirmektedir. Geçmişteki tarikat ve sermaye gruplarının tasfiye edilmesine ek olarak “terör örgütü” adlandırmasıyla paralel yapı ile mücadele adı altında TMSF
devredilen medya organları ve benzeri kuruluşlar gerçekliğinde dillerden düşmeyen paralel yapı nedir? Paralel devlet yapı tanımının yaratıcısı ABD’li bilimci ve tarihçi Robert Paxton’dur. Bu kavramı doktora çalışmasında (Faşizmin Anatomisi) Nazi Almanya’sını incelerken kullanır. İtalya ve Almanya’da faşizmin nasıl ku-
rumsallaştığına dair… 1- Faşist zihniyet öncelikle siyasal alanda örgütlenir ve etkisini gösterir. 2- Bu alanda kendi elitlerini var eder. 3- Kendi düşüncelerini yaymak ve kabul ettirmek için iktidarın sahip olduğu tüm mekanizmaları araçsal hale getirir. Parlamento, kamu kurumları yasalar vs. kendisine hizmet
eden basit araçlardır. Siyasi iktidarın yani yürütmenin sürekli göz önünde olması nedeniyle devlet kurumları içerisindeki bir örgütlenme istenilen değişimin alt yapısını hazırlar. 4. En önemli görevlerinden biri de basın yayın organları aracılığıyla kamuoyunun düşüncesini kendi lehine değiştirmek ve olumlu bir algının oluşmasını sağlamaktır. Yargı, kolluk kuvvetleri, eğitim programları, ekonomi, dış politika, basın medya ve iş çevreleri bu ideoloji doğrultusunda devlet tarafından yeniden biçimlendirilir. Bugün yürütmenin yarattığı resmi ideoloji bütün bu kurumların var ettiği devlet destekli resmi ideolojidir. Bunun yanı sıra bu yapı ideolojik olarak tasfiye değil tam kurumsallaşmış haldedir. Tasfiye edilmeye çalışılan ittifak güçleri tarikat, ideolojik ve ekonomik güçlerin bir kesimidir. Böylece kurumsallaşan ırkçı-Türk İslam sentezci bir hükümet (yürütme) 13 yıllık uygulamaların üzerine yeni zulümler ekleyerek yaşadığımız coğrafyayı kan gölüne çevirecektir. Bir kaç başlık altında değerlendirmeye çalışırsak, -Asgari ücret zam tartışmalarına TOBB, TÜSİAD, MÜSİAD vb. sanayi çevrelerinin itirazlarına karşı asgari ücret belirleme komisyonu adı altında kurduğu komisyonca belirsiz bir tarihe ertelemesi, - ‘Milli birlik ve kardeşlik’ projesi söylemine karşı yakılan köyler, kuşatılan kentler, ilan edilen sokağa çıkma yasakları ve diğer faşist uygulamalar, - İşçi katliamları, - Dağıtılan sivil toplum örgütleri, yeni çıkardıkları çalışma yasalarıyla anlamsızlaşan sendikalar vb. - Yağmalanan doğa, ranta çevrilen yaşam alanlarımız, derelerimiz ve su kaynaklarımız - Güvenliksiz çalışma ortamı sınırsızca ucuz işgücü ve tarım işçilerinin içinde bulunduğu iş koşulları. - Her gün işlenen kadın cinayetleri - Yargı denilen, kendilerinin dahi inanmadığı işlevsiz kurumların toplumsal muhalefet üzerinde estirdiği tutuklamalar ve faşist uygulamalar - Siyası olarak örgütlenmesine hız verip üzerimize saldırttıkları çeteler, Esedullahlardan Osmanlı Gençliği’ne Yavuz Sultan Selim Tugayı adı altında sivil faşist güçlerin saldırganlığı
- İdeolojik, dinsel ve etnik saldırganlık - Özelde sosyalist basın ve çalışanlarına yanı sıra muhalif medyaya uygulanan sansür ve tutuklamalar - İstihdam ve ekonomik alanda içindeki krizden kaynaklı işsizlik -YÖK denilen tekçi şovenist kurumun üniversite ve öğrenci gençlik üzerinde estirmiş olduğu uygulamalar -Atanamayan öğretmenler -Sınav sistemi -Kredi ve Yurtların durumu -Burs sorunları ve yığınla bu alanda yaratılmış sorunlar -Özgürlük savaşçılarına karşı kara, hava ve imhaya dayalı saldırılardaki aymazlık - İdeolojik olarak şahlanan milliyetçilik ve şovenizm saldırganlığı - Toplumun tüm kesimlerinin görmezden geldiği çocuk işçilerin durumu - Üretici çiftçilerin ürettiği ürünlerin taban fiyatındaki düşük değer - Savaş kışkırtıcılığı ve savaş çığırtkanlığı politikalarının topluma fatura edilmesi - Savunma ve askeri alanda sınırsız bütçe kullanımı ve denetimden uzak tutulması -Devlet bürokrasisinin önlenemez denetlenemez olan emek değerlerimizden çalınanlarla kendileri için yarattıkları dünya -Kredi borçlarını ödeyemediği için cezalandırılan üreticiler -Her gün artan toplu katliamların kanıksandığını topluma ajite etmeleri, yığınla toplumsal meselelerimize yönelik ekonomik siyasi meseleler sıraladıklarımız gibi başlığa çıkarılabilinir. Yeni kurulan hükümet programı ya da kabinesi, bu sorunları çözemeyeceği gibi daha da derinleştirip sorunlarımızı büyütecektir. Kendi yaşamsallıkları bizlerin daha da yoksullaşmasına, kan, zulüm ve faşist uygulamaların yanı sıra katledilmemize bağlı. Sınıflar mücadelesindeki temel mesele de; sermaye ve emek zıtlıklarının birbirini alt etmesi üzerine yürümektedir. AKP hükümetinin ya da bakanlık atamalarının geleni MTBB (Milli Türk Talebe Birliği) adlı faşist örgütleme kadrolarıdır. Türk İslam sentezci ırkçı katiller topluluğudur. Madımak katillerinin avukatları bugün bakanlık kabinesindedir. Geçmişte MTTB başkanı bugün
07
TBMM Başkanı olup Recep efendinin hocasıdır. 17-25 Aralık hırsızlarının başı sayılan Albayrak en akçeli işlerin döndüğü alan olan Enerji Bakan’lığına getirilmiştir. Aynı zamanda IŞİD’in petrol transportçusudur. Kabine oluşumunun mimarı ise Erdoğan’dır. Çünkü bugün kendi hukuklarının tanınmadığı bir süreçteyiz. Yasama, yürütme, yargı gibi bağımsız saydıkları kurumsal işleyişlerinin bile bir anlam taşımadığı aşikâr. Karar, yetki, buyruk, belirleme yani bütün bürokratik işleyişin tek elde toplandığının pratiğini yaşıyoruz. Başkanlık denilen tartışmanın pratik işlerliği sürüyor zaten. Sadece medya vb. alanlarda tartıştırılarak algı sağlanmakta. Zira diplomatik alanda, medyada, ekonomide ve hukukta toplumun bütün kesimlerini toplantılara çağırılıp başkanlığın dikte edilmesi, katliamlara imza atması Yüksek Askeri Şura toplantısından sonra tecavüzcü katillerin generalliklere atanması, uluslararası ticari anlaşmalarda dahi yetkinin Erdoğan’da toplanması, hükümet programının başkanlık üzerine dizayn edilmesi gibi gelişmeler gösteriyor ki, ülkenin yönetme yetkisi tek başına Erdoğan’da toplanmak isteniyor. Burada sorun bu modele yalandan bir yasalcılık kazandırılmasıdır. Bu da yeni bir anayasanın yapılırlığından geçecek. Çünkü 12 Eylül’ün yasal düzenlenmesinin avantaja çevrilip kullanırlılığı hükümet açısından yeterliliğini doldurmuş görünüyor. Kısa bir başlık açarsak MHP’nin siyasi söylemleri bugün hükümet programındadır. Ondandır ki tarihte katil Türkeş’in “Biz içerdeyiz ama düşüncemiz iktidarda” sözü bugünkü parlamentoda da gerçekliktir. Anlaşılıyor ki süreç; çetin, kanlı, zorlu ve acımasız mücadelelerle geçecek. Tüm toplumsal güçlerin bu sürece hazırlanması ve örgütlenmesi elzem bir görev olarak bizlerin önünde durmaktadır.
ÖRGÜTSEL YÖNELİM
≫ refik demir
BİR KEZ DAHA SOSYALİST CEPHE YARATMA ZORUNLULUĞU
D
aha öncesinden yine bu köşede sosyalist bir cephenin yaratılması zorunluluğuna dair fikirlerimizi paylaşmıştık. Nesnel durum, devrimci durum, halk kitlelerinin durumu ve devrimci güçlerin durumunun genel değerlendirilmesi üzerinden sosyalist bir cephe yaratmanın devrimci-komünist güçlerin önündeki kaçınılmaz görevlerden biri olduğunun altını çizmiştik… Yaşanan gelişmeler bu ihtiyacın ne kadar elzem ve zorunlu olduğunu bizlere bir kez daha berrak biçimde gösterdi. Faşist devletin halklara dönük vahşi saldırılarının artık kitlesel katliamlar boyutuna evirildiği bir süreçte; klasik, sistem içi ve pasifist tepkilerle karşı koymanın ciddiye alınacak ya da saldırılara cevap olabilecek bir hükmü kalmamıştır. Bunu vurgularken yaşanan gelişmelere karşı gösterilen demokratik duyarlılığı ve tepkiyi küçümsediğimiz anlaşılmamalıdır. Aksine bunun kendisi önemli ve doğallığında olması gerekendir. Bizlerin vurgulamaya çalıştığı nokta bununla sınırlı bir karşı çıkışın yaşanan keskin süreç karşısında son tahlilde bir anlam ve saldırıları püskürtebilecek bir mahiyet içermediğidir. Dolayısı ile keskin süreç bizlere keskin ve militan bir mücadele hattı ortaya koymamızı dayatmaktadır. Proleter devrimciler başta olmak üzere tüm devrimci güçler yaşanan keskin sınıf mücadelesinin ihtiyaçları ve bu minvalde yükselen devrimci duruma göre hazırlık yaparak konumlanmalı ve faşist devletin stratejik saldırılarına stratejik araçlarla konumlanarak cevap olmalıdır. Günün temel devrimci görevi budur. Bunu doğru okumayan ve buna göre konumlanmayan bir devrim hareketinin niyetlerden bağımsız olarak sağ tasfiyeciliğe kan taşımaktan başka hiçbir
anlamı olmayacaktır. Devrimci şiddetin kahredici kudreti ve hesap sorma bilinci bugün kuşanılmayacaksa ne zaman kuşanılacaktır. Devrimci savaş mevzileri bugün esas alınmayacaksa ne zaman alınacaktır. Militan-devrimci bir kitle hareketi bugün yaratılmayacaksa ne zaman yaratılacaktır. Proleter öncü de dâhil devrim hareketinin üzerindeki sağ pasifist ölü toprağı bugün parçalanmayacaksa ne zaman parçalanacaktır. Dolayısı ile bugün başta stratejik araçlar olmak üzere bütün esas-tali mücadele biçimleri ve araçları devrimin ihtiyaçlarına göre ele alınmalıdır. Tüm örgütlerimiz ve olanaklarımız devrimi besleyen ve kan taşıyan bir içerikle ve yönelimle biçimlenmelidir. Yukarıda belirtmeye çalıştığımız perspektif ve zorunlulukları karşılayacak ve cevap olabilecek yegâne çözüm yollarından biri kuşkusuz ki devrimci-sosyalist bir cephenin yaratılması olacaktır. Bu perspektif dışındaki tüm çabalar ve yönelimler niyetlerden bağımsız olarak süreci karşılayacak ve devrimci müdahalelerde bulunabilecek bir gerçeklikten yoksundur. Proleter öncü böylesi bir yönelimin öznesi olarak rol almalıdır. Bütünlüklü ideolojik, politik hattı, hareketin siyasal ağırlığı ve olgunluğu bu noktada devrimci bir misyon oynamasını koşullayan bir yerde durmaktadır. Toplumsal muhalefeti ve keskinleşen çelişkileri devrimci iktidar perspektifi ile örgütleyen ve devrime seferber edecek olan devrimci-sosyalist bir cephenin yaratılmasında proleter öncü seferber olarak harekete geçmelidir. Dönemin ruhuna uygun olarak esas politik hattını ve enerjisini bu devrimci yönelim ve kaygılarla biçimlendirmelidir.
08
güncel analiz
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
Türk devletiyle Rusya arasında “Cadı kazanına” dönüşmüş, emperyalist saldırganlığın dizginsizleştiği Ortadoğu coğrafyasında, çıkarlarının iştahında gerici güç olarak konumlanan her güç, şu veya bu düzeyde karşı karşıya gelecektir. Bu genel ihtimalin dışında, somut olarak Türk devletinin, Rus uçağını düşürmesi ile başlayan süreçte, politikası “yeni” bir bataklığa sürüklenmektedir. Türk devletinin, Türkiye-Suriye sınırında “angajman” kuralı çerçevesinde sözde bir nedenle açıkladığı, SU 24 tipi Rusya savaş uçağını düşürmesinin ardından başlayan Rusya-Türkiye krizi, uluslararası emperyalist güçlerin müdahil olmasıyla, her gün yeni bir boyut kazanarak devam etmektedir. Rus savaş uçağının düşürülmesinde, uluslararası emperyalist güçlerin ve bu güçlerin bölgesel müttefiki olan gericiliklerin arasında cereyan eden, çatışma ve dalaşın, askeri ve politik hareket tarzının payı olduğu tartışmasızdır. Ve bu olayla yaşanacak gelişmelerin, Ortadoğu ve Suriye üzerinde direk etkide bulunacak gelişmeler niteliğinde olacağı açıktır. Uluslararası gerici güçlerin stratejik hareket planında “yeni” hamlelerin vesilesi haline gelen, SU 24 Rus bombardıman uçağının düşürülmesi olayı, yaratıcısı ve askeri-politik hareket tarzıyla rolü olan tüm gerici güçler tarafından, kendi çıkarları ekseninde ele alınmakta ve kendi çıkarlarına uygun sonuçların yaratılması için “fırsata” dönüştürülmek istenmektedir. Düzeyi ve kapsam alanı, Türkiye-Rusya arasındaki krizle sınırlı olmayan, Rus savaş uçağının düşürülmesi olayında, hemen başından ABD ve AB’nin desteğini arkasına alan Türk devleti, Rusya’ya karşı adımlarını bu güçlerin stratejik planları ekseninde şekillendirmiştir. Üzerinde fırtına koparılan somut mesele, uçak düşürme olayı olsa da, bu vesileyle gündeme gelen olgular, emperyalist güçlerin ve Türk devletinin Ortadoğu ve Suriye üzerindeki egemenlik planları oluşturmaktadır. NATO ve ABD’den gelen açık destekle, Türk devletinin kendisini Batılı emperyalistlerin çıkarlarına somut gelişmeler ekseninde entegre etmesi (bu Türk devletinin ABD başta olmak üzere batılı emperyalistlerle var olan stratejik ortaklığında yeni bir şey değildir. Sürecin somut gelişmelerinde somut ortak “yeni” adımların atılması olarak algılanmalıdır) bu olay akabinde “yeni” somut adımlara dönüşmüştür. Türk devleti Başbakanı Davutoğlu’nun meydan okuyuşu bile, ABD ve AB’li emperyalistlerin desteğinde “güç” kazanmıştır. Kuşkusuz Türkiye devleti açısından sadece sorunun bu boyutu yoktur. Süreç itibarıyla çöken Suriye ve Ortadoğu politikasını, ayakları üzerine yeniden dikmek için, uçak düşürme olayı zemin yapılmaya çalışılmıştır. “Sınırlarımızın güvenliği, ülkemizin bu ateş çemberi içinde bekası, vatandaşlarımızın hayatı ve izzeti söz konusu olduğunda her türlü fedakârlığı yapacağımızı ve her türlü tedbiri alacağımızı da cümle âlemin bilmesini isteriz. Hava ve kara sınırlarımızı kim ihlal ederse ona karşı her türlü tedbiri almak hem uluslararası hakkımızdır hem de ulusal görevimizdir” Hemen uçak düşürme vakasının ardından Davutoğlu’nun ağzından “iradeleşen” Türk devletinin bu tutumu; “yeni halife” Erdoğan’ın “ılımlı” görünen sorunu büyütmeme yaklaşımını gölgede bırakmış ve Türkiye-Rusya krizinin esas yönünü teşkil etmiştir. Türk devletinin mevcut temsili
olarak, Erdoğan ve Davutoğlu’nun, Suriye’ ve Ortadoğu “seferlerinden” muzaffer çıkmış generalin edasıyla, Rusya’yı dize getirmiş tarzda celallenmesi, gerici şovenist-milliyetçi dalgayı “şahlandırmak” için, iç kamuoyu yaratma maksatlıdır. Yoksa sınırın öte tarafında, kendi iradeleriyle dillendirdikleri bir “zafer” yoktur. ABD ve AB’nin sınırlarını belirlediği kadar “gerginlik” siyaseti ve yine bu güçlerin çerçevesini çizdiği kadar “tansiyonu düşürme” çabası dışında, emperyalist efendilerinin çıkarlarına entegre ettikleri, süreçten kendi lehlerine biraz daha “ileri” statüde bölgeden pay kapma hülyası dışında, çıkınlarında bir şey bulunmamaktadır.
Türkiye-Rusya krizi, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da açık faşist uygulamaların “yeni” zemini olacaktır Rusya, Yunan, Ermeni, Rum düşmanlığı, askeri meseleler, vatan millet aşkı, devlet-i aliyye’nin kutsal çıkarları, milli hassasiyetler, şovenist, milliyetçi odakların genlerinde, bağnaz bir çatışma “dinamiği” olarak hazır bulunmaktadır. Ve bu merkezli yaratılacak bir atmosferle, geniş halk yığınlarının bu meselelere yedeklenmesi, gerici hâkim sınıflar için zor değildir. Tam da buradan hareketle, her türlü iç muhalefeti, devrimci-ilerici toplumsal dinamiği ezme seferleri gerçekleştirmek, hâkim sınıfların bu tür koşullarda başvurduğu yöntemlerdir. Bu anlamıyla Türkiye-Rusya krizi, derinleşmesi paralelinde; Türkiye-Kuzey Kürdistan’a daha barbar bir devlet terörü olarak yansıyacaktır. “Milli menfaatler” sopası, yasama, yürütme, yargı, askeri, iç tü-
zük hükümlerinde var olan faşist uygulamaların, daha sınırsız ve keyfi hayata geçirilmesinin vesilesi olacaktır. AKP özgülünde siyasal olarak iradeleşen, gerici Türk hâkim sınıfları,1 Kasım seçimleriyle elde ettikleri “avantajlı” sonucu, Türkiye-Rusya krizinin yarattığı “milli çıkarlar” baskılanmasıyla birleştirerek, Kürt ulusuna, devrimci-sosyalist güçlere, aydınlara, farklı inanç gruplarına, işçi sınıfı ve ezilen halk katmanlarına karşı, daha saldırgan bir tutum geliştireceklerdir. Yani, Tahir Elçilerin katledilmesi, Can Dündarların tutuklanması, sokakların kuşatılması, kitlesel katliamlar üzerinden tekbir sesleriyle kutlamaların yapılması, devlet-i aliyye’nin milli menfaatleri için rutin uygulamalar olması, dış politikadaki bu krizin büyümesi paralelinde yaşanacak güçlü ihtimallerdir.
Türk devleti, Rusya krizini, ABD-AB emperyalistlerinin bölgesel çıkarlarına göre yönetiyor Rusya uçağının düşürülmesinin asıl nedeni, teknik, hukuksal bir ihlal değildir. Özellikle Türk devleti tarafından bu zeminde yaratılmaya çalışılan hukuksal “meşruluk”, krizin esas yönünü teşkil etmemektedir. Sorun emperyalist bloklar arasındaki hegemonya çatışmasıdır ve Türk devleti bu çatışmada bir taraf olmanın rolünü oynamıştır. Rusya’nın, Suriye özgülünde Ortadoğu’da, askeri gücüyle açık rol alması ve elde ettiği hamle üstünlüğü, ABD-AB emperyalist güçlerinin ve Türkiye’nin siyasal manevrasının ve çıkarlarının daralması anlamına gelmektedir. Gerek alan tutma anla-
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
güncel analiz
09
patlayan krizin kodu: SU-24
mında gerek askeri teknik konumlanma anlamında ve gerekse de askeri operasyon kabiliyeti anlamında genişleyen Rus emperyalizmi müdahalesi, bölgede derinleşen Rus siyasal nüfuzu anlamı taşımaktadır. Buna bir sınırlama getirme ABD-AB emperyalist blok açısından güncel bir sorundu ve somut hareket tarzında bu sınırlamanın Türk devleti üzerinden yapılması güçlü bir olasılıktı. Uçak düşürülmesi meselesi bu niyetin mantıki sonucudur. Türk devletiyle Rusya’nın böylesine bir askeri sorunla karşı karşıya gelmesi ve bunun bir çatışmaya dönüşmesi, bölgenin sınırlarını aşan ve bir dünya savaşının fitilini ateşleyen bir sürece evirileceği tartışmasızdır. Mevcut koşullarda böyle bir sonucu istemeyen emperyalist güçler, krizi daha alt düzeydeki bir çatışmayla yönetmeyi, kendileri açısından zorunlu görmektedirler. Bu anlamıyla, sorun özgülü kullanılarak Rusya’nın bölge üzerindeki hamleleri daraltılmaya çalışırken, “tansiyonu düşürücü” yaklaşımlarla, süreç bir biçimiyle “uzlaşı” ile sonuçlandırılmak isteniyor. Türk devleti de mevcutta Rusya krizini, emperyalist efendilerinin bu stratejik planına göre yönetiyor. “Uzlaşıcı” taraf olması, sürekli Rusya ile görüşme talebinde bulunması, Rusya tarafından somutta krizin yaptırımı haline gelmiş diplomatik ve ekonomik ambargolar gündeme gelmeden hamle yapmaması, Rusya ile açık askeri bir çatışma ortamı yaratmadan, yaratılan fiili durumla Rusya’nın bölgedeki hareket kabiliyetini geriletme ve bunun karşısında kendi hareket alanını genişletme çabasıdır. Boğazlarda Montrö Sözleşmesi tehdidi, Bayırbucak Türkmenlerinin üzerinden askeri güç
olma ve alan tutma, bu stratejik planın taktik yönelimleridir. Rusya düşmanlığı üzerinden ABD ve AB ile stratejik planların jandarması olarak süreci örgütleyen Türk devleti, somut bazı adımlarla, Ortadoğu ve Suriye’de çöken siyasetine “yeni” bir yol haritası çizmek istemektedir. AB-Türkiye zirvesi, üyelik müzakerelerinin başlanması vaadi, mülteci akını için ayrılan 3 milyar euroluk bütçe, 2016 sonunda vize uygulamasının kaldırılması, stratejik olarak NATO ve ABD’ye kayıtsız bağlanmaya çalışılan Türk devletine verilen vaatlerdir. ABD, Almanya, Fransa başta olmak üzere, Batılı emperyalist güçlerin, Türk hava sahasını kullanması kararı ve Türk topraklarının üs haline getirilmesi planı, bu sürecin Ortadoğu ve Suriye üzerindeki stratejik planıdır. Bu konumlanışla bölge özgülünde emperyalist efendilerinin rolü ekseninde çatışmaya açık hale gelen Türk devletinin bilinçaltındaki planı, Rojava’da Kürtleri ezmek, Bayırbucak Türkmenleri üzerinden kendi denetiminde bir kontrol alanı açmaktır. Aynı biçimde Rusya emperyalizmi, Türkiye ile krizi, ABD-AB emperyalist bloğuyla çatışma bilinciyle ele almaktadır. Diplomatik ve ekonomik yaptırımlarla, Türk devletini hizaya getirmeye çalışan Putin yönetimi, bölge nazarındaki hamleleriyle de, kazandığı mevzileri genişletmeye çalışmaktadır. SU 400 füze rampalarının bölgeye yerleştirilmesi, askeri operasyonlarını, Türkiye ve ABD emperyalizminin üzerinden güç olmaya çalıştığı kesimler üzerinde yoğunlaştırması bu stratejinin bir ayağı olarak işletirken; Türk devletine karşı çıkarılan 6 maddelik yaptırım paketi, turizm ve spor dalları dâhil tüm ti-
caret alanlarını kapatması, görüşmenin ön koşulu olarak ,”özür dileme, zararın tazmini ve uçağı düşüren askeri personelin cezalandırılması” şartını koşması, var olan krizi bölge özgülünde benimsediği politik askeri hegemonya stratejisinin gereği ileri sürdüğü koşullardır. Mevcut krizin uçak düşürmeyi aşan bir kriz olduğunu bilen Rus emperyalizmi, bu gerekçeyle daraltılmaya çalışılan hareket tarzına, geniş alan yaratma hamlesi yapmaktadır. Somut çatışma Türkiye devleti üzerinden olduğu için, bunu Türkiye’ye karşı gerçekleştirdiği hamleler üzerinden yapmaktadır. “İktidar Türkiye’yi İslamlaştırıyor” ideolojik yönelimi üzerinden, Türk devletinin “IŞİD başta olmak üzere terörü destekliyor” suçlaması, hem uluslararası kamuoyuna hem de Rus kamuoyuna açık tavır alma çağrısıdır. Bu krizin Türkiye ile Rusya arasında açık askeri bir çatışmaya dönüşmeden bir düzeyde tutulması, mevcutta en güçlü ihtimaldir. Bürüksel ve Paris’te emperyalist güçlerin de müdahil olduğu görüşme trafiği, bunun güçlü verilerini vermektedir. Erdoğan’ın direk görüşme talebi Rusya tarafından somut karşılık bulmasa da, Rusya da mevcut durumda Türk devletiyle askeri bir çatışmayı bölge çıkarları açısından faydalı bulmamaktadır. Ama bu durum, aklın yolundan çıkmış, otorite hastalığından muzdarip güçlerin, kendilerini imha pahasına çatışma çılgınlıklarına girmeyecekleri anlamına gelmez. Ki, Rusya emperyalizminin karşı bloğu olan ABD-AB emperyalistlerinin stratejik müttefiki olan Türk devletiyle Rusya’nın, bu çatışmalı sürecin ileriki kesitinde karşı karşıya gelmeyeceklerinin garantisi yoktur. “Cadı kazanına” dönüşmüş, emperyalist saldırganlığın dizginsizleştiği Ortadoğu coğrafyasında, çıkarlarının iştahında gerici güç olarak konumlanan her güç, şu veya bu düzeyde karşı karşıya gelecektir. Bu genel ihtimalin dışında, somut olarak Türk devletinin, Rus uçağını düşürmesi ile başlayan süreçte, politikası “yeni” bir bataklığa sürüklenmektedir. Gerici olan, gericilikle ittifak halinde olan Türk devletinin, başka bir sonuç yaratma şansıda yoktur. Türkiye politikası, hareket ettiği müttefik güçleriyle birlikte (Türkmenler gibi), bir bataklığa doğru yol aldığı gerçektir. Rusya düşmanlığı üzerinden Batı ile ittifak pozisyonunu güçlendirse de, bölgede politikasına alan açma konusunda diyalog kurabileceği, İran, Irak gibi güçleri karşısına alması ve İran başta olmak üzere Esad ve Irak’a hareket sahası açması, Türk devletinin bölge siyasetinin bir diğer çözümsüzlüğünü oluşturmaktadır. Bunun karşısında çözümün Rusya, İran, Esad gerici ittifakında olduğu anlaşılmamalıdır. Türk devletinin bölge siyasetinin çarpacağı duvarlar bağlamında bunu ifade ediyoruz. Bölgedeki emperyalist talan siyasetinin gerici ittifak gücü olmuş, bölgede emperyalist talan siyasetinin ve kendi gerici siyasetinin saldırgan tutumunu örgütleyen Türk devleti, girdiği her çatışmada Türkiye-Kuzey Kürdistan halklarının çıkarlarını temsil etmemektedir. Emperyalist ve bölgesel gerici savaşlar “milli”, “vatan” savunması dâhil, hiçbir kavram üzerinden ezilen halklara mal edilemez. Türk devletinin “Yeni Osmanlıcı” planlarının, emperyalist gericilikle birleştirilerek, Ortadoğu üzerinden bir saldırıya dönüştürülmesi ve başka gerici emperyalist güçlerle çatıştırılması, ezilen halklarımızın çatışması değildir. Tüm ezilen halkların, işçi sınıfının, aydınların bu çatışmada taraf olmaması, bunun gerici niteliğinin teşhir edilerek, ilerici savaşımızın geliştirilmesinin zemini haline getirilmesi, dünya, bölge ezilen halklarının kardeşleşme sürecinin mihenk taşı olacaktır.
10
güncel analiz
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
“Yalancının mumu yatsıya” ampulü de uyanışa kadar yanar Irkçı faşist iktidarın, Tahir Elçi’yi hedef göstererek siyasi linçten geçirmesi, katliamın şartlarını hazırlaması ve sonunda katletmesinin nedenleri ortada ve açıktır. Nitekim iktidarın özel katliam mangaları görevi yürüten siyasi şube veya özel tim polislerinin Tahir Elçi’yi katlettiği gün gibi açık ve ortadadır. Hala halkın yüzüne bakarak “PKK katletti” demek alçakça bir iftira, adi bir manipülasyon ve “Yavuz hırsız ev sahibini bastı” yüzsüzlüğüdür Halkın yüzüne, gözlerinin içine baka baka utanmadan-sıkılmadan yalan söyleyen hayâsız bir burjuva iktidarla karşı karşıyayız. Ki bu karakter gerici egemen burjuva sınıfın ortak karakteridir. Yalan gerici sınıfların, burjuvazinin en kopmaz parçası, değişmez kültürü ve köhnemiş çürük karakteridir. AKP iktidarı da aynı sınıftan olup sınıfının karakterini en çıplak biçimde ve burjuva gerici hakkıyla temsil etmektedir. Hiç abartısız, mevcut iktidar cumhurbaşkanından başbakanına, milletvekilinden yandaş basınına ve tüm ulemasına kadar adeta bir yalan erbabıdır. Yalan ve riyakârlığı çirkefçe yapmaktan zerrece çekinmiyor bu suçlu güruh. Mumu bırakıp ampul kullanan bu yalan erbabı iktidar güruhunun yalancının mumundan devşirme ampulü en fazla halk kitlelerinin uyanışına kadar yanabilir. Yalancının mumu da ampulü de belli bir vakte kadar yanar. Ondan ötesi yalancı için en zifirisinden tam bir karanlıktır. Proletarya ve emekçi halk kitlelerinin uyanışı her türden burjuvaziyi tüm yalan, çirkef ve çürümüşlüğüyle o muazzam karanlığa gömülmesi demek olacaktır. Sakine Cansızların katliamında ne dedi bu iktidarın ilgili temsilcileri: “PKK’nin iç çatışması”, “İç hesaplaşma”, “PKK vurdu”… Evet, Sakine Cansızların katledilmesini PKK’nin üstüne yıkmaya çalıştılar. Bilerek yalan söylediler. Neden bilerek yalan söylediler? Kendilerini kurtarmak ve PKK’yi zan altında bırakarak suçlarından sıyrılmak için… O kadar mesnetsiz ve çirkefçe yalan söylüyorlar ki, yalanları kendilerini gülünç duruma düşürmektedir. PKK’liler katledildiği halde, “PKK yaptı” demektedirler. İnsanın kendisini vurması veya kendisine karşı katliam yapması ne kadar akla uygun ve inandırıcı olabilir? Ama bu kadar açık yalan söylemekten kurtulamıyor bu suçlu güruh. Yalan söy-
ledikçe teşhir oluyor, yalanlarının anaforuna batıyorlar… Meselenin özü neydi? MİT’in sızdırması elemanlar, PKK’nin şu veya burasına girip örgütlü görünerek MİT ve dolayısıyla iktidardan aldıkları talimatları uygulamalarıdır. Yani görevlendirildikleri üzere PKK’ye sızıp katliam yapıp çıkıyorlar… Sakine Cansızlar katliamında katliamı gerçekleştirenin MİT’in elemanı olduğu açıktı ve açığa da çıktı. Barış Süreci safsatası içinde bu katliamın soruşturulması kendiliğindenciliğe bırakılarak adeta kapatılmış, unutulmuş oldu… AKP iktidarı yargıyı ele geçirip tüm katliamlarını yargıya havale ederek üstünü bir biçimiyle örtüp geçiyor ya da yeni sansasyonel katliam ve suikastlarla bir öncekilerini unutturuyor… Mesela, Deniz Feneri davası ne oldu? Mesele Bilal’in ülke dışına çıkardığı paraların akıbeti ne oldu? Sıfırladığı paraların durumu ne oldu? Ya da savcı ve hâkimlerin görevden alınıp tutuklanmalarına yol açan, açılıp da bastırılarak kapatılan yolsuzluk soruşturmaları ne oldu? Dört bakan ve Bilal ile Reza Zarrab’ın durumu ne oldu? IŞİD’de silah götüren MİT Tırlarıyla ilgili gerçek ne oldu? (Yarın uluslararası mahkemeler açmazsa tabi…) Savcı tarafından MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın sorgulanmasının (engellense de) ya da sorgulanma girişimi olarak kalan ve Erdoğan tarafından fiilen engellenen bu gelişme-
nin akıbeti ne oldu? Hepsi ve daha fazlası unutulup gitti. Çünkü daha vahim ve vahşi gelişmeler gündemi meşgul etti. Canice katliam ve suikastla, topyekûn bir savaş saldırganlığı ve hatta ülkenin bir savaşın eşiğine getirilmesi gündeme geldi… Evet, dün Sakine Cansızlar katliamı için utanmadan bu yalanı söyleyenler ve Fidan’ın sorgu çağrılmasına neden olan gelişmede, yani PKK’ye çeşitli biçimde sızdırılan MİT elemanlarıyla İstanbul’da bir halk otobüsüne Molotof atarak genç bir kadının yanarak yaralanıp ölmesine yol açan saldırıyı “PKK yaptı” diyerek kirli eylemlerini PKK’ye yıkmanın peşinde koşanlar, yola mayın döşeyerek askeri araçlarının geçişinde patlatarak askerlerini öldürüp olayı PKK’nin üstüne yıkmaya çalışanlar, bugün alenen katlettikleri Tahir Elçi’nin katledilmesini de yüzsüzce PKK’nin üstüne yıkmaya çalışmaktadırlar… PKK’nin Tahir Elçi’yi katletmesinde nasıl bir gerekçe, nasıl bir neden olabilir, PKK’nin Tahir Elçi’yi vurması nasıl açıklanabilir? Tahir Elçi PKK’nin düşmanı değil, dostuydu. Katledilmesinin nedeni de PKK terör örgütü değildir söylemi veya düşüncesidir. PKK’yi terör örgütü görmeyen ve bunu son derece büyük bir cesaretle burjuvazinin yüzüne karşı haykıran Tahir Elçi’nin PKK tarafından öldürülmesinin anlaşılır ve izah edilir akla yatkın bir nedeni var
mıdır. Yok! O halde iktidarın yalanları kendilerinin gerçek yüzünü açığa çıkarmaktan başka bir işe yaramaz. Öte taraftan Tahir Elçi’nin iktidar tarafından katledildiği tüm görüntü ve gelişmelerle açıktır. Ve bu Irkçı faşist iktidarın, Tahir Elçi’yi hedef göstererek siyasi linçten geçirmesi, katliamın şartlarını hazırlaması ve sonunda katletmesinin nedenleri ortada ve açıktır. Nitekim iktidarın özel katliam mangaları görevi yürüten siyasi şube veya özel tim polislerinin Tahir Elçi’yi katlettiği gün gibi açık ve ortadadır. Hala halkın yüzüne bakarak “PKK katletti” demek alçakça bir iftira, adi bir manipülasyon ve “Yavuz hırsız ev sahibini bastı” yüzsüzlüğüdür. Büyük bir savaş saldırganlığı ve ırkçı faşizm ile yürütülen katliamlar, gerçekleştirilen suikastlar ve cinayetler, amansızca uygulanan baskılar ve hayâsızca söylenen yalanlar komprador tekelci burjuva iktidarın çürümüşlüğünü göstermekle birlikte, bu koşullarda oluşan birikimlerin büyük bir uyanış ve başkaldırıya uygun zemin sunduğu açıktır. Kendiliğinden uyanan halk kitleleri gerçeği önümüzde dururken, bu uyanışı hızlandırmak için iradi çaba ve çalışmaları yoğunlaştırmak şarttır. Kendiliğinden uyanış yetersiz ve sonuçsuz bir eylemdir. Bu uyanışın bilinçli bir harekete dönüştürülmesi bu yalan iktidarın karanlığa gömülmesi olacaktır.
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
güncel analiz
11
Can Dündar yalnız değil(mi)dir… Geçtiğimiz günlerde Küba’nın başkenti Havana’da FARC ve Kolombiya devleti arasında Küba Devlet Başkanı Raul Castro’nun da hakem olarak dâhil olduğu bir görüşme gerçekleştirildi. 2012’de Oslo’da başlayan görüşmelerin artık bir olgunluğa eriştiği ve 2016 Mart ayında imzalanması öngörülen bir anlaşma sonrası FARC’ın 2 ay içinde silah bırakacağı kamuoyuna duyuruldu Zorba siyasi iktidarlar açısından kurmuş oldukları korku imparatorlunun temellerini sarsabilecek en güçlü tehdit çıplak gerçektir. Ayrıcalıklı bir azınlığın çıkarlarını genelin çıkarlarıymış gibi kanıtsattırma düzenini ‘kral çıplak’ diyen bir küçük çocuk tarumar edebilir. Tarih boyunca burjuvazinin ezilen sınıfların muhalefetiyle baş etme korkusu; yaşadığı ülkelerde yönetim biçimin faşizme dönüşümü biçiminde çok net bir şekilde görülmüştür.1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya’da yükselen devrim dalgası korkusu ile Hitler’in iktidara giden yolunda önündeki engellerin burjuvazi tarafından temizlenmesi bu gerçeklikle doğrudan ilişkilidir. Ve sonrasında basının başına gelenler herkesin malumu olup bugün ülkemizde yaşananlarla oldukça benzerdir. Bilgi günümüz dünyasının en önemli silahıdır. Ve egemenler onu denetim altına almak için milyarlarca dolarlık yatırımlar yapmaktan kaçınmamaktadır. Ancak bu, mavi bir gökyüzünü kara bir çarşafla kaplamak kadar beyhude bir çabadır. Yasama, yargı, yürütme kurumları üzerinden kendini örgütleyen devlet aygıtı içerisinde basının dördüncü güç olarak anılması tesadüfî değildir. Bu sivil ve iktidarları yıkabilecek kadar etkili olan dördüncü gücün, devlet aygıtının hışmına uğraması bu topraklarda uzun yıllardır yaşanan ve ‘kanıksattırılmaya’ çalışılan bir olgudur. İttihat Terakki’nin Serbesti Gazetesi başyazarını öldürmesinden, Kemalistlerin sol görüşlü Tan Gazetesi’ni yağmalayıp yakmasına, İpekçi, Mumcu suikastlarından, Özgür Ülke’nin bombalanmasına, sosyalist, yurtsever gazetecilerin ‘terör örgütü üyesi olma’ klişesi ile on yıllara varan hapis cezaları almalarına kadar faşizm hep bir süreklilik arz eder. 90 yıllık Cumhuriyet tarihinde örgütlü halk hareketinin mücadele düzeyine paralel olarak, basın üzerindeki sansür, sistematik olarak iniş ve çıkış gösterse de her dönem sürmüştür. Geniş kitlelerin algı yönetimi ile yönlendirileceği Gobbels’in
Alman halkını Hitler’e yedekleme pratiğinde de çok açık görülmüştü. Bunun için gerçeğin ve farklı düşünce kanallarının önünü kapamak kendi yalanlarını ise dört bir koldan pompalamak gerekmektedir. ‘Halka sürekli ve büyük yalanlar söyleyin bir süre sonra inanmaya başlayacaklardır.’ AKP iktidarının siyasetine uzun bir zamandır yön veren bu prensiptir. Geniş kesimler medya aygıtları tarafından sarılmış bir şekilde maniple edilmektedir. Kendileri gibi düşünmeyen herkes ötekileştirilip düşmanlaştırılmaktadır. Siyaseti düşman-
için iyi bir örnektir. TSK ve Kemalist paradigmayı geriletme de AKP ve Taraf Gazetesi ittifakı, iktidar mücadelesi çatışmalarında medyanın tayin ediciliği bir kez daha bize gösteriyordu. AKP gazetecilere yönelik uzun bir süredir medya patronları üzerinden ekonomik ve siyasal baskı yapmayı ‘normalleştirmişti’. Önceleri köşe yazarlarına maaşlarını ödemelerine karşın yazı yazdırmayan patronlara, artık bu özgürlük de tanınmamaktadır. İktidar karşıtı bir yazarın susturulması yeterli değildir mutlak surette mağdur da edilmelidir. Bu san-
larımız ve biz denklemine indirgemek; o topraklarda yaşayan insanların içine nefret tohumu ekme edimidir. AKP’nin basına yönelik saldırıları; işten attırma, hapse atma, fiziki şiddete maruz kalma ve katledilme başlıkları altında ele alınabilir. Basının, medyaya dönüşme süreci ile gazetecilerin teslim alınması birbirine paralel ilerler. Sermayenin, ulusal gazeteleri, holdingleri bünyesine katması ile başlayan bu süreç medya tekellerini de beraberinde getirdi. Bu tekeller için, gazeteler, şirket çıkarlarının arttırılmasında kullanılacak bir araçtan öte anlam taşımıyordu. Siyasi iktidarla yaşanan çıkar çatışmalarında cepte tutulan gizli bir silah olmuştur. Uzan Grubu’nun 2002 yılında elindeki medya gücünü kullanarak siyasi programı komedi filmi senaryosundan hallice olan Genç Parti’yi kısa bir sürede %7,25 olan bir siyasi aktöre dönüştürmesi, medyanın kitleler üzerindeki etkisini anlamak
sürcü siyaset sonucu yüzlerce gazeteci işini kaybetmiştir. Sonrasında baskının vardığı nokta düşünüldüğünde sadece işini kaybeden gazeteciler kendini şanslı sayar bir noktaya gelmiştir. Ahmet Şık, Nedim Şener ve Mustafa Balbay gibi gazeteciler paralel savcıların düzmece iddianameleri ile yıllar süren bir hapis cezası ile karşı karşıya kalıyordu. Basın özgürlüğü gazetecilerin yazıklarına göre savunulacak bir olgu değildir. Her sosyalist aynı zamanda iyi de bir demokrattır. Bu görüşlerine katılmasa bile gazetecinin bunları ifade edebilme hakkını savunmada takınacağı tavır ile doğrudan ilintilidir. Fakat şu da bir evrensel realitedir ki; sanat ve basın doğası gereği dünyanın her yerinde muhaliftir. Egemen olanı sorgular ve onunla çatışır. Demokratik toplumlarda bu çatışma sistemin kendini yenilemesine katkı olarak algılanır. Hitler iktidarının ilk uygulamalarından Gazetecilik Kanunu; ga-
zetecileri kamu görevi yapan devlet memurları haline getirmek olmuştur. Ülkemizde de iktidarın kara propaganda aygıtı görevi gören ve basın yelpazesinde içinde sayılması doğru olmayan ‘Havuz Medyası’ gazeteciliği iktidarı desteklemek olarak ifade edilmektedir. Gazetecinin görevi devlet erkine methiyeler dizmek değildir. Bunun adı da gazetecilik değildir. Azadiye Welat Gazetesi Adana dağıtımcısı Kadir Bağdu’nun iktidar güdümlü katillerce öldürülmesi, Ahmet Hakan’ın içlerinde polis memuru da olan çetelerce darp edilmesi ve son olarak Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmesi Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanması ile basın ve ifade özgürlüğü belki de en kara günlerini yaşamaktadır. Binlerce insan sosyal medya üzerinden ‘Can Dündar Yalnız Değildir’ demesine karşın mahkeme önünde yayın yapan bir gazeteci arkadaşının sitemkâr bir şekilde aktardığı, bir avuç insanın ülkedeki demokrasi ve ifade özgürlüğü konusundaki hassasiyetinin turnusol kâğıdıydı adeta. Sosyalist basın üzerinde on yıllardır estirilen devlet terörü artık iktidar karşıtı tüm kesimleri hedef almada tereddüt göstermemektedir. Mit Tırları ile Ortadoğu’daki cihadist çetelere silah taşınması uluslararası savaş suçu kapsamında ele alınacak kadar ciddi bir konudur. Bu çeteler her gün bu silahlarla sivil insanları katletmektedir. Böylesi bir savaş suçunun üzeri ‘devlet sırrı’ denilen muamma ile örtülemez. Sosyalist-yurtsever basının bombalamalar, para ve hapis cezaları, sistematik toplatmalar, dağıtım ağlarından çıkarılma gibi her türlü faşizan ve anti-demokratik uygulamalara karşın yaşattığı özgür basın geleneğinin önemi, iktidarla bir şekilde ayrışan sistem içi basının yaşadıkları üzerinden düşünüldüğünde daha iyi anlaşılmaktadır. Basının birincil görevi; gerçekleri halka anlatmaktır. Çünkü gerçekler devrimcidir. Dünya üzerindeki pek çok ülkede yaşanan siyasi yolsuzlukların basın tarafından açık edilmesi sonrası birçok bürokrat ve devlet başkanı istifa etmek zorunda kalmıştır. Türkiye’de yaşanan ve açık olan yolsuzluk skandallarını düşününce Murathan Mungan’ın bir yazısında dediği gibi ‘Türkiye’de her şey olabilirsiniz ama rezil olamazsınız’ realitesi AKP özgülünde ülkemizde ete kemiğe bürünmüştür. Sosyalist-yurtsever basın için habercilik; iktidarı rezil etme denkleminin çok daha ötesinde çürüyen-çürüten burjuva devlet aygıtına karşın başka bir dünyanın daha var olduğu basın, ifade ve eylem özgürlüğünün emekçilerin çıkarlarını amaç edinen böylesi bir dünyada nihai olarak anlam bulabileceğini anlatmaktır.
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
Tahir Elçi cinayetiyle Erdoğan/A Bugün aktüel olan saldırganlık ve baskılara karşı direnmekten söz etmek yetmez. Bu faşizmin pervasızca yürüttüğü kitlesel katliamlar, hunharca ve alenen gerçekleştirdiği cinayet ve suikastlar karşısında devrimci savaştan ve bu savaşın yükseltilmesinden bahsetmenin yeri ve zamanıdır. Proleter devrimciler açısından sorun nettir. Bu iktidarın devrimci zora dayalı bir sınıf devrimiyle alt edilmesi şart ve zorunludur. Bu devrimin silahlı mücadele ve savaş biçiminde, proletarya ve geniş emekçi halk kitlelerin bir sınıf devrimi olması bir o kadar şarttır. Bu görev değişmez bir perspektiftircaktır Erdoğan/AKP güruhu hiçbir çekince duymadan ölçüsüz bir pervasızlık içinde ağır faşist baskılar uyguluyor, anlaşılmaz bir cesaretle kitlesel katliamlar başta olmak üzere her türden katliamlara imza atıyor. Her uygulaması ve pratiğiyle tam bir darbe yönetimi sergiliyor, faşist diktatörlüğü en koyu boyutlarda yaşatıyor. Hiçbir engel ve yasa tanımıyor, insani hiçbir değer taşımıyor. Bilakis ırkçı faşist bir saldırganlıkla halk düşmanı karakterini katıksız biçimde ortaya koyuyor. Muntazam bir tekçilik uygulayarak her türden ifade ve irade beyanını katlederek yanıtlıyor. Tek adam diktatörlüğünü en amansız saldırı ve katliamlarla yaşatmaya çalışıyor. Kendinden başka bir sese tahammül etmiyor, azgın faşist baskıları varlığının tek koşulu olarak uyguluyor. Bu güruh, “Teröristleri kazılan kanallara gömeceğiz” diyor, akabinde katlediyor adeta kanallara gömüyor Kürtleri. “Son teröriste kadar kökünü kazıp bitireceğiz” diyor, çocuklardan aydınına kadar her Kürdü kurşunluyor, katlediyor… Varto’da, Cizîr’da, Farqîn’de, Sur’da yaptığı katliamlara ara vermeden devam ediyor. “PKK terör örgütü değildir” diyen Amed Baro Başkanı Tahir Elçi’yi, “Savaşa, çatışmaya karşıyız, barış istiyoruz” dediği anda kurşunlayarak katlediyor, gazetecileri yaptıkları haberden dolayı hapse atıyor…
Bütün bunları yaparken açık adresini vermekten, yani katliam ve suikastların açık adresi olmaktan zerrece çekinmiyor. 2023 hedefleri doğrultusunda katliam, cinayet ve baskıları alenen ‘ben yapıyorum, yaparım’ diyor! Sınıf karakteri ve halk düşmanı faşist niteliği ile Kürt düşmanlığını ortaya koyduğu gibi, bunun gereğini yapıyor. Ne ki, faşizme yeni boyut getirecek düzeyde tasavvur edilemez boyutta korkunç ve gerekçe bile uyduramayacak katliamlara imza atıyor. IŞİD barbarlığıyla kol kola “Yeni Osmanlıcılık” hedefiyle harmanlanmış komprador tekelci faşist diktatörlük biçimini sergiliyor. “Kamu düzenini sağlama” safsatası altında tüm faşizmini meşru görüp Kürtlere soykırım, muhalif ve alternatif güçlere akıl almaz baskıları reva görüyor. İktidarına karşı duran her direnci, ister sözle karşı çıkıyor olsun isterse haberle ve isterse silahla olsun “Hepsini ezer yok ederim” diyor. Gizlenme gereği duymuyor çünkü vermek istediği mesaj zaten budur, yaratmak istediği korku zaten budur. ‘Ben iktidarım, gücüm ve devlet elimdedir, bana karşı durana bunu yaparım, hiç çekinmeden katlederim, en vahşi biçimde öldürürüm’ diyor ve dediğini yapıyor. Böylece toplumu, muhalefeti korku atmosferine alarak sindiriyor, egemenlik ve iktidarını pekiştirerek korumaya çalışıyor… 1 Kasım Erken Genel Seçimleri’nden önce topyekûn bir savaş ve faşist baskı terörü başlatıp saldırganlığını tırmandırarak ülke tarihinde görülmemiş büyüklükte kitlesel katliamları alenen gerçekleştirip toplumu korku baskısı altına alıp seçim sonuçlarını istediği gibi çıkardı bu güruh. Bu tecrübeden hareketle aynı pratiği uygulamaya devam ediyor. Barbarca katliamlar yapıp, suikastlar gerçekleştirerek iktidarını koruyup başkanlığa ve ileriye dönük diğer planlarını gerçekleştirmek istiyor. 1 Kasım öncesi gerçekleştirdiği vahşi katliamlar karşısında hiçbir sorumluluk yüklenmeyen ve hesap vermeyen, bilakis faşist şiddet ve katliamlarla seçimleri kazanan güruh, buradan aldığı kuvvetle faşist saldırganlığına, canice katliamlarına ve faşist baskılarına devam etmektedir. Tahir Elçi’yi bu rahatlıkla katlediyor, Can Dündar ve Erdem Gül’ü bu rahatlıkla tutukluyor, hatta MİT Tırları soruşturmasında generalleri bu rahatlıkla tutuklatıyor… Kudurgan bir faşist baskı, ırkçı-kafatasçı bir gerici savaş ve katliamcı saldırganlık konseptiyle büyük bir faşist dalga geliştiren Erdoğan/AKP güruhu, gerçekleştir-
diği bu kanlı faşist diktatörlükle toplumu korku iklimine sokarak sindirip susturmayı hedeflerken, toplumun dinamik kesimlerine ve özellikle en diri siyasi-askeri güç durumundaki Kürt Ulusal Hareketi’ne, dolayısıyla Kürt ulusuna, aydın, yazar tüm ilerici kesimlere mesaj vermek istemektedir. “PKK terör örgütü değildir diyen Tahir Elçi’nin akıbeti budur, sizler de ona göre konuşun!” demekte, bu mesajı vermektedir. Tahminleri dahi zorlayan bir pervasızlık örneğiyle, tabi ki iktidar-başkanlık sevdası ve “sessiz devrim” argümanıyla hedeflediği “Yeni Osmanlıcılık” hayali uğruna ülkeyi Rusya ile savaşın eşiğine getirip, Suriye eksenli politika ve pratiklerle bizzat savaşa sokmaktan çekinmeyen absürt sıra dışı bir faşist iktidarla karşı karşıyayız. Açıkları ve yaraları çok olan ve bundan dolayı dört bir yana saldırarak sonunu hızlandıran ruh hali bozuk ve dengesiz bir faşist iktidarla karşı karşıyayız. “Her türden milliyetçiliği ayaklarımızın altına aldık”, “Kürt sorunu vardır, bu sorunun çözümü siyasi zeminden geçer, yıllarca uygulanan savaş ve askeri-güvenlikçi politikalar sonuç vermedi” diyerek Kürt Ulusal Hareketi’yle müzakere masasına kadar ilerleyen ve seçimlerde kaçırdığı başkanlık fırsatından sonra ırkçı Türk milliyetçiliğinin şampiyonu kesilip Kürt ulusuna
karşı adeta bir soykırım saldırganlığı yürüterek “Çözüm-Barış Süreci”ni kişisel hırslarına feda eden keyfiyetçi, ikiyüzlü, tutarsız ve yalancı bir faşist iktidarla karşı karşıyayız. Kürtlere barış diyerek soykırım uyguluyor, demokratikleşmeileri demokrasi diyerek ırkçı milliyetçiliği de aşan kişi diktasında ifade bulan tekçiliği uyguluyor, komşularla sıfır sorun diyerek tüm komşu ülkelerle çatışma ve düşmanlık nifakı olarak savaş batağında yüzüyor. Emperyalist efendileriyle yaptığı anlaşmalar önümüzdeki kısa dönemde sonuçlarını göstererek Erdoğan/AKP iktidarının bir felaket iktidarı olduğunu açıkça ortaya koyacaktır. Seçimleri kazanmak için kitlesel katliamları devreye sokmakla yetinmeyen bu iktidar, bizzat Başbakan Davutoğlu ağzından; “Bizi tek başına iktidar etmezseniz Beyaz Torosların devri başlar” diyerek savurduğu tehditleri seçimleri kazanmasına rağmen fiiliyata döküyor. HDP Eş Genel Başkanları’na yapılan ama başarısız kalan suikast girişimleri, HDP’li kadın milletvekillerine özel tim polislerince yapılan başarısız suikast girişimi ve siyasi cinayetler, Tahir Elçi cinayetiyle Kuzey Kürdistan’da yapılan diğer katliamlar Kürtlere dönük soykırımcı politikaların devrede olduğunu gösteriyor. Neresinden bakılırsa bakılsın bu iktidar felakete
perspektif
AKP faşizminin sınırsız tırmanışı
doğru gidiyor ama beraberinde toplumu da felaketlere sürüklüyor… Bu iktidar sadece Kürtlere düşman, sadece devrimci ve sosyalistlere düşman, sadece halka düşman değildir, aynı zamanda aydın ve ilerici olan her şeye, her dinamiğe ve bunun da ötesinde çağdaş yaşam ve dünyaya da düşmandır. İsterse ılımlısından olsun İslam’ın en bağnaz genlerini taşıyan şeriat eksenli olmakla birlikte, Erdoğan/AKP iktidarı; “Yeni Osmanlıcılığa” ve dolayısıyla padişahlığasultanlığa öykünerek şeriat kanunlarıyla komprador tekelci burjuva niteliği harmanlayan bir bakıma melez bir faşist diktatörlüktür. Bu iktidarın söz konusu baskı ve saldırganlığı devrimci direnişi koşullayan direniş konusu iken, bu saldırganlığının savaş konseptiyle yürütülmesi ve bu savaş konseptinin de en kirli savaş biçimi olan sivil kitlelere dönük kitlesel katliamların gerçekleştirilerek siyasi cinayet ve suikastların gerçekleştirilmesi niteliğine varması, devrimci direnişin devrimci savaş biçimine evirilmesini zorunlu kılmaktadır. Artık baskı ve saldırılara karşı direniş tavrından, katliam ve suikastlarla tırmanan faşist saldırganlığa karşı savaş tavrına geçme kendini dayatmıştır. Sınıf çelişkileri ve mücadelesi zemininde zaten meşru olan devrimci savaş bugün bir kez daha meşruluğunu kanıtlamıştır. Kısası
bugün aktüel olan saldırganlık ve baskılara karşı direnmekten söz etmek yetmez. Bu faşizmin pervasızca yürüttüğü kitlesel katliamlar, hunharca ve alenen gerçekleştirdiği cinayet ve suikastlar karşısında devrimci savaştan ve bu savaşın yükseltilmesinden bahsetmenin yeri ve zamanıdır. Proleter devrimciler açısından sorun nettir. Bu iktidarın devrimci zora dayalı bir sınıf devrimiyle alt edilmesi şart ve zorunludur. Bu devrimin silahlı mücadele ve savaş biçiminde, proletarya ve geniş emekçi halk kitlelerin bir sınıf devrimi olması bir o kadar şarttır. Bu görev değişmez bir perspektiftir. Kuşkusuz ki, proleter devrimciler bu iktidara karşı tüm meşru mücadeleyi kullanarak Sosyalist Halk Savaşı perspektifiyle hareket edecektir. Bunda bir tereddüt yoktur. Ancak mevcut iktidarın düşman olduğu kesimlerin bu mücadelede yer alması sağlanmak durumundadır. Bu görev de proleter devrimcilerin ideolojik-politik perspektif ve siyasetleriyle karşılanmak durumundadır. Devrimci sınıf ve katmanların, yani devrimden menfaati olan geniş halk kitlelerinin bu mücadelede birleştirilmesi elzemdir. Taktik politikada mümkün olan en geniş ölçekte esnekliğin güdülerek faşist iktidar ve hâkim sınıflar karşıtı devrimci cephenin yaratılması bu görevlerin acil olanıdır.
Şüphesiz ki, daha da acil ve stratejik olan yönelim, silahlı eylemin geliştirilerek Sosyalist Halk Savaşı’nın ilerletilmesidir. İktidarın düşman olduğu geniş yelpazeye uygun tarifi, bu geniş yelpazenin devrimci politika ve çizgi ekseninde biçimlenmesini gerektirmektedir. Büyük burjuva sınıf muhalefetinin çaresizlik içindeki ahvahlarıyla bu iktidarın aşılamayacağı açıktır. Komprador tekelci burjuva iktidarın aşılması yetmez. Onun devrimci yolla alt edilmesi tek çaredir. Sıranın kendisine geleceğini gören burjuva kesimler panik ve arayış içindedir. Ne ki, faşist iktidarın aşılması da bunlara havale edilemez. Fakat devrimci gerçek günbegün devrimci yolu kanıtlanmakta, pasifist ve reformist tasfiyeci akımları mahkûm etmektedir. Burjuva muhalefetin, seçim oyunlarının, gerici iktidar dalaşlarının kifayetsiz olduğu gün gibi açığa çıkmıştır. Silahlı mücadele ve devrimci savaş karşıtları ya da ideolojik düşmanları faşist iktidarın pervasız baskı ve katliamları karşısında dumura uğramış durumdadır. Devrim ve silahlı mücadele seçeneği tüm meşruluğuyla kendisini dayatmış durumdadır. Gerici sınıf diktatörlüklerinin faşist iktidar tecrübesi proletarya ve emekçilere sınıf devrimi seçeneğini dayatmaktadır. Bu iktidarların alternatifinin burjuva cenahtan çıkmayacağı tekrar tekrar kanıtlanmaktadır. Alternatifin devrimci sınıfların savaşımı olduğu kesindir. O halde yasalcı reformist anlayışların kendisini devrimci kalıptan geçirmesi ertelenemez ihtiyaçtır. Aynı biçimde geniş halk kitlelerinin gerici düzen partilerinden medet umarak peşlerine takılma yanılgısından kurtulmasının zamanı da gelmiştir. Bu zeminde proleter devrimcilerin halk kitlelerini esas alan ajitasyon-propaganda ve gerici sınıf düzeninin siyasi teşhirini yapan çalışmalara ağırlık vermesi zorunludur. Bu çalışmalar demokratik eylem biçimlerinden silahlı eylemlere kadar en geniş ölçekte pratikleştirilmek durumundadır. Halk kitlelerinin birliğini ve birleştirilmesini hedefleyen, halk kitlelerine güven veren ciddi devrimci eylemlere yönelen bir politik-pratik yönelim geliştirilerek örülmek durumundadır. Aynı zemin ve hedef bağlamında devrimci, demokratik ve sosyalist güçlerin ittifak ve birlikleri küçümsenmeden devreye sokulmak durumundadır. Karşıdevrimin saldırılarına karşı bu cephenin pratikleştirilmesi yaşamsal önemdedir. Gerici savaş hukukuyla yönetilen, azgın katliam ve ağır baskılarla estirilen devlet
terörü şartlarında devrimci savaştan başka çıkar yol yoktur. Kuzey Kürdistan başta olmak üzere tüm ülkede yoksul halkların üzerinde eksilmeyen faşist baskı, katliam ve cinayetlerin büyüttüğü acı ve gözyaşları ancak devrimci savaş ve direnişle yenilebilir. Birçok azınlık ve ulustan ülke halkları ve özelde de Kürt ulusunu koyu bir baskı ve kıyım cenderesine alan Erdoğan/AKP sultasının eseri sadece bu yaşananlarla sınırlı kalmayacaktır. Emperyalist anlaşmalar ve bu anlaşmaların gereği olarak, AKP güruhu ülkeyi savaşın eşiğine getirmiş durumdadır. Giderek keskinleşen savaş koşulları daha büyük acı ve daha büyük katliamlara tanıklık yapmaya adaydır. Emperyalist oyunlar zemininde bir kukla olarak Suriye batağında Rusya ile keskin çelişkilere sürüklenen ülke, ağır ekonomik koşullara paralel ağır siyasi şartlara gebedir. Erdoğan/AKP güruhunun bu eseri ülke halklarına fatura edilerek yaşamı çekilmez kılacaktır. Demokratik şartların sonuna kadar kırpılması, ekonomik şartların ağırlaştırılarak hak gasplarının artması, baskı ve katliamların tırmanması yakın döneme damga vuran gelişmeler olacaktır. Kısacası gelişmelerin yönü koyu katmerli baskılarla azgın bir faşist terörü işaret etmektedir. Tahir Elçi cinayeti iktidarın portresi ve gidişatının açık göstergesidir. Basında hedef gösterilmek suretiyle ve aleni bir şekilde Tahir Elçi’yi katleden bu iktidarın işlemeyeceği cinayet, gerçekleştirmeyeceği katliam ve uygulamayacağı bir barbarlık yoktur. Tahir Elçi cinayeti Erdoğan/AKP güruhunun faşizminde adeta yeni bir aşamaya olarak, “özgürce konuşana ölüm müstahaktır” pratik sürecidir. Bu aşama “Beyaz Toros”larla tekbir çeken özel tip polisinin aleni katliam ve cinayetlerle Kuzey Kürdistan’da devreye girdiği ve ülke genelinde koyu gericilik döneminin geniş kapsamlı faşist baskılarla katmerli olarak uygulandığı tekçi ve sultancı tek adam firavunluğu biçiminde karakterize olacaktır. Buradan çıkan sonuç, bu iktidarla dişe diş bir mücadelenin kararlı biçimde verilmesinin zorunluluğu temelinde yeniden ve yeniden devrimci sınıf savaşının geliştirilmesi ihtiyacıdır. Her millet ve milliyetten proletarya ve emekçi halkların birliğinden başka çare, Sosyalist Halk Savaşı ile devrime yüklenmekten başka yol yoktur!
14
güncel analiz
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
Düşürülen Rusya uçağı ve derinleşen emperyalist dalaş Emperyalizm ve bölgesel gericilikler, kan deryasına çevirdiği Ortadoğu coğrafyasında, ezilen halklara, yarattıkları büyük sorunlar üzerinden gerici “çözümler” dayatmaktadırlar. Biri; mutluluğu “cennette” vaat eden, şeriatçı, Sünni İslam bayrağı altındaki yaşamdır. Diğeri de; emperyalist dünya gericiliğinin bölgeyi paylaşımda, ezilen halklara verdiği, kayıtsız, şartsız itaat rolüdür. Bunun somut karşılılığı, bölgenin yeniden paylaşımı, emperyalist gerici savaşta ezilen halkların “taraf” olmaya zorlanması, olağanüstü askeri yönetimlerle, toplumun kılcal damarlarına kadar yaygınlaştıran sömürü yönelimleridir. Her iki durum da barbar emperyalist gericiliğin hegemonyasına hizmettir. Anti-emperyalist, anti-feodal, antifaşist, anti-kapitalist toplumsal dinamiklerin mücadelesi, emperyalizmin tüm toplumsal gerici ittifak güçleriyle birlikte bölgeden çıkarılması, bölge halklarının barış içinde yaşamalarının tek çözümüdür Türkiye-Suriye sınırında, Türk devleti tarafından düşürülen Rus savaş uçağı ve akabinde yaşanan gelişmeler ile bu fiili durum üzerinden “taraf” olarak irade beyan eden uluslararası gerici güçlerin süreci ele alış biçimleri; bölgede, emperyalist gerici güçler arasındaki dalaş ve çatışmanın ne kadar derinleştiğini ve bu çatışmanın bundan sonra nasıl bir politik strateji ile uygulanacağı konusunda birçok veriyi “yeniden” güncellemektedir. Her şeyden önce bu sorun, “sınır ihlali” gibi askeri-teknik bir sebepten dolayı yaşanan bir “uçak düşürme” vakası değildir. Askeriteknik bir sorun olma özelliğini, bölgede ve uluslararası alanda yarattığı sonuçlarla aşan meselenin asıl özü, emperyalist bloklar ve bu emperyalist gerici blokların bölgedeki işbirlikçi güçleri arasındaki çatışma ve hegemonya savaşının neden sonuç ilişkisidir. SU24 tipi Rus savaş uçağının Türk devleti tarafından düşürülmesinin ardından, uluslararası, bölgesel ve Türkiye-Rusya iç siyaseti nazarında ortaya çıkan tepkiler ve yönelimler; bu “sorunun” bölgenin yeniden paylaşımı
için hegemonya çatışmasında olan büyük emperyalist güçler (ABD ve Rusya merkezli karşıtlı gerici güçler) ve bölgesel gericilikler arasındaki hegemonya savaşının bir devamı olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Yoksa “sınır ihlali”, uluslararası ve bölgesel düzeyde, ülkeler arasında ilk kez gündeme gelen bir sorun değildir. Bu gibi “ihlaller”, “uçak düşürme” biçiminde sonuçlanmadığı gibi, karşılıklı yönelimlerde uluslararası boyuta bu biçimiyle hiç taşınmamıştır. Salt bu yön bile ele alındığı zaman, Rus uçağının Türkiye-Suriye sınırında düşürülmesinin arka planında, derin emperyalist çelişkiler ve bölge üzerindeki stratejik planların var olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. Ortadoğu başta olmak üzere, Arap Yarımadası, Kafkaslar, Asya ve Latin Amerika gibi, sıcak gelişmelerin yaşandığı bölgelerde, emperyalizmin egemenlik kurma savaşı, büyük çatışmalar üzerinden şekillenmektedir. Emperyalist gerici güçler ve ittifakı konumundaki bölgesel gerici işbirlikçilerin, din, mezhep, ulus üzerinden, gerici zeminde kışkırttığı çatışmalar ortamı, sadece Ortadoğu’yu değil, yerkürenin her coğrafyasını çatışmalar ve savaş ortamına sürüklemiş durumdadır. Din, mezhep, ulus vb. gibi toplumsal kategoriler üzerinden kışkırttığı bu çatışmaların arka planında, Ortadoğu’nun yeniden paylaşımı, petrol ve doğalgazların denetimi ve enerji kaynaklarının naklediliş yollarının güvenliğini kontrolü altına alma hedefleri vardır. Yani özünde, Ortadoğu ve Arap Yarımadası başta olmak üzere, emperyalizm; sürecini “yeniden” örgütlüyor, dalaş ve çatışmalarla, egemenliğine göre bölgeyi “yeniden” dizayn etmeye çalışıyor. Ve bütün
bunların sonucu olarak, Suriye; üzerinde derinleşen çatışma, gericiliğin dalaşı ve hegemonya savaşı açısından “merkez üs” olmuş durumdadır. Rusya’nın Suriye’ye askeri fiili müdahalesi, İran, Esad, Rusya merkezli gerici blokun Ortadoğu başta olmak üzere, emperyalist hegemonyanın sürdüğü tüm sosyalsiyasal alanlarda aktif rol alma hamlesiydi ve bu hamle Rusya için, Suriye özgülünde niteliksel bir avantaja dönüşmüştü. Suriye-Türkiye sınırında düşürülen Rus uçağı, bu “üste” cereyan eden gerici emperyalist çatışma ile ele alındığında, gerçek tanımlanmış olur. Ki son dönemlerde yaşanan birkaç gelişme, emperyalistler arasındaki dalaşın, sosyal pratikteki karşılığı bağlamında güçlü bir referans noktası olmaktadır. Kısa başlıklarla; Türkiye-Kuzey Kürdistan, Lübnan, Suriye, Irak, Pakistan vb. coğrafyaların ardından, Paris’te kitlesel bir katliam gerçekleştiren IŞİD gericiliğinin saldırısı, uluslararası alanda ve bölgede oluşmuş statüleri yerinden oynattığı gibi, yeni gerici statülerin oluşmasına da zemin yaratmıştır. Ki IŞİD merkezli saldırılar, sadece bu gerici örgütün cihat sloganları üzerinden şekillenmiyor. Yüzyıllardır bölge üzerinde süren gerici emperyalist talanın ve emperyalist kamplaşmanın, toplumu yoksulluğa, açlığa mahkûm ettiği, katliamlarla, mezhep ve ulusal çatışmalarla gerici savaşın bir parçası haline getirdiği zemin üzerinden, Arap-Sünni İslam ideolojisiyle beslenen IŞİD, sadece bölgesel çelişkilerden bir “dinamik” oluşturmuyor. Geniş Ortadoğu coğrafyasında, emperyalist-kapitalist sistem ve onun gerici bölgesel dikta rejimlerinin dayatmalarını kabul etmeyen bölge halkları-
nın isteklerini, gerici dünyalarında istismar eden IŞİD, sadece bu zeminden güçlenmiyor. Aynı zamanda uluslararası emperyalist kliklerden, bazı bölgesel gerici devlet ve örgütlenmelerden aldığı destek, bu gerici örgütün siyasal ve askeri kapasitesini oluşturmaktadır. Bu durum emperyalist bloklar ve aynı zamanda aynı blokta yer alan güçler arasında, bir çatışma zeminidir. G-20 zirvesinde Putin’in, “İŞİD terör örgütü uluslararası güçlerden ciddi destek almaktadır. Bu destek veren güçler içinde G-20 üyesi olan ülkeler de var” yönlü söylemi bu çatışmalı durumun dışavurumudur. İkinci olarak; “Suriye krizine çare” bulma manüpilasyonu ile ardı ardına üç toplantı tarzında yapılan Viyana görüşmelerinin ortaya çıkardığı tek sonuç; bu geniş coğrafyada emperyalistlerin ve gerici bölgesel işbirlikçilerinin bölgeyi “yeniden paylaşımında” uzlaşacakları bir noktanın olmayışıdır. Yaşanan her süreç, bölgedeki çatışmaları daha da derinleştirmekte ve güçler arasındaki çelişkileri keskinleştirmektedir. Emperyalistler arasındaki dalaşın yarattığı derin siyasal-sosyal sorunların ve emperyalistlerin stratejik çıkarlarına ciddi tehlike arz eden toplumsal dinamiklerin güçlenme zeminlerini yaratan, emperyalist gerici siyasetlerin gölgesinde Antalya’da toplanan G-20 “zirvesi”, sadece çözümsüzlüklerin deklare edilmesi rolünü oynadı. Birkaç “ekonomik kalkınma ve gelir dağılımının eşitsizliğinin giderilmesi” söylemi üzerinden esas gündem, “Suriye ve Ortadoğu’nun paylaşımı”, “Mülteci sorunu”, “Paris katliamı ve IŞİD başta olmak üzere radikal İslam terörü” gibi ana başlıklar üzerinden “terörizmle ortak
güncel analiz
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
mücadele” vurgusuyla genel söylemleri aşamadı. Her emperyalist ülkenin ve gerici işbirlikçisinin, “teröristi” ve “müttefiki”nin ayrı gerici güçler ve örgütlenmeler olduğu düşünüldüğünde, bu genel “birlik” söyleminin ne denli uzlaşmaz çelişkileri içerdiği ortaya çıkmaktadır. En güncel anlamıyla, IŞİD gerici terörüyle PYD’yi aynı kefeye koyarak asıl niyeti olan Rojava devrimini tasfiye etmek isteyen Türk hâkim sınıflarının, uluslararası güçleri, PKK ve PYD önderliğindeki Kürt dinamiğine yönlendirmeye çalışması, kendi gerici çıkarlarının en basit siyasetidir. Bölgedeki her gelişmede, gerici çıkarlarını korumak için, Kürt ulusunu boğmayı hedefleyen Türk hâkim sınıfları, bölgedeki gerici güçler dengesinden kaynaklı destek bulamamıştır. Ama bu gerici emperyalist güçlerin, Kürt ulusu özgülünde ilerici zeminde oldukları anlamı taşımamaktadır. Bu tamamıyla emperyalist gerici güçlerin, gerici çatışmasından kaynaklı ortaya çıkan bir durumdur. “Denetim” altına alınmış bir Kürt “dinamiğini”, bölgeyi dizayn etmede, her iki emperyalist blok da kullanmak istemektedir. Rojava özgülünde Kürt dinamiğine temkinli yaklaşım bundan kaynaklıdır. Gelişmelerin ekseninde, çıkarlarına zarar veren Kürt Ulusal dinamiğine yönelim ihtimaller dahilindedir. Ama somut proje olarak, Türk devletinin mevcut siyaseti, emperyalist güçler nazarında karşılık bulmamıştır. Hemen G-20 “zirvesinin” ardından, ABD-AB emperyalist güçlerinin başını çektiği gerici emperyalist blokla, Rusya’nın başını çektiği Çin, İran, Esad blokunun, bölgeyi kendi çıkarlarına göre dizayn etme stratejisine uygun askeri ve politik yönelimlere girmesi, masa başlarındaki “uzlaşı” söylemlerinin hamasi birer çığlık olduğunu alenen ilan etti. Gazetemiz sayfalarında da değerlendirildiği gibi, Rusya’nın Suriye özgülünde askeri müdahale ile attığı adım, Rusya’yı bölge siyasetinde avantajlı hale getirmiştir. Rusya bu avantajını genişletmek, İran ve Esad rejimi üzerinden bölgede “kalıcı otorite” sağlamak için, askeri operasyonlarını IŞİD’le beraber diğer “muhalif” güçleri de içine alarak yaygınlaştıracaktır. Sonuçta, Rusya, İran ve Esad güçlerinin, ÖSO, Bayırbucak Türkmenleri başta olmak üzere, ABD-AB ve Türkiye gericiliğinin üzerinden stratejilerini planladığı güçlere vurması, hem pratik anlamda ABD-AB emperyalist blokunu geriletmiş hem de bu blokun iç bileşenlerinde “güven” sorunu yaratmıştır. Yani Suriye özgülünde Rusya’nın lehine işleyen bir süreç mevcuttu. Açık askeri bir duruşla Rusya’nın başını çektiği gerici blok karşısında durmak, ABD-AB gericiliğinin stratejik planlarına uymayan sosyal sonuçlar yaratacaktı. Bu aynı zamanda emperyalist gerici güçlerin en büyük korkusudur. 3. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na dönüşecek bir çatışmanın, emperyalistler açısından yaratacağı tehlikeli toplumsal devinimler, emperyalistleri, çelişkilerini bölgesel çatışmalar üzerinden “çözmeye” ya da bir düzeye çekme siyasetine itmektedir. Ama bu bir kural olarak böyle olacağı anlamına gelmemelidir. Kendi çıkarlarında sınırsız ve kuralsız olan, hegemonya amacında akıl tutulmasına sahip olan emperyalist güçler, çatışmanın derinleştiği bir aşamada, “intiharı” pahasına,
her türlü çılgınlığa başvurabilir. Nükleer savaşlarla dünyanın sonunu hazırlamak başta olmak üzere. Bugünkü koşullarda bu süreci işletmeme yönünde hareket etmeye çalışan emperyalist bloklar, Rusya’nın askeri olarak boyutlanan müdahalesini ve bölgede geniş alana yayılan stratejik siyasetini frenleyecek, uluslararası krizle askeri yönelimlerini yavaşlatacak bir müdahale yapmak istedi. Bölgede Türkiye-Rusya merkezli bir kriz, tam da Rusya’nın askeri saldırganlığını frenleme, en azında bugüne kadar genişlediği alanda tutma konusunda, bir rol oynayacaktı. Bu hem emperyalistler arasındaki çatışmayı bölgesel düzeyde tutacak hem de bölgenin dizaynı konusunda avantajlı duruma geçmiş Rusya-İran-Esad ittifakına karşı, ABD-AB emperyalist bloğunun zayıflayan inisiyatifini biraz daha güçlendirecektir. Ki, Rusya’nın hamlesiyle, ABD ile birlikte hareket eden, hatta stratejik müttefik olarak görülen bazı güçlerin, nerde duracaklarını tartıştıkları bir kesitte, Türkiye-Rusya düşmanlığı, ABD’nin bu kesimleri kendi çatısında tutmasını sağlayacaktır. Türk devleti tarafından düşürülen Rus uçağı, ABD-AB emperyalistlerinin stratejik planlarının önünü açmıştır Her şeyden önce bu şöyle anlaşılmamalıdır: Başından beri uçak düşürme işi planlandı demek, teknik olarak somut verilere dayanmalıdır. Bu teknik meseleden öte, sorun şöyle ortaya konulmalıdır. Rusya’nın bölgedeki yayılmacılığı ve askeri müdahalesi, bir gerekçeyle Türk devletiyle karşı karşıya gelecektir. Yayılan, çeşitli askeri manevralarla hareket alanını genişleten ve karşıtının teknik-askeri gücünü sınayan Rusya’nın hareket ve eylem planı, bir biçimiyle somut çatışma zeminine vesile olacaktı. Bu karşı karşıya geliş, uçak düşürme biçiminde de olabilirdi, sınıra yaklaşan bir tankın, bir askeri aracın ya da personelin imha edilmesi biçiminde de olabilirdi. Bu tamamıyla somut askeri gelişmelerin belirleyeceği bir durumdu ve askeri bombardıman uçağında bu somutluk oluştu. Uçağın düşürülmesi, iki emperyalist blok ve işbirliği konumundaki gerici bölgesel güçlerde her blokun çıkarlarına uygun tavırlarla ele alındı. Ve her kamp karşı kampı suçlayarak, kendisi açısından fırsata dönüşecek hamleler gerçekleştirdi. “Türkiye, her ülke gibi toprağını ve hava sahasını savunma hakkına sahiptir” çıkışıyla Obama, ABD’nin, NATO şemsiyesiyle Türk devletinin yanında olduğunu deklare etmiştir. Hemen akabinde Rusya’nın “Askeri hareket ve uçuş koordinatları konusunda ABD’yi bilgilendiriyoruz” açıklamasını, düşürülen uçak özgülünde, ABD’nin yalanlaması, ABD’nin stratejik planları açısından yaratmak istediği avantajı ifade etmektedir. Yine, NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, Rusya uçağının düşürülmesi ile ilgili, “Elimizde olan bilgi diğer müttefikler ile uyumlu ve Türkiye’nin bilgilerinin doğru olduğunu gösteriyor. Tansiyonun düşürülmesi gerekiyor. NATO üyesi Türkiye’yi herhangi bir tehlikeye karşı savunacağız” diyerek Rusya’yı hatalı bulmuştu. NATO ve ABD’den gelen bu açık destek, Türk devletinin, Batı stratejisine tam bağlanmasının hamleleridir. Bu iki emperya-
list gücün askeri jandarması konumunda olan Türk devletinin, bu olayla sırtını tam olarak ABD ve NATO’ya dayaması ve bunu Rusya düşmanlığı üzerinde gerçekleştirmesi, uzun vadede ve stratejik olarak ABD ve NATO gerici güçlerinin işine yaramıştır. TürkiyeRusya krizi üzerinden, İncirlik Üssü’ne Almanya’nın da keşif uçaklarını yerleştirme planları, Fransa’nın IŞİD’e müdahalede, Türk hava sahasını kullanması kararı, ABD’nin askeri hareketini “yeniden” organize etmesi ve en önemlisi, Rusya’nın askeri stratejik planlarını daraltma maksadıyla, boğazlarda Montrö Sözleşmesi’nin hükümlerinin dillendirilmesi bu stratejik planın hamleleridir. Boğazlarda Montrö Sözleşmesi uygulanır uygulanmaz oluşu, bu çatışmanın düzeyine göre gündeme gelecek meseledir. Ama bugünden Rusya’ya karşı gerçekleştirilecek hamlelerin gündemleştirilmesi, Rusya’nın hareket planında “temkinli” hareket etmesi sağlanmak istenmektedir. Türk devletinin bu süreçte oynadığı rolün “mükâfatı” gibi, AB-Türkiye “zirvesi”, bu süreçteki stratejik planın bir ayağıdır. Türkiye’nin AB üyeliğinin “canlandırılması”, “mülteciler sorununda yardım paketi” ve vizesiz AB seyahati, aslında uzun vadeli Türkiye-AB arasındaki müzakerelerin ve gelişmelerin sonucunda gerçekleşecek bir durumdur. AB-Türkiye “zirvesiyle” vaat olarak bu meselelerin gündemleştirilmesi, bölgedeki emperyalist dalaşta, Türk devletiyle, stratejik olarak “zayıflayan” bağlarını “yeniden” güçlendirme adımlarıdır. Gerek uluslararası emperyalist güçler ve gerekse Türk devleti, Rusya’yı Karabağ sorunuyla meşgul etmek için, Azerbaycan-Ermenistan çatışması üzerinden bir süreci gündemleştirmesi ihtimaller dahilindedir. Temel strateji, Rusya’yı Suriye özgülündeki müdahalesiyle, aktif müdahaleci güç olma özelliğini zayıflatmak ve çatışma alanını genişletmektir. Aynı mantıkla Ukrayna’daki çatışmaların alevlendirilmesi, önümüzdeki süreçte gündeme gelecek muhtemel gelişmelerdir. Muhtemel gelişmelerdir, çünkü emperyalist gericilik, çatışmanın düzeyi ve koşulların uygunluğunda, elinde tuttuğu kirli silahları sosyal yaşama geçirecektir. Bunun karşısında Rus emperyalist gericiliği de stratejik oynamaktadır. ABD-AB’nin bu hamlelerini farkında olarak, Suriye’deki üslerini güçlendirmesi, yeni savaş gemilerini ve füze sistemini bölgede
15
konuşlandırması, askeri uçaklarında iletişim ve koordinasyon konusunda teknik donanımını güçlendirmesi ve bu hazırlıkları, Türkmen güçleri başta olmak üzere, Suriye’deki tüm “muhalif” güçleri askeri operasyonlarla vurması, ABD ve Batı’nın bu hamlesine karşı hamledir. Rusya “geri” adım üzerinden bir “uzlaşının”, stratejik planlarına zarar vereceğini bilmektedir. Aynı durum ABD-AB emperyalist gericiliği için de geçerlidir. Uçağının düşürülmesiyle prestij kaybı yaşasa da, mevcutta sürecin kaybedeni Rusya değildir. Uçak düşürülmesi ABD-AB’nin stratejik planlarının önünü açsa da, ABD-AB bu sürecin kazananı değildir. IŞİD dahi bu gerici emperyalist güçlerin çatışmasından faydalanarak nefes alırken, Türk devleti bu sürecin kaybedenidir. “Yeni Osmanlıcılık” hayalleriyle, bölgede ürettiği siyaseti iflas eden Türk devleti, “büyük devlerin” kapışması arasında, Rusya’ya düşmanlaşarak, ABD-NATO’nun kölesi olma statüsü pekişmiştir. Ve artık Türk devletinin elinde Batı’ya karşı kullanacağı “Rus kozu” da yoktur.”Suriye Krizi”nde masa başında kendisini pazarlayacağı ve diyalog kurarak siyasetini dillendireceği zemin kalmamıştır. Bunu yerine ABD-AB stratejisine tam bağımlılık ve itaat geçmiştir. Bu emperyalist ablukayı ezilen halkların mücadelesi parçalayacaktır Emperyalizm ve bölgesel gericilikler, kan deryasına çevirdiği Ortadoğu coğrafyasında, ezilen halklara, yarattıkları büyük sorunlar üzerinden gerici “çözümler” dayatmaktadırlar. Biri; mutluluğu “cennette” vaat eden, şeriatçı, Sünni İslam bayrağı altındaki yaşamdır. Diğeri de; emperyalist dünya gericiliğinin bölgeyi paylaşımda, ezilen halklara verdiği, kayıtsız, şartsız itaat rolüdür. Bunun somut karşılılığı, bölgenin yeniden paylaşımı, emperyalist gerici savaşta ezilen halkların “taraf” olmaya zorlanması, olağanüstü askeri yönetimlerle, toplumun kılcal damarlarına kadar yaygınlaştıran sömürü yönelimleridir. Her iki durum da barbar emperyalist gericiliğin hegemonyasına hizmettir. Anti-emperyalist, anti-feodal, anti-faşist, anti-kapitalist toplumsal dinamiklerin mücadelesi, emperyalizmin tüm toplumsal gerici ittifak güçleriyle birlikte bölgeden çıkarılması, bölge halklarının barış içinde yaşamalarının tek çözümüdür.
16
emek haber
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
Sermaye, işçi bedenlerini altına alarak yükseliyor! Patronların kar hırsı uğruna işçiler, açlık sınırının altında, her an katledilme riskiyle karşı karşıya hayatlarını devam ettiriyor. Son araştırmalara göre ülkemizde 5 milyonun üzerinde işsiz var. İşçi katliamı haberi vermediğimiz gün ise neredeyse yok. Patronlar oturdukları yerden ceplerini doldurmaya devam ederken, bir yandan da işçiler sömürü düzenine karşı direnişe geçiyor 2015 yılının sonunda doğru geldik. Bir yıl daha işçi katliamları, direnişler, sömürücülerin baskıları, açlık ve yoksullukla ile geçti. Bir yıl içerisinde iki seçim gördük ve seçimlerde işçilere, emekçilere yine onlarca söz verildi. Ancak tıpkı geçmiş yıllarda olduğu gibi, verilen vaatler yetersiz olduğu gibi, yetersiz olan vaatler dahi yerine getirilmiyor. AKP iktidarında bir gün bile işçi katliamları durmadı. Ancak buna karşın grevler yasaklandı, direnişleri kırmak için kolluk kuvvetlerine varana kadar her yol denendi. Tüm bunlar olurken, işçinin, emekçinin, işsizin gündemi bu ayı nasıl geçireceği oldu, sömürücünün, iktidarının, patronun derdi ise nasıl daha fazla kazanırım. Oturdukları yerlerden milyonlarca lira kazanan patronlar, asgari ücrette yapılacak küçük bir iyileştirme hamlesine dahi karşı çıktı. Olacaksa dahi bu zammı devlet karşılamalı, patronların cebinden bir kuruş bile çıkmamalıydı. Bu şartlar altında ise, işçiler katledilmeye devam etti. Çünkü patronların işçi güvenliği için verilecek bir kuruşları bile yoktu!
Gerçek işsiz sayısı 5 milyon 488 bin! Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Ağustos ayı İşgücü İstatistikleri’ni açıkladı. Buna göre geçen yılın Ağustos ayına göre işsizlik rakamı 114 bin kişi artarak 3 milyon 58 bin kişi oldu. Ancak Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü (DİSK-AR), TÜİK tarafından verilen rakamlara karşı çıktı. DİSK-AR gerçek işsizlik oranının 16,8, buna göre de işsiz sayısının 5 milyon 488 bin kişi olduğunu açıkladı. DİSK-AR, TÜİK’in işsizlik oranını yüzde 10,1 olarak açıklamasına rağmen, her dört kadından birinin işsiz olduğunu, her üç kişiden birinin de işsiz kalma nedeni ile geçici işte çalıştığını belirtti. Ağustos 2015 dönemindeki işsiz sayısının, 2009 krizindeki Ağustos döneminden sonraki en yüksek işsizlik olduğu ifade eden DİSK-AR, gizli işsizler ve çaresizlerin toplam sayısının ise 6 milyon 496 bin olduğunu aktardı.
Açlık sınırı bin 390, asgari ücret bin TL! TÜRK-İŞ 2015 yılı Kasım ayı verilerine göre, açlık sınırının bin 390 TL’ye, yoksulluk sınırının ise 4 bin 529 TL'ye çıktığını açıkladı. Asgari ücretin bin TL olduğu ülkemizde, buna göre binlerce aile açlık sınırının altında yaşıyor. TÜRK-İŞ araştırmasının 2015 Kasım ayı
verilerine göre: Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapılması gereken “Açlık sınırı” harcama tutarı bin 390 TL, gıda harcaması giyim, konut, ulaşım, eğitim sağlık ve benzeri harcamaları içinde barındıran “Yoksulluk sınırı” 4 bin 529,66TL olarak belirlendi. Bekâr olan bir çalışanın aylık yaşam maliyeti ise bin 683,50TL'ye yükseldiği ifade edildi. Araştırmanın verilerine göre mutfak enflasyonu yüzde 0,84, son 12 ayda ise yüzde 13,53 oranında arttığı belirtildi. DİSK Yönetimi ise asgari ücrete yönelik açıklamalarda bulunarak, kişi başı milli gelirden, patronların karlarına, çalışma sürelerine bakarak asgari ücretin rahatlıkla 1900 TL olabileceğini aktardılar. Geçen yıl bilim insanlarının katılımıyla yaptıkları çalıştay sonrası asgari ücret için 1800 lira talebini belirlediklerini hatırlatan Beko, “Bu rakamı hesaplarken Türkiye’de büyüme oranlarının ücretlere yansımasını, kişi başına düşen milli geliri, yoksulluk sınırını ve Cum-
hurbaşkanı bütçesine yapılan zammı dikkate almıştık” dedi. Verdikleri mücadele sonucu 7 Haziran seçimleri öncesi AKP dışındaki tüm partilerin asgari ücreti programlarına dâhil ettiklerini, asgari ücret vaatlerini sermaye temsilcilerine şikâyet eden AKP’nin ise 7 Haziran’da tek başına iktidarı kaybettikten sonra bu konuyu gündemine aldığını belirtti. DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu DİSK-AR’ın verilerini paylaşarak asgari ücretin neden 1900 lira olması gerektiğini anlattı. Türkiye’nin çalışma saatlerinin en uzun olduğu, sendikalaşmanın en düşük olduğu, her yıl yaklaşık 200 işçinin öldüğü bir ülke olduğuna dikkat çekilen verilerde, buna karşın sermaye temsilcilerinin yakınmalarının ve hükümetin onların yükünü paylaşmaktan bahseden açıklamalarının ibret verici olduğu dile getirildi. Ücretin paylaşılması gereken bir yük değil, işçinin ürettiği değerin çok küçük bir bölümü ve işverenin sorumluluğu olduğu ifade edildi.
İşçiler en ufak hakları için dahi direnmek zorunda bırakılıyor Tüm bunlar yaşanmaya devam ederken, bir yandan da işçiler sömürü düzenine karşı direnmeye devam ediyor. İşçiler sık sık gruplar halinde eylemler yapmaya, haklarını aramaya, sarı sendikalara karşı mücadeleye başladılar. Direnişe geçen Trelleborg işçileri grevlerinin 7. gününde patronun talebi üzerine masaya oturdu. Görüşme sonrası Petrolİş Gebze Şube Başkanı, 330 TL zam, sosyal haklarda %12 iyileştirme ve rapor hakkının korunması maddelerine imza attıklarını ifade etti. Gebze’de bulunan İFF Aroma işçileri ise direnişlerine devam ediyor. Yaklaşık üç aydır direnişte olan işçiler, sendikal haklarını kazanacaklarını ve işlerinin geri iadesini istiyor. Kararlı bir direniş sergileyen İFF işçileri, sendikalı oldukları için işten çıkarılmıştı. Sivas Demir Çelik İşletmeleri’nde (SİDEMİR) çalışan işçiler 4 aydır maaşlarını alamadıkları için iş merkezinin çatısına çıka-
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
rak eylem yaptı. Bir aydır üretimi durduran işçiler, 4 aydır maaşlarını alamadıkları için geçen hafta bir süre eylem yaptı. Ancak şirkete kayyum atanması nedeniyle de eylemlerine ara verdi. Geçen hafta kayyum heyeti ile görüşen işçiler, fabrika yönetimi tarafından kendilerine işten çıkarılacaklarının söylenmesi üzerine bugün kent meydanında toplandı. Bir süre burada bekleyen işçilerden 20 kişi, saat 16.00 sıralarında Çelik-İş Sendikası’nın bulunduğu 6 katlı Kavukçu İşhanı’nın çatısına çıktı. Ölmek var dönmek yok' sloganlarıyla aşağıya atlayacağını belirten işçiler, 4 aydır aç olduklarını ve Vali ile görüşmek istediklerini söylediler. Aşağıda bulunan yaklaşık 100 kişilik işçi grubu ise Osmanpaşa Caddesi’ni trafiğe kapatarak alkışlar ve sloganlarla çatıdaki arkadaşlarına destek verdi.
İşçi güvenliği alınsın diye kaç işçi daha ölmeli? Madende, inşaatta, tarlada, fabrikada işçiler ve emekçiler katledilmeye devam ediyor. Patronlar işçi güvenliği ve sağlığı için ceplerinden bir kuruş dahi çıksın istemezken, bedelini ise işçiler ödüyor. İstanbul'un Üsküdar ilçesinde metro şantiyesinde beton mikseri şoförlüğü yapan 40 yaşındaki Salih Minus, 8 metre yükseklikten beton zemine düşerek hayatını kaybetti. BEDAŞ’ta taşeron olarak çalışan Deniz İçli, Göktürk’te çalışırken yüksek gerilime kapılarak yaşamını yitirdi. İşçiler, çalışan sayısının azaltıldığı ve çalışma saatlerinin uzun olduğu için bu tip “kazaların” yaşanmaya devam edeceğini aktardılar. Bursa’nın Büyükorhan ilçesinde kanalizasyon çalışması sırasında meydana gelen göçükte 3 işçi yaralandı. Hastaneye kaldırılan işçilerden 2’si hayatını kaybetti. Göçük nedeniyle ağır yaralanan Mesut Korkmaz (30) ve Ali Atış (34) kaldırıldıkları hastanede tüm müdahalelere rağmen kurtarılmayarak yaşamını yitirdi. Muş’tan Antep’e çalışmak için gelen 5 çocuk babası vinç operatörü Mehmet Katılmış ise, Göllüce mahallesinde bir inşaatta çalışıyordu. Henüz nedeni belli olmayan sebeple vinç inşaatın üzerine düştü. Vincin altında kalan Katılmış, hayatını kaybetti. Çorum’da İl Özel İdaresi ve Sağlık Bakanlığı tarafından yürütülen ve inşaatı devam eden Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde, inşaat alanındaki kule vinçlerinden birinin çarptığı iskele çöktü. İş güvenliği önlemlerinin alınmadığı inşaatta, olay yaşandığı sırada iskelede bulunan ve inşaatta kalıpçı olarak çalışan İsa Köse, 4. kattan düşerek ağır yaralandı. Sağlık ekiplerinin müdahalesiyle kurtarılmaya çalışılan Köse’nin yolda yaşamını yitirdiği kaydedildi. Hakkari’nin Şemdinli ilçesi Derecik beldesinde inşaat halindeki bir binanın 3. katında çalışan Cengiz Özkan isimli işçi, dengesini kaybederek düştü. İş güvenliği önlemleri alınmaması nedeniyle düşen 51 yaşındaki işçi Özkan olay yerinde hayatını kaybetti. Zonguldak'ın Kilimli ilçesine bağlı Gelik beldesinde, kaçak ocağında meydana gelen patlamada ise 3 işçi yaralandı 1 işçi hayatını kaybetti. Maden işçileri Bekir Çiftçi, Şaban Çiftçi ve Murat Karakuş, ocaktan yaralı olarak çıktı. Naci Çiftçi ise ocaktan çıkamadı. Çanakkale'nin Yenice'ye bağlı Hanlar bölgesinde özel bir şirkete ait madende ise göçük meydana geldi. Göçükte Üzeyir Özçetin isimli bir işçi hayatını kaybetti.
gençlik haber
17
Üniversitelerdeki polis terörü ve gençlik mücadelesi Yaşadığımız coğrafya üzerindeki hâkim klikler en meşru demokratik hak arama taleplerinin dahi sınırını o dönemki konjonktüre ve mevcut duruma göre belirlemekte, onun dahi sınırını çizip bu mücadeleleri engellemektedir. Nasıl ki şu an karşı-devrimci güçler açısından tüm uzantılarıyla saldırı ve yok etmeye dayalı bir politika söz konusu ise, devrimci, sosyalist ve yurtsever güçler açısından da yekpare bir direniş ve cüret etme durumu daha da somutlaşmakla yükümlüdür. Bizler açısından ise daha güçlü ve dinamik bir biçimde bu saldırıları göğüslemek, püskürtmek ve bütün bu zorbalığın karşısına gençliğin tüm dinamizmiyle dikilmek için gençlik meclisleri yaratma yükümlülüğü son derece elzemdir Mevcut iktidar üniversitelerde yarattığı baskı ve tahakkümü her geçen gün daha ileri boyuta taşımakta, devrimci, demokrat ve yurtsever öğrencilerin üniversitelerdeki faaliyet alanını daraltmak için elinden geleni yapmaktadır. En demokratik eylemlerin dahi özel güvenlik görevlileri ve polis eşliğinde devasa dereceye varan bir orantısızlıkla müdahale edildiğine tanık olmaktayız. Üniversitelerdeki YÖK eylemliklerine ve YÖK’ü protesto için hazırlanan pankartlara “illegal” diyerek bu eylemliklere gazla ve copla müdahale etmekte beis görmeyen polis, gençlik mücadelesinin şah damarı olan üniversitelere adeta kamp kurmuş durumdadır. Zira artık üniversitelere yapılan polis baskınları, işkence ile yapılan gözaltılar-tutuklamalar onlar cephesinden olağan bir durum haline getirilmeye çalışılıyor. Lakin hesaba katmadıkları bir şey var ki, o da tüm bu tahakkümün, baskının ve zorbalığın yine gençlik tarafından bertaraf edileceği ve üniversiteler dâhil tüm alanlarda gençlik mücadelesinin yükseleceği gerçekliğidir. Atama rektörlerle, özel güvenlik görevlileri ile ve nihai olarak en demokratik eylemliklerin ve protestoların dahi sözüm ona “yasadışı” olarak değerlendirip baskın gerekçesi sayılması bu mücadelenin önüne kati suretle ket vuramayacaktır. Önceki yıllarda da üniversite yönetimi ve üniversite öğrencileri arasında adeta bir irade savaşına dönüşmüş olan bu durum yine üniversite yönetiminin, özel güvenlik görevlilerinin ve polisin, açıktır ki mağlubiyeti ile nihayete erecektir. Öyle ki meselenin afiş ya da bildiri meselesi olmadığı çok açıktır. Erdoğan/AKP iktidarı, tarihin her döneminde ayaklanmaların ve halk hareketlerinin can damarlarından birini oluşturan gençliğin, onların mücadelesinin kendi saltanatı için ne denli büyük bir tehlike olduğunun farkındadır. Bundan kaynaklı tüm gücüyle ve pervasızlığı ile onlara saldırmakta, onları hapishaneler ve mahkeme salonlarına aşina hale getirmektedir. Dolayısıyla üniversiteler üzerinden yaşanan saldırılar ve direnişler yalnızca afiş asıp asmama meselesi değil bilhassa gençliğin tüm nüveleriyle bu alanda verdiği irade savaşıdır. Görünen o ki mevcut iktidar tarafından demokratik ve meşru mücadele üzerinden çizilen çember belli durumlarda görece olarak çok az genişler-
ken belli durumlarda ise ziyadesiyle daraltılmaktadır. Yani durumun özeti şudur ki, yaşadığımız coğrafya üzerindeki hâkim klikler en meşru demokratik hak arama taleplerinin dahi sınırını o dönemki konjonktüre ve mevcut duruma göre belirlemekte, onun dahi sınırını çizip bu mücadeleleri engellemektedir. Nasıl ki şu an karşı-devrimci güçler açısından tüm uzantılarıyla saldırı ve yok etmeye dayalı bir politika söz konusu ise, devrimci, sosyalist ve yurtsever güçler açısından da yekpare bir direniş ve cüret etme durumu daha da somutlaşmakla yükümlüdür. Bizler açısından ise daha güçlü ve dinamik bir biçimde bu saldırıları göğüslemek, püskürtmek ve bütün bu zorbalığın karşısına gençliğin tüm dinamizmiyle dikilmek için gençlik meclisleri yaratma yükümlülüğü son derece elzemdir. Bu yükümlülükten hareketle aktif olduğumuz her yerde semt, üniversite, lise, fabrika vb. bulunduğumuz her alanda bu meclisleri yaratıp bunları faal bir şekle büründürmek kuşkusuz ki daha güçlü, nicel ve nitel olarak daha ilerde olacak olan bir gençlik hareketinin yaratılması için atılacak ilk adımdır. Tarih boyunca direnişlerin ve ayaklanmaların alegorisi olmaya nail olmuş gençliğin coğrafyamız üzerinde yaşanan ve faşist iktidarın her geçen gün etkisini ve tahakkümünü daha da artıran bir vaziyete büründürmesinden mütevellit, geleceksizleştirilen, katledilen, hapislere atılan, emeği sömürülen gasp edilen ülkemiz emekçi yığınlarına karşı tarihsel sorumluluğu ve yükümlülüğü gün gibi ortadır. Dolayısıyla bu meselelerin karşısına ‘yapamam-edemem’ gibi hatalı yaklaşımlarla değil, daha fazla cüret ederek ve daha fazla ileri çıkarak dikilmek devasa derecede önem arz eden bir görevdir. Bu görevden hareketle önümüzdeki süreçte üzerimize düşen bütün sorumluluğun bilincinde olup buna göre hareket etmek, buna göre konumlanmak kaçınılmaz bir görevdir.
18
kadın haber
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
DKH: Eril sistem karşısında örgütlü
mücadelemizi büyütelim Her türlü ayrımcılık, nefret söylemi ve cinsiyet eşitsizliğine karşı kadınların örgütlü mücadelesinin önemli bir mevzisi olan Demokratik Kadın Hareketi ile kadına yönelik şiddet, eril sistem, eril yargı ve kadın mücadelesinin güncel durumu üzerine bir röportaj gerçekleştirdik. Röportajda aynı zamanda DKH’nin ileriki dönem hedefleri ve çalışmalarının bilgisi ve çağrısı yer almakta Halkın Günlüğü: 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü’nü geride bıraktık. Ülkemizde de kadına yönelik şiddet ve cinsel saldırılar pervasız bir şekilde devam ediyor. Mahkemelerde sıklıkla bunları desteklercesine “İyi Hal”, “Haksız Tahrik”, “Saygın Tutum” indirimleri uyguluyor. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler, nasıl bir 25 Kasım geçirdiniz ve kadına yönelik şiddet konusundaki çözüm önerileriniz nedir? Demokratik Kadın Hareketi: Kadına yönelik şiddet tarihsel bir olgu olup bütün toplumların sorunudur. Ve erkek egemenliğinin olduğu bütün alanlarda şiddet kurumsallaştırılıp hayatlarımızda bir şekilde yer alıyor. Şiddet; eğitim sisteminden, sağlık sistemine, iş hayatından aile yaşamına kadar hayatın günlük birer pratiği olarak karşımızda duruyor. Şiddet kültürünü besleyip yayan devlet anlayışı kadını belirli rollere hapsediyor ve bunun dışına çıkan bütün kadınları da doğal hedef haline getiriyor. Ve ilk uygulayıcı olarak aileye görev veriyor. Erkek şiddeti aileden başlayarak toplumsal yaşamın tümüne yayılıyor. Kadına şiddeti hak gören bu eril anlayış kadını belirli bir döneme kadar babaya, abiye, aile büyüklerine bir dönemden sonra da kocaya bağımlı kılıyor. Eril tahakkümün yaşamın her alanını kapsadığı böylesi bir toplumsal düzende doğal olarak yasalar da erkeğe göre şekilleniyor. Ve eril zihniyetin çıkarına ters düşecek her şeyi hem yasal hem de kültürel olarak kodlayıp önümüze bir zorunluluk olarak koyuyor. Aslında devletin bu noktada şiddeti meşrulaştırıp yayması kendi misyonuna uygun bir
yerde duruyor. Basın yayın organları aracılığıyla kadına yönelik verilen demeçler bunun en berrak örneği olarak önümüzde duruyor. Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın Hopa eylemlerinde yaralanan Dilşat Aktaş için kullandığı “Kız mıdır kadın mıdır” söylemi, yardımcısı Bülent Arınç’ın “Kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak” açıklaması, devlet televizyonu olan TRT’nin programlarında “Hamile kadınların sosyal hayatlarının kısıtlanması ve tv programlarına çıkartılmaması gerektiği” noktasındaki beyanatları şiddeti meşrulaştıran önemli olgular olarak karşımıza çıkıyor. Tam da bu noktada “İyi Hal” ve “Ağır Tahrik” indirimleri devletin vazgeçmeyeceği yasalar olarak uzun süre kalacağa benziyor. Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda yaşanan tartışmalar da hepimizin malumu. Ağır tahrik indirimini gerekçeli karara koyan anlayış, yasanın uygulanmayacağını bilen anlayıştır aynı zamanda. Toplumsal cinsiyet algısı olmayan, devletin eril eğitiminin sisteminde yetişmiş, eril anlayışı yargı alanında yaşamsal hale getiren savcı ve hâkimlerin, söz konusu kadınlar olduğunda gerekçeli karara bakması imkânsız. Zira bunu Nevin Yıldırım davasında görmüş olduk. Silah zoru ile defalarca cinsel saldrıya uğrayan ve uğradığı cinsel saldırı sonucunda özsavunmasını yapan Nevin’e verilen müebbet hapis cezasının az görülmesi az evvel bahsettiğimiz gerekçeli kararın anlamsızlığını ortaya koyuyor. Nevin’e verilen müebbet hapis cezasını az görüp Yargıtay’a başvuran kadın düşmanı savcı Osman Çabuk, Türkiye’de yargı sisteminin kadınlar noktasındaki tutumunu ortaya koyuyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine yaptığımız vurgu da, sorunu sadece kadının sorunu olarak görmemek gerekir.
Kadınların öz örgütlenmesinin getireceği sonuçlar bir bütün olarak toplumu değiştirip, dönüştürecektir. Şiddet bir sistem sorunudur ve sistem çözülmeden bu sorun tamamıyla çözülmeyecektir. Fakat bu durum şiddet denilen olguya karşı bir perspektif oluşturmayacağımız anlamına gelmiyor. Şiddetin ortadan kaldırılması için öncelikli yapmamız gereken; kadın merkezli, kadın pozitif yaklaşımı öne çıkarmak ve örgütlü olduğumuz kurumlarda bu anlayışı yerleştirmekten geçiyor. Şiddete karşı mücadelenin örgütlü mücadeleden geçtiği bilinci ile öncelikle kendi yaşam alanlarımızı, politika ürettiğimiz örgütlenmeleri değiştirip dönüştürmekten geçiyor. Bununla birlikte aile denilen kurumun tekrardan tartışılması ve dönüştürülmesi/yok edilmesi, analık ve babalık rollerinde yerleşik değişimlerin sağlanması, toplumsal cinsiyet uçurumunu yok etmek adına kadının söz sahibi olduğu alanların çoğaltılması, kadına yönelen her türlü şiddete karşı birleşik mücadele alanlarının oluşturulması önemli bir yerde duruyor.
Demokratik Kadın Hareketi’nin kuruluşundan bu yana 10 yılı aşan bir süre geçti. Türkiye/Kuzey Kürdistan’da kadın hareketlerine yönelik sistemin ağır baskıları var. Demokratik Kadın Hareketi olarak bu saldırılara karşı neler söyleyeceksiniz? Demokratik Kadın Hareketi 2002 yılında kendisini girişim olarak deklare etti. 2004 yılında n bu yana ise ilk kurultayını gerçekleştirmesinin sonucunda çalışmalarına
Demokratik Kadın Hareketi olarak devam ediyor. O süreçten bu yana her örgütlü kadın kurumunun yaşadığı sorunları bizler de yaşadık. Özelde sistemin devrimci, sosyalist, yurtsever, örgütlü kadına bakışı hiç değişmedi. 2000’li yıllardan bu tarafa kadın hareketlerinin faaliyetleri sistem tarafından baskılandı ve yasaklandı. Bu baskılanma siyasi saldırılarla, gözaltında cinsel şiddetle devam ediyor. Demokratik Kadın Hareketi’nin üyeleri de devletin düzmece fezlekeleri ile gözaltı ve tutuklama terörüne maruz kaldı. Tek din, tek dil, tek bayrak anlayışıyla harmanlanan tekçi devlet zihniyeti, örgütlü mücadele eden herkesi doğal hedefi haline getirirken bir de buna kadın kimliği eklendiğinde saldırıların daha da pervasızlaştığı açık bir gerçektir. Bugün bu pervasızlığı Ekin Wan şahsında gördük. Erkek iktidar, öldürmekle yetinmeyip Ekin’in çıplak bedeni üzerinden kadının örgütlü iradesini teslim almaya çalışıyor. Fakat erkek iktidarın bu politikasının tutmadığını Kürdistan’da çok net bir biçimde görüyoruz. Cizîr’de, Farqîn’de, Nusaybin’de, Sur’da sokağa çıkma yasaklarına karşı en önde Kürt kadınlarının direnişine şahit oluyoruz. Eril zihniyetin cinsiyetçi söylem ve saldırıları bugün kadının kimliğini, bedenini yok sayarak örgütlü kadınlara da mesaj veriyor. Bizler örgütlü kadınlar olarak bulunduğumuz her alanda kadının bedenini, kimliğini ve emeğini yükselterek mücadele etmeye devam edeceğiz.
Demokratik Kadın Hareketi olarak bildiğimiz kadarıyla bir kurultay sürecine girdiniz. Kurultay sürecinde önünüzdeki plan ve programınız nedir? Başında belirttiğimiz gibi 2004 yılında gerçekleştirdiğimiz ilk kurultayın ardından 2007 yılında ikinci kurultayımızı gerçekleştirdik. Bizim için bu sürecin değerlendirilmesi önemli bir yerde duruyor. Bu sebeple tarihimizin muhasebesini yaparak ondan dersler çıkarmayı ve eksikliklerimizden öğrenerek daha ileriye adımlar atmayı önemli buluyoruz. Yeni süreçle birlikte tartışmamız gereken birçok konu var. Bunların kitleler içinde yaygınlaştırılması, cins bilincinin oturtulması ve örgütlenme tarzımızın yeniden tartışılması bizim için elzem bir nokta. Bunların içinde; ekoloji, LGBTİ, feminizm, meclis tipi örgütlenme gibi birçok konuda yeniden bir tartışma sürecine gireceğiz. Kurultaydaki hedefimiz; en geniş kadın ve LGBTİ kitlesine ulaşabilmek, birlikte sorunlarımıza dair çözüm üretebilmek, erkek egemen iktidara karşı kadın merkezli mücadeleyi esas alarak “Kadın Yönetime, Kadın İktidara” şiarımızla örgütlenmektir.
kadın haber Kadına uygulanan şiddete karşı tavır ve burjuva ikiyüzlülüğü 01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
Özellikle bu şiddetin bizim gibi belirli coğrafyalarda her gün birden fazla kadının katledilmesi-öldürülmesi biçiminde korkunç boyutlara vardığı koşullarda kadına karşı şiddete veya genel olarak kadın sorunu karşısında en yoğun çaba ve mücadelelerin sergilenmesinin önemli görevler olduğu açıktır. Ki sadece bizim gibi coğrafyalarda değil, en “ileri” ülkelerde de bu baskı ve şiddetin boyutu meselenin önemini ve mücadele etmenin ortaya koymaya yetmektedir. Dolayısıyla sorunun ötelenmesi, ikincil plana atılması, sınıf mücadelesiyle karşı karşıya konup ikincil plana atılması asla söz konusu olamaz. Kadın sorunu sınıf mücadelesinin parçası, temel konu ve görevlerindendir. Bu bakımdan karşı karşıya konulmaları düşünülemeyeceği gibi, kadın sorununun sınıf mücadelesinden koparılarak geri plana atılması düşünülemez. Kadın sorununun sınıf mücadelesinden ayrı ele alınmasının her biçimi sakat ve hatalıdır. Soruna sınıf zemininde yaklaşmak kaçınılmazdır Kadına uygulanan şiddete karşı mücadele günü vesilesiyle tüm dünyada kadınlar tarafından protesto etkinlikleri gerçekleştirildi. Bu, değerli ve anlamlı bir çabadır. Kadının bu anlamlı mücadele tavrı aslında insanın insana uyguladığı şiddet ve baskıya karşı bir mücadele tavrıdır. Kadına uygulanan şiddet erkek egemen sınıflı toplum ve sistemden bağımsız değildir, olamaz da. Zira bu baskı ve şiddet sınıflı toplumun ortaya çıkışıyla bağlantılı ve doğrudan erkek egemen sınıflı toplumlar aşamasının bir ürünüdür. Kadın ya da kadına şiddet uygulayan erkek ve kadına uygulanan şiddet sınıflar üstü bir realite olmadığına göre, bu şiddet ve şiddete karşı mücadele de son tahlilde sınıfsaldır. Uygulayan erkek, uygulanan kadın da olsa bunların hepsi bir sınıf damgası taşır. Dahası uygulanan şiddet de bu şiddete karşı mücadele de bir sınıf ideolojisi, kültürü, dünya görüşü ve davranışının ürünüdür. Erkek yaşadığı sistem veya sınıflı toplumdan aldığı kültür, bilinç, düşünce tarzı ile kadına şiddet uygulama özelliğini almıştır. Anasından doğarken kadına şiddete meyilli olarak doğmamıştır. Sınıflardan bağımsız olmayan toplumsal kültür, değer yargısı sonucu kadına şiddet uygulayan bir zorba veya baskıcı diktatör olmaktadır. Kısacası kadına uygulanan şiddet sınıflardan bağımsız bir zeminde tanımlanıp tarif edilemez. Elbette bir dizi özgün yanlar ya da özellikler taşımaktadır kadın sorunu. Dolayısıyla salt sınıfçı yaklaşıma hapsedilmeden özgünlükleriyle de ele alınmak durumundadır. Sorunun derinliği, sorunun ele alınışını veya soruna karşı mücadeleyi de o kadar derinlikli ve çok yönlü kılar. Son tahlilde sınıfsal mesele olarak sınıfsal mücadele ve kurtuluşla aşılabilir bir sorun olsa da, tarihsel şartları ve özgünlüklerine uygun olarak çok yönlü özgün mü-
cadeleleri de barındırmak durumundadır kadın sorununa karşı mücadele… Soruna dair bir yığın teorik yaklaşım, bilimsel görüş, bakış açısı, anlayış ve mücadele biçimi ortaya konmuş durumdadır. Dolayısıyla en azından bu aşamada bütün bu zeminden ileri somut bir çözüm anahtarı ve yöntem ortaya koymamız söz konusu değildir. Kadının iktidara ve yönetime taşınması perspektifi farklı teorik-bilimsel bir açılımdan ziyade, somut pratiğin ön açıcı düzeyde uygulamaya sokulması ve ilerlemeye dönük adımların maddi temele oturtulması anlamı taşımaktadır. Elbette kadın iktidara, kadın yönetime sloganı ileri bir adım ve yaklaşımdır. Fakat sorunun tümü ve tümünü açmanın yeterli düzeyi değildir. Sadece sorunun aşılmasında ileriye dönük bir adım ve ilerlemeye dönük adımların birikimlerini oluşturmayı ifade edebilir. Kuşkusuz ki her köklü sorun gibi kadın sorunu da bugünden yarına çözülecek bir sorun değildir ve mücadele kazanımlarının yaratacağı büyük birikimlerin neticesinde büyük toplumsal alt-üst ve ilerlemelerle çözülecektir. Bu sözümüzün soruna karşı duyarlılıkları zayıflatma, sorunu erteleyerek güncel ve acil görevler, sorumluluklar ve mücadelelerden kaçmak ya da verilen mücadeleleri anlamsızlaştırma anlamına gelmediğinin altını çözmekte fayda vardır. Bilakis her bir mücadelenin, her bir tavrın bugünden son derece değerli, anlamlı ve gerekli olduğu açıktır. Özellikle bu şiddetin bizim gibi belirli coğrafyalarda her gün birden fazla kadının katledilmesi-öldürülmesi biçiminde korkunç boyutlara vardığı koşullarda kadına karşı şiddete veya genel olarak kadın sorunu karşısında en yoğun çaba ve mücadelelerin sergilenmesinin önemli görevler olduğu açıktır. Ki sadece bizim gibi coğrafyalarda değil, en “ileri” ülkelerde de bu baskı ve şiddetin boyutu meselenin önemini ve mücadele etmenin ortaya koymaya yetmektedir. Dolayısıyla sorunun ötelenmesi, ikincil plana atılması, sınıf mücadelesiyle karşı karşıya konup ikincil plana atılması asla söz konusu olamaz. Kadın sorunu sınıf mücadelesinin parçası, temel konu ve görevlerindendir. Bu bakımdan karşı karşıya konulmaları düşünülemeyeceği gibi, kadın sorununun sınıf mücadelesinden koparılarak geri plana atılması düşünülemez. Kadın sorununun sınıf mücadelesinden ayrı ele alınmasının her biçimi sakat ve hatalıdır. Soruna sınıf zemininde yaklaşmak kaçınılmazdır. Örneğin, kadın sorunu bağlamında burjuvazi de ikiyüzlüce “duyarlılık” göstermektedir. Ancak bunların soruna yaklaşımı sınıf niteliklerinden bağımsız olmadığı için soruna yaklaşımları devrimci sınıflardan temelden farklıdır. Proleter devrimciler kadın sorununa, sorunun sınıf karakteri bağı içinde yaklaşırken, bilumum burjuva anlayış-yaklaşım ve hatta siyasi sınıf niteliğindeki burjuvazi soruna sınıf ayrışımını yadsıyarak yaklaşmaktadır. Ancak pratikte ise alenen bu ayrışımı kendi sınıf bakış açılarına uygun davranarak yapmaktadırlar. Şöyle ki, türbanlı kadınların gözaltına alınma işlemleri sırasında kelepçelenmesine, bakanından siyasetçisine, yazarından bilmem kimine kadar bir dizi burjuva zat, bu kelepçeleme işlemine ileri düzeyde duyarlılık gösterdi. Tepkilerini sınıf yaklaşımlarını en katıksız biçimde sırıtırcasına yansıttılar. Türbanlı kadınların toplumda saygın olduklarını söyleyerek, toplumda saygın olan başörtülü kadınlara bu kelepçelerin takılmasını kınadılar. Yani, türbanlı kadınların toplumda saygın
19
olduğunu ama diğer kadınların bunlar kadar saygın olmadığını söylediler. Salt söylemekle kalmadılar. Pratik tutumlarıyla da bu düşüncelerine uygun hareket ettiler. Başörtülü kadınlara kelepçe takılırken diğer kadınları rencide eden yaklaşımlarıyla tepki gösterirken, sokaklarda saçlarından sürüklenen, gözlerine gaz sıkılan, coplanıp işkenceden geçirilen, karakolda dövülüp işkence edilen ve hatta öldürülen, hapishanelerde çıplak arama onursuzluğuyla işkenceye tabi tutulan, sürgün edilen ve her gün üçer-beşer öldürülen kadınlar hakkında bir tek cümle söylemediler, söylememektedirler, söylemezler de… MKP davasından tutsak edilen dört kadının o hapishaneden öbürüne, diğerinden başkasına sürgün edildiklerini, hapishanede (Elazığ) baskı ve işkencelere maruz kaldıklarını okumaktayız sosyalist basında. Ve bu kadınların (işte toplumda saygın olan bunlardır; bunlardır çünkü toplumsal kurtuluş için sınıf mücadelesi verip bedel ödemektedirler…) maruz kaldığı baskıları, işkenceleri, insanlık dışı uygulamaları anlatan mektuplarını okumaktayız aynı basından. Başörtülü kadınlara karşı bunca hassas olan ama o hapishaneden öbürüne sürgün edilip işkence gören bu devrimci kadınların uğradıkları baskılara-zulme sessiz kalan beylerin tavrı sınıfsaldır. Kadına sahip çıkmaktadırlar ama hangi kadına? Özcesi, kadın da sınıf damgası taşır, erkek de. Kuşkusuz ki, bunların uyguladığı şiddet de bir sınıf ideolojisi ve kültüründen beslenir. Aynı biçimde bunların gösterdiği mücadele de bir sınıf ideolojisinden beslenir, onun damgasını taşır. Tıpkı burjuva bayların duyarlı oldukları belirli kimlikteki kadınlar örneği ile kendilerini enterese etmeyen dört MKP davası tutsağı devrimci kadınların maruz kaldığı baskılara karşı taşıdıkları “üstün duyarlılık” gibi… Açık ki, burjuvazi kadın sorununda ikiyüzlü bir tutum içindedir. Kaldı ki, sorunun devam ettirilmesi, derinleştirilmesi ve her türlü insani boyutların gerisine düşürülmesi doğrudan onlardan kaynaklıdır. Proleter devrimciler ise tavırlarını açıkça ilan ederken, ezilen her kadına uygulanan baskı ve şiddetin karşısında tutarlı bir tavra ve mücadeleye sahiptir. Kadın ezilip baskıya maruz kaldığı için ilerici bir dinamik ve potansiyel taşır. Onun saygın olması ise gerçekleştirdiği eylem, sınıf mücadelesi karşısındaki pozisyonu, emekçi kimliği, ezen-ezilen çelişkisinde hangi tarafta yer aldığı ile ilgilidir esasta.
20
güncel haber
Devrim bir emekçisini daha yitirdi
Uzun bir süredir Almanya’da ADHK faaliyetlerini sürdüren Zeynel Deniz, 27 Kasım’da geçirdiği kalp krizi sonucunda hayatını kaybetti. Deniz, Hozat’ta yapılan cenaze töreniyle sonsuzluğa uğurlandı Almanya’nın Hannover şehrinde uzun bir süredir Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu (ADHK) faaliyeti yürüten Zeynel Deniz, 27 Kasım’da geçirdiği kalp krizi sonucunda hayatını kaybetti. 1976 yılından, 1992 yılına kadar Türkiye-Kuzey Kürdistan’da faaliyet yürüten Zeynel Deniz, bu tarihte gittiği Avrupa’da da mücadelesine yılmadan hayatının son anına kadar devam etmiştir.
Deniz Hozat'ta sonsuzluğa uğurlandı Zeynel Deniz çok uzun zamandır ayrı kaldığı topraklarda ailesi, dostları ve yoldaşları tarafından sonsuzluğa uğurlandı. Ovacık Belediye Başkanı Fatih Maçoğlu ve Mazgirt Belediye Başkanı Tekin Türkel’in de aralarında bulunduğu kitle, Zeynel Deniz’i Hozat’ta karşıladı. Deniz’in naaşı DHF flamalarına sarılarak köy evine götürüldü. Dersim’in Hozat ilçesine bağlı Kilise (Yenidoğdu) Köyü Soripyan Mezrası’nda defnedilen Deniz’in cenaze törenine çok sayıda yoldaşı, dostu ve ailesi katıldı. Törende yapılan konuşmalarda Zeynel Deniz’in yaşamı boyunca Kaypakkaya geleneği ve çizgisinin yılmaz bir savunucusu ve bir mücadele emekçisi olduğuna vurgu yapıldı. Yapılan konuşmaların ardından Deniz şahsında devrim ve komünizm şehitleri için yapılan saygı duruşu ve okunan şiirlerle Zeynel Deniz sonsuzluğa uğurlandı.
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
“Sınırsız Avrupa”nın kanlı tel örgüleri Savaşı ortaya çıkartan ekonomik, siyasi ve askeri sebepler anlaşılmadan ortaya atılan göçmen politikaların saldırılarının anlaşılması güçleşir. Egemen kapitalist düzeninin göçmenler özgünlüğünde uyguladığı politikalar genel olarak insanlığa reva gördüğü sömürü düzeninden bağımsız değildir. Saldırıların merkezine karşı güçlü ve geniş birliktelikler kurmak kaçınılmazdır Avrupa kıtasında İngiltere-Almanya gibi ülkelerin öncülüğünde kurulan birlik; coğrafi, para ve askeri alanlarda birliğe dâhil edilen birçok ülke, sınırları tel örgüler, hendekler, beton duvarla kapatarak mültecilerin kıtaya geçmesini önlemeyi hedeflemektedirler. Geçişlerin sağlandığı ülkelerle güvenilir ülke (safe country) antlaşmaları yaparak mültecileri söz konusu ülkelere geri göndermeyi amaçlamaktadır.
Güvenli Ülke (Safe country): Türk egemen sınıfları karakteri gereği bütün meselelere dair siyasal tavırlarını sermayenin çıkarları ekseni ve oradan elde edecekleri pazar hâkimiyetiyle belirlerler. Savaş durumunu yaratma ve bu ortamda ganimette pay kapma esasına uygun konumlanış burjuva sınıfının temel mantığı ve karakteri gereğidir. Yazıya bu şekilde giriş yapmamız meselenin anlaşılabilinmesinin kilit rolü oynamasından ileri gelmektedir. Aksi halde olayların gelişimi, anlaşılması ve tarifi güçleşecektir. Emperyal güçlerin merkezileşme siyasetinin önemli bir yol kat ettiği aşikardır. Dünya, sermayenin bir merkezden idaresi, yönetilmesi esasına uygun şeklinde biçimlendirmiş durumdadır.
Söz konusu güçler ekonomik ve de askeri olarak ülke yönetimlerini bu merkezin genel çıkarları ekseninde bir araya getirilmektedirler. Pazara hâkimiyette “güçlü” devletler arasında belli çelişkilerin olması bu merkezileşmenin önünde şimdilik bir engel biçiminde sirayet etmemektedir. ABD-AB ve Rusya-Çin liderliğindeki çelişik “kutup”lar merkezi odaklanmanın esasına bağlı olarak kimin-kimlerin daha çok etkin olabilirliği gayretiyle birbirleriyle didişmektedir. Bu onların özünde merkezileşmeyi kabul etmedikleri anlamına gelmez. Türkiye’nin pazar ortaklığına üye birliğine alınmadaki ön koşullarından olan “demokrasi” meselesi, AB’nin gerçek anlamda demokrasiyi özümsediğinden değil, tamamen ekonomik çıkarlardan kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin özellikle insan hakları ihlallerinde dünyanın sayılı ülkelerin başında gelmesi, bugün açısından AB ülkeleri arasında hatırı sayılır Almanya’nın liderliğinde, mülteciler konusundaki tutumunda görüleceği gibi bir çırpıda güvenilir ülke konumuna getirilebiliniyor. Nedir bunun arka planında yatan gerçeklik: AB ülkeleri “sosyal devlet” olma niteliğiyle, anayasal haklar biçiminde bu coğrafyalarda yaşayan kitlelere sundukları “huzurun bozulacağı” ve bu durumda belli bir sorgulama zemininin yaratılabileceği düşüncesiyle, mültecileri Türkiye’nin güvenli ülke statüsü konumuna getirip bu ülkeye ekonomik desteklerle sorunun muhatabı konumuna kadar getirebilmektedirler. Oysaki şu ana kadar hak ihlalleri başta olmak üzere insan yaşamına kasıt vardır diye TC devletini platformlarda “mahkûm” etmekteydiler. Türkiye Cumhuriyeti bu suçlarını azaltmak yerine savaş suçu işleyip süreci en katı biçimde devam ettirirken AB neden Türkiye’yi güvenilir ülke olarak görmek istiyor? Suriye’den, Afganistan, Irak, Eritrea, Sudan, Mısır gibi ülkelerden savaş vesilesiyle can güvenliği olma-
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
21
dığında göç ettirilen mültecilerin muhataplığını Türkiye hakkındaki değerlendirmelerini bir kenara iterek kendilerine geri vermek istediğinden kaynaklanmaktadır. Daha önce Dublin-Schengen Antlaşması ile sağlanan bu durum, özellikle Yunanistan’ın çark etmesiyle, İtalya’nın “Tek başına bizler muhatap olamayız” şeklindeki açıklamalarıyla Avrupa sınır ülkeleri Orta Avrupa’dan mültecileri geri almayı askıya almış oldu. AB tarafından bu siyasal tutum karşısında yeni müttefikler arayışında Türkiye ile güvenli ülke görüşmelerine başlandı. Merkel’in son ziyaretlerinin ana konuların başında da bu gelmektedir. Paris saldırısı sonrası süreç Paris’te gerçekleştirilen saldırılar dünya kamuoyunca lanetlendi. Üzülerek belirtelim ki, siyasal, kültürel, ekonomik olarak bu saldırıların arkasında olanlar da lanetlediler. Bu keşmekeşli durum Avrupa’nın “ben” toplumunu dost düşman ayrımında basit sonuçlara gitmesini sağlamıştır. Özellikle Müslüman topluma karşı önyargıların daha yüksek bir düzlemde geliştirdiği bu sürecin inanç zeminde kutuplaşmayı derinleştirdiğini söyleyebiliriz. Fransa yaşanan saldırılar ardından, gerek iç politik yönelim açısından gerekse de Ortadoğu'da süregelen saldırgan politikaları açısından “timsah gözyaşları” eşliğinde, yükselen bir tempoyu iyi bir fırsata dönüştürerek, saldırılarını artırdı. İçerde ırkçıgöçmen karşıtı politikalarını, geniş bir toplumsal destek bulmanın avantajıyla güncelleyerek, 3 aylık olağan üstü hal ilan ederek, orduyu, polisi sokağa sürdü. Gösteri ve yürüyüşlerin yasaklanmasından, sağ ve “sol” partilerin birlik gövde gösterisinden, hem Suriye’deki emperyalist politikalarını temize çıkarıp toplum nezdinde güven tazeledi hem de göçmenleri topyekûn suçlu gösteren bir hava estirerek, bu yönlü politik kararlar için elini güçlendirdi. Bu yeni olağan üstü hal koşulları rüzgârıyla, ülkede göçmenlerle, yerli halk arasında uçurumu, bir duygu yıkımı ve güveni eriten açıklama ve havayla, Fransa’nın birçok bölgesinde, içinde Türkiye-Kuzey Kürdistanlılara ait işyerlerinin de bulunduğu yerle, ateşli silahlarla saldırılar düzenlendi. Ve gelinen yerde yeni ırkçı saldırıların devam etmesini tahrik eden, bir politik iklim beslenerek büyütülmeye devam ediyor. Öyle ki, emeklilik yaşının 1 yıl daha uzatılması yönlü, bu saldırılardan önceki toplumsal muhalif engel, bu yeni güvenlik çizgisi iklimi içinde, kaşla göz arasında aşılarak, emeklilik yaşının 1 yıl daha uzatılması yasası geçirildi. Dünya genelinde ezilen mazlumların karşı baskılanmalar, sömürü ve katliamlar boyutlandırılarak devam ettirilmektedir. Savaşı ortaya çıkartan ekonomik, siyasi ve askeri sebepler anlaşılmadan ortaya atılan göçmen politikaların saldırılarının anlaşılması güçleşir. Egemen kapitalist düzeninin göçmenler özgünlüğünde uyguladığı politikalar genel olarak insanlığa reva gördüğü sömürü düzeninden bağımsız değildir. Saldırıların merkezine karşı güçlü ve geniş birliktelikler kurmak kaçınılmazdır. Sorunların her birisinin kendi özgünlüklerini göz ardı etmeden, merkezi bir otoriteye karşı güçlü örgütlendirmeler yaratmak bugün her zamankinden daha acildir.
ANTAGONİZMA
≫ muzaffer oruçoğlu
KADIN
Ç
ayından bir fırt çekti adam. Deminden beri konuşan kadının perişan halini bir kez daha süzdü. Kendini her daim kalbinde hisseden tutkulu sözcüklerin kadınıyla geçen yıl balkonu temizlerken düşüp ölen temizlikçi kadını anımsadı. “İyi güzel de hanımefendi,” dedi, “bana burada bunları niye anlatıyorsun. Ne yapmamı istiyorsun?” “Oturmayın burada, harekete geçin,” diye sürdürdü kadın. “Kadınların kutsal suskunluklarını sürdürdükleri bir dünyada yaşıyorsun. Böyle rahat rahat oturup çay içemezsin. Kadınlar kara çarşaflara sokuluyor, zincirlenip pazarlarda satılıyor. Büyük barbarlar, kadın düşmanı yerel barbarları ortaya çıkardı. Hepiniz seyirci kaldınız.” Adam etrafına bakındı. Kafeterya boştu. Çattık belayı berzaha dercesine iki yana salladı kafayı. Kadın elindeki kitabı, ceketinin sağ cebine sokup, sürdürdü. “Kadın düşmanı bu barbar çetelere kadınlar neden katılıyor? Dünya kadınlarının ezici çoğunluğu, neden boyunlarındaki cins boyunduruğunun farkında değil? Sen farkında mısın o da belli değil.” Adamın dikkati, kadının yüzünde kendini içe doğru çeken ikiz bir alamete, sükûnete ve cinnete takılmıştı. “Güzel şeyler söylüyorsun hanımefendi, ama ben ne yapabilirim? Git bunları yetkililere anlat, bana niye anlatıyorsun burada? Boynumu boyunduruğa sokmuş bir adamım ben.” Kadın, sağ gözünün altındaki mor halkaları, parmağının ucuyla kaşıdı, yaklaştı, adamın karşısında oturdu. Cebinden çıkardığı kitabı masanın üzerine koydu. “O zaman boynumuzdaki boyundurukların cinslerini bilirsin sen. Sınıf boyunduruğu, ulus boyunduruğu, inanç boyunduruğu, göçmenlik boyunduruğu, doğal iş bölümü boyunduruğu. Bu boyunduruklardan hangisinin bir parçasısın sen?” Çift sürme günlerinde, öküzlerin cilalanan, çatlayıp kanayan boyunlarındaki boyundurukları, bindiği ağır boyundurukları anımsadı adam. Biliyorum, bilmez değilim, farkındayım her şeyin. Fakat...” “Farkındasın ama bu yetmiyor. Bir de farkındalık diye bir şey vardır,” diye sürdürdü kadın. “Farkındalık, kadın köleliğinin kaldırılması yönünde atılan ilk ve en büyük adımdır. Tarihin en aciz kaldığı nokta, kadının kendi köleliğinin farkında olamadığı noktadır.” Tezgâhtan gelen garson kadın, ‘kafayı yemiş, hoş gör,’ dercesine adama göz kırptıktan sonra yaklaştı, hafif eğilerek, “lütfen müşterileri rahatsız etmeyin,” dedi. Kadın ayağa kalktı, masanın üzerindeki kitabı alıp cebine soktu. Diklemesine, gözlerinin içine baktı garson kadının. “Sen zorunlu işin içinde zorunlu olarak konuşuyorsun.” “Nasıl konuşursam konuşayım, ikide bir gelip, müşterilerimizi rahatsız etmeyin.” “Ben kimseyi rahatsız etmiyorum, zorunlu işi rahatsız ediyorum. Zorunlu iş, eski ve yeni tüm kölelik biçimlerinin ana kaynağıdır. Köle sahibi gibidir zorunlu iş, emek ve hizmet ister. Senin
buradaki zorunlu işe bağımlılığın, erkeğinkinden daha güçlüdür. Bunu unutma.” Tezgâhın arkasından yedi yaşında bir çocuk çıktı, geldi garson kadının eteğinden tuttu, hafif çekti. Kadın, bakışlarını, garsondan çocuğa doğru çevirdi. İşaret parmağını kaldırdı! “Unutma,” dedi garson kadına. “Bu güzel çocuk senin. Sen sadece malları değil, insanları da üretiyorsun. Doğal iş bölümü, sana insanların üretilmesi ve büyütülmesi alanında daha ağır işler yüklüyor. Bu çocuğu dokuz ay karnında taşıdın, acıyla doğurdun ve dokuz ay emzirdin. Onun büyütülmesinde asli unsur olarak görev aldın. Bu doğal bir iş, doğal bir hizmettir insan üretimi alanında.” “Dediklerin güzel de..."-“ “Dinle! Sen bu işe ek olarak, evde yaşayanların beslenme, temizlik ve benzeri ihtiyaçlarını hizmet işçisi olarak karşıladın. Bu hizmetlerin saatle sınırlanmış bir düzeneği yoktur ve en vahimi de karşılığı, ücreti yoktur. Bu duruma ek olarak, senin bir de ev dışı, ücrete bağlı, şu zorunlu işin var. Tüm bu hizmet ve mal üretimi sürecinde sen, emeğinin önemli bir bölümünün karşılığını alamıyorsun, erkek karşısında ekonomik güç olarak zayıf bir konuma düşüyorsun.” Garson, yumuşadı, kadında o ana kadar fark edemediği bir şeyi, içtenliği ve yardım etme isteğini fark etti birden. İçinde uyanan acıma ve empati duygusunu, mülk ve müşteri hesaplarıyla fingirdeyen davranışlarına doğru yaydı. “Kusura bakmayın, sizi bu kafeteryadan çıkarma kabalığına düşmek istemiyorum. Bakın masalar sandalyeler boş, buyurun oturun size bir içecek ısmarlayayım.” “Teşekkür ederim. Hiç kimseden karşılıksız bir şey almak istemiyorum. Öylesi durumlarda kendimi baskı altında hissediyorum. İnsanlık zaten yeterince baskı uyguluyor.” “Baskı olarak yorumlamayın lütfen.” “İyi niyetli olabilirsiniz ama teklifiniz baskıdır. Şu çevremize bakın bir. Kadın olarak doğan ‘erkeğe’, ‘erkek’ olarak doğan kadına ya da doğduktan sonra karşıt cinse dönüşen her cinse ağır baskılar uygulanıyor. İnsanın derin doğasına, o doğadan kaynaklanan zevklerine, eğilimlerine ağır baskılar uygulanıyor. Ciddi kişilik sorunlarına, vicdan kanamalarına, onulmaz mağduriyetlere yol açıyor bu baskılar.” Kadın, kapıya doğru yürüdü sessizce. Eşikte durup, kafasını çevirdi, bakışlardaki mahcubiyeti ve çaresizliği, kendi içinde eriterek, güce ve umuda dönüştüren derin bir irade ışıltısıyla son kez süzdü kafeteryayı ve kayboldu. “Ne yapacağım bilemiyorum,” diye mırıldandı garson kadın. “Birkaç haftadır uğruyor. Gözüne kestirdiği her müşteriye anlatıyor bunları. Bıkmadan usanmadan uzata uzata anlatıyor. Sonra çıkıyor, yol boyundaki dükkânlara, işliklere giriyor. Onlara da anlatıyor. Kafayı yemiş, ama iyi bir kadın. Dürüst.” “Anlaşılması zor şeyler söylüyor,” dedi müşteri. “Doğru şeyler söylüyor ama böyle olmaz. Esnaf dinlemez bunu. Gidip derdini yetkililere anlatması lazım. Çözüm çıkarsa oradan çıkar.” Çocuk hüzünlenmişti. “O teyze hep geldi anne, sen hep kovdun,” diye mırıldandı. “Kovma.”
22
güncel haber
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
Değişen coğrafyalarda kıyıya vuran yaşam-1 Göç hiçbir zaman kolay olmamıştır. Özellikle de göçe zorla maruz kalınmışsa. Her ne sebeple olursa olsun göç etmek zorunda bırakılan insan bunun travmalarını yaşamıştır ve çok uzun yıllar geçse bile hâlâ bir şekilde kendi içinde bu tramvayı barındırmaktadır 21. yüzyılın ilk 15 yılını geride bırakırken insanın göç etmek zorunda kalması 20. yüzyılda yaşanan emperyalist paylaşım savaşlarıyla en üst seviyeye çıkmış olup bugün hâlâ devam etmektedir. Birleşmiş Milletler verilerine göre dünya üzerinde 60 milyon insan mülteci durumunda. Bunların belli bir kısmı ekonomik veya isteğe bağlı iken büyük çoğunluğu ise savaşlar, afetler vb. nedenlerden ötürü zorunlu halde olmuştur. Yapılan göçlerin yönü ise başta AB ülkeleri olmak üzere dünyanın dört bir yanına yapılmış ve yapılmaya da devam etmektedir. Göç; sözlük anlamıyla bir yerden bir başka yere gitmektir. Yani yer değiştirmek. Bu durum, köyden kente, kentten başka kente, ülkeden ülkeye veya kıtalararası biçiminde olabilmektedir. Ama bizim burada üzerinde durmak istediğimiz esas konu; göçün kelime anlamıyla bu kadar masum duruşuna bakmak değil, bilakis ekonomik, sosyolojik, psikolojik yönlü bıraktığı etkilerdir. Aslında yerkürenin her bir noktasının tüm insanlık için bir yaşam alanı olması gerekirken, savaşlarla belirlenen zoraki sınırlar insanı kendisine ait bu dünyada göçmen haline getirmiştir. Göç hiçbir zaman kolay olmamıştır. Özellikle de göçe zorla maruz kalınmışsa. Her ne sebeple olursa olsun göç etmek zorunda bırakılan insan bunun travmalarını yaşamıştır ve çok uzun yıllar geçse bile hâlâ bir şekilde kendi içinde bu tramvayı barındırmaktadır. Göç bu kadar zor iken bu duruma kadın noktasında baktığınızda ise daha başka bir boyuta evirilmekte, ekonomik nedenler ve özelliklede savaşların zorladığı insanlığın kadın yarısı bu durumu daha ivedi yaşamaktadır. Erkek egemen dünyanın bir avuç sömürücülerinin çıkardığı özünde paylaşıma dayalı olan savaşlarda kadın, savaşı çok daha boyutlu yaşamaktadır. 1. ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşları’nda, bugün dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanan savaşlarda yüz binlerce kadın savaş ganimeti olarak sunulmuş, cinsel şiddete uğramıştır. Bangladeş İç Savaşı’nda resmi rakamlara göre 400.000 kadın cinsel şiddete uğramış, Kosova’da keza yine ve daha yakın zamanda Ukrayna’da yüzlerce kadın bu saldı-
rılarla öldürülmüştür. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Son süreçte ise Ortadoğu’da yaşanan savaşa gelirsek, 2014 yılında başlayan ve hâlâ devam eden gerici güruh orada yaşayan kadim halklara ve Kürt ulusuna yönelik saldırılarında özellikle kadınları hedef alarak yüzlerce Êzidî kadına cinsel şiddet uygulamış ve daha da ileri giderek şeriat yasalarını uygulayarak kadınları köle pazarlarında satmıştır. Buna karşı çoğu kadınlar ise savaşa katılıp tarihsel bir mücadele yürütmüş ve yürütmeye de devam ediyor. Kimileri de yaşanamayacak hale gelen topraklarında can güvenlikleri olmadığı için göç etmek zorunda kalmışlardır. 2014 yılından bugüne toplamı sürekli değişmekle birlikte 800.000 insan Avrupa’ya göç etmiştir. Bunların içinde 98.000 deniz yoluyla Fransa’ya, 124.000 ise Yunanistan’a gelmiştir. Uluslararası Göç Örgütü bu yıl denizi aşmaya çalışırken 2000 göçmenin bo-
ğulduğunu açıklamış ve genel olarak da 2014 yılından bu yana 3279 kişi çeşitli sebeplerle göç yollarında hayatlarını kaybetmiştir. Yapılan açıklamalarda Haziran ayında Avrupa’ya çıkan insanların %10'unu kadın ve çocuklar oluştururken, Eylül ayında bu oran üçte bire yükselmiştir ve her 8 kadından biri ise hamiledir. Makedonya İçişleri Bakanlığı verilerine göre gelen göçmenlerin %80'i Suriye, %5'i Afganistan ve %5'i ise Irak'tan gelmiştir. Yukarıda verdiğimiz bu rakamlar maalesef stabil durumda kalmamakta ve sürekli değişmektedir. Batması büyük ihtimalle olası olan teknelerde istiflenerek yola çıkarılan bu insanlar bu yılın Nisan ayında -1776 kişi, Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği- o karanlık sularda boğuldular. Kendi topraklarının zenginliklerini talan eden emperyalist-kapitalist sömürgecilerin ülkelerine doğru yönelen göç yoluculuğu ise bu durumun ironik
yönü olarak önümüzde durmaktadır. Böylesi durumları fırsat bilen insan tacirlerinin elinde, güvenli bir ülkeye gitmek için her türlü yolu deneyerek ölüm ve yaşam arasında yeni umutlar için yollara düşmüştür insanlar. Mülteci olmanın asla bir tercih olmadığı ve emperyalist-kapitalist çıkar ilişkilerinin zorunlu bir dayatması olarak ele almak durumunda olduğumuz göçü akıldan çıkarmadan, şu an gerek Türkiye’de gerekse Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bulunan göçmenlerin özelliklede Paris’te yaşanan saldırıların ardından yaşanan ırkçı saldırılarla nasıl bir durumda olduklarını ve bu sürecin nereye evirileceği noktasındaki değerlendirmelerle; umuda yolculuğun nerelerde bittiğini, hangi denizlerde boğulup karaya vurduğunu bir sonraki yazımızda ele alacağız.
01-15 ARALIK 2015 Halkın Günlüğü
güncel haber
TUTSAK PARTİZAN
23
≫ cafer çakmak
TAŞIN MUAMMASI
M
ezopotamya mitolojisinde Zülkarneyn ile Hızır arasındaki taş hikâyesi tarihe ve hayata ışık tutar. Günün birinde İsrafil Zülkarneyn’e bir taş verir: “Bunu al da kendini ölç” der. Ab-ı hayat peşinde zulmet ordusuyla savrula devrile, yakıp yıkarak dört bir yanı viran eyleyen Zülkarneyn, taşı elleriyle ölçer olmaz, uzuvlarıyla ölçer yine olmaz. Taşı taşla ölçmek Zülkarneyn’in en büyük açmazı olur. Zülkarneyn bitkin düşer, girdiği bütün savaşlarda mağlup düşen komutan denli yılgındır. Muktedir ve hâkim Zülkarneyn bir taşın muammasını çözemez. Bigâneliği yüzünden mekân tutan Zülkarneyn sütkardeşi Hızır’a koşar, bir çırpıda hikâyeyi anlatıp yardım diler. Hızır; yalınlığın göz kamaştırıcı ışığı ve suretidir. Terazinin bir kefesine taşı, diğerine bir avuç toprağı koyarak kefeleri denkleştirir. Şaşkınlıkla Zülkarneyn: “Taşın sırrı bu mu yani, bir avuç toprak mıymış ağırlığı” der. Taşın topraktan çıktığını idrak edemeyen Zülkarneyn’e: “Anlamıyor musun? Bu taş bir ağırlık değil, aramızdaki yakınlığın ve uzaklığın timsali, seni benimle beni seninle ölçen misalin ta kendisidir” izahatında bulunur. Eskiden beri hamlıkta ısrar edenler, taşın muammasını bilmeyenler ziyadesiyle bulunuyor. Bu demde küplerindeki küllenmiş bilgileri hayatın yerine koyanlar demokratik devrim olmadan sosyalist devrim olmaz vasatlığını gösteriyorlar. Tarih ve felsefe burada taşın görevini görüyor, bizler ile onların arasındaki yakınlığın ve uzaklığın timsali. Yarı-sömürge kapitalist bir ülkede sosyalist devrimin demokratik devrimin tamamlanmayan görevlerini de kapsadığını kavrayamıyorlar. Aşılıp çözümlenmiş teorik ve pratik sorunsalları, mağlup orduların çaresizlik hışmıyla, vaveyla kopararak gündeme getirmeye çalışıyorlar. Tarih anlayışları ardışık, felsefi prizmaları felsefi idealizm olduğundan bir türlü eğriyi doğruyu kaldırtamıyorlar. Başkalarının imanıyla sofu olan zatı âlimlerimiz hamlıkta kavrula kavrula saflaşamıyorlar. Avrupai elitistlerin postuna bürünüp hariçten gazel okuyarak, Asyalı baldırı çıplakların kültürel seviyeleri ne ki sosyalist devrime soyunuyorlar imasından da geri durmuyorlar. Bu sofistike zatlar, Ortodoksit dukalar, Hallac-ı Mansur’u, Karmatileri, yarin yanağından gayri paylaşmak için her şeyi şiarıyla kılıç kuşanan ak libaslı Bedrettin yiğitlerini de bilmezler. Tarih rasyonel hikâyecilikten ibaret değildir. Tek başına tarih hiçbir şey yapamaz. Tarihe yön veren tarihi yapan insanların maddi ve manevi faaliyetleri bütünlüğüdür. Taa vaktinde Hobbes “Eski kurumları yadsımak, yenilerini yerleştirmek ve onları da değiştirmek ve yeni bir anlaşmayla düzeltmek kudretli insanlara veriliyor” diyordu. Marksizm’e sirayet eden pozitivist Ortodoksit anlayış; felsefeyi dikişli tarih ardışık veçheye büründürür. Bu yorum tarihi rasyonalize edip zorunluluklar ilişkisinin sonuçlarını akli sıralamalarla bağdaştırır. Ve Hegel’in çevrimsel haresine girer. Hegel, Batı Avrupa’nın paleolitik, mezozoik, köleci, feodal, kapitalist toplumsal zincirini evrensel boyuta taşıyıp tekmil kıta topraklarının eş halkları izlediklerini ve bütün halkların rasyonellikle dizayn edildiklerini
düşünür. İdeanın arkhe olduğunu, ebetten beri var olup tarihsel süreçlerini izleyerek döngüsünü tamamladığını, her şeyin ideanın yansımaları olduğunu ya da insanın rasyonel tezahürleri olduğunu söylemeye eştir bu mantalite. Pozitivist anlayışa göre bu rasyonel tasarılar arasında evrimsel ardışık bağ bulunduğundan diyalektik sıçrama vuku bulmaz. Kölecilikten kapitalizme, feodalizmden sosyalizme sıçramalı geçişler vuku bulamaz. Oysa tarih aklımızın rasyonel tasarılarıyla değil, zorunluluklar diyalektiğiyle şekillenmiştir. Tarihsel döngüler, virajlar, çöküşler ve sıçramalar ne rasyonel tasarımlar sonucuydu ne de ‘öyle olmak zorunda değildi’nin izahatıydı. Ardışık tarih yazımı teologun ya da felsefi idealistin kaleminden dökülen hikâyeciliktir, kurgusaldır. Tarih de felsefe de dikişsizdir, senkronize/ardışık değildir. Paleolitik sonlarına doğru primatların bir türü olan Homo-Neandertallerin soyu tükenirken Homo-Erectuslar varlığını sürdürüp mutasyona geçirdi. Neandertallerin tarih sahnesinden silinmesi rasyonel aklın silgisiyle gerçekleşmedi. Ya da Neandertallar yok olmak zorunda değildi de diyemeyiz. Tarih, şöyle olsaydı da böyle olurduyla değiştirilemez, açıklanamaz. Şöyle ya da böyle olamadığından, zaman ve mekân zorunluluklarıyla içkinlendiğinden öyle olmuştur. Tarihin ardışıksızlığına sayısız örnek verilebilinir: M.Ö. 10 bin civarında Mezopotamya’nın Verimli Hilal bölgesinde Sümerler Neolitik’i yaşayıp doğal tarımdan sulamalı tarıma geçtiklerinde Avrupa Mezolitik’i M.Ö. 3 bin yıllarında yaşayacaktı... Anadolu’da Hititler’e yazıyı Akadlar taşıdı, Hititler yazının uzun kuluçka evresini yaşamadı. Asya Çin’inde köleci üretim tarzı görülmedi. Afrika, özellikle Güney Afrika feodalizmle tanışmadı. Amerika yerlileri köleci ve feodal üretim tarzını yaşamadılar, kölelik sergilemelerini plantasyonlarda kapitalizmle iç içe geçerek yaşandı. Lenin uzun dönem genç Marks’ın etkisindeydi. “Kutsal Aile” eserinin sınırlarındaydı. Lenin, diyalektik materyalizmde pozitivist yorumlayışa tekabül eden politik görüşler taşıyordu. Lenin’de Rus devrimi dikişli olup Rusya’nın burjuva demokratik devrimi tamamlamadığını, üretici güçlerin gelişiminin sosyalist devrime nesnel zemin sunmadığını, derin feodal kalıntılar taşıdığından Rusya’nın geri bir ülke olduğunu belirtiyor ve sonrasında aşacağı görüşlerini özetliyordu: “Bu diktatörlük, devrimci gelişme sürecinin bir dizi ara aşamasından geçmeden kapitalizmin temellerine dokunamaz”, “Gelişmekte olan demokratik devrimin burjuva niteliğini ancak kara cahiller kaçırabilir”… Paris Komünü’nü değerlendirirken Lenin yenilginin sebepleri arasına, demokratik devrim ile sosyalist devrim öğelerini ayırt etmeyi bilmemesini de ekliyordu. Lenin’in bu yaklaşımı, diyalektik materyalizmi bir yönüyle ekonomik indirgemeciliğe ve tarihsel sıralamaya dönük yorumlayışıydı. Felsefe ve özellikle Hegel diyalektiğini okumaya dönen Lenin, nesnel olanın öznel olana yansımasının kaba ekonomik indirgemeciğinin soyut ve tarih yasalarını belirlemelerini sorgulamanın yoluna düşer. Okumaları ışığında “Felsefe Defterleri” eseriyle düşünsel deği-
şim kulvarını açar. Diyalektiğin tek temel yasasının çelişki olduğunu vurgulayarak: “Diyalektik, insan aklının, karşıtların neden ölü ve taşlaşmış olarak değil de canlı koşullara bağlı, devingen, birbirine dönüşür olarak kavranması gerektiğini gösteren teoridir” açıklamasıyla nesnelerin tek yanlı, birbirinden kopuk, soyut ve çarpıtılmış biçimde ele alınamayacağını vurgular. “Her yasa sınırlıdır, tamamlanmamıştır, yaklaşıktır” perspektifiyle Marksizm'in devrimci özünü açığa çıkartıp, fizik bilimi ve tarihsel-toplumsal gelişmelerle değişimler yaşayarak yeni nitelikler kazanacağını, diyalektik hareketin “azalma ya da artma anlamındaki evrimci gelişme ölüdür, kuraktır” diyalektik hareket çekişir kutupların birliği anlamında sıçrayıcı, süreklilik içinde keskin koğuşları, eskinin yadsıması olduğunu ve nesnel olanla öznel olanın arasında soyut, katı ve gevşetilmemiş ilişki olmadığını, karşıtların birbirini çok yönlü etkilediğini ortaya koyuyordu. Lenin’de fikirsel hareketin değişimi politik programatik çizgisinde yansımasını buluyordu. Şubat 1917 Devrimi olmuş, devrimci demokrasinin ikili yönetimi iş başına gelmiş, Çarlık yıkılmış, demokratik cumhuriyet kurulmuştu. Bu politik iklimde Rusya’ya dönen Lenin, 3 Nisan 1917’de Finlandiya Tren İstasyonu’nda büyük bir coşkuyla karşılandı. Kendisini bekleyen Menşevikleri ve Bolşevikleri derinden sarsacak görüşlerini burada deklare etti. Sonrasında “Nisan Tezleri” olarak yayınlanacak bu görüşleri “çılgınca”, “saçma sapan” bulundu. Yalnız Menşevikler değil, Bolşevikler de Lenin’e karşı çıkıyorlardı. Menşevik ve Bolşevikleri birleştiren ilke aynıydı: “Rus devrimi ancak bir burjuva devrimi olabilir. Rusya sosyalist devrimin gerektiği olgunluğa erişememiştir.” Ağız birliği yapan Menşeviklerle Bolşeviklerin kopardığı gürültüde Lenin’in tezleri yerden yere vuruluyordu. Peterograd Komitesi 3 Nisan günü, Lenin’in tezlerini 13 aleyhte 2 lehte ve 1 çekimser oyla reddetti. Kendisinin de dahil olmak üzere Bolşevik yoldaşlarının devrim öncesi Ortodoksit görüşlerine meydan okuyan Lenin, süreçle karşı çıkanları ikna etti ve 1917 Ekim’inde Sosyalist Devrim gerçekleşti. Lenin kendisini eleştirenleri o dönem şöyle betimliyordu: “Evet, hepsi Marksist olduklarını söylüyorlar, kuşkusuz bu bir ölçüye kadar doğru ama onlar Marksizm’i mümkün olan en bilgeç biçimde ele alıyorlar. Marksizm’in özünü yani onun devrimci diyalektiğini hiç anlamıyorlar.” Bu pozitivist ardışık tarih zihniyeti sosyalist güçlerde, UKH'de hala baskındır ve sosyalizme yürüyüş ile sosyalizmin içeriği önceden birebir kiplerle doldurulup çerçevelenir. Geleceği çok önceden birebir tayin etmenin medyumvariliği, hayatın değişen ve biteviye yer değiştiren öznelerinin devinim diyalektiğini iyi kavramamakta, felsefi idealizmden kopamamaktadır. Lenin gelecek mühendisliğinin bu formuna karşı çıkıyordu: “İnsanlık bu yüce hedefe giden yolda hangi aşamalardan geçmek, bunun için hangi pratik önlemleri almak zorunda kalacak bunu bilmiyoruz ve bilemeyiz. Fakat sosyalizmin ölü, donuk, değişmez bir şey olduğu yolundaki alışılmış burjuva düşüncesinin ne kadar büyük bir yalan olduğu”nu ortaya koyarak projektör tutuyordu.
Halkın Günlüğü
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası İst. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYA GEL Dewlet qetil dike, gel li ber xwe didin!
Dewlet, li bakurê Kurdistanê û Tirkiyeyê berdewam e li hêrîşkirin û qetilkirinê; gelê kurd jî her berdewam e li berxwedan! Hovîtiya Erdoxan û AKP’yê ku bi darê zorê û bi zext û komkujî û dek û dolab û bi her cure hêrîşkarî û manîpîlasyonan di zemînekî nerewa de, xwe li ser gelan ferz dike û ev hov di 1 Mijadar’ê de ji nû ve bûn desthilatdar. Tu rewatiya vê desthilatdariyê nemaye di çavê gelên me yên bindest û zehmetkêş û berqetil û berxwedêr de. Fenanî xwîna riştî ya gelên me, diyardeyeke rasteqîne ye ku ji bilî xwînriştinê tu polîtîqayeke vê desthilatdara faşîst î paşverû nîne. Pratîka heyî, şanî me dide ku hukumeta ku li ser vê rastiyê hate avakirin dê tu tiştekî nede gelê me ji bilî kuştin û şer û birçîtî û belengazî û wêrankariyê. Haya gelên bakurê Kurdistanê ji vê yekê heye, lewra bi fedakirina can û riştina xwîna xwe li ber xwe didin. Dîsan gelên me hay jê ye ku ji bilî berxwdanê tu rê-
geçareyek nîne li her dera ku hêrîşên vê selteneta paşverû û hov hene; vê yekê jî bi fedakirina giyanê xwe diselmînin. TC’ya faşîst a paşverû; bi pêkanîna komkujî û qedexedanîn li ser derketina kolanan, bi taybet li Gever û Dêrik û Cizîr û Nisêbînê, dixwaze îradeya gelê kurd ê ku dixwaze xwe bi rê ve bibe û li hember hêrîşan xwe biparêze, tune bike Ev konsepta hêrîş û komkujî û radestwergirtinê, bi hemû zelaliya xwe û bi hemû şîdeta xwe ve, li bakurê Kurdistanê xwe dide der. Ji ber van hêrîşan li Kurdistanê, 16 kesan jiyana xwe ji dest da û 45 kes jî birîndar bûn; 16 endamên YDG-H’ê di dema berxwedanê de şehîd ketin. Ji ber hêrîşên ku ta vê gavê jî berdewam in, mirov tên qetilkirin. Digel van hejmaran, ji ber hêrîş û bombebarana hêzên çekdar ên TC, çeteyên ku li ser destê TC xwe bi rêxistin dikin, yekîneyên herekata taybet û hêzên kontrayî, cih û warên xelkê di gel xakê dibine yek û li van deran hesareke gelek mezin tête holê.
Em berxwedanê germ û gurtir bikin! Di hêrîş û berxwedanên navborî de, ji ber rastiya şer, ji hêzên çekdar ên TC û ji çeteyên paşverû jî mirin çêbûn û çêdibin. YDG-H’ya ku di hêrîş û berxwedanan de pêşengiya hêzên berxwedêr ên medenî(sîvîl) dike, daxuyaniyeke nivîskî belav kir li ser bîlançoya meha mijdarê. Di daxuyaniya navborî de hatiye: Desthilatdariya Erdoxan û AKP, ji 22 Tîrmehê û bi vir ve, li bakurê Kurdistanê konsepta bi her awayî şer xistiye meriyetê û di çarçoveya vê konseptê de, piştî hilbijartina 1 Mijdarê bi çirr û pirî dirêje dide hêrîşên xwe. YDG-H encama bîlançoya meha mijdarê, ku ji ber pevçûnên li gel kontrgerîlayên tirk û DAIŞ’ê pêk hatine, bi ray giştî ve parve kir. Di bîlançoya meha mijdarê de, 143 polîsên tirk û çete hatine kuştin û 12 heb wesayitên zirêpoş bi cureya kobra, 1 heb wesayita zirêpoş bi cureya hummer, 7 heb wesayitên zirêpoş bi cureya panzer, 15 heb kepçe-
yên zirêpoş, 2 heb wesyitên zirêpoş bi cureya dûvpişk, 1 heb wesayita zirêpoş bi cureya ûral, 1 heb TOMA, 1 heb tir ku ayidî çeteyan e, 2 heb ÎHA ji aliyê hêzên YDG-H’ê ve hatin îmhakirin û digel van gelek kamerayên mobeseyê hatin îmhakirin û gelek derb li wesayitên zirêpoş hatin dan. YDG-H her wiha diyar kir ku di maweya pêvajoya berxwedana mehekê de 16 kesên sîvîl hatine kuştin û 45 sivîl jî birîndar bûne; û di vê berxwedanê de li hember çeteyan 16 hevalan bi lehengî li ber xwe dane û şehîd ketine. Di dirêjeya daxuyaniyê de YDG-H diyar kir ku berxwedana ku ji 24’ê Tîrmeha 2015’an û bi vir ve berdewam dike û dê bi awayekî hîn xurt û bibiryartir bidome û bang li hemû ciwanên her çar parçên Kurdistanê û bi taybetî jî li ciwanên bakurê Kurdistanê dike û dibêje divê hemû ciwanên kurd ne ji dûr ve, divê rasterast di nav têkoşînê de cî bigirin û bi hemû hêza xwe tev li vê berxwedanê bibin!