16-30 KASIM 2015

Page 1

Emperyalist gericilik devrimin namlularıyla yıkılacak

sf 12-13

Kuzey Kürdistan’a devlet geldi AKP iktidarı, “Barış-Çözüm Süreci” şeklinde parlatarak öne sürdüğü bütün safsatalarını bir kenara bırakarak, Kürt ulusuna karşı amansız düşmanlık karakterini alenen açık etti. Bu karakter Farqîn (Silvan)’da pratik olarak yaşandı. Farqîn’de yaşananlara yabancı değil bu halk; on yıllardır sürdürülen haksız savaşın birebir tanığı, karşı koyanı, direneni, katledileni... sf 06-07

Halkın Günlüğü

16-30 Kasım 2015 Yıl: 4 Sayı: 111 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

Yeni bir direniş yeni bir dil yaratalım f GÜNCEL

20-22

Araştırmacı yazar Erdoğan Aydın ile 1 Kasım seçim sonuçları bağlamında güncel-siyasal gelişmelere ilişkin bir röportaj yaptık. Aydın, 1 Kasım seçim sonuçlarının moral bozukluğu üzerinden okumaya gerek olmadığını, sosyalistlerin öncelikli görevinin birleşik mücadeleyi geliştirmek olduğunu vurguladı.

Toplumsal kalkışmalara hazırlanmalıyız

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

ISSN: 2147-0499

Açlığı, sömürüyü, işgalleri ve her türlü barbarlığı yaratan

Emperyalist dünya gericiliğidir Emperyalist dünya gericiliğinin tarlasında boy veren IŞİD barbarlığı halkları vahşice boğazlamaya devam ediyor. Başta emperyalist haydutlar olmak üzere, bilumum gerici egemen sınıflar bu lekenin adresleri ve kaynaklarıdır. Emperyalist haydutların gerici çıkarları temelinde bin bir türlü hile ve entrikayla halkları bir birine kırdıran vahşeti görmezden gelinemez. Ki, IŞİD gibi katliam şebekeleri doğrudan bu emperyalist haydutların insanlığa ‘’hediyeleridir.’’ Emperyalist dünya gericiliğinin yarattığı savaş ve saldırganlık koşullarının bu gerici çetelerin

14

Proleter devrimin dilini kuşanalım

hortlamasına zemin yarattığı kesindir. Dünyayı kana boğan emperyalist saldırganlığın yarattığı kaotik yaşam şartları başka hastalıklı çetelerin peydahlanmasına yol açmaktadır, açmıştır. Fransa’da gerçekleştirilen cani IŞİD katliamını emperyalist haydutluk ve barbarlık sisteminden tecrit görmek ya da farklı zeminde tarif etmek esasta mümkün değildir. Bazı nüanslar tartışılabilse de kapitalist dünya sistemi ve onun bugünkü biçimi olan emperyalist gericilik diğer gericilikleri yaratan, koşullayan veya varlık gerekçelerini yaratan kaynak durumundadır

16

25 Kasım’da alanlara, özgürleşmeye

18


02

güncel haber

16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Fransa katliamı ve gericiliğin

Nitekim emperyalist talan ve hegemonya iştahı geri olan Müslüman ülkeler üzerinde belli stratejilerin yürütülmesine ve dolayısıyla bu ülkelerde dini duygular ekseninde bir karşı koyuşun gelişmesine vesile oldular. Gericilik birbirini tetikleyerek karşı karşıya geldi ya da yeni gerici gelişmeleri koşulladı. IŞİD ile emperyalist gericik arasında bu bağ kurulmak durumundadır ve yaşanan vahşi katliamlar bu bağ içinde değerlendirilmek durumundadır. Emperyalist dünya gericiliğinin yarattığı ve yaratacağı dünya bundan daha iyi olamaz. Gerici karakterde vuku bulan her gerici gelişmenin, emperyalist gericiliğin ürünü olup onun koşulladığı kaçınılmazlık olduğu bir gerçektir. Irak ve Suriye’de doğrudan sebep olarak yarattıkları koşullar elbette yansıma bulacaktı, bulmaktadır da. Açık ki, emperyalist gericilik de bunun vesile olduğu gericilikler de birbirine tercih edilecek olgular değildir. Hepsi aynı zeminde olup, özünde aynı niteliktedir Fransa’da sivil insanlara karşı hedef gözeterek gerçekleştirilen cani katliamı ve katliam kuklası insanlık düşmanı gerici IŞİD barbarlığını insani sorumlulukla lanetliyor, Fransa halkının acılarını paylaşarak başsağlığı mesajlarımızı iletiyoruz. Fransa aynı nitelikte olmak kaydıyla ikinci kezdir IŞİD’in vahşi katliamlarıyla sarsılıyor.

IŞİD, vahşi katliamlarıyla katliamlar şeceresinde adeta çıta yükseltti. Öyle ki, gerçekleştirdikleri her katliam saldırısında yüzlerden fazla insan ölüyor, yaralanıyor. Ve katliamlarını dehşet boyutuna çıkarmak için son derece planlı katliamlar yapmaktadırlar. Bir yerde saldırmakla yetinmeyip birden fazla yerde eş zamanlı olarak katliam saldırıları gerçekleştirmekte, aynı zamanda bomba atmakla yetinmeyip ölü sayısını yükseltmek için(kıyım için) bombaladıkları insanları otomatik silahlarla tarayarak katliamı derinleştirmektedirler. Ki, fazla insan katletmek için kitlesel toplanma anları ve alanları seçilmektedir ki, bu ‘ne kadar fazla ölürse kardır’ mantığına işaret etmektedir. Öyle ya, ne kadar fazla öldürürlerse cenneti o kadar garanti ederler… Dahası silahla tarama tavrını da ateş edip gitme veya ateş kesme biçiminde değil, aralıksız olarak ve dakikalarca, doldurulan şarjörlerdeki bütün mermiler bitene kadar ateş sürdürülüp ‘ne kadar fazla ölürse kardır’ mantığıyla hareket edilmektedir. İnsan öldürmekten zevk aldıkları ve zevk alacak kadar hastalıklı yaratıklar olduğu görülmektedir. Amaç; sansasyon değil, doğrudan insan katletmek ve mümkün olduğunca çok sayıda katletmek… Dehşet uyandırıcı bu katliamlar gibi, katliamların arkasındaki salt katletmeye ve daha çok sayıda insan katletmeye dönük zifiri kara zihniyet de bir o kadar dehşet vericidir. İşte bu tabloyla ortaya koydukları insanlık dışı vahşet ya da dehşet uyandırıcı caniliklerle korku salıp nüfuzunun etkisini yaymayı hedeflemektedir. Kısacası insanlık kara bir lekeyle yüz yüzedir. Ancak bu kara leke salt IŞİD ile sınırlı değildir. AKP iktidar güruhunun Kuzey Kürdistan’da uyguladığı vahşi katliam ve savaş saldırganlığı IŞİD gericiliğinin katliamlarından farksızdır. Başta emperyalist haydutlar olmak üzere, bilumum gerici egemen sınıflar bu lekenin adresleri ve kaynaklarıdır. Emperyalist haydutların gerici çıkarları temelinde bin bir türlü hile ve entrikayla halk-

ları birbirine kırdıran vahşeti görmezden gelinemez. Ki, IŞİD gibi katliam şebekeleri doğrudan bu emperyalist haydutların insanlığa “hediyeleridir.” Emperyalist dünya gericiliğinin yarattığı savaş ve saldırganlık koşullarının, bu gerici çetelerin hortlamasına zemin yarattığı kesindir. Dünyayı kana boğan emperyalist saldırganlığın yarattığı kaotik yaşam şartları başka hastalıklı çetelerin peydahlanmasına yol açmaktadır, açmıştır. Irak’ta gerçekleştirilen emperyalist işgal ve uygulanan vahşet, kuşkusuz ki belli bir biçimde ve belli bir toplumsal kesimde karşılık bulacaktı. Nitekim buldu. Libya’da gerçekleştirilen vahşet ve trajedi elbette ki tepki biçiminde karşılık bulacak, belli bir toplumsal kesimin belleğinde yer edinecekti. Nitekim emperyalist talan ve hegemonya iştahı geri olan Müslüman ülkeler üzerinde belli stratejilerin yürütülmesine ve dolayısıyla bu ülkelerde dini duygular ekseninde bir karşı koyuşun gelişmesine vesile oldular. Gericilik birbirini tetikleyerek karşı karşıya geldi ya da yeni gerici gelişmeleri koşulladı. IŞİD ile emperyalist gericik arasında bu bağ kurulmak durumundadır ve yaşanan vahşi katliamlar bu bağ içinde değerlendirilmek durumundadır. Emperyalist dünya gericiliğinin yarattığı ve yaratacağı dünya bundan daha iyi olamaz. Gerici karakterde vuku bulan her gerici gelişmenin, emperyalist gericiliğin ürünü olup onun koşulladığı kaçınılmazlık olduğu bir gerçektir. Irak ve Suriye’de doğrudan sebep olarak yarattıkları koşullar elbette yansıma bulacaktı, bulmaktadır da. Açık ki, emperyalist gericilik de bunun vesile olduğu gericilikler de birbirine tercih edilecek olgular değildir. Hepsi aynı zeminde olup, özünde aynı niteliktedir.

IŞİD barbarlığını yaratan emperyalist gericiliktir Fransa’da gerçekleştirilen cani IŞİD katliamını emperyalist haydutluk ve barbarlık sisteminden tecrit görmek ya da farklı zeminde

tarif etmek esasta mümkün değildir. Bazı nüanslar tartışılabilse de kapitalist dünya sistemi ve onun bugünkü biçimi olan emperyalist gericilik, diğer gericilikleri yaratan, koşullayan veya varlık gerekçelerini yaratan kaynak durumundadır. Yüzün üzerinde insanın öldüğü yüzlercesinin de yaralandığı Fransa katliamının emperyalist güçler veya büyük burjuvaziyle ilişiğinin kurulması afakî bir söylem değildir. Belli bir mantık kurgusu ve teorik düşünüş ile pratik gerçekler bu bağı kurmayı tamamen mümkün kılmaktadır. Değişik niteliklerdeki büyük burjuvazinin büyük bir pragmatist felsefeye sahip olduğu kesindir. Ve eğer bu büyük burjuvazi pragmatist ve aşağılık değilse zaten o büyük burjuva değildir. Bu bağlamda büyük burjuvazinin pragmatist ve alçak olduğu açıkken, bu anlamda gerici çıkarları için yapmayacağı bir alçaklık ve akıl almaz katliamlar yoktur. Hemen yakına bakarsak, Erdoğan/AKP güruhunun iktidar çıkarları için Kürt ulusunu soykırım saldırısından geçirdiğini, bebek cesetlerinin buzdolaplarında muhafaza edilmesine neden olduğunu görmekteyiz. Dahası barbar IŞİD çetelerine tırlarla silah ve patlayıcı taşıdığını görmekteyiz. Aynı şey diğer kapitalist emperyalist burjuvazi için de geçerlidir elbette. Fransa’da gerçekleştirilen katliamın G-20 zirvesi öncesine denk gelmesi rastlantı mıdır, emin değiliz. Büyük burjuvazinin genel karakterine, pragmatist felsefeyle anılan gerçekliğine, aralarında yürüttükleri dalaşın seyrettiği siyasi konjonktüre vb. bakıldığında, bu güçlerin gerici çıkarlarına bağlı olarak belli hedeflere ulaşmak için bu türden vahşi katliamları planlamaları genellikle mümkündür. Büyük burjuvazinin yukarıda sözünü ettiğimiz belli bir iki karakteri (pragmatist olması, gerici çıkarlarını her şeyin üstünde tutması, gerici planlarını hayata geçirmek ve hedeflerini gerçekleştirmek için en canavarca katliamlar yapacağı vb.) bu yorumları yapmamızı desteklemekte, teorik olarak bu burjuvazi


03 gerçek yüzü veya gericiliğin bu tür katliamları planlayabileceği yorumumuzu doğrulamaktadır. Örneğin, Fransa’nın IŞİD saldırısı kaynaklı olarak Suriye’de doğrudan savaşa sokulması ve dolayısıyla Rusya ile Suriye politikasında daha etkin biçimde karşı karşıya bırakılması planlanmış olabilir. Yani, Suriye’de Rusya ile doğrudan karşı karşıya gelen ABD’nin, Fransa’yı, dolayısıyla da AB’li emperyalistleri yanına daha etkin çekmeyi planlayarak bu katliamı planlaması mümkündür. Elbette somut kanıtlarla konuşmadığımız için bunların olasılıklar ve emperyalist burjuvazinin genel karakterinin mümkün kıldığı teorik yorumlar olduğunu söylemeliyiz. Özellikle Rusya’nın doğalgaz kartıyla AB’li emperyalistleri frenleyerek geri tuttuğunu düşünürsek, ABD’nin bu realiteyi tersine çevirmek için katliam planlamalarına girmesi mümkündür. ‘Bu kadar da olmaz’ denemez, denmemelidir. Çünkü büyük burjuvazinin pragmatist ve alçak olduğu kesinlikle doğrudur. Gerçekleştirmedikleri katliam, kıyım ve işkence yoktur. Bu burjuvazi hegemonya ve çıkar uğruna her şeyi yapmıştır, yapar da. İki dünya savaşının yaşanmasını nasıl açıklayabiliriz? İşgal katliamlarını, işkenceleri vb. nasıl açıklayabiliriz? Pragmatist felsefesine dikkat çekmemiz boşuna değildir. Pragmatizm; onun çıkarları için her türlü alçaklığı, katliamı ve suçu işlemesini mümkün kılan kuvvetli temeldir. Burjuvazinin çıkardan, kardan, talandan başka düşündüğü bir şey mi var? Hayır, her şeyi egemenliği ve talanı uğruna yapmaktadır…

Katliamın G-20 Zirvesi’ne denk getirilmesi rastlantı değildir Evet, katliamın G-20 zirvesinin öngününe denk gelmesi rastlantı değil. Bu zirvede Suriye’de durumun nasıl düzenleneceği, Suriye meselesine dönük burjuva kapitalist ve emperyalist ülkelerin “çözüm” önerileri ve mülteci sorununun önemli bir başlık olarak konuşulup belli bir karara bağlanması hedeflenmektedir. Mültecileri belli sayıda kabul edeceğini açıklayan Avrupa Birliği ülkeleri baştan pişman olmuş, Fransa katliamıyla birlikte bu geri adım manevralarına “meşru” bir gerekçe bulmuş oldular. Dolayısıyla, mülteci sorununun Suriye sınırları içinde çözülmesi planı bu zirvede dayatılmış olacak. Rusya’ya karşı ABD(kuyruğu AKP iktidarı da)’nin lehine bir sonuç çıkarmanın zemini de güçlenmiş oldu katliamla birlikte. En azından katliamın objektif olarak bu politikalara yaradığı, hizmet ettiği kesindir. AKP iktidarı da mülteci vesilesiyle de olsa(ki bu konuda emperyalist güçlere kendi politikalarını dayatmaktadır) Suriye’de bir tampon bölge, güvenlikli bölge, uçuşa yasak bölge ilanı yapılmasını istemekte, bunu sağlamaya çalışmaktadır. Katliamla birlikte oluşan zemin, bu politikaların kabul görmesine uygun zemin sunmaktadır. Bununla katliamı AKP planladı gibi kesin bir şey söylemesek de, IŞİD ile bağları-anlaşmaları düşünüldüğünde ve özellikle de Suriye’deki politikalarının uygun zemin bulması anlamında olasılıklar arasında değerlendirmek mümkündür. Büyük burjuvazinin pragmatist olduğunu söyledik. Emperyalist güçler olduğu gibi komprador tekelci AKP iktidarı da pragmatist özelliğine bağlı olarak Suriye planlarını gerçekleştirmek için cani katliamlar devreye sokabilir. Seçimleri kazanmak için gerçekleştirilen katliamlar buna kanıttır. Dahası, AKP iktidarının Esad ve Suriye’ye karşı düşmanlık tutumu içinde olduğu bilinendir. Dolayısıyla bu düşmanlarını yenip amaçlarına ulaşmak için, IŞİD’i destekleyip onun eliyle katliamlar planlaması mümkündür. Pragmatist olması, düşman bellediği gücü yenmek için en karanlık çeteleri kullanmasını olanaklı ve mümkün kılar. AKP’nin Esad’ı iktidardan düşürmek ve orada ABD projesine bağlı olup Rusya projelerine karşı olan yeni bir iktidarın kurulmasını sağlamak istemesi, burjuvazinin karakterine ve pragmatizmine göre tamamen uygundur. Ancak katliamdan sorumlu güçler esasta emperyalist aktörlerdir. AKP bu aktörlerin maşası olarak rol oynayabilir. Emperyalist güçler her halükarda katliamın sorumlusu durumundadırlar. Gerek büyük projelerin yürütücüleri olma bağlamında ve gerekse de IŞİD gibi suç çetelerini var etme anlamında emperyalist aktörler birinci dereceden sorumludurlar. Kontrolden çıkan bir çete olsa da, IŞİD’in, emperyalist güçlerin piyonu olduğu söylenmelidir. Katliamlarının objektif olarak emperyalist politikalara hizmet etmesi, AKP lehine Kürt ulusuna yönelmesi, İslami iddialarına karşın Siyonizm’e yönelmemesi vb. özellikler, IŞİD’in belli güçlerin kontrolünde olduğunu ve objektif olarak bu güçlere hizmet ettiğini gösterir.

SINIF TAVRI

≫ ismail uçar

DEVRİMCİ MÜCADELENİN GÖREVİ

T

oplumsal olaylarda nesnellik, özne olmadan değişmiyor ve dönüşmüyorsa, öznenin olmadığı ya da yetersizliği nesnelliğin varlığını yok saymıyor. Sınıf mücadelesine önderlik edecek MLM ideolojisi ve felsefi düşünüş tarzını oluşturan diyalektik akılla sermaye iktidarını alt edecek esas gücün buluşması zorunluluktur. Bu zorunlu görevi yerine getirmediğimiz müddetçe nesnelliğe özne olamayız. Bunun için devrimci muhalefetin geniş halk hareketine ihtiyacı vardır. Halk hareketi; iktidar mücadelesini sonuna dek sürdürecek sınıf hareketi ile gelecek bir dünyayı kazanmamızda öncü olmanın tarihsel zorunluluğudur. Yoksa teorik öncü iddiasının pratik güçsüzlüğünün başarı getirdiği sınıflar mücadelesi tarihselliğinde rastlanılır değil. Bilmek ile yapmak birbirini tamamladıkları zaman sınıf mücadelesinin esas öznesi olabiliriz. Bunu başarmada kilit rol oynayan MLM bilimini kavrayışta sorunlu değiliz. Belirlenen kitle çizgimizde, örgütlenme anlayışımızın konusunda (ideolojik olarak) doğru yoldayız. Stratejimizi besleyen güce dönüştürecek olan taktik siyaset üretebilmedeki yeni kavrayışta ilerlemekteyiz. Sosyalist devrimimizin ihtiyaçlarına gerekli olan mücadelenin her biçiminin uygulanır ve denenirliği noktasında da doğru yoldayız. Yetmezliklerimize karşı samimi ve açık tutum almada cesur davranıp ilerlemekteyiz. Yoksa nesnelliğimizi abartarak, bilincimizin yerine güdülerimizi, inadın yerine boyun eğmeyi, paylaşabilirliğin yerine bencilliği, öz verinin yerine rahata düşkünlüğü koymadan sınıf mücadelesinin daha çetin günlerini görmekteyiz. Bu sorumlu tutumla da öncüyü devrimci mücadelenin güçleriyle buluşturup onların sınıf mücadelesindeki değiştirici kuvvet olduğunun bilinciyle donatırsak başarı sağlanır. Düşmanımızı tanıyor, gücünü biliyoruz. Tarihselliklerinden olan katliamcılığının bilincindeyiz. İnsanlık tarihi boyunca sınıflar mücadelesinde karşılaşılan zorluklardan çıkarılan derslere kendi tarihselliğimizden çıkardığımız olumlu sonuçlar da eklenince küçümsenmeyecek bir tarihi bilince sahibiz. Bu bilinçle faşist siyasal iktidarın hazırlandığı yeni savaş ve imhaya dayalı siyasal kon-

septe karşı, sınıf tavrımıza yakışır öncü parti olarak gücümüzü konumlandırıp, karşı koymamızın zorunlu olduğu gerçekleriyle zorlu görevlere hazırlanmalıyız. Çünkü bugün Türkiye-Kuzey Kürdistan’da yaşanan toplu katliamlardan geleceğin de katliama dayalı politik yönelimi belirlenmiş durumdadır. Sınıf tavrımız, devrimci muhalefeti, devrimcileri, sosyalistleri bekleyen bu katliamcı siyasal iktidara karşı bir platform ekseninde birleşebilecek güçlerle birleşerek, mücadeleyi daha da büyütüp sınıf mücadelesinde ilerleyebilmek görevlerimizin başında gelmektedir. Dağınık, ideolojik saflaşmada derinleşmiş, sendikal anlamda örgütsüz, haklı mücadele taleplerinde, sokakta faşist saldırılar uğrayan bir toplumsal muhalefetin gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Bu dağınıklıktan örgütlü güç çıkarıp iktidarla savaştırabilecek kuvvet, sınıfın MLM bilimine sahip biz özne güçlerin temel görevidir. Bu bilinçle sorumluluklarımızın yerine getirilmesinde örgütlenmemizi, çalışma tarzımızı, örgüt modelimizi; fabrikadan semte, semtten öğrenci alanlarına vb. bütün gücümüzle saldırılar karşısında gerilemeyen, saldırılarla güçlenebilen yeni mücadele taktikleri edinerek güçlenen ve bu güçle MLM bilimi ışığında yeni gelecek yaratmamız mümkün. 1 Kasım seçim sonuçlarıyla iktidara yeniden oturan AKP’nin popülist siyasi politikaları; toplumun yığınlarını temsil eden kesimlere getireceği baskıdır, örgütsüzlüktür. Saflaşmaları derinleştirilmiş ve toplumsal çatışmalara hız katan, yoksulluğu derinleştiren mevcut ortamdan öte bir durum değildir. Asgari ücret vb. tartışmalara TOBB, TÜSİAD, MÜSİAD vb. sermaye kuruluşlarının itirazları da gösterdi ki, bizlere sunulan yoksulluk; teslim alınmış bir toplumsal muhalefetin yanında kuşatılmış, her gün bombalanan Kürt kentleri, morglara hapsedilmiş gerilla cenazeleri vb. faşizmin çıplaklığı ondandır ki her gün büyüteceğimiz sınıf kinimizle örgüt ve örgütlenmeye daha sıkı sarılmaktır.


04

güncel haber

16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

1 Kasım sonrası muhtemel siyasi gelişmeler ve oluşan tablo 7 Haziran esas olarak AKP ve devletin geleneksel algısında derin bir yara açmıştı. HDP’nin parlamentoda oluşu, Kürt siyasal hareketinin ‘öz yönetim ilanı’ ile ortaya çıkışı, silahlı mücadelede kır ile şehrin konsepti Haziran sonuçlarının tanınmaması noktasında devletin bütün kesimlerini birleştirdi. Bu birleşme, 1 Kasım seçim sonuçlarıyla AKP’nin iktidarda kalması sonucunu sağladı diyebiliriz. Bu sonucun yığınla nedenleri sıralanabilinir. Devletin tüm imkânlarının seferber edildiği, sermaye çevresi ve bürokrasinin görev üstlendiği, kendilerini sivil toplum örgütleri olarak sayan tüm şovenist, milliyetçi çevrelerin ırkçı söylemlerle sokakları kuşattığı, geçmiş ittifak güçlerinden tarikat ve cemaatlerin tasfiye edilmesinin siyasi avantaj sağladığı ve bunun da propagandada söylemleştirildiği bu dönemde, iktidar, Kürt Ulusal Hareketi’ne, devrimcilere, sosyalistlere, nihayetinde devrimci muhalefetin bütün dinamiklerine karşı başlattığı katliamcı savaşla, gerici politikalarının, ulusalcı, milliyetçi bir çevrede karşılık bulmasını sağladı. Türk hâkim sınıfları devletinin tarihsel olarak kuvvetli olan ırkçı-milliyetçi karakterden kaynaklanan Kürt düşmanı politikası, bugün Kürt Ulusal Hareketi’ni tasfiye planlamasına dâhil edilen sosyalist hareket ve devrimci muhalefete karşı askeri mutabakat şeklinde sağlanmış durumdadır. AKP-Kemalist statükocu bürokrasi ve Jitemci devlet geleneği bir bütün olarak örtüşmüş durumdadır. Bundan hareketle de “Yeni Milli Mücadele” adı altında 1 Kasım seçimlerine girildi. 7 Haziran esas olarak AKP ve devletin geleneksel algısında derin bir yara açmıştı. HDP’nin parlamentoda oluşu, Kürt siyasal hareketinin ‘öz yönetim ilanı’ ile ortaya çıkışı, silahlı mücadelede

kır ile şehrin konsepti Haziran sonuçlarının tanınmaması noktasında devletin bütün kesimlerini birleştirdi. Bu birleşme, 1 Kasım seçim sonuçlarıyla AKP’nin iktidarda kalması sonucunu sağladı diyebiliriz. Bu sonucun yığınla nedenleri sıralanabilinir. Devletin tüm imkânlarının seferber edildiği, sermaye çevresi ve bürokrasinin görev üstlendiği, kendilerini sivil toplum örgütleri olarak sayan tüm şovenist, milliyetçi çevrelerin ırkçı söylemlerle sokakları kuşattığı, geçmiş ittifak güçlerinden tarikat ve cemaatlerin tasfiye edilmesinin siyasi avantaj sağladığı ve bunun da propagandada söylemleştirildiği bu dönemde, iktidar, Kürt Ulusal Hareketi’ne, devrimcilere, sosyalistlere, nihayetinde devrimci muhalefetin bütün dinamiklerine karşı başlattığı katliamcı savaşla, gerici politikalarının, ulusalcı, milliyetçi bir çevrede karşılık bulmasını sağladı. Ankara Katliamı’ndan sonra estirilen devlet terörü toplumu bir korku cenderesine itiverdi. Semt semt, şehir şehir kuşatılan alanlarda gerçekleştirilen katliamlar üzerinden, utanmadan, istikrarsızlık, ekonomik daralma vb. ajitasyonlarla halk üzerinde etkili rol oynanmıştır. Sınırsız kullanılan ekonomik olanaklar, hesabı sorulamayan, örtülü ödenek olarak tabir edilen sınırsız bütçe kullanımı, diktatörlük sarayında her gün ağırlanan kamu bürokrasisi dâhil toplumun farklı kesimlerine hitap edildi. Söylemlerin ana teması, milliyetçilik, tek devlet, tek millet, tek ulus olarak; toplumun bütün kesimlerine açılan savaşta taraf olunması ve yaratılan bu düşmanla da ancak istikrar sayılan bir siyasal iktidarın mücadele edebilirliği top-

lum kesimlerine dayatıldı. Yığınlara, milliyetçilik, istikrar yalanları üzerinden hazırlanan ekonomik programlardaki seçim vaatleri, sınırsızca ajitasyona dönüştürüldü. Sanki AKP tek başına seçime giriyormuş hissi yaratıldı. Kanlı tarihlerinden bembeyaz sayfalar yaratıldı. Bu söylemlerin toplumu var eden yığınla dinamiklerce karşılık bulması da kaçınılmazdı. Oysa özellikle Suriye politikasında ve AB Birliği müzakerelerinde uluslararası sermaye açısından istikrarsızlık ve güvenirliği zayıflayan AKP hükümeti, Suriye politikasında Rusya’nın devreye girmesiyle eski siyasi argümanlarından çark ederek ittifak güçleriyle yeniden masaya oturtulmuştu. Almanya Başbakanı’nın seçimler üzeri Türkiye ziyareti AB için yeni müzakere sürecinin başlangıcı olarak algılanır hale geldi. Suriyeli mülteciler için açılan kredi ve sübvansiyonlar da seçim için kullanılacak ekonomik dayanakların yanı sıra, kopan ilişkilerin yeniden dizayn edilmesi anlamı taşımaktadır. Buna bir de içteki sermaye kliklerinin kendi iç rekabetindeki sermaye partilerinin temsili farklılıkları yüklenirse, başından beri TOBB ve MÜSİAD’ın yanı sıra TÜİSAD içindeki bir kesimin de AKP iktidarıyla yürümeden yana saf tuttuğu gerçeklikle, istikrar diye dillerinden düşürmedikleri meselenin; esasta sermayenin istikrarı demek olduğu abartıya kaçmayacaktır. Çünkü her gün düşüşteki borsa, önlenemez bir trendde yükselen dolar karşısında zayıflayan inşaat sektörü, daralan istihdam vb. ekonomik faktörler de eklenince, toplumun genel kesiminde karşılığını bulan İslamcılık ve

Pantürkizm’in temsilindeki AKP, mevcut süreci avantaja çevirdi demek eksik yaklaşım olmasa gerek. Toplumu çetelerle kuşatan, katliamcılığıyla korku salan, Ankara Katliamı pratiğini topluma yayan faşist diktatörlük iktidar olanağını sağlamış oldu.

CHP’nin kendisini sermayeye pazarlaması karşılık bulmamıştır Peki, burada gelenekçiliğiyle öykünen, devletin kurucu öznesi olduğunu hep vurgulayan, milliyetçilikte, ırkçı söylemlerde tek devlet, tek millet vb. siyasal argümanlara sığınan CHP’nin durumu nedir? Aslında bir genelleme yapılırsa Kemalizm’in ideolojik kurucu tezini bugün CHP’den daha keskin Vatan Partisi denen çetelerin savunduğu daha gerçekçidir. CHP’nin dayanak güçlerinin başında gelen ordunun CHP ile mesafeli duruşu açık. Çünkü AKP, mevcut 13 yıllık siyasal iktidar sürecinde bugün tasfiyeye çalıştığı cemaat üzerinden ordu içinde güç kazandı. Ordunun Kemalist ayağından bir kesimi tasfiye etti demek abartılı olmayacak. Bu durum, CHP’nin devletçilikten ya da faşist Kemalizm ideolojisinden arınıyor demek anlamı taşımaz. CHP’nin seçim sürecinde TÜSİAD’ın karşısına çıkıp kendini pazarlaması da gösteriyor ki, ‘üretim sermayesi’ ekonomik kalkınma programı, taşeronluğun kaldırılması, asgari ücret, SSK primleri vb. yeni söylemlerle temsil ettiği, onu iktidara taşıyacak sermaye kliklerinin mevcut gücü yeterlilik oranı taşımıyor. Çünkü tarihsellik içinde iktisat kongreleriyle yaratılan sermaye gruplarının bugünkü mevcut


durumu zayıflamıştır ya da sermaye kliklerinde saflar iktidardan yana belirlenmiştir. Buna, Gezi/Haziran Ayaklanması’nda AKP iktidarının gelenekçi sermaye grubu KOÇ Grubu ile buruşması örnek sayılır. Tarihselliğine sığınan CHP’nin yüz yıllık tarihi, katliam, sürgün, imhalar vb. insanlık dışı uygulamalarla doludur. İstiklal Mahkemeleri uygulamaları, Said-i Kürdi Ayaklanması, Zilan, Koçgiri, Dersim Soykırımı toplum belleğinde tazeliğini koruyan faşizmin tarihidir. Bu tarihle yüzleşmek, faşist diktatörlüğün kurucu ideolojisiyle yüzlemek demektir. Ondan ki CHP ‘yenilikçi’ olduğunu ya da Avrupa sosyal demokrat partilerinin programlarından aktarmalarla yenilendiğini topluma kabullendiremeyecektir. Kuruluş tezlerinin esaslarından Sünni-İslam dini üzerinden Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile Alevi kitlesini potansiyel kabul görmesi de artık anlam taşımıyor, çünkü Alevi kitlesinin örgütlü güce dönüp katilleriyle hesaplaşılırlığı, CHP’yi sadece temsil ettiği sermaye kliğinin dışında toplumun milliyetçi, ulusalcı kesim denkleminin içinde devindirecektir. Ama unutulmaması gereken temel noktalardan biri de kurucu felsefedeki devletçi sorumluluğudur. Kürt sorunundaki yaklaşımlarında pragmatistliği açıktır. Son 1 Kasım seçimlerindeki Avrupa sermayesine kendini yeniden beğendirme turları, işbirlikçilik rol paylaşımı işe yaramamış olacak ki Kılıçdaroğlu’nun AB için “Kapalı kapılar ardında başka kamuoyunda başka konuşuyorlar” açıklaması işbirlikçilik rolünü canlı kılmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.

HDP, AKP’nin kapsamlı saldırılarını boşa çıkaracak taktikler de zayıf kalmıştır HDP açısından 1 Kasım seçimlerini başarı-başarısızlık üzerinden sorgulamaktansa, değerlendirmelerin seçim sürecinde izlediği propaganda, ajitasyondaki yeterlilik ve yetersizlik üzerinden sürdürülmesi daha doğru olur. Şöyle ki, özellikle HDP’nin iç dinamiklerini oluşturan HDK-DTK ve diğer bileşkeleriyle beraber ittifak güçlerinin seçim sürecindeki tutumu, 7 Haziran sonrası faşist AKP iktidarının medyasıyla, çeteleriyle HDP karşıtlığı merkezli yürütülen propagandaları boşa çıkaracak olan taktik zayıflıkları, gerçekleştirilen saldırılar karşısında demokrasi güçlerini aktif hale getiremediği gibi stratejide geliştirememeleri, yaratılan

05

korku cenderesinde gerileyerek kitlenin buluşulurluk alanlarını düşmana terk etmeleri, özellikle de Ankara Katliamı’ndan sonra topluma yayılan korku, geri çekilme ve siniş tarzını kendilerinin belirleyip bu korkuya teslim olmaları yerine Ankara Katliamı'ndan sonra devrimci muhalefette biriken öfkenin alanlara taşınırlığı demokratik muhalefetin asıl görevi olmalıydı. Nasıl ki Cizîr (Cizre) katliamında dağlardan akın akın Cizîr’a uzun yürüyüşler başlatıldıysa aynı cüretle karşı konulmalıydı. 7 Haziran’da HDP’nin önderlik ettiği kitlenin parlamento muhalefetinin 1 Kasım’da daha güçlenebilirliği olanakları mevcut idi. Oysa yaratılan korku atmosferinde, toplumsal muhalefetin önderliğine soyunmuş bir partinin propaganda, ajitasyon, kitle çalışması yürütmemesi kabul görmez. Bu sürece KCK açıklamaları ve her açıklamadaki içerik farklılıkları da eklenirse zayıflatılması kaçınılmaz sonuç olur. Bu etmenlerden biri de devletin topyekûn saldırılarının karşısında KCK’nin ateşkes zamanlamasının da etkisi göz önünde tutulmalı. Bu yüzden HDP için Avrupa ağırlıklı bir seçim çalışması yürüttü demek haksızlık sayılmamalı. MHP açısından çok değerlendirilecek ya da analiz yapılacak bir durum yok. Çünkü MHP kullandığı bütün ideolojik, siyasal söylemlerin bütününün AKP tarafından ifadelendirilirliği, milliyetçi, ırkçı, şovenist kesimi AKP ile buluşturmuş durumda. Savaş hükümeti sayacağımız geçici hükümette MHP’nin en az dört kadrosu bulunmaktadır. Bu da bize gösteriyor ki, MHP ve AKP savaş hükümetinde görünür bir koalisyon ortaklığında kurulacak AKP hükümetinin temel yönelimi, devrimci muhalefeti teslim almak ve katletmek üzerine dayalıdır. Farqîn (Silvan)’da, tanklarla yer yer uçaklarla tarihi katliamların yaşanırlığını gördük. Bu toplumsal hareketlerin her kesimine uygulanacaktır. Sivas’ta maden teknik arama işçilerine yapılan saldırılar da gösteriyor ki, faşist diktatörlük olanca gücüyle saldıracak. Bunun karşısında güçlü bir devrimci barikatın oluşması için mücadele etmek, biz Maoistlerin bugünkü kaçınılmaz görevi ve ertelenemez bir zorunluluk olarak görevlerin başında gelmektedir. Ondan ki hiçbir grupsal algıya yer bırakmadan birleşebilinecek tüm güçlerle birleşerek, örgütlenerek, cesareti kuşanarak mücadele etmekten başka söz, anlamsızlık ifadesidir.

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

TECRÜBELERDEN DERS ALIP BİRLEŞELİM

G

erici sınıf egemenliğine karşı devrimci sınıfların örgütlü güç haline gelmesi tamamen mümkündür. Devrimci sınıf savaşımı yürüten komünist ve devrimci yapıların siyasi-örgütsel güç olması da aynı derecede mümkün ve bu kapsamda güç olmanın nesnel koşulları mevcuttur. Geriye kalan ise sınıf örgütleri olarak varlıklarını sürdüren veya ağır bedeller pahasına bu varlıklarını sürdürme kararlılığı gösteren yapı-yapıların göstereceği bilinçli politika ve iradelerine bağlıdır. Halkın çektiği açılara, yaşadığı ağır sömürü ve baskılara karşı devrim karşısında sorumluluk duyan bütün yapı, grup ve hatta bireylerin örgütlenerek, örgütlemelerini geliştirerek ve bunun özgün bir biçimi olarak, elbette stratejik değer ve yönelim açısından birlik zemininde birleşerek güç olmaları mümkündür. Basit mantık açısından bunlar tamamen doğrudur. Basit mantıkla hareket edilmesi bu konularda geçerlidir. Birleşme veya bölünmeme pratiğini sergilemek ve bunu başarmak esasen sorumlu ve bilinçli davranışa başlıdır. Bunun karmaşık ve derinlikli bir konu olmasına rağmen bir o kadar da basit ve yalın bir konu olduğu açıktır. Temel harç halk, devrim ve parti kaygısının güçlü olmasıdır. Nepal’de çok derin ideolojik-teorik konu ve örgütsel yönelim ile hatta genel doğrultu açısından oldukça derin ayrışımlara dayanan bir ayrılık gerçekleşti. Bugün öğreniyoruz ki, ayrılan bu kesimler birleşme zemininde hareket ediyor, birleşiyorlar. Buna peşin hükümle oportünist birlik, ilkesizlik veya aralarında ciddi çizgi farklılıklarının olmadığı şeklinde değerlendirmeler yapılabilir ama bu yaklaşımın belli meseleleri göz ardı eden bir yanlış yaklaşıma sahip olması da mümkündür. Zira ayrılan bu kesimlerin ayrılık tartışmaları ve noktaları basına yansıdı ve bunların son derece belirleyici konular olduğu izlendi. Gerçeklik de öyleydi. Nepal Komünist Partisi (Maoist)’in yaşadığı bu bölünme iktidar ve devlet biçimleri vb. konularında ciddi fikir farklılıklarına dayanıyordu. Dolayısıyla ayrılık bu açıdan belli bir ihtiyaç ve isabetti. Nitekim Nepalli Maoistler de keyfiyet için değil; bu derin ayrılık gerekçeleri nedeniyle ayrılmayı tercih ettiler. Ancak şimdi öğreniyoruz ki, birlik tartışmalarını uzun zamandır yürütüyorlarmış ve bu görüşmeler neticesinde yeniden belli bir birlik zemini yakalamış durumdadırlar. Bu birlik kuşkusuz ki hatalar, eksiklikler vb. barındırabilir. Bunda keskin belirleme ve değerlendirmeler yapmak şimdi erkendir. Tartışma konumuz bu birliğin özel olarak değerlendirilmesi değildir, dolayısıyla bu yanını geçiyoruz. Konumuz itibarıyla dikkate alacağımız yan ise şudur: Bu birlik açıklamasından da anlaşıldığı kadarıyla Nepalli Maoistlerin yaptığı en iyi şeyler-

den birinin veya en olumlu özelliklerinden birinin yeterince ve sonuna kadar tartışma kültürüne sahip olup, tartışmaları kesip ‘Ben yoğum’ çocukluğuna fazla tenezzül etmedikleridir. Tartışmanın sürdürülmesi birçok açıdan yararlıdır. Ama tartışmanın gerekli zamanı tüketmeden sonuçlandırılması ise tersine olumsuzdur. Bizdeki temel eksikliklerden biri, bu tartışma kültürünün yetersiz olmasıdır. Olağan koşullarda en demokratik yapılardan olduğumuzu söylersek abartmış olmayız. Bu anlamda belli bir tartışma kültürümüzün olduğunu da söyleyebiliriz. Ancak anlaşılıyor ki, bu tartışma kültürümüzün daha da sağlamlaşıp ilerlemesi gerekmektedir. En azından daha geniş bileşenimiz içinde derinden kavranmasının gerekli olduğu açıktır. Zira yaşadığımız ayrılıkların neredeyse tümü aynı zeminde, yani yeterli tartışma sürecinin doğru olarak tüketilmediğine tanıktır. Bu zaman tüketimi sadece süre itibarıyla değil, gerekli tartışmaların yeterince yürütülmesi ve gerekli ikna sürecinin işletilmesi veya meselenin anlaşılmasına yol açacak kadar bir tartışmanın yürütülmesine sabretme genişliğinin gösterilmesi anlamına gelir. Bizlerin, genel bileşen açısından bu konularda eksik olduğumuz söylenebilir. Bu eksikliğimiz farklılıklarımız açığa çıkar çıkmaz ya da netleşir netleşmez hemen kopma yolunun tutulmasıyla da sabittir. Oysa farklı çizgiler netleşse de mücadele, tartışma bitmez, bitirilmemelidir. Tartışarak ortak noktalarda buluşmak, ikna olmak veya etmek, kavrayışsızlığı gidermek bu tartışma süreci zemininde mümkündür. Bizlerin -ayrılanlarımızın- gözden kaçırdığı ama Nepalli Maoistlerin yakaladığı olumluluk bu olsa gerek! Dediğimiz gibi partimiz merkezi olarak aslında ileri bir noktadadır. “Kardeş örgüte” götürülen birlik ısrarları ve bunların süresi göz önüne alındığında, ortaya koyduğumuz mantık-anlayış göz önüne alındığında hakkımızı teslim etmek, mütevazılığı elden bırakma yaklaşımı değildir. Kısacası, gerek tek tek yoldaşlar olsun gerekse de grup, örgüt vb. şeklinde ayrılan, kopan tüm yoldaşlar tavırlarını gözden geçirerek yeni bir eğilime girmelidir kanaatindeyiz. Birleşmek bir hobi ya da öylesine bir arzu değildir. Tamamen sınıf mücadelesinin ihtiyacına, devrimin gelişip güç olma ihtiyacına, partinin güç olma ihtiyacına, devrimci enerjinin heba edilmemesi ile karşı-devrimci sınıflara karşı güçlü bir devrimci mücadelenin sergilenerek devrime yürüme ihtiyacına ve sorumluluğuna dayanmaktadır. Bu sorumluluk ve kaygı herkesi birleşmeye yöneltmeli, pratik adımlar temelinde iradi çabalara girmelerini gerektirmektedir.


06 güncel haber

16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Kuzey Kürdistan’a devlet geldi Kürt ulusu, faşist katliam saldırılarına karşı kahramanca bir direniş sergilemekte, en acımasız katliamlara karşın ölümüne teslimiyeti reddetmektedir. Uygulanan milli zulüm, katliam ve soykırım saldırıları karşısında sessiz kalmak; kelimenin tam anlamıyla suça ortak olmak demektir. Bu katliam karşısında direnen Kürt ulusunun yanında olmak; daha militanca bir mücadele şeklini örmekle anlamlıdır ve bu pratik karşı koyuş elzemdir. Vurgulamak gerekir ki “savaş karşıtı” tüm kesimlerin, katliam ve ölümlere karşı olanların, yaşanan bunca katliamdan sonra bir kez daha düşünmeleri önemlidir. Gün, kendimizi katliamlara karşı duruşta ve kimliklerimizi kanıtlamanın sınavıyla karşı karşıya olduğumuz gündür. Gün sınavları geçme, kazanma günüdür 7 Haziran’da aldığı yenilgi ile daha da saldırganlaşan AKP iktidarı, kirli hesaplarla tertiplediği 1 Kasım seçimlerinden birinci parti olarak çıktıktan sonra beklendiği üzere başta Kürt ulusu olmak üzere saldırılarına azgınca başladı. 1 Kasım sonrası saldırıların mesajını veren ve gecikmeden intikam alma duygusuyla işe koyulan ırkçı-faşist AKP iktidarı, “BarışÇözüm Süreci” şeklinde parlatarak öne sürdüğü bütün safsatalarını bir kenara bırakarak, Kürt ulusuna karşı amansız düşmanlık karakterini alenen açık etti. Bu karakter Farqîn (Silvan)’da pratik olarak yaşandı. Farqîn’de yaşananlara yabancı değil bu halk; on yıllardır sürdürülen haksız savaşın birebir tanığı, karşı koyanı, direneni, katledileni... Irkçı faşist zihniyetin ürünü olan bu saldırılar; öz olarak dün de bugün de aynıdır, yarın da aynı olacaktır. Tekçi, faşist katliamcı anlayış gereği bu böyle olmaktadır. Bunun için topyekûn savaş saldırganlığı ilanıyla seçim yenilgisinin sorumlusu gördüğü Kürt ulusuna barbarca saldırıp büyük kitlesel katliamlar gerçekleştiriliyor. Farqîn’de günlerce süren sokağa çıkma yasakları ve saldırılar bunun ürünüdür. Farqîn gibi yerlerin hedef seçilmesi boşuna değildir, buralar Kürt ulusunun yediden yetmişe ör-

gütlü olduğu yerlerdir. Katliam saldırıları boyunca Farqîn’de halkın direnişi saldırıyı geri püskürtmüştür. Elbette bundan sonrasında da benzeri olacaktır. Lakin saldırılar durmayacaktır ve Kuzey Kürdistan’ın çeşitli yerlerinde devam edecek, sürecektir; dün yerleşim birimlerini yakıp yıkan, parti binalarını bombalayan, mitingleri kana bulayan, seçim çalışmalarını engelleyen, duvarlara dalga geçercesine “devlet geldi” yazan anlayış, başta Kürt ulusunu ve ilerici devrimci güçleri en vahşi kıyıma tabi tutmaya devam edecektir. Dün olduğu gibi bugün de Kuzey Kürdistan bu soykırım saldırganlığıyla acımasız katliamlar eşliğinde tam bir işgal altındadır. Katliam ve baskı marifetiyle 1 Kasım seçimlerini lehine çeviren gerici faşist AKP iktidarı, kendisini daha güçlü hissederek katliam saldırılarını aynı pervasızlıkla sürdürmektedir. İşgal saldırganlığı altında soykırıma tabi tutulan Kürt ulusu, Farqîn başta olmak üzere günlerce süren sokağa çıkma yasağı terörü altında tam bir imhadan geçirilmektedir. Farqîn sokakları faşist kuşatma altında insan avına tanık olmuş, şehrin tepelerine yerleştirilen tanklarla, mahalleler topa tutularak vahşi bir katliam sürdürülmüştür. Dünyaya kapatılan Farqîn, faşist “TC” ordusu ve militarist güçleri tarafından “etnik temizliğe” tabi tutulmuş, kafatasçı katliam mangalarına teslim edilmiştir. Benzeri durum bugünlerde de Nusaybin’de devam ettirilmektedir ve aynı şekilde Nusaybin halkı da tıpkı Farqîn halkı gibi direnmektedir. Direnmekten başka alternatifi olmayan Kürt halkının direnişi, tüm ezilen halklara bir kez daha direnmenin ne anlama geldiğini ve direnmekten başka kurtuluşun olmadığını gösteriyor. Kürt ulusu, faşist katliam saldırılarına karşı kahramanca bir direniş sergilemekte, en acımasız katliamlara karşın ölümüne teslimiyeti reddetmektedir. Uygulanan milli zulüm, katliam ve soykırım saldırıları karşısında sessiz kalmak; kelimenin tam anlamıyla suça ortak olmak demektir. Bu katliam karşısında direnen Kürt ulusunun yanında olmak; daha militanca bir mücadele şeklini örmekle anlamlıdır ve bu pratik karşı koyuş elzemdir. Vurgulamak gerekir ki “savaş karşıtı” tüm kesimlerin, katliam ve ölümlere karşı olanların yaşanan bunca katliamdan sonra bir kez daha düşünmeleri önemlidir. Gün, kendimizi katliamlara karşı duruşta ve kimliklerimizi kanıtlamanın sınavıyla karşı karşıya olduğumuz gündür. Gün sınavları geçme kazanma günüdür.

AKP işçiler için “istikrar abidesi” AKP’nin “istikrarı”; işçi ve emekçilerin sömürüsü ve katledilmesi, patronların ise sermayesini daha da büyütmesi anlamına geliyor. 13 yıllık “istikrarın” ardından ülkenin dört bir yanında işçi direnişleri, işçi kıyımları ve işçi katliamları durmaksızın devam ediyor AKP 1 Kasım’da yapılan seçimlere “istikrar” parolasıyla girdi. AKP’nin 13 yıllık “istikrar” dönemine bir 4 yıl daha eklendi. Ancak AKP’nin istikrarı, halkların refahını, huzurunu, eşitliği, özgürlüğü sağlayan bir istikrar değil. Tersine, AKP’nin istikrarı, işçi katliamlarını, kadın katliamlarını, gözaltı ve tutuklamalarını, devlet terörünü arttıran bir istikrar. AKP iktidarı bunu her zaman işçi ve emekçilere yönelik tutumuyla bizzat göstermiştir. İşçiler, emekçiler ise işte bu “istikrara” karşı hemen hemen her gün ülkenin farklı yerlerinde direniş gösteriyorlar. İşçilerin, emekçilerin kanları üzerinden yükselen patronlara karşı her gün sayısı daha da artan bir öfke var.

Patronların ‘grev’ intikamı “İşçi kıyımı” artık alışılagelmiş bir kalıp halini aldı. Patronlar istedikleri an işçileri kovabiliyor, hatta haber verme gereksinimi dahi hissetmiyorlar. Bir mesaj ile bir gece ansızın işinizden olabiliyorsunuz. Yasalara göre patronun buna “hakkı” var! Bu işçi kıyamlarından birisi de 15 Mayıs’ta greve giden metal işçilerinde yaşandı. Bursa'da bulunan Oyak Renault ve Tofaş fabrikalarında metal işçileri 15 Mayıs’ta greve git-

mişti. Üye oldukları Türk Metal İş'den istifa eden işçilerin eylemi kısa zamanda ülke geneline yayılmıştı. Yaşanan grevin ardından fabrika yöneticileri, eylemdeki işçilere işten çıkarılmayacaklarını taahhüt ederek iş başı yapmalarını istemişti. Konuyla ilgili açıklama yapan Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Sekreteri Selçuk Göktaş, Türkiye genelinde yapılan eylemlere katılan bin 500 işçinin işten çıkarıldığını açıkladı. Bursa’da Renault firmasının eyleme katılan herhangi bir işçinin iş akdini feshetmediğini hatırlatan Göktaş, TOFAŞ’ta çalışan 80 metal işçisinin eylemlere katıldığı gerekçesiyle işine son verildiğini ifade etti. Eylemler sonrasında Renault’ta çalışan bütün işçilerin Türk Metal Sendikası’ndan istifa ettiğini söyleyen Göktaş, “Şu anda Renault’ta sadece Birleşik Metal-İş Sendikası var. Şu anda 4 bin 900 mavi yaka işçiden 4 bini bize üye oldu. 200 kişi ise Türk Metal Sendikası’na üye. Kalanlar ise hiçbir sendikaya üye değil. Ancak biz bu arkadaşlarımızın da bize üye olacaklarını düşünüyoruz” dedi.

Munzur Su’da direniş! İşçi kıyımının yaşandığı bir başka fabrika ise Dersim’in Ovacık ilçesinde bulunan Munzur Su fabrikası oldu. Toplu İş Sözleşme (TİS)görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine, DİSK Gıda-İş üyesi işçiler 28 Ekim’de greve çıktı. Greve çıkan işçilerin talebini kabul etmeyen Munzur Su yönetimi, greve çıkan 7 işçiyi 7 Ekim'de tazminatsız olarak işten çıkardı. Munzur Su yönetimi, grevdeki 7 işçiye gönderdiği mesajla iş akitlerini tazminatsız olarak sona erdirdiğini bildirdi. İşten atmalara ilişkin Gıda-İş Sendikası, greve devam edeceklerini belirtti. Gıda-İş Sendikası açıklaması şöyle: “Munzur Su markasını yaratan, üreten işçi arkadaşlarımızın talepleri karşılansın, iş barışını koruyarak yola devam edelim. En kısa sürede Yönetim Kurulu işçileri korkutmaya yönelik tehditkâr tavrından vazgeçmeli, toplu iş sözleşmesi masasına oturmalıdır. Sendikamızın temel ilkesi işçi arkadaşlarımızın iradesidir, hakkımız olanı alana kadar meşru haklarımızı kullanarak grevimiz devam edecektir. Tüm Dersim halkına, işçilere ve emekçilere sesleniyoruz. Burada sosyal proje olarak ifade edilen işletmede işçiler açlık sınırında çalışmakta ve bu güne kadar bu süreç hep böyle devam etmiştir. Bizler bu durumun değişmesini, işçilerin işten atılmasını kabul etmiyoruz. Tüm işçiler olarak sonuna kadar di-


07

ÖRGÜTSEL YÖNELİM

ERKEK EGEMEN GERİCİ ZİHNİYETE SAVAŞ AÇ! KADININ TARİHSEL BİLİNCİNİ KUŞAN zel mülkiyet dünyasının yarattığı en kapsamlı ve köklü sorunlardan biri kuşkusuz ki kadın sorunudur. İnsanlığın ilk gerici duraklarından biri olan kadın sorunu, tüm keskinliği ile devam etmektedir. Özel mülk dünyasının gerici tarlasında filizlenen erkek egemen gerici anlayışın kadınlar üzerinde yarattığı tahribat ve sömürü, tüm çirkefliği ve pervasızlığı ile sürmektedir. Öyle ki kadın katliamlarının, tecavüzlerin ve tacizlerin sistematik olarak yaşandığı ve rutinleştiği bir toplumsal gerçeklikle karşı karşıyayız. Özel mülkiyet dünyası ve onun gerici zemininden beslenen erkek egemen zihniyet köklü olarak yıkılmadığı müddetçe, kadın sorunu ve cinsler arası eşitsizlik de katmerleşerek devam edecektir. Dolayısı ile yarına ertelemeden ve bugünden başlayarak başta kendimiz olmak üzere toplumdaki erkek egemen gerici zihniyete karşı “Kadınlar İktidara Kadınlar Yönetime” şiarı ile keskin bir mücadele yürütmeliyiz.

Ö

reneceğiz ve haklı mücadelemizden asla geri duramayacağız.”

“Açlıktan ölmeyiz bu yoldan dönmeyiz” Gebze'de bulunan İFF Aroma fabrikasında patronlar iki işçiyi sendikalı oldukları gerekçesiyle işten çıkarmıştı. Bunun üzerine ise işçiler direnişe geçti ve eylemlerini giderek üst boyuta taşıdılar. İki ayın ardından kaymakamlık emriyle direniş çadırı polisler tarafından sökülen işçiler, direnişlerinin 61. gününde açlık grevine başladılar. “Açlıktan ölmeyiz bu yoldan dönmeyiz” sloganıyla başlatılan açlık grevi ise hala devam ediyor. Tüm baskılara karşın yılmayan İFF işçileri 12 Kasım’da bir basın açıklaması yaparak, direnişte kararlı olduklarını ve dönmeyeceklerini açıkladılar.

13 yılda 14 bin 578 işçi katledildi İstikrar abidesi AKP, işçi katliamı rakamlarında istikrarını tökezlemeden sürdürüyor. Son 13 yıl içerisinde 14 bin 578 işçi katledildi. Ve bu rakam sadece sigortalı işçileri kapsıyor. Özellikle Suriye'de ki savaş nedeniyle Türkiye/Kuzey Kürdistan'a kaçan Suriyeli mülteciler sigortasız olarak ve asgari ücretin dahi altında çalışıyor. Başta Suriyeli işçiler olmak üzere hiçbir sigortasız işçinin katliamını bilmiyoruz. Rakamlara yansımayan yüzlerce işçinin daha katledildiğindense eminiz. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) verilerine göre, Türkiye/Kuzey Kürdistan iş katliamı sıralamasında El Salvador ve Cezayir'in ardından üçüncü sırada yer alıyor. Her yıl ölen işçi sayısı bin kişinin üzerinde yer alıyor. Tüm bunlarla birlikte meslek hastalıkları nedeniyle hayatlarını kaybeden işçiler konusunda da hiçbir veriye sahip değiliz.

Eylül ayında en az 143 işçi katledildi İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi, 2015'in Ekim ayında yaşanan işçi katliamlarına dair bir rapor yayımladı. İSİG Meclisi raporuna 10 Ekim'de düzenlenen bombalı saldırılarda katledilen 104 emekçiyi anarak başladı. Rapora göre Ekim ayında en az 143 işçi katledildi. Böylece 2015'in ilk on ayında en az 1461 işçi katledildi. En çok katliamın yaşandığı iş kolu ise inşaat ve yol işkolu oldu. İnşaat ve yol işkolunda Ekim ayı içinde en az 45 işçi katledildi. İSİG acil iş sağlığı taleplerini ise şöyle sıraladı; 1- İş cinayetlerinin sorumlusu siyasiler, patronlar, bürokratlar yargılanmalıdır... 2- İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin sağlanmasının en temel unsuru işçilerin sendika seçme özgürlüğüdür. İşçiler üzerinde örgütlenme özgürlüğüne dair her türlü baskı sona ermelidir... 3- İşyerlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği kurulları kurulmalı, var olanlar işler hale getirilmeli ve en az yarısını işçiler oluşturmalıdır... 4- Başta taşeronlaştırma olmak üzere tüm güvencesiz çalıştırma biçimleri yasaklanmalıdır...

≫ refik demir

Özel mülk dünyasının ürünü olan devlet başta olmak üzere tüm gerici mekanizmalar ve olgular, kadınlar üzerinde kurulan gerici zorbalık ve tahakkümü meşrulaştıran ve besleyen esas dinamiklerdir. Hâkim olan toplumsal ahlak, gelenek, kültür ve din gibi olgular erkek egemen gerici zihniyeti meşrulaştıran ve kadın üzerindeki her türlü zorbalığı ve sömürüyü kutsayan ve “tanrının takdiri” olarak topluma dayatan temel öğelerdir. IŞİD barbarlığının kadınlara bakış açısı ve uyguladığı vahşet tam da bu gerici zeminden beslenmektedir. Bu gerçekliklerden kaynaklı özel mülk dünyasının gerici zemininden beslenen bütün geleneksel analyış ve ilişkilere karşı keskin bir savaş açmak kaçınılmaz devrimci görevlerimizden biridir. Hâkim olan geleneksel toplumsal anlayış ve gerici ilişkilere devrimci bir perspektif ve kopuşla meydan okuyarak cevap olamayan bir devrim hareketinin, köklü toplumsal değişimi sağlaması asla mümkün değildir. Özel mülkiyet dünyasını kutsayan ve meşrulaştıran hiçbir geleneksel anlayış, ahlak, kültür, din ve gerici ilişkiler toplamı asla ve asla devrimci ve komünistlerin meşru göreceği ve savunacağı şeyler olamaz. Maalesef saflarımız da dâhil devrimci harekette bu noktalarda önemli kusurlar bulunmaktadır. Burjuva geleneksel gerici ilişkilerle arasına keskin ayrım çizgileri çekmeyen ve devrimci kopuşu gerçekleştiremeyen bir devrim hareketi, asla kitleleri özgürleştiremez ve yeni devrimci bir dünya yaratamaz. Yukarıda özet biçimde bazı vurgularla kadın sorununu yaratan ve besleyen esas nedenleri ve hangi perspektifle mücadele edilmesi gerektiğini açıklamaya çalıştık. Vurgulamaya çalıştığımız geleneksel gerici ilişkiler ve erkek egemen zihniyetin bizdeki etkileri ve nasıl ele alınması gerektiği üzerine bazı keskin belirlemelerde bulunmayı önemli bir ihtiyaç olarak görmekteyiz. Zira genel perspektif olarak oldukça ileri bir noktada dursak da içselleştirme ve yaşamsallaştırma anlamında hala geri bir yerdeyiz. Teorik belirlemelerdeki ileri düzeyimize rağmen kadın sorunu noktasında hala eski geleneksel yaklaşımların etkisi hâkim durumdadır. Bu açı farkını kesinlikle en asgari düzeye indirmek zorundayız. Kadın meselesindeki ileri teorik perspektifimizi kesinlikle kavramak ve yaşamsallaştırmak zorunluluğu ile hareket etmeliyiz. Kadın meselesindeki ileri devrimci yaklaşımlarımız ve çözüm perspektifimiz hiçbir kaygıyla asla gerilere çekilemez. Özellikle örgütlü güçlerimizin bu noktada meseleye sıradan yaklaşmaları, eski geleneksel gerici yaklaşımlarla meseleyi ele almaları kesinlikle kabul edilemez. En üstten en altlara kadar bütün bünyemizi bu noktada devrimcileştirmek zo-

rundayız. Zihinlerimizde hâkim olan erkek egemen gerici anlayışla keskin bir kopuş gerçekleştirmek devrimci olmanın belirleyici yanlarından biridir. Hiçbir yoldaşımız bu noktalarda keyfi, sıradan ve sorumsuz bir yaklaşımla hareket edemez. Saflarımızda erkek egemen gerici anlayış ve onun bütün türevleri hiçbir gerekçe ile kesinlikle meşrulaştırılamaz. Kadın perspektifi noktasındaki yaklaşımlarımız ile çözüm perspektifimiz, siyasal kampanyalar ve eğitim çalışmaları gibi araçlarla süreklileştirilmelidir. Kadın çalışmasını ve özgünlüğünü/özerkliğini hala öteleyen ve küçümseyen yaklaşımlar saflarımızda önemli oranda bulunmaktadır. Bu yaklaşımlara asla pirim verilmemelidir. Tüm çalışmalarımızda ve örgütlenmelerimizde kadınlar mutlaka özneleştirilmelidirler. Kadın çalışmalarımız kesinlikle dar ele alınmamalı, bütün kadın örgütlenmelerini kapsayan ve güçlü bağımsız demokratik bir kadın hareketi yaratma perspektifi ile ele alınmalıdır. Ki özellikle son yıllarda önemli bir kadın dinamiği ve potansiyeli açığa çıkmış durumdadır. Bu çabaların ve örgütlenmelerin hiçbiri kesinlikle küçümsenmemeli, tam aksine önemsenerek ilişkilenilmeli ve daha ileri bir düzeye taşınmalıdır. Bu noktada kadın örgütlenmemiz başta olmak üzere bütün kurumlarımız bağımsız gelişen özgün kadın örgütlenmeleriyle ilişkilenmeli ve kadın duyarlılığı noktasındaki çaba birleştirilerek geliştirilmelidir. Kadın noktasındaki ileri çözüm perspektifimiz bizzat bu zeminde gelişebilir ve bağımsız ileri bir demokratik kadın hareketi ancak bu somut ilişkilenme düzleminde ete kemiğe bürünebilir. Kadın meselesi noktasında var olan ileri perspektifimizi asla yeterli görmeden sürekli ilerletme anlayışı ile hareket etmeliyiz. Özellikle feminizm vb. düzlemlerde devam eden tartışmaları, asla kaba sınıf indirgemeci tarzda yaklaşmamalı fakat aynı zamanda proleter devrimci perspektiften de asla kopmadan ele alarak daha da derinleştirmeliyiz. Bütün toplumsal sorun ve çelişkilerde olduğu gibi kadın meselesinde de en ileri çözüm perspektifi MLM düzleminde biçimlenen proleter sınıf bakış açısıdır. Dolayısı ile kadın meselesine dair tüm tartışmalarımız ve yönelimlerimizde temel referansımız, proleter devrimci sınıf perspektifi olmalıdır. Bunu vurgularken proleter devrimci sınıf hareketinin kadın meselesi noktasındaki kamburlarını ve bazı problemli yanlarını görmezden gelerek ele almıyoruz. Ki kadın meselesi noktasındaki kapsamlı muhasebe belgesi tam da bu kaygılar ve perspektifle ele alınacaktır. Saflarımızda hala önemli oranda mevcut olan geri anlayışlara rağmen ileri olan perspektifimiz hiçbir şekilde askıya alınamaz ya da gerici yaklaşımların basıncı altında silikleştirilemez. İleri ve devrimci olan her yaklaşım kesinkes ve ilk başlarda egemen olan geleneksel yaklaşımlarla çatışmak zorunda kalır. Hele bu kadın sorunu gibi köklü bir mesele olunca, bu mevcut geleneksel yaklaşımların boyutu daha derin olmaktadır. Bu noktada özellikle kadın yoldaşların rol almaları ve özneleşmeleri tayin edici bir yerde durmaktadır. Kadın noktasındaki zihniyet devriminin yaratılmasında kadın yoldaşların alacağı inisiyatif ve oynayacağı rolün tartışmasız bir belirleyiciliği bulunmaktadır. Dolayısı ile tüm kadın yoldaşlarımız bu bilinç ve perspektifle hareket ederek bir adım daha öne çıkmalıdırlar. 25 Kasım yaklaşırken Mirabel kardeşler şahsında tarihten günümüze kadar erkek egemen gerici zihniyet tarafından şiddete uğrayarak barbarca katledilen tüm kadınları saygıyla anıyoruz.


08

güncel analiz

16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Faşist saldırganlık kararlı bir mücadele

ve direniş çizgisiyle durdurulabilir Kavranması gereken mesele, sürecin nasıl karşılanması ve püskürtülmesi gerektiği meselesidir. Elbette sürecin doğru okunması önemlidir ancak bununla birlikte daha da önemli olan, bu soykırımcı faşist saldırganlığa karşı yürütülmesi gereken mücadeledir, bu mücadelenin nasıl olması gerektiğidir. Burada net bir tavra sahip olunmadan veya bu konuda kararlı bir tavra sahip olmadan sürecin nasıl biçimleneceği konusunda tahlil ve tespitlerde bulunmak hayati bir sorun teşkil etmez, etmemektedir. Dolayısıyla gerek PKK olsun ve gerekse de sosyalist ve devrimci güçler olsun, bütün bu güçlerin kararlı bir direniş tavrı ve pratik mücadele tutumunu benimsemesi yaşamsal önemdedir. Bugün yapılması gereken devrimci savaş ve devrimci mücadelenin her cephe ve her biçimde geliştirilmesidir. Bu görev ve tavır siyasi olarak da ahlaki sorumluluk olarak da tarihsel bir yükümlülüktür. Bu vesileyle tüm yoldaşlar demokratik alandan diğer mücadele alanlarına kadar her cephede ve her mücadele biçimini kullanarak direnişin öznesi olmak durumundadır 1 Kasım Erken Genel Seçimleri beklenenin ve/veya olması gerekenin dışında ironik sonuçla Erdoğan/AKP güruhu lehine tecelli etti. Sonuç ironikti, çünkü bu sonuç; hukuki, adil, özgürlükçü ve demokratik hiçbir değer taşımayan, bilakis gayri insani, gayri hukuki, baskıcı, katliamcı ve faşist bir iktidarın iktidar mağdurları tarafından onaylamasıydı... Biçimsel de olsa, sebepleri izah edilir de olsa ve sonuçlar halkın iradesini yansıtan meşruiyetten uzak da olsa, son tahlilde ve ortaya çıkan sonuç bağlamında kitleler cellâdına oy vermiş, fiilen bu baskı ve katliamlara ‘devam et’ demiştir. Bunun böyle olmasının birçok gerekçesi açıklanabilir ve

bu zorunlu tercih, bilinen şartlar altında anlaşılabilir ya da gerici zor hüneriyle çıkarılan bu sonucun nesnel gerçeği yansıtmadığı veya kitlelerin bağımsız iradesini ifade etmediği haklı olarak söylenebilir. Ancak her şeye karşın ortaya çıkan somut bir sonuç var. İzafi olan bu sonuç, reel bir gerçektir. Öte taraftan beklenenin ve olması gerekenin dışındadır bu sonuç. Tekraren söylersek, korkutulmuş, terörize edilmiş, yoksullukları fırsata çevrilip oyları satın alınarak çalınmış da olsa, sonuç itibarıyla bakıldığında ve nedenleri ne olursa olsun geniş kitleler reel olarak kendilerine koyu bir baskı ve şiddet uygulayıp katliamlar yaşatan bu iktidara oy vermiştir. Bu

hem ironiktir hem de baskı ve katliam gerçekleştiren faşist bir iktidara mantıken desteğin önemli oranda azalması gerektiği için de, beklenmeyen ve olması gerekenin dışında bir sonuçtur… Burada bir parantez açmakta fayda var ki, aynı kitleler 7 Haziran seçimlerindeki tercihleriyle farklı bir sonuç ortaya koymasına karşın, birkaç ay sonra 1 Kasım’da bu tercihlerini değiştirmek zorunda kalmıştır. Bu kısa süre zarfında tercihlerini değiştirmiş olmaları veya sonuçların bu kadar keskin faklılaşması elbette Erdoğan/AKP güruhuna hayranlık veya beğenilerinin gelişmesinden değil, aksine onun katliamlarından korktuklarından dolayıdır. Özcesi

birkaç aylık zaman dilimi içinde yaşanan bu değişimin; özsel bir değişim olmayıp, doğrudan uygulanan baskı ve katliamlar maharetiyle sağlanan korkunun baskısından kaynaklandığı açıktır. Erdoğan/AKP güruhu 1 Kasım Erken Genel Seçimleri’ni bu zeminde kazanmıştır.

1 Kasım seçim sonuçları AKP iktidarına taze kan nakli oldu 1 Kasım Erken Genel Seçimleri, Erdoğan/AKP iktidarına adeta taze kan nakli oldu. Tam çözülüp somut olarak gerileme eğilimine girdiği anda, onu yeniden ayağa kaldırma anlamında 1 Kasım seçim sonuçları, Erdoğan/AKP iktidarının kaderini müspet yönde değiştirdi. Tabi ki, bu bir


güncel analiz

16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

rastlantı değildi. Tersine, bahsi geçen iktidarın, iradi gerici-zor yoluyla kaderini kendiliğindenciliğe bırakmayan faşist baskılarla karakterize olan çabasının ürünüydü… Ciddi siyasi sonuçların yanı sıra, ağır hukuki yükümlülük veya yaptırımlar tehlikesi ve tehdidiyle karşı karşıya olan Erdoğan ve şürekâsının kaderini olağan seçimlere bırakmayacağı belliydi ki bırakmadı da. Nitekim kazanmak için faşist zor ve şiddete başvurarak korkunç katliam ve saldırganlıklar sergiledi. Bu yolla, toplumu hem korku atmosferine alarak ve hem de yaşam güvenliği kaygısına düşürerek iradelerini tesir altına alıp, istediği sonucu elde etti. Burada proleter sınıf tavrıyla tecrübe edilmesi gereken bir sonuç ise şu; burjuva seçimler ve benzeri yasal ve taktik mücadele biçimleriyle iktidar gibi ciddi devrimci sonuçların gerici düzen içinde kazanılıp kararlaştırılmasının burjuva bir hayal olduğu, bunun tersine devrimci yolun zorunlu olduğu bir kez daha kanıtlanmış olmasıdır. Ki, burjuvazinin kendi içindeki iktidarın el değişimine bile burjuva seçimler yoluyla şans tanımayan gerçekliği, iktidarın devrimci sınıflar tarafından seçimler vb. yollarla ele geçirilmesine tamamen kapalı ve olanaksız olduğunu kesin olarak kanıtlamaktadır. Dolayısıyla, demokratik olmayan ve halkın bağımsız iradesinin yansımasını mümkün kılmayan burjuva seçimlerinin; burjuva gerici veya faşist düzenin bir maskesi ve stepnesi olduğu, oradan ancak burjuva düzen lehine sonuçların çıkmasına müsaade edileceği, bunun dışındaki olasılıkların gerici sınıflar tarafından mutlak biçimde önleneceği ve önlendiği, burjuvazinin kendi zeminini devrimci sınıflara sadece onları aldatıp kandırmak için kullandıracağı, aksi durumda yasaklayıp bloke edeceği vb. bu seçimler vesilesiyle yeniden açığa çıkmıştır. 1 Kasım seçimleri sonrasında aynı faşist güruh, “kamu düzenini tesis etme” manipülasyonuyla özellikle Kuzey Kürdistan’daki katliam ve imha esaslı milli zulüm ve soykırımcı saldırılarını kendince (ve elbette Türk milliyetçiliği nazarında) gerekçelendirerek yürüttü, yürütüyor. Günlerdir sokağa çıkma yasağı uygulamasıyla tank ve top eşliğinde ırkçı-faşist abluka altına alınan Farqîn (Silvan)da bu gerici savaş saldırganlığı bugün çok daha pervasızca sürdürülmektedir… 1 Kasım seçim sonuçlarıyla mesnedi belli olan tek başına siyasi iktidar olma “başarısına” rağmen, tırmanış eğilimiyle sürdürülen gerici savaş saldırganlığı ve soykırımcı milli zulüm politikaları nasıl okunmalıdır? Sürecin gidişatı nereye doğrudur ya da neye işaret ediyor? Bu soruların yanıtlanması aktüel durumun tahlil edilmesi ve buna uygun pozisyonlar alarak görevlerin saptanması bakımından önemlidir. Öncelikle belirtilmelidir ki, gerek ülke halklarına dönük koyu faşist baskı politikalarıyla yürütülen saldırganlık ve gerekse de Kürt ulusu şahsında soykırımcı katliam ve savaş saldırganlığıyla karakterize olan bu sürecin bundan sonra nasıl devam

edeceği sorusu, esasta iki olasılık barındıran bir yanıtla cevaplanabilir. Öte taraftan AKP iktidarının Kürt ulusal sorunundaki politikası bundan sonra nasıl biçimlenecek sorusu da aynı zeminde yanıtlanabilir. Savaş saldırganlığının tırmanışını sürdürmesi veya sürecin yumuşamaya evirilmesi bağlamında iki olasılık da mümkündür. Çünkü gelişmeler sadece nesnel koşullar tarafından tayin edilmiyor, aynı zamanda insanın sübjektif müdahalesi de sürecin nasıl biçimleneceği ya da Kürt sorunundaki politikanın nasıl biçimleneceğinde belirleyici unsurdur. Bu iki olasılıktan hangisinin esas eğilim haline geleceği, görülengörülmeyen emareler tarafından ve diyalektik temele dayalı bilimsel yorum ve mantığın ürünü olarak tespit edilebilir. Mevcut süreç, sürecin ana aktörleri durumundaki güçlerin hedef ve politikaları başta olmak üzere, sürecin arka planındaki emperyalist politikalarla, emperyalist blokların aralarındaki güç dengelerine ve

Erdoğan/AKP güruhunun mevcut savaş sürecini daha fazla kaldırması zordur Öte taraftan kan tazeleyerek tek başına iktidar olma avantajını elde eden bu güruhun, belli hedeflerine ulaşması bakımından ve inisiyatif alanının genişlemesi vb. açısından, aleyhine olan savaş ve çatışma sürecini yumuşatması da olağan ve mümkündür. Haksız savaşı daha fazla sürdürmenin siyasi ve ekonomik faturasını ödemeyi daha fazla göze alması olağan koşullarda mantık dışı olup, bu çatışma sürecini daha fazla kaldırması zordur. Bu durumda savaş saldırganlığını kısa ya da orta vadede bitirme eğilimine girmesi büyük olasılıktır. Ancak ikinci olasılığı tercih etmesini koşullayan belli sebepler var ki, bu durumda savaş saldırganlığını belirli bir hedefe kadar sürdürmesi mümkündür. Bu sebepler, esasta Kürt Ulusal Hareketi’ne karşı açık bir üstünlükle teslimiyete sürükleyip da-

09

fiye edilmeden ülkedeki siyasi süreci istedikleri gibi yönetemeyeceğini bilen AKP güruhu, öncelikli olarak Kürt Ulusal Hareketi’ne yönelmeyi benimsemekte, azgınca katliamlarla bu amacına ulaşmaya çalışmaktadır. Fakat bunun kolay ve hatta askeri açıdan mümkün olmadığı, bu savaşın faturasının kendilerine ağır olacağı açıktır. Mevcut gelişmeler göstergesinde, Erdoğan/AKP iktidarının Rojava politikasında istediklerini gerçekleştiremeyeceği, aynı zamanda PKK’ye dayattıklarını kabul ettiremeyeceği ve PKK’ye karşı istediği zaferi elde edemeyeceği açıktır. Bu durumda savaş saldırganlığı ve soykırımcı katliamlarını en azından bir süre daha devam ettireceği söylenebilir. Ne var ki, bu durum esasta PKK’nin izleyeceği politikaya bağlıdır. Dayatılanların tamamını olmasa bile, ciddi bir geri adım içine girerek geri bir anlaşmayı kabul etmesi durumunda elbette sürecin farklı mecraya evirilmesi mümkündür.

Sürecin nasıl karşılanması gerektiği önemlidir

bu dengelerin değişip değişmeyeceği veya hangi güç lehine ilerleyeceği gibi çok karmaşık gelişmenin göstereceği eğilimden bağımsız gelişmeyecektir. Bu bakımdan çok keskin iddialar temelinde mutlak tespitlerde bulunup soruyu “ak-kara” biçiminde yanıtlamak nesnel yaklaşıma uymaz. Bilimsel tutum, tez veya savunularının doğruluğundan mutlak biçimde emin olma şeklinde ortaya konmaz. Hele siyasi figürlerin belirleme pozisyonunda olduğu değişken ve dinamik siyasi süreçlerde, mutlaklık düzeyinde iddialarda bulunmak tamamen anti-bilimsel olup hatalıdır. Ancak bazı gerçekler ve gerekçeler tespit edilebilir, bu gerekçeler mantığına uygun muhtemel gelişmeler öngörülebilir… Erdoğan/AKP iktidar güruhu açısından bakıldığında; seçimlerden tek başına iktidar olma gücüyle çıkması vesilesiyle ve tabi ki sınıf karakterine uygun olarak her türlü pervasızlığa başvurması mümkündür. Önünde tek engel devrimci ve demokratik mücadele gerçeğidir ki, bunda PKK’nin kitlesel potansiyel olarak ve ciddi bir savaş gücü olarak etkili bir aktör olduğu açıktır.

yattıklarını kabul ettirerek eli güçlü olarak masaya oturma hedefi ve elbette emperyalist politikalar karşısında veya kendisini daha avantajlı yere taşıyarak Batı Kürdistan gelişmelerinde gerici politikalarına ulaşma biçiminde özetlenebilir. Ki, burada belirleyici yerde duran mesele Suriye’de yaşanan gelişmeler bağlamında Rojava Kürt statüsünün nasıl biçimleneceği meselesidir. Öyle ki, “Barış Süreci”nin bitirilerek topyekûn savaş saldırganlığının tırmandırılmasındaki temel sebeplerin başında da Rojava Kürt statüsü ve genel olarak Kürt politikası gelmektedir. AKP iktidarının Kürt ulusuna dönük uyguladığı vahşi savaş ve katliam saldırganlığının sebepleri sır değildir. Rojava gelişmeleri büyük anlaşmazlık temeliyken, Kürt Ulusal Hareketi’nin demokratik ve devrimci mücadele zemininde aktüel bir güç olması ve Erdoğan/AKP güruhunun önündeki politik engellerin başında gelmesi gerçeği yatmaktadır. Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında siyasi gündem ve gelişmelere damga vuran güçlerin başında PKK gelmektedir. PKK teslim alınmadan veya tas-

Irkçı faşist AKP’nin mevutta uyguladığı kıyım ve zulümden daha ileri düzeyde uygulayabileceği bir kıyım ve katliam yoktur. Yapabileceklerini yapmaktadır. Dolayısıyla yaptığı katliam ve kıyımlarla Kürt Ulusal Hareketi’ne geri adım attıramayan bu güruhun, PKK’nin mevcut direnişi ve direnişini sürdürmesi karşısında zorunlu olarak geri adım atması kaçınılmaz olacaktır. Ancak burada bir şeye daha dikkat çekelim ki, soykırımcı ırkçı faşist saldırganlığa karşı direniş sergilemek sadece PKK’nin sorunu olmamalı ve PKK ile sınırlı görülmemelidir. Sosyalist ve devrimci güçlerin bu direniş sürecinde sınıf penceresinden sorumluluklarını yerine getirerek, Erdoğan/AKP güruhunun faşist baskı ve katliamlarına karşı etkin pratik bir mücadele yürütmesi gerekmektedir. Kavranması gereken mesele, sürecin nasıl karşılanması ve püskürtülmesi gerektiği meselesidir. Elbette sürecin doğru okunması önemlidir ancak bununla birlikte daha da önemli olan, bu soykırımcı faşist saldırganlığa karşı yürütülmesi gereken mücadeledir, bu mücadelenin nasıl olması gerektiğidir. Burada net bir tavra sahip olunmadan veya bu konuda kararlı bir tavra sahip olmadan sürecin nasıl biçimleneceği konusunda tahlil ve tespitlerde bulunmak hayati bir sorun teşkil etmez, etmemektedir. Dolayısıyla gerek PKK olsun ve gerekse de sosyalist ve devrimci güçler olsun, bütün bu güçlerin kararlı bir direniş tavrı ve pratik mücadele tutumunu benimsemesi yaşamsal önemdedir. Bugün yapılması gereken devrimci savaş ve devrimci mücadelenin her cephe ve her biçimde geliştirilmesidir. Bu görev ve tavır siyasi olarak da ahlaki sorumluluk olarak da tarihsel bir yükümlülüktür. Bu vesileyle tüm yoldaşlar demokratik alandan diğer mücadele alanlarına kadar her cephede ve her mücadele biçimini kullanarak direnişin öznesi olmak durumundadır.


10

analiz yorum

16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Emperyalist krizin serencamı

Karşı devrim cephesinde çelişkiler her geçen gün daha da keskinleşmekte. Bu keskinleşen çelişki, doğası gereği sınıflar arası çelişkiyi de aynı oranda derinleştirmektedir. Keskinleşen sınıf çelişkileri, bu çelişkiye doğru politik müdahalelerde bulunacak örgütlenmeyi de zorunlu kılmaktadır. Ancak ne yazık ki, devrimci-komünist parti ve örgütlenmeler (Kimi Maoist partileri dışarıda tutarsak) bu çelişkiye müdahil olmaktan uzak durumdadırlar. Mevcut dünya gerçeğinde, milli baskı ve işgallere karşı ulusal savaşlar ile birbirlerinin egemenlik alanlarını tehdit aracı olarak kullandıkları, çatışmanın belirli bir düzeyinden sonra, denetimlerinden çıkan mezhep savaşları öne çıkmış durumdadır. Bu her iki savaşın ezilen halklara nihai kurtuluşu sağlayamayacağı, bilinen bir gerçektir. Bu acı gerçek değiştirilemez değildir. Değiştirilmesi de bir zorunluluktur. Bu zorunluluğun tesisi edilmesinin yolu, devrimci-komünist parti ve örgütlerin, sürecin derinleştirdiği sınıf çelişkilerine müdahalede bulunarak, güncel somut çözüm politikaları geliştirmek ve bunu somut örgütsel ayaklarını oluşturmaktan geçmektedir. Bunu yapamayan güçler, devrimin bu en elverişli koşullarının seyircisi olmaktan kurtulamazlar. Seyirci değil, müdahil olma bilinci, iktidar olma bilinciyle yan yana büyür ve gelişir. Bunun için var gücümüzle ana ve sürece cevap olmanın ısrarı ve kararlılığı kuşanılmalıdır ABD’de de 2008’de, emlak alanında başlayan kriz, finans krizini tetikleyerek büyüdü. Ve bu kriz, kısa bir zaman sonra ABD’nin büyük bankalarını da içine alarak, iflaslar boyutuna ulaştı. Bankalardaki ardı ardına iflaslar, doğası gereği

sanayi başta olmak üzere üretimin bütün dallarına yayılarak ABD ekonomisini sarsmaya başladı. Emperyalist kapitalist sermayenin 80’li yıllardan bu yana gerçekleştirdikleri birleşmeler ile borsalar ve bankalar üzerinden bir birbirleriyle geliştirdikleri ilişkilenmelerden dolayı kriz, ABD ile sınırlı kalmadı, hemen hemen bütün emperyalist tekelleri de girdabına çekerek, emperyalizmin küresel krizine dönüştü. Kriz ilk adımda emperyalist merkezleri sarsmaya başladı ve ardından da Yunanistan, İspanya, İtalya, İrlanda, Portekiz ve Belçika gibi kapitalist ülkelere yayıldı. Bu yayılmanın en sert hali, Yunanistan’daki iflas oldu. Esas olarak, ABD’deki birçok emperyalist banka ve finans kurumlarında patlak veren kriz, doğal olarak ABD ekonomisindeki dengeleri de altüst etti. Banka ve finans kurumlarında ard arda yaşanan iflaslarla sanayide payına dü-

şeni aldı. Gidişatın kaçınılmaz bir şekilde kendilerini de içine alacağını gören, başta İngiliz, Alman, Fransa ve Çin emperyalistleri hemen harekete geçtiler. Her birisi yüz milyarlarca dolar yardımlarla ABD ekonomisinin çöküşünü önlemeye çalıştılar. Özellikle bu konuda 1 trilyon dolar civarındaki ABD senetlerini alan Çin emperyalizmi, diğerlerine kıyasla daha belirleyici bir adım atarak öne çıktı. Çin ve diğer emperyalistlerin bu yardımlarının nedeni, krizin genişleyerek kendilerini de içine alacağı korkularının yanı sıra, esas olarak çıkarlarının iç içe geçmiş olmasıdır. Emperyalist sermayenin geldiği aşamadaki birleşmelerinden kaynaklı çıkarlarının ortaklaşmasından ötürü herhangi bir yerdeki olumlu veya olumsuz gelişme, diğerlerini de dolaysız olarak etkilemektedir. Ayrıca, rakip oldukları oranda aynı zamanda birbirlerinin pazar alanıdırlar. Bundan dolayı bir pazarın gerilemesi ve

yaşadığı kriz; bu pazarlar üzerinde dalaşan emperyalist güçlerin her türden ihracatını etkileyerek krizin içine çekmektedir. Bu nedenle, pazar hegemonyasında her ne kadar rakip durumunda olsalar da, emperyalist-kapitalist sistemi olumsuz duruma sürükleyen her gelişme karşısında, ortaklaşan çıkarlarını korumak için hareket planlarında “ortaklaşmaktadırlar.” Çin’i, ABD’nin yaklaşık 1 trilyon dolarlık hazine senedini almaya iten neden de budur. 2012 verilerine göre yaptığı 352.632.716 dolarlık ihracat oranıyla ABD, Çin için dış ticarette vazgeçilmez bir pazar durumundadır. Bu oran, Çin toplam ihracatının neredeyse yüzde 17’siyle ilk sırada yer almaktadır. Böylesine büyük bir pazarının çökmesi demek, kendi ekonomik dengelerinin de çökmesi demektir. Dolayısıyla bu pazarını sağlama alması kendisi için bir zorunluluktu. Çin bu atağıyla aynı zamanda, rakibinin ekonomik dengelerini ciddi oranda etkileyecek anahtarı da eline geçirmiş oldu. Keza, Yunanistan’ın iflasından dolayı vermiş oldukları kredilerin geri ödenememesinden dolayı, başta Almanya olmak üzere diğer emperyalist kreditör hemen harekete geçerek Yunanistan’ı “'kurtarmaya” koştular. Bilindiği gibi bu koşuşturma, Yunanistan’ın bütün gelir kaynaklarına el koyma ve yönetmeyle sonuçlandı. Dayattıkları acı reçetelere karşı itiraz eden Yunan emekçi kitleleri, umut olarak Syrıza’yı hükümete getirdi. Syrıza, sınıfsal karakterinin doğal sonucu olarak, devrimci iktidar hedefinden uzak oluşundan ve uluslararası tekellere boyun eğmesinden kaynaklı, Yunan halkının umutlarını, dayatılan anlaşmaları kabul ederek, emperyalistkapitalist sistemin Yunanistan’daki siyasetinin devamcısı oldu. Hemen hemen aynı ekonomik politikalar, İspanya, İrlanda ve kısmen de İtalya’ya da dayatılarak, krizin derinleşme riski kontrol altına alınmaya çalışıldı. Bunda belirli oranda başarılı oldular. Fakat bütün bu çabalarına karşın krizi atlatabilmiş değiller. Sadece belirli bir düzeyde kontrol altına almış durumdalar. ABD ekonomisindeki gerileme, yapılan destekler ve uygulanan politikalarla belirli bir oranda toparlanma eğilimine girmiş olsa da, krizi tümüyle atlatabileceğine dair umut vaat etmiyor. Çünkü büyüme oranı her adımda beklenenin gerisinde seyretmektedir. Dünya ekonomisinin belirleyici motoru durumunda olan ABD emperyalist sermayesinin bu gerçekliği, doğası gereği diğer emperyalist ülke ve tekellerin durumunu da yakından etkilemekte ve peşinden sürüklemektedir. Bu etkilenme daha çok Çin ekonomisinde ken-


analiz yorum

16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

disini göstermektedir. Çin, sahip olduğu ucuz emeğe dayalı ucuz meta ihracatıyla, yarattığı birikimin avantajına yaslanarak 2008 krizinden ilk süreçlerde etkilenmedi. Ancak, gerileme içinde resesyon diye tanımlanan emperyalist sermayenin seyri, Çin emperyalist sermayesinin ihracat pazarlarının, her geçen gün daralmasına ve hızlı büyüme seviyesinin gerilemesine neden oldu. Pazarlarındaki bu daralmayı ve büyüme oranındaki bu gerilemeyi durdurmak için devalüasyona gidildi. Fakat bunun da çare olmadığı kısa sürede ortaya çıkmış durumdadır. Mevcut krizin temel karakteri yapısal olduğu için sadece adını andığımız ülkeleri etkilemekle yetinmedi. Ekonomik motoru finans sermayesinden oluşan Fransa da, krizden en çok etkilenen emperyalistlerden birisi olmaktan kurtulamadı. Emperyalist sermayenin merkezlerinden olan Fransa, krizden en çok etkilenenlerden birisi oldu. Öylesine ki, kurucu üyesi olduğu AB’nin ekonomik kriterlerinin hemen hiçbirisini tutturamaz duruma geriledi. Hollande nezdinde pompalanan umutlarla, emekçi kitlelerin tarihsel olarak süregelen direnişçi ve mücadeleci yanları törpülenip hükümete yedeklenerek, krizi aşma politikaları uygulanmaya başlandı. Ki, tümüyle emekçi kitlelerin kazanımlarının gaspına dayanan bu politikalardan dolayı Hollande hükümeti kendi içinde anlaşamayıp, daha ağır politikaları uygulayacak olan yeni bir hükümet kurdular. Bu yeni hükümetin Ekonomi Bakanı Emmanuel Macron’un, “Şu an zor bir dönemden geçtiğimizi kabul ediyoruz” açıklaması, Fransız emperyalizminin hal-i pür melalinin hiç de parlak olmadığının itirafıdır.

Krizlerde zayıf emperyalist tekeller çökerken, büyük tekeller için fırsat doğmaktadır Her kriz dönemi, zayıf emperyalist tekellerin çöküşü ve iflasını getirirken; sermayesi ve yatırımları güçlü olan emperyalist kapitalistler içinde büyütme fırsatı yaratmaktadır. Böylesi dönemlerde, güçlü olanlar, zayıflayan ve çökmeye başlayan sermaye gruplarını, düşük fiyatlarla alarak daha da güçlenmektedirler. Yani bir diğer anlamda, emperyalist sermaye kriz öncesi döneme göre daha az sayıda tekelde birikip yoğunlaşmaktadır. 2008’de patlak veren bu kriz, tüm burjuva ekonomistleri ve emperyalist kurum temsilcileri tarafından, ikinci pazar paylaşımına neden olan 1929 krizinden daha derin ve daha büyük, kapitalizmin yapısal krizi olduğunu kabul edilmektedir. Ve büyük krizde öncekiler gibi emperyalist sermayenin daha az elde yoğunlaşmasını yaratmaktadır. Bu bağlamda bu kriz sürecinde kendisini korumakla birlikte, krizi en hasarsız yöneten emperyalist gücün, Alman emperyalist sermayesinin olduğunu belirlemek hiç de yanlış olmaz. Bu, Alman emperyalist tekellerinin, krizi fırsata çevirdikleri ve sermayenin yoğunlaşmasında ilk sırayı aldıkları anlamına gelmektedir. Sanayi üretiminden ihracat oranlarına, büyüme seviyesinden kamu borç miktarlarına kadar, Almanya’nın bütün ekonomik göstergeleri de bunu ispatlamaktadır. Birleşik kaplar örneğinde olduğu gibi, emperyalist sermayenin iflaslara paralel bir seyir izleyen yoğunlaşma; dünya pazarlarının da yeniden biçimlenmesi ve paylaşılmasını zorunlu hale getirmektedir. Bu yeniden biçimlendirme ve paylaşım, genellikle uzun bir süreci kapsar.

Bu süreç günümüzde daha çok karşılıklı çıkara dayalı anlaşmalar, yerel ve bölgesel savaşlar tarzında işletilmektedir. Ancak bugün çözüm için öne çıkan bu yolun neye, nasıl evirileceği; pazarları anlaşmalarla mı yoksa öncekiler gibi büyük kapışmalara mı evirileceği, emperyalistlerin kendi aralarındaki pazarlıklara bağlı olarak şekillenecektir. Şu an için birbirlerinin pazar alanlarında, bölgesel düzeyde iç kargaşalıklar çıkararak, bölgesel gerici iktidarlarını “değiştirerek”, bu gerici iktidarlar ve örgütlenmeler aracılığıyla, bölgesel savaşları kışkırtma ve yürütme şeklinde bir yol izlemektedirler. Ukrayna’da olduğu gibi, ellerinde tuttukları enerji kaynaklarını, rakiplerine karşı şantaja dönüştürerek, masa başı avantajlı konumlanmayla, uzlaşmaya zorlayarak da “sonuca” gitmektedirler. Yine Suriye ve Ortadoğu örneğinde görüldüğü gibi, bilek güreşini andıran karşılıklı güç tartmaları ve birbirine meydan okumaya varan politik-askeri stratejilerde, emperyalistlerin, emperyalist-kapitalist krizi, bölgesel çatışmalar üzerinden, şekillendirme hamleleri söz konusudur. Ve emperyalist dalaş ve çatışmanın, karşılıklı şiddet araçlarıyla yaşanması durumunda, doğacak toplumsal sonuçlara henüz hazır olmadıkları için, süreci “uzlaşı” siyasetiyle idare eden “ortak” politikalar geliştirmektedirler. Fakat burada “uzlaşı”, esas değildir. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un dediği gibi, “Dünya artık tek kutuplu değildir.” Suriye’de konumlandırılan savaş gücünün gölgesinde, Rusya’nın bu meydan okuyuşu, emperyalist hegemonya dalaşında, sadece Ortadoğu ve Suriye özgülünde, aktif rol almak değildir. Aynı zamanda emperyalist hegemonya dalaşının sürdüğü tüm alanlarda, aktif rol

11

alma ilanıdır. Emperyalist blokların birbirleriyle girdikleri egemenlik çatışmasında, ezilen halklar ve mazlum uluslar sürecin en ağır faturasını ödemektedirler. Emperyalistlerin egemenlik çizgisi ve emperyalist-kapitalist sistemin krizlerden çıkış siyaseti, derinleşen sömürü, baskı ve kitlesel katliam olarak sosyal yaşama geçmektedir. Karşı devrim cephesinde çelişkiler her geçen gün daha da keskinleşmekte. Bu keskinleşen çelişki, doğası gereği sınıflar arası çelişkiyi de aynı oranda derinleştirmektedir. Keskinleşen sınıf çelişkileri, bu çelişkiye doğru politik müdahalelerde bulunacak örgütlenmeyi de zorunlu kılmaktadır. Ancak ne yazık ki, devrimcikomünist parti ve örgütlenmeler (Kimi Maoist partileri dışarıda tutarsak) bu çelişkiye müdahil olmaktan uzak durumdadırlar. Mevcut dünya gerçeğinde, milli baskı ve işgallere karşı ulusal savaşlar ile birbirlerinin egemenlik alanlarını tehdit aracı olarak kullandıkları, çatışmanın belirli bir düzeyinden sonra, denetimlerinden çıkan mezhep savaşları öne çıkmış durumdadır. Bu her iki savaşın ezilen halklara nihai kurtuluşu sağlayamayacağı, bilinen bir gerçektir. Bu acı gerçek değiştirilemez değildir. Değiştirilmesi de bir zorunluluktur. Bu zorunluluğun tesisi edilmesinin yolu, devrimci-komünist parti ve örgütlerin, sürecin derinleştirdiği sınıf çelişkilerine müdahalede bulunarak, güncel somut çözüm politikaları geliştirmek ve bunu somut örgütsel ayaklarını oluşturmaktan geçmektedir. Bunu yapamayan güçler, devrimin bu en elverişli koşullarının seyircisi olmaktan kurtulamazlar. Seyirci değil, müdahil olma bilinci, iktidar olma bilinciyle yan yana büyür ve gelişir. Bunun için var gücümüzle ana ve sürece cevap olmanın ısrarı ve kararlılığı kuşanılmalıdır.


16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Emperyalist gericilik ve bütün türev Açık ki, dünyanın bu haydutluktan devrimci yolla kurtulması şarttır. Proleter dünya devrimi tarihsel bir ihtiyaçken bu devrimin tek tek ülkeleri esas olmak kaydıyla, uygun zemini bulduğunda bölgesel hareketlerin geliştirilmesi ve Enternasyonalist Komünist Hareket’in olgunlaştırılması perspektifiyle hareket edilmesi, somut görev olarak yürütülmelidir. Dolayısıyla coğrafyamızda bu görevin omuzlanması Sosyalist Halk Savaşı stratejisi temelinde Maoist Parti tarafından karşılanmak durumundadır. Maoist Parti’nin Sosyalist Halk Savaşı perspektifiyle ele aldığı, devrimimizin kır-şehir bütünlüğünde sergilenecek olan silahlı mücadele ve savaşla geliştirilmesi yaşamsal bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Bugün sınıf mücadelesindeki konumlanma, çok daha keskin zemine oturma koşullarına sahiptir. Sınıf çelişkilerinin keskinleşmesine paralel olarak bilumum gericiliğin siyasi-ekonomik krizlerle içinden geçtiği sistemsel “bunalım” sürecinin derinleşme eğilimi ile bu sürecin yoksul dünya halkları ve bağımlı uluslara en ağır biçimde fatura edilmesi, sınıf mücadelesi ihtiyacını yakıcı biçimde ortaya koyarken, bu mücadelenin geniş kitlelerde karşılık bulacağı devrimci şartların ise olgunlaşarak ilerlediği gözlemlenmektedir. Elbette sınıf mücadelesinin radikal özü de bu zeminde kitleler içinde son derece meşru algıyla karşılanmaktadır. Dünya gericiliği, kapitalist sistemin yaşadığı handikaplar ve elbette yarattığı tahribatların derinleşmesi sınıf mücadelesinin geniş ölçekte destek bulup yaygın bir sahada gelişme koşullarına ulaşmasını olanaklı kılıyor. ‘Marks haklı mıydı?’ sorusu kapitalizmin sorduğu soru haline geldiği koşullarda, bunun coğrafyamızdaki bugünkü yankısı olan ‘Kapitalizmin son bulması gerekir’ söy-

lemleri bu bunalım ya da koşulların itirafı durumundadır. Burjuvazinin bile bu noktaya gelmiş olması sınıf mücadelesinin “son savaş” pozisyonuna geçmesinin en haklı koşullarına işaret etmektedir. Yani, sınıf mücadelesinin en uç boyutta radikalleşip silahlı savaş biçimine oturması, tarihsel ve toplumsal koşulların gerektirdiği bir ihtiyaçtır… Dünyanın emperyalist gericiliğe emanet edilmiş durumu asla kabul edilir bir durum değildir. Dünya yoksulları, ezilen emekçi halkları, çilekeş ulusları ve son tahlilde tüm insanlık için bir tehdit olan, insanın parçası olduğu doğa tahribatını büyük insani felaketlere yol açan noktaya taşıyan bu gericilik elbette yer küreden silinmek zorundadır. İnsanlığın geleceği, ilerlemesi ve özgürlüğü bu tehdidin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Dünya çapında bugün gelinen aşama, bu gericiliğin ahtapotu masum bırakan bir felaketler kaynağı olduğunu alenen kanıtlamaktadır. Onlar G-20’ler olarak, Birleşmiş Milletler/Güvenlik Konseyi olarak ya da dünya liderleri ve Obama, Putin, Merkel olarak bir araya gelip sözüm ona toplumsal sorunlara çözümler üretmeye ve üretimi canlandırarak krizleri atlatmaya çalışsalar da, onların bu kriz ve sorunların kaynağı olup, bu toplumsal sorunları yaratıp derinleştirenler olduğu unutulamaz. Önlemeye, biçim vermeye ya da “çözmeye” çalıştıkları mülteci akınları ve dramları bu emperyalist güçlerin gerici çıkar amaçlı gerici savaşlarının ürünü değil midir? Alan Kurdi adlı bebeğin kıyıya vuran körpe bedeni, onların çıkar dalaşının yarattığı haksız savaşın sonucu değil miydi? Suriye’de savaşın, kaosun, kıyımın kaynağı ve sorumlusu bunlar değil midir? Afganistan, Irak ve aktüel olarak Suriye’de yaşanan saldırganlık ve katliamlar, onların eseri değil midir? Varsın onlar zirveler yapıp halklar adına karar vermeye devam etsinler! Mülteci kanıyla kızıla boyanan denizlerde ısınan onların suyudur! Suriye’de, Kuzey Kürdistan’da, Rojava’da ve dünyanın her köşesinde yaşanan katliamlar, acılar, katliamlar ve gerici savaşlar dünyayı talan eden bu gericiliğin ürünüdür. Fransa’da yaşanan vahşi katliam ve elbette IŞİD barbarlığı bu gericiliğin ürünüdür. Dünyada yaşanan gerici savaşlar ve katliamlar adeta dünya savaşlarını geride bırakan düzeylere çıkmıştır. Ama yoksul halklar ve mazlum uluslar bu kıyıma daha fazla tahammül etmeyecektir. Kan ve katliamla dünya-

nın idare ve talan edilmesi veya sürdürülmesi sonsuza kadar mümkün değildir, en azından bugün, eskisi kadar kolay olmayacaktır.

Tüm sorunlara kaynaklık eden emperyalist dünya gericiliğidir Kesintisiz gerici savaşlar ve süreğen ekonomik krizlerle sürdürülmek istenen dünya gericiliği sistemi tahammül edilemez ve daha fazla sürdürülemez. Hegemonya uğruna başvurdukları bu gerici savaşlar silsilesi ve krizler; emperyalist gericiliği kurtaran değil daha büyük bataklara sürükleyendir. Ezilen emekçi halklara ve mazlum uluslara daha fazla acı, açlık ve zulüm anlamına gelen gericilik, elbette yoksul dünyanın başkaldırısını büyüterek devrimci gelişmelerden kurtulamayacak. Gerici dünyanın parçası olan coğrafyamız gericiliği de sürüklendiği savaş ve krizlerle aynı batakta debelenmektedir. Katliam ve faşist baskıları çare edinen bu gericilik; çeşitli millet ve milliyetlerden ülke halklarımızın başkaldırısından kurtulamayacaktır. Gerek uluslararası gericiliğin ve gerekse de yerli gericiliğin yaşadığı sistemsel krizlerinin ürünü olarak emekçi halklara karşı saldırganlığını derinleştirdiği, büyük katliam ve baskılarla iktidar nüfuzunu korumaya

çalıştığı açıktır. Bu gerici faşist baskı ve saldırganlıklar karşısında devrimci savaşların yükseltilmesi elzemdir. İktidar ve egemen olmanın tüm olanaklarıyla büyük bir nüfuz ve teknik-taktik üstünlüğe sahip olan gericiliğin yenilmesi ancak devrimci yolla, yani devrimci halkların sınıf örgütleri önderliğinde kullandığı devrimci şiddet ve silahlı savaşla mümkündür. Gerici savaş ve saldırganlığın kaynağı olan emperyalist dünya gericiliğinin, bu savaşları ve savaşlarının yarattığı sonuçları ortadan kaldırması, sorunları çözmesi mümkün değildir. Suriye’de gerici çıkar ve nüfuzları uğruna yarattıkları savaş ve kaotik koşullar yüz binlerce insanın ölümüne yol açmışken, milyonlarcasının yaşadığı topraklardan koparak yeni yaşam arayışlarıyla denizlerde boğulup mültecilik yollarında kırılıp yitmesine neden olmaktadır. Bunca katliam ve acı karşısında tınmayan dünya gericiliği salt mülteciler kapılarına dayandığı için “çözüm” aramaya koyuldular. Suriye’deki savaşın perde arkası ve bugün artık gizlenemeyerek açık olan tarafları Rusya ve ABD-AB emperyalistleri yarattıkları katliam ve acılar yetmiyormuş gibi, utanmadan Suriye’de yaşamın nasıl şekilleneceği, iktidar ve yönetimin nasıl


perspektif

vleri devrimin namlularıyla yıkılacak ları kimler niçin yarattı, belli değil midir? Bugün kararlar alanların bu savaş ve kaosun kaynağı olduğu doğru değil midir? O halde hangi demokrasi inşa edilecek ve bu “demokrasi inşası” neden siz demokrasi düşmanlarının işidir de Suriye halkının işi değildir? Açık ki, Suriye halkının kaderini belirleme hakkı emperyalist haydutlarca gasp edilmiş, Suriye devletinin ulusal iradesi ve onuru emperyalistlerce ayaklar altına alınmış, yok sayılmıştır.

Suriye’de akan her damla kanda Erdoğan/AKP iktidarının payı vardır

olacağını, Suriye’yi dışta tutarak kararlaştırmaktadırlar. Rusya Dışişleri Bakanı ile ABD Dışişleri Bakanı, iki emperyalist ülke arasında yapılan görüşmelerde varılan anlaşmayı açıklamak üzere kameraların karşısına geçip Suriye’de bundan sonraki sürecin nasıl biçimleneceği veya ilerleyeceğini açıkladılar. Yani Suriye’de nasıl bir iktidar ve yönetim olacağını, sürecin nasıl devam edeceğini bizzat kendilerinin kararlaştırdığını açıkladılar. Suriye adına emperyalist baş haydutların karar alması, oranın içişlerine karışması, oranın kaderini belirlemesi asla meşru olamaz elbette. Suriye hakkındaki tüm kararları alma yetkisi Suriye halkına aittir. Mevcut gerici sistemde de Suriye’nin mevcut iktidarına aittir. Buna karşın Suriye’de seçimin yapılması, iktidar veya yönetimin nasıl düzenleneceği vb. meseleleri doğrudan Rusya ve ABD emperyalistleri tarafından kararlaştırıldı ve bu hiçbir sakınca duymadan dünya kamuoyuna bir başarı olarak ve zafer edasıyla açıklandı. Oysa Suriye’de Esad’ın iktidardan gitmesi, yeni iktidarın kurulması, yönetimin biçimlenmesi veya bundan sonraki sürecin nasıl gelişeceği gibi tüm meselelerde tek yetkili, Suriye halkı veya Suriye’nin ulusal iradesidir. Emperyalist

haydutları Suriye halkı ve ulusal iradesinin üstüne çıkarak onlar adına onların kaderini belirleyen kararlar alması, burjuva demokrasisi dâhil, uluslararası yasalara da aykırıdır. Yapılan açıklamaların ve dolayısıyla alınan kararların Suriye’nin iç işlerine müdahale olduğu açıkken, bu durum emperyalist gericiliğin çokça dillendirdiği demokrasileri karşısındaki tutumunu ve hegemonik nüfuzlarıyla gerçek yüzlerini de çıplak biçimde sergilemektedir. Dikkat çekmekte fayda var ki, hakkında kararlar alınan Suriye’dir. “Bağımsız” kendi başına bir ülkedir. Karar alanlar ise ayrı devletler olan Rusya ve ADB emperyalist devletleridir! Peki neden Suriye hakkında bu haydutlar karar alma hakkına sahiptir? Neden bu haydutlar başka bir ülkenin içişlerine karışmakta, karışmanın ötesinde kaderini belirleyen düzeyde kararlar almakta, alabilmektedirler? Neden uluslararası anlaşma ve hukuk kuralları bu haydutlara uygulanmamaktadır? Neden Suriye’nin kendi kaderini kendisinin belirlemesine izin verilmemektedir? Evet evet ‘demokrasi götürmek, demokrasiyi inşa etmek için!’ İyi ama götürdükleri demokrasi ve sonuçları ortada değil midir? Suriye’deki geri çatışmayı başlatanlar ve yürütenler kimlerdir? Bu kaotik koşul-

Bu durum komprador tekelci burjuva hâkim sınıflar iktidarı olan Erdoğan/AKP iktidarı, dolayısıyla Türk hâkim sınıfları devleti tarafından da sürdürülmektedir. AKP iktidarı alenen Suriye’nin içişlerine karışmış, uluslararası hukuka göre suç işlemiştir. Elbette esasta da Suriye halkı ve ulusal iradesine karşı işlemiştir. Emperyalist gericiliğin bir benzeri olarak ya da bu gericiliğe bağlı olarak AKP iktidarı da Suriye devletine düşmanlık ilan ederek, Suriye’nin iç işlerine burnunu sokmuş, oradaki muhalif güçleri doğrudan silahlandırıp yöneterek oradaki savaşın bir parçası ve yürütücüsü olmuştur. Öyle ki, Esad iktidarını yıkmak ve muhalif güçleri iktidara getirmek için Suriye’deki her türlü çete ve cinayet şebekelerini silahlandırıp desteklemekten, her türlü yardım ve desteği vermekten geri kalmamıştır. IŞİD’e gönderdiği tırlar dolusu silah, bomba ve paranın bir nedeni kuşkusuz ki, Suriye’deki Esad iktidarına karşı olan güçleri ayrımsız olarak destekleme biçimindeki Esad iktidarı düşmanlığından ileri gelmektedir. Ki bu düşmanlığın, özellikle ABD emperyalizminin çıkarları ve stratejisi ekseninde aldığı görevden bağımsız olmadığı da açıktır. Bir taraftan Esad iktidarına karşı El-Nusra ve IŞİD gibi barbar çeteleri desteklerken, diğer taraftan Suriye devlet sınırları içinde zorla tutulan Batı Kürdistan Kürtlerinin kendi yönetimlerini oluşturmasına karşı IŞİD desteklenerek, ekonomik ve askeri malzeme açısından finanse edilmiştir. Ki bu durum bugün hala geçerliliğini korumaktadır. Kürt düşmanı politikalarını emperyalist güçlere kabul ettiremeyen AKP iktidarı, IŞİD vasıtasıyla kanlı eylemler ve saldırıları teşvik ederek emperyalistlere özellikle Kürt düşmanı politikalarını dayatmak istemektedir. Bu zeminde AKP iktidarı

Suriye’nin iç işlerine karışmanın ötesinde oradaki iç savaşta doğrudan rol oynamakta, savaşın tarafı olarak davranmaktadır. IŞİD gericiliğine karşı emperyalist savaş ve saldırılar çare değildir. Başta emperyalist gericiliğin tasfiye edilmesi olmak üzere, bu gericiliğin objektif ve sübjektif ürünü olan gerici çetelerin bertaraf edilmesi de devrimci savaşlarla mümkündür. Dünya halklarının enternasyonalizm bayrağıyla yükselteceği proletarya partileri önderliğindeki devrimci sınıf mücadeleleri ve sınıf savaşları tek çare ve acil ihtiyaçtır. Her türden emperyalist manipülasyon ve halk düşmanı saldırgan politikalara karşı dünya halkları ve ezilen uluslarının birliği temelinde kurtuluş ve özgürlük savaşlarının yükseltilmesi şarttır. Açık ki, dünyanın bu haydutluktan devrimci yolla kurtulması şarttır. Proleter dünya devrimi tarihsel bir ihtiyaçken bu devrimin tek tek ülkeleri esas olmak kaydıyla, uygun zemini bulduğunda bölgesel hareketlerin geliştirilmesi ve Enternasyonalist Komünist Hareket’in olgunlaştırılması perspektifiyle hareket edilmesi, somut görev olarak yürütülmelidir. Dolayısıyla coğrafyamızda bu görevin omuzlanması Sosyalist Halk Savaşı stratejisi temelinde Maoist Parti tarafından karşılanmak durumundadır. Maoist Parti’nin Sosyalist Halk Savaşı perspektifiyle ele aldığı, devrimimizin kır-şehir bütünlüğünde sergilenecek olan silahlı mücadele ve savaşla geliştirilmesi yaşamsal bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Bu görev, devrimci sınıf hareketini baltalayan sağ tasfiyeci burjuva reformistakımlara karşı ideolojik savaştan da bağımsız değildir. Emperyalist neo-liberal ideolojik saldırıların püskürtülmesi ve bunların sınıf hareketi içindeki yansımalarını kırmak için devrimci çizginin pratik sahada yükseltilmesi şarttır. Bugün komünist toplum hedefine bağlı devrim ve sosyalizm uğruna mücadelede, daha fazla fedakârlık ve bedel göze alınmak durumundadır. Çünkü bugün gerici sistemin barbar sahipleri sistemlerini ayakta tutabilmek ve gelişen devrimci dalgayı kırmak için ezilen dünya halkları ve mazlum uluslarına çok daha acımasızca saldırmakta, devasa katliamlar gerçekleştirmektedirler. Bu saldırganlıkla mücadelenin doğası acımasızken, emekçi halkların acılarına seyirci kalınmadan ağır bedeller pahasına göğüs germek; devrimci tutum ve tarihsel sorumluluktur.


14

röportaj

16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Sokaklarda filizlenecek olan toplumsal

Biz de dâhil devrim ve demokrasi cephesinde, genel toplumsal mücadeleye ve çelişkilere kafa yormak yerine seçimler ve parlamentoya gereğinden fazla önem veren yaklaşımlar bulunmaktadır. Bu noktada bu yanlış anlayışlara karşı amansız mücadele ederek, esas mücadele alanları olan sokaklarda boy verip yeşerecek olan devrimci mücadeleye yoğunlaşmalıyız. Tüm yoldaşlar ve bileşenlerimiz bu çerçevede hareket etmeli ve geniş yığınlar içinde örgütlenmeye yoğunlaşarak sokakta toplumsal mücadeleyi daha da büyütme perspektifi ile hareket etmelidirler. DHF olarak temel yönelimiz sokaklarda vücut bulacak olan toplumsal kalkışmaları örgütlemek ve hazırlık yapmak olacaktır. Tüm yoldaşlarımızın ve bileşenlerimizin de bu bilinçle hareket etmesini savunmaktayız Halkın Günlüğü Gazetesi olarak Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) ile 1 Kasım seçim sonuçları denkleminde ortaya çıkan siyasal sonuçlar başta olmak üzere bir dizi önemli meseleye dair röportaj gerçekleştirdik

1 Kasım seçimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? 1 Kasım sonrası çalışmalarınızla ilgili değerlendirmeleriniz nelerdir? Demokratik Haklar Federasyonu olarak 1 Kasım seçimlerine ilişkin genel bir açıklama yaptık. Devrim ve demokrasi güçleri alanında yaşanan olumlu gelişmeler 7 Haziran seçimlerine de yansımıştı. Bu durum karşısında rahatsız olan iktidar sahipleri, topyekûn bir saldırıyla bu gelişmeleri yok etmeyi planladılar. Devreye koyulan saldırı planı; tüm mücadele alanlarında var olan güçleri yok etme, geriletme ve kitlelerden koparma içeriği taşıyordu. Sosyalist güçlerin gelişmesini durdurma, işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçilerin yükselmeye başlayan seslerini kesme, Kürt hareketini zayıflatma, Rojava’yı yok etme, yatırımların önünde engel olan ekoloji alanındaki örgütlenmeleri sindirme ve kadın ve inanç alanındaki itirazların örgütlenmesini engelleme amacıyla her türlü muhalif güce yapılan saldırılar kapsamında süren bir süreç sonunda 1 Kasım seçim sonuçları ortaya çıkmış oldu. İktidar sahibi tüm sermaye kesimleri devrim ve demokrasi güçleri karşısında birleşti ve yapılan manipülasyon ile kitlelerin büyük bölümü iktidar sahiplerinden yana seçimini yapmak zorunda kaldı. Bizler meseleyi sadece seçim süreciyle değerlendirmemekteyiz. Coğrafyamızda keskin bir şekilde süren sınıf mücadelesi tüm hızıyla devam ediyor. Emek cephesindeki gelişmeler başta olmak üzere, bir bütün toplumsal mücadele hattının

yükseldiği bir süreç yaşamaktayız ve iktidar sahiplerinin kapsamlı saldırılarının esas nedeninin bu toplumsal gerçekliklerin olduğunu düşünmekteyiz. 11 bileşenden oluşan Demokratik Haklar Federasyonu (DHF), seçim sonuçlarının genel bir muhasebesini yaparak kitlelerin içerisinde bulunduğu durumu da değerlendirip, amaçları uğruna sürdürdüğü mücadeleyi daha da büyütme kararlılığı ile hareket etmektedir.

Yapılan saldırılardan dolayı seçimlerde bir düşüş olduğu açık, fakat tüm bunlara karşın ittifak güçlerinin olumsuz gördüğünüz yanları yok muydu? Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) 1 Kasım seçimlerini bir siyasal kampanya olarak ele aldı. Kendi siyasal hedeflerimiz uğruna sürdürdüğümüz çalışmalar; birçok noktada olduğu gibi seçim sürecinde de genel çalışmaların diğer devrimci ve ilerici toplumsal güçlerle ortaklaşan noktalar üzerinden yürütülmesi biçimindeydi. Açık söylenmeliyiz ki, 1 Kasım seçimlerinde 7 Haziran seçimleri sürecindeki heyecan yoktu. Hem bileşenler hem de DHF koordinasyonları tüm tecrübelere karşın istenilen verimlilikte çalışamadı. Ankara saldırısı sonrası çalışmalara gerekli ağırlık verilemedi ve her alanda olmasa da bir yanıyla kendiliğinden, zayıf bir çalışma yürütüldüğü görülüyor. Projelerimizin büyük bir kesim tarafından kavrandığı fakat hala önemli bir kesime derdimizi ısrarla anlatmamız gerektiğini görmeliyiz… Her koşulda daha iyisi mutlaka vardır. Bu defa bunu yapamadık…

Muhasebe etmeli ve dersler ışığında yarına bakmalıyız. Seçim sürecindeki çalışmalar başka siyasal kampanyalar için de önemli bir tecrübedir. Nihayetinde hepsi de kitle çalışmasıdır. Ama her halükarda büyük emeklerin olduğu da görülmelidir. Buradan tüm bileşenlerimize, ittifak güçlerine ve halklarımıza ortak davamız için harcadıkları fedakârca emeklerden dolayı çok teşekkür ediyoruz. AKP’ye oy veren kitleye bir sitem ve kızgınlık var ve bu nokta bazen sosyal medyada hakaretlere kadar gidiyor. Buraya da dikkat edilmelidir. Bu tutum aramızdaki diyalogu yok ederek kemikleşmelerine neden olmaktadır. Bu yanlıştır. Doğru olan, ısrarla bu kitlelere doğrularımızı anlatmak olmalıdır.

1 Kasım seçim sonuçları kitlelerde moral bozukluğu ve umutsuzluk yarattı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? İlk başlarda bu psikoloji açık olarak görülüyordu. HDP ve ittifak güçlerinin oylarının ve vekillerin aratacağı beklentisine karşın düşmesi, kitlelerde bir moral bozukluğu yarattı. Özellikle AKP’nin oylarını yükselterek yeniden tek başına iktidar olması kitleleri asıl kaygılandıran neden oldu. Doğallığında kitlelerde bir moral bozukluğu ortaya çıkmış oldu. Fakat geçen süreç içinde devrim ve demokrasi güçleri tarafından her şeyin seçim olmadığı, mücadelenin asıl olarak parlamento dışında sürdüğü anlayışı açıklandıkça tekrardan bir rahatlama olduğu söylenebilir. Fakat şunu da söylemeliyiz ki, özellikle parlamentoya büyük önem atfeden kesimlerde bu tür gerilemelerde büyük kırılmalar ol-


röportaj

16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

kalkışmalara hazırlanmalıyız duğu açıktır. Bu noktada da kitlelerin bilinçlendirilmesi gerekiyor. Oy oranları çok düşmese de katılım oranının yüksek olması birçok ilde milletvekili çıkarma oranını yükseltti. Bu da bazı vekilliklerin çok düşük oylarla kaybedilmesini beraberinde getirdi. Çünkü 7 Haziran’da yüzde 10 bile alınsaydı, başarılı gördüğümüz bir süreci tüm saldırılara karşın yüzde 11 düzeyinde tutmamız başarı olarak görülmemektedir. Bu yanlış bir analizdir. Bu koşullarda milyonlarca kitlenin HDP ve ittifak bileşenlerinin yanında saf tutmaları ve tavır takınmaları büyük bir başarı olarak görülmelidir. DHF olarak güçlü örgütlenmemizin olduğu Dersim’de ikinci vekilin çok az bir rakamla CHP’ye kaptırılması bizi üzen bir durumdur. Dersim’de HDP’ye oy veren kitlenin bir kısmının iş, okul ve rehavetten dolayı gidip oy kullanmamalarının bu sonucu açığa çıkarması bizi asıl üzen nokta olmuştur. Çünkü Dersim’deki seçimler yüzde yüz kazanılmış seçimler olmasına karşın binlerce oy kullanılmadığı için kaybedilmiştir. Diğer bir nokta ise, özellikle sosyalist ve Alevi adayların önemli bir kısmının seçilememesi bizler açısından bir eksiklik olarak değerlendirilmektedir.

HDK ve HDP ile ittifak çalışmaları hangi düzlemde devam edecek? Bizler HDP’nin bileşeni değil ittifak güçlerinden biriyiz. Bu nedenle asıl çalışmalarımız, elbette kendi ilkelerimiz doğrultusunda bağımsız bir kulvarda devam edecektir. Fakat ortak paydalarda HDK-HDP güçleriyle olan eylem birliğimiz toplumsal mücadelenin bütün alanlarında devam edecektir. İdeolojik mücadeleyi yadsımadan ilkesel meseller dışında, HDP ve HDK ile her noktada ittifak anlayışımıza bağlı olarak sonuna kadar birlikte yürümeyi doğru bulmaktayız. Meclis düzleminde de ilkelerimize ve devrimci duruşumuza tezat olan ya da olabilecek meseleler dışında ortak duruşumuzun bozulmayacağı görüşündeyiz. HDP’nin, kendi içindeki farklı bileşenlerin renklerini ve farklılıklarını ayrım yapmadan belirgin bir şekilde öne çıkarması önemli bir yönelim olacaktır. Bu durum hem Türkiye- Kuzey Kürdistan halklarının hem de farklı siyasal anlayışlardaki devrim ve demokrasi güçlerinin daha geniş kesimleri etkilemelerini ve birlikte yol almalarını güçlendirecektir. HDP ile ayrı düştüğümüz noktalarda var olan koordinasyonlarımız üzerinden müzakereler yaparak birlikte çözümler üreteceğiz. İlkesel meseleler başta olmak üzere bazı önemli politik yaklaşımlar dışında her sorunda ayrı düşmeyi

kesinlikle yanlış bulmaktayız. HDP ile irtibat kuran koordinasyonlarımız üzerinden bugüne kadar nasıl bir çalışma yürütüldüyse bu daha da güçlendirilerek ilerletilecektir. Sürecin birlikteliklerimizi azaltan değil artıran özgünlükler taşıdığı da görülmelidir. HDP asıl olarak HDK’ye bağlı bir içerik taşımaktadır. Bizler de HDK’ye gözlemci olarak katılmakta ve kendi içimizde de bu bileşenle, ajitasyon, propaganda ve örgütlenmede serbestlik çerçevesinde asıl bileşen olarak katılıp katılmayacağımızı tartışmaktayız. Bu durum olumlu ya da olumsuz olarak netleştiğinde ittifak ilişkilerimizin içeriği de ona uygun şekillenecektir. Her koşulda ittifak anlayışımızın, doğru-yanlış mücadelesi temelinde; zayıflayan değil, güçlenen bir yönde ilerlediği ve ilerleyeceği açıktır.

7 Haziran’da en çok konuşulan ve tartışılan konulardan biri de yemin meselesiydi. 1 Kasım’da da yemin tekrarlanacak. Bu noktada Demokratik Haklar Federasyonu meseleye nasıl yaklaşmaktadır? DHF olarak, mevcut gerici-faşist düzenin kurumsal bir bütün olarak gerici ve meşru olmadığını ve kökten değişmesi gerektiğini savunmaktayız. Mevcut anayasanın tüm maddeleri gibi, onlardan biri olan yeminin de tekçi faşist bir dayatma olduğu açıktır. DHF başta olmak üzere tüm HDP ve HDK bileşenleri, mevcut anayasaya ve tüm maddelerine karşıdırlar. Bu noktada devrim ve demokrasi güçlerinin büyük bedeller ödediği ve hala da ödemeye devam ettiği hepimizce bilinmektedir. Hatta söyleyebiliriz ki, AKP ve diğer partilerin çoğu da bu yemine karşı çıkmaktadır. Fakat birçok konuda olduğu gibi, her anlayış, bu yemini ve anayasayı kendi sınıf çıkarlarına uygun bir şekilde değiştirmek istemektedir. Federasyonumuz, her anlayışın kendi inançları ve toplumsal değerleri olduğunu ve bu değerlere bağlı olarak kitleleri inandırmak için yeminler ettiklerini bir gerçeklik olarak kabul etmektedir. Fakat bunun bir zorunluluk ve resmi işlem olarak dayatılmasına kesinlikle karşıdır. Özet olarak sosyalizmde dâhil, mevcutta var olan tüm resmi yeminlerin ve benzeri uygulamaların bir dayatma olarak kesinlikle reddedilmesi gerektiğini savunmaktayız. Materyalist dünya görüşüne sahip olan biz sosyalistler, başka inançlara baskı yapmamak kaydıyla; herkesin inancına saygı duymakta ve her insanın kendi değerlerine bağlı olarak yeminler ettiğini, edeceğini bilmekteyiz. Devletin resmi ve tekçi bir anlayışla insanlara yemin ve ant dayatmasına kesinlikle

karşıyız. Ki Türkiye-Kuzey Kürdistan’da somutta var olan yemin meselesi de dâhil buna tekabül eden istisnasız tüm uygulamaların hepsi, burjuva-gerici ve faşist bir içerik taşımaktadır. Dolayısı ile bu gerici ve faşist uygulamaları, mücadelenin bütün alanlarında karşı çıkarak teşhir etmeliyiz. Meclis’te 7 Haziran’da yapılan yemin törenine ilişkin HDP ile yapılan görüşmelerde iki fikir açığa çıkmıştı. Bir öneri; her vekilin önden bu meseleye vurgu yaparak dayatılan bu yazıyı okumaları iken, diğer öneri ise; grup adına başkan vekillerinden birinin basına bir açıklama yapması sağlanıp sonrasında tüm grubun bu yazıyı okuması şeklindeydi. Bu durumu değerlendiren Federasyonumuz, ilkesel bir mesele olmayan yemin meselesinde HDP ile ayrı düşmeyi doğru bulmadığı için, yapılacak tartışmalarda birinci önerinin savunulmasını, fakat bu olmazsa HDP dışı bir tutum sergilenmemesi gerektiğini belirlemişti. Yemin öncesi sürdürülen değerlendirmelerde grup adına başkan vekillerinden birinin açıklama yapması belirlemesi yapıldı. Sonuçta büyük çoğunluk ikinci öneriyi kabul ettiği için, 7 Haziran yemin töreni bilinen biçimde gerçekleşti. Bizler tabii ki mevcut yemin meselesinin, gerici ve faşist bir içerikle zorla dayatıldığını ve bu anlamda teşhir edilmesini savunmaktayız. Fakat taktik bir politika olarak ele aldığımız seçimler sürecinin merkezine sadece bu meseleyi koyarak tartışmanın, sığ bir yaklaşım olduğunu düşünmekteyiz. Muhtemel 17 Kasım’da yapılacak yemin töreninde de buna benzer öneriler tartışılacaktır. Burada da DHF olarak, her adayın yemin öncesi mevcut gerçekliğe vurgu yapan teşhirle süreci ele alması gerektiğini savunmaktayız. Federasyonumuz, HDP’den yemin töreni nedeniyle ayrı düşmeyi ve parçalı bir görüntü vermeyi geçmişte olduğu gibi bugünde doğru bulmamaktadır.

Önümüzdeki sürece ilişkin sorulara geçmeden, son olarak parlamento ve seçimlere ilişkin vurgulamak istediğiniz şeyler var mı? Saflarımızda dâhil, devrim ve demokrasi güçleri içinde parlamentoya çok büyük beklentiler yükleyen bir kesim olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlayış kesinlikle yanlıştır. Yüzde vermeyle bu mesele açıklanmaz ama anlaşılması açısından söyleyebiliriz ki, parlamento alanı bizim mücadelemizin yüzde üçü bile değildir. Bir an önce bu gündemi kapatarak asıl mücadele alanlarına yoğunlaşmalı ve kitlelerin gerçek kazanımlarını buralarda yarattığını bilince çıkararak geniş kesimleri örgütlemeye çalışmalıyız. Seçimler ve parlamento, defalarca kez

15

vurguladığımız gibi, bizler için, genel siyasal mücadelemizi güçlendiren bir yaklaşımla ele aldığımız ve kesinlikle taktik bir politikanın ötesinde hiçbir anlam yüklemediğimiz bir yerde durmaktadır. Biz de dâhil devrim ve demokrasi cephesinde, genel toplumsal mücadeleye ve çelişkilere kafa yormak yerine seçimler ve parlamentoya gereğinden fazla önem veren yaklaşımlar bulunmaktadır. Bu noktada bu yanlış anlayışlara karşı amansız mücadele ederek esas mücadele alanları olan sokaklarda boy verip yeşerecek olan devrimci mücadeleye yoğunlaşmalıyız. Tüm yoldaşlar ve bileşenlerimiz bu çerçevede hareket etmeli ve geniş yığınlar içinde örgütlenmeye yoğunlaşarak sokakta toplumsal mücadeleyi daha da büyütme perspektifi ile hareket etmelidirler. DHF olarak temel yönelimiz sokaklarda vücut bulacak olan toplumsal kalkışmaları örgütlemek ve hazırlık yapmak olacaktır. Tüm yoldaşlarımızın ve bileşenlerimizin de bu bilinçle hareket etmesini savunmaktayız.

DHF’nin 1 Kasım sonrası yönelimi nasıl olacaktır? Federasyon olarak sosyalist dönüşüm çerçevesinde süreklileşen mücadelemize devam edeceğiz. Rutin çalışmalar dışında yaşanan her gelişmeyi bu çalışmalarının bir parçası olarak ele almaktayız. Çalışmalarımız 1 Kasım seçimlerine endekslenmemiş, tersine 1 Kasım seçimleri genel çalışmalarımızın bir parçası şeklinde ele alınarak planlanmıştır. Federasyonumuzun bu süreçteki ana çalışması; esasta dünya ve ülke analizine yönelik yapılan yeni değerlendirmeler ışığında, program, tüzük ve genel örgütlenme yönelimini oturtmaya çalışmaktır… Bu çerçevede yapılan planlamalar doğrultusunda, program, tüzük taslakları ve örgüsel düzenlemeler çerçevesinde çalışmalar yürütülmektedir. Mayıs ayına kadar tüm bileşenlerin demokratik işleyişe kavuşturulması, program ve tüzük kurultaylarının yapılması, örgütsel hattın oturtulması genel hedefimiz durumundadır. Bunun dışında özgül çalışmalarımıza ve başta Kaypakkayacı güçler olmak üzere dost güçlerle var olan ortak platformlarda devrim ve demokrasi mücadelemize devam etmekteyiz. Genel olarak hem dünyada hem de coğrafyamızda toplumsal dönüşüme yönelik yaşanan yükselişler, örgütlenmelerimiz önünde önemli bir avantaj ortaya çıkarmaktadır. Bu çerçevede sürdürülecek çalışmalarda tüm eksiliklere karşın genel yönelimin olumluya gittiği ve bu durumun Federasyon açısından da olumlu olduğu açıktır.


16

güncel haber

16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Proleter devrimin dilini kuşanalım

Somutlarsak, savaş karşıtlığına karşı devrimci savaşı, egemenlerle barışa karşı halkların barışını, radikal demokrasiye karşı proleter demokrasiyi, ulusal sorunda burjuva çözüme karşı tam hak eşitliğine dayalı sosyalist çözümü, pasifizme karşı devrimci şiddeti, parlamentarizme karşı devrimci iktidar bilincini, yasallığa karşı meşruluğu, reformizme karşı devrimi, kapitalizme karşı sosyalizmi, milliyetçilik ve ulusalcılığa karşı ezilenlerin enternasyonal birliğini, küçük burjuva Devrimciliğine karşı proleter devrimciliği ve burjuva dünyaya karşı devrimci dünyayı binlerce, milyonlarca kez haykırarak ve kuşanarak cevap olmalıyız ve olacağız. Tarihsel devrimci köklerimize sarılarak güne

MLM’nin kılavuzluğunda müdahale edeceğimizden kimsenin zerre kadar kuşkusu olmamalıdır Sınıflar mücadelesi tüm keskinliği ile devam ederken bu düzlemde şekillenen tüm olgular ve toplumsal dinamiklerde beslendikleri ideolojik zemin itibari ile mutlaka bir sınıfın damgasını taşırlar. Bu

doğallığında yaşamın her kertesinde ve toplumsal gelişmeler karşısında alacağı tavırdan tutalım da kullanacağı dile ve argümanlara kadar beslendiği ideolojik çizginin etkisini yansıtır. Hiç tartışmasız biçimde yaşadığımız sınıflı toplum gerçekliğinde kullandığımız her dil, belirleme ve argüman mutlaka bir sınıfın damgasını taşır. Bu aynı zamanda hangi ideolojik çizgiden fe-

yiz aldığımızın somuttaki yansımasıdır. Sonuç itibari ile sınıflar mücadelesi gerçekliğinde çizgi meseleleri soyut şeyler değildir. Bunlar kendini toplumsal gelişmeler karşısındaki ilişkilenme, çözüm perspektifi ve bunların toplamını ifade eden kullanılan dil ve argümanlarda açığa vurur. Özellikle yaşadığımız mevcut durumda bu mesele daha bir önem arz etmektedir. Hatta tayin edici bir yerde durduğunu belirtebiliriz. Tasfiyeciliğin tüm toplumsal dinamikleri ve devrim hareketini kemirdiği bu düzlemde deyim yerindeyse at izi ile it izinin birbirine karıştığı bir süreç yaşamaktayız. Proleter devrim ve ona tekabül eden bütün olguların ötelendiği, rafa kaldırıldığı ve karşı ideolojik bombardımana tabi tutulduğu bir gerçeklikte MLM’nin bilimsel kılavuzluğunu kuşanarak keskin ayrım çizgilerimizle sahnede yer almalıyız. Hâkim olan sağ tasfiyeci atmosfer berrak bir şekilde proleter devrim hareketinin ideolojik, politik ve kültürel bilincinin kuşanılmasıyla ancak bertaraf edilebi-


16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

linir. Mevcut tasfiyecilik atmosferi proleter devrim hareketinin kendi mecrasını ve toprağını yaratmasıyla püskürtülebilinir. Tasfiyeciliğin ve onun zemininden beslenen burjuva liberalizmin kitleleri zehirleyen bütün araç, argüman ve diline karşı proleter devrimciler kendi dilini ve araçlarını yaratarak cevap olmalıdırlar. Somutlarsak, savaş karşıtlığına karşı devrimci savaşı, egemenlerle barışa karşı halkların barışını, radikal demokrasiye karşı proleter demokrasiyi, ulusal sorunda burjuva çözüme karşı tam hak eşitliğine dayalı sosyalist çözümü, pasifizme karşı devrimci şiddeti, parlamentarizme karşı devrimci iktidar bilincini, yasallığa karşı meşruluğu, reformizme karşı devrimi, kapitalizme karşı sosyalizmi, milliyetçilik ve ulusalcılığa karşı ezilenlerin enternasyonal birliğini, küçük burjuva Devrimciliğine karşı proleter devrimciliği ve burjuva dünyaya karşı devrimci dünyayı binlerce, milyonlarca kez haykırarak ve kuşanarak cevap olmalıyız ve olacağız. Tarihsel devrimci köklerimize sarılarak güne MLM’nin kılavuzluğunda müdahale edeceğimizden kimsenin zerre kadar kuşkusu olmamalıdır. Devrim saflarında olan fakat ideolojik çizgileri bağlamında kusurlu ve burjuva bir zeminde bulunan

bütün toplumsal dinamikler ve ilerici güçlerle istisnasız kuracağımız tüm ilişkiler ve birliktelikler mutlaka keskin ideolojik mücadele yani doğru ile yanlış mücadelesi düzleminde ele alınmalıdır. İttifaklardan tutalım da tek tek eylem birliklerine ve daha ileri düzeylerdeki ilişkilenmelere kadar yaklaşımız tamamen bu devrimci perspektifle biçimlenmek zorundadır. Bunun ötesinde ve bu devrimci gerçekliği öteleyerek ele alınan ve biçimlenen ilişkilerin tümü devrim hareketini geliştiren değil aksine kemiren ve zayıflatan bir yerde durmaktadır. Bu düzlemde kendini merkeze koyan ve kıymeti kendinden menkul bir yaklaşım içinde asla olmayacağız. Küçük büyük demeden tüm devrimci ve ilerici güçleri önemseyerek ve onlardan öğrenmesini bilerek ilerleyeceğiz. Dostlarımızla ilişkilerimizdeki tek referansımız devrimci samimiyet ve bu zeminde biçimlenecek olan doğru yanlış mücadelesidir. Kitleleri ve onların örgütlü güçleri olan toplumsal dinamikleri burjuva gericilik karşısında birleşik bir mücadele perspektifi ile örgütlemeyen ve ayağa dikmeyen bir devrim hareketinin gelişme ve devrim yapma gerçekliği olamaz. Dolayısı ile proleter devrimci çizgiden ve zeminden yoksunlar diye halk saflarındaki güçleri küçümseme ve

güncel haber öteleme lüksümüz asla bulunamaz. Ki bu noktadaki devrimci yaklaşımımız oldukça berrak bir içerik taşımaktadır. Yani hedefi dar cepheyi geniş tut siyaseti bu noktadaki temel referansımızdır. İdeolojik mücadelenin de tamda bu doğru zeminde anlam kazanacağını biliyoruz. Yoksa kendini toplumsal dinamiklerden soyutlayarak ve onları kaba damgalamalarla suçlayarak ve tek doğru olarak kendini görerek ele alınan bir ideolojik mücadele anlayışını kesinlikle ret etmekteyiz. Bu yaklaşım asla proleter devrimcilerin tavrı olamaz olsa olsa küçük burjuva devrimciliğinin tipik yaklaşımı olur.

Proleter devrim hareketi kendi mecrasında ilerlemeye devam edecektir Devrim hareketi kendi dünya görüşüne göre konumlanarak ve kendi mecrasında yürüyerek ancak gelişebilir. Yoksa bu devrimci zeminin dışına çıkarak devrim hareketi asla geliştirilemez. Her toplumsal sorun ve çelişkiyle proleter devrimci sınıf perspektifi ile ilişkilenmek doğru olandır. Devrimin stratejik müttefiki olan Kürt Ulusal hareketi başta olmak üzere tüm devrimci ve ilerici toplumsal güçlerle keskin ayrım çizgilerimizi asla silikleştirmeden ve bu zeminde ideolojik mücadeleyi ve devrimci eleştiri silahını bir an olsun

17

dahi akıldan çıkarmadan halkların çıkarları doğrultusunda ilişkilenmek ve birleşik bir mücadele hattı geliştirmek olması gerekendir. Devrim hareketi ve sınıflar mücadelesi düzleminde biçimlenen tüm toplumsal dinamikler gerçek manada bir yol ayrımındadır. Ya tasfiyeciliğin sağ karamsar kulvarının esiri olacağız yâda devrimci dünyanın parçası olarak halkların özgürlük ve kurtuluş mücadelesinin safında olacağız. Burada yelkenlerini çoktan burjuva dünyanın gerici zeminine açanlara ve pusulasını şaşırarak devrimin zemininden uzaklaşanlara diyeceğimiz bir şey yoktur. Onları kendi iflah olmaz değişmezlikleri ile baş başa bırakıyoruz. Bu tasfiyecilik ve toz duman içinde devrim hareketi kesinlikle kendi mecrasında ilerlemeye ve önündeki tüm gerici barikatları bir bir yıkmaya devam edecektir. Dün olduğu gibi bugünde tarihin akışı böyle ilerleyecektir. Proleter devrim hareketi kendi devrimci köklerine sıkı sıkıya sarılarak ve fakat onu asla muhafazakâr bir yaklaşımla kutsamayarak aksine diyalektik gelişme yasasına bağlı olarak sürekli ilerletme bilinciyle devrimci dünyayı yaratmaya muktedirdir. Proleter devrim hareketinin tüm tarihsel süreci bu gerçekliği bizlere defalarca kez kanıtlamıştır.


18

güncel haber

34. Uluslararası İstanbul TÜYAP Kitap fuarı yapıldı Geleneksel olarak düzenlenen uluslar arası İstanbul kitap fuarı bu yılda 7-15 Kasım tarihleri arasında kitlesel katılımla gerçekleşti Dünyanın sayılı kitap fuarlarından olan İstanbul TÜYAP kitap fuarı bu yılda yoğun bir katılım ve gerçekleşen çeşitli etkinliklerle yapıldı. 34.Düzenlenen İstanbul kitap fuarı bu yıl 7-15 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirildi. İlginin ve katılımın beklenenin üstünde olduğu kitap fuarında onlarca yayın evi stant açarak okurları ile buluştu. Stantların yanı sıra onlarca aydın ve Yazarda kitap fuarında yer alarak çeşitli panellere katıldılar. Haluk Gerger, Erdoğan Aydın ve Aydın Çubukçu başta olmak üzere onlarca yazar fuarda güncel-siyasal gelişmelerle ilgili panellere konuşmacı olarak katıldılar. Yine fuara onlarca yabancı aydın ve yazar katılarak kitlelerle buluştular. Yabancı yazarlarda fuarda çeşitli etkinliklere katılarak sohbetler gerçekleştirdiler. Fuarda genel yayınevlerinin yanı sıra birçok devrimci ve ilerici yayın evi de stantlar açarak kitlelerle buluştu.

Devrimci stantlara taciz Devletin devrimci ve ilerici toplumsal güçlere yönelik saldırıları her yerde olduğu gibi İstanbul kitap fuarında da devam etti. Fuarda stant açan devrimci kurumları devamlı taciz eden sivil polisler ayrıca sivil faşist ve gericileri kışkırtarak devrimci kurumlar üzerinde baskı ve provokasyon yaratmak istedi. Fakat tüm bu saldırılar ve taciz girişimleri devrimci kurumların olgun ve kararlı duruşu ile boşa çıkarıldı. Ayrıca fuarın son günü girişte birçok devrimci kurum sesli ajitasyonlarla gazete dağıtımı gerçekleştirdi.

Fuarda Hapishanelerdeki yazarlar unutulmadı İstanbul kitap fuarında hapishanelerde bulunan yazarlarda unutulmadı. Dünya hapishanelideki yazarlar günü için NoteBene stadında bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Uluslar arası yazarlar örgütü olan Pen’in 1981 yılında dünya hapisteki yazarlar günü ilan ettiği 15 Kasım, Türkiye-kuzey Kürdistan’da da Türkiye Yayıncılar Birliği(TYB), PEN Türkiye merkezi ve Türkiye Yazarlar sendikası (TYS) tarafından her sene çeşitli etkinlikler ve ortak bildirilerle anılıyor. Çeşitli aydın ve yazarlar tarafından gerçekleştirilen açıklamada özetle; ‘’ “15 Kasım, bütün dünyada, 1981 yılından beri hapisteki yazarların durumuna dikkat çekmek için Dünya Hapisteki Yazarlar Günü olarak anılıyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, baskıcı faşist rejimlere karşı muhalif tutumlarından, düşüncelerinden, yazılarından ya da kitaplarından dolayı pek çok gazeteci ve yazar hapiste tutuluyor. Çoğu esasen düşüncelerin-

16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

25 Kasım’da örgütlenmeye, Demokratik Kadın Hareketi (DKH) ve Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADKH) birer açıklama yayınlayarak kadınları ve LGBTİ’leri 25 Kasım’da alanlara çağırarak daha güçlü örgütlenme çağrısı yaptılar.

den değil, “terör”le ve çeşitli örgütlerle ilişkilendirilmiş suçlarla yargılanmış ve ağır cezalara çarptırılıyor. Durum böyle olunca baskıcı rejimler yazar ve gazetecileri tutukladıklarını reddetmemekte, ancak onları düşüncelerinden dolayı değil yasadışı eylemlerinden dolayı tutukladıklarını iddia etmekte. Oysa biz biliyoruz ki muhalif, ilerici tutumlarından, eylemlerinden ve düşüncelerinden dolayı cezalandırılan yazar ve düşün insanı sayısı hiç de az değil. Özellikle toplumda farklı seslerin, itirazların çoğalmasını engellemek adına faşizan rejimler, öncelikle özgür düşünceyi baskı altında tutmak, yok etmek istiyor. Türkiye’de de –resmi makamlar sayıları gizledikleri ve kamuoyuyla paylaşmadıkları için- sayısını bilemediğimiz pek çok yazar ve gazeteci hapishanelerde tutuluyor. Ülkemizin içinden geçtiği karanlık süreçte düşüncelerin özgürce ifade edilmesi mümkün değil. İnsanlar yalnızca yazıları ve kitaplarından dolayı değil, sosyal medya paylaşımları yüzünden bile gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Sabahattin Alilerden, Nazım Hikmetlere, Sevgi Soysallardan, Ahmet Ariflere, Yılmaz Güneylere, Hikmet Kıvılcımlılara kadar pek çok yazar, şair ve sosyalist hapishanelerde kalmış ve bugün de altı adımlık F Tipi hücrelerde yazarak edebiyata anlam katan yazarlar hapishaneleri özgürleştirmeye devam ediyorlar. Yazarlarının, şairlerinin, kısacası düşüncenin ölümle, hapisle tehdit edildiği bir ülkenin yurttaşları olmaktan utanç duyuyoruz. Ve hak etmediğimiz ve reva görüldüğümüz her türlü insanlık dışı muameleye öfke duyuyoruz. Öfkeliyiz çünkü ellerimizdeki kitaplar tutsak. Öfkeliyiz çünkü şiir tutsak, öykü tutsak, roman tutsak, akademiler, kitapevleri tutsak. Öfkeliyiz çünkü sembolik değerlerinin ötesinde hapisteki yazarlarla dayanışmayan, düşüncelerini, tercihlerini ifade etmekten korkan bir toplum olmaya doğru itiliyoruz. Öfkemizi, yalınkat bir umudun dilini kuşanarak mücadeleye dönüştürmek zorundayız’’ vurguları yapıldı. Açıklama alkışlarla sona erdi.

20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Trans Bireyleri Anma Günü ve 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü kapsamında kadın ve LGBTİ kurumları, Kasım ayını çeşitli, eylem ve etkinliklerle örmeye devam ediyor. Kasım ayının şiddete karşı farkındalık ve bilinçlendirme ayı olarak örgütlenmesinden de kaynaklı ülkenin birçok yerinde gerici erkek egemen sistemi ve örgütlü politikalarını teşhir eden faaliyetler ve örgütlenme çalışmaları gerçekleştiriliyor, düzenlenen forumlarla, toplantılarla, kitlesel etkinliklerle talepler dile getiriliyor. Demokratik Kadın Hareketi (DKH) ve Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADKH) birer açıklama yayınlayarak kadınları ve LGBTİ’leri 25 Kasım’da alanlara çağırarak daha güçlü örgütlenme çağrısı yaptılar.

DKH: Biz Ortadoğu’da kanat çırpan kelebeğin dünyada yaratacağı kasırgayı istiyoruz Demokratik Kadın Hareketi (DKH) 25 Kasım’a ilişkin olarak yaptığı açıklamada, erkek egemen sistemin devletim tüm kurumlarındaki örgütlü tavrını ve sürdürücülerini teşhir ederek, “2015 25 Kasım’ını şiddetin gün gün daha pervasızlaştığı ve normalleştiği koşullarda karşılamaya hazırlanıyoruz. Şiddeti, ezilenleri baskı altına almak için bir kural haline getirmiş olan gerici devlet, halkları, dört başlı bir cellât gibi ülkenin her yerinde boyunduruğu altına alarak daha fazla sindirmeyi amaçlamaktadır. Çok uzağa gitmeye gerek yok örgütlenmiş şiddeti bir tarihçe olarak dizmemiz için. Toplumun bütün kesimleri olarak her gün katliamlara, kana, saldırılara, ölümlere uyandığımız bir süreci yaşıyoruz. Suruç’ta, Amed’de, Ankara’da, Farqîn’de, Nusaybin’de, Cizîr’de devlet yeni dönem politikalarının tahsisi için kanlı saldırılarla halklara zulüm uygulamaktadır.” ifadelerine yer verdi. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü’nün arifesinde bu saldırganlık deryasını, mahalle mahalle, sokak sokak, ev ev teşhir ederek örgütleme çözümüyle karşılamaya hazırlanıyoruz diyen DKH, açıklama-


16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

alanlara, özgürleşmeye sında, “Demokratik Kadın Hareketi olarak; örgütlü bulunduğumuz, sesimizi ulaştırmaya çalıştığımız her alanda bu kirli politikalar karşısında kendi irademize sahip çıkmanın verdiği görev ile hareket etmekteyiz. Kadın katliamlarının yasalarla güvence altına alındığı bugün, katliamların, kadın katilleri, eril devlet, eril medya, eril yargı ve onun kolluk kuvvetleri tarafından bir hak olarak tanınmasına karşı çıkarak, kadınların ve LGBTİ’lerin yaşam haklarını savunmayı bu dönem en önemli görevlerimiz arasında görmekteyiz… Töre diye, kadın diye, namus diye, ahlak diye, mal diye bir insanın dünyasını kendi kuyularının ağzı kadar bilenlere buradan diyoruz ki, kadınlar, LGBTİ’ler tüm gerici, kirli politikalarınızı halklara anlatmaktan bir an dahi vazgeçmeyeceklerdir. Bilmeliler ki onların irin dolu çukurlarını kapatana kadar mücadelemiz devam edecek. Kadınlar özgürleşene, toplum özgürleşene kadar.” vurgusunda bulunarak, Kasım ayı süresince örgütlenecek eylemlere, örgütleme ve aktif katılım çağrısı yaptı.

ADKH: Yaşamı, Direnişlerle Özgür Kılalım! Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADKH) ise, “Emperyalizm, Ortadoğu coğrafyasını din, mezhep ve kimlik üzerinden paramparça etme uğruna kanlı planlarını hayata geçirirken; dünya yerinden yurdundan sürülmüş, can kaygısı ile yollara düşmüş insanlığın çığlığını ölü balıklar gibi karaya vuran bebekleri görünce duydu(!) Ortadoğu’da yeraltı zenginliklerinin paylaşımı üzerinden süren savaş ve emperyalist işgalden kaçan halk sınırları canları pahasına aşarak göç yoluna dizildi. Özgürlüğün bedelini hayatlarıyla ödediler, ödüyorlar. Göç-

19

menlik her ülkede 'ötekidir'. Medeniyetler(!) ülkesinden biri olan Fransa'da Calaıs kampında drama dönen göçmen sorunu hızla tüm Avrupa'ya yayılıyor. Kapitalizmin özgürlüğü dahi meta ya çevirdiği bu sistemde kadın bedeni de göçmen kamplarında çoktan pazara sunuldu.” diyerek örgütlenme çağrısını güçlendirdiği açıklamasında, “Kapitalizm emeğimizi sömürerek ayakta duruyor. Bunun için; İsyandayız! İsyandayız; çünkü bizi bombaladılar. İsyandayız; çünkü bizi yerimizden yurdumuzdan ettiler, deniz yolunda umuda yolculukta boğulduk. İsyandayız; çünkü pazarlandık, fabrika yollarında katledildik, göçük altında kaldık. İsyandayız; çünkü işlenen kadın ve trans cinayetlerinin sayısını anımsayamıyoruz. İsyandayız; çünkü tecavüz erkeğin 'hakkı' kadının 'rızası' olarak yasalarla meşrulaştırılıyor. Bu yüzden; Özgecan Aslan gibi onlarca ismini bilmediğimiz kadın vahşice katledildi, katlediliyor. Öldürüyor kapitalizm ezilenleri, halkları kimlikleri, dilleri, renkleri ve farklılıkları. Çünkü bunların toplamı ve örgütlü gücü egemenlerin iktidarlarının tehdidi anlamına geliyor. Kadına yönelik şiddeti protesto etmekle beraber kadın dayanışması vesilesiyle bu günü mücadeleleriyle anlamlı kılan Mirabel kardeşleri; kadın devrimi perspektifiyle yeni bir deneyimi bize kazandıran Rojava'lı kadınlar şahsında Arîn Mirkan'ı, Ekin Wan'ı, barış ve özgürlük için Ankara'da katledilenleri, ev baskınında polis kurşunuyla katledilen gencecik yürekli kadın Dilek Doğan'ı isyanımızı örgütleyerek selamlıyoruz… Selamlıyoruz hayata anlam katan tüm kadınları.” ifadelerine yer verdi.

ANTAGONİZMA ≫ muzaffer oruçoğlu

İLGA EDENİ İLGA ETMEK

B

ugün iyimserliğin, umudun, bağımsız ve onurlu yaşam arzusunun en güçlü olduğu yerler, Silvan, Cizre, Şırnak gibi yerlerdir. Çünkü buralarda dişle tırnakla tutunmaya çalışan, inadına sürdüren bir direniş var. Türkiye halkının yüzde kırkı ise bu direniş merkezlerinin kanla bastırılmasına onay veriyor, yüzde kırkı ise bu seyirci kalıyor. Türkiye’de onurlu, dik yaşamanın tek bir yolu vardır: Direnmek. Kürdistanlı komünistlerin bir an önce kendi partilerini inşa edip, yepyeni bir programla bu direnişe katılmaları gerekiyor. Parlamenter mücadele dâhil, mücadelenin bütün biçimlerini uygulayarak, geniş yığınlarla birleşmenin mümkün olan tüm yollarını kullanmaları gerekiyor. Toplumu fena halde ezen, şartlayan, çok güçlü bir militer bürokratik cihazla karşı karşıyayız. Bu cihaz, yürüyüşleri, mitingleri, kazanılmış belli başlı legal imkânları, gazla, bombayla, TOMA’yla dağıtıyor, bastırıyor. Bu güce karşı, bu gücün başvurduğu dağıtma, bastırma biçimlerine karşı, kitleyi de içine çekebilecek direnme biçimlerinin geliştirilmesi gerekiyor. Türkiye'de sınıf mücadelesi ile milli zulme karşı mücadelenin birlikte ele alınması gerekiyor. Türkiye'deki sınıf mücadelesi, demokrasi mücadelesi, ezilen bir ulusun, 1984'ten beri kesintili bir şekilde sürdürdüğü haklı direnişini karşısına alarak veya bu direnişi parlamenter mücadeleye tabi kılarak yürüyemez, güç toplayamaz, bir yere varamaz. HDP'nin yürüttüğü parlamenter mücadelenin çıkarları ile Kürt direnişinin taktik ve stratejik çıkarlarını karşı karşıya getirmek isteyen aydınlar var. Kürt direnişinin, son seçimlerde HDP'yi gerilettiğini ileri sürüp, HDP ile Kürt direnişi arasına set çekmeye çalışan aydınlar var. Savaşı, alan hâkimiyetini ele geçirmek için başlatan devlettir. Devletin topyekûn saldırısı karşısında Kürt direnişinin aktif savunmaya geçmesini eleştirmenin bir anlamı yoktur. HDP, AKP ile uzlaşmayı ve Kürt direnişine karşı tavır almayı savunan, kendi içindeki sağ kanadı dıştalamadan, Kürdistan'da sürmekte olan direnişi tereddütsüz desteklemelidir. Türkiye'nin özgürleşmesinin önündeki en büyük engel, Kürdistan'ın ağır kölelik şartlarıdır. Bu şartların üzerinden atlayarak, hiçbir yere varamayız. Direnişin hatalarını eleştirmeliyiz. Ama bir şeyi unutmadan, 1984'ten beridir süren bu direnişin, bugün mahallelerde devlete karşı ortaya çıkan kitlesel infialin, kendi kaderini tayin etme ve yeni bir yaşam kurma azminin baş mimarı olduğunu... Kürdistan'da bir Kürdistan komünist partisinin olmaması, sadece Kürdistanlı komünistlerin değil, Türkiyeli Komünistlerin de ciddi bir sorunudur. Partin yoksa ya seyirci ya da destekçisin. Partin varsa, mücadelenin içindesin, yani hayatın içinde... Her insan kurtarıcıdır. Hal böyle olunca, kurtarıcı yoktur. Aslolan bireylerin birleşmiş gücünü, kurtarıcılık misyonu yüklenen kurtarıcıların ve kurtarıcı yapıların karşısına dikmek, onları ilga etmek; sonra da dönüp, en büyük devrimi gerçekleştirmek, yani ilga edeni ilga etmek.


20

röportaj

16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Sosyalistlerin görevi; birlesik mücadeleyi ’ gelistirmek ve yeni bir dil yaratmaktır ’

Hiç kuşkusuz 1 Kasım seçimini moral bozukluğu üzerinden okumaya geçmemek lazım. Çünkü her şeye rağmen yüzde on barajının HDP tarafından ikinci kez aşılması ile 12 Eylül askeri faşizminden kalan bu barajın kendini sürdürebilme şansı fiilen ortadan kalkmış vaziyettedir. İkincisi, her şeye rağmen HDP, mevcut parlamentonun üçüncü büyük partisi haline gelerek egemenlerin bundan sonra da yapacakları girişimlerin önünü kesmek açısından çok önemli bir direnç noktası haline gelmiş vaziyettedir. Ama buna karşılık teslim etmek gerekir ki olumsuz bir durum da söz konusu

Araştırmacı yazar Erdoğan Aydın ile 1 Kasım seçim sonuçları bağlamında güncel-siyasal gelişmelere ilişkin yaptığımız röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz.

Halkın Günlüğü: Öncelikle bize zaman ayırdığınız için teşekkür ediyoruz. 7 Haziran'la başlayarak, Erdoğan/AKP iktidarı bin bir türlü gerici politikayla çıkan sonucu reddetti ve kendi hukukunu da çiğneyerek halklara yeni bir seçimi dayattı. 1 Kasım seçimlerinde de türlü türlü hile ve entrikayla yeniden tek başına iktidar oldu. Bu durumu siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Erdoğan Aydın: 7 Haziran seçimleri de anti demokratikti, ama 7 Haziran görece barışçıl ve insanların hakiki görüşlerini sandığa aktarabildiği bir ortamda gerçekleşmişti. Bu nedenle 7 Haziran seçimlerinde AKP ciddi bir gerileme yaşarken, HDP’nin şahsında gerçekleşen demokratik birlik projesi de önemli bir atılım gerçekleştirdi. Eğer 7 Haziran seçimlerinin sonuçları başta AKP ve Cumhurbaşkanı olmak üzere egemenler tarafından kabul edilmiş olsaydı, Türkiye’nin burjuva siyaseti de demokrasiye daha açık bir hale gelecekti. Ama daha önemlisi HDP’nin şahsında Türkiye’de barışın ve temel hakların parlamentodaki temsili çok daha güçlü gerçekleşe-

cekti. İşte tam da bu durum AKP’nin 7 Haziran seçimlerini hazmetmesini engelledi. Ama bunun ötesinde AKP’nin özel gündemi de vardı. AKP kendisini sorgulayabilecek bir döneme, iktidarını başkasıyla paylaşabilecek bir döneme girmek istemiyor, tam tersine bir başkanlık sistemini aradan çıkartmak istiyordu. Oysa HDP’nin yüzde on üçle parlamentoya girebildiği bir ortam bunu fiilen imkânsızlaştırıyordu ve bildiğiniz gibi memleket bir anda barış halinden, en azından çatışmasızlık halinden, açık bir savaş haline; hak ve özgürlüklerin görece kabul edilir gibi yapıldığı bir ortamdan gözü kara bir şekilde çiğnendiği bir ortama girdi. Ne yazık ki böylesi bir ortamda, halkımız da, devlet kaynaklı olarak başlayan çok ağır baskı karşısında anlaşılır bir geri adım attı, duruma razı ve teslim oldu. Ve bunun bedelini de hep birlikte 1 Kasım seçimin de gördük. Hiç kuşkusuz 1 Kasım seçimini moral bozukluğu üzerinden okumaya geçmemek lazım. Çünkü her şeye rağmen yüzde on barajının HDP tarafından ikinci kez aşılması ile 12 Eylül askeri faşizminden kalan bu barajın kendini sürdürebilme şansı fiilen ortadan kalkmış vaziyettedir. İkincisi, her şeye rağmen HDP, mevcut parlamentonun üçüncü büyük partisi haline gelerek egemenlerin bundan sonra da yapacakları girişimlerin önünü kesmek açısından çok önemli bir direnç noktası haline gelmiş vaziyettedir. Ama buna karşılık teslim etmek gerekir ki olumsuz bir durum da söz konusu. Bu

olumsuz durum ise; memleketi daha fazla anti demokratik ortamda yaşatmak isteyen AKP’nin, moral kazandığı, güç kazandığı ve başkanlık sistemini yeniden gündeme getirebilecek psikolojik olanaklar kazandığı bir ortama geçildiğidir. Dolayısıyla bu açıdan baktığımızda, 1 Kasım seçiminden Türkiye’nin demokrasi güçlerinin, ‘Nerede yanlış yapmıştık?’ veya ‘Nereyi eksik bıraktık?’ konusunda bir sorgulamayı da içeren bir yaklaşım sergilemeleri bana zorunlu geliyor.

1 Kasım seçim sonuçlarıyla birlikte AKP yeniden iktidar oldu. Özellikle kendi içinde ciddi çelişkiler yaşayan AKP, yeniden tek başına iktidar olmakla aslında yeniden moral ve motivasyon sağladı. Bunun üzerinden 1 Kasım seçimleri sonrasında özellikle Kürt sorunu bağlamında “Barış-Çözüm Süreci” eksenli ülkemizde nasıl bir siyasal tablo çıkacaktır? Erdoğan/AKP iktidarının yeni dönem stratejisi ve politikası hangi düzlemde biçimlenecektir? Aydın: AKP’nin iktidar kaybı riski yaşamasının ve uluslararası planda ciddi anlamda mevzi kaybetmesinin nedeninin HDP'ye ve Kürt hareketine bağlandı-

ğı bir atmosferde, AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kürtleri ve HDP’yi olabildiğince zayıflatacak bir çizgi izleyeceğini beklemek lazım. Aslında PKK’nin çatışmasızlık kararına rağmen, seçim sonrasında da savaşın kararlılıkla sürdürülmesi ve HDP’ye yüzde seksen üzeri oy veren kentlerin, kasabaların çok ağır bir tahribata uğratılması tam da bunun göstergesidir. Gözüken o ki, genel anlamda HDP'nin ve Kürt hareketinin zayıflatılması doğrultusunda ki çizgi bir müddet daha sürecek gibi gözüküyor. Fakat bu çizginin sürekli sürebilmesinin de imkânı olmadığını görmek lazım. Türkiye ekonomisi ve siyasal dengeleri, Türkiye’deki savaşın sürekli kılınabilmesini imkânsız kılmaktadır. O halde buna rağmen niçin savaş sürdürülüyor? Çünkü AKP bu süreçten iki şey elde etmek istiyor: Birincisi; Kürt hareketiyle oturmak zorunda kalacağı müzakere masasında onu mümkün olduğunca zayıf bırakmak, ikincisi; 1 Kasım seçimlerinde genel anlamda uygulanan baskı ve savaş politikası, sandıkta AKP’nin kazançla çıkmasını getirmiştir. O halde bu baskının sürdürülmesiyle başkanlık için gidilecek referandum için de ortam hazırlanmaya çalışılıyor. Dolayısıyla uzun vadede sürdürülemez olsa da kısa vadede öyle görünüyor ki, başta Kürtler olmak üzere Türkiye’nin tüm demokrasi güçlerine ve sosyalistlerine yönelik bu baskı politikası, bu hukuksuzluk durumu daha bir müddet devam edecek gözüküyor. Dediğim gibi, buradan murat


röportaj

16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

edilen şey; mevcut anti demokratik statünün biraz daha perçinlenmesi, insanların HDP’ye oy vermeleri karşılığında cezalandırılması, devletin şu anda izlediği politikaya itiraz edenlerin itiraz edemez hale getirilmesi. Bu da bize, HDP’nin, 1 Kasım seçimlerindeki gerilemenin nedenlerini daha ciddi bir şekilde sorgulamasını, toplumun daha geniş kesimlerine kendini anlatabilme doğrultusunda daha sorgulayıcı, daha kapsayıcı bir siyaset izlemesini zorunlu kılıyor diye düşünüyorum.

Bildiğimiz gibi AKP iktidarının özellikle Ortadoğu denkleminde Suriye’deki gelişmeler özgülünde Kürt hareketinin somut kazanımlarını yok sayma, baltalama, ortadan kaldırmaya dönük ciddi politik ve fiili girişimleri var. Ki IŞİD’le olan ilişkileri de malum. Peki, 1 Kasım sonrasında yeni dönemde AKP/Erdoğan iktidarının Suriye özelinde Ortadoğu politikasında herhangi bir değişiklik olacak mı? Aydın: Nasıl ki içeride izlediği savaşçı politika sürdürülemez ise, ondan çok daha fazla biçimde Suriye politikası da sürdürülemez. Bugün gelinen nokta itibariyle Suriye’de Rojava’nın ortadan

kaldırılması imkânsızdır. Kürt hareketinin uluslararası planda Suriye özgülünde kazanmış olduğu prestijin, saygınlığın geriletilmesi imkânsızdır. Israrla PYD'nin IŞİD'le aynılaştırılma çabasının da dünya çapında kabul edilmesi imkânsızdır. Dolayısıyla bu açıdan, AKP, deyim yerindeyse akıntıya karşı ve başarısız olması kesin bir siyaset izliyor. Ama belli ki tutunacak başka dalı olmadığından dolayı bu siyaseti izlemeye devam etmek zorunda. Fakat şu konuda net bir özgüven sergilemek lazım. Önümüzde ki dönemin Suriye’sinde, IŞİD’in geriletilmesi oranında -ki geriletilecektir- PYD’nin yıldızının parladığı bir sürece girilecektir. İkincisi, PYD orada sadece IŞİD'e karşı başarılı bir şekilde silahlı mücadele veren bir silahlı örgüt değil, aynı zamanda Suriye ve Ortadoğu’da, başka bir Suriye’nin, başka bir Ortadoğu’nun mümkün olduğunu, Ortadoğu’nun radikal İslamcılığa da BAAS’cılığa da mahkûm olmadığını, aslında çok kimlikli çok kültürlü demokratik, laik bir Suriye kurmanın da pekâlâ mümkün olduğunu bize göstermiştir. Bu açıdan PYD’nin Rojava’da ortaya koyduğu deney, Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde kimsenin görmezden gelemeyeceği bir örnektir. Kimse derken Moskova’yı da Washington’u da kastediyorum. Onların da görmezden gelemeyeceği ve AKP politikasının ye-

nilmesini de kaçınılmaz kılan bir çizgidir. AKP görebildiğim kadarıyla hala IŞİD’e dolaylı bir şekilde destek vererek PYD’nin geriletilmesini ve PYD’nin pozisyonunu kendisi almak istemektedir. Ama kendisinin alması mümkün değildir, çünkü kendisi PYD’nin bizim önümüze koyduğu gibi demokratik bir Suriye projesinin sahibi değildir. Onun istediği; Suriye Esad’ın devrildiği ılımlı İslamcıların iktidarda olduğu, Suriye’nin Türkiye’nin alt sömürgesi olduğu bir Suriye’dir. Böyle bir Suriye’nin ne Moskova’da ne Avrupa başkentlerinde ne Washington’da kabul ettirilmesi mümkün olmadığı gibi; Kürt halkı ve Suriye’deki dinamikler tarafından da kabul edilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye, elindeki İncirlik üssü, NATO üyesi olmaktan gelen avantajları, büyük bir devlet olmaktan gelen avantajlarıyla adeta dünyaya şantaj uygulamaktadır. Dünyanın bu şantajı kaldırabilmesinin de mümkün olmadığı kanaatindeyim. Önümüzdeki çok kısa bir zamanda el birliğiyle göreceğiz ki, aslında şu anda IŞİD’in işgali altında olan Cerablus’da da biricik doğru müdahale, PYD’nin desteklenip yol verilmesidir. Oysa AKP ne yapmaktadır; Cerablus’u elinde tutan IŞİD’i en küçük anlamda kendisine sorun görmediği için bombalamamaktadır. Neyi bombalamaktadır? PYD Cerablus’a doğru bir harekât yaptığında PYD’yi

YOLA YOLCU

21

bombalamaktadır. Dolayısıyla bu durum bir müddet sonra dünya kamuoyunda şunu daha net gösterecek ki, aslında dün olduğu gibi bugün de AKP iktidarı hala IŞİD’in oradaki varlığından medet ummaktadır. Oysa gerek Türkiye’deki barış gerek Suriye’deki barış için yapılacak biricik yol şudur: İçeride Kürt hareketiyle barış müzakerelerini başlatmak, içerde yüzde on barajı dâhil olmak üzere 12 Eylül’ün mirası tüm anti demokratik girişimleri geri almak. Suriye’de ise, Kürtlerin kendi kantonal yönetimleri dâhil olmak üzere çok kimlikli, çok kültürlü bir Suriye’ye razı olmak. Bunu yapmadığı müddetçe Türkiye’nin ekonomik anlamda da, askeri anlamda da mesafe alması mümkün değildir. Tam tersine bunu yaparsa aslında AKP’ye oy veren Sünni-mütedeyyin seçmen dâhil olmak üzere bütün Türkiye halkının rahatlayacağı, bölgenin rahatlayacağı bir döneme geçilecektir. Dolayısıyla bir müddet sonra Türkiye’nin ve AKP’nin buna mecbur kalacağını düşünüyorum. Ama ne yazık ki hala kendi halkına ve bölge halkının çıkarlarına karşı bir siyaset izlemekte inat eden ve bu inadındaki amacının başkanlık sisteminin aradan çıkartmak olduğunu net gördüğümüz bir durum söz konusu. RÖPORTAJIN DEVAMI SAYFA 22’DE

≫ hıdır uludağ

“SONSUZ BİR DEHŞET” Mİ YOKSA “DEHŞETİN SONU” MU?

K

apitalizmin krizsiz varlığını sürdüremeyeceği bilinen bir gerçek. Dünyayı etkisi altına alan üçüncü büyük emperyalist krizle birlikte, dünya halkları üzerinde inanılmaz baskılar, hak gaspları ve katliamlar bütün şiddetiyle devam ediyor. Şiddetin ve katliamların dozajı farklı coğrafyalarda farklılıklar gösterse de dünya genelinde yaşananlar neredeyse ilan edilmemiş bir üçüncü dünya savaşının yaşanmakta olduğu hissini uyandırıyor insanda. Peki bu sonu gelmez “sonsuz bir dehşet” midir? Geri bilinçli kitleler buna neredeyse ikna edilmiş, “kaderleri” olduğuna inandırılmışlardır. Oysa emperyalizmin çürüyen kapitalizm olduğu, bütün bu katliamların, yaşatılan zulümün sonsuza dek sürecek bir dehşet değil, yaşatılan dehşetin son nefesine doğru yaklaştığını anlamak gerekiyor. Emperyalist, kapitalist ülkelerdeki devimci kabarış bir kıvılcım gibi de olsa bunu ifade ediyor. Sömürge ve geri bıraktırılmış ülkelerde emperyalizme ve onun yerli uşaklarına karşı halkların yükselen devrimci öfkesi bizlere bunu anlatıyor. Objektif durumun devrim için elverişli olduğu bu süreçte, bir başka gerçek daha bütün aciliyetiyle kendisini hissettiriyor, o da sübjektif öğenin yetmezlikleri. Bu noktalardan hareketle hiç tereddütsüz şu noktaya gelmek gerekiyor: Mademki emperyalizm kendi yapısal krizinden “kurtulmak” adına, dünya halklarına karşı topyekûn bir saldırı ve katliamlar

süreci başlatmış ve bunu acımasızca yıllardır sürdürüyorsa, o halde dünya halkları da tek tek ülkelerdeki kendi öz örgütlenmelerinin yanı sıra enternasyonalist örgütlenmelerini de yaratmak zorundadırlar. Yani emperyalist haydutlar kendi sınıf çıkarları için nasıl ki topyekûn bir saldırı cephesi yaratmışlarsa, dünya halkları için de enternasyonalist karşı koyuş bir zorunluluktur. Şu Marksist strateji yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. “Ya emperyalist savaşlar devrimlere yol açar ya da devrimler emperyalist savaşları önler.” Dünya genelinde neredeyse ilan edilmemiş bir emperyalist savaş yaşanıyorsa eğer, devrimler, dünya komünist hareketinin önünde acil bir görev olarak duruyor. Ancak, parlamentarizmin, revizyonizmin ve tasfiyeciliğin epeyce yol aldığı bu ortamda komünistlerin işinin epeyce zor olduğu da bir gerçek. Bu genellemeden özgül duruma doğru yola çıkıldığında, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasındaki görev daha net bir biçimde belirginleşmiş oluyor. Peş peşe yaşanan seçimlerin sonuçlarının gösterdiği gibi, sözde halkın “iradesine” rağmen parlamentonun nasıl işletilemez hale sokulduğunu, hâkim sınıfların işine gelmediğinde fırlatılıp atıldığını hep birlikte gördük yaşadık. Kuşkusuz bu seçimler sürecinin taktik bir mücadele süreci olarak kullanılamayacağı anlamına gelmez. Süreç doğru değerlendirilir ve doğru taktik mücadele biçimleri hayata geçirilirse elbette ki devrimin çıkarlarına uygun iyi so-

nuçların alınması mümkündür. Elbette ki hiçbir mücadele biçimi ve aracı reddedilmez. Ancak somut durumun, somut tahlili doğru yapıldığında bu bir anlam ifade edebilir. Konuyu bütün boyutlarıyla tartışmak bu makalenin dışında. Süreçteki taktiğin genel olarak doğruluğu tartışılmaz. Ancak taktiğin içi ne kadar dolduruldu veya bu taktik ilerisi için bir “stratejiye” dönüşür mü konusu tartışmalı konular içerisindedir. Çünkü bunun örnekleri Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında fazlasıyla mevcut. Konumuza dönersek, ülkede devrimci durumun son derece mükemmel olduğu gerçeğiyle yüz yüze geliriz. Katliamların, zulümüm, gözaltıların, adaletsizliklerin, işsizliğin ve yoksulluğun, kısacası kitleler aleyhine olabilecek her şeyin fazlasıyla mevcut olduğu bir durum yaşanıyor. Hatta devlet, halklarımıza karşı açık bir savaş halindedir. Kitleler ise azımsanmayacak bir direniş sergiliyor. Ancak bu direnişi sınıf örgütlülüğüne dönüştürecek ve daha ileri bir boyuta taşıyacak subjektif öğenin kaygan bir zeminde hareket ettiği gözlerden kaçmamaktadır. Zorba devletin zoruna karşı, örgütlü bir zorla çıkılmadıkça ve bu zor doğru strateji ve onu besleyecek olan doğru taktiklerle beslenmediği sürece, devrimci durumu devrimle taçlandırmak hiç de kolay olmayacaktır. Dünya komünist hareketinin ve aynı zamanda ülkemiz komünistlerinin en can alıcı sorunu bu olsa gerek.


22

güncel haber

16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

Öteki hissetmeyeceği bir dil... RÖPORTAJIN ÖNCELİ SAYFA 20-21 Halkın Günlüğü: 7 Haziran seçimlerinin ardından AKP’nin 1 Kasım seçimleriyle tekrardan iktidar olmasıyla birlikte Kürdistan başta olmak üzere ülkemizdeki toplumsal güçlere karşı saldırıların daha da arttığı ve bugünden sonra da artacağı bir sürece girdik. Suruç ve en son Ankara katliamlarında yaşandığı gibi halkların kitlesel katliamlarla bastırılmaya çalışıldığı bir süreci yaşarken HDP ve HDP’nin ittifak güçleri bu siyasal ve politik süreci nasıl okumalıdır? Erdoğan Aydın: Öncelikle HDP’de sağlanmış olan güç birliğini sürdürmek ve bu birliktelik daha da genişleterek büyütmelidir. HDP, şu anda ki mevcut konjonktürde Türkiye’de rejimin güçlerini geriletecek, demokrasi talep eden halka güven verebilecek ve halkın etrafında toplanabileceği biricik çatı mekanizmasıdır. Dolayısıyla HDP içerisinde bulunan mevcut güçlerin HDP’nin bu oluşumu sürdürebilmesi ve bence suni gündemlerle HDP dışında bulunan demokratik sosyalist ilerici güçlerin HDP ile ilişkilenmesi lazım. Bunu engelleyen, eğer HDP’nin bileşiminden kaynaklı sorunlar varsa, onların da HDP ve HDK merkezi tarafından giderilmesine yönelik girişimlerde bulunulması lazım. Çünkü HDP ve HDK, şu anda Türkiye’de gerek rejim güçlerini geriletmek, gerek ise bundan mağdur olan herkesin moral bulacağı, içinde yer alacağı biricik siyaset mekanizmasıdır. Bu çatı mutlaka yaşatılmalıdır. Bu çatı mevcut haliyle ve belli ki kullandığı dil itibarıyla1 Kasım’da bunu kısmen gösterdi. Potansiyeli çok daha güçlü olmasına rağmen aslında gerilemek zorunda kalmıştır. Bu oran önemsiz bir oran, ama yine de %17-18 oy alabilecek bir potansiyeli olan bir hareketin %11’e gerilemesi dert edilmesi gereken bir sorundur. O halde buradan hareketle de acaba bizim sözlerimize, bizim çok doğru olan sözlerimize bizim aslında Alevi, Sünni, Kürt, Türk ayırmadan her kesimdeki mağdurun çıkarlarını savunan sözlerimize toplumun %90 niçin itibar etmedi sorusunu Türkiye’nin devrimcileri, demokratları sosyalistleri dert edinmek zorundadır. Sadece devrim perspektifiyle, sadece sosyalizm perspektifiyle çözülebilir bir sorun değil. Devrim ve sosyalizmden vazgeçmeden ama bugünden yarına Türkiye’nin mağdurlarının, Alevilerin, işçilerinin, Kürtlerinin, gençlerinin, ka-

dınlarının, bugünden yarına sorunlarını kolaylaştıracak, morallerini düzeltecek, dayanışmalarını artıracak, örgütlenmelerini artıracak nasıl bir dayanak sağlayabiliriz meselesi Türkiye’nin en sağından en soluna, en reformistinden tüm sosyalist güçlerine tüm devrimci güçlerin temel sorunudur. O halde orta ve kısa vadede böylesi bir program etrafında kimsenin kendisinden vazgeçmeden, kimsenin kendi stratejik hedeflerinden vazgeçmeden ama birincisi; bir araya gelmek, ikincisi ise; dilini buna uygun hale getirmek için revizyondan geçirmek gereksinimi vardır. Herkesin ayrı bir dili var, herkesin ayrı bir örgütlenmesi var ama bizim birlikte toplumun bir bütününe seslenecek böyle bir ihtiyacımız var. Bu ihtiyacı karşılamak için de Türkiye’nin başta sosyalist güçleri olmak üzere özgüvenli olmak lazım. Böylesi bir uzlaşmanın, böylesi bir birliğin, böylesi genel bir dilin, aslında kimsenin sosyalizmini gölgeleyen, kimsenin sosyalizminin ortadan kaldıran bir durum olmadığını, tam tersine egemenlerin, dini kullanarak, milliyetçiliği kullanarak, ekonomik yoksullukları kullanarak, çaresizliği kullanarak, sürekli toplumu hegemonya altında tutma halini ortadan kaldırmak için zorunlu olduğu ortadadır. O halde böyle bir mantıkla yola çıkılırsa, önümüzdeki dönem içinde HDP başta olmak üzere Türkiye’nin sol, sosyalist ve demokrasi güçlerinin güç biriktireceklerini, daha fazla emekçiyi, daha fazla mağduru etraflarında toplamaya başlayacaklarını, Türkiye’nin üniversitelerinden basın camiasına kadar hegemonyalarını güçlendireceklerini

zannediyorum ve buna inanıyorum. Dolayısıyla bu fırsatı kaçıracak “bir solculuk” yerine tam tersine kimsenin sosyalizmine halel getirmeden, böylesi bir uzlaşma programının etrafında yer almak lazım diye düşünüyorum. Bunu yaparsak, 1 Kasım’ı, bir yanıyla %10 barajını devirmesi zafer olan ama bir yanıyla da 2 puanlık düşüşün moral bozan bir durumunun çok daha tersi yönde bir ders çıkarmak için büyük bir fırsat olarak düşünüyorum. Türkiye devrimci hareketinin tarihi teorik birikimi, ödediği bedeller böyle bir dersi çıkarmak için fazlasıyla yeterlidir. Türkiye devrimci ve demokrat güçlerinin samimiyeti, ahlakı, fedakârlığı böylesi bir dersi çıkarmak için ayrıca zorunludur diye düşünüyorum. Beklentim umudum tüm demokrasi güçlerinden böylesi bir dönüşümü gerçekleştirmeleridir.

Son olarak Paris’te bir katliam gerçekleştirildi ve bu katliamda yüzlerce insan yaşamını yitirdi. Yaşanan bu katliamın ardından uluslararası emperyalist güçlerin İŞİD özgülünde Suriye politikasında bir değişiklik olacağını düşünüyor musunuz? Aydın: Ben bir değişiklik olacağı kanaatinde değilim. Aksine IŞİD’i geriletmek eksenli, denetim dışına çıkmış radikal İslamcıları geriletmek eksenli, ilişkilerini, ittifaklarını artıracaklarını düşünüyorum. Ama bunun ötesinde iki şeyi saptamak lazım: Birincisi; Paris’te yüzün üzerindeki masum insanın ölü-

mü dâhil olmak üzere, dünya böylesi bir belayla karşı karşıyaysa, hiç kimse laf dolandırmasın, bunun bir numaralı sorumlusu; emperyalizmdir. Bu gerçeği asla unutmamak ve dünyada hegemonya kurmak için her türlü melâmeti destekleme politikası konusunda antiemperyalist bilincimizi diri tutmak lazım. İkincisi; en az bunun kadar önemli, sadece antiemperyalizmden söz ederek radikal İslamcılığın temel hak ve özgürlüklere yönelik dünyanın her yerinde bu kadar gözü kara katliamlar yapabilmesi sorunu da aynı zamanda ciddi anlamda sorgulanması gereken, İslamcılığın içinde böylesi bir potansiyel var olabildiğini, üreyebildiğini gören, dolayısıyla; laikliğe, demokrasiye, halkların ve inançların birlikte yaşayabildiği bir ortama ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu görmek lazım. Dolayısıyla radikal İslamcılığa yönelik hassasiyetimizi, eleştirimizi artırmak gerekiyor. Tek sorun burada şu, bizim kaba laikçi bir yaklaşımdan ayırımla bu sorunun bütün bir İslam dünyasının sorunu olarak görmeden, Müslüman inançlı insanlarla radikal İslamcılığı da birbirinden ayıran bir dil de geliştirmemiz lazım. Öyle bir dil geliştirmemiz lazım ki, hem cihatçı kültürün, radikal İslamcılığın bütün insanlara, başta Müslüman emekçilere, Müslüman halklar olmak üzere bütün insanlığa düşman olduğunu anlatan ama buna karşın sıradan bir Müslüman insanın da bu eleştiriden kendini öteki hissetmeyeceği bir dil geliştirmemiz lazım. Bu dil özellikle de dünyanın sosyalist güçlerinin öncelikle karşılaması gereken bir ihtiyacı ifade ediyor diye düşünüyorum.


güncel haber

16-30 KASIM 2015 Halkın Günlüğü

TUTSAK PARTİZAN

23

≫ cafer çakmak

DOR MODU

D

evrim ve sosyalizm yürüyüşümüzde kahkahasını unutmayacağımız Xalo yoldaşımıza Gitmek yoktur, çağrılmak vardır. Ufkunu özgürlüğün sonsuzluğuna açanlar çağrıldıklarını duyarlar. Geride kalanların bakışlarında gidenin ayak izleri görünür. Kuşaklar boyu kanatlarının şakırtısı kitap sayfalarında ve dilde duyulan Simurg’un yaratıcısı; firuzeler ve kılıçlar diyarı Nişapur doğumlu İranlı şair Feridûddin Attar’dır. Simurg öyküsü Attar’ın Mantık-ut-Tayr (Kuşların Dili) şiirinde geçer. Arkasında kan ve kıyamdan başka iz bırakmayan Cengiz Han’ın oğlu Tula’nın askerleri tarafından öldürülen Attar’ın şiire vurgun düşüp diyar diyar kendini ve hakikati aramasından evvel mesleği güzel kokular, şifalı bitkilerden yapılmış ilaçları satmakmış. Aynasında kendini karanlığından kurtarmak emeliyle olgunlaşma yoluna girmesine bir derviş ışık tutar. Öykü şöyle: Attar çiçek kokularıyla kurulu nizamında gündelik meşguliyetleriyle hemhal olduğu günlerden bir gün, seferi ayaklı derviş dükkânına girer. Alı al moru mor ilaç kutularına, güneşin huzmeleriyle salkım salkım rengârenk ışık demeti yayan şişelere bakar. Göz çeşmelerinde damlalar düşer yüzünün deltasına. Ağlarda ağlar derviş. Attar şaşırır, evvel arpacı kumrusuna bürünerek dervişin mecalsiz derde düştüğünü düşünür, ardından korkuya kapılarak endişelenir, çarçabuk gitmesini söyler dervişe. Çehresini saran bakır sakallarını sıvazlayarak başını kaldıran derviş, Attar’a; “Benim gitmem kolay, geride bir şey bırakmıyorum. Oysa senin, gördüğüm bu değerli şeylere veda etmen kolay olmayacak” yanıtını verir. Dervişin kelamı Attar’ın beyninde kentleri yıkar, gürültüyle yıkılan evlerin duvarları altında kalır. Çağrıldığı yere gider derviş. Ertesi gün şafak Attar için doğar. Yerleşik yaşamı, dükkânı bırakarak yollara vurur kendini. Ufkunun varış menziline sınırsız dünyayı yerleştiren komünar, dervişane bir hırka bir lokma yaşayıp çağrıldığı yere vaktinde gidecek denli hafif olabilmelidir. Komünar kendini en uygun armoniyle akort edip yaşamında söz ile eylemleri arasında müzikal bir ahenk oluşturabilmelidir. Yunan kültüründe gö-

rüldüğü üzere dor modundadırlar. Bu armonik akordu tutturanlar argümanlarının hakkını vererek güvenilir, sevgiye mazhar olup sözlerine ve eylemlerine itimat edilip, zevk ve coşkuyla dinlenilir. Onları dinleyenler konuşmacıyla konuşmasının birliğini gözlemlerler. Ne yazık ki eşrefi mahlûkât çelişkiden mürekkeptir. Uzun yolculukta bazen içindeki karanlığa teslim olur ya da Dante’nin İlahi Komedya’sında görüldüğü üzere insan ve yılan birbirlerine sarıldıklarında birbirlerine dönüşürler, ak karaya dönüşürken önce esmerleşirler. Bunun politik karşılığı devrimci kadronun bürokratlaşmasıdır. Ak ve kara arasındaki esmer tondur onlar. Ya batacaklar ya da çıkacaklar. Başka yolları yoktur. 20’inci yüzyıl sosyalizmi ve sosyalist partileri, bürokratizm ve bürokratlaşma tehlikesini bertaraf edemediler. Sosyalist devletler kısa zamanda bürokratik devletlere dönüşüp yetki zırhlarıyla korunan ensesi kalın bürokratlar yarattılar. Durum tespiti yapıp partinin-örgütün varlığı sürdüğü sürece bürokratizm ve bürokratlaşma tehlikesi olacağı bir gerçektir. Bu tehlikeye karşın, eğitim ve uyanıklık telkinleriyle yetinip medet ummak, bireylerin niyetine teslim olmak, sorun özgülünde bir şey diyememektir. Kuşkusuz sınırsız-sınıfsız düzleme erişinceye kadar parti-örgüt aracına ihtiyaç duyacağız. Tarihin bir kesitine dek bu araçlarla gitmek zorundayız. Tarihin büyük devrimcilerinden, devrimci partilerinden ve karşı devrim deneyimlerinden öğrenip damıta damıta cisimleştirdiğimiz soru, parti/örgütün yapısı, işleyişini iktidarlaşma eğilimlerinden, bürokratizmden ve bürokratlaşmadan formları nasıl yaratacağımızdır. Maoistlerin bu konuda, entelektüelleri ve kitleleri dâhil edecek geniş tartışmaları yapabilmeleri, dünya devrim ve devrimci partilerin deneyim ve teorilerinden öğrenmeleri gerekiyor. Yakıcı bir sorun olarak karşımızda duruyor. Devrimci kadrolar da statülerini, mevkilerini, imtiyaza, mülke, koruma kalkanına ve olanaklara dönüştürüp devrimin ruhundan uzaklaşabilir. Geçmişte ve anda gani gani örnekleri bulunuyor. “Devrimci/komünist kişilikler nasıl tersine dönüşebilir?” safiyaneliğinde olmamalıyız. Sistemler bireylerin ni-

yetleri, eğilim ve düzeyleri üzerine açıklanamaz, bunlara da havale edilemez. Mao yoldaşın belirttiği üzere, “Yaşım altmış, içimde aslan (olumlu) ve maymun (olumsuz) kavgası devam ediyor” perspektifinde, burjuva ve proletarya çatışması devrimci/komünist bireyde devam eder. Yalnız bu yüzyılda sınırlı değil bilincimiz. En azından beş bin yıllık sınıflı toplumların tarihi yansıması, birikimiyiz. Asırların tortusu bilincimizde yer tutar. Sınıflı toplumların iktidarlaşma güdüsü kılcal damarlarımıza zerk edilmiştir. Statü ve mevkiler, egoyu ve benlik duygusunu kaşıyarak bürokratlaştırmaya iltihak ettirebilir. Bir dönem terk ettiği mülk dünyasına geri dönebilir. Parlak üniformalı veya devrimci etiketli olması özü değiştirmez, o bir burjuvadır. Statüsünün ve mevkisinin yarattığı imtiyazları ve olanakları mülk haline getirip gözü gibi korur. Dervişin Attar'a söylediği gibi bu “değerli” eşyalardan kolay vazgeçemez. Kimi zaman görülür bir alanda yönetim organına getirilen birisi, yoldaşlarıyla ve halkla arasında duvarlar örer, ulaşılması zor birisi haline gelip idare-i maslahatçılığı devreye sokarak kapalı kapılar ardında buyruklar yağdırmaya, biat edip pışpışlayanları etrafında konuşlandırarak mükâfatlandırmaya, itiraz edip eleştirenleri aforoz etmeye başlar. Bu parlak üniformalıların bazıları o kadar ileri giderler ki, halkı geçtik yanında yöresinde bulunan yoldaşlarına bigâne olup, kurguladıkları mitomani dünyalarında, dev aynalarında kendilerini görmeye başlar, talimatnameler ve şişirilmiş irrasyonel raporlarla zevahiri kurtarmaya çalışırlar. Bürokratlaşmaya karşı mücadeleyi, Okan Ünsal yoldaşın pratiği üzerinde açıklayalım: Okan yoldaş yorgunlukla gazete bürosuna geldiğinde iki kadın yoldaşı sandalyelere kurulmuş bekler görür. Tanışıp hasbıhal eyler, kimi ve neden beklediklerini sorar. Kadın yoldaşlar başka bir ilden geldiklerini, ilgili yoldaşlarla kısa bir işlerinin olduğunu kendilerine ilettiklerini, bekleyin dediklerini ve yaklaşık üç saattir de beklediklerini söylerler. Kuzu kuzu oturup isyan ve itiraz haklarını kullanmayan kadın yoldaşlar bu bürokratik davranışa çanak tutmuşlardır. Okan yoldaş kadın yoldaşları salonda bekleten çalışanların yanına gider, kafalarını

dergilere gömüp okuduklarını görür. Takriben on dakika sonra Okan yoldaş gazetede bulunanları toplayıp bekleten yoldaşları, bekletilen iki kadın yoldaşın huzuruna çıkarıp eleştirir, eleştirilmesini ve bekletenleri de özeleştiriye davet eder. Bürokratlaşmanın panzehirlerinden ilki; yönetim organlarında bulunanları Atine site devletlerinde görüldüğü üzere agoraya, yani kitlelerin özgürce fikirlerini söyleyip, eleştiri tufanını estirebilecek periyodik toplantılar düzenlemektir. Bürokratlar ve bürokratik eğilimleri taşıyanlar, sıfat ve mevki kalkanlarını kenara bırakıp kitlelerin huzuruna çıkmaktan ürkerler. Kitlelerin kendilerini tepeleyebileceklerini bilirler. Böylesi toplantılardan köşe bucak kaçarlar ya da toplantılara mani olmak için bin dereden su getirenler rengini belli eder. Biz kitlelerin bürokratlarının bugün de yarın da tepelemelerini canı gönülden isteriz. Özgürce sıfat ve mevki kalkanlarından soyunup kitlelerin karşısına geçenler, özgüvenleri sağlam, söz ve eylem ahengini yakalayan, kitlelerin gerçek öğrencileri olup halkın ve devrimin çıkarlarını el üstünde tutanlardır. Demokratik kitle kurumlarında tepeden atananlar zırhlıdırlar. Bu zırhlar, aktivistler ve kitlelerin onlara karşı özgürce konuşup eleştirmelerini engeller. İvedilikle atama yöntemi terk edilmelidir. Kitlelerin kendilerini eleştirmediklerini düşünenler bulunuyorsa tebdili kıyafetlerle kitlelerin içine girmelerini, korunaklarından çıkmalarını salık veririz. Bu makalemizi atfettiğimiz, duruşuyla bir halk emektarı olan Hüseyin Dinç, nam-ı diğer Xalo yoldaşımız 15 Ekim 2015 tarihinde tutulduğu Kandıra 2 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde yaşamını yitirdi. 23 yıldır hapishanelerde, başta 19 Aralık Direnişi olmak zere sayısız direnişte yoldaşlarıyla ve siper yoldaşlarıyla omuz omuz mücadele edip devrimin sıra neferi oldu. Zor dönemlerde bile kahkahasını esirgemeyen, fırtınalarda gemisini terk etmeyen, kargaşa zamanlarında nerede duracağını bilen kararlı bir devrimciydi. Anıları bizlerle olacak, mücadelenin her anında gülümsemesini göreceğiz.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ahmet AKSOY adına Yapı Kredi Bankası İst. : (TL) 93602130 Yapı Kredi Bankası (Euro) 10 0006 7010 0000 0043 4140 14 Yapı Kredi Bankası (Sterlin) 13 0006 7010 0000 0043 4140 57 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Dewlet hat li Kurdistana Bakûr Netewê Kurd, li himberî êrişên ku xwedî mebesta komkujiyê ya faşîst e, bi lehengî ber xwe dide, li dijî qetlîamên dilhişk bi berdela canê xwe disekine û teslîmî desthilatdariyê nabe. Jixwe li ber van qetlîaman bêdengî man, bêmane hevkarbûna sucê ye. Li dijî van qetlîaman ligel netewê Kurd bûn jî bi lihev anîna tekoşîneke milîtanî ve digihîje wate ya xwe û pratîkeke bi vî hawî divîtî ye. Divê were bilêv kirin ku, hemû kesên “dijîşer”, kesên ku dijî mirin û dijî qetlîamin, girînge ku ji vê rojê şunde jî careke din bifikirin. Ev roj, li himberî qetlîaman xwenîşandan û bi roja armûn a azmuneke îspatkirina nasnameyên xwe ye. Roj derbasbûna azmûnan û roja serkeftinê ye AKP’ê k udi hilbijartina 7’ê Hezîranê de binket û wê rojê şunde wek bi awayekî êrişkar nasmaneya xwe diyar kir, piştî hilbijartina 1’ê mijdarê jî ten abi ser xwe bû desthilatdar lê piştî wê rojê jî wekî ku însan li bendê be ji nû ve dest bi êrişên xwe ya li dijî gelê Kurd tevgeriya, di serî de gelê kurd, ji hemû gelan re şer da destpêkirin û êriş kir. Jixwe dershilatdarî, piştî 1’ê mijdarê nimûneyên êrişkariya xwe nîşan dabû, her jî wisa bû, dest bi karê xwe ya şerê kir, ew desthilatdariya AKP ya nijadperest û faşîst, dev ji “Pêvajoya Çareserî û Aşitiyê” jî berda û hemû gotinên xwe ya aşitiyane da sekinandin, bi vî şiklî jî dijminbûna netewa Kurdan aşkere kir. En qarektera hane, li Farqînê pratika xwe derxist holê. Lê gelê Farqînê biyanî ya ev qetlîaman nîn bû, çi ku ev gel, bi dehan sal e govaniya va şerê neheq, berxwedrêra va şerê neheq, mirî, şêhîd û îsyankarê va şerê neheq bû... Ew êrişên ku bi marîfeta hişmendiya

nijadperestî û faşîst e, di rastiya xwe de doh jî heman wisa bû, îro jî wisa ye, dê sibehê jî wisa be. Ev jî ji xwezahiya wî ya faşîstiyê de tê. Ji ber wê jî bi tevahî êrişkariya şerkariyê dike, li himberî vê êrişê jî êrişa Kurdan kir, çi ku Kurdan, sedema têkçiyîna xwe ya hilbijartinê didît. Ji ber vê yeke jî êrişên xwe domand û komkujiyên girseyî pêk tîne. Li Farqînê ku qedexekirina derketina kuçeyan jî berhemên ev yeke bû. Cihên wekî Farqîn kul i wan deran jî qedexekirina derketina kuçeyan dibin jî ne bi sedemên valahiyê çêdibin. Ev hemû cih, gelê Kurd serî heta binî xwe birexistin kirine. Heta dawiya van êrişan, gelê Farqîn ber xwe da û ev berxwedanî ew êrişan têk bir, vala derxist. Bê guman ji vê şunde jî ew êriş dê dubare bin. Lê bele êriş nasekinin, li çend cihên Kurdistana Bakûr bidomin, ew ku doh gund dişewitandin, avahiyên partiyan diteqandin, miting bi xwînê ve dixemilandin, xebatên hilbijartinê asteng dikirin, li ser diwaran wekî ku henekên xwe bînin “dewlet hat” dinivîsandin, ew kes, di serî de gelê

Kurd, li ser hemû hêzên pêşverûtî û şoreşger zextên xwe bidomînin. Ji ber wê jî em dikarin bejin gelê Kurd, wekî doh îro jî di bin xetereya komkujiyê de, di din dagirkeriyeke dilhişkiyê de wek axeke dagirkirî hebûna xwe didomîne. Bi marîfeta qetlîam û zextdayina xwe ve desthilatdariya AKP’ê, hilbijartina 1’ê mijdarê ji bo xwe wek bi awayekî erenî guherand, bi vê rewşê ve giredayî jî xwe wek hêzdar hesiband û êrişên xwe domand. Gelê Kurd jî li himberî van dagirkirinan ber xwe da, têkoşiya û di serî de Farqîn, lig elek deveran azmûnek da û hê jî dide. Ew kuçeyên Farqînê, di bin dagirkeriya faşîzmê de şahadetiya naçirvanî ya însanetiyê kir, ew tanqên ku li girên Farqînê bicîh bûbûn, bi wan komkujiyeke faşîstiyê pêk anîn. Ew Farqîna rengîn, ji dunyayê re wek ciheke tarî kirin, bi vî şiklî hêzên milîtanî yên artêşa TC ya faşîst “paqijiya netewî” kirin, gele Farqînê teslîmî mangayên qetlîamker kirin. Rewşeke heman rewş, di roja îro de jî li Nisêbînê berdewam e. Lê gelê Nisêbînê jî wek gelê Farqînê ber

xwe dide. Ji xêynî berxwedaniyê vebijerkeke din nîn bû ji bo xelkê Farqînê, bi vî sedemê ve giredayî jî gelê Kurd nîşan da ku berxwedanî tê çi wateyê û ji xêynî berxwedaniyê tu çareyeke xelasbûnê nîn e. Netewê Kurd, li himberî êrişkariya artêşa Tirk ya faşîst wek bi awayekî qehremantiyê ber xwe dide. Li himberî qetlîaman bi tu şiklî teslîbûnê qebûl nekirin. Ew zilmê ku bi şêwaza dilhişkiyê ve têkirin, bi hincetiya ber xwe dayînê ye. Jixwe li ber van qetlîaman bêdengî man, bêmane hevkarbûna sucê ye. Li dijî van qetlîaman ligel netewê Kurd bûn jî bi lihev anîna tekoşîneke milîtanî ve digihîje wate ya xwe û pratîkeke bi vî hawî divîtî ye. Divê were aşkere kirin ku, hemû kesên “dijîşer”, kesên ku dijî mirin û dijî qetlîamin, girînge ku ji vê rojê şunde jî careke din bifikirin. Ev roj, li himberî qetlîaman xwenîşandan û bi roja armûn a azmuneke îspatkirina nasnameyên xwe ye. Roj derbasbûna azmûnan û roja serkeftinê ye.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.