Dünya’nın sancısı ve Fransa’da yaşanan katliam gerçeği!
sf 12-13
Devlet katletmeye devam ediyor Cizre’de haftalardır yaşanan devlet terörü hız kesmeden devam ediyor. Önce 14 yaşındaki Ümit Kurt ardından gazetemizin yayına hazırlandığı sırada 12 yaşındaki Nihat Kazanhan Cizre’de polis tarafından katledildi. Bir yandan “çözüm süreci” söylemleriyle “barışı” getireceğini iddia eden AKP, diğer yandan halklara kan kusturmaya devam ediyor. Son iki haftada Cizre’de 6 kişi hayatını kaybetti. Devlet kendi eliyle yaptığı katliamları yine kendi eliyle aklıyor. Sf.16-17
Halkın Günlüğü
16-31 Ocak 2015 Yıl: 4 Sayı: 95 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.org
Hasta tutsakların mücadelesini yükseltelim f GÜNCEL
22-23
Hasta tutsakların tedavilerinin hapishane dışında yapılarak daha sağlıklı bir ortamda yaşamlarını sürdürme talepleri, Adli Tıp Kurumları tarafından görmezden gelinerek hasta tutsaklar ölüme terk ediliyor. Tahliye talebiyle Adli Tıp Kurumu’na başvuran ve 2014 Ekim ayında tahliye edilen hasta tutsak Abdülmecit Aslan ile 40 günden bu yana hastanede tedavi gören Mehmet Canpolat hayatını kaybetti. Ağır hastalıklarına karşın tedavi edilmeyerek tahliyeleri engellenen yüzlerce hasta tutsak, devletin tüm baskılarına karşın hapishanelerde hayatta kalma mücadelesi veriyor.
Kol kırılacak yen içinde kalmayacak!
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
ISSN: 2147-0499
Emperyalizmin yeni miladı: Charlie Hebdo Katliamı! Paris’te Charlie Hebdo mizah dergisi bürosuna yönelik Yemen El-Kaide’sinin gerçekleştirdiği katliamı, koşulsuz, şartsız, ‘ama’sız lanetliyoruz. 12 kişinin hayatını kaybettiği katliamı lanetlediğimiz gibi bu katliamı yeni ırkçı, faşist ve emek düşmanı politikalarının manivelası haline getirmeye çalışan emperyalizmin yeni stratejilerini de teşhir ediyoruz. Emperyalist gericiliğin bizzat beslediği, yahut emperyalist saldırganlığın yarattığı savaş koşullarında büyüyen radikal dinci gericilik yine emperyalizm tarafından kullanılmak istenmektedir. Güya Charlie Hebdo Katliamı‘nı protesto etmek için bir araya gelen em-
08
Sömürü çarkının yağcıları: ‘Din adamları’
peryalist efendiler, Ortadoğu, Afrika ve dünyanın birçok yerinde neden oldukları katliamlardan ellerine bulaşan kanı unutturmaya çalışarak adeta “şov” yaparcasına kol kola yürürken, Avrupa’da PEGİDA adıyla ortaya çıkan kitlesel ırkçı ve yabancı düşmanı hareketlerse emperyalist devletlerin yeni hegemonya politikalarının ve yükselen faşizmin zeminini oluşturmaktadır. İnsanlığın emperyalist gericilik başta olmak üzere her türden gericilikten kurtulması gibi, dini gericilikten de kurtulmasının tek yolu sınıf mücadelesini yükseltmekten geçmektedir.
10
‘Küresel terör’ ya da din gericiliği
14
02 güncel haber
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
Polis baskıları artıyor İstanbul’da yaşayan Ufuk Demirbilek’e karşı senaryo hazırlayarak iş görüşmesi için çağıran istihbarat üyeleri, Demirbilek’e ajanlık teklif etti. Eskişehir’de ise polis DHF üyesi Ali Kadir Güler’in ailesini tehdit etti Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) üye ve taraftarlarına yönelik polis baskılarının giderek arttığı bir süreçten geçiyoruz. Demokratik haklar mücadelesini geliştirerek örgütlü mücadeleyi büyütme kararlılığında olan DHF, dün olduğu gibi bugün de devletin hedefinde yer alıyor. AKP iktidarının ‘demokratikleşiyoruz’ söylemleri ile yaşanan gerçeklik arasındaki çelişki, DHF üye ve taraftarlarına yönelik tehditlerle ve ajanlaştırma politikalarıyla kamuoyunda açıkça teşhir olmaktadır.
İstihbarat iş görüşmesinde İstanbul’da yaşamını sürdüren Ufuk Demirbilek, DHF’de faaliyet yürütürken, aynı zamanda Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi (YÇKM) Sinema Kolektifi içerisinde de çalışmalar yürütüyordu. Sinema Kolektifinden ayrılmak zorunda kalan Demirbilek, yaşamını devam ettirmek için iş ararken, kendisini arayan bir kişi tarafından Kadıköy’e iş görüşmesi yapmak üzere çağrıldı. Reklam ajansıyla görüşmek üzere Kadıköy’de bir simit sarayına giden Demirbilek, daha önce çalıştığı reklam ajansında yaptığı işlerden bahsederek kendilerinin hangi işleri yaptığını sorar. Bu sorusunun ardından karşısındaki kişilerin istihbarat üyeleri olduğunu öğrenir. Demirbilek’i iş verecekleri senaryosuyla görüşmeye çağıran kişiler, Demirbilek’in YÇKM bünyesinde yaptığı çalışmalardan uzun süredir haberdar olduklarını belirterek YÇKM’yi sözde illegal faaliyet yürüten Maoist Komünist Partisi (MKP)’yle ilişkilendirmeye çalışır. Ardından Demirbilek’e ekonomik destek olacaklarını belirtir. Karşılaştığı durumun şokunu yaşayan Demirbilek, masayı terk eder.
Eskişehir’de DHF üyesi ve ailesine polis tehdidi Ocak ayının başından bu yana devlet tarafından DHF üye ve taraftarlarına yönelik gerçekleştirilen tehdit ve ajanlaştırma politikalarına bir yenisi de Eskişehir'de eklendi. Polis, DHF üyesi Ali Kadir Güler’in ailesinin ikamet ettiği eve giderek, ''Ben polis Emre, oğlunuz Eskişehir'de eylemlere katılıyor, araması var, telefon numarasını bizlere verin, polisi yaraladı'' ifadeleriyle aileyi tehdit etti. DHF üyesi ile ailesini korkutmaya çalışan polis, ailenin tepki vermesi üzerine evden ayrıldı. DHF Eskişehir örgütlülüğü polis tehdidine ilişkin şu açıklamayı yaptı: ''Faşist devletin DHF üye ve taraftarlarına yönelik hayata geçirmeye çalıştığı baskı, şantaj, ajanlaştırma ve tehdit politikaları örgütlü mücadelemizle bertaraf edilecektir. Halkın örgütlü gücü olan DHF, egemenleri korkutmaya devam ediyor. Bu saldırılara daha fazla kenetlenerek ve örgütlenerek cevap olacağız.”
Roboskî Katliamı unutulmadı 17’si çocuk 34 kişinin hayatını kaybettiği Roboskî Katliamı, 3. Yıl dönümünde de unutulmadı. Başta Roboskî, Amed, İstanbul, Ankara, Dersim olmak üzere çok sayıda ilde halk katliamcılardan hesap sormak için sokaklara çıkarken, eylemlere yönelik polis saldırıları yaşandı Ülkemizin tarihi kanlı katliamlarla yazılıyor. Her geçen yıl faşist devlet eliyle yeni katliamlara imza atılırken, bütün bir yılı katliamlarda yitirdiklerimizi anmakla, katliamları unutturmamak için verdiğimiz mücadeleyle geçiyor. Aralık ayı katliamlar tarihi açısından çok önemlidir. Maraş, Çorum, 19-22 Aralık Hapishaneler ve en son Roboskî Katliamı. 28 Aralık 2011’de TSK uçakları Roboskî’de 17’si çocuk, 34 kişiyi bombalayarak katletti. Katliam üçüncü yıl dönümünde başta Şırnak, Amed, İstanbul, Dersim, Ankara, İzmir ve Adana olmak üzere ülkenin dört bir yanında anıldı. Roboskî Katliamı’nın yıl dönümünde Roboskî’de bir araya gelen aralarında HDP milletvekilleri ile sendika temsilcilerinin de olduğu binlerce kişi, Çerxa Şoreşa marşı eşliğinde saygı duruşunda bulundu. KESK Genel Başkanı Lami Özgen ile HDP Milletvekillerinin de aralarında olduğu çok sayıda kişi konuşmalar yaptı. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, 3 yıl değil 300 yıl dahi geçse katliamı unutmayacaklarını belirtti. Erdoğan'a seslenen Demirtaş, "Adliyedeki dosyayı kapatabildiniz yalnızca. Emrinizdeki istihbaratçılardan rica ettiniz dosyayı kapattırdınız ama halkın kan ağlayan dosyası kapanmaz. Roboskîli çocukların kanı elinize bulaştı bir kere, sarayınızda huzur bulamayacaksınız. Ey sarayda oturan, bizler sizlerden bu katliamın sorumlularından hesap sormadan bir yere gitmeyeceğiz" dedi. Yapılan konuşmaların ardından binlerce kişi, 34 insanın mezarının bulunduğu köy mezarlığına gitti. Öte yandan bir süredir Roboskî Müzesi için çalışmalar sürerken, müzenin yapılacağı alana kilometrelerce uzaktan görülecek şekilde üzerinde “Adalet, adaletsizliğin olduğu yerde yükselir. Roboskî müzesi burada yükselecek” yazılı büyük bir tabela dikildi.
İstanbul’da Roboskî anmasına engel İstanbul’da HDP’nin çağrısıyla Saraçhane Parkı'nda bir araya gelen binlerce kişi, Aksaray Meydanı'na yürümek isterken polis engeliyle karşılaştı. Eyleme HDP İstanbul Milletvekilleri Sebahat Tuncel ve Levent Tüzel’in de katılırken, polis önce eyleme izin verdiğini belirtirken ardından açılan bayraklar nedeniyle yürüyüşü engellemeye çalıştı. Bayraklar indirilmesine karşın valilik tarafından eyleme izin verilmediği açıklanarak parkın etrafı TOMA ve çevik kuvvet polisleri tarafından sarılarak girişler kapatıldı. Yapılan görüşmeler sonuç vermeyince parkta basın açıklaması yapıldı. Eylemde Roboskî'de yaşamını yitiren 34 kişiyi temsil eden tabutlar ve "Roboskî Unutursak Kalbimiz Kurusun" yazılı pankart taşındı. DBP İstanbul İl Eşbaşkanı Emrullah Bingül, HDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel’in yaptığı konuşmaların ardından eylem sonlandırıldı. Amed’de ise Roboskî Katliamı’nın yıl dönümünde KESK Diyarbakır Şubeler Platformu üyeleri, Kayapınar ilçesinde bulunan Roboskî Anıtı önünde Roboskî’de katledilenleri andı. Yüzlerce kişinin katıldığı anma saygı duruşuyla başladı. Burada bir açıklama yapan KESK dönem sözcüsü Medeni Tuşti, Roboskî’nin Kürt halkı için bir bellek olduğunu kaydederek, Roboskî Katliamı’nı unutanların insanlığından şüphe etmesi gerektiğini söyledi. Tuşti, Roboski Katliamı’nın insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu belirtti. Öte yandan DBP Çınar İlçe Örgütü tarafından da bir basın açıklaması gerçekleştirilerek katliam protesto edildi. Mezopotamya Hukukçular Derneği (MHD), Roboskî Katliamı’nın yıl dönümünde Diyarbakır Adliyesi önünde basın açıklaması yaparak katliama ilişkin hükümet yetkililerinin sorumluları ortaya çıkaracağını iddia ettiğini ancak katliamın üzerinden 3 yıl geçmesine karşın katliamı unutturma çabası içerisine girdiğini ve üstünün örtülmesi için elinden gelen her türlü çabayı gösterdiğini söyledi. İzmir’de HDP’nin çağrısıyla aralarında Demokratik Haklar Federasyonu'nun da olduğu devrimci, demokratik ve yurtsever kurumlar, Roboski’de katledilenleri anmak için Konak Pier önünden eski Sümerbank önüne alkış ve zılgıtlarla yürüdü. “Dersim Maraş Roboskî unu-
tulmaz hiçbiri” , “Katil devlet hesap verecek” , “Kürdistan goristan ji bo faşistan” sloganlarıyla Sümerbank önüne yürüyen kitle adına bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Açıklamanın ardından 5 dakikalık oturma eylemi gerçekleştirildi."Roboski'yi unutma unutturma" sloganıyla eylem sonlandırıldı. Dersim'de Roboskî Katliamı’nı için DHF, HDP, DBP, ESP ve EMEP tarafından Roboskî’nin yıl dönümünde meşaleli bir yürüyüş ve basın açıklaması gerçekleştirildi. Sanat Sokağı'nda bir araya gelen kitle ''Dersim'den Gazi'ye Halepçe'den Roboskî'ye Tüm Katliamları Boşa Çıkararak Varlığımızı Koruyup Örgütlüğümüzü Kazanacağız'' pankartı arkasında ellerinde meşalelerle yürüyüşe geçerken yürüyüşün önünde katliamın ardından cesetlerin katırlarla taşınmasını sembolize etmek için bir katırın sırtına sembolik olarak cesetler yüklendi. Seyit Rıza Meydanı'na gelindiğinde yapılan basın açıklamasında, "Dersim 1938'den bu yana Maraş'ta, Sivas'ta; Roboskî'de yaşananlar aynıdır. Bunları dile getirmeye, her alanda mücadele etmeye devam edeceğiz. Bu katliamlar sürdükçe biz de alanlarda, meydanlarda bununla mücadeleyi sürdürmeye devam edeceğiz" ifadelerine yer verilirken Roboskî Katliamı’nda yaşamını yitiren Sait Öncü'nün kardeşi Medine Öncü de söz alarak konuştu.
Erzincan’da Roboskî anmasına polis ve sivil faşistler saldırdı Aralarında DHF’nin de olduğu Erzincan Demokrasi Güçleri tarafından Erzincan Cumhuriyet Meydanı’nda yapılmak istenen Maraş, 19-22 Aralık Hapishaneler ve Roboskî Katliamlarını protesto etmek isteyen kitleye sivil faşistler ve polisler saldırdı. Sloganlarla Cumhuriyet Meydanı’na gelen kitle polis tarafından tehdit edilerek eylem engellenmeye çalışılırken, kitle kararlılığını sürdürerek eyleme devam etti. Yapılan basın açıklamasında, AKP iktidarı ile Cemaat, emniyet ve TSK’nın uyum içerisinde katliamların üzerini örtmeye çalıştığı ifade edilerek soykırım ve katliamın takipçisi olunacağı belirtildi. Basın açıklamasının ardından yapılan tiyatro gösterimi sırasında çevik kuvvet polisleri kitlenin etrafını sararken, polis eşliğinde sivil faşistler kitleye saldırdı. Saldırı sırasında birçok kişi yaralanırken, 1 kişi de gözaltına alındı. Yaşanan saldırının ardından aralarında
03
SINIF TAVRI
2015 YILINDAKİ TEHLİKELER VE GÖREVLER!
B
DHF’nin de olduğu kitle sloganlar ve ajitasyonlar eşliğinde Cumhuriyet Mahallesi’ne giderek yaşanan saldırıyı halka teşhir etti. Gözaltına alınan kişinin serbest bırakılması talebiyle gerçekleştirilen oturma eyleminin ardından eylem sonlandırıldı. Muş' un Varto ilçesinde HDP ve DBP öncülüğünde bir araya gelen aralarında Yeni Demokratik Sendikal Birlik (YDSB) üyelerinin de olduğu Emek ve Demokrasi Güçleri Roboskî Katliamı’nı protesto etti. DBP ilçe binası önünde bir araya gelen kitle ''Katliamları Lanetliyoruz'' , ''Roboski İçin Adalet'' pankartlarının arkasında Newroz alanına yürüyerek bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Eskişehir’de aralarında DHF’nin de olduğu Emek ve Demokrasi Güçleri, Roboskî Katliamı’nda hayatını kaybedenleri anmak için Hamamyolu Yapı Kredi önünde bir araya gelerek Adalar Migros önüne yürüdü. Eylem sırasında, "Roboski’yi unutma unutturma”, “Katil devlet hesap verecek” sloganları atıldı. Basın açıklamasında şu ifadeler yer aldı: "Roboskî Katliamı Kürt halkına yönelik özel savaş politikalarının sonucudur, son derece planlı ve bilinçli yapılmıştır. Katliamın planlayıcısı ve karar veren gücü siyasi iktidardır. Bu nedenle aradan 3 yıl geçmesine karşın, sorumlu hiçbir kişi tutuklanmadı ve soruşturmaya alınmadı. Roboskî Katliamı’nın failleri açığa çıkarılması ve yargılanması için yerel ve uluslararası bütün hukuk süreçlerini takip etme kararlılığındayız." Zongultak’ta ise HDP'nin çağrısıyla Madenciler Anıtı’nda DHF taraftarlarının da olduğu devrimci, demokratik ve yurtsever kurumlar tarafından yapılan eylemle Roboskî Katliamı’nda hayatını kaybedenleri andı. Antep’te Vatan Mahallesi'nde düzenlenen Roboskî anmasınaysa polis saldırarak aralarında HDP İl Yöneticilerinin de bulunduğu 11 kişiyi gözaltına aldı.
≫ ismail uçar
ir önceki yazımızda 2015 yılının avantajları üzerinde çeşitli değerlendirmelerde bulunmuştuk. Bu yazımızda ise karşı karşıya kalacağımız tehlikeler ve görevlerimiz üzerine özet yapmaya çalışacağız. 2015 yılına emperyalist- kapitalist dünya sistemi çok daha hazırlıklı ve daha kapsamlı stratejik saldırılarla girmektedir. Özellikle Ocak ayında Paris’teki karikatür dergisi baskını ve katliamı karşısında emperyalistlerin algısı, kavrayışı ve yönelimini bu şekilde görmek mümkündür. Aynı şekilde Türkiye- Kuzey Kürdistan’da bizzat tekçi faşist Türk devletinin açık ve gizli hazırlıkları eşliğinde kullandığı yalan ve demagojiler konseptli sert argümanlar üzerinden gerçekleştirilen algı operasyonları ve manipülasyonlar, gözaltı ve tutuklamalar, baskı ve katliamlarıyla oldukça kapsamlı stratejik tasfiye saldırılarını sürdüreceğini söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. AKP iktidarının 2015 yılına çok daha hazırlıklı girdiğini söyleyebiliriz. Gezi- Haziran Ayaklanması ve 6- 8 Ekim Serhildanı karşısında tekçi faşist Türk hakim sınıf iktidarlarının da açık ya da gizli, yasal ve anayasal düzlemde kendini tahkim ettiğini kabul etmeliyiz. 30 Ekim 2014’de gerçekleştirdiği Milli Güvenlik Kurulu(MGK) toplantısında, TürkiyeKuzey Kürdistan işçi ve emekçilerine, kitlelerin çeşitli düzeylerdeki örgütlü kesimlerine yönelik topyekün savaş kararını pekiştirdiklerini vurgulayalım. Bunu da bizzat tekçi faşist devletin bir stratejisi olarak esas anayasası olan ’’Kırmızı Kitap’’ ına da dahil ettikleri tartışma götürmez bir husustur. Tekçi faşist Türk devletinin yukarıdan aşağıya açık ya da gizli kurumları komplike bir konseptle harekete geçti bile. Özellikle Gezi- Haziran Ayaklanması ve direnişi, 6-8 Ekim Serhildanı gerekçe gösterilerek çıkarılan ve kamuoyuna da’’Yargı Paketi’’ denilen bazı kanunlarda değişiklik yapılan yasanın Mecliste de onaylanıp yayınlanması ve yürürlüğe girmesiyle ’’makul şüphe’’ ve polise verilen 24 saatlik gözaltı yetkileriyle AKP iktidarına en küçük muhalefet edenleri bile yargılama hatta katletme bile yasal hale getirilmiştir artık. Bu yönüyle 12 Eylül askeri faşist cuntası ve 1990‘lardaki Çiller- Güreş- Ağar konseptli sindirme, tasfiye, saldırı, infaz ve katliamlarından geri kalır yanı olmayan tekçi faşist Türk devletinin bekası için saldırı ve katliamların devreye sokulduğunu vurgulayabiliriz. Bütün bunlarında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde çoktan güncellenmesi için harekete geçildiğini göstermektedir. Cizre’deki Ümit Kurt’un katledilmesi de bundan asla bağımsız bir olgu değildir. Uluslararası emperyalist sermayenin önceki süreçlerine göre daha fazla
derinleşmesi ve merkezileşmesine uygun olarak her yaşanan yeni sürece yönelik hem kendini hem de kendisine bağımlı ülke ve toplumları olmak üzere ulaşabildiği tüm sınırlarıyla bütün unsurları kendine göre yeniden yapılandırma ya da dizayn etmenin çok yönlü teorik pratik saldırı ve tasfiye politikalarını sürdüreceği sürekli göz önünde tutulmalıdır. Yani emperyalist küresel hegemonya doğayı, insanı ve yaşamı daha metalaştırmak için saldırılarını bu yıl daha fazla yoğunlaştıracaktır. Bir yandan doğayı daha fazla tahrip ederken, diğer yandan insanı ve yaşamı özel mülkiyet çıkarları uğruna daha fazla kar için metalaştırmanın teorik ve pratik politikaları sürgit devam edecektir. Dünya halkları ve ezilen uluslara karşı saldırılar ve tasfiye politikaları daha merkezileşmiş, tarihsel kökleri ve stratejik temelde daha sistematik olarak gerçekleştirilecektir. Bütün bu saldırı ve tasfiye politikalarına karşı dünya halkları ve ezilen uluslar, devrimci ve komünist kesimlerin de daha fazla ortak paydalarda mücadelenin çeşitli araç ve yöntemlerini de kullanarak aynı platformlarda eylem birlikleri ve birlikler içerisinde yer alarak devrimci direniş ve savaşı yükseltmelerinin de ertelenemez görev olarak sırtımıza yüklediği tartışma götürmez bir gerçekliktir. Fakat gelgör ki komünist bilimimizin bir eylem kılavuzu olarak yaşayan canlı ruhu olan somut koşulların somut tahlili ilkesinden hareketle ortaya konarak güncelleşmesini bekleyen o kadar konu ve alan vardır ki. Bütün bunlara yönelik olarak asgari düzeyde devrimci teorinin sürekli surette ilerletilmesi ve güncelleşmesi gereği en başta gelmektedir. MKP olarak bu durumun 3. Kongre‘yle esasta aşıldığı ve buzun kırıldığı söylense de dünya ve Türkiye- Kuzey Kürdistan’da genel olarak devrimci ve komünist hareket açısından bu durumun hala aşılmadığını ne yazık ki belirtmek isteriz. O halde devrimci ve komünist hareket, ülke ve dünya devrim tarihininin geçmiş ve bugünkü somut durumunu tarihsel ve diyalektik materyalist bakış açısıyla doğru ve bilimsel olarak inceleyerek devrimci teorimizin sürekli geliştirilip güncellenmesi görevini geciktirmeksizin yerine getirmek durumundadır. Devrimci ve komünist bilimimizin ancak bu şekilde kitlelerin elinde güçlü bir silah haline getirilebileceği ve başka bir alternatifimizin olmadığı artık yeterince anlaşılmalıdır. İşte böylesi bir devrimci teorinin ışığında özgürlük ve bağımsızlık, devrim, sosyalizm ve komünizm mücadelesinin dünya genelinde Halk Savaşı‘nın ve bunun Türkiye- Kuzey Kürdistan özgülünde Sosyalist Halk Savaşı’nı 2015 yılı içerisinde bütün görevleriyle birlikte örgütlemek, Maoist hareketimizi
böylesi bir mücadele ve savaş içerisinde ön plana çıkan kadro, üye ve militanlardan daha da güçlendirerek toparlamak, radikal militan devrimci savaş gücümüzü nicel ve nitel olarak geliştirmek, yeni kuvvetlerle eğiterek ilerletmek ve yeniden savaşa seferber etmek, başta hareketimiz içerisinde olmak üzere tüm yoldaşlar ve kopmuş bütün komünist parti, örgüt, grup ve bireyleri birleştirerek büyük birlikler kurmak, bunun da yardımıyla başta kendi güçlerimiz olmak üzere sosyalizmin hemen tüm güçleriyle ortak çalışmalar örgütlemek ve gerçek bir Partizan Halk Hareketi yaratmak, uluslararası alanda doğru yanlış temelinde ideolojik mücadeleyi elden bırakmadan daha sıkı bir birliğe sahip, daha ileri ve etkin bir Komünist Enternasyonel Hareket’in örgütlenmesi, bu temelde her bir ülkedeki devrim mücadelesinin gelişmesi için daha etkin bir şekilde teorik pratik çalışılması gerekmektedir. Bütün bu görevleri bütünlüklü olarak başarmak için Maoist Komünist Partisi 3. Kongresi zaten büyük bir seferberlik başlatmış bulunmaktadır. Devrimci dostlarımızın da böylesi bir seferberlik içerisine girerek devrimci savaş mücadelesinin engin denizine atılması yönlü devrimci iyimserliğimizi koruyoruz. Karşı- devrimin tarihsel ve köklü, kapsamlı ve stratejik saldırıları ve tasfiye politikalarına karşı 2015 yılı, başta komünist ideoloji olmak üzere devrimci teori ve bu perspektifle siyasal, örgütsel ve askeri topyekün pratik bir seferberlikle önemli bir eşikten geçecektir. Ya bu eşiği doğru ve bilimsel olarak somut ve güncelleşmiş teorik pratik politikalarımızla aşacağız ya da geri düşerek aşınacak ve sürekli gerileyerek yok olacağız. Kendiliğindenciliğin panzehiri olarak bilinçli kolektif kararlaşmalar ve bu temelde yürütülecek devrimci savaş ana eksenli somut ve güncel pratik mücadeleler, 2015 yılında önemli bir ayraç olacaktır. Özellikle son yıllarda gelişen Gezi-Haziran Ayaklanması ve dersleri, 6- 8 Ekim Serhildanı devrimci ve komünistlere son derece önemli dersler sunmaktadır. Ezilen ve sömürülen kitlelerin geçmişten bugüne bütün bu dersleri birikerek bayraklaşan direnişleri karşısında kitlelerden kitlelere çizgisi ve yönelimiyle 2015 yılını doğru değerlendirmeliyiz. O halde her alanda ’’vardık, varız, varolacağız’’ bilinci ve perspektifiyle geçmiş tarihsel süreçlerden de birikerek devreden bu yılın ilerici ve devrimci görev ve sorumluluklarına lafta değil pratikte, sözde değil özde, doğru biçim ve içerikleriyle sıkı sıkıya sahip çıkarak bıçak sırtındaki tehlikeleri aşmak için büyük bir seferberlik ruhuyla harekete geçelim. Egemenlerin tüm tasfiyeci politikalarını durdurma ve tasfiye etme mücadelesini 2015 yılının da ertelenemez görevi olarak kuşanalım.
04
güncel haber
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
Osmanlı’dan günümüze yolsuzluk ve rüşvet! Osmanlı’dan TC’ye de bu gelenek çeşitli biçimlerde sürdürülmüş ve bugünlere kadar gelmiştir. Bir yandan kendi aralarındaki iktidar dalaşı için bizzat halk kitlelerini saflarına çekmenin teorik pratik politikalarını sürdürürken, diğer yandan hakim sınıf klikleri içerisindeki muhalif kliklere karşı da acımasızlık tüm çıplaklığıyla devam ettirilmiştir Osmanlı’dan ve hatta ondan daha önceki süreçlere denk gelecek sömürücü egemenler içerisindeki yolsuzluk ve rüşvet geleneği bir avuç azınlık diktatörlük sistemlerinin nesillerden nesillere aktardığı önemli bir özelliğidir. Ve hatta en büyük yiyici ve rüşvetçi Osmanlı hanedanlık sarayına halk kitleleri “Şalvarı şaltak Osmanlı, eğeri kaltak Osmanlı, eken de yok, biçen de yok, yemede ortak Osmanlı’’ diyerek özlü sözüyle lafını diline dolamıştı. Bu özelliği Osmanlı’ nın devamı ve onun ardılı TC devletinin tüm tarihsel süreçlerinde de çok açık görmek mümkündür. Devletin vergi yasasıyla Türkiye- Kuzey Kürdistan halklarını ağır vergiler altında tuttuğunu vurgulamak yersiz olmaz. Devletin vergi daireleri binaları önünde herkesin göreceği şekilde ‘’Ödediğini her kuruş vergi, size yol- su- elektrik olarak geri dönecektir’’ yazmaktadır. Fakat maalesef tüm bunlardan da ek vergiler alınmaktadır. Yolları, suyu ve elektriği paralı yaparak ve günden güne zamları ardarda ekleyerek en büyük yiyici olanın yine tekçi faşist Türk devletinin olduğunu basbas bağırmaktadır tüm gerçekler. Devletin mali politikada da oldukça şeffaf olması gerekirken tam aksi yönde aslında mali kurumlaşması ve politikaları bizzat emperyalist efendileri tarafından organize edilmekte ve en ince ayrıntısına kadar uluslararası emperyalist blok güçlerin mali kurumları ve memurları üzerinden gerçekleştirilmektedir. Uluslararası emperyalist sermayenin önceki süreçlere göre günümüz koşullarında çok daha derinleşmesi ve merkezileşmesi kaspamında başka şekilde de düşünülemezdi zaten. Özellikle Osmanlı saray yolsuzlukları ve rüşvet politikaları da diğer tüm acımasızlıklarıyla ünlüdür ve özellikle Padişah ve uleması tarafından oldukça acımasız yöntemlerle karşılık bulmuştur. Nitekim devletlü denilen padişah ve yakın çevresindeki ekonomiyi elinde bulunduran bir elin parmakları düzeyinde sayıca az bir kesim hazineyi kimseyle paylaşmak istememekte ve buna göz dikenin ise bizzat canına okumaktadır. Ve fakat bizzat maliyeyi elinde
bulunduran bu elit kesim içerisinde de rüşvet ve yolsuzluk politikaları hiç de az değildir. Ve bütün bu gelişmeler devleti ve yönetimi elde tutan bir avuç güç içerisinde de kendi arasında durumu tölere etmek ve bizzat ahaliden gizlemek kaydıyla saltanatlarını sürdürme temelinde yürütülmektedir. Tabii ki içlerindeki bazı kesimler tüm hazineneye göz diktiklerinde ise hiç de göz yaşına bakılmadan kılıçtan geçirilmekte hatta kazığa oturtularak cümle aleme mesaj verilmektedir. Böylesi bir sistem altında yaşayan halk kitlelerine ise devlete karşı gelenin, devletin malına ve mülküne göz koyanın da bu ve buna benzer şekilde cezalandırılacağı mesajı çok açık verilmekteydi.
Osmanlı’dan bu yana dönen faşist sömürü çarkı Osmanlı’dan TC’ye de bu gelenek çeşitli biçimlerde sürdürülmüş ve bugünlere kadar gelmiştir. Kendi aralarındaki iktidar dalaşı için bizzat halk kitlelerini saflarına çekmenin teorik ve pratik poltiikalarını sürdürürken diğer yandan hakim sınıf klikleri içerisindeki muhalif kliklere karşı da acımasızlık tüm çıplaklığıyla devam ettirilmiştir. Hem de bütün bunları çeşitli komplolar ve hilekarlıklar eşliğinde gerçekleştirmiştir. Tam da böylesi bir gerçekliği kamuoyunda 17 ve 25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu olarak bilinen ve ortaya çıkan olgularda da görmek mümkündür. Öyle ki o kadar açıktan yolsuzluklar ve rüşvetler ortadayken ve hatta ayakkabı kutularına kadar deşifre olmuşken, önce algı operasyonları ve akabinde yasal ve anayasal düzenlemelerle tamamen kendi hakim yolsuzluk ve rüşvetçi kliğine hizmet eder şekilde gerçekleştirilen politikalar ve elinde bulundurduğu tüm devlet ve gizli- özel kurumlarını da
kullanarak ‘’akla-n-ma’’ yönelimi ve pratiği klasik bir devlet geleneği ve politikası olarak hayat bulmuştur. Ne yani AKP iktidarının yolsuzluk ve rüşveti karşısında bir de ondan doğru bir adalet ya da yargılama mı beklenecekti? Bunu beklemek gerçekten özel mülkiyet çıkarları için ikitdarı ve devleti elinde bulunduran azınlık diktatörlüğünü gerçekten anlamamak ve ona belli olumlu misyonlar biçmek olacaktır ki ilerici, devrimci ve komünistlerin böyle bir anlayış ve değerlendirme içerisinde olamayacaklaırnı baştan vurgulamak isteriz. Ki bu noktada tekçi faşist devletin muhalif klikleri ve partileri bile bizzat hakim sınıf kliği partisi halindeki AKP iktidarına yönelmiş ve onu zayıflatmak için ortaya çıkan bu rüşvet ve yolsuzluk durumuna yönelmişken devlete muhalif ve alternatif düzeylerdeki ilerici, devrimci ve komünistlerin çok daha köşeli ve sağlam temelleriyle hakim sınıf kliklerinin her geçen gün daha fazla rant elde etmesine sessiz kalmaları tasavvur bile edilemez.
AKP ve Gülen Cemaati; yorgan gitti kavga bitti AKP iktidarının önemli bir bölümünde birlikte yiyip içtiği, rüşvet ve yolsuzlukları birlikte gerçekleştirdiği Gülen Cemaati’yle suç ortağıyken asla birine karşı diğerini suçlu suçsuz, haklı haksız, doğru yanlış gibi değerlendiremeyiz. İkisi de yiyici, suçlu, haksız ve yanlıştır. 17- 25 Aralık operasyonundan bugüne birbirlerine karşı yönelimi ve özellikle de iktidarı elinde bulunduran Erdoğan önderliğindeki AKP’nin önemli avantajları eşliğinde süreç gelişme göstermektedir. “Paralel yapıyla mücadele’’ adı altında AKP iktidarının hamleleri daha da yoğunlaşmış ve 2014 yılının son MGK toplantısında da aynı yönelim durumu kararlaştırıla-
rak devam ettirilmiştir. Dolayısıyla gerek ülke içerisinde gerekse de ülke dışında bahsi geçen konuda ortaya çıkan kavga ve dalaş devlete daha fazla hakim olma ve tabii ki devlet üzerinden de daha fazla yolsuzluk, rüşvet, yiyicilik ve daha fazla zenginliklerine zenginlik katma kavgasıdır. AKP iktidarı tabii ki kendi pisliklerini örtbas etmek için manipülasyonlar gerçekleştirmektedir ve genel seçimlerin her geçen süreçte yakınlaşmasıyla tabii ki kendini daha fazla koruyarak süreci kendi lehine daha fazla kullanmaya çalışacaktır. Bir ara kendilerinin ne kadar da temiz ve kendi içerisinde rüşvet ve yolsuluğa bulaşanlara acımayacakları ve kendilerini bizzat cezalarını vereceklerini kamuoyuna beyan ederek dillendirseler de çok geçmeden bunun bir algı denetimi ve manipülasyon amaçlı olduğu ortaya çıkmıştır. Ve yaşanan sürece “demokratik’’ bir atmosfer de katmak için bizzat Meclisteki partiler tarafından kurulan çoğunluğu AKP iktidarı milletvekillerine ait soruşturma komisyonu tarafından yüce divana (nasıl yüceyse) gönderilmesine gerek olmadığı yönlü ara karar çıkmıştır. Raporda, bakanlar hakkındaki soruşturmaların "manidar ve isimsiz ihbarlarla" gerçekleştirildiğine vurgu yapılmaktadır. "Soruşturma, yasaların hileli yollar denenerek aşılması suretiyle yetkisiz hukuksuz olarak yürütüldü" deniyor.Ve hemen akabinde ise bizzat AKP iktidarına mensup kesimler tarafından bazı belgeler imha edilmiştir. AKP’sinden CHP ve MHP’sine kadar bütün düzen partileri özellikle seçim süreçlerinde ve hatta programlarında rüşvet ve yolsuzlukların üzerine gidileceği yönlü vaatler üstüne vaatler vermekten ve sürekli yalanlar söylemekten hiç utanç duymamaktadır. Kendilerinin ne kadar da “kul ve yetim hakkından, rüşvet ve yolsuzluktan, haktan adaletten’’ vs bahsederse bahsetsin on yıllarca hükümet, iktidar ve devlet içerisinde en büyük yiyiciler kategorisinde birbirleriyle maraton yarışına ancak girebilir. Zira hepsi rüşvet ve yolsuzluk bataklığına yeterince batmıştır ve bu anlamda da çoğu zaman vurguladığımız gibi şıracının şahidi bozacı olamaz. Hepsi de birbirlerinden beterdir ve al birini vur ötekine deyimi ancak bunlara en uygun olanıdır. Hakim sınıflara ve düzen partilerine mensup kesimler de tabii ki mevcut AKP iktidarını zayıflatarak kendilerini güçlendirmeye çalışacaktır. Bunda anlaşılmayacak herhangi bir şey yoktur. Bunun için de teşhir kampanyalarına şimdiden başlamış durumdadır. Dolayısıyla rüşvet ve yolsuzluk üzerinden ortaya çıkan hakim sınıf klikleri arasındaki çelişkilerin kızışması iyidir. Bu durum devrimci ve komünistleri sistemi teşhir için önemli avantajlar sunmaktadır. Tarihsel kökleri ve temelleri de işlenerek bu teşhir kampanyalarıyla kitlelerin aydınlatılması ve bilinçlendirilmesi önemlidir.
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
05
Oğuz Saruhan sonsuzluğa uğurlandı Kobanê savunmasında yer alan MLKP savaşçısı Oğuz Saruhan (Algan Zafir) 30 Aralık 2014’de şehit düştü MLKP, Kobanê’de şehit düşen Oğuz Saruhan (Algan Zafir)’a ilişkin "Şehitlerimizin İzinden Zafere Yürüyoruz" başlıklı bir açıklama yayınladı. Açıklamada şu ifadeler yer aldı: "O, genç ömrünü, onur ve özgürlük kavgasının en önünde dövüşerek tamamlarken, hepimize güçlü bir miras ve umut dolu heyecanlar bıraktı. Onun hayali olan, sosyalizmin zaferini kazanmak, özgürlükler dünyasını kurmak ve yaşatmak boynumuzun borcudur." Saruhan'ın, Urfa'dan alınan cenazesi, doğum yeri olan Mardin'in Derik ilçesine bağlı Şêx Ahmet Köyü’nde binlerce kişi tarafından karşılandı. Cenaze törenine Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP) Genel Başkanı Sultan Ulusoy, HDP Mardin Milletvekili Gülser Yıldırım, Suphi Necat Ağırnaslı’nın babası Hikmet Acun, ESP, HDP, DBP, MEYADER, Barış Anneleri Meclisi ve Eğitim Sen üyeleri katıldı. MLKP ve YPG imzalı “Kobanê Şehidi Oğuz Saruhan Ölümsüzdür” pankartın açıldığı törende Saruhan’ın cenazesi omuzlarda taşındı. Kitle ”Yaşasın devrimci dayanışma” , “Oğuz yoldaş ölümsüzdür” , “Bijî berxwedana Kobanê” sloganlarıyla köy mezarlığına giderek, Saruhan’ı sonsuzluğa uğurladı.
Saruhan Kobanê direnişinde ölümsüzleşti
Törende konuşan Sultan Ulusoy, Rojava ve Kobanê direnişinde hayatını kaybedenleri anarken, genç komünist bir işçi olan Oğuz Saruhan’ın Kobanê’ye giderek direnişe katıldığını belirtti. Ulusoy şu ifadelerle konuşmasını bitirdi: “Disiplini ve fedakârlığıyla yoldaşlarının ve siper yoldaşlarının gönlünü fethetti. O’nun bu duruşu geldiği işçi sınıfının tavrına çok uygundur. Komünist bir işçi olarak adanmışlığı, kendini ortaya koyuşunun en güzel örneği oldu.”
Saruhan için taziye çadırı HDP Mardin Milletvekili Gülser Yıldırım da devrimci dayanışmanın önemine vurgu yaptığı konuşmasında, "Bu ülkedeki ezilenler özgürleşecekse bunun tek yolu devrimci dayanışma ve birlikten geçer" dedi. Cenaze töreninde Suphi Nejat Ağırnaslı (Paramaz Kızılbaş)’nın babası Hikmet Acun da yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Son uykusuna dalan bu çocuk Kürtlerin büyük uyanışının, özgürlüğünün zaferinin bir nişanıdır. Kürtlerin özgürlüğü Türklerin de özgürlüğüdür. Rojava’nın özgürlüğü, Ezidînin, Süryaninin, Arabın özgürlüğüdür. Bu çocuklar bunun için savaşıyor. Bunun için sonsuz uykularına dalıyorlar.” Törende Oğuz Saruhan’ın babası Enver Saruhan’ın yanı sıra, Sibel Bulut’un ailesi de cenaze törenine mesaj göndererek “Saruhan’ın mücadelesi bizim mücadelemizdir” dedi. Cenaze töreninin ardından kitle, Saruhan için açılan taziye çadırına gitti.
UFUK ÇİZGİSİ
≫ bakış can
‘TÜRK DEVLETİ’ İFADESİ ÜZERİNE
F
aşist Türk devleti ve TC devleti olmak üzere, iki kavramın kullanımı ciddi hatalar barındırdığı için eleştirmenin faydalı olacağını düşünüyor, eleştirimize ge-
çiyoruz. Önüne faşist niteliği eklense de eklenmese de ‘Türk devleti’ argümanı bugün sınıf orijinli devrimci yapıların literatüründe yaygın bir tanımlama olarak kullanılmaktadır. Bu tanımlama biçimi milliyet/etnik orijinli herhangi bir hareket tarafından kullanılsa, varsayılan hareketin milliyetçi niteliği gereği ve böyle bir yapının kullanabileceği bir tanımlama olarak bir yere oturur. Egemen Türk ulusu hâkim sınıflarının başını çektiği Türk Milliyetçiliğinin gadrine uğrayan diğer ulus milliyetçisi hareketlerin milliyetçi şekillenişi veya milliyetçi çıkışı doğrudan egemen ulus milliyetçiliğinin ürünüdür. Bu zeminde milliyetçi dil ve söylemleri bir nebze de olsa anlaşılırdır. (ki, ezen ulus milliyetçiliğine karşı ezilen ulus milliyetçiliğinin anlaşılır olduğu unutulmamalıdır.) Ne var ki, sınıf bakış açısına sahip ya da o iddiada olan bir hareketin milliyetçi argümanlar kullanması sınıf mesafesinden bakan hareketin kaba bir milliyetçiliği olarak değerlendirilebilir. “Türk devleti’’, “Kürt devleti’’, “Alman devleti’’ vb vs bütün tanımlamalar özünde Milliyetçilikten sakattır, sınıf diline esasta yabancıdır. Proleter devrimci sınıf bakış açısına uygun olan tarif, “Türk hâkim sınıfları veya Türk egemen sınıfları devleti’’ biçimindeki ifadedir. İsrail ulusunu toptan Siyonist olarak değerlendirebilir miyiz? Hayır. Türklerin hepsini ‘TC’ devletinin sahibi görebilir miyiz, dahası bu devletin uygulamalarından / faşist niteliğinden sorumlu ve bir tutabilir miyiz? Hayır. Peki “Faşist Türk devleti’’ dediğimizde Türklerin egemenleriyle, ezilen sömürülen geniş kitlelerini vb ayırmış olur muyuz? Hayır. Ama “Faşist Türk hâkim sınıfları devleti’’ veya “Türk hâkim sınıfları faşist devleti’’ dediğimizde, hem devletin niteliğini ve hem de devletin egemen ulusal kimliğiyle birlikte hangi sınıflara ait olduğunu ve elbette sınıf niteliğini açıkça söylemiş oluyoruz. Diğer ifade biçimi ise ABD emperyalizmi yerine tüm ABD’yi düşman gören ve dolayısıyla da ABD halk kitlelerini ayırmayıp, kabasından Milliyetçiliğe saplanan sakat ve sınıf siyasetinden yoksun bir görüşü yansıttığı açıktır. Niyet ne olursa olsun objektif gerçek budur. Yani hatalı kullanılan tanımlama veya kavramların sonuçları da elbette olumsuz olacaktır. Devlet her zaman egemenlerin olmuştur. Onun milli niteliği ikincil niteliği olabilir. Bunun da ötesinde bir milletin devleti, gerici şartlarda safsatadan ibarettir. Hiçbir zaman ulus kitleleri devlete sahip değildir. Ulus kavramı içinde yer alan geniş emekçi kitleler ve geniş ulusal kitleler de hiçbir zaman devlete sahip değildir ve uluslarının adını da taşısa devlet asla onların değildir. Devlet sadece ve sadece onların bir avuç zengin olan egemen sınıflarının elindedir, bunlara aittir. Türk milliyetine mensup işçinin midir adı geçen devlet? Asla! Türk ulusuna ait herhangi bir Türk vatandaşının mıdır? Hayır! O halde devletin, milletin devleti olduğu iddiası açık burjuva bir safsatadır. Devlet kuruluşundan / ilk ortaya çıkışından itibaren ezenin ezileni baskı altında tutmak ve baskı uygulamak için kullandığı bir zor aygıtıdır. Sınıf kardeşliğinin veya gerici çıkar ve sömürüye dayalı kardeşliğin milli kardeşlikten önde olduğu her
vesileyle görülen ve doğrulanan bir gerçektir. Nusaybin’de İngiliz maden şirketinin çıkarlarını korumak amacıyla Türk işçilerini demiryolunda katleden Türk askerlerdi… ABD emperyalizminin çıkarları uğruna halklarımızı veya Türk ulusuna mensup işçileri, aydınları ve devrimcileri vb katleden Türk hâkim sınıflarının temsilcileridir. Bugün de AKP iktidarıdır. Başka bir hatalı kavram ise ‘TC devleti’ ifadesidir. Doğrusu, TC’nin tırnak içine alınarak yadsınması veya kökten ret anlamındaki itirazımızın yansıtılmasıdır. ‘TC devleti’ ifadesi, bizler açısından TC’nin tırnak içine alınması biçiminde kullanılırsa doğrudur. Zira faşist devletin bir cumhuriyet olmadığı açıktır. Hem faşist diktatörlük vb tanımlamaları yapıp, hem de cumhuriyet tanımlamasını benimseyip kullanmak sınıf perspektifi açısından tutarlı olmaz. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti ismine karşı çıkmak yine sınıf bakış açısının gereğidir. Yani Türkiye Cumhuriyeti’ni, bizler ‘Türkiye Cumhuriyeti’ biçiminde tırnak içine alarak kullanmalıyız. Çoğu kez (her zaman) yazılarımızda ‘TC’ devleti olarak kullanmamıza karşın, bu kullanım biçimimiz ya anlamsız görülüp anlaşılmakta ya da başka türlü yorumlanıp altında bir şeyler arama cehaletine düşülmektedir. Oysa her şey çok açıktır. Türk hâkim sınıflarının devleti bir cumhuriyet değildir. Bilakis faşist bir diktatörlüktür. Cumhuriyet ifadesi halk kitlelerinin bilincini bulandırıp, devletin faşist niteliğini veya karakterini gizlemeye yöneliktir. Elbette hâkim sınıfların niteliğini de gizlemektir. Faşist devlete cumhuriyet deme aymazlığı proleter devrimci siyasete değil, burjuva manipülasyon ve safsataya hastır. Elbette kavrayışsızlıktan ötürü hatalı kullananları burjuvaziyle bir ve aynı göremez, aynı eleştiriye tabi tutamayız. Ancak her zaman söylendiği gibi sorun niyetler sorunu değil. Çizgi ve görüş hatalı olunca hatalı zeminlere sürüklenmek kaçınılmazdır. Kısacası; ‘Türkiye Cumhuriyeti’ argümanı bir manipülasyon ve aldatmaca olmakla birlikte, bizlerin benimsediği bir argüman değildir. ‘TC’ peçeli Türk hâkim sınıfları devletinin, faşist karakteri ve niteliği devrimci yolla demokratik nitelikte değişmediği müddetçe de benimseyeceğimiz bir kavram olamaz. ‘Türkiye Cumhuriyeti’ yani ‘TC’ ne burjuva manada bir cumhuriyettir, ne de halk cumhuriyeti ya da demokratik cumhuriyet manasında bir cumhuriyettir. Buradaki cumhuriyet faşist niteliğin saklanması ve halk kitlelerin aldatılması işlevi görmektedir, tüm amaç da budur. Eleştiri konusu yaptığımız bu hataların kavrayışsızlıkla tekrar edildiği kanaatimizden dolayı eleştirilerimizi kamuoyuna açık biçimde yaparak dikkatleri bu kavrayış eksikliğine çekmeyi gerekli gördük. En önemlisi de sınıf siyaseti yapanların bu ciddiyeti taşımaları gerekmektedir. Bu bağlamda da kullandıkları söz ve kavramlarda seçici olmaları bir zorunluluktur. Kitlelerin doğru bilinçlendirilmesi açısından da kavram ve argümanlarımızı doğru kullanmak durumundayız. Tersi halk kitlelerini aydınlatmaz, bilakis kafalarını bulandırır ve hatta burjuva fikre esir eder. Üstelik bahsini ettiğimiz bu hatalar basit bir ifade yanlışlığı vb kapsamından öteyedir. Bunlar hatalı telaffuz, basit ifade hatası değil, her biri bir argümandır. Dolayısıyla hatanın muhtevası daha ciddidir. Dikkat çekmemiz de bu nedenle olduğu anlaşılmalıdır.
06 güncel haber
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
PEGİDA nasıl bir olgudur?
Uluslararası emperyalist blok güçler ve devletlerin kendi ekonomik politik çıkarları için yapmayacağı, gerçekleştirmeyeceği tezgah yoktur ve bizzat emperyalist metropollerdeki katliamların da bundan ayrısı gayrısının düşünülemeyeceği göz önünde bulundurulmalıdır Emperyalist kapitalizmin önemli araçlarından biri de tamamen özel mülkiyet çıkarları için yönetim tasavvurlarıdır. Faşizm de burjuva devlet mekanizmasının bir bileşenidir. Dolayısıyla burjuva demokrasisinin temsili parlamenter cumhuriyet sistemi içerisinde faşizmi de görmek ve tasavvur etmek hiç de yanlış değildir. Sadece hatırlatma babında ifade edecek olursak Hitler’in partisi de temsili parlamenter cumhuriyet sistemi içerisinde seçimle iktidara gelmiştir. Ve sonrası herkesin malumu ya da malumun ilanıdır. Son süreçlerde PEGİDA adını taşıyan kitlesel ırkçı hareketler de yeni bir olgu gibi ortaya çıkmış durumdadır. Oysa bu gelişmenin yeni bir olgu olmadığı tekçi faşist- ırkçı tarihsel kirli mirasa bakılarak gayet net anlaşılabilir. Özellikle Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar (PEGİDA) adını veren böyle bir hareketin halihazırda kurulduğunu görüyoruz. Pazartesi günleri yaklaşık yirmi bine ulaşan katılımlarla özellikle Almanya’nın çeşitli kentlerinde gerçekleştirilen kitlesel ırkçı gösteriler, her şeyden önce imtiyazlı Batı Avrupa coğrafyasının refah şovenisti geniş toplum kesiminde kökleşmiş ırkçı ve yabancı düşmanı anlayış ve çizgilerin ifadesidir. Bu temelde bu hareketi neo- faşizimin yeni bir versiyonu olarak yorumlayabiliriz. Bu manada Almanya’da yirmi bine ulaşan üye sayısıyla
PEGİDA önemli bir güç olmuş durumdadır. Böylesine bir gelişmeyi sağlayan koşullar ve nedenlerinin doğru ortaya çıkarılması gerekmektedir. Bunun için toplumsal gelişmelere ve nesnel gerçekliklere bakmak gerekiyor. Almanya başta olmak üzere Avrupa’da özellikle 1990’lardan itibaren yoğunlaştırılan neo-liberal uygulamalar ve sosyal devlet politikasının giderek daha da hızlandırılarak terkedilmesi durumu karşısında Avrupa toplumu önemli bir sarsıntı yaşamış ve hala da yaşanmaktadır. Bu durum okuyucuya şaşırtıcı gelebilir. Zira ekonomik geliri ve tabii ki satın alma gücünün özellikle Almanya’da Avrupa ortalamasının üstünde olmasına karşın, yoksullaşma ve sosyal statüyü kaybetme korkusu, toplumun önemli geniş kesiminde ruhi bir şekillenişe dönüşmüş durumdadır. Bunun en belirgin kanıtı ise ırkçı ve yabancı düşmanı gösterilere katılanların önemli bir çoğunluğunun ekonomik durumlarının gayet iyi olmalarından anlamaktayız. Bu durumun yakın süreçte Avrupa Parlamento seçimlerinde de ’’sağ partiler’’ şeklinde tasavvur edilen popülist partilerin oylarını yükselttiklerinden de anlaşılması lazım gelir. Avrupa Birliği‘ne, devlet kurumlarına, siyasetçilere ve medyaya güvensizliklerin de önemli oranda arttığını belirtmeden geçemeyiz. Kuşkusuz ki ’’sağ’’ popülist partilerin seçim başarıları bizzat doğrudan Avrupa emperyalist blok güçlerin ve devletlerin neo-liberal ve militarist politikalarıyla ilgilidir. Uzun süredir uygulanan emperyalizimin yapısal ve bizzat devlet nezdinde kurumsal ırkçı ve yabancı düşmanı politkaları görmezlikten gelemeyiz. Aynı şekilde İslam karşıtı resmi ideoloji, sermayenin çıkarlarına göre ekonomik ve mali politikaların uygulanması, AB Komisyonu gibi kurumlarla ulus devlet üstü algının güçlenmesi gibi gelişmelerdir şimdiki yaşanan sonuçlar.
PEGİDA ilk değil son da olmayacaktır Halihazırdaki kitlesel ırkçı gösteriler özellikle NATO üyesi olan Alman emperyalist devletinin stratejileri temelinde askeri gücünün tahkim edilerek ülke dışında da daha fazla operasyonel hale getirilmesi için kullanılmaktadır. Onun için burjuva medya ırkçı ve yabancı düşmanı kitlesel gösterilere ’’sıradan vatandaşların anlaşılabilir hassasiyetleri’’ olarak kamuoyuna servis etmektedir. Zaten 11 Eylül saldırısı özellikle emperyalist hegemonyaya önemli bir zemin hazırlamıştı. Şimdi PEGİDA adıyla ortaya çıkan kitlesel ırkçı ve yabancı düşmanı gösteriler karşısında başta Almanya, Fransa emperyalist devletleri olmak üzere emperyalist hegemonyaya ülke dışındaki politikalarının militaristleşmesinde önemli bir kaldıraç- manivela olarak kullanılma işlevi görecektir. Bu temelde PEGİDA ilk değil son da olmayacaktır. Nitekim Paris’de bir hiciv- karikatür dergisi olan Charlie Hebdo’ya yönelik kısa bir süre önce 7 Ocak’ta gerçekleştirilen katliam saldırısıyla özellikle emperyalist metropollerde ırkçı hareketlerin gelişmesine önemli zemin sunulduğu kabul edilmelidir. 12 kişinin öldüğü bu katliam tam da emperyalist efendilerin ekmeğine yağ sürercesine zaten önemli oranda artmış olan Avrupa’da iç faşizmin daha da yoğunlaşacağı mesajını vermektedir. Bu katliamla PEGİDA ve bu eksendeki hareketlerin Almanya başta olmak üzere Avrupa’da daha da güçleneceği algısı artmış durumdadır. Aynı şekilde Avrupa Birliği ve Avrupa Parlamentosu’na karşı bir parti olarak bilinen Almanya için Alternatif (AFD)’in sözcüleri de Paris Katliamı’nın Avrupa’da İslamlaşma tehlikesi korkusunu haklı çıkardığını dile getirmişlerdir. Yine özellikle AB emperyalist blok güçleri Şhengen yasası üzerinde Avrupa coğrafyası sınırılarındaki
güvenlik kontrolünü sıklaştıracağı yönelimini de daha şimdiden daha açık beyan etmiştir. Bu durumun sadece Avrupa coğrafyasıyla sınırlı kalmayacağı genel olarak dünya ve özelde de Türkiye- Kuzey Kürdistan’dan başlamak üzere Yunanistan ve Balkanları da içerisine alacak şekilde de güvenlik çemberleri ve kontrollerinin daha da sıkılaştırıldığı- sıklaştırılacağını göstermektedir.
Charlie Hebdo Katliamı ve sonrasında yaşanan gerçekler 7 Ocak’taki Paris Katliamı’ndan birkaç yıl önce yine Paris’te Sakine Cansızların katledilmesinin yıl dönümüne denk gelecek şekilde işlenmesi ise bir başka olgunun da işareti olsa gerek. Zira kitlesel ve özellikle Almanya’da PEGİDA’yla boy gösteren bir başka Avrupa ülkesi Fransa’nın başkenti Paris’te bu tür katliamların gerçekleşmesi açık ki uluslararası emperyalist blok güçlerden bağımsız ele alınmamasını da ortaya çıkarmıştır. Çünkü özellikle Avrupa’da son yıllarda daha da gelişen ırkçı ve İslam karşıtı legal ya da illegal örgütlenmeler ve toplumda giderek tırmanan bu yöndeki gelişim Paris Katliamı’yla objektif olarak daha da artmasının yolunu döşemiştir. Bunun da bizzat Fransa, Almanya ve diğer emperyalist devletlerden bağımsız tasavvur edilmesi hiç de mümkün görünmemektedir. Bir yandan Avrupa’da güvenlik önlemleri adı altında toplum üzerinde denetim daha fazlalaştırılırken diğer yanda Avrupa dışında da ortak bir konseptle operasyonel güç kullanmanın gerekçeleri için yollar döşenmektedir. Hem zaten Almanya, Fransa ve hemen hepsinin NATO üyesi olduğu göz önünde bulundurulursa bu durumun NATO’daki koç başı ABD emperyalizminden bağımsız ele alınmamasını da akla getirmektedir. Gerek 11 Eylül, gerekse de Almanya’daki NSU davası örnekleri göz önüne alındığında Paris
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
Charlie Hebdo Katliamı’nın da gerçek arka planının ortaya çıkarılması esas olarak sorgulanmamaktadır. Sorgulanmakayacak da zira emperyalist- kapitalist egemen güçlerin ve onların gizli servislerinin bütün bu kaliamlardaki rolleri hasıraltı edilirken diğer yandan çeşitli düzmece senaryolarla bizzat ezilen ve sömürülenlere daha fazla baskı ve zulüm politikalarının manivelası haline getirilmektedir. Bunun için de mesela Fransa’da kamuoyu algısını oluşturanlar bizzat medya patronları olarak dünyanın en büyük yatırım bankalarından ABD’li Lazard tekeline ait Le Monde başta olmak üzere ve ikinci sırada ise yaklaşık 70 gazeteyi portföyünde tutan silah tekeli Dassault’a ait Le Figaro gelmektedir. Fransa’da kamuoyu algısını belirleyen iki büyük medya tekelinin bunlar olduğu göz önünde bulundurulursa manipülasyonsuz bir habercilikten bahsedilebilir mi? Böylesi katliamların arka planı ve emperyalist- kapitalist egemenlerin bunlardaki rolleri için ortaya konan tüm uygulamar yeterince gerekçe vermektedir. Bundan ötürüdür ki iki yıl önce katledilen Sakine Cansızlar katliamına alabildiğince sansür ve gizlilik getiren aynı emperyalist devlet, Charlie Hebdo Katliamı’na yönelik ise daha özel polis komisyonu oluşmadan hemen faailleri kamuoyuna servis etmiş ve hemen kamuoyu algısı tamamen emperyalist- kapitalist çıkarlar için hizmete sunulmuştur. Yani dememiz odur ki gizli de olsa açık da olsa Sakine Cansızlar ve Charlie Hebdo katliamlarının her ikisinde de uluslararası emperyalist güçlerin rolleri kesinlikle sorgulanmalıdır. Bütün bu yaşananlara parelel olarak çok daha önceleri gerçekleştirilen özellikle Avrupalı emperyalist devletlerin Patriot füzelerini Türkiye- Kuzey Kürdistan’da konuşlandırması, Almanya’nın Güney Kürdistan’daki peşmergeleri IŞİD tehditine karşı eğitme adı altında askeri birimini konumlandırması ve diğer gelişmeler gösteriyor ki Avrupa dışında da bizzat NATO eşgüdümüyle belirledikleri bölge ve alanlara daha fazla operasyonel bir işlevsellik kazandırılmaktadır. Çok uluslu emperyalist blok güçler tarafından beslenerek palazlandırılan ve sonra da tehdit olarak kamuoyuna lanse ederek ezilen ve sömürülen kitlelere saldırı gerekçesi haline getirilen Taliban, El- Kaide, Hamas, IŞİD, ElNusra vd lerini hatırlatmak isteriz. Bütün bu hareketlerin uluslararası emperyalist devletlerin gübreliklerinde nemalandırılarak güçlendirildiklerini bilmeyen kalmamıştır. Dolayısıyla çok kutuplu
07
emperyalist blok güçlerin ‘’teröre karşı savaş’’ naraları eşliğindeki kullandıkları tüm argümanlar boş safsata ve tamamen kendi özel mülkiyet çıkarları temelinde daha fazla kar hırsıyla ortaya attıkları teorik pratik politikalardır. Yoksa en büyük ve baş teröristler bizzat çok kutuplu uluslararası emperyalist bloklar güçlerdir. Dünya genelinde de Ortadoğu ve TürkiyeKuzey Kürdistan’da da halkların ve ezilen ulusların başına bela haline getiren değişik kılıflar altındaki vahşi çete örgütlenmeler emperyalist küresel hegemonyanın gübreliklerinde peydahlandırılarak devreye sokulmuştur. Bu düzlemde devrimci ve komünistlerin emperyalizme, komprador tekelci kapitalizme, faşizme ve her türden gericiliğe karşı mücadele edilmesi çağrısı son derece doğru ve bilimsel olarak somut ve güncel geçerliliğini korumaktadır. Paris’te peş peşe gerçekleştirilen katliam ve karşı operasyonlarla emperyalist küresel hegemonya tarafından kamuoyu da buna uygun olarak şekillendirilmek istenmektedir. Bu anlamda Avrupa’da güvenlik politikaları yeniden dizayn edilirken, bütün bu politikalar için daha fazla kitlesel destek için harekete geçmiş durumdadırlar. Aynı şekilde aslında Libya, Mısır, Suriye, Irak, Lübnan vd yerlerde bizzat Fransız emperyalizminin de içerisinde yer aldığı ABD- AB emperyalist blok güçlerin de organizasyonuyla besleme radikal dinci çeteler karşısında yeterince nasibini almış olacaklar ki yönlerini Esad’ın Baas rejimine çevirme durumunda da olacaklardır. Fakat göreceli bu durum daha birkaç yıl önceki gibi bire bir aynı olmamaktadır. Çünkü değişen yeni süreç yeni ittifakları ve yönelimleri gerekli kılmaktadır. Bu temelde uluslararası emperyalist blok güçler ve devletlerin kendi ekonomik politik çıkarları için yapmayacağı, gerçekleştirmeyeceği tezgah yoktur ve bizzat emperyalist metropollerdeki katliamların da bundan ayrısı gayrısının düşünülemeyeceği göz önünde bulundurulmalıdır. Emperyalist kapitalizmin başta ekonomik olmak üzere bunun üstünden gerçekleştirilen tüm politikaların dünya halkları ve ezilen uluslarına barbarlıktan başka bir anlama gelmediği yeterince açıktır. O halde emperyalist- kapitalist barbarlığa karşı doğayı, insanı ve yaşamı özgür kılan sosyalizm ve komünizm mutlaka ama mutlaka gelecek ve kazanacaktır.
ÖRGÜTSEL YÖNELİM
≫ refik demir
HAZİRAN AYAKLANMASI ÇEVRE VE DOĞA PERSPEKTİFİ
D
ört buçuk milyar yaşında olduğu tahmin edilen dünyanın aşağı yukarı son on bin yılına hâkim olan insan, özel mülkiyet ve sınıflı toplum gerçeğine ulaştıktan sonra kendisini ve doğayı kendi bencil çıkarları için kontrol etme, yağmalama ve tahrip etme yönelimine girdi. Alet kullanma ve düşünme yeteneğini doğru bir yönelimle birleştirmeyen insanlık, diğer canlıları ve doğa bileşenlerini yok sayarak, her şeyi kafasına göre yakıp yıkan bir efendi rolüne soyundu. Özellikle son yüz yılda, özel mülkiyet ve sınıflı toplumlar gerçeğinin en keskin biçiminin yaşandığı emperyalizm çağında, tüm doğa, geçmiş dört buçuk milyar yıldan yüzlerce kat daha fazla tahrip edilmiştir. Nükleer silahlanma, HES vb enerji üretim alanlarının oluşturulması, ürünlerin genetiğiyle oynama, aşırı betonlaşmaya dayalı şehirleşme, kimyevi bileşenlerle hava, su ve toprağın kirletilmesi, hayvan ve bitkilerin kontrolsüz yok edilmeleri vb onlarca örnekle dünyanın emperyalizm tarafından tahrip edildiğini açıklayabiliriz. Komünistler, çevre ve doğa meselesinde duyarlı olmalarına karşın geçmiş tarihsel süreçlerinde nükleer silahlanma vb meselelerde önemli eksikliklere düştü. Bu durum doğa ve çevre noktasındaki örgütlenmelerin zeminini zayıflattı. Aynı zamanda çevre ve doğa sorunları devrim sonrasına ertelenerek, ‘anın’ görevleri de çok tali noktalara itildi. Sınıf mücadelesi içerisinde, önemli bir mücadele alanı olan çevre ve doğa örgütlenmelerinde gerilere düşüldü. Komünistlerin bu noktadaki zayıflığı, emekçi kesimlerin örgütlenmelerinin dışındaki, ulus, inanç, cins ve çevre örgütlenmelerinin sınıf mücadelesinin alanından koparak kendi başına ayrı örgütlenmelere dönüşmelerine neden oldu. Emek cephesinin emperyalist güçler karşısındaki bu parçalı durumu önemli mevziler kaybetmemizi beraberinde getirdi. Fakat son on yılda, dünyanın değişik coğrafyalarında yaşanan gelişmeler, bu parçalı durumdan kaynaklı mücadelelerin başarıya ulaşamadığı gerçekliğini tüm kesimlere kavratarak yeniden bir tecrübeye dönüştürdü. Haziran Ayaklanması da gösterdi ki emekçiler, çevreciler, eşcinseller, inanç çevreleri, ulusal topluluklar, kadın örgütlenmeleri ve tüm diğer kesimler, ortak mücadele ettiğinde ancak kazanımlar sağlamaktadır. Maoist Komünistler, son süreçte yaptıkları değerlendirmelerle doğa ve çevre meselesinin sınıf mücadelesinin önemli bir bileşeni olduğunu vurgulayarak, atıl
durumun bir an önce aşılarak somut örgütlenmelerin yaratılması görevini temel örgütlenmelerden biri olarak belirlemiştir. Üzerinde yaşanılan bir dünya yoksa sınıf mücadelesinin de, devriminde bir anlamı yoktur. İnsanın, diğer tüm canlılarla eşit haklara sahip olduğu gerçekliğini bir an olsun dahi gözden kaçırmadan çevre ve doğa örgütlenmelerini, evreni de içerisine katarak, devrimin ana görevlerinden biri olarak ele almalıyız. Doğa ve çevre konusunda doğru bir bilince sahip olmak tek başına yeterli değildir. Ortaya koyulan doğru fikirlerin bir örgütlenmeye dönüşmesi teorik ve pratik bütünlük açısından kaçınılmazdır. Diğer örgütlenmelerde olduğu gibi doğa ve çevre örgütlenmelerinde de müttefik güç ve örgütlenme biçimlerinin doğru analiz edilmesi başarılı bir mücadele yürütmemizde belirleyici rol oynamaktadır. Özgül bir örgütlenme alanı olan çevre ve doğa örgütlenmesinde, en geniş bileşenleri buluşturmak genel yönelim olmalıdır. Bu anlayışla çevre ve doğa örgütlenmelerinde dar grup örgütlenmelerinden uzak durularak en geniş kesimlerin birleştirildiği platformlar oluşturulmalıdır. Ana yönelime uygun, hiçbir fikrin dışlanmadığı, herkesin kendisini özgürce ifade ettiği bir perspektif geliştirilmelidir. Gezi / Haziran sürecinin örgütsel dersleri bunun için en iyi tecrübeleri ortaya çıkarmıştır. Bu alana yönelik dar örgütsel yapılardan uzak durma koşuluyla özgül örgütlenmeler oluşturularak var olan çevre ve doğa örgütlenmelerinin içerisine girip buralarda aktif rol alarak var olan mücadeleler geliştirilmelidir. İçerisinde faaliyet yürüttüğümüz çevre ve doğa örgütlenmelerindeki genel perspektifimiz tüm bu özgül örgütlenmeleri ortak çatılarda birleştirmek olmalıdır. Her çevre ve doğa örgütünün TürkiyeKuzey Kürdistan‘daki diğer çevre örgütleriyle ortak çalışma anlayışının yanında, dünyadaki tüm çevre ve doğa örgütleriyle dayanışmanın da ilerisinde, ortak çalışma ve örgütlenmeler oluşturulmalıdır. Çevre ve doğa örgütlenmelerinde unutulmaması gereken bir diğer önemli nokta ise, sınıf mücadelesiyle kopan bağlar birleştirilerek, tüm toplumsal kesimlerle ortak hedefe yürünmelidir. Unutulmamalıdır ki burjuva iktidarlar yıkılıp yerine doğayı ve çevreyi esas alan sosyalist iktidarlar kurulmadıkça çevre ve doğa bileşenleri gerçek anlamda kurtarılamaz. Yaşanılır bir dünya ancak ortak mücadeleyle başarılabilir. Bu bilinçle örgütlenmeye başlamalıyız. Doğru bir çevre, doğa ve evren bilinci olmayan insan komünist olamaz….
08 kadın haber
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
Kol kırılacak yen içinde kalmayacak!
Kadının toplumsal konumu sistem tarafından sürdürüldüğü, şiddetin olağanlaştırıldığı ve yaygınlaştırıldığı kadın örgütlenmesinin zayıf olduğu her gün kadına yönelik şiddet kader olarak algılanmaya devam ederken, erkek de ‘dayanamayıp’ kadını katletmeye devam edecektir Çevrenizde sağa sola çamur atıp, yerli yersiz “namus”tan söz edenlere kuşkuyla bakın. Kuvvetle muhtemeldir ki bu gerici dünyanın karanlık dehlizlerinde gezinir bu zihinler. Gözümüzü terörden, şiddetten söz edenlere, “terörle mücadele” nutukları çekenlere çevirelim. Ne görüyoruz? Demokrasi kelimesini ağzından düşürmeyenlerin vahşice saldırılarını. Demokrasi öyle yaman bir işmiş ki bir nasiplenemedik gitti bu memlekette. Bu demokraside her gün, geleneksel cinsiyetçi rolleri kendi meşrebine uydurmak isteyenlerin açıklamaları birbiriyle yarışıyor. Güne 3 belki 4 açıklama yapan iktidar ve uşakları kadın bedenine ve kadının en temel haklarına karşı akıllara zarar konuşmalar yapmaya devam ediyor. Meclis, vekil, Kızılay Başkanı gibi AKP ve devletin gerici zihniyetinin örgütlü olduğu sınıfın, çok değil son 2 ay içerisinde yaptıkları kah ‘bilimsel' kah iffet, namus, hava dolu fikirlerini derlesek kadının kimliğine, bedenine ve sınıfına dönük ağzı salyalı eril sözlerin, bu güzide açıklamalar 'açılımının' neden bu kadar yoğunlaştırılmaya çalışıldığını daha net analiz edebiliriz. Devlet; yasalarında kadının adını, kadının hakkını ve emeğini gitgide silikleştirmeye girişmişken, toplumsal kazanımları da engellemek istiyor. Ancak biz kadınlar erkek devletin varlık zemininin bu sözler, bu davranışlar ve bu örgütlü politikalar olduğunu biliyoruz. Kadına yönelik şiddetin bu kadar normalleşmesi, değersizleşmesi ve teşvik edilmesinde bu açıklamaların, yasaların rolü ortadadır. Ancak hatırlatmazsak olmaz! Bir taraf daha var kadına karşı şiddeti ’protesto’ eden, 'şiddetle mücadele’de dillere düşmüşlüğü olan.Beyaz Türkçülüğün yılmaz, düşmez kalkmaz koşucusu CHP, Mecliste kadına yönelik şiddete karşı bir ‘şov’ affola protesto mizanseni gerçekleştirmişti. Şahsımızca Gogol’un mizahını gölgeleyecek bir kurguda milletin ’vekilleri’ önde kadına şiddeti anlatırken arkada göbekli, karakaşlı, pos bıyıklı erkek kadını defalarca bıçaklıyor. İşte kadına yönelik şiddet ancak böyle tarif ediliyor. Ama bakın üstüne bir de onlar bizi koruyor! Eğitimde ’özgürlük’ için kızlı-erkekli tartışmaları, kadının şiddet görmemesi için elektronik kelepçe, işçinin mağdur olmaması için kiralık işçi büroları ve aça aça bitiremediğimiz istihdam paketleriyle öyle içten düşünüyorlar ki bizi yakında nefesimizi dahi kiralayabilirler, tabii ki yine bize! Devletin ikiyüzlü şovları, açıklamları ve
yasaları da bundan fazlası değil elbet. Şunu net bir şekilde söyleyebiliriz: şiddetin ne dili ne ırkı ne de bölgesi vardır. Cinsleri, milliyetleri ve inançları bölerek yönetmek yüzyıllardır gericilerin tutturduğu yoldur. Tıpkı inkar ve asimilasyona dayalı devlet politikasının yıllardır şiddeti ve ’cahilliği’ Kürdistan’la sınırlandırmaya çalışması, gerçekleştirdiği her katliama vatan adı takması gibi. Gerçekte ise şiddetin kaynağı ne halk veya sokak hareketi, ne devrimciler, ne beyaz atletli paşa bıyıklı insanlar, ne şiddete eğilimli insanlardır. Şiddetin bir tek kaynağı vardır, o da iktidarın, gerici devletin kendisidir.
‘Yaşamın her alanında üretmeye devam edeceğiz’ Yalanın gerçekle at başı gittiği bu ülkede “Aile ve Nüfusun Korunması” programını açıklayan Başbakan Davutoğlu “Cumhurbaşkanımızın 3 çocuk teşvikinin rasyonel arka planını anlamayanlar olabilir. Hükümetlerin görevi dinamik nüfusu teşvik etmektir. Nüfus artışını sağlayarak işsizliği çözmek amacımız. Ailenin korunması ve nüfus dinamizminin korunması kadınların ve aile hayatımızın desteklenmesi zaruretini getiriyor. Kadınlarımız istemeleri halinde çalışacak ama çalışırken aile hayatından ya da çocukların görmek isteyeceği ilgiden feragat etmeyecekler” diyerek daha fazla çocuk doğuracak kadına altın takacağını müjdeledi. İşte muasır medeniyet seviyesine ulaşmış ülkenin hak anlayışı, hak ideolojisi... Daha önce yine kadınların iş aradığı için işsizliğin arttığını belirten devlet büyüklerinin sözlerini tekrarlayan Davutoğlu, "kadınların iş mi çocuk mu gerilimi yaşamasının ‘maliyetinin’ çok yüksek olduğunu" belirterek çocuk sayısına göre izin düzenleneceğini ve kısmi çalışmanın yani kuralsız ve taşeron çalışmanın yaygınlaştırılacağını söyledi. Kadınlara analığı elden bırakmayın diyen Davutoğlu'nun hemen öncesinde Sağlık Bakanı Müezzinoğlu da "anneler, annelik kariyerinin dışında bir başka kariyeri merkeze almamalıdır" diyordu. Her iki açıklamada esasında daha fazla kar için esnek ve kayıt dışı çalışmayı ev ev yaygınlaştırmayı hedeflerken, diğer yandan da kadının toplumsal konumunu dört duvar içinde kabul ettirme gayretinden başka hiçbir şey değildir. Bunlar tartışılırken hop bir diğer köşeden de Sosyal Doku Vakfı Başkanı Nurettin Yıldız da hızını alamamış, nasıl kadına dair söz demedim diye tutuşmuş olmalı ki "6 yaşındaki çocuklarla evlenilebileceğini" açıklamış ve pedofiliyi meşrulaştırmıştır. Daha önce de "Duyarlı Müslüman bir hanım, internet gibi insandan cine ka-
dar herkese açık ve bir daha kapatılamayan bir ortama fotoğraflarını nasıl koyabilir" açıklaması yapan Yıldız, "çalışan kadınların erkekleri doyumsuz hale getirdiğini ve ümmete zarar verdiğini" söylemişti. Kadın spikerlere yönelik de "kadın haber sunduğunda erkeklerin ona bakmasında sakınca var ama haber sunan erkeğe kadınlar bakabilirler, bakmadan bakmaya fark var" açıklamalarını yapmıştı. Bu tiksindirici açıklamaları 'caiz' gören Yıldız gibileri karşısında kadın mücadelesini daha kuvvetlendirmeli, bu gerici açıklamaları daha yaygın bir şekilde teşhir etmeliyiz. Çünkü bu açıklamalar yapılırken biliyoruz ki bu algı kendini sokakta, evde, mutfakta, okulda, işyerinde üretmeye -dayatmaya- devam ediyor. Bu başlıklar ne ilk ne de son olacak. Çünkü eril iktidar ve kurumlarınca bu propagandalarla fiili bir hukuk yasa haline getiriliyor. Bunlara karşı daha yaygın örgütlenmek daha yaygın çalışmalar yapmak ve bu politikaları her alanda teşhir etmek güncel görevimizdir. Son
olarak yüreği bir ülke olan insanlarımızı katleden, yaşamın rengini, nefesini çalanlara ve yüzyıllardır kanla sulanan bu topraklara demokrasiyi soru önergeleriyle getireceklerine inananlar için sözü, emeğin değerini aklımızın aydınlığına nakış gibi işlemiş Nazım’ın dizeleriyle bitirelim: “İnsanlarım, ah, benim insanlarım/antenler yalan söylüyorsa/yalan söylüyorsa rotatifler/kitaplar yalan söylüyorsa/beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların/dua yalan söylüyorsa/ninni yalan söylüyorsa/rüya yalan söylüyorsa/meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa/yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ay ışığı/yalan söylüyorsa/ses yalan söylüyorsa/ellerinizden geçinen ve ellerinizden başka her şey herkes yalan söylüyorsa/elleriniz balçık gibi itaatli/elleriniz karanlık gibi kör/elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun/elleriniz isyan etmesin diyedir./Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız bu ölümlü/bu yaşanası dünyada bu bezirgan saltanatı/bu zulüm bitmesin diyedir.”
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
güncel haber
Trans katliamları da intiharları da politiktir!
hep engel oldular ve beni çok mağdur ettiler. Herkesi Allah’la baş başa bırakıyorum ve şu an Boğaziçi Köprüsü’ne doğru gidiyorum. Yarın gazetelerin 3. Ve 4. veya 1. sayfalarında benim adımı duyacaksınız. Hepinizi öpüyorum Allah’a emanet olun “ diyordu. Cansın’ın intiharının ardından intihar etmeden önce Bağdat Caddesi’nde birkaç trans kadının saldırısına uğradığı ve saldırganlar hakkında suç duyurusunda bulunduğu ortaya çıktı. Cansın’ın arkadaşları sosyal medyada yaptıkları paylaşımlarda Eylül Cansın’ın Bağdat Caddesi’nde çalışmaması yönünde bazı trans kadınlar tarafından tehdit edildiğini açıklarken, bazı trans kadınlarsa “trans kadın çetelerinin” sürekli şiddetine maruz kaldıklarını ve kendilerine belli miktarda ve belli zamanlarda ücret ödemeye zorlandıklarını belirtti. Yine geçtiğimiz günlerde Avcılar’da yaşayan bir trans kadının “trans kadın çeteler” tarafından haraca bağlandığını söyleyip, İstanbul LGBTİ Derneği’ne giderek hukuki yardım istediği ortaya çıktı. Eylül Cansın’ın annesi ise yaptığı açıklamada kızının kendisini darp ederek tehdit eden trans çetesi tarafından ölüme sürüklendiğini belirterek Cansın’ın intiharının arkasındaki çete olgusunu doğruladı.
Eylül Cansın isimli trans kadın “artık yapamıyorum” diyerek Boğaz Köprüsü’nden atlayıp intihar etti Kuşkusuz intihar bireysel bir eylem olmasına karşın bireysel bir olgu değil her şeyden önce toplumsal bir olgudur. Zira toplumun parçası olarak var olan bireyin bütün edimleri gibi intihar etmesi de içinde var olduğu toplumsal koşullardan bağımsız bir şekilde ele alınamaz. Bu anlamıyla özellikle trans intiharları da trans cinayetleri gibi toplumsaldır, politiktir. Toplumun çizdiği normlar tarafından ötekileştirilen LGBTİ bireyler toplumun dışına itilmeye çalışılarak başta ekonomik, sosyal ve siyasal olmak üzere her anlamda tecrit edilmekte, toplum içerisinde onlara bir hayat hakkı tanınmamaktadır. Öyle ki en temel haklardan olan sağlık hakkından dahi mahrum bırakılmaktadırlar. Bu anlamda geçtiğimiz günlerde mahkemeye taşındığı için gündemde olan H.Ç. isimli trans kadının jinekolog tarafından “Sen kadın değilsin. Seni muayene edemem” denilerek tedavi edilmemesi çarpıcı bir örnek olarak önümüzde durmaktadır. Bilindiği gibi bir buçuk ay önce geçiş ameliyatı olan H.Ç. isimli trans kadın ilaçlarını yazdırmak için 31 Mart 2014’te Beyoğlu İlçesi Prof.Dr. Reşat Belger Göz Eğitim Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi Ünitesi'ne giderek muayene olmak istemiş ancak burada jinekolog F.H. tarafından “Benim uzmanlık alanımda değil, ben sizi muayene etmem. Siz erkeksiniz, ben sizin durumunuzu tasvip etmiyorum” denilerek geri çevrilmişti. Yetmiyormuş gibi H.Ç.’nin sağlık hakkını gasp eden aynı doktor H.Ç. hakkında, kendisine hakaret ettiği iddiasıyla dava açmıştı. Açılan dava 25 Aralık 2014’te görülürken H.Ç.’nin doktora “ayrımcılık, hakaret, tedavi hakkının engellenmesi ve doktorluk görevini ihmal” nedeniyle açmış olduğu davadan ise ses seda yok. Aslında yakın dönemde kamuoyuna taşınan bu dava dahi tek başına ülkemizde transların yaşamış olduğu dışlanma, ayrımcılık ve hakaretin boyutunu sergilemeye yetiyor.
Eylül Cansın isimli trans kadın intihar etti LGBTİ bireylere yaşam hakkının tanınmadığı ülkemizde LGBTİ bireyler bir yandan sistem tarafından meşruluk çerçevesi çizilen cinayetlerle katledilirken, bir yandan da toplum içerisinde tüm yaşama zeminleri ellerinden alınarak adeta yaşam onlara dar edilip ölüme
09
Ölüme sürükleyen koşullar sistemin yansımasıdır
sürükleniyor. Bunun son örneklerinden biri de 3 Ocak’ta Boğaz Köprüsü’nden atlayarak intihar eden 24 yaşındaki Eylül Cansın (Mehtap Zengin) oldu. Cansın’ın cesedi Ortaköy sahili yakınlarında bulunurken, Cansın’ın intihar etmeden önce çektiği bir video ortaya çıktı. Bu videoda ağlamaktan konuşmakta zorlandığı gözlenen Cansın, “Bugün benim en güzel günüm, çok mutluyum ama bugün benim için güzel bir gün daha olacak.
Herkese teşekkür ediyorum, onları seviyorum. Birçok insan benim arkadaşımdı ama arkadaşım değilmiş. Herkesi vicdanıyla baş başa bırakıyorum. Ben artık yapamıyorum, bunu öğrendim. Herkesin istediği gibi istediği şeyi yapıyorum. Şu anda 24 yaşında olmam lazım ve 24 yaşımda hayatımı sonlandırıyorum. Yapamadım, çünkü insanlar bana izin vermedi, çalışamadım, bir şeyler yapmak istedim ama yapamadım, bana
Burada Cansın’ın intiharının arkasında yatan nedenin yüksek ihtimalle “zorunlu seks işçiliği” yaparken yine trans çeteler tarafından tehdit edilmesi olduğunun ortaya çıkması yaşanan intiharın daha az politik yahut sistemle bağlantılı olmayan bir olgu olduğu anlamına gelmiyor. Zira Cansın’ı ve daha birçok trans kadını tehdit ettiği ve onlar üzerinden rant elde etmeye çalıştığı söylenen bu çeteleri ortaya çıkaran koşulları yaratan da, onlara hiçbir yaşama imkanı tanımayarak tüm emek sahalarından dışlayıp “zorunlu seks işçiliği” yapmaya zorlayan da bu sistemin kendisidir. LGBTİ örgütlerinin söylediği gibi “Toplumun intihara sürüklediği transların ölümleri birer nefret cinayeti” olarak önümüzde dururken hepimize homofobiyle ve her türlü cinsiyetçilik ve ayrımcılıkla daha fazla mücadele etmemiz gerektiği gerçeğini gösteriyor.
10 güncel haber Sömürü çarkının yağcıları: Din “adamları” 16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
Tegabun, Tevbe, Nisa, Bakara, Şura. İstanbul Müftülüğü’nün 26 Aralık 2014 tarihinde hazırladığı hutbede kaynak gösterdiği sureler... Müftülük İstanbul’daki tüm camilerde okutulması için hazırladığı hutbede bu surelerden ve birkaç hadisten alıntı yaparak “iş kazalarını (!)” değerlendiriyor. Müftülüğün kaynak gösterdiği sureler incelendiğinde ve alıntı yapılan kısımlara surenin bütünlüğü çerçevesinde bakıldığında, zorlama bir anlam çıkarılmaya çalışıldığı çok net görülüyor. Peki neden müftülük “iş kazalarını (!)” açıklamaya çalışırken, Kuran’ı referans gösterme sancısı çekiyor. Sömürü düzeninin sahipleri mevcut sistemlerini koruyabilmek için halk hareketlerinin önünü sürekli kesmek istemiştir. Bunu yapabilmek için ordusunu, eğitim kurumlarını, medyasını ve daha sayamayacağımız nice argümanını kullanmaktadır. Zira özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte filizlenmiş olan din de bu argümanlardan biridir. Bundandır ki İstanbul Müftülüğü işçi katliamlarını, eline oyuncak ettiği Kuran’ı referans göstererek açıklamak istiyor. Halkın işçi katliamlarına olan tepkisini din aracılığıyla frenlemeye ve eritmeye çalışıyor. Kuran’ın surelerini -gerçekliğini tartışmak şöyle bir yana dursunişine geldiği gibi yorumlayarak, işçi katliamlarını manipile etmekte kullanıyor. “Aziz kardeşlerim (!)” diyerek seslendiği hutbede, “Tedbirde ölçülü olmalıyız. Bu husustaki aşırılık Yüce Allah'a güveni sarsan bir davranış haline dönüşür” diyor. Sormak lazım müftü efendiye; iş güvenliğinde “ölçü” nedir biliyor musunuz? Bugüne kadar yaşanmış “İş kazalarının (!)” kaçında, iş güvenliğiyle ilgili
önlemler alınmasına karşın yaralanmalar, ölümler yaşanmıştır. Elinizdeki hangi bilimsel veriye dayanarak, iş güvenliğinde aşırılığa gidildiği endişesi yaşıyorsunuz.
“rabbim neylerse güzel eyler” diyerek pervasızlığını had safhaya çıkarması bize hiç de şaşırtıcı gelmiyor doğrusu. Resmi rakamlara göre en az 301 işçinin yaşamını yitirdiği Soma’ya “vaaz vermek” için giden İsmailağa Cemaati’ne mensup 50 kişi, Enerji Bakanı Taner Yıldız’la görüşmüş, daha sonra da Soma mezarlığında yakınlarını kaybedenlere “isyan etmeyin” telkininde bulunmuştu. Yine aynı mezarlıkta, hayatını kaybeden maden işçilerinin mezarlarına bırakılan ‘Risale-i Nur Talebeleri‘ imzalı bildiride, ‘Kazaya rıza, kadere teslim İslamiyet’in şiarıdır’ deniliyordu. Mesele sermayenin çıkarları olduğunda din tüccarları hep birlikte ağız birliği etmişçesine aynı dili konuşmayı çok iyi biliyor. Kuşkusuz feyiz aldıkları kişi dönemin başbakanıydı. Zira Soma’daki madencilerin katledilmesinin ardından Recep Tayyip Erdoğan, El Cezire muhabirinin “Bu kadar tehlikeli iş yapıp da böyle bir kazaya hazırlıklı olmayan bir işletme nasıl oldu da faaliyetlerine devam edebildi? Burada sorumluluk kime ait?” sorusuna; İngiltere’de 1862 ve 1894, Fransa’da 1906, Japonya’da 1914, Çin’de 1960 ve Hindistan’da 1975 yılında yaşanmış maden ‘kazalarını’ örnek göstererek, “Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında,
Sömürü düzenini en sadık uşaklarından Dini afyon olarak olan din adamları, sömürü kullanan AKP çarkı ne zaman teklemeye iktidarı başlasa hemen kollarını sıvaAdalet Arayana Destek Grubu, Uluslaryarak bu çarkı yağlamakarası Çalışma Örgütü (ILO) ve Sosyal Güvenlik tan geri durmuyor Kurumu (SGK)’nun verilerine göre AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılının kasım ayından 2014 yılının eylül ayına kadar işçi katliamlarında 15 bine yakın işçi hayatını kaybetti. Bu verilere göre ülkemiz işçi ölümlerinde Avrupa’da birinci, dünyada ise El Salvador ve Cezayir’den sonra üçüncü sırada yer alıyor. Madenlerde meydana gelen ölümlerde de durum bundan farklı değil. Dünyanın ilk iki büyük kömür üreticisi olan Çin ve ABD’de meydana gelen maden ‘kazaları’ incelendiğinde taş kömürü için milyon ton üretim başına ölüm oranlarının ülkemizden düşük olduğu görülüyor. Ülkemizde 2014’ün ilk 9 ayında 1414 işçi, işçi katliamlarına bağlı olarak yaşamını yitirdi. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin meslek örgütleri, gazeteler, televizyonlar, bağımsız kuruluş raporları ve işçi ailelerinden gelen bilgilere göre derlediği raporda, ülkemizde her ay ortalama 157 işçinin öldüğü sonucu ortaya çıkıyor. İş güven(siz)liğine bağlı olarak yaşanan işçi katliamlarının bu en yoğun yaşandığı bu süreçte, İstanbul Müftülüğü’nün
fıtratında bunlar vardır” diyerek cevap vermişti.
Yalanlarına katmerli yalanlar ekleyen sermaye! Geçtiğimiz Temmuz ayında İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası çıkaran AKP işçi katliamlarını sona erdireceğini söylüyordu. Oysaki çıkan yasada işçinin lehine hiçbir düzenleme yoktur. Yüz binlerce işyeri ve milyonlarca işçi olmasına karşın, Çalışma Bakanlığı’nın iş sağlığı ve güvenliği için ayırdığı uzman sayısı yalnızca 250’dir. Yasaya göre, iş güvenliği kurulları kurulması gerekiyor. Ama bu kurulları oluşturma yetkisi nedense patronlara veriliyor. Sermayenin ta kendisi olan AKP işçilerle adeta alay ediyor. Kuşkusuz İstanbul Müftülüğü de biliyor, iş güvenliğinde “ölçünün”; üretimim kesintisiz sürmesi değil, işçinin güvenliği olduğunu. Ve bizler de çok iyi biliyoruz, İstanbul Müftülüğü’nün ve diğer tüm din tüccarlarının sermayenin yanında yer alacağını. Sömürü düzenini en sadık uşaklarından olan din adamları, sömürü çarkı ne zaman teklemeye başlasa hemen kollarını sıvayarak bu çarkı yağlamaktan geri durmuyor. Ama bizler halkın örgütlü gücüne olan inancımızla çok iyi biliyoruz ki, sömürü çarkı parçalandığı zaman bu afyon satıcıları da bu çarkın altında can çekişecektir.
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
güncel haber
11
Halk gençliğine yönelik saldırılar devam ediyor Üniversitelerde ve liselerde soruşturma, gözaltı ve tutuklama terörü devam ediyor
gençliği ise soruşturma, gözaltı ve tutuklamalarla yıldırmaya çalışır.
Dinamizmin ve mücadelenin bel kemiğini oluşturan gençlik nasıl ki devrimci demokratik yapılar için vazgeçilmez birer özneyse, devlet ve gerici yapıları içinde aynı gerekli ihtiyacı ve dinamizmi temsil eder. Gerici devlet erki kendi ideolojisini devam ettirebilmek için ideolojik aygıtlarından biri olan eğitimi genç beyinlere bir silah olarak kullanır ve onları gerici, anti bilimsel ve dogmatik bir eğitimin pençesine iter. Sorgulamayan, okumayan, düşünmeyen bir gençlik yaratmak için çocuğun ilk sosyal çevresi, ‘ilk eğitim yuvası’ olan ailenin gericileştirilmesinden işe başlayan devlet, geleneksel aile yapısı safsatası altında çocuğa ilk geri ve dogmatik eğitimi aile kurumu içerisinde verir. İlkokuldan başlayarak üniversiteye kadar egemen devlet anlayışla büyüyen halk gençliği bir taraftan da kendi sınıfına, kendi sorununa yabancılaştırılır. Sokakta, aile içerisinde, çalışma alanında, üniversitelerde ve yaşamın her alanında itaatkâr bireyler yetiştirmeyi amaçlayan devlet, bireyin doğumundan ölümüne kadar yoz kültürünü ideolojik ve baskı aygıtlarıyla toplumdaki bireylere yedirmeye çalışır. Özelde üniversitelerde ideolojik yöntemleriyle himayesi altına alamadığı
Ülkemiz üniversitelerinde 12 Eylül askeri faşist cuntasıyla birlikte hız kazanan saldırı ve tutuklama furyası, günümüz Türkiye- Kuzey Kürdistan coğrafyasında daha da boyutlanarak karşımıza çıkıyor. 12 Eylül askeri faşist cuntasının bir ürünü olan YÖK ile birlikte özerkliği son bulan üniversiteler, bugün anti bilimsel, dogmatik ve gerici bir eğitimin ve kadrolaşmanın etkisi altındadır. YÖK, polis, ÖGB ve üniversitedeki gerici yapılanmaların ve çetelerin kıskacında kalan üniversite öğrencileri ise ya yoz bir yaşamı seçerek ‘üç maymunu’ oynuyor ya da bu gerici politikalara karşı mücadele ederek onurlu bir yaşamı tercih ediyor. Özellikle son süreçte faşist AKP iktidarının yeni piyonlarıyla saldırıya geçtiği üniversite öğrencileri, bu saldırıları basın açıklamalarıyla, yürüyüş ve eylemlerle geri püskürtmeye çalışıyor. Yıl içerisinde onlarca üniversitede öğrencilere polisi, ÖGB’si ve sivil faşistleriyle saldıran faşist devlet, yüzlerce üniversite öğrencisini gözaltına alarak yine yüzlercesini tutukladı.
YÖK’ün kurulmasıyla üniversitelerin özerkliği sona erdi
Erzincan’da 11 öğrenci tutuklandı Erzincan’da 2 Ocak günü sabah saatle-
rinde ev ve yurtlara yapılan eş zamanlı yapılan baskınlarda 27 üniversite öğrencisi, “YDG-H üyesi” oldukları iddiasıyla gözaltına alındı. Öğrenci evlerine ve yurtlara baskınlar düzenleyen polis, evlerde bulunan tüm öğrencileri kelepçeleyip yüzüstü yatırarak arama yaptı. Yapılan aramalara ilişkin herhangi bir gerekçe gösterilmedi. Polis işkencesine karşı çıkan öğrencilerin, kafalarına silah dayanarak tehdit edildi. Gözaltına alınan 27 öğrenciden 13'ü Erzincan Emniyet Müdürlüğü’nde serbest bırakılırken, 14 öğrencinin ise gözaltı süreleri uzatıldı.3 gün Emniyette bekletilen 14 öğrenci ifade vermeyi reddetti. Adliyeye sevk edilen öğrenciler, savcılık işlemlerinin ardından “Örgüt üyesi oldukları” iddiasıyla tutuklama talebiyle nöbetçi mahkemeye sevk edildi. Mahkeme 14 öğrenciden 11’inin tutuklanmasına karar verirken 3 öğrencinin de denetimli serbest bırakılmasına karar verdi. Tutuklanan öğrenciler, Özel Kaya, Ercan Ekmekçi, Burak Nergiz, Zozan Çiçek, Hacer Özbay, Songül Yiğit, Dilan Oral, Sinan Çakır, Remzi Durmaz, Ayşe Aslan ve Şeyman Önal Erzincan T Tipi Kapalı Hapishanesi'ne gönderildi.
Lise öğrencisine ‘devlet büyüklerine hakaret’ten soruşturma Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Roboskî Köyü’nde 34 Kürt köylüsünün katledilmesinin yıl dönümü nedeniyle lise öğ-
rencileri tarafından Van'da eylem düzenlenmişti. Eylemde liseliler adına açıklama yapan Fırat Kaya’nın, “devlet büyüklerine hakaret ettiği” iddiasıyla ifadesi alındı. Van Emniyeti Güvenlik Şube Müdürlüğü'nde ifade veren Fırat Kaya'ya basın açıklamasında kullandığı şu ifadeler hatırlatılarak ‘devlet büyüklerine hakaret ettiği’ iddiasıyla ‘suçlama’ getirildi: “Roboskî'de ölen insanlarımız için kaçakçı dediler, asıl kaçakçı bugün kaçak sarayını yapıyor arkadaşlar. Bu kaçakçı hırsızın korkusu bu gençliktir arkadaşlar. Bu gençlik örgütlü mücadele verirse bu gençlik olaylara tepki verirse yaptırdığı o kaçak sarayı biz başına yıkacağız. Buradan bir kez daha ilan ediyoruz bu gençlik burada olduğu sürece, gençlik örgütlü olduğu sürece, gençlik mücadele ettiği sürece biz o Tayyip Erdoğan'a izin vermeyeceğiz. Hırsız olan, katil olan kaçak sarayın bin odalı kaçak sarayında oturan o Tayyip Erdoğan'a izin vermeyeceğiz.” Emniyette ifade veren lise öğrencisi Fırat Kaya, suçlamaları reddederek, “Demokratik hakkımız olan basın açıklamasını yaptık. Amacımız Roboskî'de ölen insanların anılmasıydı. Başka bir amacımız yoktu” dedi.
Ülker direnişini büyütelim Aralarında Yeni Demokratik Sendikal Birlik (YDSB)’in de olduğu çok sayıda sendika ile devrimci demokratik kurum tarafından, Ülker direnişine destek vermek için eylem düzenlendi. Dora Otel, SÜTAŞ ve Maltepe Üniversitesi Hastanesi’nde işçilerin başlattığı direnişler ise devam ediyor Komprador tekelci burjuvazi işçilere ve emekçilere yoksulluğu ve açlığı dayatırken, dayatılan yoksulluğa karşı sendikal mücadeleyi yükselterek karşı koyan işçiler, işten atılarak çeşitli baskılarla yüz yüze kalıyor. Direnişi hazmedemeyen komprador tekelci burjuvazi işçilere yönelik her türlü saldırıları mübah görerek işçilerin meşru mücadelesini kırmaya çalışıyor. 3 Ocak’ta KESK İstanbul Şubeler Platformu, DİSK İstanbul Merkezi Temsilciliği, TTB
TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu ve Yeni Demokratik Sendikal Birlik (YDSB) üyeleri, bugün Cevizlibağ Metrobüs Durağı’nda “Sermaye Yenilecek Emek Kazanacak Ülker İşçisi Yalnız Değildir” pankartıyla bir araya gelerek, Ülker Fabrikası’nın önünde Ülker işçilerinin kurduğu direniş çadırına yürüdü. Direniş alanına giden kitle Ülker işçileri tarafından sloganlar eşliğinde coşkuyla karşılandı. Ardından direnişte olan Ülker işçisi Murat Topal açıklama yaparak, Ülker’de olduğu gibi diğer fabrikalarda da sarı sendikaların olduğunu belirterek bu sendikaların patronların çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini ifade etti. Topal, 70 günlük direnişlerinde bu sorunları ilk yaşanların kendilerinin olmadığını daha önce de NESTLE, ŞÜTAŞ, DANONE, BEDAŞ, Nakış ve belediye işçileri ile doktor, öğretmen ve hemşirelerin yaşadığını belirterek şunları söyledi: “70 gündür burada direniyoruz. Anayasadaki örgütlenme sendikalar yasasındaki sendika değiştirme özgürlüğünü kullandığımız için işten atıldık.”
Patronla sarı sendikadan karalama kampanyası İşçiler adına yapılan basın açıklamasında şu ifadelere yer verildi: “27 Ekim’de, bundan tam 70 gün önce, dünya devi Ülker, Anayasal hakları olan sendika seçme özgürlüğünü kullanan ve Öz-Gıda İş Sendikası’ndan istifa ederek sendikamıza üye olan 10 işçi arkadaşımız aynı gün işten çıkarılmıştır. 70 yıllık Ülker, sessiz sedasız evlerine gitmeleri durumunda kıdem tazminatların ödemeyi teklif etmiş ancak işçilerimiz kendilerine yapılan haksızlık ve saygısızlığa karşı onurlu bir şekilde direnmeyi ve yıllarını verdikleri işlerine geri dönmek için mücadele etmeyi seçmiştir. Ülker’in 70. kuruluş reklamlarıyla işçilerin üzerindeki baskı ve sömürü çarkını örtmeye çalışan Murat Ülker, önce avukatları sonra işbirlikçi Öz-Gıda İş aracılığıyla basına yaptığı açıklamada, işçilerin iş yerlerinde uyuduklarını ve ahlak kurallarına uymadıklarını iddia ederek işlerine son veril-
diğini belirtti. Kısa süre öncesine kadar performans ödülleri alan 10 ile 20 yıllık işçilerin aynı gün, sendikamıza üye oldukları gün ahlaksızlık yaptığını iddia ederek gerçekleri saptırmaya ve gizlemeye çalıştı.” Basın açıklamasının ardından direnişte olan Murat Topal’ın oğlu, Can Yücel’in İşçi Marşı şiirini okudu. Ardından tiyatro sanatçısı İbrahim Emin Ege kısa bir oyun sergiledi.
Patronlar işçilere örgütsüzlüğü dayatıyor 11 Ocak günü Dora Otel İşçileriyle Dayanışma Platformu’nun çağrısıyla Talimhane Caddesi girişinde “Sendika Haktır Engellenemez” pankartı arkasında bir araya gelen kitle, Dora Otel önüne yürüdü. Yürüyüşün ardından yapılan basın açıklamasında, patronların sürekli işçilere diğer işçileri ezerek yükselme düşüncesi ve örgütsüzlük dayattığını belirtti. Eyleme, Dev Turizm-İş Sendikası, İnşaat İşçileri Sendikası, Mağaza Çalışanları Platformu ve İşçi Dayanışması Platformu üyeleri destek verdi.
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
Dünya’nın sancısı ve Fransa’ Emperyalist dünya sisteminde, devrimci sınıf ve halk hareketleri dışındaki tüm gelişmeler emperyalist gericilikten bağımsız gelişmemektedir. Gündeme gelen çelişki ve çatışmalar bizzat emperyalist gericiliğin kurguladığı stratejiler bağlamında planlayarak devreye soktuğu gelişmelerdir. Cinayetler, katliamlar, saldırganlıklar, gericilikler, diller, dinler ve insanlar arası düşmanlıklar yaşanıyorsa bu hiç şüphesiz ki emperyalist gerici dünya şartlarının eseridir Genel olarak dünyanın emperyalist dünya gericiliğinin eseri olarak siyasiekonomik zeminde büyük bir karmaşa içinde olup, aynı zeminde cereyan edecek olan çalkantılara gebe olduğunu tespit etmek yanlış olmaz. Emperyalizm, bölünmüş bloklar gerçeğiyle kendi içinde sürekli-sistemli ve yükselen bir tempoyla çatışma, dalaş ve hegemonya yarışına dayalı bir saldırganlık içindedir. Emperyalist gericiliğin kaynak olduğu ve niteliğini vurduğu her gelişme yoksul halkların acı ve açlık çekmesine, katliamlardan geçirilmesine yol açmaktan başka bir anlama gelmemektedir. Bugün dünyada yaşanan bütün gelişmeler emperyalizmin denetiminde, kontrolünde, güdümünde ve doğrudan onun komutasında gelişmektedir. Emperyalist dünya sisteminde, devrimci sınıf ve halk hareketleri dışındaki tüm gelişmeler emperyalist gericilikten bağımsız gelişmemektedir. Gündeme gelen çelişki ve çatışmalar bizzat emperyalist gericiliğin kurguladığı stratejiler bağlamında planlayarak devreye soktuğu gelişmelerdir. Cinayetler, katliamlar, saldırganlıklar, gericilikler, diller, dinler ve insanlar arası düşmanlıklar yaşanıyorsa, bu hiç şüphesiz ki emperyalist gerici dünya şartlarının eseridir.
Sömürü ve katliamlar saltanatlarını korumak içindir Dünyayı demir pençelerine alıp hükmetme güdüsü ve iştahıyla hareket eden emperyalist gericilik ve bu gericilik şahsında her emperyalist blok, aynı zamanda bu blok üyeleri nüfuzlarını büyüterek dünya hükümranlıklarını ele
geçirme, pozisyonlarını sağlamlaştırma ve egemenliklerini büyütme uğruna insanlıkla doğayı her türlü felakete sürüklemekten sakınmamaktadır. Sömürü, talan ve kıyım üzerine kurulu olan emperyalist gericilik köhne amaçlarına ulaşmak için tüm vahşiliğiyle dünyayı acılara boğmakta, gerici çıkarları uğruna insanlığa reva gördüğü dayanılmaz yaşam koşullarıyla toplumları ve insanları yarattığı yapay çelişkiler üzerinde birbirlerine düşman etmektedir. Dünyayı renklere, sınırlara, sınıflara böldüğü gibi, dil ve dinler arası çelişkileri çıkarlarına uygun şekilde kullanıp kışkırtarak insanlar arasına nifak sokmakta, kan ve sömürüye dayalı bir saltanat sürmektedir. İnsanlara sunulan-reva görülen çekilmez yaşam şartları kaçınılmaz olarak insanları doğru ya da yanlış çeşitli arayışlara sürmekte ve hatta depresyona da iterek bir biçimiyle patlamalarına yol açmaktadır. Bütün bu söylediklerimiz, her gelişmenin tek torbaya koyulup aynılaştırılması, olağan karşılanması ve “sebebi emperyalist gericiliktir’’ denilerek düz bir yaklaşım sergilenmesi anlamına gelmez. Aynı biçimde adeta katliama haklılık gerekçesi, evet utangaçça haklılık gerekçesi gösterme anlamına gelen “amalı’’ yaklaşımlar da hiçbir süretle benimsenemez. Bu yaklaşımlar son tahlilde katliamcı zihniyetle akrabadır, katliama içten içe sempati duyanlardır. Elbette her yaşananı genel bütünlük içinde mütalaa etmekle birlikte özel şartları ve niteliği itibarıyla da analiz etmek şarttır. Ancak bu analiz ve değerlendirmeler istisnasız olarak emperyalist dünya gericiliği atlanmadan yapılmak durumundadır. Aksi halde ampirizm ve yüzeysel yaklaşımlarla hatalara savrulmak kaçınılmaz olur. Libya’daki gelişmeler, Rusya ile Gürcistan arasındaki gelişmeler ve Güney Osetya ile Abhaza’nın bağımsızlığını ilan etmesi gelişmeleri, Nijerya’da Boko Haram gerçeği, Suriye, Irak, Filistin sorunu, El Nusra Cephesi’nin Lübnan’daki katliamları, Rojava’da yaşanan gelişmeler ve Fransa’da yaşanan katliam birer rastlantı ve doğal gelişmeler değil, doğrudan emperyalist gericiliğin yarattığı sonuçlardır. Bu yaşananların hiçbiri kendiliğinden ve birbirinden bağımsız gelişmeler değildir. Bütün bu gelişmelerde etnik ve din-inanç unsuru sorunların vesilesi durumundadır. Ne ki, bu sorunları kaşıyarak gündeme getirenin emperyalist politika ve stratejiler olduğu, dolayısıyla emperyalist gericilik ve onun güçleri ile bu güçler arasındaki çıkar dalaşı olduğu en temel gerçektir.
Yine bütün bu gelişmeler içinde dikkat çeken bir özellik de özellikle İslam orijinli dinci radikal siyasi hareketlerin öne çıkması gerçeğidir. Dünyadaki silahlı eylem ve mücadelede revaçta olanlar esasta bu nitelikteki örgütlerdir. Filistin’de seçimlerle hükümete gelen Hamas yasal pozisyona da geçse geçmişi bellidir ve diğer ülkelerdeki türevleri radikal hareketlerdir, Müslüman Kardeşler Örgütü, Hizbullah, Çeçenistan’da Kafkas Emirliği ve Kara Dullar örgütü, Taliban-El Kaide, El Nusra, IŞİD, Boko Haram gibi daha çoğaltılabilir bir dizi (ki, bunların bazıları değişik ülkelerde aynı isimle örgütlenmektedir, yani Hizbullah ya da El Kaide vb dendiğinde sadece bir örgüt yok birden fazla örgüt söz konusudur) İslamcı örgütün hepsi radikal örgütler olup aynı öze ve esasta aynı kimliğe sahiptir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da yukarıdaki İslami radikal örgütlerin kolları olmakla birlikte, buraya özgün İslam menşeli radikal örgütler mevcuttur. Hepsi İslamiyet ve Şeriat uğruna silahlı eylem ve katliamlar gerçekleştirmeye açık olup çoğu cani eylem ve katliamlar gerçekleştirmektedir. Bu örgütlerin tümü istisnasız olarak İslamcıdır. İslam’ın hepsi bunlardan ibaret değildir ama bunlar da İslam dışı değildir.
İslami radikal örgütler aktüel olan durumdadır Dünya ölçeğinde mevcut durumda gelişmekte olan silahlı hareketlerin başında İslami radikal örgütler
gelmektedir. Aktüel olan İslamcı radikal harekettir. Burada bir parantez açalım; siyasi İslam ifadesi esasta bir manipülasyondur. Tüm dinler gibi İslam da siyasetin dışında değildir. Tüm dinler de siyasaldır. Her din gerici hakim sınıflar tarafından kullanılmaktadır. Dahası halk kitlelerinin bölünüp parçalanması siyaseti de emperyalist güçler ve dinci gericilikler tarafından kullanılmaktadır. Ama esasta da gelişen bu İslami hareketlerin iktidar perspektifiyle hareket ederek siyasi hareket oldukları kanıtlanmış-açığa çıkmış oluyor. Kısacası, siyasi İslam demek çok doğru olmadığı gibi, bunu kullanmak İslam’ı siyasi zeminde gelişen yanından kurtarıp, İslami örgütlerin gerçekleştirdiği eylemlerden muaf gösterme çabasıdır… Parantezi kapatıp tekrar konumuza dönelim. Bu örgütler Şeriat ve dini esaslara dayanma özellikleriyle de gerici örgütlerdir. Dolayısıyla silahlı eylemleri esasta bu kulvardadır. Örneğin, Çeçenlerin Rusya’nın işgaline-tahakkümüne karşı savaşması haklı olsa da, genel niteliği gericidir. Ki bu gerici niteliğinin tezahürü olarak şimdi IŞİD gericiliğinin katliam ve vahşetinde büyük rol oynamaktadırlar vb vs… Ya da bu dinci İslami örgütlerin İsrail Siyonizmine karşı mücadele etmeleri haklıyken, genel özellikleri itibarıyla gericidirler. Gerçekleştirdikleri birçok eylem de gerici ve kör terördür. İnsan öldürmek veya katletmek için Müslüman olmamaları ya da Yahudi vb olmaları yetiyor. Mezhepsel farklılık bile katledil-
perspektif
da yaşanan katliam gerçeği!
meye yeterli gerekçe olabiliyor… Fransa’da bu İslamcı radikal örgütlerin gerçekleştirdiği katliamdan sonra, ‘’bunlar İslam’a mal edilemez’’ vb savunularla İslam’ın ve esasta da bütün dinci gericiliğin bu gerçeği yok sayılmak istenmektedir. Tabi İslamofobi gerekçeleriyle utangaçça gerekçeler de dillendirilmektedir. Tamam bu katliamları İslam’a mal etmeyelim. Peki bu radikal dinci örgütler İslam adına hareket etmiyor mu? Gerçekten de İslamcı örgütler değil mi? Açık ki, hepsi de İslamcı örgütlerdir. Kuşkusuz ki, meseleleri dinler çatışmasına hizmet edecek şekilde ortaya koyup propaganda etmek doğru olmaz. Zaten emperyalist gericilik bunu yapmakta, bunu gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Açık ki, adı geçen bu örgütler de emperyalist gericiliğin değirmenine su taşımaktadır. Tabii ki, El Kaide gibi bizzat emperyalist güçler tarafından beslenip geliştirilen durumda değillerse… Ki birçoğunun bu zeminde geliştiği açıktır. O halde mevcut katliam ve eylemlerin gerçekte İslam dışı olmadığı söylenebilir. İslam’ın da diğer dinlerinde beslendiği kaynak gericiliktir, idealizmdir. Ve hepsi de aynı öze sahiptir. Dolayısıyla din aşılmadıkça bu gerici gelişmeler ve katliamlar da aşılamaz. İnsanlığın kurtulması gereken başta emperyalist gericiliktir. Aynı biçimde kurtulması gereken diğer bir gericilik de din gericiliğidir. Dinler mevcudiyetini koruduğu müddetçe dinler arası çatışmalar gündeme geleceği gibi, dinin emperyalist
gericilik tarafından kullanılması da gündemde olacaktır.
Dinler dogmadır ve bu yüzdendir ki ilerlemez İşte Fransa’da Charlie Hebdo isimli mizah dergisine yapılan saldırı ve 12 aydın gazetecinin katledilmesi gerçeği tam da bu gericiliğin şu veya bu vesileyle hortlayıp karanlığını yansıtması gerçeğidir. IŞİD gericiliğinin Rojava’da, Şengal’de vb gerçekleştirdiği katliamlar, vahşilikler ve barbarlıklar aynı şeydir. İslami radikal hareketin bu katliamları gibi, İslam düşmanlığıyla hareket eden diğer dini gericilikler de İslami gericilikle aynı özdedir, onun kadar gericidir. Anlattıklarımızdan İslam gerici diğer dinler ilericidir sonucu çıkarılamaz. Sadece mevcut durumda yükselmekte-gelişmekte olan radikal İslami harekettir ve İslam’ın iç reformlarını gerçekleştirememesinin nedeni olarak diğer dinlerden bir gömlek daha canlı bağnazlığa sahip olmasıdır. Müslüman ülkelerin esası koyu din-şeriat gericiliğinin girdabındaki geri kalmış ülkelerdir. Taşlama, kırbaç cezası, kısas, halkın önünde yapılan idam-asma infazları, kadınlara uygulanan zulüm cezaları ve ilkel prangalar vb vs gibi ilkel hukuk sistemleri bu geriliğin-geri kalmışlığın açık göstergeleridir. İç hukukunda uyguladığı bu Şeriat karanlığı yasaları tabiatıyla düşman tanımına soktukları kesimlere karşı da aynı acımasızlıkla gündeme gelmektedir. Öldürerek ve ölerek cennete gitmeyi tasavvur eden bir inanç tonunun canice
katliamlara imza atması ve Şeriat uğruna fedai olarak ölüme gitmesi de seve seve olur. Yaşanan da, gerçek de esasta budur. Özetle, Fransa’da gerçekleştirilen katliamı lanetlemek her şeyden önce bir insani ödevdir. Gericiliğin farklı fikir ve düşüncelere tahammül etmeyerek ve batıl inançla yarattığı kutsallarını savunma adına gerçekleştirilen katliam kimlere karşı yapılırsa yapılsın ve ne adına yapılırsa yapılsın çağ dışı canice bir eylemdir. Nijerya’da iki bin kişiyi aşkın insanı bir yerleşim yerinde kıyımla yok eden katliam daha büyük ve vahşi gericiliğin resmidir. Ki, Fransa Katliamı’na haklı olarak gösterilen duyarlılık bu katliama da gösteril-me-liy-di! Bu vahşi tırmanış elbette şiddetle lanetlenip tarihin karanlığına gömülmelidir. Ne İslam dünyası kendisini bu suçlardan bağımsız göstermelidir ve ne de diğer dinler ve gericilikler kendisini ak-pak göstererek gerici saldırılarına zemin aramalıdır. İnsanlığın emperyalist gericilik başta olmak üzere, her türden gericilikten kurtulması gibi, din gericiliğinden kurtulması şarttır. İster dini gericilik olsun ister emperyalist dünya gericiliği olsun bilumum gericilikten kurtulmanın gerçek yolu sınıf mücadelelerine yüklenmek ve sınıf savaşımlarını geliştirip başarıya ulaştırmaktır. Kabul etmek gerekir ki, devrimci sınıf hareketinin gelişememesi, dünyadaki gelişmelere veya emperyalist politika ve saldırganlıklara karşı varlık gösterememesi de fundamantelist hareketin nesnel çelişkiyi kullanarak rol oynayıp taban bulmasına objektif olarak olanak sağlamıştır.
Objektif duyarlılık için; Nijerya Rojava ve Şengal’e ses ver Fransa’da , Nijerya’da, Rojava ve Şengal’de cereyan eden ürpertici kara katliamların öyle ya da böyle devam edeceği muhtemeldir ve bu beklenmelidir. Zira söz konusu radikal hareketler varlıklarını, amaçlarını ve hedeflerini koruyarak faaliyetlerini sürdürmektedir. Nitekim Fransa katliamından sonra Almanya’da bir gazete daha kundaklandı. Alarm halinin devam ettiğini doğru tespit etmek gerekmektedir. Halkları din savaşlarıyla birbirine kırdırmak gibi gerici tehdit ve tehlikeye karşı halkların kardeşliği temelinde sürece doğru yaklaşarak sınıf mücadelelerini geliştirmek elzemdir. Adı geçen İslami hareketler elbette İslam adına hareket etmektedir ve öyledir de ancak bunların tüm İslam dünyasını temsil ettikleri asla söylenemez. Ancak İslam’a veya İslami teröre dikkat çekip
İslam’ı tamamen azade görmemenin önemi, İslam’ın bağrından çıkan bu uzuvlarına bir basınç-baskı uygulamasının gerekli oluşundandır. Aksi halde bu radikal İslami hareketin marjinalize edilmesi veya gelişiminin engellenmesi düşünülemez. İslam dışı güçlerin tepki ve reaksiyonu bu radikalizmi frenlemek bir yana, bilakis körükler. Dolayısıyla İslami güçler bu radikal uzuvlarına karşı sorumluluk duymak, basınç uygulamak durumundadır.
Kime göre neye göre anti-emperyalist Bu hareketlerin anti-emperyalist olma aldatıcılığı destek bulmalarının bir nedenidir. Oysa bunların anti-emperyalist olmak bir yana, birçoğunun bizzat emperyalizm tarafından stratejik planlarla devreye sokulduğu bilinen gerçektir. Dahası bunların anti-emperyalist görünümü tamamen Batılı güçler karşıtlığı olarak açığa çıkmakta ve dini kanaldan beslenmektedir. Batı dünyasının Hıristiyan özelliğinden ötürü İslami temelde bir karşıtlık veya düşmanlık beslemektedir. İslam dışındaki inançları İslam’a düşman olarak- “gavur’’ olarak tanımladıkları için bu zemindeki düşmanlıkları anti-emperyalist görünüm olarak yansımaktadır. Esasta ise bunların antiemperyalistlikle ilgisi yoktur. Bu açıdan da hiçbir ilericilik temsil etmez, bilakis koyu bir gericiliği temsil ederler. Emperyalist dünya gericiliği elbette geri itilemez şekilde baş düşmandır. Mücadelemizin hedefi bu düşmandır. Dinci gericiliğin katliamlarını, gerici uygulamalarını elbette protesto ve teşhir ederiz. Karşımıza siyasi alanda ve fiilen çıktığında elbette buna karşı da mücadele ederiz. Rojava’da olduğu gibi… Ama bunun dışında dine-İslam’a karşı ideolojik savaş dışında fiili bir savaş açmamız ya da böyle bir siyaset gütmemiz düşünülemez. Unutmamak gerekir ki, İslamcı radikal hareketlerin gelişme zemini bulmasının önemli bir nedeni de emperyalist politika ve saldırganlıklardır. Guantanamo işkenceleri ve Müslümanları hedef haline getiren gerici yönelimler, Müslüman ülkelere yapılan emperyalist işgal saldırganlıkları ve hatta “Arap Baharı’’ olarak adlandırılan ayaklanmalar sürecinde birçok Müslüman ülkenin dizayn edilmesi ve buralarda uygulanan vahşi katliamlar gibi gelişmeler kuşkusuz ki yankı bulacak ve karşıtının gelişmesine yol açacaktı. “Rüzgar ekenler fırtına biçecektir!’’ Bu fırtınanın kara fırtına olması da mümkün ve muhtemeldir.
14
dünya haber
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
‘Küresel terör’ ya da dini gericilik
Bugün dünyanın birden fazla bölgesi, özellikle Ortadoğu ve Afrika, açlık, sefalet, akıl almaz sömürü ve zulüm içerisinde kıvranan, emperyalist işgal ve gerici savaşlarla yaşamları ellerinden alınan, öldürülen, evinden, yurdundan göçmek zorunda kalan milyonlarca insanın gerçek yaşam öykülerine tanıklık ediyor “Radikal İslam, cihad, dini terör, dini gericilik’’…son zamanlarda belki de en sık karşılaştığımız kelimelerin başında gelenler. Dünya; gözünü kulağını Kobanê’ye çevirmiş IŞİD (DAİŞ) vahşeti ve karşısındaki direnişi konuşurken, Fransa’nın başkenti Paris’te mizah dergisi Charlie Hebdo’ya yapılan saldırılar din ve dini örgütlenmeleri bir kez daha, hem de Avrupa’nın kalbinde yapılan bir saldırı sonucunda, daha fazla konuşmaya başladı. Fransa’da yaşanan saldırı sonucunda, medeniyetçilik- aydınlanmacılık paradigmasıyla toplumları okuyan, özellikle Avrupa merkezli birçok kesimden, “dini barbarlık, vahşet, canilik’’ vd. eleştiriler peşi sıra yükselmeye başladı. Yeryüzünde her gün binlerce insanın emperyalist-kapitalist sömürü ve türevleri sebebiyle öldüğü, öldürüldüğü, açlığın, yoksulluk ve sefaletin diz boyu gittiği, en akıl almaz sömürü ve zulüm yöntemlerinin ezilen, emekçiler üzerinde barbarca denendiği bir ortamda, tüm bu gerçekliklere gözlerini kapatan bu toplamın Fransa’da yaşanan saldırıya dair gösterdiği refleksin de zerre kadar samimiyeti yoktur. Her gün televizyonlardan izledikleri ve kendilerine kilometrelerce uzak olan diyarlardan, “eğitimsizlik, cahillik, geri kalmışlık sebebiyle’’, gelen ölüm haberleri anlık bir “vah
vah’’ın ötesine geçmeyen bu Avrupalı bay ve bayanlarımızın rahatsız oldukları esas mesele, Paris’te öldürülen insanlar değil, bu ölümler vesilesiyle televizyonlardan seyrettikleri gerçekliğin bizzat kendi kapılarını çalmasıdır. Peki, gerçekte her gün isimleri “vahşetle’’ anılan ve sayıları, etki alanları ve güçleri her gün daha fazla artan “dini terör örgütleri’’ kimdir ya da daha doğru bir şekilde sormak gerekirse neyin ürünüdür?
Yoksulluğun ve savaşların içinde bir kurtuluş umudu Bugün dünyanın birden fazla bölgesi, özellikle Ortadoğu ve Afrika, açlık, sefalet, akıl almaz sömürü ve zulüm içerisinde kıvranan, emperyalist işgal ve gerici savaşlarla yaşamları ellerinden alınan, öldürülen, evinden, yurdundan göçmek zorunda kalan milyonlarca insanın gerçek yaşam öykülerine yataklık ediyor. Bazı durumlarda ölümün yaşamaya tercih edildiği böylesine zorlu bir yaşam- ölüm ikilemi içerisinde milyonların her gece rüyalarını süsleyen bir kurtuluş umudu, biraz daha insanca bir yaşam istemi birçok yeni arayışın ve çabanın ürünü olarak ortaya çıkıyor. Buna benzer bir tablonun yaşandığı 1900’lü yılların hemen başlarında Rusya’da, hemen ertesinde Çin ve diğer birçok başka ülkede bu kurtuluş umudu, sosyalizm olarak ete kemiğe bürünmüş ve milyonlarca insanın insan gibi yaşamalarının yolunu açmıştı. Ki emperyalist- kapitalist sistemin en çok korktuğu, kabuslarına giren olgunun kendisi de, bu köhnemiş düzeni yerle bir edip, yerine sömürü ve zulmün olmadığı, gerçek kurtuluşun adresi, sosyalizmden başkası değildir. Fakat sosyalist ülkelerde yaşanan geri dönüşler ve emperyalist-kapitalist sistemin yoğun saldırıları altında gerileyen komünist- devrimci alternatif, yeryüzünde oldukça büyük bir boşluğun oluşmasına da sebebiyet verdi. Böylesi bir realite karşısında, kökleri bin yıllara dayanan ve dünya halkları üzerinde oldukça derin etkileri bu-
lunan din olgusunun bir afyon misali zihinleri uyuşturup, insanları gerçek kurtuluş yolundan saptırması da oldukça doğal bir durumdur. Her türlü zulüm ve sömürüye maruz kalan, ülkeleri emperyalist güçler tarafından talan edilip, işgale uğrayan, açlık ve sefaletin sıradanlaştığı, zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip Ortadoğu ve Afrika halkları yaşadıkları bu ıstıraptan kurtulmanın yol ve yöntemlerini ararken, kendilerine bin bir yolla sunulan din penceresinden başka bir dünyanın hayaliyle mest olmaktadır. Bu durumunu en iyi şekilde kullanan, kimi bizzat emperyalistler tarafından koordine edilen, din menşeli örgütlenmeler, kısa sürede yüz binlerce insanı etkisi altına alıp, dini normlara uygun yeni yönetim modelleri için silahlı, silahsız çalışmalara katılıyor. “Komünizm tehdidine’’ karşı ABD tarafından hayata geçirilen “Yeşil Kuşak’’ projesi, bugün Ilımlı İslam adı altında Türkiye- Kuzey Kürdistan’dan Mısır’a kadar geniş bir coğrafyada kullanılarak bura halkları kontrol altında tutulmaya çalışılıyor. El- Kadie, IŞİD, El- Nusra gibi örgütlenmeler ise uzun süre birlikte çalıştıkları emperyalist güçler tarafından tedavülden kalktıkları an yok edilme tehdidiyle karşılaşıp bu kez de bu güçlere karşı oldukça güçlü bir toplumsal destekle beraber savaş veriyorlar. Afganistan, Irak, Mısır, Libya, Yemen, Nijerya, Suriye…’de yaşananlar tamda bu gerçekliğe işaret ediyor. Son birkaç yıldır Suriye’de BAAS rejimine karşı eğitip silahlandırdıkları dini çete örgütlenmeleri an itibariyle bizzat ABD, Fransa ve diğer emperyalist ülkelere karşı saldırı eylemleri düzenlemeye başladılar. Kısacası emperyalist-kapitalist sistemden kaynaklı şartlar ve emperyalizmin böl- parçalayönet politikaları ekseninde dünya genelinde ama özellikle Afrika ve Ortadoğu’da din ve dini örgütlenmeler oldukça güçlü bir toplumsal destek ve yürüttükleri savaş ile gündemin baş sıralarına oturmuş durumdalar. Bu olguya en aktüel örneklerden bi-
ride Nijerya’da Boko Haram örgütü şahsında yaşanıyor.
‘Batılı Eğitim Haram’ ya da Boko Haram Son birkaç yıldır adından sıkça bahsettiren ve son olarak 300’e yakın kız öğrencinin kaçırılmasıyla gündeme gelen Boko Haram örgütü, dünya kamuoyu tarafından yakından takip ediliyor. Batı Afrika ülkesi olan Nijerya’da, özellikle ülkenin kuzey bölgelerinde oldukça etkili olan, yaptığı eylemlerle Nijerya iktidarını oldukça zorlayan ve birçok bölgeyi hakimiyeti altına alan Boko Haram, 12 yıllık tarihine karşın, şimdiden adından sıkça söz ettiren örgütlerin başında geliyor. Boko Haram örgütü 2002 yılında Nijerya’nın Borno eyaletinde Muhammed Yusuf tarafından kurulan ve özellikle Nijerya’nın kuzeyinde güç sahibi olan, Şeriat kurma amacıyla Nijerya’ya savaş ilan eden bir örgüt. İsimlerinin karşılığı “Batılı eğitim haram’’ olan Boko Haram, Nijerya’da Hristiyan azınlık tarafından yürütülen yönetim ve misyonerlik faaliyetlerine karşı aktif eylemleriyle öne çıkıyor. Kuruluşundan sonra Nijerya asker ve polisine yönelik yaptığı eylemlerle gündeme gelen Boko Haram, 2009 yılında Nijerya ordusu tarafından yapılan bir baskında birçok üyesiyle beraber, liderleri Muhammed Yusuf’un da işkencede öldürülmesi sonrası, askeri saldırılarını arttırarak daha fazla etkinlik kazanmaya başladı. Nisan 2014 tarihinde Hristiyan okullarında okuyan 300 kız öğrencinin kaçırılması ve bu ayın ilk haftasında Baga kasabasında bulunan bir askeri üsse yapılan saldırı sonucunda yüzlerce kişinin öldürülmesi ve binlerce kişinin evlerini terk etmesi sonrası Boko Haram, başta TC olmak üzere ABD, Almanya, Fransa…gibi birçok devlet tarafından sert bir şekilde kınanarak, ‘’terör listesine’’ alındı. Oldukça zengin petrol yataklarına sahip olan Nijerya, emperyalistler tarafından
dünya haber
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
uzun yıllardır baskı altında tutularak yönetilmeye çalışılıyor. Faşist generaller ve işbirlikçi bürokratlar tarafından yönetilen Nijerya’da, uzun yıllara yayılan misyonerlik faaliyetleri, ülke içinde sınıfsal farklılıkları derinleştirmiş durumdadır. Azınlıkta olan Hristiyanlar tarafından yönetilen ülkede, Müslümanlara karşı sürekli bir şekilde katliam ve zulüm politikaları uygulanıyor. Özellikle 1950’li yıllardan sonra “komünizm tehdidine karşı’’, ülkedeki Hristiyan misyonerlik faaliyetleri yoğun kampanyalar şeklinde ele alınıp, faşist generaller aracılığıyla büyük bir baskı mekanizmasına dönüştürülmüş durumdadır. Halkın büyük çoğunluğunun açlık ve sefalet içerisinde yaşamasına karşın özellikle Hristiyanların görece iyi olan yaşam koşulları, birçok Müslüman ailenin çocuklarını Hristiyan okullarında okutmasına vesile oluyor. Bu durum içerisinde ülkedeki sorunların kaynağının Batı tarafından dayatılan eğitim ve yönetim olduğunu ifade eden Boko Haram örgütü, Şeriat iddiasıyla güçlü bir toplumsal desteği arkasına alarak Nijerya hükümeti ve Hristiyan kurumlarına karşı silahlı saldırılar düzenliyor. Nisan ayında kaçırılan 300 kız öğrencinin de Hristiyan okullarında okumak zorunda kalan Müslüman öğrenciler olduğu ve Boko Haram tarafından bu vesileyle kaçırıldığı belirtiliyor. Aynı şekilde çok kısa bir süre önce bir yerleşim yerine yapılan baskınla binlerce kişi öldürülmüştür. Emperyalist- kapitalist dünyanın esas olarak gıkı dahi çıkmazken Paris’te Charlie Hebdo’daki katliam ise burjuva gerici medyanın baş manşetleirnde yer alabilmektedir. Hiç kuşku yok ki başta El- Kaide, DAİŞ ve ElNusra gibi örgütlenmeler olmak üzere din menşeli çete örgütlenmeleri üzerinden emperyalist- kapitalist stratejik saldırı poltikaların yolları döşenmektedir. Uyguladıkları her türlü vahşi yöntem ve özellikle kadınların, kız çocuklarının köle yerine konulduğu politik uygulamalara karşın, Boko Haram ve benzeri örgütler militan ve kitle desteği bulmakta zorlanmıyor. Müslüman halkın yaşadığı sorunların kaynağı olarak Hristiyanları görmeleri ve gerçek kurtuluş yolundan saptırılarak dini afyonla zehirlenmeleri, din olgusunun çok güçlü olan toplumsal temelini daha da derinleştirip, köklü hale getirmektedir. Boko Haram vb örgütlenmelerin böylesine nüfuz sahibi olmalarını bu gerçeklik içerisinden objektif şartlarıyla beraber analiz etmek gerekiyor. Oldukça güçlü maddi zemininin yanında dini örgütlenmelerin böylesine güç kazanmasının en önemli nedenlerinden birisi de komünist- devrimci güçlerin varlık gösterememeleridir. Devrimci mücadele için oldukça güçlü objektif şartların bulunduğu bu gibi ülkelerde, söylem ve pratiğiyle kitlelere güven verecek komünist- devrimci hareketler kısa sürede ciddi bir alternatif olarak iktidar mücadelesini güçlendirebilir. Uluslararası Komünist Hareket (UKH) de, imkan ve araçları zorlayarak, bu gibi yerlerde komünist partilerin kurulması için çaba sarf etmelidir. Dünyanın yoksulları, yaşamlarını yaşanmaz kılan büyük bir sefalet ve sömürü içerisinde kurtuluş yolları aramaktadır. Ezilen milyarlara gerçek kurtuluş yolunu; sosyalizmi göstermek ve bu uğurda her türlü bedeli göze alarak devrimci iktidar mücadelesine girişmek bütün komünistdevrimcilerin boynunun borcudur.
15
Suriye’de güçler denklemi Her bir bölge, il, ilçe, köy, mahalle vd leri için bağımsız tam bir kendi kendini yönetim özerkliği ve aynı zamanda demokratik temelde tamamen kendi iradeleriyle merkezileşmiş bir toplumsal mekanizmayı ve sistemi savunmalıyız. Rojava merkezi özerk yönetimi ve kantonlar statüsünden asla taviz verilmemeli ve geriye çark edilmemelidir Cenevre 1-2. Konferansı denirken bir türlü istedikleri sonucu alamayan, anlaşamayan ya da hemfikir olamayan Baasçı Esad ve rakipleri değildir. Aksine tam da Rusya emperyalizmi ile ABD ve AB emperyalistleri arasındaki rekabet ve çelişkinin ürünü olarak istedikleri sonucu alamamalarıdır. Bilindiği gibi özellikle Esad’ın hakim olduğu bölge ve alanlarda muhaliflerine karşı görece askeri üstünlüğüyle Cenevre Konferansı’nda da bu avantajlar eşliğinde yer almıştı. Buna karşın yoğun diplomasi ve tehditler- şantajlar karşısında Esad’ın Rus emperyalizminin de onayıyla kimyasal silahlar ve tesislerini imha ya da transferini de kabul etmesiyle özellikle ülke içerisinde daha da askeri saldırılarını yoğunlaştırması karşısında, muhalefetin daha da parçalı hale geldiği söylenebilir. Bütün bu gelişmelerin yanında IŞİD’in Irak ve Güney Kürdistan başta olmak üzere Şengal, Kobanê saldırıları ve yaşanan süreç başını ABD’nin çektiği AB emperyalist blok güçlerinin de destek verdiği IŞİD’e karşı havadan saldırıları sonucu Esad’ın da Halep vd bölge ve alanlarda radikal dinci örgüt ve çetelere karşı askeri saldırılarıyla muhalefetin daha da zayıf düşürüldüğü göz önünde bulundurulduğunda Rusya’nın girişimiyle yeni bir konferans düzenlenerek yaşanan sürecin çeşitli düzeylerde statükolara dönüştürülmesi planlanmaktadır.
Kobanê’deki sürecin arka planı Kötü şeyler iyi şeylere dönüşür ya da dönüştürülebilir mi? dersek bu noktada özellikle PYD önderliğindeki Rojava özerk merkezi yönetimini elinde bulunduran ilerici güçlerin Cenevre Konferansı dışında tutulması sonrası gelişmeler Batı Kürdistanlı ilericilerin süreci tersine çevirecek şekilde uluslararası düzelemde de kendi statükolarını kabul ettirdiklerini söyleyebiliriz. Özellikle IŞİD’in Şengal ve Kobanê saldırıları karşısında PYD- YPJ önderliğindeki Kürt ulusal direnişçileri ve savaşçılarının mücadelesi ve tabii ki sürdürülen yoğun diplomasi seferberliği sonucu nihayet Rojava özerk yönetimi ve kantonlarındaki ilerici statükoyu elinde bulunduran Kürt ulusal temsilcilerinin de Suriye özgülünde Esad ve muhalifleri eksenli emperyalist güçlerce görüştürme ve müzakerelere dahil edilmesi gerçekliğini de gündemleştirdi. Bu yönüyle PYD önderlikli Rojava özerk yönetimi ve kantonlarının şimdi çok daha avantajlar eşliğinde görüşme ve müzakerelere dahil olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Bu noktada başta ABD olmak üzere AB emperyalist güçlerinde PYD’yi “terörist’’ olarak görmediği deklarasyonu ve resmi düzeylerde kabul ve çeşitli görüşme süreçleri de göstermektedir ki PYD ve yanındaki diğer Kürt ulusal güçlerinin de Rusya’da önemli avantajlarla sürecin önemli bir parçası olduğunu belirtebiliriz. Yalnız yaşanan süreç ve gelişmeler, önemli avantajları ve olanakları ortaya çıkarırken, diğer yandan Batı Kürdistanlı ilerici güçleri ciddi tehlikelerin de beklediğini belirtmeden geçemeyiz. Türk devletinin, Kürt ulusu ve tabii ki Batı Kürdistan karşıtı Suriye özgülünde girdiği ilişki, ittifak ve çeşitli kirli tasfiye politikalarıyla sınırlı olmadığı görülmelidir. Bu yaklaşmının Tunus, Libya, Mısır, Lübnan, Ürdün, Katar, Arabistan, İran, Irak, Filistin vd lerine yönelik de söz konusu olduğunu vurgulayalım. Bütün bunlar üzerinden geliştirmek istediği selefi Sünni “Müslüman Kardeşler’’ çizgi ve gerçekliğini Ortadoğu’da da yaygın olarak görmek mümkündür. IŞİD’in Şen-
gal ve Kobanê’de başarısız olduğu gerçekliğine paralel özellikle Efrin kantonuna El- Nusra Cephesi’nin saldırının hazırlıkları yapılırken Erdoğan’ın uluslararası güçlerin niye Halep’i görmediği yönlü eleştirilerini de yeterince anlamak durumundayız. Bu temelde Halep ve çevresinde de savaşın bitirilmesi ve istikrarın sağlanması için plan devreye sokulmuştur. Bunun bir parçası olarak da hiç kuşkusuz ki örtülü bir şekilde ABD ile Rusya’nın anlaşması sonucu önümüzdeki günlerde Batı Kürdistanlı yetkililerin, Baasçı Esad rejimi temsilcilerinin ve ılımlı muhalefet gruplarının da içerisinde yer aldığı Rusya’da konferans anlamında bir toplantı gerçekleştirilecek. Bu toplantıya şu ana kadar PYD önderliğindeki Batı Kürdistanlı temsilciler, Baasçı Esad temsilcileri, Suriye muhalefeti başkanı Maaz El Hatip ve Tensik Heyet temsilcileri de davet edilmiş durumdadır. Bu girişimin hemen ardından El Hatip önderliğinde Suriye Vatan grubu diğer bir oluşumu da ian etmiş oluyordu. Bütün bu gelişmelerin özellikle ABD ve AB emperyalist blok güçler tarafından bizzat kendi gübreliklerinde palazlandırılan ve desteklenen Suriye Koalisyonu adıyla kamuoyunda bilinen kesimlerinde yine aynı emperyalist devletlerce etkisizleştirildiklerini söyleyebiliriz. Bu yönüyle de iyice etkisizleşen Suriye Koalisyonu deyim yerindeyse sadece Erdoğan önderliğindeki AKP iktidarının başının çektiği tekçi faşist Türk devletinin desteklediği İstanbul Koalisyonu yad a İstanbul Muhalefeti olarak da yalnızlaştığını ifade edebiliriz. AKP iktidarının planlarını çok önceleri yaptığına da tanık olmaktayız. Suriye Muhalefeti Başkanı Ahmet Carba’yı görevden alarak yerine uzun süre İstanbul’da yaşayan Halit Hoca adlı bir devşirmeyi getirmiştir. Hoca’nın ilk açıklaması da Rusya’da gerçekleştirilecek toplantıya katılmayacakları yönlü olmuştur. Bütün başarısızlıklar karşısında Erdoğan önderliğindeki Türk devletinin tüm çırpınışları ve haykırışları da bu yalnızlaşmanın ürünü olsa gerek. AKP iktidarı Rusya’da yapılması planlanan Konferans temelli toplantının gerçekleşmemesi için Halep ve çevresindeki İslami Cephe’den Şam Cephesi olarak adını değiştiren güçlerden Liva Tevhit, Ehrar Şam, Asifet Şimal vd lerini bir araya getirerek karşılık vermek istemiştir. Bu temelde Halep ve çevresinde savaşı tırmandırma yönelimini belirlemiştir. Ancak bunda da başarılı olamayarak bahsi geçen konularda iyice gerilen ve yalnızlaşan Türk devletinin işinin o kadar da kolay olmadığı görülmelidir.
Uluslararası komünist hareket alternatif olmaktan uzaktır Ortadoğu ve Suriye, Batı Kürdistan ve diğer bütün yerlerde yaşanan gelişmeleri uluslararası düzlemde de ele almak ve buna göre objektif ve subjektif süreçleri doğru okumak durumundayız. Zira yaşanan tüm sorunların ve her bir olgunun uluslararası ölçekte de bir yeri vardır. Uluslararası devrimci ve komünist hareketin oldukça dağınık ve parçalı durumu da alternatif çekim merkezi olmaktan uzaktır. Ama yine de subjektif güçlerimiz oranında doğru ve bilimsel temellerde somut ve gerçekçi çözüm projelerinde ısrar etmeliyiz. Bu anlamda gerek dünya gerekse de Ortadoğu, Batı Kürdistan ve Suriye özgüllerinde de resmi her bir millet, dil, inanç, tarih, düşünce imtiyazı ve tekelini tanımadan tam hak eşitliği temelinde ezilen ve sömürülenlerin özgür yaşamı için mücadele etmeliyiz. Her bir bölge, il, ilçe, köy, mahalle vd leri için bağımsız tam bir kendi kendini yönetim özerkliği ve aynı zamanda demokratik temelde tamamen kendi iradeleriyle merkezileşmiş bir toplumsal mekanizmayı ve sistemi savunmalıyız. Rojava merkezi özerk yönetimi ve kantonlar statüsünden asla taviz verilmemeli ve geriye çark edilmemelidir. Asla unutulmamalıdır ki bizzat emperyalist devletler tarafından dört parçaya bölünerek tarihi haksızlığa uğratılan Kürt ulusu ve Kürdistan, hala statüsüz yaşayan uluslardan biridir. Bu anlamda Batı Kürdistan’da PYD önderliğindeki ilerici Rojava merkezi özerk yönetimi statüsü önemlidir ve daha da ilerletilmesi göreviyle yükümlüdür. Devrimci ve komünistlerinde bu bilinç ve yükümlülükle görevlerine sahip çıkmasını koşullamaktadır.
16
güncel haber
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
Düşmanın özel savaş
yöntemlerine karşı mücadele
Özellikle son on yıldır gerek dünya genelinde gerekse de Türkiye- Kuzey Kürdistan özgülünde düşmanlarımızın özel savaşta bir hayli yol aldığı ve kendini yeniden yapılandırarak halklara ve ezilen uluslara, inançlara mensup kesimlere ve onların içerisinden çıkan, yurtsever, devrimci ve komünistlere karşı savaşın daha da özel bir parçası haline getirildiği görülmek durumundadır
Düşmanın özel savaş yöntemleri oldukça eskilere dayanmaktadır. Kuşkusuz ki devrimci ve komünistlerin de savaş taktikleri vardır ve onlarda belli bir birikime sahiptir. Ancak karşı- devrimin özel savaş yöntemleri ve taktikleri daha eskiye dayanmaktadır. Zaten ilkel komünal sistemin son evrelerinden bugüne özel mülk dünyası ve sınıflar gerçekliği- eşitsizlikler ve bu temel üzerinden yükselen sömürü ve zulüm politikaları, fiziksel ve psikolojik özel savaş taktikleri ve yöntemleriyle sürgit devam etmiştir. Daha önceki yazılarımızda da çeşitli biçimlerde buna benzer vurgular yapsak da özellikle son on yıldır gerek dünya genelinde gerekse de Türkiye- Kuzey Kürdistan özgülünde düşmanlarımızın özel savaşta bir hayli yol aldığı ve kendini yeniden yapılandırarak halklara ve ezilen uluslara, inançlara mensup kesimlere ve onların içerisinden çıkan yurtsever, devrimci ve komünistlere karşı savaşın daha da özel bir parçası haline getirildiği görülmek durumundadır. Öyle ki çok yönlü algı operasyonlarıyla manipülasyonların nasıl da gerçekleştirildiği artık yeterince önemsenmek durumundadır. Düşmanın yazılı ve görsel satılmış medyası üzerinden nasıl da kitlelerin algı operasyonlarıyla etkilenme ve yönlendirilmeye çalışıldığını söylemeye bile gerek yok. Zira devletin son 6-8 Ekim katliam ve birkaç gün önce Cizre Katliamı’yla iyice açığa çıkan özel savaş aygıtının nasıl da devreye sokulduğunu hatırlatmadan edemeyiz. Birkaç yıl önce Ocak ayında Paris’te Sakine Cansızların katliamı ve özellikle şimdiki süreçte Cizre’deki katliam ve tüm yaşanan gelişmeler karşısında emperyalistlerin ve Türk devletinin özellikle burjuva medya üzerinden yoğun bir manipülasyon kuşatmasıyla algı yaratma uğraşının dikkat çekilmesidir. Karşı- devrimin bütün yalan ve demagojileri eşliğindeki algı operasyonu ve yönlendirmesi aslında somut ve nesnel gerçekliklerden uzak bir avuç sömürücü ve ezen sınıfların kendi özel mülkiyet çıkarlarına hizmet temelindeki manipülasyon tekelinden başka bir şey değildir. Ki bütün bu çirkefliği tam
da suçlunun emperyalizm ve ona bağımlı Türk devletinin olma gerçekliğinden ileri gelmektedir. Katliam hazırlıklarından tutalım da gerçekleştirilmesine ve sonra da aynı şekilde çok yönlü bir kuşatmayla algı operasyonlarına başvurulması tam da sömürgen egemenlerin sınıfsal karakterleri ve yönelim gerçekliğidir.
Algı operasyonları devam ediyor Bilindiği gibi AKP iktidarının ilk süreçlerinden itibaren özel savaş iktidarı olarak bir vurgulamayı hiç de gerekçesiz ve somut- güncel nesnel gelişmelerden kopuk ele almadan doğru olarak nitelemiştik. AKP iktidarını özel savaş iktidarı olarak bugüne kadar işlevsel olduğuna yönelik yüzlerce yaşanmış somut örnek vermek mümkündür. Bu temelde Türk devleti sadece Türkiye- Kuzey Kürdistan’da değil Ortadoğu ve Avrupa’da da operasyonel hale gelerek bir işlev gördüğünü belirtmek isteriz. Tabii ki bütün bunlar emperyalist efendilerinden bağımsız ve onlardan muaf değildir. Aksine doğrudan uluslararası emperyalist devletler tarafından reorganize edilmekte ve operasyonel hale getirilmektedir. Bugünkü Gülen Cemaati de, IŞİD gerçekliği ve HÜDA-PAR gerçekliği de bu durumdan bağımsız ele alınamaz. Tıpkı 12 Eylül öncesi sağ- sol çatışması, AleviSünni çatışması denilerek tekçi faşist dev-
letin saldırıları özel savaş yöntemleriyle gerekçelendirilmeye çalışıldıysa sonrası süreçlerde de PKK- Hizbullah çatışması ve bugün de özde değişmeyen aynı anlayış temelinde argümanlar kullanılarak algı operasyonları devreye sokulmaktadır. Tekçi faşist Türk devleti kendini ne kadar gizlese ve ne kadar suçunu ve katliamlarını reddetse de bizzat kitlelere dayanarak ve doğru, somut ve bilimsel nesnel gerçekliklere yaslanarak düşmanlarımızın özel savaş taktiklerini boşa çıkarabiliriz. Devletin son süreçlerdeki Kürt Ulusal Hareketi ve yurtsever kesimlere yönelik saldırılarının özellikle adına hala barış görüşmeleri ve müzakereleri denilmesine paralel gelişmesi de manidardır. Bu durum da Türk devletinin tamamen kendi sürecine ve konseptine uygun özel savaş yöntemlerini geliştirdiğini göstermektedir. Tam da böylesi bir süreçte Cizre’de Ümit Kurt’un katledilmesi, HÜDA- PAR maskeli AKP iktidarının tekçi faşist Türk devlet saldırısıdır. Bu noktada halk kitlelerini aydınlatma faaliyetleri ve teşhir kampanyaları önemli bir yerde durmaktadır. Bu noktada Roboskî Katliamı orta yerde durmaktadır ve tekçi faşist Türk devletinin teşhiri için önemli bir zemin sunmaktadır. Aynı şekilde IŞİD’in Türk devleti destekli yönelimiyle Şengal, Kobanê saldırısı ve katliamlarının teşhiri önemli zemin sunmaktadır. Tekçi faşist Türk devletinin özel savaş
yöntemleri ve taktikleri Osmanlı’dan bugüne oldukça geniş tecrübeyle sabittir. Tabi bu çerçevede gerçekleştirdikleri de saldırılar, baskı ve zulümleri, inkar ve imha amaçlı tehcir, katliam ve soykırımları tüm yönleriyle sabittir ve bu anlamda kral çıplak diyebiliriz. Tüm çıplaklığına karşın tekçi faşist Türk devletinin yalan ve demagojiler eşliğinde algı operasyonları yaratarak manipülasyonlarında da başarılı bir tecrübeye sahip olduğunu vurgulayalım. Mustafa Suphi ve 15’lerin Karadeniz’de faşist Kemalistler tarafından katledilmesi, Sakine Cansızların Paris’te, Hırant Dink’in İstanbul’da ve daha sonu tükenmeyecek son Cizre katliamlarının hepsinin özel savaş konseptinden ayrı ele alınamayacağı göz önünde bulundurulmalıdır. Evet gerçekler devrimcidir ve bu doğru nesnel gerçekler ve gelişmeler karşısında kitleler eğitilerek düşmanlarımız marjinalleştirilecek ve devrimci savaşımızla iktidarlarından alaşağı edilecektir. Düşmanlarımızın yeni mücadele ve savaş yöntemlerini ve taktiklerini doğru görmemiz ve buna hazırlıklı olmamız gerekmektedir. İşte bunlardan biri de kontgerilla yöntemleriyle ilerici, yurtsever, devrimci ve komünistleri tehdit etmek, çeşitli şantaj vb biçimlerde etkisizleştirmek ve katletmektir. Verilen mesaj açıktır “ya dediğim gibi çizdiğim çerçevede statükoyu kabul edeceksiniz ya da sizlere rahat yüzü göstermeyeceğim’’dir. “Geçmişte İGD, ÜGD’yi kulandığım gibi MHP, BBP ve HÜDA- PAR’ı kullanırım ve özellikle de PKK-Hizbullah çatışması olarak da kamuoyuna serviz ederek kitleleri manipüle etmeye çalışırım’’dır. Bununla da özellikle “iç çatışma’’, “örgütler arası çatışma’’ diyerek ‘kendimi kamufle ederim’ anlayışı ve yönelimidir. Görünen o ki önümüzdeki süreçlerde de bizzat emperyalist devletler ve onların Türk devleti gibi stratejik uşak rejimleri tarafından yeni komplolar eşliğinde saldırılar ve katliamlar tezgahlanmaktadır. Öyleyse yaşanan somut güncel süreci ve gelişmeleri doğru okumalı ve dikkatli olmak durumundayız. Bütün yaşanan saldırılar ve katliamlar gösteriyor ki yurtsever, devrimci ve komünistler her zaman dikkatli olmak, tedbirli davranmak ve bu yönlü saldırılara karşı da mücadeleyi elden bırakmamak zorundadır. Maoist Komünist Partisi’nin 3. Kongre kararları da sadece bizlerin değil aynı zamanda düşmanlarımızında somut ve günceldeki çalışma tarzılarının öğrenilerek mücadele yürütülmesi gereğini vurgulayarak önemli bir yönelimi açığa çıkarmıştır. Devrimci savaş partisi olma gerçekliğinden hareketle özel savaş yöntemleri ve taktiklerinde de sorumluluklarımıza sahip çıkarak Maoist hareketi ve devrimci savaşı silahlandırmak durumundayız.
güncel haber
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
17
Devlet katletmeye devam ediyor
Cizre’de devlet destekli HÜDAPAR’lıların halka saldırılarının ardından 14 yaşındaki Ümit Kurt polis tarafından hedef gözetilerek katledildi. Kurt’un katledilmesinin ardından ilçede polis saldırıları sürerken, HPG Kurt’un katledilmesine karşı akrep tipi zırhlı araca roketatarlı eylem düzenledi Bilindiği gibi Cizre’de polis destekli HÜDA-PAR’lıların YDG-H’lıların kurduğu çadıra silahlarla saldırması sonucu yaşanan çatışmalarda 3 kişi hayatını kaybetmişti. Yaşanan saldırıların ardından Cizre’de polis ve özel harekât timlerinin halkın üzerine ateş açması sonucu ağır yaralanan 32 yaşındaki Zeki Alar da 4 Ocak’ta 7 gün tedavi gördüğü Diyarbakır Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde hayatını kaybetti.
Katliamcı polis yine iş başında Alar’ın hayatını kaybetmesinin ardından ilçede polis ve askerlerin terörü günlerce sürdü. 6 Ocak’ta polis ve özel harekât timlerinin mahalle aralarına açılan hendeklerin kapatılmasının ardından mahallelere girerek ateş açması sonucu 14 yaşındaki Ümit Kurt hayatını kaybetti. Burjuva basın devlet propagandasını destekleyerek Ümit Kurt’un “çatışma esnasında” vurulduğunu iddia ederken Kurt’un arkadaşları ve görgü tanıkları katliam esnasında bir eylem olmadığını ve polisin Kurt’u kasıtlı olarak katlettiğini ifade ediyordu. Kurt’un cenazesi, otopsi işlemleri için Amed’e gönderilmesinin ardından, 7 Ocak’ta ailesi tarafından Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nden alınarak Cizre’ye getirildi. Cizre’de İdil Caddesi üzerinde cenaze
konvoyunu karşılayan binlerce kişi, ilçe merkezine yürüdü. Cizre Asri Mezarlığı'na doğru yürüyüşe geçen kitle, "Katil devlet hesap verecek" , "Katil polis hesap verecek" , "Bijî Serok Apo" , "Şehît namirin" sloganlarını attı. Cizre Asri Mezarlığı'nda Ümit Kurt’un sonsuzluğa uğurlanmasının ardından "Ey Raqib" marşı eşliğinde saygı duruşunda bulunuldu. MEYA-DER Cizre Şube Eş Başkanı Mele Kasım Yiğit, törende yaptığı konuşmada şunları söyledi: "Bizler bu katliamı lanetliyoruz. Cizre'de derin devlet çok kirli oyunlar devreye koymuş durumda. Barıştan, demokrasiden, çözümden bahsedenler önce bu oyunları bozsun ve ortaya çıkarsın. Kürt halkının da bu konuda duyarlı ve uyanık olması lazım." DBP Şırnak İl Eş Başkanı Salih Gülenç ise, Hrant Dink Katliamı’ndan sorumlu olduğu şüphesiyle ifade veren Trabzon İstihbarat Şube Müdürlüğü Amiri Ercan Demir'in Cizre'ye atanmasını eleştirerek, "Bunlar burada halkımızı katletmek için gönderilmişler" dedi. Gülenç son olarak, "Valiye sesleniyorum, ya bu katliamlara dur diyeceksiniz ve polisinizin yaptığı katliamları önleyeceksiniz ya da bu halka hesap vermek zorundasınız" ifadeleriyle tepkisini dile getirdi. Ardından söz alan Ümit Kurt'un babası Abdullah Kurt, çocuğunun Kürt halkının şehidi olduğunu belirterek, "Oğlum polisler tarafından katledildi. Şimdi yetkililerin bunun hesabını sormasını istiyorum" dedi.
HPG’den Kurt için roketatarlı eylem Kurt’un cenazesinin toprağa verildiği günün akşamı HPG bir eylem gerçekleştirdi. HPG akrep tipi zırhlı araca roketatarlı saldırı düzenlerken, devrilen akrepte bulunan 2 polis yaralandı. Roketatarlı eylemin ardından, eylemin yapıldığı böl-
genin yakınında bulunan Dicle Polis Merkezi’ne de ateş açıldı. Açılan ateş sonrası eylemciler ve polis arasında kısa süreli çatışma yaşandı. Eylemciler çatışmanın ardından geri çekilirken, Cizre’de polis terörü OHAL’i aratmayacak biçimde devam etti. Eylemin ardından saldırıyı üstlendiğini açıklayan HPG Basın İrtibat Merkezi, Akrep tipi zırhlı aracın imha edildiğini belirterek şu ifadelere yer verdi: “Şırnak'ın Cizre ilçesinde Kürt gençlerine yönelik artarak süren TC polisi saldırılarına ve en son polisin saldırısı sonucu şehit düşen Ümit Kurt’un katledilmesi saldırılarına karşı gerilla güçlerimiz aynı bölgede bir misilleme eylemi gerçekleştirmiştir. Bu bağlamda; 7 Ocak günü saat 21.00'de Şırnak'ın Cizre ilçesindeki eski köprü üzerinde işgalci TC ordusuna ait Akrep tipi araca yönelik gerilla güçlerimiz bir eylem gerçekleştirmiştir. Yakın mesafeden etkili bir tarzda vurulan bu araç tümden imha olurken, TC ordusunun ölü ve yaralıları tespit edilememiştir”.
Polis saldırıları devam etti Öte yandan yaşanan katliamın ardından polis ilçede halka karşı katliam girişimlerine devam etti. HİZBUL-KONTRA üyelerinin halka yönelik saldırılarının ardından her akşam birçok mahallede tutulan nöbet eylemi, yüzlerce farklı noktada yakılan ateşler eşliğinde devam etti. Cizre'nin Nuh Mahallesi'nde stratejik anlamda hâkim olan Aşk Tepesi'ne konumlanan özel harekât polisleri, gece saatlerinden sabahın ilk ışıklarına kadar
zırhlı araçlardan aralıklarla Nur Mahallesi'ne uzun namlulu silahlarla rastgele ateş açtı. Birçok evin duvarına mermiler isabet ederken, özel harekât polislerinin ateşi sırasında yaralanan olmadı.
Kurt hedef gözetilerek katledildi Devletin ve burjuva basının sürekli olarak çatışma sırasında vurulduğunu iddia ettiği Ümit Kurt’un hedef gözetilerek açılan ateş sonucu katledildiği ortaya çıktı. Son günlerde Cizre'de yaşanan polis terörüyle ilgili bir rapor hazırlayan Şırnak Barosu İnsan Hakları Merkezi Ümit Kurt’un vurulmasını da ele aldı. Raporda Kurt’un , "Tam kalbinden vurulmuş olması, vurulduğu yerin elektrik direğiyle duvar arasında kalması nedeniyle korunaklı olması, hedef gözetilerek vurulduğunu göstermektedir" denildi. Raporda birçok tespit yer alırken, sonuç bölümünde ise şu ifadeler yer aldı: “Olayın hemen ertesinde dile getirilmesine rağmen halen zırhlı araçların plakalarının takılmamış olması emniyetin güvenirliğini sarsmaktadır. Halk nezdinde olayların sorumlusu olarak görülen Cizre Emniyet Müdürü'nün görevden alınmasının ilçede sükuneti sağlayacağı kanaatindeyiz.”
18
analiz haber
Paris’te katledilen yurtsever kadınlar anıldı Paris’te katledilen 3 yurtsever kadın, İstanbul, İzmir, Dersim başta olmak üzere çok sayıda ilde düzenlenen eylemlerle anıldı Kürt yurtsever kadınlar Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez iki yıl önce 9 Ocak’ta Paris’te katledildi. Katliamın üzerinden geçen iki yıla karşın saldırıyı gerçekleştirenler Fransa devleti tarafından açığa çıkarılmayarak adeta ödüllendirildi. Kürt ulusunun verdiği mücadeleye yönelik saldırıların bir parçası olarak ele alınabilecek olan katliam, TürkiyeKuzey Kürdistan başta olmak üzere çok sayıda ülkede düzenlenen eylemlerle protesto edildi. Yapılan eylemler sırasında “Rosalardan Sakinelere Sözünüz Sözümüz Yolunuz Yolumuzdur” , “Üç Fidan Yaşıyor Mücadele Sürüyor” pankartları taşınarak “Şehit namirin” , “Sara Rojbin Ronahi jin jiyan azadi" , “Devrim şehitleri ölümsüzdür” sloganları atıldı.
rak bizler çıkaracağız." Anmaya Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) ve Demokratik Kadın Hareketi (DKH) destek verdi. Paris’te katledilen yurtsever kadınlar için Belediye Konferans Salonu’nda da bir anma etkinliği düzenlendi. DÖKH’nin çağrısıyla düzenlenen etkinliğe DKH de destek verdi.
Fidan Doğan Maraş’ta mezarı başında anıldı Paris’te katledilen 3 Kürt kadın yurtseverden biri olan Fidan Doğan, Maraş’ta bulunan mezarı başında anıldı. Antep, Urfa, Amed, Malatya, Adıyaman ve Maraş’tan gelen Barış Anneleri, HDP ve DBP yöneticileri ve yüzlerce kişi anma için Maraş’ın Elbistan ilçesinde bir araya geldi. Elbistan’dan Hançıplak Köyü’ne hareket eden kitle köy halkıyla birleşerek “Kürt Halkı’nın Onuru Maraş’ın Güler Yüzlü Kızı Fidan Doğan (Rojbin) Seni Unutmayacağız” , “Elbistan’ın Gülen Kızı Güneşimizin Yıldızları Sizleri Saygıyla Anıyoruz” pankartlarını açarak köy mezarlığına yürüdü.
Dersim’de 3 yurtsever kadın eylem ve etkinlikle anıldı
Leyla Şaylemez Mersin’de anıldı
Paris Katliamı’nda hayatını kaybeden Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez, Dersim’de düzenlenen eylem ve etkinliklerle anıldı. DÖKH’nin çağrısıyla 8 Ocak günü öğle saatlerinde Seyit Rıza Meydanı'nda bir araya gelen kitle, Sakine Cansız’ın mezarının bulunduğu Belediye Asrı Mezarlığı'na yürüdü. Yapılan anmada Sakine Cansız şahsında Paris Katliamı'nda şehit düşenler anısını saygı duruşu yapıldı. Yapılan anmada şu ifadelere yer verildi: “Bilindiği gibi bu komplonun katilleri belli olmasına karşın, iki yıldır henüz açığa çıkarılmamıştır. Bizler katillerin kimler olduğunu biliyoruz ve buradan Dersim’den sesleniyoruz, siz Sakine’yi, Fidanı ve Leyla’yı katlederek, ne bir kadının özgürlük sevdasını yok edebilirsiniz ne de bir halkın özgürlük sevdasını yok edebilirsiniz ne benliğimizi unutturabilir ne de tarihimizi silebilirsiniz. Çünkü biz bu tarihi, bedellerle, kanla yazdık ve diyoruz ki bu katliamın sorumlularını ortaya siz çıkarmazsanız biz bu dağların sevdalısı ve bu dağların anahtarlarını ellerinde tutan yiğit evlatları, Zarifelerin, Beselerin, Seyit Rızaların, Mazlumların, Mahirlerin, İbrahimlerin, Kemal Pirlerin yoldaşları ola-
8 Ocak’ta DÖKH çağrısıyla Leyla Şaylemez’in mezarı başında anma yapıldı. "Beritanlarla Doğduk Zilanlarla Büyüdük Mücadelelerle Özgürleşeceğiz" pankartının açıldığı anmaya Leyla Şaylemez'in ailesi, çok sayıda kişi katıldı. Anma için Güneykent Mezarlığı girişinden Şaylemez'in mezarına yürüyen kitle, ardından saygı duruşunda bulundu.
Eskişehir’de 3 fidan anıldı DHF’nin de aralarında olduğu devrimci, demokratik ve yurtsever kurumlar, 9 Ocak’ta Kanatlı AVM önünde bir araya gelerek sloganlarla Adalar Migros’a yürüdü. Basın açıklamasında Sakine Cansız ve yoldaşlarının katillerinin hala bulunmadığı ifade edilerek Fransa’nın bu konuda gösterdiği duyarsızlık eleştirildi.
Paris’te binlerce kişi sokaklara çıktı 9 Ocak 2013’te katledilen Kürt yurtsever kadınlar için binlerce kişinin katıldığı bir eylem düzenlendi. Paris’ in Merkezi Garlarından Gare Du Nord’da bir araya gelen kitle, Stalingrad Meydanı’na yürüdü. Yürüyüşe Türkiye Kuzey Kürdistanlı birçok parti ve örgüt katılırken, Stalingrad Meydanı’nda miting yapılarak anma sonlandırıldı.
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
Sola vurma Ortadoğu ve Türkiye-Kuzey Kürdistan özgülünde tüm uluslar için tam hak eşitliği, bütün ulusların kendi kaderini kendisinin tayin hakkı, bütün ülkelerin işçi ve emekçilerinin birleşmesi temel şiarımızdır. Yine dört parça Kürdistan’ın birleşme ihtimaline yönelik bağımsız birleşik sosyalist Kürdistan şiarı yönelimimizdir Sol denince genelde devrimci, sosyalist ve komünistler akla gelmektedir. Özellikle son yıllarda genellemeci anlayış ne yazık ki halk kategorisinde yer alan bazı kesimleri de olumsuz etkilemiştir. Bu durumdan ötürüdür ki sol denilerek devrimci, sosyalist ve özellikle de komünistlere gereksiz eleştiri yükseltmekten kendini alamayanlar vardır. Bazı halkçı,demokrat, yurtsever ve devrimci basında da bu temelde haksız eleştiri yürüten kesimler arada bir de olsa çıkmıyor değil. Aslında bu durum ikiyi bir etme teorisinden beslenen sapla samanı karşıştırarak genellemeci bir mantıkla derdi üzüm yemek değil de bağcıyı dövmek olanların yersiz ve seviyesiz anlayış ve pratiklerinin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla kendisine hala devrimci, sosyalist ve komünist olduğunu iddia eden tutarlı kesimlerin de tekçi faşist CHP’ye kadar lastik gibi uzatılıp adına da sol denilerek eleştiriler yürütenlere hele bir dur demenin vakti çoktan geldi bile.
Uzlaşmaz çelişkileri doğru kavrayalım Öncelikle bizler sol denince ezilen ve sömürülerden yana saf tutmuş ve bu uğurda az veya çoklu düzeyde belli ölçülerde mücadele yürüten ilerici, devrimci, sosyalist ve komünistleri kastettiğimizi vurgulamak isteriz. Bu temelde düzen ve sistem partileri kategorisinde yer alan ne CHP ne de SHP olmak üzere hiçbirini sol cenahta görmediğimizi ve onlarla aynı kulvarlarda yer alamayacağımızı, dolayısıyla da aynı çerçevede değerlendirilemeyeceğimizi baştan belirtelim. Öyle ki en radikal ve illegal bir partiden düzeniçi ve tam da sistemin bekası için kurulan ve bugünlere kadar gelen bir partiye kadar “sol’’ denilerek bir değerlendirme de bulunmak tam da ikiyi bir etmek, iki uzlaşmaz sınıf ve onların ezen ezilen, sömüren sömürülen temelindeki tarih, ideoloji, siyaset ve
kültürünün birleştirilerek tıpkı Mussolini’nin korperasyon çerçeveli uzlaştırılması ve birleştirilmesi demektir. Bu anlayış sahipleri demek ki Nasyonal Sosyalist adıyla hareket edip iktidara gelen Hitler faşizmini de sol olarak telakki etmelerinde hiçbir sakınca görmeyecektir. Demek ki “sol’’ denilecekse önce onun çerçevesini doğru ortaya koymak sonra da eleştiri yürütmek gerekmektedir. Tersini yapanların olsa olsa ancak liberal genellemecilerin ve işin kolayına kaçanların işi olabilir ancak. Ve sol denilen olgunun aslında özünün ve içinin boşaltılarak burjuva bir yöntemle ele alınarak gerici yaklaşım ve çizgilere heba edilmesi demektir. Öyle değilmiydi ki yıllarca tekçi faşist Ecevit’e karaoğlan denilerek sırtının sıvazlandığı. Öyle değil miydi ki yıllarca tekçi faşist CHP’yle işbirliğine girilerek ezilen ve sömürülenler arkadan hançerlendiği. Bugün de şayet örneğin CHP’yi hala sol içi olarak görmek açık ki tekçi faşist sistem ve düzenden yeterince nasibini almamış ve hala gerici çıkarlara heba edilen ittifaklar temelinde tasfiyeciliğe ciddi düzeyde meyleden kesimlerin olduğudur. Sol cephede yer alan devrimci, sosyalist ve komünistleri elbette eleştirmek hatta ciddi düzeylerde tarihsel ve güncel süreçleri ve anlayışları üzerine ideolojik, siyasal, askeri ve örgütsel olarak doğru ve bilimsel temellerde eleştiri yürütmek dostlarımızın kesinlikle yapması gereken görevleri olsa gerek. Ancak, görsel ve yazınsal alandaki muhalif medya alanında CHP’ye kadar uzanan genellemeci “sol’’ diye tasavvur edilerek ortaya konan teorik pratik politikalar gerekçelendirilerek aynı şekilde genellemeci yersiz ve haksız eleştirileri özellikle bazı dost basın organlarında okumak mümkün oluyor. Bunlardan biri de Yeni Özgür Politika’da bir- iki ay önce çıkan Türklerin sağı ve solunun Kürt milliyetçiliğiyle imtihanı başlığıyla Cengiz Solmaz’ın yazısıdır. Solmaz yazısının bir bölümünü solun fantastik enternasyonalizmi alt başlığıyla oldukça sorunlu ve yanlış bir çizgi ve anlayış üzerinden eleştiri yürütmüştür. Devrimci ve komünistlerin, Kürtlerin kendi geleceklerini tasarlama savaşlarını hiç de yanlış olmayan doğrudan ABD ve Batı emperyalist devletlerine karşı bir savaşa dönüştürme istemlerini “enternasyonal solculuk’’ olarak eleştirirken Solmaz tam da aslında ABD ve Batı emperyalistleriyle işbirliğini pragmatistçe savunmanın hiçbir sakıncasını görmeyerek bir bağımlılık ilişkisi öngördüğünün farkına varmalıdır. Solmaz, zorlansa da Kürtlerin ABD ve “emperyalizmle’’ savaşmalarının gerekçesini herhangi bir ideo-
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
19
alışkanlığı lojik politik gerekçeye dayandıramadığı sonucuna vardığını dile getirmektedir. Solmaz’a en basitinden Kürdistan’ın tarihi haksızlığa uğrayarak dört parçaya bölünmesinin asıl ideolojik politik nedeninin bizzat emperyalist sistemde ve onun Ortadoğu özgülündeki teorik pratik çizgi ve yöneliminde olduğunu özellikle hatırlatmak isteriz. Emperyalist devletlerin Skys- Picot anlaşmasıyla Kürdistan’ın parçalanarak dört parçaya bölünmesi Solmaz’a bir cevap olarak yeter de artar bile.
Kürdistan’ın gerçekliği emperyalistlerin ürünüdür Solmaz Lenin’den de yanlış temelde alıntıyla kendi subjektif niyetine kurban etmektedir. Zira Lenin Rusların büyük ulus gururundan bahsederken başka ulusları ezme ve onlara hükümranlık etme babında dile getirmemiştir. Feodal ayrıcalık ve burjuva medeniyetçi paradigmaların ana ulus yavru ulus, ana vatan yavru vatan gibi ayrışmalardan köklü ve stratejik kopan ve ulusal eşitsizlikleri bir kenara atarak bağımsız demokratik bir uluslaşma ve kendi kaderini tayin hakkı istenmelidir. Solmaz burjuva medeniyetçi paradigma ve onun tarih, çizgi, siyaset, ulus ve milliyetler, düşünce vd meselelerdeki son derece yanlış ve hatalı anlayış ve pratik politikalar üzerinden devrimci ve komünistlerin düştüğü hataları eleştirmesi gerekirken aynı genellemecilikle ‘’Sosyalizm için düşündükleri bir devlet modeli var ama Kürdistan için devletleşme gerici bir talep fikrindeler. Filistinliler için kayıtsız şartsız bağımsızlıkta yanalar.. Kürtlerin Siyonizme karşı aktif mücadele etmesini arzularlar..’’ diyerek hiç de doğru olmayan eleştiri yürüttüğünün farkında değilse bile yanlış yönelim içerisinde olduğu tartışmasızdır. Bir kere Türkiye- Kuzey Kürdistanlı devrimci ve komünistler Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkı için İsrail siyonizmine karşı savaşmıştır. Aynı şekilde Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı
için Türkiye- Kuzey Kürdistan’da savaştığı gibi. İsrail siyonizmine karşı savaşırken de Türkiye- Kuzey Kürdistan’da Türk devletine karşı savaşırken de ABD ve diğerleri olmak üzere bir bütün olarak emperyalist sisteme ve tabii ki devletlerine karşı savaşması da bundandır. Solmaz Kürtlerin Siyonizme karşı aktif mücadele etmesini arzulamayabilir ve hatta ona göz kırpabilir. O kendi yanlış tercihidir ancak devrimci ve komünistlerin de tercihi bağımsız bir ideolojik siyasi zeminde dünya halkları ve ezilen ulusların düşmanı emperyalist- kapitalist sisteme karşı mücade etmektir. Unutulmamalıdır ki ulusal sorunun olduğu yerde ulusal kurtuluş mücadelesinin aynı zamanda anti- emperyalist olmayı da gerektirdiği bizler açısından önemli bir husustur. Bugün Kürt ulusal sorunu ve Kürdistan, uluslararası bir sorun olarak daha fazla kendini güncellemiştir. Aynı şekilde bizzat emperyalistler tarafından dört parçaya bölünerek tarihi haksızlığa uğrayan Kürdistan’ın birleşme ihtimalini da daha fazla güncelleştirmiştir. Bütün bunlar karşısında gerek dünya genelinde gerekse de Ortadoğu ve Türkiye- Kuzey Kürdistan özgülünde tüm uluslar için tam hak eşitliği, bütün ulusların kendi kaderini kendisinin tayin hakkı, bütün ülkelerin işçi ve emekçilerinin birleşmesi temel şiarımızdır. Yine dört parça Kürdistan’ın birleşme ihtimaline yönelik bağımsız birleşik sosyalist Kürdistan şiarı yönelimimizdir. Asla unutulmamalıdır ki bağımsız devletleşme ve ona yakınlaştıracak devletimsi otonomlaşma amaçlarına hizmet etmesi adına birçok politik aracın kullanılması argümanıyla ABD’nin başını çektiği emperyalist blok, Batı emperyalist bloğu ve Çin- Rusya’nın başını çektiği emperyalist blok güçlerden alınacak “destekler’’ dikkat edilsin amaçları yiyerek araçlıktan çıkıp amaç haline dönüşmenin ciddi tehlikelerini barındırmaktadır.
YOLA YOLCU
≫hıdır uludağ
ÖLÜMSÜZLEŞEN TUTSAKLARIN BÜYÜK ANISINA!
D
ünyanın siyasi karmaşası ve sansasyonel gündemleri içinde tutsaklar sessizce aramızdan koparılıp alınıyor ve acımasızca katlediliyor! Kimi doğrudan tabuta konarak, kimi ölümcül hastalığıyla hapsedildiği yatağına kefen konularak zindanlardan toprağa gönderiliyor. Çekilmiş resimleriyle düşüyorlar sosyalist gazetelerin sayfalarına… Kimi hasta yatağında erimiş bir deri bir kemik, kimi öncesinden sevdiğiyle çekilmiş mutlu ve gülen gözleriyle… Ama hepsi AKP iktidarının faşist zihniyeti, katliamcı niteliği ve tutsaklar şahsında insanlığa düşman politikaları/ikiyüzlü faşist politikaları tarafından sessizce koparılıyor sevdalısı oldukları yaşamdan… Ölümüne kırk gün kala bırakılıyor dışarı kimi, kimi ölmesi için hapisten gönderiliyor hastaneye… Ve kimi hapiste bekletiliyor ölüme hızla yaklaşsın diye… En ağır hastalığın pençesinde, ölümü kesinleşip kırk günü aşmasın yaşamı diye bekletiliyor F Tipi zindanlarında… Bir bir ve sessizce ayrılıyorlar aramızdan, koparılıp alınıyorlar yaşamdan... “Yaradılışı yaratandan ötürü sevenler’’ ve ‘’sıfırladın mı oğlum’’ ahlaksızlığının batağında yüzenler tarafından… Evet “sıfırlamak’’ istiyorlar hasta tutsaklar şahsında devrimci iradeyi… Hastalığa mahkum ederek, hastalıktan ölüme iterek “sıfırlamak’’ istiyorlar eğemedikleri onurlu tutsakları. Kimi daha doymamış gençliğine, kimi annesine, kimi çocuğuna aç… kiminin hayalleri kalmış kavgasında, yoldaşlarıyla yeraltı sohbetlerinde… Umutla, inançla, tutkuyla bağlı özgürlüğe.. ve umursamadan ölümü kavganın düşüyle son bir kez olmak ister dışarıda… Belki son bir kavga daha vermek ister uzatmadan düşü belki doyasıya soluyarak özgür doğayı öylece düşmek ister toprağa… Anasına sarılmayı unutmadan belki koşmak ister mor dağlara… Belki çıkmadan dağlara, kısa bir tatil tasavvuruyla bir deniz kenarında uzanmak ister kumsala sere serpe… Açık ki, hiçbiri ölümden korkmadan dikilmiş zindanın sahibine… İşte ondandır ölümlerinin tutsak edilmesi. Yüreğimiz sancıyor katledilenler için yüreğimiz sancıyor hasta tutsaklar, katledilen tutsaklar için… “Özgürlüğü tatmadan’’ katledilen tutsaklar için. ölümü tutsak edilen, ölümü mahpus tutulan ve özgürce ölmeleri gasp edilen tutsaklar için sancıyor yüreğimiz… Ölüme bekle-
tilen.. Katledilmek için sıraya konulan hasta tutsaklar için sancıyor yüreğimiz… Sessizce gitmelerine sancıyor yüreğimiz… Siz, Filistin için ayağa kalkanlar, Suriye için ağlayanlar, Mısır için gözyaşına boğulanlar… Ve hatta Fransa’da timsah gözyaşları dökenler... Siz değil misiniz katliamdan katliama imza atanlar… Unuttunuz mu maden ocaklarındaki toplu kıyımlarınızı? Muhammed bebenin babasının sırtına yüklediğiniz torbadaki cesedini, Hrant Dink’i, Roboskî’yi, Madımak barbarlığını, Sakine Cansızları… Ve işte her gün birer birer F Tipi zindanlarınızda katlettiğiniz hasta tutsakları… Unuttunuz mu beyler? Can güvenliğinden sorumlu olduğunuz zindanlarınızdaki tutsakları katlederek kefenle dışarı bıraktığınızı… Ya siz/biz? Biz,her vesilede faşizme karşı devrimci öfkemizi kustuğumuz sokakları neden doldurmayız? Aramızdan sessizce ayrılıp giderken, sinsice katledilip yaşamdan alınırken hasta tutsaklar… Onar onar mı çıkmalı içerden hasta tutsak cesetleri? Neden susar duyarlı vicdan? Neden susar öfkeli yürek? Neden duymaz kara ölümün kahredici çığlığını? Ağarmış saçlarıyla hıçkırığa boğulmuş ananın acısını neden duymaz bizimkiler? Sokaklar neden dolmaz her gün bir ölüm gelirken hasta tutsaklardan.. Neden ayaklanmaz isyan yürekli kavgacılar? Paris Katliamı’nın yanında önemsiz mi görülür hasta tutsakların katledilmesi… Radikal İslamcı örgütün katliamı iktidardaki faşist güruhun katliamından çok mu ayrıdır? Neden sessizliğe serilir tutsakların cenazesi… Sokaklar neden susar, tutsak cenazeleri neden omuzlanmaz kalabalıklarca ve nasıl sessizce toprağa uğurlanır onurumuz tutsaklar… İsyanın en hırçın zamanı olmalı.. öfkenin kabına sığmaz taşkınlığı.. ve sahiplenmenin en görkemlisi olmalı tutsakların katlediliş anı! Ama sözüdür devrimin size.. kavganın hiçbir anında unutmadan taşıyacak yüreklerinizi o şanlı kavgaya! Sizi de kavganın parçası yapmaya yeminlidir sancıyan o yürek… Özgürce ölümüne men koyulan O ölümsüz tutsakların anısına sonsuz saygı…
20
kültür sanat
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
Koyu karanlık. Kör karanlık. Kalleş karanlık. Karanlığın kaç hali varsa insan zihninde anlam bulan, hepsi o gece hazır olda görev başındaydı sanki Kızıl oldu Karadeniz Yıkılası zulüm seni, 15 yerde yara deniz Yıkılası zulüm seni… İçli bir ezgi dolaşıyor kentin sokaklarında. Bağrında neredeyse yüzyıl öncesinin derin bir hesaplaşması yatıyor gibi. Acının, hüznün, kahpeliğin kederi, düşlerin, umudun, geleceğin coşkulu nakaratı tekrar tekrar dinletiyor kendini her seferinde. Alıp bizleri taa yüzyıl öncesine götürecek etkiye sahip bir ezgi bu kulaklara çalınıyor kentin sokaklarında. Koyu karanlık. Kör karanlık. Kalleş karanlık. Karanlığın kaç hali varsa insan zihninde anlam bulan, hepsi o gece hazır olda görev başındaydı sanki. Zorlu ama bir o kadar umutlu, onurlu bir yolun yolcusu olarak, başları dik, alınları açık bir şekilde, mağrur yürüyorlardı, dağı, taşı, köyü, kenti, insanı esir alınmak istenen, nice kadim medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan güzel Anadolu ve Mezopotomya şehirlerinden, köylerinden. Heybelerinde insanın insana kulluğunu sona erdirecek koca ütopya saklıydı. Daha dün hemen yanı başlarında gözleri alev alev, sert mi sert, her bakışı düşmana korku dosta umut olan o koca yürekli adam ilan etmemiş miydi, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını. Koca bir Rusya ve Sovyetler, kendisiyle beraber bütün dünyada yeni bir devrin muştusunu vermemiş miydi? Yalnız değillerdi. Bir avuç yürek olarak çıktıkları bu zorlu yolculukta, artlarında dünyanın dört bir yanında kendileriyle beraber atan milyonlarca yürek, önlerinde savaştan, açlık ve yoksulluktan, sömürü ve zulümden usanmış, bir kurtuluş, bir çıkış yolu arayan koca bir derya vardı. Yürekleri ve bilinçleri öyle temiz, öyle çocukçaydı ki dost, düşman nedir tam olarak anlayamamışlardı. Pusuda bekleyen, kalleşliğin kitabını yazmaya hazırlanan düşmanlarının ne kirli, ne sinsi, ne kahpe, ne karanlık oyunlar çevirdiğinden habersiz, yüreklerinde bazen kuşku ama çoğu zaman kurtuluşa gidecek bu yolda umutla, inançla yürüyordu. Düşmanları sinsiydi. Zordalardı ve bu zor süreci atlatıp, kendi kahpe saltanatlarını kurmak için, yüzlerine sahte bir maske takıp, dostu, düşmanı bununla kandırmaya çalışıyordu. Taa en başından yazmıştı, kahpeliğin raflarda yıllarca düşmeyecek kitabının ilk sayfalarını. Yüzlerinde kahpe bir gülümseme, adım adım oynuyorlardı oyunlarını. Gelecek güzel günlere olan inançlarıyla, adım adım dolaşırken kentin sokaklarını 16 yürek, geçtikleri her yerde hain bir oyunun kurgusu olarak, sona, uçuruma giden bir yönlendirmenin içinde olduklarını sezmemişti henüz. Ve böyle böyle tıpkı suları gibi hırçın olan Karadeniz toprağına ulaştı. Düşman kalleşçe hazırlanmış bu oyun için en iyi oyuncularını seçip görevlendirmişti. Karadeniz karanlık, Karadeniz hırçın, Karadeniz bin yılların öf-
Karadeniz’den Vartinik’e kesi ve acımasızlığıyla öyle mağrur öyle mağrur ki bakan gözleri kör, duyan kulakları sağır edecek heybetiyle öylece dikilmiş duruyor karşılarında. Kışın, Ocak ayının sert soğuğu elleri, ayakları, bedenleri birer birer keskin bir bıçak gibi kesmek için pusuda. Onlarınsa yüreklerinde umut, kafalarında bilinçten başka hiç bir şeyleri yoktu. Hain bir pusunun son perdesi sahneleniyordu ve bütün insanlık kendi halinde, onlardan habersiz öylece devam ediyorlardı yaşamlarına. Karadeniz’in hırçın ve karanlık sularına gömülürken 16 yürek, büyük bir çığlık kopuyordu insanlığın bağrından bütün dünyaya. 16 yürek kalleşçe gömülürken Karadeniz’in kör, karanlık sularına, sırf kadın olduğu için, daha fazla eziyet ve zulme uğratılmak üzere yanlarına alıkoyacaklardı Maria’yı. Kadının kaderi deyip boyun eğmediği, zalimlerin yüzlerine her gün, her an bütün öfkesini haykırdığı ayan olan Maria’nın ise aradan geçen yüz yıla yakın sürede hangi toprak parçası altında yattığı dahi bilinmemektedir. Kendilerini dünyanın, insanlığın kurtuluşuna adamış 16 sevdalı yüreğin fiziken yok edilmek istenen ve yok edilen bedenlerinden koca bir ülkeye, dünyaya yayılan ve devleri korkudan titreten bir ütopyaları kaldı bugünlere. Karadeniz’den kopan bu çığlığı elbet birileri
duyacak ve ses vereceklerdi seslerine. Öylede oldu nitekim.
Be Vartinik derler burda gül bitmez Karadeniz’de kopan çığlığa yarım asır boyunca kulaklarını tıkadı koca bir ülke. Karadeniz’de yaşanan sinsi oyunun kurucuları artık sağlama almışlardı koltuklarını. Koca bir ülkeyi yangın yerine çevirmiş, yapılmadık eziyet, zulüm bırakmamışlardı. Kendilerini 16 sevdalı yüreğin yoldaşı ilan edenler ise yaşanan nice zulme, acıya sessiz kalıp bazen ise alkış tutmaktaydılar sadece. Kimin dost kimin düşman olduğu belli olmayan koca bir elli yıl böylece zalimin kurduğu saltanatın sefasıyla sürüp gidiyordu. Onlar bir ömür böyle sürecek zannediyorlardı. Oysa halkların bağrından damıtıp bütün bilgilerini, kendisini o büyük ütopyaya adayan ve tereddütsüzce ölümü göze alan yeni yeni yürekler doğuyordu, çorak Anadolu ve Mezopotomya topraklarından. İşte Karadeniz’de kopan çığlığa yarım asır sonra, pırıl pırıl parlayan bir Nisan Güneşi altında selam duruyordu, kasketli adam ve yoldaşları. Hafızaları oldukça güçlüydü, ne varsa geçmişte yaşanmış doğru, yanlış hepsini süzgeçten geçirip birer fener yapmışlardı karanlık yollarda. Dost kim düşman kim gayet iyi biliyorlardı. Dosta
yarenlik düşmana ölüm nasıl olacak hepsini ince ince eleyip öyle çıkıyorlardı yola. Gözlerinde tereddütten eser yoktu. Haklı ve onurlu bir davanın taşıyıcıları olarak görev başına geçmişlerdi. Sayıları az, olanakları kıttı. Fakat bütün dünyayı aydınlatacak kadar umuda, ışığa sahipti yürekleri. Konuşmanın değil eylemin farz olduğu bir anda koyuldular yola. Rotalarını yüz yıllardır nice zulme, baskıya, açlık ve sefalete maruz kalmış, isyankâr ruhlarından taviz vermeyenlerin yaşadığı sarp dağlara, zorlu doruklara kırmışlardı kasketli ve arkadaşları. Aslanlar yurduydu burası, hemencecik kabul etti yeni misafirlerini. Bağrına bastı, kendinden saydı. Fakat düşman kalleş, düşman dağı, taşı tutmuş ve pusuda her an. Kendi soyuna ihanet eden sade keklik değil ya. İnsandır ihanetlerin, kalleşliğin en büyük, en çirkinini yapan yeryüzünde. Yine öyle oldu. İhanetin kol gezdiği bir Ocak şafağında, sığındıkları küçücük kömde yan yana sokulmuş, gelecek günlere dair hayaller kuruyorlardı. Silah sesiyle yarılan şafağın bağrına bir hançer gibi saplanan ihanet ilk Kıvırcık olanı alıp götürmüştü. Aslanlar yurdunun uzun, ince boylu, kıvırcık saçlı yiğidi daha ömrünün baharında düşmüştü, buz kesen karların üzerine. Nice doğacak bebeğe isminin verileceğinden habersiz, son bir çabayla elveda deyip yoldaşlarına, Karadeniz’de kopan çığlığa giderayak bir yenisini daha ekledi. Mavi gözlü, kasketli ise bedeni kan içinde, günlerce dağ başlarını mekân tutup, direniyordu açlığa, soğuğa ve ihanete karşı. Zalimin attığı kemiklerle gözleri şaşkına dönen, yüreği nasırlı bir kahpe insanın ihaneti sonucu, O’da düştü zulmün pençesine ve en olunmadık işkencelerden geçerek direndi aylarca zindan karanlığında. Mayıs’ın kızıllığı ve güzelliği içinde bir sabah korkudan yürekleri tir tir titreyen cellatları tarafından paramparça edildi bedeni. Tıpkı bir asır önce Karadeniz’de 15 sevdalı yüreğin bedenlerini yok ettikleri gibi, mavi gözlü ve kıvırcık saçlının da bedenlerini yok ederek onlardan ebediyen kurtulacaklarını sandılar. Fakat hayalleri kısa sürdü, nice yiğit kızları, oğulları teslim alıp bu şanlı, kızıl bayrağı, bel verdi. Munzurlara, Toroslara, Karadenize. Türk’üyle, Kürt’üyle, Ermeni’si, Lazı, Çerkes’i ve 72 milletten nice devrimci komünistler serpildi Anadolu ve Mezopotomya’ya ekilen tohumlar olarak. Bayrağı devralan her bir sevdalı yürek tereddütsüzce yürüdü zulmün üstüne. Niceleri kanlarıyla suladı toprakları, toprak tohum verdi, çiçek açtı. Nice yeni oğulları, kızları kavgaya armağan etti. En onulmaz yerinde kavganın, onlar çıkıp meydana dosta umut, düşmana korku saldı. Karadeniz’den kopan çığlık Dersim’de fırtınaya döndü. Dinmez bu fırtına daha. Ne zaman biter insanın insana kulluğu işte o zaman zafer ve kurtuluş türküleri söyleyip, yeni doğan her bir bebeğe isimlerinizi verip ant içeceğiz bir kez daha; sözünüz sözümüz, kavganız kavgamızdır yoldaşlar… Ve bir destan kalır şimdi dillerde dolaşan türkü türkü; Vartinik burası Mirik mezrası Vurulmuş yatıyor Ali Haydarım, Kömün önü olmuş bir kan deryası Uzanmış yatıyor Ali Haydarım…
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
21
‘Eskiyi yıkıp yeni dünya için örgütlen’ Avrupa Demokratik Gençlik Hareketi (ADGH) merkezi eğitim kamplarının 8.sini Almanya’nın Güney bölgesinde 25-28 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirdi Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gençlerin katılım gösterdiği kamp, tartışma forumları, workshoplar, kültür-sanat atölyeleri biçiminde organize edildi. Avrupa Demokratik Gençlik Hareketi (ADGH)’nin, mevcut ekonomiktoplumsal sisteme nasıl bir anlam yüklediği ve bu toplumsal sistemde kendini nasıl konumlandırdığının anlatımıyla başlayan tartışmalarda, “Nasıl bir dünyada yaşıyoruz” ve “nasıl bir gençlik örgütlenmesi” ana başlıklarında 2 forum ve 4 workshop başlığıyla ele alınarak, emperyalist-kapitalist sistemin toplumsal yaşamın birçok dinamiği ve doğa üzerinde yarattığı çelişkiler, tahribatlar, bunların nedenleri ve çözüm yöntemleri tartışıldı.
Eskiyi yıkıp yeni dünya için örgütlen Forumlarda, nasıl bir dünya ve toplumda yaşadığımızı, böyle bir dünyanın kendi yaşamlarımız ve toplumsal yaşamdaki anlamını, değişime neden ihtiyaç olduğunu, başka bir dünyanın mümkün olup olmadı-
ğını, eskiyi yıkmaya ve sosyalist toplumu örmeye aday çeşitli dinamiklerin güncel durumları ve rolleri tartışılırken, bu değişimin ve gençliğin bu değişimdeki rolünün nasıl olacağı sorusuna, özel olarak güncel gençlik mücadelesi gerçekliği üzerinden “Öğrenci gençliği, İşçi-işsiz, göçmen gençlik, sosyal yaşamda gençlik ve cinsler arası eşitsizlik ve gençlik” başlıklarında workshop yöntemiyle pratik yanıtlar aranıp, örgütlenme araç ve yöntemlerine dair fikirler üretildi. 3 günlük tartışma ve kolektif birliktelikten öğrenilen ve edinilen gözlemler, oluşturulan tiyatro, müzik ve fotoğraf-kısa film dallarındaki atölye çalışmalarıyla birleştirilerek, hayatın birçok alanına dair sorulan sorular, kültür ve sanat araçlarıyla ifade buldu. ADGH 8. Kolektif Eğitim Kampı’nın, teorik- politik- sosyal içeriğine ve organizasyonuna yönelik son gün yapılan değerlendirmesinde, birçok bakımdan kolektif birlikteliğin ve üretimin yakalandığı ifade edildi. 4 günde edinilen deneyimler ve çıkarılan derslerle, eksikliklerin giderilmesine ve yeni eğitim yöntemlerine yönelik önerilerin alındığı eğitim kampı, 4 günlük kamp çalışmalarının röportajlar ve görsel malzemelerle aktarıldığı sine vizyon gösteriminin ardından sonlandırıldı.
ANTAGONİZMA
≫ muzaffer oruçoğlu
AVRUPA KAYNIYOR
E
mperyalizm çağı, son iki büyük dünya savaşıyla insanı ve doğayı fena halde yıktı. Bu çağ henüz kapanmış değil; küreselleşme aşamasıyla devam ediyor. Merkezileşmiş küresel güçler, küçük ve orta çaplı sermayeyle yerel devlet tekellerini yıkıyor veya kendi basit taşeronları haline getiriyor. Bu yıkım ortamında, gadre uğramış uyruk inançlar, diller, kültürler, kendi değerlerine sahip çıkmanın, köklerine dönmenin yoğun çabası içerisine giriyor. Bu çaba dünyanın bir bölümünde kendini aydınlanma ve ilerleme şeklinde, bir bölümünde ise, Ortaçağ değerlerine sarılma, dünyanın özgür, aydınlık yüzünü küreselleşmeyle özdeşleştirerek çarmıha germe şeklinde açığa vuruyor. Düşünce ve inanç örüntülerinin pratik davranışlar üzerindeki etkilerini elbette ki inkâr edemeyiz. Ama tüm bu kaos ortamının ana nedeninin küreselleşme olduğu açık. Hiç kuşku yok ki komünistler de küreselleşmeden yanadır; ama küreselleşmenin kar güdüsüyle insanı ve doğayı yıkan kapitalist biçiminden değil, derin insani biçiminden, insanı ve doğayı abad eden komünist biçiminden yanadır. Marks ve Engels, 150 yıl önce, komünist manifestoyla, emeğin yaratıcı kudretine ve özgürlüğüne dayanan geleceğin insanlık cumhuriyetini, komünist enternasyonalizmini ilan ettiklerinde, dünya burjuvazisi bunu dünya öcüsü haline getirdi. Tarihin insanlığa yüz elli yıldan bu yana yaşattıkları, sonsuzluk âleminde varlığı bile hissedilmeyen, uluslara, dinlere ve dillere bölünen gezegenimizin tüm bu sınırları, bölünmüşlükleri, bitmez tükenmez kanaraları, tek bir insanlık komünü yönünde aşmasını telkin edip durdu. Tüm devrim deneyleri ve yıkıntıları, bu telkini zayıflatmak bir yana daha da güçlendirdi. Bu anlamda, yaşanan mevcut melanetlerin ceremesini İs-
lam’a çıkarmak doğru değildir. Tüm dinler kendi tarihlerinde şu veya bu derecede ileri bir rol oynamış, kendi Rönesanslarını şu veya bu derecede yaşamıştır. Ve bir dönem sonra da tarihin ayağında köstek haline gelmiştir. Yaşadığımız çağda dinlerin ileri bir rol oynadığını söyleyemeyiz. Dinler, insanlığı bölüyor. Değişmez katı dogmalarıyla aklın cesaretini ve özgürlüğünü sınırlıyor. Dinlere karşı yalın düşmanlığın hiçbir yararı yoktur. Dinlere karşı her daim eleştirel bir tavır içinde olmak, baskı uygulamamak, özgürlük tanımak ve onların özgürlükleri sınırlama, gasp etme çabalarına karşı da kararlılıkla mücadele etmek durumundadır insanlık. Tarihin ortaya çıkardığı olguları, ancak tarih ortadan kaldırabilir. İleri insanlığın işi, tarihin işini kolaylaştırmaktır. Avrupa şu an kaynıyor. Bir yanda yükselen İslam düşmanlığı ve Müslüman göçmenlerin tecridi ve Avrupalı faşistlerin güç toplaması; diğer yanda, camilerin bir bölümünün radikalleşmesi, kuran kurslarının artması; apartman katlarının, Ortadoğu başta olmak üzere, dünyanın çeşitli yerlerindeki İslamcı faşist hareketlere militan örgütleyip gönderen mahfiller haline gelmesi ve aydınlanmayı, özgür aklı düşman ilan etmesi... Bu kamplardan herhangi birini güçlendiren bir tavır içinde olamayız. Tüm bu durumları ortaya çıkaran temel nedenleri, geniş yığınlara ısrarla göstermek zorundayız. Paris’teki katliamı, göçmenleri ezmenin bir aracı haline getiren politikalara karşı çıkmalıyız. Bu katliamın, İslam’la hiçbir ilgisinin olmadığını açıklayan, İnancı pratikten koparıp pir-ü pak gösteren İslamcılara da karşı çıkmalıyız. Tarih, dogmaların, dinlerin, katliamlarıyla doludur. Özgür aklın özgür eleştirisi karşısında dinin tarihsel tavrı genelde işkence veya ölümdür. Bunun ölüm sonrası karşılığı ise kabir azabı ve cehennemdir.
22
güncel haber
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
Hasta tutsakların mücadelesini yükseltelim
Uzun süredir hapishanede tutularak ağır hastalıklarının tedavisi engellenen Abdülmecit Arslan ile Mehmet Canpolat hayatını kaybederken, İzmir Şakran Kadın Kapalı Hapishanesi’nde çıplak aramaya karşı koyan tutsaklara darp edilerek işkence yapıldı
≫ Hapishanelerde tutulan hasta tutsakla-
rın serbest bırakılması taleplerine karşı devletin ideolojik yaklaşımı devam ediyor. Hasta tutsakların tedavilerinin hapishane dışında yapılarak daha sağlıklı bir ortamda yaşamını sürdürme talepleri, Adli Tıp Kurumları tarafından görmezden gelinerek hasta tutsaklar hapishanelerde ölüme terk ediliyor. Tahliye talebiyle Adli Tıp Kurumu’na başvuran ve 2014 Ekim ayında tahliye edilen hasta tutsak Abdülmecit Aslan ile 40 günden bu yana hastanede tedavi gören Mehmet Canpolat hayatını kaybederken, ağır hastalıklarına karşın tahliye edilmeyen tutsakların durumu kamuoyunda yeniden gündeme geldi.
Hasta tutsak Arslan ve Canpolat hayatını kaybetti Hapishanelerde tutulan hasta tutsaklar, yaşadıkları ağır hastalıklarına karşın tahliye edilmezken, bazı tutsaklar da hastalıkları ölüm sınırına geldiği zaman tahliye ediliyor. Bu tutsaklardan biri de akciğer kanseri ve böbrek lezyonu hastalığı nedeniyle bir süre önce tahliye edilen Abdülmecit Arslan. Arslan, hapishanedeki revire her gittiği zaman doktorlar tarafından kendisine “bronşitin var” denilerek farklı ilaçlar verilip yeniden koğuşa gönderiliyordu. Akciğer kanseri ve böbrek lezyonu hastası olan Arslan, durumunun ağırlaşması üzerine Tekirdağ F Tipi Hapishanesi'nden Metris Hapishanesi’ne sevk edilmiş, 2014 yılı Ekim ayında da serbest bırakılmıştı. Adli Tıp Kurumu'nun "Cezaevinde tek başına hayatını devam ettiremez" raporuna karşın, savcılık itirazı nedeniyle tahliyesi engellenen hasta tutsak Arslan, 9 Ocak günü sabah saatlerinde hayatını kaybetti. Kandıra 1 No’lu F Tipi Hapishanesi'nde tutulan hasta tutsak Mehmet Canpolat, durumunun kötüleşmesi üzerine hastaneye kaldırılmıştı. Canpolat yaklaşık 40 gün süren hayatta kalma mücadelesinin ardından aramızdan ayrıldı. 19-22 Aralık Hapishaneler Katliamı sırasında gaz bombalarından birinin göğsüne isabet etmesinin ardından KOAH hastalığına yakalanan Mehmet Canpolat, yaklaşık 40 gündür tedavi gördüğü Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastane-
si'nde yaşamını yitirdi. Canpolat’ın serbest bırakılması için beyninde tümör olduğu gerekçesiyle ATK'ye başvuran avukatları Elvan Olkun ve Gülizar Tuncer, Canpolat'ın serbest bırakılmasını talep ederken, ATK Canpolat'a "hapishanede kalabilir" raporu vermişti.
Mehmet Yamaç’tan kamuoyuna duyarlılık çağrısı Tekirdağ 1 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde tutulan hasta tutsak Mehmet Yamaç kamuoyuna yazdığı mektupta, ilerleyen sağlık sorunlarına ve hapishane yönetiminin keyfi uygulamalarına dikkat çekerek tedavisinin engellendiğini açıkladı. Yamaç mektubunda hastalığına ilişkin şu ifadelere yer verdi: “19 yıldır tutsağım. 19 Aralık Katliamı’nda gerçekleşen saldırılar sonucunda göğüs kafesim kırıldı ve atılan kimyasal gazlardan dolayı ciğerlerimin bir bölümü yandı. Uygulanan ‘yanlış’ tedaviden ve hapishane koşullarında yaşamıma devam etmemden dolayı midemde de 1’er cm büyüklüğünde yaralar oluştu. 14 yıldır tedavi koşullarımın olmadığı-yaratılmadığı ve ‘tedavimin’ işkenceye dönüştürüldüğü hapishane şartlarında yaşamımı inatla-dirençle sürdürmekteyim.” Yamaç mektubunda 11 Nisan 2014’te Adalet Bakanlığı Tekirdağ Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdiği yazıda sağlık sorunları ve ailesinin Van’da yaşaması nedeniyle Van M Tipi ya da F Tipi Hapishanesi’ne sevk edilme talebinde bulunduğunu belirterek bu talebinin görmezden gelinerek sevkinin bilinçli olarak Edirne F Tipi Hapishanesi’ne yapıldığını aktardı.
Çıplak aramaya karşı koyan tutsaklara işkence İzmir Şakran Kadın Kapalı Hapishanesi’nde 24 Aralık aramasında kadın tutsakların çıplak aramaya tabi tutuldu. Bu uygulamaya karşı çıkan tutsaklardan Meryem Söylemez ile Şirin Paksoy saldırıya uğrayarak darp edildi. HDP Diyarbakır Milletvekili Nursel Aydoğan, hapishanede tutsaklarla 25 Aralık 2014’te gerçekleştirdiği görüşmede, hapishane müdür yardımcısının bilgisi ve yetkisi dâhilinde kadın tutsakların çıplak aramaya tabi tutularak fiziksel şiddete maruz bırakıldığını aktardı. Şiddete maruz kalan Fethiye Çakmak adlı kadın tutsağın parmaklarının kırıldığını ve alçıya alındığı-
nı belirten Aydoğan, parmakları kırılan Çakmak’a darp edildiğine dair rapor da verilmediğini açıkladı. Yine Sevcan Atak adlı kadın tutsağın hapishane görevlileri tarafından darp edilerek gözlüğünün kırıldığı, Behiye Akbalık adlı tutsağın ise hapishane görevlileri tarafından yere düşürülerek darp edildiğini açıkladı.
Kamil Turanlıoğlu için 147. F oturması İnsan Haklar Derneği (İHD) İstanbul Şubesi Cezaevi Komisyonu, 10 Ocak’ta Galatasaray Lisesi önünde “Tecrit Öldürüyor F Tipi Hapishaneler Kapatılsın” ve “Hasta Mahpuslar Serbest Bırakılsın” pankartlarını açarak F oturmasının 147. Haftasında hasta tutsaklara özgürlük istedi. Hasta tutsakların tedavilerinin engellenerek ölüme terk edildiğinin belirtildiği açıklamada şu ifadeler yer aldı: “147. F oturmamızda acilen tahliye edilmesi gereken, ağır hasta mahpuslardan biri olan Kamil Turanlıoğlu’nun durumunu aktaracağız. Kamil Turanlıoğlu hapishanede çok çeşitli hastalıklarla yaşam mücadelesi vermeye ve hayatta kalmaya çalışıyor. Wernicke korsakoff, beyin sendromu, uyku apnesi, damar ve dolaşım sistemi rahatsızlıkları ile karaciğer ve böbrek hastalığının yanı sıra, kurşun yaralanması nedeniyle sol ayağı dizden kesik ve protez kullanıyor. Turanlıoğlu’na kaldığı Kandıra 2 No’lu F Tipinde hastaneye her gidiş gelişinde protez bacağını çıkarıp öyle geçmesi dayatılıyor. Her seferinde hapishanenin F Tipi, yüksek güvenlikli hapishane olduğu söylenerek hastaneye gitmesi engelleniyor. İnsan onuruna aykırı olan bu uygulamayı kabul etmediği için tedavisi yapılamıyor. Tedavisi yapılmadığı için de diğer hastalıkları her geçen gün daha da ilerliyor. Kamil Turanlıoğlu nasılsa ölecek, içerisi-dışarısı fark etmez gözüyle bakıyorlar bize ve bizden korkuyorlar. Bunlardan bir şey beklediğimiz yok diyor. Tek derdimiz en insani hak olan tedavimizi uygun koşullarda yaptırabilmek hatta bazılarımız için sevdiklerimizin yanında ölebilmek.”
Ankara'da hasta tutsaklara özgürlük istendi Hasta Mahpuslara Özgürlük İnsiyatifi, her hafta yaptığı eylemlere 3 Ocak’ta düzenle-
diği eylemle devam etti. Aralarında DHF’nin de olduğu devrimci demokratik ve yurtsever kurumlar, Mithatpaşa Caddesi’nde bir araya gelerek Sakarya Meydanı’na sloganlarla yürüdü. Sakarya Meydanı’nda gerçekleştirilen basın açıklamasında, Kobanê’de şehit düşen MLKP savaşçısı Oğuz Saruhan ve Diyarbakır Hapishanesi’nde kalp krizi geçirerek hayatını kaybeden Lütfü Taş'ın mücadelesine vurgu yapıldı. Açıklamada hapishanelerde devrimci iradenin teslim alınamayacağı belirtilip, tutsakların tedavilerinin engellenerek ölüme terk edildiği kaydedildi. Açıklama hapishanelerde tutsakların yaşadığı tecrit koşullarına da dikkat çekildi. Canpolat’ın katilinin Adalet Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olduğu belirtilirken; hasta tutsakların pazarlık konusu yapılmadan bir an önce serbest bırakılması vurgusu yapıldı.
Lütfi Taş hayatını kaybetti PKK lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısı üzerine 2009 yılında Kandil’den ülkeye gelen Barış Grubu’nda yer alan Lütfü Taş, 2010 yılında hakkında “örgüt üyesi olduğu” iddiasıyla açılan dava kapsamında tutuklanmıştı. 5 yıldır Diyarbakır D Tipi Kapalı Hapishanesi’nde tutulan Taş, geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.
Umut Fırat Süvarioğulları açlık grevinde Meydan Gazetesi yazarlarından Umut Fırat Süvarioğulları, 23 Aralık’ta süresiz ve dönüşümsüz açlık grevine başladı. Müebbet hapis ‘cezası’ nedeniyle Kırıklar F Tipi Hapishanesi’nde tutulan Süvarioğulları, hapishane yönetimi tarafından devrimci anarşist kimliğinin görmezden gelinmesi, bağımsız hükümlü ve tutuklularla aynı koğuşta tutulması, sağlık sorunlarına uygun bir ortamda kalma talebinin karşılanmaması nedeniyle süresiz ve dönüşümsüz açlık grevine başladığını açıkladı. Süvarioğulları, devrimci demokratik kamuoyundan da açlık grevine destek çağrısı yaptı. Diğer yandan MKP dava tutsağı Ali Yeşil talebi olmamasına karşın Muş E Tipi Hapishanesi’nden Amasya E Tipi Hapishanesi’ne sürgün sevkle gönderildi.
güncel haber
16-31 OCAK 2015 Halkın Günlüğü
TUTSAK PARTİZAN
23
≫cafer çakmak
POZİTİVİST AYDINLANMACI ANLAYIŞA KARŞI KÜLTÜREL YENİLENME
D
eneyim hazinedir. Tarih,doğa ve insan zamansallığın billurlaşmış ifadesi, toplumsal hafızasıdır. Bu hafızaya sahip olamayanlar günübirlik yaşar ve amprizmden kendini kurtaramaz. Evrenin ve onun bağrında uzun kuluçka sürecinde doğup özelliklerini emen insanlık tarihinde öğrenmesini bilmeliyiz. Ufkumuzu laciverdimsi prizmaya açtığımızda, başı olanın sonunun da olduğunu öğreniriz. Doğan her şeyin tarihin mezarlığında yerini alacağı kesin. Kadir-i mutlak sayılan beyin üretkenliğinin verili aşamada geliştirdiği teorilerin ve ölümsüz atfedilen kimi doğruların tarihin akışında yerle yeksan olduğunu da insanlık tarihinde öğreniyoruz. Her şeyin ikiye bölündüğünü, insan var oldukça da toplumsal formasyonların doğacağını da öğreniyoruz. Tarihte yer alan sosyalist deneyimlerden, 20. yüzyılın iki devriminden (Ekim ve Çin) özellikle de Büyük Proleter Kültür Devrimi’nden ve yeni dönemin devrim hareketlerinden, deneyim ve pratiklerinden öğrenmesini de bilmeliyiz. Her deneyim teoriye yeni zenginlik ve derinlik katabilir. Tahlil edip, doğru ve yanlışlarını ayıklayarak öğrenmeliyiz. Deneyimsizlik sınırlılıktır. Lenin’in vecizesiyle, yasa tamamlanmamış, yaklaşık ve ölümsüz değildir. Fizik bilimindeki nitel keşiflerle ve tarihsel- toplumsal gelişmeler minvalinde kendini yadsıyarak ilerler. Marksist ustalar dönemlerinin fizik biliminin iç çevrimi tarihsel- toplumsal deneyimleriyle sınırlıydı. Biz avantajlıyız onlara nazaran. Neredeyse iki asırlık sosyalizm deneyimine / pratiğine sahibiz. Bu deneyimleri doğru tahlil edip okuyabilirsek tarihsel tecrübeyi sınıf mücadelesinde yakıcı bir silaha dönüştürebiliriz. Sosyalizmin tarihi, deneyim ve pratiği Mao’nun “kehanet”ini doğruladı. Mao kapitalizmden sosyalizme geçişin ve oradan da komünizme varmanın; birkaç on yılla varılamayacağını, birkaç asırı kapsayacağını vurguluyordu. Geride bıraktığımız asırda tarihin iki büyük devrimine, bu devrimlerin etkisinde onlarca devrime tanık olduk. Parti ve devlet bürokrasisinin rahminde büyüyen yeni burjuvazi devrimleri yuttu. Kapitalist restorasyonlar açık kapitalizme evrildi. Bu aşamada, geride bıraktığımız asrın sosyalist deneyimlerinden, partilerden ve karşı- devrimlerin üzerinden atlayarak yolumuzu açacağımız iddia edilemez. Her aktivist tarihten öğrenmesini bilmelidir. Sosyalist deneyimler bize göstermiştir ki; sosyalizmin, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla, üretim modernizasyo-
nu, elektrifikasyonu/otomasyonuyla sınırlı olmadığıdır. Marks’a rağmen Marksizm’e sirayet eden, kitleleri, siyaseti ve üst yapıyı dışarıda bırakan tek yanlı Avrupa merkezli üretici güçler teorisinden de kopmalıyız. Bu teorinin eşitlemeci ve sınırlamalı tarih tezinden de kopmalıyız. Bu yaklaşıma göre, kapitalizm öncesi ekonomik ve toplumsal yapıdaki ülkelerin kapitalizmin vahşi çarkından geçmeden sosyalizme geçiş yapamazdı. Mao yoldaş, Marksizm’e sızan Avrupa merkezli Çin’de yoksul köylülerle devrime, sosyalizme yürüyerek devrim için üretici güçlerin gelişim seviyesinin belirleyici olmadığını gösterdi. İbrahim de Mao yoldaşı iyi kavrayıp pratiğinde cisimleştirdi. Burjuva aydınlanmacı “sosyalistler”, burjuvaziden, milli burjuvazi ve proletarya yaratmasını beklerken, önder İbrahim yüzünü halkların özgürlüğüne ve sırtını tarihe dayayarak yeni bir anlayış geliştirip dönemindeki devrimcilerden ayrıldı. Önder İbrahim’e göre de, diyalektik hareket, artış ya da azalış değil, bizzat sıçramaydı. Mao ( ve önder İbrahim’i) yoldaşı sosyo-ekonomik tahlile ve stratejiye indirgeyip güdükleştirenler Mao’daki felsefi-teorik, ekonomi politik ve bilimsel sosyalizm sacayaklarındaki nitelik sıçramasını kavrayamaz. Bu utangaç “Maoistler”, cenahta cüretlice Maoizm’i inkar edemediklerinden alttan alta içini oyup etkisiz kıldırmaya çalışıyor. Bu ayrı bir yazı konusu olduğundan konumuza geri dönersek; sosyalizm/sosyalist teori, tek başına üretim araçlarının sosyalizasyonuna (toplumsal mülkiyet) ve elektirifikasyona indirgenemez. Ana yönü bu olmakla birlikte kitleler/siyaset ve üst yapıda en az birincisi kadar önemli ve tarihin bazı evrelerinde de ana yöndür, olabilir. Sosyalizm kitlelerin dünya görüşünde köklü bir değişiklik yaratmalı, bilinçlerdeki buyurganlık, esaret, yönetme ve yönetilmeye eğilimli gri halkaları parçalamalıdır. Kitlelerin özgürleşmesi, özneleşerek, komünkonsey- Sovyetler yönetimiyle kendi kendini yönetmesi ve toplumsal bilincinin/kültürünün daha ileri seviyede olabilmesi için önündeki maddi ve manevi zorunlulukları ortadan kaldırmalıdır. Halk özgür değilse ve ekonomik- siyasalsosyal alanlarda kendi kendini yöneterek devleti sönümlendirmiyorsa; dünyanın süper gücü( bu da emperyal mahiyet taşıyor) olmanız, üretim araçlarının en üst seviyede modernize olması, uzaya ha bire mekik göndermenizin ( hatta merdiven dayamanız ya da uzayda fink atmanızın) kıymeti harbiyesi yoktur. Sosyalist deneyimlerde kitleler, siyaset ve üstyapı es geçildiğinden devrimi yapan kitlelerin enerjileri zamanla eridi ve hayal kırıklık-
larıyla karşı- devrimi seyretti. Yarattıkları devrime sahip çıkmadı. Tam da burada MKP 3. Kongresi’nin önemi ortaya çıkıyor. 3. Kongrenin hareketimizde, genel politik program hattı ve strateji değişimiyle ele alıp daraltmak doğru bir yaklaşım olarak kabul edilemez. Kongre, MLM felsefe-teoride yenilenme kodlarının bakış açısını da sunuyor. Proletarya ve emekçiler devleti de sosyalist retorikte yeni anlayış ve devleti sönümlendirmeyi esas alan yeni tipte bir devlettir. Proletarya Partisi önderliğinde kitlelerin (proletarya ve emekçilerin) Komün, Konsey ve Sovyetlerle kendi iktidarlarını kendi kendini kademe kademe yönetmesinin önünü açarak devleti tarih sahnesinden çekmeyi amaç ediniyor. Bu doğrultuda her devrim, hedef aldığı toplumsal formasyonu bugünden yarına kurumsallaştırarak ilerler. Kitle, demokratik kurumlarımızı, hedeflediğimiz toplumsal formasyonumuzun, yeni tipte devlet anlayışımızın ve sosyalizm paradigmasını esas alarak, kurumları, proletarya ve emekçilerin yaşam ve demokrasi alanı ve yönetimi anlayışıyla ele alıp dizayn etmelidir. Hukukunu ve işleyişini bu eksende oluşturmalıdır. İleride diğer yazılarda bu konuyu açacağımızı beyan ederek; kültürel değişime dair birkaç vurgu yapalım. Kültürümüzü de demokrasi anlayışımıza uygun biçimde değiştirme yörüngesine sokmalıyız. Saflarımızda yansımasını bulan iktidar kültürü ve diliyle, eril zihniyet ve anlayışla hesaplaşmalıyız. Sıklıkla kimilerimizin diline ve kalemine pelesenk olan; “kalıba dökmek” ,”doktor hasta” ,”belirleyen belirlenen” , ”mahkum etmek”.. vb. gibi ifadeler buyurgan, üstenci, akıl verici, tepeden bakan, kendini otorite görme kültürünün dışa vurumu ve tezahürüdür. Bizim yoldaşlarımıza ve halka çelikten kalıplar örme, onları kendimize benzetme, fikir ve kültür mühendisliğine soyunma, tepeden bir düşünceyi dikteyle empoze etme anlayışımız, sekter yöntemlerimiz ve kültürümüz yok. Rotamız ve eylemimiz, dünyayı değiştirme eylemimizle kendimizi değiştirme eyleminin devrimci pratikte çakışması ve bu düzemde, devrim mücadelesini yürütürken doğru-yanlış tartışmasını yürütmek karşılıklı olarak diyalektik öğrenme sürecini yaratmak, değişirken ilişkide olduğumuz öznelerin de değişimine yardımcı olmaktır. Fabrika imalatı kalıplar üretmek insan olma gerçeğine terstir. Tek kalıbın olduğu yerde değişim ve gelişim de olmaz. Düşünce ve kültür empoze etmek mi, bilakis, burjuvazinin ideolojik aygıtlarıyla üretip empoze ettiği yanlış bilinci parçalamasını ve düşünce- kültür ve eylemle-
rinin yaratıcısı olmalarını öneriyor, bu yanlış bilinci ifşa edip kulvar gösteriyoruz. “Doktor- hasta” ,”belirleyen- belirlenen”… bu kavramların kültürel arka planda burjuvazinin buyurganlık hegemonyası, eğitim tedrisatının müfredatik ezberciliği bulunuyor. Marksist ustaların kimi yazılarında metafor mahiyetiyle tercih edilen bu kavramlar ne yazık ki zamanla özgünlüğünden koparılarak zihniyet/kültür aşamasına taşınmıştır. Kendisini doktor karşısındakini hasta görenler; teşhis ve tedavi kavramlarını kullananların zihin prizmasında şişkin egolarıyla bütünleşmiş burjuvaziden içkin bürokrat dolanıyordur. Hiza ve nizam sevici bu muhteremlerimiz, kendilerini ölümsüz doğrulara sahip mükemmel varlık görmektedirler. Kusura bakılmasın, mükemmeller tamamlanmıştır, yerleri de mezarlık cumhuriyetidir. Yaşayan her birey çelişik birliktir ve asla mükemmel değildir. Kendilerini “uzman”, ”profesör”, ”doktor” belleyenlerin tek fiske darbesiyle dağıldığına çok tanık olduk. Devrime önderlik etme iddiasında olan her yoldaşımız, her kadromuz ve aktivistimiz eksikler ve yanılgılar taşıyabilir. Bunlarla mücadele ederek değişip gelişir. Mao yoldaşın; “Yaşım altmış, içimdeki aslan ve maymun kavga ediyor hâla” vecizesindeki, her sosyalist bireyde proleter ve burjuva kutupların hep savaşım halinde olduğunu referans alırız. Karşısındakini teşhise tedaviye muhtaç hasta olarak kabul edenler, kendilerini külyutmaz otorite olarak tayin ettiklerinden, ezen- ezilen ilişkisinin farklı bir versiyonunu üretir. Cemi cümlenin dergahlarına gelip ilim- irfanlarından öğrenmelerini bekler. Hepsi kendilerine “heykeli dikelecek insanım” payesini biçer. Bilmezler ki tüm heykelleri devrimin kasırgasıyla kırıp yıkacağız. Bu zihniyet öğrenmeye, eleştiriye ve özeleştiriye kapalıdır. Aleme verirler talkını kendileri yerler salkımı. “Hastaları” sandalyeye oturtup ders vermeye, yargılamaya bayılırlar. Kendilerini de dokunulmaz fanuslara kapatırlar. Yoldaşlarıyla ve halkla sıcak, samimi ve birbirinden öğrenen ilişkiler kuramazlar. Haramilerin saltanatına yönelirken halka ve bize sirayet eden kültürlerine, anlayışlarına, yöntemlerine de kitle inisiyatifiyle saldıracağız. BDKP’den öğrendiğimiz derslerden birisi de üstyapısal değişimi şimdiden başlatmak ve kitle insiyatifini öne çıkarmaktır. Yoldaşlarımızın iktidar kültürüne, bunun kültürel tezahürü bürokratizme, buyurganlığa, tepeden inmeciliğe, eril kültüre karşı fikirsel/eleştirel mücadele yürütmelerini, bu tarza ve kültüre geçit vermemelerini salık veriyoruz.
Halkın Günlüğü
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:
Yurtiçi 54 TL
Yurtdışı
108 EURO
HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYA GEL Xwekujî û komkujî yên transan tevda polîtîk e
Jineke trans Eylül Cansın, stemkariya xwe bi gotinê “êdî newêrim” ve kir û xwe ji pirê Boğaz’ê avêt, jiyana xwe ji dest da Xwekujî, bêguman çalakiyeke kesane ye, lêbelê kirûyeke kesane nîn e, ji her tiştî wêdetir kirûyeke civakî ye. Ji ber ku, mirovek wek perçeyek ji civakê, kiryariya wê/î jî rewşa civakê re girêdayî ye, em nikarin çalakiya mirovan ji civakê dûr hûrnêrînin. Bi vê sedemê ve girêdayî, xwekujiya transan, wek komkujiya transan civakî û polîtîk e. Normên ku ji alî civakê binê wan hatine xêz kirin, û ji kesayetiyan re wek pîvanan hatine nîşandan, kesên ji komên LGBTI, dûrî civakê dixe, ji civakê diqetîne. Bi vî şiklî, ew kesana wek komalî, wek aborî, wek polîtîk ji civak tecrît dibin, tenê bi ser xwe dimînin û civak jî mafa jiyana wan ji deste wan hildide. Ewqasî ku, mafa ji mafên bingehîn tendurustiya wan jî her tim di bin astengiyê de dimîne. Jivan bûyeran mînakek jî çendek bere hate jiyandin. Jinikeke trans ku nava wê H.Ç’ye, serî lê dabû jînekolojiyê, lê jînekologek, bi gotina xwe, “Tu ne jin î, ez nikarim li te binêrim” nexweşiya wê mêzenekirîbû, ew jina trans jî doz vekirîbû. Wek tê zan neweixane ya e bin weke trans ku nava wan civakîn ew kes, berî meheke nîv, ji bo nivîsandina dermanên xwe ya nexweşiyê, serî lê dabû nexweşxane ya Prof. Dr. Reşat Belger Göz Eğitim ve Araştırma Hastanesi Ge-
nel Cerrahî Ünitesi’yê ku ji wê mêzebikin û dermanan binivîsin. Lê li wir jî pispora jînekolojiyê bijîşkek ku nava wî jî F.H. ye, gotîbû, “Ev nexweşiya te beşa pisporiya min nîn e, ez wek bijîşkek nikarin li te binerim, ji ber ku tu ne jin î, zilam î, ez rewşa we wek rewşeke asayî nahesibînim, nabînim” û ew jina trans paşve zivirandîbû. Ev jî ne bes, bijîşkê, bi sedema ku H.Ç. ji wî re çêran gotiye, jê re doz vekirîbû. Danişîna ew doza bijîşkê di 25’ê Berfenbarê 2014’ê de hatibû dîtin, lê dozê ku H.Ç. bi sedema “jêveqetîxwazî, çêr gotin, asteng kirina mafa tendurustiyê û bicîhnekirina pêywiriya bijîşkiyê” ve ji bijîşkê re vekirîbû, hê jî deng wê dozê dernehatiye. Di rastiyê de tenê ev doz jî bi ser xwe diyar dike ku, kesên trans, li welatê me rastî çêran tên, rûmet nabînin, wek însan jî nayên hesibandin û tu mafa xwe ya însanbûnê jî nikarin bikarbînin.
Jineke Trans, bi navê Eylül Cansın, xwekujiya Ew welatê me ku ji kesên trans re mafa jiyanê teng dike, li vî welatî, kesên ji komê LGBTI li aliyekî bi kujeriya xêzên meşruîyetê ve tên kuştin, li alî kî jî di nav civakê de roj bi roj mafên xwe ya jiyanê wenda dikin. Bingeha jiyankirinê ji deste wan tê hildan û di hewşeke teng de ber bi mirinê ve tên hîştin. Mînaka vê yekê ya herî dawî jî Eylül Cansın (Mehtap Zengin) bû, ku Eylül’ê di 3’ê Çileya paşîn de li Pire Boğaz’ê xwe avêt behrê û hê di 24’iya emrê xwe de jiyana xwe ji dest da.
Laşa Eylül’ê li perava Ortaköy’ê hat dîtin û di vir de Aşkere bû ku Eylül berî mirina xwe vîdeoyek tijî kiriye. Eylüle şêrîn di vêvîdeoyê de jibergirînê bi zorêdiaxive û wiha dibêje: “Îro roja min a herî xweşik e. Gelek dilşad im, lê îro ji bo min dê dîsa rojeke baş be. Spasiya xwe ji her kesî re dikim, ji wan kesan hez dikim. Gelek însan hevalên min bûn, lê belê niha têdigihîjim ku ne hevalên min bûne. Her kes bila bi wîjdanên xwe ve rûbirû bimînin. Têgihîştim ku êdî ez newêrim, hêza jiyanê wenda kirime. Nikarim ji bo dilê her kesî tevbigerim û wisa bikim. Divê ez niha di 24 saliya xwe de bim û di 24 saliya xwe de jiyana xwe bidawî dikim. Newêriyam... Ji ber ku însanan destûra jiyanê nedan min. Newêriyam bixebitim, min dixwast hin tiştinan bikim, lê newêriyam. Gelek astengî derxistin û min eciz kirin. Her kesî bi Xweda ya wan re rûbirû dihêlim û aniha ji alî Pirê Boğaz’ê ve diçim. Sibehê, li rojnameyan, di rûpela 3’yemîn, 4’emîn an jî yekemîn de, dê nava min were nivîsîn. Hûnê jî bibînin. Ez we hemûyan maçî dikim û diyarî Xweda dikim.” Piştî vê xwekujiyê aşkere bû ku, Eylül’ê li Kolana Bağdat’ê rastî êrişa çend jinên trans hatiye û ji bo sucdarkirina wan jî serî lê dozgehê daye. Çend hevalên Cansın jî dan zanîn ku, ji bo ku Eylül’ê li Kolana Bağdat’ê nexebite, çend jinên trans ji bo tirsandinê wê tehdît kirine. Li gorî agahiyên hevalên Eylül, “çeteyên jin a transan” heye û ew çe-
teyan, ji hin transan bi zorê pare hildidin. Ji van yekan wêdetir çend roj berê jî aşkere bû ku, li Avcilar’ê jî jineke trans bi gilî ya “çeteyên transan bi zorê ji me pare digirin” çûye li Komeleya LGBTI û ji bo alikariya zagoniyê bi hawar ketiye ber bextê LGBTI. Dayika Eylül Cansin jî agahiyek da û anî ziman ku keça wê, ji alî çeteyên transan ve lêdanan xwariye û hatiye darb kirin. Dayika Eylül’ê bi vî rengî binî rastiya çeteyên transan ji nû ve xêz kir.
Şert û mercên mirinê, havila pergalê ye Di vir de wek bi zelalî derdikeve holê ku xwekujiya Eylül’ê, bi marîfeta çeteyên transan e, lê ev yek, bandora dewletê û berpirsiyariya pergalê jî ji holê ranake, berewojî polîtîkbûna vê rewşê jî tarî nake. Rewş polîtîk e û seranser bi pergalê ve girêdayî ye. Çi ku, ew jinên ku Cansın û gelek trans tehdîd dikin, diçin li ser wan, ew çeteyên hanê jî bi qirêji û komkujeriya pergalê ve yek bi yek tekildar e, ji wê wêdetir jî ev pergala hanê her roj ew transana ji jiyana civakê dûr dixe, direvîne, mafa jiyana wan ji destê wan digire, ji wan re jî tenê vebijarka “xebata seks a bi zorê” dimîne. Wekî ku rêxistinên LGBTI dibêjin, “Ew xwekujiya transan bi sedema teşwîqkirina civakê ye”, ev pirsgirêk li ber me disekine, ji ber vê yekê divê em hemû li dijî homofobiyê û li himberê şêweyên cinsî, hişmendiya jixweqetandinê re têbikoşin, pêdiviya ev yekê bizanibin û li gorî vê yekê tevbigerin..