16-31 TEMMUZ 2015

Page 1

Siyasi gelişmelerin yönü ve görevlerimiz!

sf 12-13

AKP gölgesini satamadığı ağacı keser AKP iktidarı yaptığı yasalar ile sermayenin önünü açarak doğa alanlarının katledilmesini sağlıyor. Büyük şirket ve holdingler ise Balıkesir’de, Artvin’de, Tokat’ta, Dersim’de, Ankara’da ve ülkenin birçok yerinde taş ocakları, altın madenleri açarak daha çok kar hırsıyla doğayı katlediyorlar. Tüm bu katliamlar karşısında halk, Türkiye-Kuzey Kürdistan'ın dört bir tarafında direniyor sf 02-03

Halkın Günlüğü

16-31 TEMMUZ 2015 Yıl: 4 Sayı: 103 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

Alınterinin mezar kenti; MANİSA f GÜNCEL

09

İşçi ölümlerinin rutinleştiği ve sistematik olarak işçi katliamlarının yaşandığı bir ülkede yaşamaktayız. Vahşi kapitalist sömürü ve güvenliksiz çalışma koşullarından kaynaklı her yıl yüzlerce işçi yaşamını yitirmektedir. Gerici burjuva devlet ve onun ilgili kurumları ise kendi niteliklerine uygun olarak yaşanan işçi katliamlarını “kaza”, “kader” olarak değerlendirerek meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.

Hem kadın hem işçi

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

ISSN: 2147-0499

T.C’nin gerici savaşına karşı mücadeleye T.C.’nin bil fiil Suriye’ye girmesi zayıf ihtimal de olsa, aldığı tutum savaş kışkırtıcısı gerici saldırgan bir politika sergilemektedir. Bu bakımdan nasılsa girmeyecek öngörüsüyle kayıtsız kalmak benimsenemez. Girmese de mevcut tutumu saldırgan gerici bir tutumdur ve kitlesel eylemler başta olmak üzere en geniş yelpazede sergilenecek mücadeleyle

15

Yunanistan referandumu

karşı duruş sergilemeyi, teşhir edilmeyi gerektirmektedir. T.C. ordusunun başka bir ülke topraklarına girme ve başka bir ülkeyi işgal etme hakkı ve gerekçesi olamaz, yoktur. Burjuva gerici çıkarlar uğruna halk kitlelerinin gerici savaş felaketine sürüklenmesine, halklar arasında düşmanlıkların geliştirilmesine rıza gösterilemez.

16

DKH kadın kampı programını yayınladı

20


02

güncel haber

16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

AKP gölgesini satamadığı ağacı keser AKP iktidarı yaptığı yasalar ile sermayenin önünü açarak doğa alanlarının katledilmesini sağlıyor. Büyük şirket ve holdingler ise Balıkesir’de, Artvin’de, Tokat’ta, Dersim’de, Ankara’da ve ülkenin birçok yerinde taş ocakları, altın madenleri açarak daha çok kar hırsıyla doğayı katlediyorlar. Halk ise tüm bu katliamlar karşısında Türkiye-Kuzey Kürdistan'ın dört bir tarafında direniyor Kapitalizm yalnızca işçileri ve emekçileri sömürmekle, halkı giderek daha da fakirleştirmekle kalmıyor aynı zamanda paraya çevirebileceği her şeyi yok ediyor. Son zamanlarda bunun en belirgin örneği ise Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasının doğasında yaratılan tahribat oldu. AKP iktidarının çıkardığı yasalarla, bütün akarsuların üstüne Hidro Elektrik Santraller (HES) kuruldu. Birçok ormanlık alan altın madeni, taş ocağı vb. işletmeler nedeniyle tahrip edildi. Bu da yetmezmiş gibi dünyanın artık vazgeçmeye başladığı nükleer santralleri yapmak için projeler çizildi, anlaşmalar yapıldı. Birçok doğa katliamında mahkemeler yürütmeyi durdurma kararları aldı. Ancak ne şirketler durdu ne de AKP iktidarı. Alınması zorunlu olan ÇED raporları dahi alınmaksızın doğa katliamına devam edildi. Halk ise doğa katliamının olduğu her yerde direnişe geçti. Köylüler, doğa savunucuları, yaşam savunucuları, doğa katliamının olduğu her yerde devletin karşısına dikildi. AKP iktidarının doğayı talan ederek şirketlere peşkeş çekmek için kullandığı bir başka yöntem ise “hizmet getiriyoruz” yalanı oldu. Bu yalanların sonuncusu ise “Yeşil Yol” projesi oldu. Doğal alanlara yol yapacak olan AKP iktidarı bunu yalanları ile gizlemeye çalışsa da, geçmişteki bütün tecrübelerden de biliyoruz ki yolun amacı; açılacak madenlere iş makinelerinin, kamyonların gitmesini kolaylaştırmak olacaktır.

'Yol yeşilken geri dönün!' Fırtına Vadisi'nde yapılmak istenen “Yeşil Yol”, Avrupa Peyzaj Sözleşmesi ile Dünya Kültürel ve Doğa Mirasının Korunması Sözleşmesi kapsamında hem doğal sit alanı hem de Milli Park dolayısıyla hukuken buraya hiçbir yol yapılamaz. AKP iktidarının 'Yeşil Yol' projesi, Karadeniz halkı tarafından büyük tepkiyle karşılandı. Fırtına İnisiyatifi, İstanbul Galatasaray Meydanı'nda yapılacak olan "Yeşil Yol"a karşı bir basın açıklaması düzenledi. Basın açıklamasında; "Bizler, doğanın sahibi değil bir parçası olduğunu düşünen doğa ve yaşam savunucuları olarak bugün burada HES'ler, taş ocakları, madenler, termik ve nükleer santral projelerinden sonra, Karadeniz yaylalarını ranta, talana ve imara açacak

olan, kamuoyunda bilinen adı ile Yeşil Yol'a karşı sesimizi yükseltmek sözümüzü söylemek için toplandık . Bizler 'Yeşil Yol' adı altında sunulan bu projenin "turizm ve hizmet" nedeni ile planlanmadığını, başta yayla ve meraların ranta ve imara açılmasına neden olacağını ve bölgeyi yol güzergahında bulunan maden yataklarının işletilmesi ve nakliyatı faaliyetlerine açık bir hale geleceğini biliyoruz" ifadelerine yer verildi.

Doğayı katletmek isteyenlere halkın cevabı “direniş” oldu Halk AKP iktidarının "Yeşil Yol" projesine ve Cengiz Holding tarafından Artvin'de yapılmak istenen altın madenine karşı direnişe geçti. Yapılmak istenen madene karşı 2 yıla yakındır mücadele edilirken Artvin Valisi Kemal Cirit’in Cengiz Holding'in kurmak istediği maden karşılığında 104 bin lira "bağış" aldığı ortaya çıktı. Halk yapılmak istenen doğa katliamına karşı yaylalara çıkarak direnişe geçti. Bölge halkı iş makinelerinin yaylalara girmesine karşılık nöbete başladı. Ancak AKP iktidarı, güvenlik güçleriyle, özel birlikleri ve jandarmalarıyla yolları kapatarak halkın direnişini kırmaya, yaylara giderek nöbet tutulmasını engellemeye çalıştı.

En büyük çevre davası Artvin Cerattepe'de altın madeni kurarak Genya Dağı'nı talan etmek isteyen Cengiz Holding'e karşı direnişin hukuki boyutu da örülerek dava açıldı. Dava toplamda 760 kişiyle açıldı. Böylece Türkiye/Kuzey Kürdistan'da açılmış en büyük çevre davası oldu. 61avukat tarafından hazırlanan 105 sayfalık dava dosyası Rize İdare Mahkemesi’ne gönderilmek üzere teslim edildi. Adliye önünde açıklama yapan Yeşil Artvin Derneği Başkanı Nur Neşe Karahan, “Hemen yürütmeyi durdurmam kararı vereceklerini umuyoruz. Artvin halkı artık bunun bir an önce sonlanmasını istiyor. Zaten yıllardır defalarca Artvin Barosu özveri ile davalarımızı tamamladı, yaptı ve hepsinde de olumlu so-

nuçlar var, umuyoruz bundan da olumlu sonuçlar alacağız ve bu iş tamamen sona erecek” dedi.

'Yeşil Yol' projesi durduruldu Halkın direnişi sonrasında projenin 'geçici süre durdurulduğu' bildirildi. Samistal Yaylası'ndaki jandarma komando birliklerinin geri çekildiği; iş makinesi operatörlerinin de geçici süreyle çalışma yapmayacağı öğrenildi. Ancak halk, her ihtimale karşın yaylalarda nöbet tutmaya ve doğayı savunacaklarını söylediler. Samistal Yaylası başta olmak üzere yaylalarda nöbetler 24 saat boyunca devam ediyor.

'Kutludüğün tozlu düğün olmasın' Bir başka direniş ise Ankara'nın Mamak İlçesine bağlı Kutludüğün'de devam ediyor. Kutludüğün'de taş ocakları istemeyen halk eylem yaptı. Yapılan eylemde halk, taş ocağı şantiyelerine getirilen Jandarma ve TOMA'lar içinse; "Biz yıllardır bu tarz eylemler yapıyorduk ne zaman ki dernekler ve kurumlar ile görüşmeye başladık, bizleri o zaman ilk defa ciddiye almaya başladılar, demek ki birlik içinde, örgütlü hareket ederek ses çıkarmak gerekiyormuş" dediler. Belde halkının kadınları ellerinde pankartları ile ön saflarda yerini alırken, serbest kürsüde konuşma yapan kadınlar şu ifadeleri kulandı, “Abilerim, amcalarım, kardeşlerim sizlere sesleniyorum; artık her gün evin tozunu almaktan, çamurlu sularla yemek yapmak istemiyoruz. Sağcısı-solcusu birlikte yürümenin zamanı geldi. Artık yeter biz tozlu Düğün halkı olarak bu topraklarda büyüdük ve çocuklarımızı torunlarımızı da bu topraklarda büyütmek istiyoruz. Bunun için ölmek var dönmek yok demeliyiz. Artık birlikte mücadele etmeyi öğrenmeliyiz” vurgusu yaptı. Kaymakamlık tarafından durdurulan şantiye çalışmaya devam ediyor. Çalışmalarına üç gün ara verdirildiği halde şantiyelerin hala çalışmasına tepki gösteren belde halkı, şantiye önüne yürüyüş gerçekleştirdi. Olay yerine TOMA ve Jandarma Kuvvetleri gelerek, bari-

yer çektiği gözlendi. Belde halkı ile olay yerindeki kolluk kuvvetleri arasında çıkan tartışmada belde halkı feryat etti. “Bu yaylalar bizim yaylalarımız bizim önümüze geçip patronları korumaktan vazgeçin. Biz topraklarımızı istiyoruz, buralarda keçi otlattığımız günleri geri istiyoruz, kimsenin parasını çalmadık” sözleri ile tepkilerini dile getirdiler. Ramazan Bayramı sonrasında ve bundan sonraki süreçler de daha çok eylem ve etkinlik yapacaklarını, o bariyerleri ve taş ocağı sahiplerini yıkacaklarını belirttiler.

Arduç Ailesi kazandı Dersim- Elazığ arasında 2008 yılında yapımına başlanan ve mahkeme kararı olmasına rağmen su tutan Pembelik Barajı ve HES mağduru Arduç Ailesi açlık grevine başladılar. İlgili bütün kurumlara başvurduklarını belirten aile “Bir yıl oldu Ilısu’da mahsur durumdayız. Bütün yaşamsal haklarımız gasp edilmiş durumda. Kutsallığa, doğaya, yaşam alanlarına ve anayasal haklarına yapılan zulmü kınadıklarını“ ifade ederek, süresiz ve dönüşümlü açlık grevine başladılar. Elazığ 1. İdare Mahkemesi'nin, imar planı olmadığı gerekçesiyle projenin durdurulmasına yönelik kararına rağmen su tutmaya devam eden Dersim-Elazığ arasında 2008 yılında yapımına başlanan Pembelik Barajı HES projesi baraj, yol ve köprünün yapılmaması nedeniyle Arduç ailesini baraj göletinin ortasında bıraktı. Yaşadıkları Dallıbahçe köyünün Ilısu mezrasında, karayla bağlantıları kesik bir şekilde bir yıldır mahsur kaldıklarını belirttiler. Arduç Ailesi 10 gün boyunca sürdürdükleri açlık grevinin ardından direnişlerini zaferle sonuçlandırdı. Tunceli Valiliği açıklama yaparak, Pembelik Barajı ve HES nedeniyle Nazımiye İlçesi Ilısu Mezrası’nda baraj yüzünden yaklaşık bir yıldır mahsur Arduç Ailesi için taahhüt edilen köprünün yapılacağı bildirildi. Öte yandan Tunceli Valiliği’nin açıklamasının ardından 10 günden bu yana açlık grevinde olan Arduç Ailesi açlık grevini sonlandıracaklarını açıkladı.


16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

güncel haber

SINIF TAVRI

03

≫ ismail uçar

TEORİK-PRATİK BÜTÜNLÜĞÜ YAKALAMA PERSPEKTİFİYLE SÜREKLİ HAREKET EDELİM

D

imyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak” diye bir özdeyiş vardır. Bu halk deyişinin ezilen ve sömürülenler cephesinde olduğu gibi ezen ve sömürenler cenahında da genel geçerli olumsuz bir durum olduğunu vurgulayalım. Bu anlamda konumuzu biraz daraltarak ve belli başlı hususlar içerisinde kalarak işlemeye çalışacağız. Karadeniz’de emperyalistlere peşkeş çekilen ve adına da “yeşil yol” denilerek manipülasyonla yıkım amaçlı yapılmak istenen politikalara karşı, doğalarını korumak için eylem halinde olan halk kitlelerinin direnişle “Vali de, kaymakam da, devlet de biziz, biz halkız” demeleri son derece öğretici yanlar içermektedir. Buna destek amaçlı Taksim’de gerçekleştirilen eylemlerin daha da artarak yayılması ihtiyacı da bizlere ertelenemez sorumluluklar yüklemektedir. Aynı şekilde iki yıl önce Taksim Gezi ParkıHaziran ayaklanmasında kitlelerin, Lice’deki vahşet karşısında “Dayan Lice Taksim seninle” şiarlı eylemleri de bir o kadar öğreticidir. Yine 6-8 Ekim Serhildanı’nda gösterilen militan-radikal eylemler de öyle. Ve otomotiv işçilerinin sarı sendika karşısındaki eylemleri ile yayılan işçi direnişleri de genel olarak kitle eylemlerinin önemini yeterince anlatmaktadır. Bu kapsamda işçi ve emekçilerin direniş ve mücadeleleriyle devrimin objektif koşullarının varlığını ifşa eden nesnel ve güncel gelişmelerin tarihimize kaydedildiğini vurgulamak isteriz. Bu ve buna benzer somut-güncel gelişmeler, devrimci durumun olanak ve avantajlarının devrimci eksende ilerletilmesi temelinde devrimci ve komünistlere önemli pratik görevler yüklemektedir. Aksi takdirde tıkayıcı başlangıçların yollarının daha fazla döşeneceği, niyetlerden bağımsız reel bir durum olarak kaçınılmaz gerçeklik haline gelmekten kendini kurtaramaz. Halklar ve tabi ki bizzat içerisinden çıkan ilerici, yurtsever, devrimci ve komünistlerin de kendi sübjektif durumunu, yani devrimin sübjektif koşullarını doğru ve bilimsel temellere dayandırarak tahlil etmesi, bunun üzerinden somut ve gerçekçi güncellemelere gitmesi gerektiği ertelenemez görevleri arasındadır. Bu noktada Maoist komünistlerin, Uluslararası Komünist Hareket(UKH)’in ve onun bir bileşeni olan Türkiye-Kuzey Kürdistan komünist hareketinin tarihsel tecrübelerinden doğru ve bilimsel dersler çıkararak ulaştığı seviyenin politik iktidar mücadelesinde daha fazla teorik pratik olarak somut güncel geliş-

me ve ilerlemeleri için önemli ve stratejik bir temel oluşturduğunu belirtelim. Kuşkusuz ki bütünlüklü gelişme ve ilerlemenin yakalanarak ele avuca sığan bir teorik-pratik seviyeye ulaşılmasıyla ancak böyle bir duruma yani politik iktidara -daha da anlaşılabilmesi için asgari programımız olan Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne- gelebileceğimiz veyahut da ona daha fazla yakınlaşabileceğimiz tartışmasız bir gerçekliktir. Zira başından bugüne parçalı bir gelişme durumu belirli yönleriyle zikzaklı ya da inişli çıkışlı da olsa belli sürekliliği söz konusudur. Bununla da yetinilmeden daha kapsamlı, bütünlüklü, derinlikli tüm temel ve stratejik konuları da içerisinde barındıran, aynı zamanda bin bir türlü taktik-pratik politikalarla da bunları tümleştiren teorik pratik seviyenin bir türlü yakalanamamasıdır meramımız. İşçi ve emekçilerin kendiliğinden gelme hareketleri ve eylemleri karşısında somut ve pratik görevlerimize daha fazla sarılarak pratik politikaların ivedilikle bizleri beklediği tartışmasızdır. İşte bu halkada öncelikle büyük düşünmenin ve büyük mücadele etmenin zorunlu ön koşul olduğu bilincimize yeterince kazınmalıdır. Büyük dava insanı olmak için büyük düşünülmesi ve büyük mücadele edilmesi gerektiği, öylesine genel geçer sözler olarak asla telakki edilmemelidir. Geçmiş tarihsel pratik, tecrübe ve birikimlerimiz olarak temellerimizi ve tabi ki büyük dava insanları olarak öncellerimizin büyük kavgalarını bir düşünün. Onlardan öğrenecek o kadar çok deneyim vardır ki. Bunun yanında son derece somut ve gerçekçi hareket ederek sübjektif koşullarımızı es geçmeden ya da sübjektif durumumuzu abartmadan mütevazi bir şekilde gayet titiz, ilkeli ve disiplinli bir düşünce ve çalışma tarzıyla ilerleme ve gelişme seviyesinin yakalanarak adım adım bu perspektifle süreçlere doğru teorik-pratik yaklaşım geliştirilmeli ve müdahil olunmalıdır. Bu anlamda mükemmeliyetçiliğe, kendiliğindenciliğe ve keyfiyetçiliğe düşmeden azami derecede gerçekçi ve somut planlamalar, görevler ve mücadele araçları ile pratik politikaları gerçekleştirmeliyiz. Büyük laflar edip buna uygun bir konumlanma ve hareket, çalışma, mücadele, örgütlenme pratik seyri içerisinde olunamadığı takdirde yeterli temsiliyetin gösterilemeyeceği gayet açık ve anlaşılır bir durumdur. Maoist komünistler 3. Kongreleri ile bir yandan ulaştığı teorik seviye diğer yandan ise önüne koyduğu somut ve güncel pratik politikalar bağlamında büyüklüğünü deklare etmiştir. Her şeyden önce dev-

rim, sosyalizm ve komünizme olan inancı ve kararlılığıyla doğru ve bilimsel temelde kavrayışı ölçüsünde ciddiyetle büyük davanın peşinde olduklarını dosta da düşmana da ilan etmişlerdir. Böylesi tarihi, aynı zamanda somut, nesnel ve güncel büyük bir davaya sahip bir hareketin pratik temsiliyetinde de kesinlikle aynı hassasiyetin gösterilmesine gerek olmadığını kim söyleyebilir ki? Genel kabul gören bir anlayışla bilmek yapmak ise o halde layıkıyla yapmalı ve görevlerimizi de layıkıyla yerine getirmeliyiz. Somut ve günceldeki görevlerimizi yeterince layıkıyla yerine getirmeliyiz ki halk kitlelerinin güvenini yeniden adım adım inşa edelim. Bununla birlik de düşmanın marjinalleştirme politikalarına karşı kitleselleşebilelim. Bunun için komünist ideoloji, bilim ve yeterli tecrübeye de sahibiz. Doğru ve bilimsel düşünce yöntemimizle ulaştığımız ve yakaladığımız ileri seviyeye de sahibiz. O halde her bir Maoist komünistin bütün bunlara uygun bir kararlaşmaya ve konumlanışa sahip olması ve bu temelde bir hareket seyri için kendini buna göre hazırlaması gerektiği ertelenemez bir durum ve görevdir. Bu görevin yeterince yerine getirilememesi durumunda tam da Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olunması gerçekliği kaçınılmaz bir sonuç olur. Hem teorikpratik bütünlüğün yakalanmasında ilk hareket noktamızın sübjektif niyetlerimiz değil tam da objektif nesnel gerçeklikler ve bunun da içerisinde sübjektif durumumuzun, koşullarımızın, gücümüzün dikkate alınması gerçekliği göz ardı edilemez. Bilinir ki sözde hemen herkes ilerici, demokrat, yurtsever, devrimci, sosyalist ve komünisttir. Ve fakat öyle söylendiği gibi midir peki bütün bu maddi gerçeklikler? Hayır, aksine sözde ve biçimde kendilerine her ne denirse densin öz ve içerikte asgari düzeyde bir nitelik ve temsiliyet durumu söz konusu olmalıdır ki bu anlamda bir manası ya da karşılığı olsun. Proleter devrimciler, sınıf mücadelesinin açık ya da kapalı(legal ya da illegal), demokratik ya da bizzat silahlı mücadelenin tüm alanlarında sözleri ve içerikleri yani teori ve pratikleriyle komünist temsiliyeti göstermekle mükelleftirler. Bu temelde Maoist komünistlerin, Fehmi Altınbilek’e yönelik tarihsel cezalandırma eylemi birçok öğretici yanlar içermektedir. Yine yerel yönetimlerdeki halk meclisleri üzerinden söz, yetki, kararın bizzat doğrudan halk kitlelerine şiarıyla gerçekleştirilen uygulama ve bu perspektifteki pratikler daha fazla ilerletilerek geliştirilmelidir. Bu temelde demokratik

bir alandaki herhangi başarılı bir faaliyet de son derece önemlidir ve bin bir türlü somut ve taktiksel pratik görevlerle esas olan illegal ve silahlı mücadele araçları ve pratikleriyle doğru temelde birleştirilerek güçlendirilmesi ve geliştirilmesi de gerekmektedir. Devrimci teorinin devrimci pratiklerimiz için bir karşılığı olacaksa bizzat doğrudan devrimci pratikler içerisinde olacağı tartışmasızdır. Mao yoldaşın halkın anlayacağı dilden bir sadelikle “armudun tadını öğrenmek mi istiyorsun, onu ısırmalısın, devrimin kuramını-teorisini öğrenmek mi istiyorsun o halde devrimin pratiğine katılmalısın” özdeyişindeki son derece önemli perspektifi, bir kere daha hatırlatmak zarar değil yararlı olacaktır. Yaklaşık 150 yılı geçen Komünist Manifesto’dan bu yana ortaya konarak verilen sözlerin ve görevlerin her bir parçada layıkıyla yerine getirilmesi için her birimizin daha fazla kararlaşmaya ihtiyacı vardır. Asla unutulmamalıdır ki hiç bir şey orta yerde durmaz, ya doğru ve ileriye doğru ya da yanlış ve geriye doğru çark eder. Doğru ve bilimsel temelde hep ilerleme ve kısa, orta ve uzun vadeli görevlerimizi adım adım yerine getirme perspektifiyle kararlılığımızı pratikleştirmeliyiz. Kendi bilincimiz, özgüvenimiz ve özgücümüzle kendi savaşımızın gerçek pratik özneleri ve önderleri olmalıyız. Bu halkada mütevazi olmak ve kendimizi daha fazla kararlaştırmak durumundayız. Bir önceki yazımızda komünist önder Kaypakkaya’dan aldığımız “...esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiç bir yerde gizlemeyiz” diyerek çalışmalarımızda, örgütlenme, mücadelemizde referans ve perspektif olarak önemli bir noktanın altını çizmiştik. Bu sayımızda ise biz komünist devrimcilerin salt fikirlerimiz ve tezlerimizle değil aynı zamanda sınıf mücadelesinin bizzat pratik denizinde iyi yüzücüler olarak kendimizi yeterince kararlaştırarak ancak başarılı olabileceğimizi vurgulamak istedik. Sözü ve eylemi, biçimi ve içeriğiyle birbirinden koparılmadan parçacı değil bütünlüklü gerçek komünist devrimciler olmalıyız. Tam da Mao yoldaştan esinlenerek “bin yıl çok uzun, sarıl güne sarıl an’a” perspektifinin yaşamsallaştırılmaya daha fazla ihtiyaç duyduğunu belirtelim. Teorik-pratik bütünlüğü kendimizden başlatarak sınıf mücadelesindeki tüm çalışma alanlarında gerçek özne ve önderler olma perspektifiyle sürekli hareket edelim.


04

güncel haber

16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

Erken seçim tartışmaları ve

devrimci sınıf tavrı! Tüm burjuva düzen boyunca görülmüştür ki, ara dönemler veya yaşanan boşluk dönemleri faşist saldırıların pervasızca hız kazandığı dönemler olmuştur. Bugün bir erken seçimin gündeme gelmesi durumunda da yaşanacak şey farklı olmayacaktır. Ne var ki, bütün bu realiteden hareketle proleter devrimciler hükümet kurulsun veya erken seçime gidilsin tarzında bir tartışmanın tarafı değildir, olamaz da. Zımnen benimseyeceği şey, burjuva düzenin krizinin derinleşeceği şartlardır. Devrimci politikanın üzerinde siyaset yapacağı mesele gerici düzen krizinin derinleştirilmesinden başka bir şey olamaz. Ancak devrimci politikanın temel yaklaşımı halk kitlelerinin çıkarları doğrultusunda biçimlenir Görünürde aktüel olan konu koalisyon hükümetinin kurulması çalışmalarıdır. Karşılıklı açıklamalarla verilen sinyaller ve el altından yapılan pazarlıklar ekseninde koalisyon olasılıkları gündeme taşınıp koalisyon hükümeti oluşturma süreci yürütülürken, koalisyonun oluşmasında görülen zorluklar ve muhtemel anlaşmazlık durumunu yansıtan çeşitli açıklamalar eşliğinde de erken seçim gündeme getirilip konuşulmaktadır. Erken seçim zayıf olasılık da olsa, diğer olasılıklar gibi o da bir olasılıktır. Dolayısıyla bir koalisyon hükümetinin kurulması esas eğilim olmakla birlikte, uzlaşma sağlanamaması neticesinde erken seçime gidilmesi de mevcut şartlarda tamamen mümkündür. Bu realiteden hareketle erken seçim tartışmaları ve olasılığı üzerine proleter devrimci yaklaşımın izah edilmesi isabetli olacaktır. Özellikle muhtemel bir erken seçim kararı ya da durumunda bunun halk kitlelerine neye mal olacağı veya somutta ne anlama geleceği sorunu, bu tartışmanın yürütülmesini önemli ve gerekli kılan ciddi bir boyuttur. İkinci olarak erken seçim durumu burjuvazinin iç çelişkilerinin daha da derinleşmesi anlamına gelmesi özelliği bakımından önemlidir. Ki, devrimci sınıf siyaseti bu gelişmeleri öngörerek tavır-tutum geliştirmek veya sürece has siyaset belirlemek durumundadır. Öncelikle belirtmekte fayda var ki, erken seçim tartışmaları esasta devrik hükümet

partisi AKP’nin muhatabı partiler üzerinde baskı kurmak için bilinçli bir politika olarak ileri sürdüğü bir blöf veya şantaj siyasetidir. Bu amaçla dillendirilen erken seçim olasılığı tartışmalarıyla, koalisyondan yana güçlü bir eğilim taşınmadığı mesajı verilerek diğer partiler üzerinde basınç oluşturulmaya çalışılıyor. Muhalefet de hükümete ortak olma şansını kaçırması ve belki de yeni yapılacak seçimde bu şansı yakalayamama durumuyla karşı karşıya kalması gibi bir risk söz konusu olduğu için bu şansı kaçırmak istemeyecektir... AKP’nin dillendirdiği erken seçim eğilimi, koalisyon kurma pazarlığında pasta payına dönük istenen taviz veya imtiyazların verilmek istenmemesinin de işaretidir. Yani erken seçim dillendirilerek pazarlık gücü ve avantajı, korunmak ve büyütülmek istenmektedir. Erken seçimin hiçbir parti açısından farklı bir tablo ortaya koymayacağı da bilinmektedir. Kamuoyu yoklamaları hepsinin önüne bu gerçeği koymaktadır. Bu durumda hiçbir partinin erken seçimi samimi olarak istemediği söylenebilir. Bu sebeplerden hareketle bile erken seçimin esasta bir burjuva şantaj siyaseti biçiminde gündeme getirildiği, lehte bir koalisyon pazarlığının yapılması için kullanıldığı, öte taraftan koalisyon hükümeti kurma olasılığının esas olduğu söylenebilir. Yeni bir seçimin yaratacağı belirsizlikler ve bunun yol açacağı ekonomik istikrarsızlık şartları, komprador tekelci sermayenin işine gelmeyecektir. Bu bağlamda sermaye erkinin siyasilere oluşturacağı baskı düşünüldüğünde esas tercihin koalisyon hükümetinin oluşturulması olduğu açığa çıkar. Emperyalist sermaye, yerli büyük sermaye ve devletin bekası için hükümetin kurulması tercih edilecektir. Hükümetin oluşturulması ya da oluşturul-

maması meselesinin tamamen siyasi partilerin tasarrufunda olmadığı bilinmek durumundadır. Uluslararası tekelci sermaye ve yerli büyük sermaye sahipleri asla siyasi bir kaos ve belirsizliği istemez, hatta buna göz yummazlar… Bu özet açıklamadan sonra erken seçime gidilmesinin halk kitleleri ve devrimci hareket açısından ne anlama geleceğine geçebiliriz. Erken seçime gitme olasılığı bu süreç boyunca bir boşluk ve belirsizliğin yaşanması döneminin yaşanacağı anlamına gelir. Bu da söz konusu dönem içinde işçi sınıfı ve halk kitlelerine dönük baskı ve sömürü politikalarının daha pervasızca devreye sokulması, komünist ve devrimci hareket ile ulusal harekete karşı azgın saldırıların tırmandırılacağı, faşist devlet terörünün çok daha koyu olarak estirileceği anlamına gelir. Seçimin gündemde olması anlamında geçici durumdaki hükümet bu boşluktan yararlanarak uygulamak istediği politikaları yürürlüğe koyup saldırgan politikalarını hayata geçirecektir. Demokratik kazanımlar tırpanlanıp anti-demokratik halk düşmanı politikalar daha kuvvetli devreye sokulacaktır… Çünkü bu geçici boşluk döneminin faturası belli bir muhataba (AKP hükümetine) esasta çıkarılamayacak, AKP hükümeti tarafından yükümlülük “koalisyona yanaşmayan” partilere yıkılacaktır. Tüm burjuva düzen boyunca görülmüştür ki, ara dönemler veya yaşanan boşluk dönemleri faşist saldırıların pervasızca hız kazandığı dönemler olmuştur. Bugün bir erken seçimin gündeme gelmesi durumunda da yaşanacak şey farklı olmayacaktır. Ne var ki, bütün bu realiteden hareketle proleter devrimciler hükümet kurulsun veya erken seçime gidilsin tarzında bir tartışma-

nın tarafı değildir, olamaz da. Zımnen benimseyeceği şey, burjuva düzenin krizinin derinleşeceği şartlardır. Devrimci politikanın üzerinde siyaset yapacağı mesele gerici düzen krizinin derinleştirilmesinden başka bir şey olamaz. Ancak devrimci politikanın temel yaklaşımı halk kitlelerinin çıkarları doğrultusunda biçimlenir. Aynı zamanda halk kitlelerine dönük saldırıların gündeme gelmesini besleyen şartlara karşı mücadele eder ve bu saldırıları devrimci cepheden göğüsler. Bu anlamda düzenin krizlerini aşma çabalarını teşhir ederek devrimci mücadelenin görevlerini üstlenir, bu mücadeleyi geliştirme perspektifiyle hareket eder. Ne yeni bir seçimi olumlayarak çare görür ne de kurulacak gerici bir koalisyon hükümetini onaylayarak çare görür. Her iki durumda da devrimci politika güderek burjuva düzeni teşhir edip kitleleri devrimci mücadeleye sevk eder, örgütlemesini geliştirir. Teşhir siyasetini somut olarak, neden erken seçime gidildiği ve bunun halk kitleleri için ne anlama geleceğini, aynı zamanda kurulacak bir koalisyon hükümetinin halk kitleleri için ne anlam taşıdığını açıklayarak, bütün bunlara karşı devrimci mücadelenin zorunluluğuna işaret ederek devrimci kurtuluş yolunu propaganda eder… İkinci açıdan ise, erken seçime gidilmesi; burjuva düzen partilerinin halk kitlelerinin baskı altında tutularak sömürülmesine dayanan gerici çıkarlardan aslan payı almak için anlaşamadıkları, dolayısıyla sorunlarının oy deposu olarak gördükleri halk kitlelerinin menfaatleri, demokrasi ve özgürlük talepleri olmadığı gerçekliğini bir kez daha açığa çıkarmış olacaktır. Ki bu da doğrudan burjuva düzen partilerinin teşhir edilmesi görevini merkeze koyup devrimci mücade-


05 lenin bir kez daha zorunlu olduğu gerçeği üzerinde durmayı gerektirir. Kısacası her iki durumda da devrimci politika tek emel üzerinde şekillenir esas olarak. İster koalisyon hükümeti kurulsun ister erken seçime gidilmiş olsun, devrimci siyaset iki olasılıktan hiçbirini destekleme veya olumlama pozisyonuna girmeden düzenin teşhirini esas alarak devrimci kurtuluş için devrimci mücadeleyi öne çıkarır. Somut siyaset olarak burada da mevcut burjuva düzen partilerinin iktidar pastasından yararlanmak için suçladığı ve eleştirdiği rakibi partilerle nasıl pazarlıklara girdiği, gerici düzenin sürdürülmesinde nasıl ortaklaşabildikleri, imtiyazlar elde etmek için keskin dalaş içinde oldukları diğer partilerle nasıl birleşme zemini aradıkları vb. teşhir edilmesi gereken noktalardır. Tek tek her burjuva düzen partisinin seçim öncesi ve seçim döneminde birbirleri hakkında ileri sürdükleri söylemleri mevcutta girdikleri uzlaşma çabaları özgülünde ele alınarak, gerçek yüzleri deşifre edilmelidir. Özellikle halk kitlelerini demokrasi söylemleriyle aldatıp peşine takan ya da demokratik vaatlerde bulunup kitlelerini manipüle ederek yedeklemeyi başaran partiler, girdikleri çıkar amaçlı pazarlıklar ve ortaklıklar anlamında teşhir edilmelidir. Genel anlayış ve yaklaşım olarak devrimci mücadele zemininde ajitasyon, propaganda ve örgütlenme çalışmalarını en geniş yelpazede ele almak, halkın çıkarları ve devrimin mantığına uygundur. Gerici kurumlarda örgütlenmenin mantığı ile reformlar için mücadele anlayışı buradan destek bulur. Demokratik kazanımların elde edilmesi bu bütünlük içinde ileriye doğru bir adım olarak devrimci mücadelenin belirli alan ve biçimlerini oluşturur. Ne var ki gerek gerici kurumlar içinde örgütlenme realitesinde gerekse de demokratik yasal alan imkanlarının kullanılmasında bu alanlara özgü bir siyasetin belirlenmesi şarttır. Bu siyaset kullanılan dil ve ifade biçiminden kullanılan yöntemlere kadar, içinde bulunulan zeminin prosedürlerine uygun olmak durumundadır. Şayet parlamentoya girmiş isen buranın koşullarını taktik siyaset açısından şartlı olarak kabul etmiş olmakla birlikte, buradaki prosedüre, örneğin yemin etmeye ya da oranın siyasetinin belli biçimine biçimsel de olsa uymak durumundasındır. Bu siyaset tarzını taktik olarak kullanıp uygulamak sağa düşme, legalizme kayma, pasifizme meyil etme olarak okumak kuşkusuz ki yanlıştır. Devrimci siyaset her özgülde, her alanda, her şartta tek biçimle ele alınamaz. Bilakis bütün bu özgünlüklere göre biçimlenmek durumundadır. Elbette tek ölçü bu siyasetin stratejiyi zedelememesi, temel ilke ve amaç karşısında esas hale getirilmemesidir. Bugün bizler açısından böyle bir sorun yoktur. Evet, bahsini ettiğimiz zemin genel olarak sağ eğilimi besleyen bir tehlike teşkil eder ama proleter devrimci ilkeler temelinde yaklaşıldığında bu tehlikeden muaf kalmak tamamen mümkündür. Kısacası hareket noktamız proletarya ve devrimci halk kitlelerinin çıkarlarıdır. Devrimci politika hiçbir sebeple bundan ödün veremez. Kitlelerin çıkarı devrimci politikayla temsil edilebilirler. Devrimci politika tarafından belirlenen hiçbir taktik siyaset küçümsenemez. Hem düzene karşı devrimci mücadeleyi örgütlemek hem de düzenin yasal boşluklarından devrimci örgütlenme ve gelişme için yararlanmak birbiriyle çelişmez. Demokratik alanın siyaseti buraya göre biçimlenir. Demokratik mücadele sahasında yapılan siyaset buraya özgü esneklikler veya biçimler alır. Bunlar devrimci politika adına yadsınamaz, küçümsenemez, ötelenemezler. Siyasetin alanı somuttur. Tek yaklaşımla her mücadele biçimi örülüp temsil edilemez. İllegal alanda daha keskin sloganlar atmak yerindeyken, açık alan veya demokratik mücadele alanında buraya özgü dil siyaset tarzı reddedilemez. Dolayısıyla erken seçim hakkında da koalisyon hükümeti hakkında da siyaset yapmak, devrimci siyasetten kopmak anlamına gelmez. Demokratik mücadele ve kazanımlar devrime hizmet ediyorsa bunları objektif olarak reddeden ya da olumsuzlayan yaklaşım, devrimci siyaset açısından sorunlu ve sakattır. Siyasetin alanı geniştir. Burjuvaziyle tek tek anlaşmalara kadar giden büyük bir yelpazeyi kapsar. O halde burjuva yasalar içinde ama onun boşluklarından yararlanarak devrimci amaca hizmet eden demokratik alan siyasetinde ağız dolusu olmayıp yarım ağız da söz hakkımızı kullanmak kötü değil, gereklilikle iyidir. Devrimcidir. Devrimcilerle reformistler arasındaki belirgin fark; reformların hangi amaçla savunulduğu, benimsendiği ya da nasıl ele alındığıdır. O halde devrimci amaca bağlı olarak giriştiğimiz demokratik mücadele türleri ve buralardaki varlığımız, bizleri reformizme düşürmez.

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

FEHMİ ALTINBİLEK’İN CEZALANDIRILMASI VE SİLAHLI EYLEM KAVRAYIŞI ÜZERİNE!

T

arihsel bir hesaplaşmanın görülmesi için, namlu hedefe doğruluyordu… Sonuç ne olursa olsun bir hesaplaşma gerçekleştirildi. İşkenceci Fehmi Altınbilek’e bedel ödetildi. Güvenlikli karargahları devrimci eylemle tuzla buz edildi… Sözün hükmünün bittiği yerdi, tarihsel namlu hedefe doğruldu… Bu kararlılık; unutturulmak, buzlara gömülmek istenen bir bilincin yaşamsal eylemiydi. Er ya da geç görülmemiş her hesabın görüleceği bir kez daha tarihe yazıldı… Hesaplaşma bu kadarla sınırlı değildi kuşkusuz ama hesaplaşmanın bu görevi de ihmal edilemezdi… Sorun salt bir intikam sorunu değildi. Salt bir ajitasyon propaganda sorunu da değildi. Yoldaşlarımızın kanına giren cellatlara, işkencecilere ve son tahlilde halk düşmanı suçlu unsurlara karşı ahlaki bir sorumluluk da olmalıydı… Yaptılar oldu bitti, geçti gitti denemezdi elbette. Halka karşı işlenen suçlarda zaman aşımı olamaz. Bu unsurların bastırılması, gerici örgütlenmelerin sindirilmesi ve proleter adaletin uygulanması için de gerekliydi. Bunun silahlı devrimci eylem vasıtasıyla yapılması sınıfsal çatışmanın bir doğasıydı… Karşı-devrimci örgütlenmelerin geriletilerek devrimci örgütlenmelerin önündeki engellerin kaldırılması ve devrimci örgütlenmenin geliştirilmesi zemininin bu eylemlerle yaratılması da gerekliydi... Kısacası, işkenceci celladın cezalandırılması salt bir propaganda sorunu değildi. Devrimci mücadelenin silahlı biçimde yürütülmesi sınıflar arası mücadelenin genel bir karakteridir. Devrim, özellikle bizimki gibi ülke şartlarında düşmanlarıyla silahlı savaş içinde gelişir, gelişmektedir. Silahlı eylem devrimci mücadelenin bir biçimi, bir parçası ve görevinin belki de aslı olarak kavranmak durumundadır. Silahlı her eylem silahlı devrimci mücadelenin bir gerekliliği, tabii bir parçası ve devrimci görevlerin ifası olarak algılanmak durumundadır. Silahlı eylemi basit bir propagandaya indirgemek sakat anlayıştır. Bu bilinç ve anlayışla ele alınmayan silahlı eylem tam hedefine ulaşamaz ve hatta zemininden kayma yoluna girer. Sorun sadece ajitasyon propaganda sorunu olsa, adres sorulmadan isabetsiz yığınca silahlı eylem gerçekleştirilebilir. Ama proleter devrimci yönelim, silahlı eyleminde mutlak biçimde isabet arar. Devrimin askeri hedefleri silahlı eylemimizin hedefleridir. Bu hedef oldukça geniştir fakat rastgele değildir. Düşman durumundaki her unsur somutta ölümle cezalandırılır şeklinde bir eylem çizgisi benimsenemez, doğru olamaz. Bu düşman unsurun ölümle cezalandırma anlamında askeri hedef haline gelmesi; oynadığı karşı-devrimci halk düşmanı rol, işlediği suçların niteliği, devrim veya örgütlenmenin önünde engel olma durumu, si-

lahlı mücadelenin doğal hedefi halinde olma veya bulunma gerçekliği, işlediği suçlar veya oynadığı rolle kitleler içinde teşhir olma düzeyi, devrimcilerin ve halkın kanına girme suçu gibi bir dizi şarta bağlıdır. Bu şartların dışındaki düşman sınıftan unsurlar, salt düşman sınıftan olduğu için ölümle cezalandırılamaz. Bilakis bu düşman unsurlardan işlediği suçlarla ileri çıkıp askeri hedef haline gelenlerin cezalandırılmasıyla, diğer unsurların baskı kurularak geriletilmesi, hatta tarafsızlaşması ve halka-devrime karşı işlediği suçlardan pişmanlık duyarak geri durması sağlanmalıdır. Kabul etmek ve hatta özellikle bilince çıkarmak gerekir ki, silahlı eylem kendiliğinden bir ajitasyon, propaganda ve örgütlenme aracı veya unsurudur. Dolayısıyla silahlı eylem bu özelliği itibarıyla önemlidir ve bu özelliği gereği de kullanılır. Fakat silahlı eylem esasta silahlı devrimin görevlerinin kendi sahasında icra edilmesinin metodu ve aracıdır. Silahlı eylem bu özünden koparılırsa, kuşa çevrilip gerçek değerinden ve içeriğinden uzaklaştırılarak amacından saptırılmış, içi boşaltılmış olur. Devrimi silahlı temelde geliştirmeyi esas alan her hareket, tabii olarak silahlı eyleme başvurmak durumundadır. Silahlı eylemi devrimci amaç ve hedeflerinin hizmetinde kullanmak zorundadır. Ordulaşma hedefiyle hareket edip halk kitlelerinin bugünden başlamak kaydıyla mücadele seyri içinde silahlandırılmasını öngören bir anlayış, elbette silahlı birimlerden ve bunların silahlı eyleminden uzak duramaz. İşte silahlı eylem bu zeminde gerçek karşılığını bulur. Diğer özellik ve etkileri de silahlı eylemin doğasının ürünü olarak devrimci rol oynar. Silahlı eylemin toparlayıcı ve örgütleyici rolüne işaret eden Marks kesinlikle haklıydı. Sosyalistler, devrimciler silahlı eylemin bu özelliklerinden devrim lehine yararlanmak durumundadır. Ama içeriğini doğru kavramak şarttır. Silahlı eylemi sadece basit bir propaganda unsuru olarak algılayan yaklaşımlar; silahlı eylemin devrimdeki rolünü gerçekte kavrayamadıkları gibi, somut devrimci silahlı mücadeleyi de kavramaktan uzak anlayışlardır. Silahlı eylemi geliştirme görevi es geçilemez asli görevlerdendir. Elbette silahlı eylemin doğru kavranması ve silahlı devrimci mücadelenin devrimin bir aracı olarak ele alınması ihtiyaçtır. Eleştirilere, tersten anlayışlara ve silahlı eylemi indirgeyerek içini boşaltan eğilimlere karşı silahlı eylemin doğru anlayışla savunusu zorunludur. İşkenceci kontra Fehmi Altınbilek’in Partizan Halk Güçleri militanları tarafından cezalandırılması silahlı devrimci eylemin parlak bir tavrı ve tarihi bir eylemin ifadesidir. Partizan Halk Güçleri militanlarını bu tarihsel eylemlerinden dolayı bir kez daha selamlıyoruz.


06

güncel haber

16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

Girê Spî’de halkların ortak yönetimi Rojava'da IŞİD'e ağır darbeler vuran YPG, Rakka'ya yönelik ilerleyişini sürdürüyor. Diğer yandan da Kobanê ve Hesekê'nin IŞİD'den temizlenmesine yönelik operasyonlar devam ediyor. YPG'nin IŞİD'den temizlediği Girê Spî'de ise halkların ortak yönetimini kurma çalışmaları başladı

lamda 1472 IŞİD’linin öldürüldüğünü, 647 IŞİD’linin cenazesinin YPG güçlerinin eline geçtiğini ve çatışmalarda 139 YPG savaşçısının da yaşamını yitirdiğini açıkladı. Kobanê'de IŞİD'in katliamının ardından ise YPG Basın Merkezi, güneyinde 'Kobanê Şehitleri İntikam Operasyonu' başlatıldığını duyurdu. Operasyonun amacının ise Sirrin kasabası ve çevre köylerinin IŞİD'den temizlenmesi olarak açıklandı.

Girê Spî'nin (Til Abyad) YPG güçlerince ele geçirilmesinin ardından bölgede dengelerde değişti. AKP'nin daimi şefi Erdoğan'ın “Suriye'nin kuzeyinde yeni bir devlete izin vermeyiz” çıkışının ardından, T.C. devleti Suriye sınırına asker ve mühimmat sevkiyatını hızlandırdı. Rojava'da ise IŞİD ile mücadele durmak sızın devam ediyor. YPG güçleri, IŞİD'in 'başkent' olarak ilan ettiği Rakka şehrinin kuzeyinde Girê Spî'yi ele geçirmekle kalmadı, Eyn İsa'ya kadar ilerledi. IŞİD'e

Girê Spî halkı kendisini yönetecek

vurulan darbeler bununla da kalmadı. Hesekê'nin şehir merkezinde de şiddetlenen çatışmalarda IŞİD kan kaybetmeye devam ediyor.

'Şehit Rubar Qamişlo Hamlesi' başarıyla sonuçlandı YPG Genel Komutanlığı, IŞİD'e karşı 6 Mayıs'ta başlatılan “Şehit Rubar Qamişlo Hamlesi”nin başarıyla sonuçlandığını açıkladı. YPG Genel Komutanlığı’ndan Sozdar Dêrik, Qamişlo’da bir basın toplantısı düzenlendi. Dêrik, 6 Mayıs'ta IŞİD'in Cizir kantonundan temizlenmesi amacıyla Serêkaniyê'de başlatılan operasyonun, Til Ebyad ve Ayn İsa'nın da temizlenmesiyle birlikte tamamlandığını açıkladı. Dêrik ayrıca operasyon boyunca top-

Girê Spî'nin ele geçirilmesinin ardından burjuva medyada başlayan "etnik temizlik yapılıyor" haberleri yapılmaya başlandı. Ancak mevcut durumsa bunun tam tersi yönünde gelişiyor. Girê Spî’de yaşayan Kürt, Arap, Türkmen ve Ermeni rûspîler, Girê Spî Kurucu İnşa Meclisi’nin oluşturulması için hazırlık toplantıları yapmaya başladılar. Yapılan ilk toplantının şiarı ise

“Halklar arasındaki barışın sağlanması herkesin sorumluluğu” oldu.

Tüm halklar söz sahibi Toplantıda Ermeni ve Arap kanaat önderleri konuşma yaparken Türkmenler adına Gazi Tirkmanî söz aldı. Türkmen ve Ermeni temsilcileri de sorunlarını dilet getirirken, temsilciler güvenli bir ortamda yaşamak istediklerini ve yönetim için siyasi bir iradenin oluşması gerektiğini vurguladılar. Toplantıdan umutlarının büyük olduğunu dile getiren Kobanê Kantonu Dış İlişkiler Konseyi Sözcüsü İdris Nahsan ise Girê Spî’nin kendi bileşenlerinden oluşan bir yönetiminin oluşması için çaba içerisinde olacaklarını söyledi. Konuşmaların ardından toplantı son buldu.

Ya korucu olun ya bölgeyi terk edin! 'T.C.' devletinin Roboski'de halka karşı zulmü bitmiyor. 2011 yılında savaş uçaklarıyla 34 Roboskiliyi katleden devlet, bu kez de Roboskilileri göçe zorlamak için köyün tek yaylasını yasak bölge olarak ilan etti. Buna karşı eylem yapan İsa Encü, askerler tarafından karnından vurulurken, HDP Şırnak Milletvekili Ferhat Encü ise askerlerin saldırısına uğradı 'T.C.' devleti, kurulduğu günden bu yana katliamcı bir devlet olma özelliğini bugünde sürdürüyor. Katliamlarını meşrulaştıran devlet, Kürtler üzerinde de sürekli bir asimilasyon ve katliam politikası güdüyor. Hatırlanacağı üzere 28 Aralık 2011 tarihince 'T.C.' devletinin savaş uçakları tek geçim kaynağı kaçakçılık olan insanları bombalamış ve 34 kişiyi katletmişti. Roboski'de yaşanan katliamın ardından neredeyse 4 yakın bir süre geçti. Ancak devlet ne sorumluları ortaya çıkardı ne de yargılama yaptı. Devletin Roboski üzerinde ki katliam politikası hiç son bulmadı. Önce Roboski'li halkı katleden devlet ardından son zamanlarda sayısını arttırarak katır katliamlarına devam etti. Roboskili hal-

kın katırlarını katleden devlet yetkilileri ise akıllara zarar açıklamalar yaptı. Sözde 'katırlar kendilerini uçurumdan atıyor, intihar ediyorlar." Katliamcı devlet bu kez de 2011'de katliamın yaşandığı Şirit Yaylası'nı yasak bölge olarak saydı ve askeri abluka içine aldı. Köyün tek yaylası olan yayla, köylülerin hayvanları otlatabilmesi ve kışlık yemlerini toplayabilmek için tek alan. Bu gerçek bilinmesine rağmen ise köylülere izin verilmiyor ve nedeni belirsiz bir şekilde yayla 'yasak bölge' ilan ediliyor.

Askerler halka ateş açtı! Yayla yasağıyla birlikte Roboski halkı da direnişe geçti. Yaylada nöbet eylemleri başlatıldı. Ancak katliamcı devletin ordusu yine görev(!) başındaydı. Bu kez de nöbet eylemini sürdüren 23 yaşında ki İsa Encü karnında vuruldu. Roboski katliamında kardeşi dahil 11 yakınını yitiren HDP Şırnak Milletvekili Ferhat Encü, durumu gözlemlemek için bölgeye gitti. Ancak 'T.C.' askerleri bu kez de Ferhat Encü'yü çembere alarak, silahlarıyla Encü'ye saldırdılar. Encü'nün tepkisi üzerine ise askerlerden "Sen bizim değil, hainlerin vekilisin" yanıtını aldı. Bütün bunlar yaşanırken ve fotoğraflar ortaya çıkarken Uludere Kaymakamı İbrahim Halil Şivgan ise görüntülerin hiç de göründüğü gibi olmadığını "kesinlikle kurgu" olduğunu iddia etti. Devletin "katırlar intihar etti"


16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

07

ÖRGÜTSEL YÖNELİM

MEVCUT DEVRİMCİLİK ALGIMIZ KESİNLİKLE DEĞİŞMELİDİR

D

zihniyeti, bu kez de Encü'ye yapılan saldırıda ortaya çıktı. Ferhat Encü, yayla yasağıyla hayvancılığında bitirilmeye çalışarak, Roboski halkının göçe zorlandığını belirterek ; "Geçim kaynakları olmazsa bu insanlar nasıl yaşayacak. Ya koruculuğu kabul edecekler devlete mahkum olacaklar ya da metropollere çalışmaya gidecekler." dedi. Roboski İçin Adalet Yeryüzü İçin Barış Derneği (Roboski-Der) Başkanı Veli Encü, “Şirit yaylasına yürüdüğümüzde askerler gaz bombası ve gerçek mermilerle müdahale etti. Sivil halkın üzerine kurşun sıkılır mı? Askerler Roboskilileri düşman gibi görüyor. Burada kimsenin can güvenliği yok. Kaldı kı Şirit yaylası Roboskililerin tapulu arazisidir. Tarlalarımıza gidemiyoruz. Hayvanlarımızı otlatamıyoruz. Yaylanın bize geri verilmesini istiyoruz. Yayla geri verilene kadar

Roboskililer nöbet eylemini sürdürecek” dedi.

'IŞİD'liler girip çıkıyor' Uludere Kaymakamı İbrahim Halil Şivgan yaylanın yasak bölge olmasını ise sınır güvenliği yok IŞİD'liler girip çıkıyor' olarak açıklıyor. Aylardır tüm sınırı IŞİD'lilere açan, yüzlerce, binlerce IŞİD'linin geçiş noktası olan, IŞİD'e silah ve mühimmat desteği gönderen T.C. devleti aklına birden bire sınırlarının güvenliği geliyor. Ne keramettir ki Gire Spi, IŞİD'in elinde iken Urfa'da alınmayan sınır önlemleri, Antep'te hala alınmayan sınır güvenliği, IŞİD ile alakası olmayan Roboski'de alınıyor. Açıktır ki 'T.C.' devletinin sınır güvenliğini, Roboski halkını düşündüğü yok. Amaç PKK ile her an çıkabilecek olan çatışmalara karşı Roboski halkını göçe zorlamak ya da kendi askeri, yani korucu yapmak.

≫ refik demir

evrimcilik, esasta özel mülk dünyasının zihinlerimizde ve yaşamımızda yarattığı bütün geleneksel fikirler ile onların değer yargılarının radikal eleştirisi/kopuşu, insanlığın özgürleşme mücadelesinin en ileri çıkışı ve çözüm projesi olan bilimsel sosyalizm savunusu zemininde ete kemiğe bürünen bir gerçekliktir. Tabii ki burada devrimcilik meselesinden, devrim meselesinden ne anladığımız ya da hangi toplumsal formasyonlar üzerinden biçimlendirdiğimiz noktaları tayin edici bir yerde durmaktadır. Ki bu realitenin kendisi, bilimsel sosyalizmin kavranışı, sınıf mücadelesi ile ilişkilenme, gelecek toplum projesi, burjuva zemin üzerinden biçimlenen geleneksel fikirler, alışkanlıklar ve değer yargıları gibi meselelerin ele alınışında anlam kazanmaktadır. Giriş bölümünde formüle ettiğimiz devrimcilik, proleter devrimciliktir. Yani özel mülk dünyasının bütün gerici paradigmasına karşı bilimsel sosyalizm bayrağı ile meydan okuyan, insanlığın en ileri özgürlük ve kurtuluş projesi olan komünist dünyayı merkezine koyan bir devrimcilikten bahsediyoruz. Yoksa ufku geleneksel burjuva düşün dünyasını aşmayan küçük burjuva devrimciliğinin de olduğunu belirtmeye gerek yok sanırız. Devrimcilik, her tarihsel sürecin nesnel olguları ve çelişkileri zemininde biçimlenmek durumundadır. Yani değişen toplumsal formasyonlar, çelişkiler ve esasta da sınıf mücadelesinin düzeyi bağlamında sürekli kendini geliştirmek zorundadır. Her tarihsel sürecin devrimcilik perspektifi, içinden geçtiği toplumsal mücadelenin bütünlüklü seyri ve onun üzerinden biçimlenen ideolojik ve politik düzlem zemininde ele alınmak durumundadır. Tarihin bir kesitinde çok ileri olan bir politik çıkış başka bir tarihsel kesitte anlamını yitirerek eskir, eskimek zorundadır. Mesela Maoist komünistler de dahil olmak üzere devrimci hareket, günümüz gerçekliğinde artık kendisini ya da devrimcilik ve reformizm tartışmasını ‘71 devrimci çıkışı ve düzlemi üzerinden ele alamaz. Toplumsal gelişmelerin bütününde olduğu gibi, devrimcilik, reformizim vb. meselelerin bir bütünü bugünün sınıflar mücadelesinin aldığı politik zemin düzleminde ele alınmalıdır. Bu perspektif doğrultusunda devrimci harekette dahil, bir bütün olarak halk sınıf ve tabakaları içinde değerlendirdiğimiz tüm ilerici toplumsal güçlerin bugünün nesnel gerçekliği zemininde yeniden tartışılması ve değerlendirilmeye tabi tutulması bir ihtiyacın ötesinde devrimci bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Yukarıda vurgulamaya çalıştığımız toplumsal mücadelenin değişkenliği ve bunun devrimcilik ile olan diyalektik birliği ve bağı noktasındaki yaklaşımlar ile olması gereken devrimcilik algısı, toplumsal mücadelenin ve yaşamın bütün bileşkelerine kendi özgünlükleri zemininde yedirilmek durumundadır. Yani örgüt anlayışımızdan tutalım da kullandığımız araçlara oradan da ajitasyon-propaganda diline kadar tümünü bugünün toplumsal mücadelesinin ve bilincinin ortaya çıkardığı zemin üzerinden biçimlendirmek zorundayız. Aslında Maoist komünistlerin 3. Kongrelerinde ortaya çıkardıkları bütünlüklü ideolojik, politik perspektif ve kavrayış bu noktalarda oldukça ileri ve ön açıcı bir yerde durmaktadır. Fakat bunu temsil etme noktasında da bir o kadar geri bir noktada durmaktayız yine. Bütün örgütlü güçlerimiz hiçbir mazeretin arkasına sığmadan proleter devrimci örgüt ciddiyetiyle gelenekselleşmiş klasik örgüt ve devrimcilik algısının dışına çıkarak, dar pratik devrimcilik yaklaşımını derhal terk ederek hareketin yeni yönelimine ve belirlemelerine göre biçimlenmek zorunluluğu ile hareket etmelidirler. Mevcut devrimcilik algımız ve toplumsal mücadele ile olan ilişkimiz kesinlikle devrimci ciddiyetten ve ihtiyaçtan oldukça geri bir noktada durmaktadır. Bunun kabul edilir hiçbir haklı gerekçesi olamaz. Belli semtlere sıkışmış, toplumsal mücadele gerçekliğinden bihaber, toplumsal mücadele zemininden kopuk dar pratik devrimcilik ilişkilenmesi ve algısı var olanı da tüketen, yozlaştıran bir yerde durmaktadır. Dolayısı ile bu anlayış ile keskin ideolojik bir mücadele ve hesaplaşma içinde olmak zorundayız.


08

emek haber

16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

İşçiler mücadelede kararlı İşçi hareketindeki canlanma ve mücadele kararlılığı etkisinden hiçbir şey kaybetmeden devam ediyor. Ülkenin onlarca yerinde çeşitli talepler doğrultusunda grev ve direnişler gerçekleştiren değişik iş kollarındaki işçilere patronların ve kolluk kuvvetlerinin saldırıları ise devam ediyor. Öyle ki bazı işkollarında yaşanan direnişler sonucunda, kolluk kuvvetleri direnişin olduğu fabrikaları işgal etti Yüzlerce polisin ve TOMA’nın girdiği fabrikalarda işçiler üzerinde terör uygulanarak onlarca işçi gözaltına alındı. Fakat devlet ve patronlar işbirliği ile gerçekleştirilen tüm saldırılara rağmen işçilerin mücadelesi kararlı bir şekilde devam etmektedir. Gerçekleşen işçi direnişlerine, her gün yeni direnişler eklenerek yaygınlaşmak-

tadır. İşçi direnişlerinin yanında işçi katliamları ise her gün artarak devam ediyor. Ülkenin onlarca yerinde yaşanan işçi katliamlarında birçok işçi yaşamını yitirdi.

Polis ablukası Arçelik LG işçilerini yıldıramadı Kocaeli/Gebze’de bulunan Arçelik LG fabrikasında, Türk Metal Sendikası’nın fabrikadan gitmesi ve artan baskıların ortadan kalkması talepleri ile grev yapan Arçelik LG işçilerinin direnişi yaygınlaşarak devam etti. Direnişin yaygınlaşmasını hazmedemeyen patronlar kolluk kuvvetlerini devreye sokarak fabrikayı işgal ettiler. Direnişin 4. günü yüzlerce polis ve TOMA’larla fabrikaya giren kolluk kuvvetleri

20 direnişçi işçiyi gözaltına aldılar. Fabrikada terör estiren kolluk kuvvetleri işçiler üzerinde psikolojik baskı kurmaya çalıştı. Tüm bu saldırılara rağmen Arçelik LG işçileri daha da kenetlenerek mücadeleye devam ettiler. Kocaeli’nde bulunan farklı işkollarından işçiler ve devrimci demokratik kurumlar işçilerin direnişini sahiplenerek dayanışmayı daha da yükseltme çağrısı yaptılar. Saldırılar sonucu direniş bastırılsa da, işçiler yeni direnişlere hazırlanmaktadırlar.

Serapool’da kararlı direniş İşçi direnişinin kararlı bir şekilde devam ettiği yerlerden biri de İstanbul/Pendik’te bulunan SeraPool fabrikasıdır. İşverenin sigortasız ve keyfi bir şekilde işçileri işten çıkarmasını protesto etmek için direnişe başlayan işçilere saldırılar da artarak devam etti. Ağır çalışma koşullarında asgari ücretle çalışan SeraPool işçileri, her fırsatta aşağılanarak işten atılmakla tehdit edilmektedir. Bunların üzerine işten çıkarma saldırısının eklenmesi işçiler için bardağı taşıran son damla oldu.

Tüm bu saldırılara karşı direnişe geçen işçiler günlerce süren kararlı bir mücadele yürüttüler. Patron, polis, yargı üçgeninin tüm saldırı, tehdit ve engellemelerine rağmen SeraPool işçileri günlerce direnerek diğer sınıf kardeşlerine örnek oldular. Direnişin günlerce kararlı bir şekilde devam etmesini hazmedemeyen işverenler son olarak 114 işçiyi daha tazminatsız işten çıkardılar. Ayrıca direnişe katıldıkları için onlarca işçi hakkında da soruşturmalar açıldı. SeraPool işçilerinin direnişinin sahiplenilmesi ve toplumsal duyarlılık oluşturulması için bir açıklama yapan Cam Keramik-İş Sendikası, işçilerin tüm taleplerinin derhal

kabul edilmesini ve işten çıkartılan işçilerin işe geri alınmasını isteyerek, işçilerin mücadelesinin sahiplenilmesi gerektiğinin altını çizdi.

TPIC işçileri kuleleri işgal etti Daha öncede işten çıkartılma tehditlerine karşı ve ücretlerinin iyileştirilmesi talepleri ile eylemler yapan TPIC işçileri, taleplerinin kabul edilmemesi üzerine bir kez daha direnişe geçti. 11 Temmuz’da iş akitlerinin feshedileceğini öğrenen işçiler, Batman’da bulunan petrol arama kulesini işgal etti. Yaklaşık 50 işçinin katıldığı eylemde “Batman petrol işçisine sahip çık”, “Direne direne kazanacağız” sloganları atıldı. Eylemin duyulması üzerine hemen alana gelen kolluk kuvvetleri işçilere saldırmaya hazırlandılar. Petrol-İş Sendikası Batman Şube Başkanı Mustafa Tekin’in polisle yaptığı görüşmeler sonucunda saldırının durdurulduğu öğrenildi. Direnişin olduğu alana destek için gelen işçi yakınlarına ise polis müdahale etti. İşçilerin direnişini sahiplenmek için sloganlarla içeri girmeye çalışan işçi yakınlarını polis müdahale

ederek engellemeye çalıştı. Polisin saldırısına sloganlarla karşılık veren işçi yakınları ise oturma eylemi yaparak dayanışmada bulundular. Geçici olarak direniş sönümlense de önümüzdeki günlerde taleplerin kabul edilmemesi durumunda direnişin tekrar başlayacağı belirtildi.

HEMA işçileri direndi ve kazandı Bartın/Amasra’da bulunan HEMA A.Ş ile taşeron şirket olan DENFA’da çalışan işçiler, patronların 2 asgari ücret ödeme yükümlülüğünü yerine getirmemesi üzerine direnişe geçtiler.7 gün kararlıca direnen HEMA işçileri, taleplerinin kabul edilmesi üzerine direnişi kazanımla sonuçlandırarak bitirdiler. Patronlarla yapılan görüş-

meler sonucunda 2 asgari ücretin tamamının alınmasına dair protokol imzalandı.

ENPAY’da direniş sürüyor İşçi direnişinin devam ettiği yerlerden biri de Kocaeli’de bulunan ENPAY fabrikası oldu. İşçi kıyımına karşı direnişe geçen işçilere, işten atıldıklarına dair tebligatlar gönderildi. İşçilerin direnişini hazmedemeyen Türk Metal çetesi ve polis, işçilerin önünü keserek işçilere saldırdı. İzmit’e doğru sloganlarla yürüyüşe geçen ENPAY işçilerine Türk Metal çetesi bir kez daha saldırarak onlarca işçiyi yaraladı. Türk Metal çetesi türlü türlü provokasyonlar yaratarak işçilerin haklı mücadelesini bastırmaya çalışıyor, polisle birlikte hareket eden Türk Metal çetesinin tüm saldırı ve provokasyonlarına rağmen ENPAY işçilerinin bekleyişi ve direnişi devam ediyor.

İşçi katliamları devam ediyor Aşırı kar hırsı ve güvenliksiz iş koşullarından kaynaklı yaşanan işçi katliamları durmak bilmeden devam ediyor. Son olarak ise, Denizli, Urfa ve Kayseri’den ölüm ha-

berleri geldi. Denizli’de bulunan bir krom madenin de yaşanan göçük nedeniyle 1 maden işçisi yaşamını yitirdi. Denizli’nin Acıpayam ilçesinde bulunan krom madeninde meydana gelen göçükte İbrahim Şahan adlı işçi hayatını kaybetti. İkinci ölüm haberi ise Urfa’dan geldi. Urfa’nın Sırrın mahallesinde yapımı süren 10 katlı inşaatın en üst katında çalışan Memduh Baydilli adlı işçi aşağıya düşüp hayatını kaybetti. Bir diğer işçi ölümü de Kayseri’de yaşandı. Kayseri’nin merkez Kocasinan ilçesi Gaziosmanpaşa mahallesinde çalıştığı inşaatın beşinci katından asansör boşluğuna düşen 43 yaşındaki Ekrem Sungur adlı işçi hayatını kaybetti.


16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

emek haber

09

Alınterinin mezar kenti: MANİSA Soma’da yüzlerce madencinin katledilmesinin ardından ortaya saçılanlar, işçi sağlığı ve güvenliği için alınması gereken önlemlerin patronların kâr hırsı uğruna nasıl da bir kenara bırakıldığını gösterirken, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi madencilik iş kolunda yaşanan işçi katliamlarına dikkat çeken bir rapor hazırladı İşçi ölümlerinin rutinleştiği ve sistematik olarak işçi katliamlarının yaşandığı bir ülkede yaşamaktayız. Vahşi kapitalist sömürü ve güvenliksiz çalışma koşullarından kaynaklı her yıl yüzlerce işçi yaşamını yitirmektedir. Gerici burjuva devlet ve onun ilgili kurumları ise kendi niteliklerine uygun olarak yaşanan işçi katliamlarını “kaza”, “kader” olarak değerlendirerek meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar. Yaptığı “tarihi” açıklamalarla destanlar yazan Erdoğan ise, mevcut geri yaklaşıma nitel katkı yaparak daha da ilerletmiş ve işçi katliamlarını “fıtrat” olarak görmüştür. Fakat beyinleri çürümüş gerici asalakların bu değerlendirmelerde bulunmaları gayet normal ve kendi gerici dünya görüşleriyle uyum arz etmektedir. Aksine onlardan farklı bir yaklaşım beklemek oldukça yanıltıcı olur. Çünkü onların var-

lık gerekçeleri, emeğe, doğaya, kadına, bilime ve insanlığın tüm ilerici birikimlerine karşıtlık ve düşmanlık zemininde biçimlenmektedir. Yaşanan işçi katliamları başta olmak üzere, emeğe, doğaya, kadına ve insanlığın bütün ilerici değerlerine karşı gerçekleştirilen saldırıları püskürtmenin tek yolu, yaşamın tüm alanlarında örgütlenerek insanlığın özgürleşme mücadelesini yükseltmek olmalıdır.

Görülmeyen kadın emeği ve doğallaşan(!) işçi katliamları Yaşamın her zerreciğinde emeği olan fakat hiçbir şekilde bu emeği görülmeyen bir olgudur kadın. Ev içi emekten tutalım da, atölyelerde, fabrikalarda ve tabii ki mevsimlik işçi olarak yollarda, yaşamın bütün alanlarında üreten ve yaratan kadınlar… Soma maden katliamıyla yüreğimizde acı, hüzün ve öfkeyle yer edinen Manisa, bu sefer 15 tarım işçisinin vahşice katledilmesi ile bilinçlerimize kazındı. Madencilerin acısı ve hüznü daha dinmemişken bu sefer tarım işçilerinin acısı ve hüznü yüreklerimizi dağladı. Manisa’nın Gölmarmara ilçesinde kasasında tarım işçilerini taşıyan kamyonetin süt taşıyan tankerle çarpışması sonucu meydana gelen kazada, 15 tarım işçisi vahşice yaşamını yitirdi… 2 işçi ise ağır şekilde yaralandı. Mevsimlik işçi olarak ilkel çalışma koşullarında ucuz işgücü olarak çalışan tarım işçilerinin vahşice ölümleri ailelerini yasa boğdu.

Ailelerinin yaşamına katkı sunmak amacıyla yollara düşen tarım işçileri günlük olarak 30-40 TL’ye çalışmaktadırlar. Manisa’daki işçi katliamında yaşamını yitiren işçilerin isimleri şöyle; Seyda Aydın(52), Ayşe Aydın(47), Nesrin Aydın(27), Kezban Uysal(67), Fadime Orhan(48), Zeynep Uysal(32), Ummuhan Uysal(30), Nurdane Kaya(40), Burak Kaya(15), Ümmü Demirkol(38), Zeynep Zengin(32), Azize Kars(52), Ayşe Yaşar(40), Zekiye Çetin(54) ve Yıldız Öztürk

Tarım işçilerinin katliamı protestolarla karşılandı Manisa’da gerçekleşen tarım işçilerinin katliamı ülkenin birçok yerinde gerçekleştirilen eylemlerle protesto edildi. Kadın örgütleri başta olmak üzere, emek örgütleri ve devrimci, demokratik kurumların gerçekleştirdikleri eylemlerde yaşanan işçi katliamlarından bizzat AKP iktidarının sorumlu olduğu vurgulanarak, işçi katliamları başta olmak üzere emek alanında yaşanan bütün hak gaspları ve saldırılara karşı örgütlenerek mücadele edilmesi gerektiğinin altı çizildi. Manisa’daki işçi katliamını ayrıca birçok kurum açıklama yaparak teşhir etti. Yeni Demokratik Sendikal Birlik(YDSB) ve Avrupa Demokratik Kadın Hareketi(ADKH)’de yaptıkları açıklamalarla katliamı protesto ederken örgütlü mücadeleye vurgu yaptılar. Öneminden kaynaklı YDSB’nin yaptığı açık-

lamayı kısaltarak yayınlıyoruz. “Son katliam bir kez daha tarım işçilerinin örgütlenme sorunları üzerine ciddi çalışmaların yapılması zorunluluğunu önümüze koymaktadır. Tarım işçileri bilindiği üzere mevsimlik çalışmakta, çalıştıkları süre içinde çalıştıkları bölgelerde saldırıya uğramaktan, sağlıksız barınma koşullarının kendilerine dayatılmasına, aşırı sıcak altında uzun süre çalıştırılmaktan, çalışmak zorunda bırakılan çocukların okullarından kopmalarına, güvencesiz keyfi çalıştırılmaya kadar birçok sorun yaşamaktadırlar. Hemen hemen hepsi aracılar ile iş bulan mevsimlik tarım işçiler, güvencesiz ve insan onuruna yakışır olmayan şartlarda çalıştırılıyorlar. Bu nedenle ki çoğu zaman canlarına mal olan ve en ağır şartlarda çalıştırılmak zorunda bırakılan tarım işçilerinin örgütlenmesi için bu yönlü çalışmaların ertelenmeden örülmesi gerekiyor. Elbette tepeden inmeci bir anlayıştan bahsetmiyoruz. Bizzat tarım işçilerinin öznesi olacağı çalışmaları örmenin yöntemlerini tartışmalıyız. Kendi yaşamları hakkında söz sahibi olabilmelerinin, kendi çalışma koşullarını belirleyebilmelerinin önündeki engelleri ortadan kaldırmak için nitelikli devrimci bir örgütlenme tarım işçileri için önemli bir yerde durmaktadır. Tarım işçilerinin birleşik kendi öz örgütlenmelerini oluşturmaları, işçilere ve sınıf mücadelesine önemli kazanımlar sağlayacaktır”

Hedefimiz sınıf merkezli bir sendika yaratmak Metal işçileri kısa bir zaman önce Kocaeli'de, Bursa'da, Ankara'da, ülkenin birçok farklı noktasında var olan haksızlıklara karşı ayağa kalktı. Ayağa kalkan işçiler ilk olarak karşılarında patronu değil Türk Metal çetesini buldular. Metal işçileri Türk Metal çetesinden kurtulmak için yeni bir sendika kurduklarını açıkladılar. Halkın Günlüğü Gazetesi olarak bu yeni sendikanın kurucuları ile kısa bir söyleşi yaptık Halkın Günlüğü: Metal işçilerine yönelik birçok sendika var ve sizde Türk Metal Sendikası'nda örgütlüydünüz. Peki, neden yeni bir sendika kurma ihtiyacı duydunuz? Türkiye Otomotiv ve Metal İşçileri Sendikası: Biliyorsunuz sendikamız 18 Nisan’da başla-

yarak gelişen büyük direnişin içinden çıktı. Mücadelemiz sendikadan başka her şey olan Türk Metal’den (TM) kurtulmak için başladı. Sonra genel bir direnişe dönüştü, çünkü sırtımızdaki bu kamburu attıktan sonra yolumuz açıldı, kazandığımız güvenle ücret zammı gibi taleplerle direnişe geçtik. Bu süreçte pek çok sendikanın yapmadığını yaptık. İşten atılan arkadaşlarımızı işe aldırdık. Bu TM tarafından imzalanmış satış sözleşmesinin üstünde zamlar aldık. İşte bu süreçte başardıkça kendimize geldik, neler başarabileceğimizin bilincine vardık. TM dışındaki sendikalara zaten güvenimiz yoktu, böylelikle biz neden kendi sendikamızı kurmuyoruz dedik. Çünkü diğer sendikalar da TM gibi olmasalar da yine de sendika beyleri tarafından yönetilen ve mücadelede sıfır çeken sendikalardı. Öyle ki TM’nin imzaladığı sözleşmelerin aynısına onlar da imza atıyordu. Bu durumda kendimizin yönettiği bir sendikaya ihtiyacımızın olduğunu anladık. Araştırdık, kurabileceğimizi gördük ve daha direnişin içerisin-

deyken kuruluş çalışmalarına başladık. H.G.: Peki kurduğunuz bu yeni sendikanın temel örgütlenme perspektifi, diğer sendikalardan farkı nedir? TOMİS: Sendikamızda söz, yetki ve karar hakkı tümüyle işçilerin olacak. Tüm kademelere seçimle gelinecek ve yöneticiler beğenilmiyorsa çoğunluğun isteğiyle görevden alınabilecek. Biz içimizden çıkıp da ağa bey olup sendikaları kendilerine dükkan yapan sendikacılar istemiyoruz. Bunun için önlemler de aldık. Örneğin sendikacı ücreti bizde çalıştığı işyerinde neyse o olacak. Zaten aidatları da iki saatlik ücret olarak belirledik. Dikkatinizi çekeriz, bu başka hiçbir sendikada yok. Çünkü bizim dolgun maaşlı yöneticilerimiz olmayacak. Bizim işçiye hayrı olmayan otellerimiz olmayacak. H.G.: Metal işçi direnişi başta olmak üzere, son gelişen işçi direnişleri bağlamında işçi sınıfı mücadelesinin mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? TOMİS: Biz de dahil işçilerin her yerde ayağa

kalktığını düşünüyoruz. Artık işçiler uyandı, haklarını arıyor. Hak ararken de en ileri eylem biçimlerinden de çekinmiyor. Çünkü artık işçinin canına tak etmiştir, sabrı kalmamıştır. Ancak TM iflas etmiş bir sendika olduğu gibi diğer sendikaların da işçilere vereceği bir şey yoktur. İşçi sınıfımız onlar eliyle kölece çalışma koşullarına mahkum edildi. Yıllardır sırtımızda boza pişiriyorlar ve sendika yönetimleri de rengi ne olursa olsun susuyor. Çünkü aidatlar onların kasasına akıyorsa bir sıkıntı yok. Ama biz o denizin artık bittiğini gösterdik. Bundan sonra işçiler gülecek. H.G.: Son olarak eklemek istediğiniz şeyler var mı? TOMİS: TOMİS olarak bütün işçi arkadaşlarımızı selamlıyoruz. TOMİS sadece metal işçilerinin değil ezilen bütün işçi arkadaşlarımızın yuvasıdır. Köle değil onurlu işçileriz diyen tüm işçi kardeşlerimizin çatısıdır. Bize destek versinler, bizimle yürüsünler. Hep birlikte güzel günler göreceğiz.


10

dünya haber

16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

Syriza’nın başından beri önemli bir açmazı ya da zafiyeti söz konusuydu ve bu durum hala devam ediyor. Bu zafiyet Troyka’nın belli bir emperyalist ittifak olduğu gerçekliğini görememesidir veyahut da bu yönde bir kavrayışa sahip olamamasıdır. Troyka, Almanya emperyalizmi önderliğindeki Euro bölgesi ittifakı ile IMF ittifakı. Ancak tam tersi olarak Troyka emperyalist ittifakı, Syriza’yı bir tehdit olarak gördü ve buna göre gardını aldı Yunanistan’da 5 Temmuz’da referandum gerçekleştirildi. Dünya medyası ve tabi ki Türkiye-Kuzey Kürdistan medyası da referandum öncesi, anı ve sonrası süreçlere ilişkin çeşitli haberler, yorumlar ve değerlendirmeler de bulunmuş, hala da bulunmaya devam etmektedir. 5 Temmuz’daki referandumun özü; IMF ittifakıyla Euro bölgesi emperyalizminin Yunanistan toplumuna yönelik 25 Haziran’da “son seçenek” olarak bir taslak sunuldu. Bu taslak da ısrarla hala emekli aylıklarında kısıntılar, temel ürünlerde ve Ege Adaları’nda Katma Değer Vergisi(KDV)’nin yükseltilmesi yer almaktaydı. Bunlar kabul edilecek miydi edilmeyecek miydi? Referandumun özü bundan ibaretti. Ve nitekim Yunanistan halkı tarafından kabul edilmedi. Euro Grubu ya da nam-ı diğer Troyka (Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF konsepti) ittifakı tarafından iki metin şeklinde sunulan öneriye Yunanistan halkları hayır diyerek kolay lokma olmadığını göstermiş oldu. Yunanistan’daki seçmenler biliyordu ki Syriza, bu son savunma bariyerine fersah fersah çekilerek gelmiştir. Selanik Programı’nı seçimlere taşımaktan peşinen vazgeçmişti. “Euro Bölgesi’nde kalarak toplumsal yıkım getiren kemer sıkma ve neo-liberal reform reçetelerinden uzaklaşmak” platformuyla seçimlere girmişti. Önceki hükümetin kabul ettiği yükümlülüklerin revizyonunu istemekteydi. Bu kapsamda özelleştirmeler durdurulacak, Troyka müfettişlerinin bakanlıklar üzerindeki denetiminden uzaklaştırılacak, borç yükü ve takvimi müzakere edilecekti. Bütün bu revize yönelimle aslında başından beri şimdiki sonucu görmek çok da sübjektif bir durum değildi. Yani yaşanan bu son gelişmeler, Avrupa emperyalizminin lehine doğru adım adım ilerleyecekti. Ve öyle de oldu. Emperyalist Troyka, faiz dışı bütçe fazlası hedeflerinde geçici bir hafifletmenin ötesinde halk kitlelerinin çıkarlarına uygun pek taviz vermedi. Vermesi de saflık olurdu zira. Troyka emperyalizmi yetkilileri aslında referandum öncesi referandumla ilgili durumu baştan söylemişlerdi. IMF başkanı Lagarde BBC’ye demecinde “Mevcut

Ülkemden git! program 30 Haziran’da son bulacağına göre insanlar artık var olmayan önerileri onaylayacaklardır, referandum geçerlilik taşımayan öneriler ve düzenlemeler üzerine yapılacaktır” demiştir. Beklendiği gibi de olmuştur. Troyka emperyalist

konsepti temsilcileri referandumdan çıkan hayır oyu karşısında kıllarını bile kıpırdatmadığı gibi elini güçlendiren Syriza ise aksine Troyka ekonomi politikasına daha fazla yakınlaşma durumunda olmuştur. Maliye bakanı

Varoufakis’in referandumun hemen akabinden istifası da buna işarettir. Bu durum ya da yaşanan gelişmeleri doğru okuduğumuzda şöyle söylenebilir; önceki anlaşmalardan Yunanistan’a ödenmesi gereken 7,2 milyar Euro böylece buharlaşarak ödenmemiştir. Referandum da evet oyu çıksaydı bile bu durum değişmeyecekti. Yani ortada bu yönlü bir program tartışması söz konusu değildir. Diğer yandan Yunanistan iflasın inceltilmiş haliyle temerrüde düşme durumudur. Yunanistan 30 Haziran’da IMF’ye 1,6 milyar euroluk borç vadesi zamanının dolmasıyla birlikte bunu ödeyememiş ve ülkenin iflası resmileşmiştir. Bu durum Yunanistan’ın 20 Temmuz’da Avrupa Merkez Bankası’na 3,5 milyar euroluk kredi taksitinin de ödeyemeyeceğini açık etmiştir. Ve böylece Yunanistan’daki bankaların bir haftalığına kapatılmasını, transferlerin durdurulmasını koşullamıştır. Syriza’nın başından beri önemli bir açmazı ya da zafiyeti söz konusuydu ve bu durum hala devam ediyor. Bu zafiyet Troyka’nın belli bir emperyalist ittifak olduğu gerçekliğini görememesidir veyahut da bu yönde bir kavrayışa sahip olamamasıdır. Troyka, Almanya emperyalizmi önderliğindeki Euro bölgesi ittifakı ile IMF ittifakı. Ancak tam tersi olarak Troyka emperyalist ittifakı, Syriza’yı bir tehdit olarak gördü ve buna göre gardını aldı. Bu noktada Syriza’nın bugüne kadar ki ılımlı talepleri bile finans kapitalin Euro bölgesi programı ile uyumsuz görünüyordu. Bu temelde bir siyaset seçeneği ya da arayışı olarak Syriza’nın önlenmesi ve geriletilerek yenilgiye uğratılması öncelikleri arasında yer aldı. Bu gerçekleşinceye kadar da Yunanistan’a esas da ödün vermemek de dirençli görülme durumunda olacağa benziyor. Ve neticede Çipras referandumun akabinde “kemer sıkma” önlemlerinin halk tarafından acı reçete olarak nitelendirilebilecek paketi Brüksel’e göndermiştir. Çipras’ın kısa bir süre önce kreditörlere gönderdiği ve AB emperyalist yetkililerinden de olumlu tepkiler alan paket de belli başlı uygulamalar şunlardır: “KDV’deki uygulamalara esas da devam edilecek. Çiftçilere vergilendirmelere devam edilecek. Emeklilik yaşı kademeli olarak arttırılacak, emekli maşlarındaki devlet yardımına son verilecek, 2022 ye kadar erken emekliliğe son verilecek. Dayanışma vergisi herkes için arttırılacak. Firma ve işletmelerden alınan kurumlar vergisi yüzde 26’dan 28’e yükseltilecek. Meslek sahipleri ile şirketlerden alınan peşin vergi miktarı yüzde 100’e çıkacak. Vergi kaçırmanın önüne geçmek için yeni tedbirler alınacak. Lüks araç ve yatlara vergi oranı yüzde 10’dan 13’e çıkacak. Kapalı olan çok sayıda meslek serbest bırakılacak. İsteyen bu sektörlerde işletme kurabilecek. Savunma harcamalarına 2015 yılında 100 milyon, 2016’da ise 200 milyon Euro tırpan vurulacak. Televizyon kanalları ile yeni lisans ihalesi yapılacak. Televizyon reklamlarından alınan vergi oranı artacak. 4G ve 5G


16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

ruhsatlarından gelir hedeflenecek. Almanya’nın kazandığı 14 çevre havaalanı özelleştirmesi tamamlanacak. Pire ve Selanik limanları özelleştirilecek. Yunan demir yolları özelleştirilecek.” Bütün bu gelişmeler bir kere daha göstermiştir ki Yunanistan’ın “ asi çocuğu” Çipras üzerinden Syriza eliyle emperyalist bağımlılık ilişkisi daha fazla derinleştirilmektedir. Anlaşılıyor ki sıkılan kemerin Çipras üzerinden gevşetile gevşetile artık emperyalist efendiler Yunanistan devleti ve hükümetine kafasına göre bir gömlek biçerek giydirmektedir. Zira parayı kendileri vermektedir ve dolayısıyla da düdüğü kendileri çalmaktan da bir beis görmemektedirler. Başını Alman emperyalizminin çektiği AB Komisyonu ve Avrupa Merkez Bankası’nın Çipras üzerindeki katı baskıyı daha fazla arttırdığını rahatlıkla söyleyelim. Referandumdan sonra toplanan AB maliye bakanları toplantısıyla bu durumu net olarak görebiliyoruz. Ve Merkel, gelişmelerden memnun-tatmin olmadığını vurgulayarak Çipras’a güvensizliğini dile getirmiş ve tam teslimiyeti dayatmıştır. Hollanda ise Yunanistan’ı AB’de tutmak için elinden geleni yapacağını dile getirerek buna göre daha ılımlı bir yönelim sergilemektedir. Çipras ise anlaşmak için taviz üstüne taviz vermekte ve adeta ipin ucunu kaçırmıştır. Bu yönelim hiç kuşkusuz ki Syriza içerisinde rahatsızlık ve çelişkileri arttıracaktır. Çelişkili birlik durumu Syriza’da yeni ayrışmaların da habercisidir. Referandumdan hayır çıkması karşısında Syriza’nın esaslı bir başarı elde edemediğini ve salt göreli siyasal bir başarıyla sınırlı kaldığını vurgulayalım. Bu yönüyle de hedeflerine esas da ulaşamama durumu görülmelidir. Bütün bunlara rağmen yaşanan gelişmeler çok uluslu emperyalist blok güçlerin iç yüzünün ve paragöz halinin çirkin karakterini de daha fazla gözler önüne sermiştir. Bu yönüyle emperyalist kapitalizmin teşhiri de söz konusu olmaktadır. Bütün bu yaşananlar halkların, emperyalist kapitalizmden başka çözümlerinde mümkün olduğu yönlü eğilimlerini güçlendirmiş ya da oraya doğru hizmet etmiştir. Yunanistan’da tam bir toplumsal yıkım söz konusudur ve bu yıkımın içerisinden halk kitlelerinin çıkarlarını gözetecek önemli dinamikler çıkma durumundadır. Önümüzdeki süreç, Yunanistan halklarının AB emperyalist blok güçler üzerinden emperyalist kapitalizme karşı güvensizliğin daha da artarak direniş damarının radikal bir hale doğru evrilmesi durumu söz konusudur. Syriza’lı ya da Syriza’sız Yunanistan halk kitlelerinin AB emperyalist güçlere ülkemden git dedirtecek türden sistem sınırlarını aşacak radikal-militan mücadelenin koşullarının yaratılarak ilerleme yönelimi yeğdir.

güncel haber

11

T.C. nin Suriye’ye girme saldırganlığı “T.C.”nin bir fiil Suriye’ye girmesi zayıf ihtimal de olsa, aldığı tutum savaş kışkırtıcısı gerici saldırgan bir politika ve tutumdur. Bu bakımdan nasılsa girmeyecek öngörüsüyle kayıtsız kalmak benimsenemez. Girmese de mevcut tutumu saldırgan gerici bir tutumdur ve kitlesel eylemler başta olmak üzere en geniş yelpazede sergilenecek mücadeleyle karşı duruş almayı, teşhir edilmeyi gerektirmektedir. “T.C.” ordusunun başka bir ülke topraklarına girme ve başka bir ülkeyi işgal etme hakkı ve gerekçesi olamaz, yoktur. Burjuva gerici çıkarlar uğruna halk kitlelerinin gerici savaş felaketine sürüklenmesine, halklar arasında düşmanlıkların geliştirilmesine rıza gösterilemez AKP iktidarı altında “T.C.” devletinin uyguladığı dış politika demagojik “sıfır sorun” iddiasının tersine hepten sorun biçiminde saldırganlık zemininde gelişmektedir. Suriye’ye dönük uyguladığı politika da bazı özgünlükler ya da özel nedenlerle birlikte esasta bu dış politikanın bir ürünüdür denebilir. Elbette “T.C.” devletinin bu dış politika bütünlüğünde ortaya çıkan tablo emperyalist politika ve yeni stratejilerden bağımsız değildir. Zaman zaman emperyalist güçlerin adına yürütülen politikalar temelinde bu dış politika şekillenirken, zaman zaman da “T.C.” devletinin emperyalist politikalarla düştüğü çıkar uyuşmazlığının sonucu olarak vuku bulmaktadır. Örneğin, Erdoğan'ı karikatürize edersek bir gün önce kardeşim dediği ve ailece tatil yaptığı Esad’a ikinci gün düşman deyip hedefine koyması, Suriye’nin iç işlerine müdahale etmeye kadar gerici saldırgan bir politika izlemesi, emperyalist stratejiler temelinde bölgede emperyalizm adına aldığı görevlerden bağımsız değildir. ABD emperyalizminin bu politikayı dayattığı alenidir. Aksi halde AKP’nin bu örnekte sergilediği keskin dönüşlü depresif dış politikanın izah edilmesi mümkün değildir. Genel olarak burjuva siyaset ve ilişkilerin gerici çıkar esası üzerinden yürümesi bukalemun örneğini sergilemeye müsait olsa da, Suriye için sergilenen bağdaşmaz ikili tutumun arkasında ADB emperyalizminin tayin edici olduğu bir gerçektir. Öte taraftan ABD ve AB’li emperyalistlerin bölgedeki politikası, Kürt ulusunu göz ardı etmeyen hatta Kürtlerle iyi ilişkiler temelinde geliştirilen ve Kürtlerin belli statülere kavuşması şeklinde biçimlenmektedir. Özellikle Kürtlerin IŞİD barbarlığına karşı savaşıp zafer kazanan tek güç olma gerçekliği Kürtleri uluslararası alanda daha da meşru zemine oturtup öne çıkarmış, emperyalizmin bölgede Kürtlerden bağımsız bir siyaset benimsememesine yol açmıştır denebilir. Bir bakıma Kürtler müttefik olarak tanınmak durumunda kalmış ve önemli bir aktör olarak bölgenin sayılı kuvveti durumuna gelmişlerdir. Ne var ki, emperyalizmin özellikle Suriye’deki Kürtlerle (ve dolayısıyla da PKK ile) belli bir ilişkilenme sürecine girmesi, Suriye’de bir Kürt statüsü temelindeki gelişmeyi zımnen de olsa destekleyip olumlu bakması vb vs, AKP ve/veya “T.C.” devletinin Kürt düşmanlığından beslenen politikalarıyla örtüşmeyip çatışmaktadır. Dolayısıyla emperyalist politikalara rağmen “T.C.” devletinin Suriye politikası farklı biçimlenmektedir. Bu da “T.C.” devletinin emperyalizmle uyuşmayan konulardaki dış politikasının bir ayağını örneklemektedir. Bugün Suriye’ye girme, asker sokma veya sınıra asker yığma tutumu bölgede bir Kürt statüsünün kurulması kabusundan beslenmekle birlikte, emperyalist politikalarla buluşmayan bir durumdur. Emperyalizme rağmen “T.C.”nin Suriye’ye girmesi son derece zor bir durumdur. Bu anlamda

“T.C.”nin mevcut tutumları (asker yığma, girme söylemleri vs.) aslında bir blöften ibaret olup, bazı şartlarda pazarlık etme imkanını yakalamaya dönüktür. Gerçekte “T.C.”nin Suriye’ye girmesi söz konusu değildir, olsa olsa cılız bir olasılıktır. Ki, bu olasılıkta ağır bedeller ödemeyi göze alması gerekmektedir. Öte taraftan emperyalist güçlerin “T.C.” gibi büyük ve zengin bir pazarı kolay kolay gözden çıkarmayacağını “T.C.” de iyi bilmektedir. Özellikle bölgedeki emperyalistler arası denge ve dalaşların aktüel olduğu ve “T.C.”nin stratejik konum ve durumu şartları düşünüldüğünde, emperyalistler “T.C.”yi tereddütsüzce gözden çıkarmayı asla istemeyeceklerdir. İşte bu avantajlı pozisyonu bilen “T.C.” devleti, belli şartlarını, taleplerini emperyalistlere dayatmakta ve girdiği tutumlarla kendisini daha iyi şartlarda pazarlayabilmenin şartlarını elde etmeye çalışmaktadır. “Ne pahasına olursa olsun, orada bir devletin kurulmasına müsaade etmeyeceğiz” sözü kuru bir gürültüden ibaret olup iç kamuoyuna dönük propagandatif söylemdir. Tabi ki dediğimiz gibi emperyalizme belli taleplerde kendisini pazarlama dayatması da işin önemli boyutudur. Suriye sınırına asker yığma ve girme söylemlerinin dillendirilmesi aynı zamanda kamuoyunun dikkatlerini saptıran gündemler yaratmaya da hizmet etmektedir. Ama her şeyden öteye kesin bir Kürt düşmanlığı büyük bir gerçeklik olarak ortadadır. Askeri açıdan da “T.C.”nin Suriye’ye girmesi büyük riskler taşımaktadır. Girmesi durumunda ağır kayıplar verip yenilerek geriye çekilme zorunluluğuyla karşı karşıya kalması söz konusudur. Girme durumunda emperyalist güçlerle karşı karşıya kalma gerçekliği bir yana, bölgede Esad, Suriye güçleri ve aynı zamanda Kürtlere karşı çatışmada yenilgi alacağı da büyük olasılıktır. Suriye’ye girme durumunda gerek ulusal ve gerekse de uluslararası kamuoyunu ikna etmesi mümkün olmamakla birlikte, uluslararası hukuk tanımı karşısında olduğu gibi iç siyasette de ciddi bir muhalefetle karşılaşacağı da bir o kadar gerçektir. Özetle Suriye’ye girilmesi gibi bir durumda bu gelişmenin AKP iktidarının hezimetine yol açacağı gün kadar açıktır. Bu siyasi tablo ve gelişmeler karşısında komünist ve devrimciler kayıtsız kalamaz. “T.C.” devletinin gerici saldırgan ve savaş kışkırtıcısı siyasetinin teşhir edilmesi, bu gerici saldırgan politikaya karşı mücadele edilmesi ertelenemez bir görevdir. Devrimci tavrın bu zeminde şekillenmesi şart ve ivedidir. Yasal ve illegal biçimlerde olmak üzere her cepheden savaş ve saldırganlık karşıtı kampanyalar yürütülerek bu saldırganlığın engellenmesi devrimci yaklaşım olmakla birlikte, enternasyonalist tutum ve görevdir de. Kürtlerin gasp edilmiş tüm hakları ve özellikle de bağımsız devletini kurması tüm sosyalist ve devrimci güçlerin savunması gereken bir siyaset ve görevdir. Aynı biçimde başka ülkenin iç işlerine müdahale etme saldırganlığına karşı mücadele de aynı düzeyde görev ve sorumluluktur. “T.C.”nin bir fiil Suriye’ye girmesi zayıf ihtimal de olsa, aldığı tutum savaş kışkırtıcısı gerici saldırgan bir politika ve tutumdur. Bu bakımdan nasılsa girmeyecek öngörüsüyle kayıtsız kalmak benimsenemez. Girmese de mevcut tutumu saldırgan gerici bir tutumdur ve kitlesel eylemler başta olmak üzere en geniş yelpazede sergilenecek mücadeleyle karşı duruş almayı, teşhir edilmeyi gerektirmektedir. “T.C.” ordusunun başka bir ülke topraklarına girme ve başka bir ülkeyi işgal etme hakkı ve gerekçesi olamaz, yoktur. Burjuva gerici çıkarlar uğruna halk kitlelerinin gerici savaş felaketine sürüklenmesine, halklar arasında düşmanlıkların geliştirilmesine rıza gösterilemez.


16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

Siyasi gelişmelerin yönü O halde sınıf mücadelesinin her çelişki ve çatışma alanının özgün yapısı veya niteliği içinde ele alarak buna uygun mücadeleleri küçümsemeden bunlara önderlik yapma veya daha mütevazı olarak bunlar içinde yer alarak geliştirme göreviyle karşı karşıyayız. Öte yandan bütün bu mücadeleleri siyasi iktidar perspektifine bağlı ve/veya ona bağlamayı ihmal etmemeliyiz. Tek tek bu mücadeleleri siyasi iktidar perspektifinden kopuk ele almak, yani salt bunlarla sınırlı kalmak genel olarak reformizmdir. Aynı zamanda, geniş çelişkiler zemininde beliren mücadele biçimlerini göz ardı ederek, siyasi iktidar mücadelesi belirleyici ve stratejiktir bakışıyla bu mücadelelere kayıtsız kalırsak da kitlelerden kopan marjinal bir yapıya, dolayısıyla devrimci dinamiği hibe eden sol sekter dogmatizme düşeriz Türkiye-Kuzey Kürdistan’da mevcut siyasi durum ve gelişmeleri özetlemek her bakımdan ihtiyaçtır. Örgütlü devrimci sınıf hareketinin doğru taktik siyasetlerle etkili pozisyon alabilmesi; siyasi durum ve gelişmeleri doğru okuması ve bu okumaya uygun pratik duruş sergilemesiyle mümkün olacaktır. Öte yandan bu özetin yapılması; siyasi gelişmelerin, siyasi durumun, işçi sınıfı ve halk kitlelerinin hareketinin burjuvazi tarafından manipüle edilerek çarpıtılmasına karşı devrimci kitlelerde doğru bakış açısının geliştirilmesi ve sınıf bakış açısının oluşturulması için de gereklidir. Yani, gelişmelerin niteliği, eğilimi ve bunların işaret ettiği süreç hakkında burjuva demagojik çarpıtmaları boşa çıkaracak olan doğru fikrin ve bakış açısının oturtulması için siyasi durum ve gelişmeleri sınıf perspektifiyle ortaya koymak, devrimci hareketin önemli bir görevi olarak yerine getirilmek durumundadır. Bu ihtiyaçla siyasi gelişme, durum analizi ve tespiti

önemli yerde durmaktadır. Özetle, devrimci hareketin muhtemel ve mevcut gelişmelere hazırlıklı olması, bunlar karşısında doğru sınıf tutumu alması, gelişen işçi hareketi ile kitle hareketleri karşısında kayıtsız kalmaması ve bütün bu zeminde taktik siyaset ve pratik çalışmalarında isabetli görevler belirleyerek sorumluluklarına uygun biçimde müdahil olması için içinden geçilen sürecin emarelerini dikkatle incelemesi gerekmektedir. Siyasi durum ve gelişmeler bağlamında ilk elden sıralanması gereken belli başlı aktüel unsurlar nelerdir? Bir; Genel Seçimler sonrası burjuva partiler için yeni bir sınav süreci olan koalisyon hükümetinin kurulması, ilgili düzen partileri arasında bu amaçla yürütülen koalisyon görüşmelerinin perde arkasından çıkıp fiilen başlamış olması ve elbette bu görüşmeler, pazarlıklar vb. sürecinin resmettiği çıplak burjuva gerçek… AKP ile CHP arasında yapılan ilk görüşmeler gerçekleşti ve bu görüşme karşılıklı olarak olumlu olarak açıklandı. Seçim sonuçları tablosuna göre daha gerçekçi olan bu iki partinin koalisyonu; aralarındaki demokratik vaatler yarışına göre geçici biçimleniş ve karşılıklı pozisyon alış temelinde açıklar vermeme adına aşırılıklardan ziyade denge durumunda seyreden bir hükümet olma olasılığı taşıyabilir. Koalisyon hükümetinin kurulması ve bu hükümetin nasıl niteleneceği sorunu, önümüzdeki sürecin nelere gebe olduğuna ışık tutan ve ne gibi gelişmelerin yaşanacağını önceden bildiren bir öneme sahiptir. Kurulacak koalisyon hükümetinin geçici özelliği önde olursa veya bu hükümet geçici bir seçim hükümeti biçiminde kurulursa, bu durumda baskı ve saldırıların tırmanacağı anlaşılmış olacaktır. Özellikle koalisyon hükümeti AKP ile MHP arasında gerçekleşirse, bunun aleni bir savaş hükümeti niteliği alacağı güçlü ihtimaldir. MHP’nin yapısı ve Kürt ulusal sorunu hakkında ileri sürdükleri ile AKP’nin çözüm süreci ve genel olarak Kürt ulusal sorunu hakkındaki son eğilimleri tam manasıyla örtüşen bir saldırganlık ve savaş hükümetini teyit eden durumdadır. Bu savaş salt içerde değil, genel olarak Kürtlere ve hatta Suriye’ye kadar genişleyen bir nitelik alabilir. Yukarıda söylediklerimiz asla herhangi bir koalisyon hükümetini olumladığımız, desteklediğimiz, demokratik gördüğümüz anlamına gelmez. Ancak

muhtemel koalisyon hükümeti biçimlerinin birbirinden farklı anlamlar taşıyacağı, daha doğrusu oluşturulacak olan koalisyon hükümetinin hangi partiler arasında olacağının hakim sınıfların neye göre, nasıl ve ne için bir hükümet oluşturduklarının izahı anlamında önem kazanmaktadır. Söylediklerimiz böyle anlaşılmak durumundadır. Yani, eğer hakim sınıflar geçici bir seçim hükümeti kuracaksa bunun manası saldırıların tırmanacağı-tırmandırılacağı anlamına geldiği görülecektir. Eğer MHP ile AKP koalisyonu gerçekleştiriliyorsa bununla da açık bir savaş hükümetinin kurulmasının hedeflendiği açığa çıkmış, bu amacın güdüldüğü anlaşılacaktır. CHP ile AKP koalisyonu tercih edildiyse ve uzun süreli olarak oluşturulduysa, bunun faşist niteliğine karşın belli bir denge temelinde karşılıklı kontrolün devrede olması itibarıyla nispeten bir savaş hükümeti olarak ele alınmadığı şeklinde yorumlanması mümkündür. Ancak AKP/CHP hükümetinin kesinlikle bir savaş hükümeti olmayacağı söylenemez. Bu tablo karşısında devrimci hareketin gelişmelere paralel olarak, gelişmeleri öngörerek siyasi taktik ve görevler belirleyerek hazırlıklı olması gerekmektedir. Yaşanan koalisyon görüşmeleri burjuva düzen partilerinin aynı sınıfsal dokuya sahip olarak gerici imtiyazlar temelinde nasıl birleştiklerini ve birleşeceklerini çıplak olarak gözler önüne serilmiş durumdadır. Mevcut durumda AKP/CHP koalisyonu güçlü olasılıktır. Ancak AKP/MHP koalisyonu da olasılık dışı değildir. KCK’nin son açıklaması sebepsiz değildir. Bilakis koalisyon olasılıkları karşısında veya muhtemel koalisyon biçimi durumuna karşı geliştirilen bir yönelim, belli anlamda temkinli atılan bir adım olma yanı vardır denebilir. Tersinden KCK’nin açıkladığı tavır daha stratejik bir yönelim kapsamında ise, AKP’nin bir savaş hükümetini tercih edeceği anlamına da gelir. İki; "T.C." devletinin Suriye topraklarına girme (işgal) tehdidi ve sınıra askeri yığınak yapması ve bu gelişmelerin arka planı… Bu gelişmeler esasta bir şantaj niteliğini geçmemektedir. Suriye’ye girmesinin ağır bedellere mal olacağını "T.C." devleti iyi bilmektedir. Emperyalist güçlere rağmen Suriye’ye giremeyeceği de açıktır. Dolayısıyla kamuoyuna dönük algı oluşturma ve gündem karartmanın yanında, esasta da Kürtlerin elde edeceği muhtemel statü karşısında duydu-

ğu düşmanlık sancısını yansıtarak askeri müdahale blöfüyle süreci etkilemeye, baskı oluşturarak belli imtiyazlar elde etmeye çalışmaktadır. Kısacası kendisinin emperyalist güçlerce dikkate alınıp belli pazarlıklar yapmanın ola-


perspektif

ü ve görevlerimiz...

nağını elde etmek için bu saldırgan tavra başvurmakta, bunu bir siyaset olarak kullanmaktadır. Suriye’ye giremeye cesaret edemez, etmeyecektir. Kuşkusuz ki, bölgedeki Kürtlerin durumuyla ilgili gelişmelerden sonuna kadar rahatsızdır

ve her türlü düşmanlığı yapmaya hazırdır, yapmaktadır da. Ne var ki, gelişmeler "T.C." devletinin çapını aşan sınırlardadır ve gerici çıkarlarını egemen tutma durumunda değildir. Özellikle petrol hattı veya akışında Kürtlerin elde ettiği topraklar "T.C."nin hayallerini yıkmaktadır ki, gerici reaksiyonunun bir nedeni de budur. Ancak uluslararası emperyalist güçler petrol gibi meseleleri "T.C."nin kontrol ve inisiyatifi dışında çözerek, onu dışta bırakmaktadır. Üç; silahlı Kürt Ulusal Hareketi'nin (KCK’nin) ateşkes süreci ile ilgili misillemede bulunma esasına dayanan ve ateşkes sürecinin kaderiyle ilgili yeni açıklaması, hemen bunu takiben Kürt Ulusal Hareketi gerilla güçlerinin Kürt kitlelerine dönük saldırılarına karşı halkı savunma temelindeki silahlı pratiği… KCK, "T.C." devletinin tasfiye amaçlı oyalama ve çözüm süreci diyerek savaşa dönük hazırlıklar yürütüp istediği gibi saldırma pratiğine karşı, bu politikaları daha fazla kabul edemeyeceğini, saldırılar karşısında ve savaşa dönük hazırlıklar anlamına gelen çalışmalara karşı kayıtsız kalmayarak gerekli tavrı takınıp, tek taraflı ve mevcut şartlar altında ateşkes sürecini sürdürmeyeceğini, gerekli hallerde silahlı eyleme başvuracağını açıkladı. Hemen ertesinde de Kürt halkına saldıran askerlere dönük silahlı eylem yapıp çatışmaya girdi. KCK’nin bu açıklaması veya tavrı "barış-çözüm" sürecinin devlet tarafından en azından şimdilik de olsa rafa kaldırıldığını anlatmaktadır esasta. Elbette bu açıklama veya tavrın sürecin zorlanması ve devlet üzerinde basınç oluşturma yanı da olabilir. Ancak "T.C." devletinin, AKP’nin sürece yaklaşımı ve içine girdiği eğilim sürecin ertelendiğini göstermekle birlikte, KCK’nin tavrını koşullayan yerde durmaktadır. Dolayısıyla KCK’nin açıklamasının sürecin başlatılması için baskı oluşturma özelliğinden ziyade daha köklü nedenlere dayandığı açıktır. Kürt Ulusal Hareketi savaşa hazırdır denebilir. Ve muhtemel bir çatışma ve savaş sürecinde kaybeden taraf kuşkusuz ki komprador tekelci Türk hakim sınıfları, "T.C." devleti olacaktır. Kürt Ulusal Hareketi'nin bu çatışmadan daha da güçlenerek çıkacağı ise şimdiden bellidir. Kısacası KCK’nin bu açıklaması, önümüzdeki süreçte sert karşı devrimci saldırı ve çatışmaların yaşanabileceğinin işaretlerini taşımaktadır. Bu da koalisyon hükümetinin niteliğine dair ipuçları vermektedir denebilir. Kısacası, önümüzdeki sürecin beliren işaretleri

devrimci harekete ciddi mesajlar içeriyor. Bu mesajların doğru okunması elbette önemlidir. Dört; Yer yer boy gösteren işçi sınıfının grev ve direnişleri, burjuvazinin çevre katliamlarıyla halk kitlelerinin yaşamını yıkıma uğratan talan projelerine karşı köylük kitlelerin yaşam alanlarını korumaya dönük direnişleri… Faşist hakim sınıfların talan ve kar amaçlı projelerle doğa, çevre ve onunla bütün olan insan yaşamını pervasızca talan ve tahrip ettiği açıktır. Kapitalist sömürü ve kar uğruna tahrip edilmedik doğa, doğal zenginlik, insan yaşamı kalmadı. Barajlar, HESler, maden aramaları her gün genişleyerek doğayla birlikte toplumsal yaşamı ciddi boyutlarda tehdit eden noktalara ulaşmıştır. Öyle ki, doğa katliamı ve insan doğasının yok edilmesi ülkenin her tarafında kitlelerin haklı direnişleriyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu zeminde önemli bir mücadele geleneği oluşarak topluma mal olan noktalara varmıştır. Bu direniş ve mücadelenin parçalı da olsa geniş bir toplumsal kesimi kucaklayarak halk kitleleriyle gerici iktidar arasında büyük bir çelişki, önemli bir mücadele haline geldiği inkar edilemez bir gerçektir. Gelinen aşamada devrimci hareketin bu mücadele alanını daha da önemseyerek gündemine alması kaçınılmaz olmuştur. Bu alanda cereyan eden çelişkinin keskin ve süreklilik kazanan zeminde olduğu, dolayısıyla burjuvaziyle halk kitleleri arasındaki çelişkilerde canlı ve aktüel bir noktayı temsil ettiği açıktır. Devrimci hareketin örgütlenme ve mücadeleyi geliştirmesinin uygun zemini haline gelmiş bu alanın gerekli alakayı görmesi elzemdir. Gezi ayaklanmasının patlama noktası düşünüldüğünde de, bu çelişki zemininin devrimci mücadele ve örgütlenmede önemsenmesi kendiliğinden açığa çıkacaktır. Köylüler kendiliğinden örgütlenip direniyor. Kaypakkaya yoldaşın ihmal etmeden her fırsatta koştuğu direnişler tıpkı bunun gibi hareketlerdi. Özcesi buradaki köylü kitlelerinin mücadelesi de devrimci hareketin önüne görevler koymaktadır. Bu görevlere sahip çıkmak şarttır. Siyasi gündemin öne çıkan bu başlıklara bakıldığında hepsinin ayrı ayrı konular olarak biçimlenmelerine karşın, özünde iç bağlantılar taşıdığını söyleyebiliriz. Bu durum şunu öne çıkarır. a- Bütün bu gelişme ve mevcut durum genel bir siyasi mücadelenin konusuna girer. Tek bir mücadelede ayrı ayrı özellikler taşımalarına rağmen son tahlilde siyasi iktidar mücadelesinde birleşirler.

Ki siyasi iktidar mücadelesi doğrudan gerici sınıf iktidarını hedef alarak devrimci sınıf iktidarı için verilen mücadele anlamına gelir, budur. Ve bu mücadele onlarca belki yüzlerce çıplak ve özgün sınıf çelişkisi temelinde biçimlenen geniş sahada demokratik mücadeleyi ya da tek tek çatışmaları ihtiva eden bir kapsamı ifade eder. b- Aynı durum siyasi mücadelede farklı çelişki ve sorunlar bağlamında ayrı ayrı biçimlenen özgün mücadeleler olarak gündeme gelir, farklı mücadele biçimleri halini alır. Siyasi iktidar mücadelesi şemsiyesi altında tekleşebilen, tekleşen bu değişik çelişki ve çatışmalar alanı, somut siyaset ve mücadelede bağımsız gibi görünen ama salt biçimde bağımsız görünüm alan ayrı mücadele alanları ya da biçimleri olarak olgulaşır. Bir yerde kadın sorunu ve mücadelesi biçiminde şekillenir, diğer yerde çelişki özgülünde çevre mücadelesi biçimine bürünür, öteki yerde somut demokratik hak mücadelesi biçiminde belirir, bir başka yerde ulusal demokratik hak ve talepler mücadelesi olarak boy verir, daha başka bir çelişki şahsında ileriye dönük reformlar için mücadeleye tekabül eden içerikte görünür… c- O halde sınıf mücadelesinin her çelişki ve çatışma alanının özgün yapısı veya niteliği içinde ele alarak buna uygun mücadeleleri küçümsemeden bunlara önderlik yapma veya daha mütevazı olarak bunlar içinde yer alarak geliştirme göreviyle karşı karşıyayız. Öte yandan bütün bu mücadeleleri siyasi iktidar perspektifine bağlı ve/veya ona bağlamayı ihmal etmemeliyiz. Tek tek bu mücadeleleri siyasi iktidar perspektifinden kopuk ele almak, yani salt bunlarla sınırlı kalmak genel olarak reformizmdir. Aynı zamanda, geniş çelişkiler zemininde beliren mücadele biçimlerini göz ardı ederek, siyasi iktidar mücadelesi belirleyici ve stratejiktir bakışıyla bu mücadelelere kayıtsız kalırsak da kitlelerden kopan marjinal bir yapıya, dolayısıyla devrimci dinamiği hibe eden sol sekter dogmatizme düşeriz.


14

kadın haber

16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

İşçi güvenliğinin esamesinin okunmadığı, sendikaların tabeladan ibaret işlevsiz örgütler haline getirildiği, sendika veya meslek odaları üyelerinin takip ve kovuşturmalara maruz kaldığı, iş kazalarına sebebiyet verenlerin değil de kazaya uğrayanların yargılandığı bir ülkede, bütün işçi ölümleri cinayettir RİMA GÜNEŞ

H

em kadın hem de işçi! Yani erkek egemen bir toplumda en az iki kat ezilenler, kadın işçiler… Emek sınıfının en alttakileri kadın emekçiler… Doğduğu günden son nefesine kadar; evindeki emekten, iş dünyasının her kademesindeki mesleklere kadar her daim emeği görmezden gelinen, enerjisi sürekli sömürülen kadınlar… Geçen hafta Manisa’da yaşamını yitiren tarım işçilerinin çoğunluğunun kadınlardan oluşması, kadın işçilerin genel olarak sorunlarına bir kez daha değinmeyi gerekli kılıyor. Sorunlara değinmek yetmiyor tabii ki; yaptırım gücüne sahip, etkin çözüm önlemlerinin hayata geçirilebilmesi için mücadele kanallarının nasıl yaratılacağına odaklanmaktır önemli olan. İş dünyasının emekçiler payına düşürülen sayısız sorununun yanı sıra bugün, acilen çözülmesi gereken en önemli konu, işçi ölümleridir. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin 2015 raporuna göre; yılın ilk altı ayında 794 işçinin iş alanlarında hayatını kaybettiği- aslında katledildiği- göze çarpıyor. Göze çarpan diğer bir gerçeklikse, iş cinayetlerinin yoğun olarak yaşandığı iş kollarının; inşaat, tarım ve taşımacılık gibi en çok kaçak işçi çalıştırılan alanlar olmasıdır. Genel olarak, tarımda istihdam edilen işçilerin büyük bir bölümünün kadın ve çocuklar olduğu düşünüldüğünde, olayın vahameti daha net ortaya çıkıyor! Özellikle kırsal kesimde kız çocuklarının okula gönderilmek istenmemesi, gönderilse bile mümkün olan ilk fırsatta eğitimlerine son verilmesi, kadının “iyi” bir iş bulmasının önündeki ilk engellerden biridir. Bizim gibi doğu toplumlarında, kadının akademik bir eğitim alıp, kariyer yapması kolay olmadığı gibi herhangi bir meslek eğitimi alması da erkek egemen zihniyet tarafından engelleniyor. Veya kadınlar, annelik güdülerinin sömürüsüne açık olan anaokulukreş öğretmenliği, hemşirelik, hasta bakıcılığı vb. hizmet sektörlerine yönlendiriliyor. Göreceli olarak biraz daha eşitlikçi ailelerde kadınlar, öğrenim yaşamlarını istedikleri gibi devam ettirme şansını elde etseler de iş hayatına adım atar atmaz

Hem kadın hem işçi ayrımcılıkla tanışmaya başlıyor. Herhangi bir şirket veya holdingin tepesine baktığımızda; yönetim kurullarındaki sınırlı sayıda kadınların, bir dizi toplumsal önyargıyla savaşmak zorunda kaldıklarını görüyoruz. Kadınların kendi çabaları ve emekleriyle bir erkeğin yardımı ve himayesi olmadan, kurum ve işletmelerin üst kademelerine gelemeyeceği yargısıyla toplum, kadının zekasını ve emeğini küçümsüyor. Bu tür etik olmayan söylem ve yargılar, aynı zamanda işinde kariyer yapmayı hedefleyen kadınları istismar etme niyetindeki erkeklere cesaret veriyor ve bu durumu kanıksatmaya hizmet edi-

yor. “Kadın başınla...” şeklinde başlayan cümleler, kadın kimliğinin ne denli yok sayıldığının özetidir adeta. Önyargılar bir tarafa, iş yaşamının bir bütün olarak eril bir kafayla, sadece erkeklere göre düzenlenmiş olması, kadın çalışanlar için daha can alıcı bir sorundur. Kadınların, kadın olmalarından kaynaklı mesleki sorunları hala görmezden geliniyor. Kreş imkanlarının çok sınırlı ve paralı olması, doğum sonrası ücretli annelik izninin tartışmaya bile açılmaması, fabrikalar, hastaneler gibi 24 saat hizmet veren işletmelerdeki vardiya sistemi, özellikle çocuklu kadınların çalışmasını neredeyse imkansız kılıyor.

İş yaşamındaki sayısız barikatı aşıp da bir işte tutunabilen kadınlarsa, emeğinin karşılığını alamıyor, ayrımcı ücretlendirme yöntemleriyle savaşmak zorunda kalıyorlar. Sözüm ona “gelişmiş” Avrupa ülkelerinde dahi kadınlar hala erkeklerle ‘eşit işe eşit ücret’ alamamanın cinsiyetçi yaklaşımlarıyla baş etmeye çalışıyor. Oysaki kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılıklar, sosyal yaşamda birbirini tamamlayan parametrelerden başka bir şey değildir. Ancak bu doğal parametreler, eril toplumsal irade tarafından, kadının aleyhine bir ayrımcılık sebebi yapılmakla kalmıyor; din, örf,


16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

adet, gelenek-görenek kıskacında kadın, ikinci sınıf vatandaş olarak muamele görmekten kurtulamıyor. Kadın olmanın çok yönlü sorunları, defalarca bu sayfalarda dile getirildiğinden ve konunun da güncelliği sebebiyle, bu kez daha çok tarım sektöründe çalışan kadınların sesleri ve sorunlarına kulak vermek gerektiğini düşünüyorum. Tarım gibi çalışanları büyük oranda kadınlardan oluşan iş kollarındaki çalışma koşulları, maalesef yukarıda saydıklarımızdan çok daha endişe verici durumdadır. Çünkü bırakalım iş güvenliğini, bu alanda çalışan kadınların ve hatta çocukların- can güvenliği bile yok! Okuyup, bir meslek sahibi olma şansını elde edemeyen kadınların büyük bir bölümü, kırsal alanda veya şehirlerin banliyölerindeki gettolarda yaşıyor. Genel olarak buralarda yaşayan insanların tarım ve inşaat dışında pek iş seçenekleri yok ne yazık ki! Daha çok fiziksel güç gerektiren inşaat işlerine erkekler giderken, kadınlar da tarım alanında çalışmak zorunda kalıyor. Tarım alanında istihdam edilecek bireylerde herhangi bir eğitim şartı ve bilgi düzeyi aranmaması, kalifiye eleman statüsünde olmayan ev kadınlarının ağırlıklı olarak bu alanda çalışmalarına neden oluyor. Sigortası veya herhangi bir sosyal güvencesi olmadan, kaçak çalıştırılan kadın tarım işçileri, nerdeyse “yok pahasına” dedirtecek denli düşük ücretler alıyorlar. Eve üç-beş kuruş katkıda bulunma fırsatını yakaladığını düşünen kadın işçiler, her an işten kovulabileceği korkusuyla iş koşullarını sorgulamıyor, işinde daha özenli ve dirençli davranmak zorunda hissediyor kendini. Evde yalnız bırakamayacağını düşündüğü çocuklarını -belki de bir katkısı olur düşüncesiyleyanlarında götürmeyi bile bir şans olarak görebiliyorlar. Zira çalışmak zorundalar ve bakıcıya verebilecek paraları veya çocukların yanında durabilecek kimseleri de yoktur. Kadınların bu çaresizliğini kullanan işverense, işten atılma korkusunu pekiştirerek, psikolojik baskı yöntemleriyle kadınların sesini kısıyor, kötü iş koşullarına itiraz etmelerini engelliyor. Kaçak çalıştırılarak sendikalaşması önlenen işçiler, gerektiği gibi servis araçlarıyla değil de, hiçbir canlının katlanamayacağı şartlarda traktör, kamyon veya benzeri tarım araçlarında, istifle-

15

nerek tarlalara taşınıyor. Böylelikle her sene onlarca insan, işverenin daha çok kar yapma hırsına kurban ediliyor. Hiçbir iş eğitiminden geçirilmeyen işçiler, tarlalardaki zirai ilaçlardan zehirlenebiliyor, iş kıyafeti verilmediğinden, topraktan geçen mikrop ve parazitler vasıtasıyla ölümcül olabilen hastalıklara yakalanıyorlar. Tarımsal ilaçların sürekli solunması veya ellenmesi uzun vadede cilt veya akciğer kanserine yol açabiliyor. İşçiler, sağlıksız bir ortamda ve süresi belli olmayan zaman dilimlerinde, bazen de soğukta ve yağmur altında saatlerce çalıştırılarak hastalanmalarına zemin hazırlanıyor. Sigortasız da çalıştırıldıklarından, çoğunlukla aldıkları cüzi para, hastane masraflarını dahi karşılamıyor. Manisa’da yaşanan tarım işçileri faciasından sonra, sivil inisiyatif, demokratik kitle örgütü ve kurumlarının yayınladıkları bildirilerde; “kaza değil, cinayet” vurgusu yapmaları boşuna değildir. İşçi güvenliğinin esamesinin okunmadığı, sendikaların tabeladan ibaret işlevsiz örgütler haline getirildiği, sendika veya meslek odaları üyelerinin takip ve kovuşturmalara maruz kaldığı, iş kazalarına sebebiyet verenlerin değil de kazaya uğrayanların yargılandığı bir ülkede, bütün işçi ölümleri cinayettir! Bu cinayetlerin failleriyse birinci derecede; ciddi bir iş ve işçi güvenliği yasası çıkartıp uygulamaya koymayan, sendikaların içini boşaltan, işçi hakları mücadelesi verenleri gözaltına alan ve onları sokak ortasında tekmeleyen, suçlular yerine mağdurları yargılayan; insan hakları ve onuruna aykırı koşullarda işçi çalıştırılmasını engellemeyen egemen sistem ve bu sistemin uygulayıcısı hükümetlerdir. İkinci derecede sorumlularsa; daha çok kar hırsıyla işçi ölümlerine davetiye çıkartan işverenlerdir. Unutmayalım ki; her gün parça parça ölmemize vesile olan, insanlık dışı iş koşullarına son vermenin yolu, bu köhnemiş sistemi alaşağı etmekten geçiyor. Bu da ancak bütün işçilerin bir araya gelip örgütlenerek bir güç haline gelmeleri ve sınıf mücadelesi saflarındaki yerlerini almaları ile mümkündür!

YOLA YOLCU

≫ hıdır uludağ

MLM BİLİMİNİN ÜÇ TAKTİK İLKESİ ÜZERİNE

D

enilebilir ki ‘hem taktik, hem ilke birbirine zıt şeyler değil mi’? Kaba materyalist bir mantıkla yaklaşıldığında öyle anlaşılır. Aşağıda aktaracağım gibi, devrimci stratejiye hizmet eden bu önemli taktikler aynı zamanda komünistler için vazgeçilmez birer ilkedirler. Stalin, “Leninizmin belli taktik ilkeleri vardır” dedikten sonra, bunlar dikkate alınmadan devrime doğru bir şekilde önderliğin yapılamayacağının altını çiziyor. Bu taktik ilkeler o gün olduğu gibi, bugün de komünistlerle, oportünistler ve revizyonistler arasındaki kalın çizgiler olma özelliklerini korumaya devam ediyor. Bunlar; 1) Varsa, uluslararası komünist örgüt tarafından (Komintern gibi) yönlendirici talimatlar hazırlanırken, her bir ülkenin ulusal özelliklerinin göz önünde bulundurulması ilkesi. 2) Her ülkedeki KP’sinin, o ülkedeki proletaryaya geniş bir kitle müttefiki sağlamak için, bu müttefikler geçici, yalpalayan, kararsız, güvenilmez birer müttefik de olsalar en küçük bir fırsattan dahi yararlanma ilkesi. 3) Kitlelerin siyasi eğitimi için sadece propaganda ve ajitasyonun yetmeyeceği, bunun için kitlelerin kendi siyasi deneylerinin gerekli olduğu gerçeği ilkesi. Bu taktik ilkelerin doğru kavranması komünistler için vazgeçilmezdir. Bilindiği gibi Komintern, Çin’de Bolşevik tarzı bir devrim öngörüyordu. Bu, Çin’in ekonomik durumunu, siyasal sistemini, Çin kültürünü, gelenek ve göreneklerini göz önünde bulundurmamaktı. Mao, Marksizm ve Leninizm’i, Çin’in özgül koşullarına indirgeyerek Komintern’e karşı çıkıyordu. Mao, her ülke için geçerli olabilecek çıkınlarında birkaç formül bulunduran sözde Marksistlerden ayrılıyordu. Her ülkedeki devrimci hareketin özel, ulusal niteliklerini ortaya çıkartmak ve bu özellikleri genel doğrularla birleştirmek ve birbirlerine uyum sağlamaları eylemi, yolu ve yöntemi noktalarında Marksistler, Marksist geçinen Troçkist ve revizyonistlerden yollarını ayırıyorlardı. Bu, Marksist bir ilke olan, “somut şartların, somut tahlili” ilkesiyle de uyum içerisinde olan taktik bir ilkedir. Komünistlerin müttefikler meselesi de yine bu çerçevede ele alınmak durumundadır. Tekrar Ekim ve Çin devrimlerinden öğrenmenin vazgeçilmezliği kendisini dayatıyor. Çin’de özü burjuva demokratik devrimlere denk düşen bir demokratik halk devriminin gelişmekte olduğu biliniyordu. Ekim Devrimi’nin burjuvaziye karşı yürütüldüğü de bilinen bir gerçekti. Dolayısıyla Çin için formüller hemen hazır, slogansa belliydi: “Burjuvaziyle tüm ortak eylemlere son.” Mao, bunun kaba bir materyalist anlayış olduğunu ortaya koy-

du. Çin Devrimi, müttefikler ve ittifaklar konusunda Ekim Devrimi ile aynı taktik ilkeleri uygulayamazdı. Ekonomisiyle, siyasal yapılanmasıyla, kültürüyle ve doğal olarak sınıf ilişkileriyle Çin farklıydı. İttifak ve müttefikler de farklı olacaktı. Proletaryaya müttefik olacak olan sınıf ve ara katmanların doğru tahlil edilmesi, en küçük fırsatlardan dahi, devrimin genel çıkarları için yararlanma ilkesinin kavranması olmaksızın devrim hayal olmaktan çıkamazdı. Mao’nun Gomindang’la, Çan Kay-Şek’le somut duruma göre ittifakları, uzun kısa süreli “ortaklıkları” hep böyledir. Ama her koşulda devrimin genel çıkarlarına ve devrimi bir adım daha ilerletmek adınadır bütün bunlar. Lenin’in Troçki ve diğerleriyle aynı parti içindeki “ortaklıkları”, Duma’ya girişi vs. hep bunun içindir. Üçüncü ilkede de belirtildiği gibi, kitleler sadece ajitasyon ve propaganda ile ikna edilemezler. Parti sloganları, kitlelerin kendi siyasal deneyimlerine dayanması gerekiyor. Aksi taktirde kitleleri devrimci mevzilere çekmek kolay olmayacaktır. Örneğin, “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganı genel olarak doğru bir slogan. Ancak ne zaman ve hangi koşullarda atılması gerektiği tespiti doğru yapılmalıdır. Birincisi; Rusya koşullarında, kitlelerin önemli bir kesiminin bu slogan etrafında birleşmeleri, partiye güven duymaları gerekiyordu. Mesela, St. Petersburg Bolşevik Grubu 1917 Nisan’ın da zamanından önce, “Kahrolsun Geçici Hükümet, Bütün İktidar Sovyetlere” sloganı attığı için, Lenin tarafından eleştirildiler. Çünkü kitleler geçici hükümeti henüz yeterince tanımıyor ve hükümetten beklentileri vardı. Kendi öz deneyim ve komünistlerin desteğiyle geçici hükümetin kendilerine bir şey getirmeyeceğini görmeleri gerekiyordu. Ya da Lenin’in ünlü “Bugün erken, yarınsa çok geç olabilir” taktiğinin bütün incelikleri doğru kavranmak durumundadır. Veya Çin komünistleri, 6 ay önceden “Kahrolsun Vuhan’daki Gomindang Yönetimi” sloganını atabilirler miydi? Atamazlardı. Çünkü bu yönetime inanan hala geniş köylü kitleleri vardı. Bu sloganın atılması durumunda KP’sinin geniş kitlelerden tecrit olması gündeme gelebilirdi. Kısacası bu üç taktik ilkedeki ince ayrıntılar ve kıvraklıklar doğru kavranmadığı takdirde sağa-sola savrulmalar kaçınılmaz olacak ve devrim imkansızlaştırılacaktır. Bu anlamıyla ülkemizde ittifaklar meselesi, mücadelenin izlediği gidişat, kitlelerde güven olayının yaratılması, somut şartların somut tahlili, birlik ve ayrılıklar sorununa komünistlerin çok ciddi kafa yormaları gerekiyor. Hiç kimse kendi küçük bakkalından memnun kalmamalıdır. Devrim kitlelerin eseri olduğu kadar, doğru strateji ve taktiklerin uygulanışıyla da ilgilidir.


16

dünya haber

16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

YUNANİSTAN REFERANDUMU İşçi sınıfı, burjuva kapitalist düzeni tamir ederek yenemez, tersine burjuvaziye nefes aldırır, yeniden üretir ve kendisini ezen, ücretli köle yapan bir sistemin krizden çıkmasına destek olmuş olur. Kapitalist reformcuların da tarihleri hep böyle olmuştur. Olan yine işçi sınıfına olmuştur. İktidar hayalleri bir başka mevsime kalmıştır. İşçi sınıfı; devrimci, radikal bir şekilde sistemi yıkmadıkça bu süreç hep böyle devam edecektir Pazar gecesi Euro liderler zirvesinden Yunanistan’a çıkarılan karar şu; Çarşambaya kadar 4 ana başlıktaki reformlar Yunan parlamentosundan geçirilecek, Pazartesiye kadar da 11 ana başlıktaki konularda da adım atmış olarak masaya gelinecek. Masaya oturmak anlaşmanın garantisi değil, Avrupa İstikrar Mekanizması’ndan (ESM) verilecek para da teminatsız olmayacak. Yunanistan halkı yaşadığı ekonomik dar boğazda, kreditörlerin nakit akışını yeniden sağlamak için öne sürdüğü şartları referandumda OXİ (hayır) diyerek reddetti. Yunan halkı tüm halklar gibi onurlu bir halktır ve ulusal değerlerine yapılan saldırıları, rencide edilişini sineye çekmeyerek, yaşadıkları ekonomik krizin gerçek sorumlusu olarak tanıdığı emperyalistlere hayır diyerek demokratik kültürünü ortaya koydu. Bu eğilimi bağımsızlıkçı eğilim ya da anti-emperyalist tavır olarak okumak asla yanlış olmayacaktır. Demokrasi kültürü ve bilinci tarihsel bakımdan da gelişkin olan Yunanistan halkı çağrıyı sürdürecek kuvvetlerin olması koşulunda demokratik bir Yunanistan özlemi ve istemiyle hareket etmektedir. Tüm burjuva ve burjuva türevli iktidarlara karşın halk kitlelerin özsel eğilimi daima ileriye dönüktür. Yunanistan halkı referandumda takındığı demokratik ve hatta anti-emperyalist “OXİ” tavrıyla bunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Tarihi yazan gerçek kahramanlar halk kitleleridir. Yunanistan halkı ortaya koyduğu tavırla mevcut hükümete de rota çizmiş oldu aslında. Fakat hükümetin halk kitleleri kadar sağlam durmadığı görülmektedir. Bundan sonra, yani hükümetin halkın iradesine rağmen emperyalist dayatmalara boyun eğerek gerici uzlaşmalara girmesi durumunda (ki görülen bu eğilimdir) öne çıkacak sorun hükümetle halk kitleleri arasında cereyan eden bir çehreye bürünebilir, bürünecektir. En

azından hükümete verilen destek ciddi bir düşüşe geçecektir. 2008 Aralık'ında 16 yaşındaki Alexis'in polis tarafından öldürülmesi sonrası gündeme gelen ayaklanmadan itibaren çok sayıda genel grev yaşandı, başta Syntagma meydanı olmak üzere sokak hareketleri hemen hemen her gün mevcuttu. Çok aktif, militan, zaman zaman geriye düşen, zaman zaman ileriye sıçrayan bir toplumsal muhalefetle, toplumsal direnişlerle karşı karşıyaydı Yunanistan. Bunlar toplumdaki ve sokak-

taki radikalleşmeyi işaret ediyordu. SYRIZA bu radikalleşmeyle bağ kurabildi ve bu radikalleşmenin taleplerini ifade ederek radikalleşen devrimci sokak muhalefetini kendine çekmeyi becerdi. Bu radikalleşmeyi esasta pasifize ederek denetimine aldı. Ve sonrası gerçekleşen seçimlerde birinci parti seçilerek, sağcı ve ırkçı parti ANEL ile ortak bir hükümet kurdu. Oysa Yunanistan halkının SYRIZA’yı desteklemesinin bir sebebi de Yunanistan’da faşist örgütlenme ve gelişmenin belirgin bir işaret vermesiydi…

Tsipras ve manifestosu Tsipras geçen yıl Eylül ayında Selanik'te kamuoyuna deklare ettiği reform manifestosuna da bağlı kalmadı. Bir tek maddesini bile hayata geçirmedi denebilir. Radikal sol iddiasına karşın gerici devlet prosedürünün dışına hiçbir biçimde çıkmadı. Tsipras; ilk ziyaretini “yavru vatan” Kıbrıs'a giderek gerçekleştirdi. SYRİZA hükümeti de diğer hükümetler gibi Makedonya devletini resmi olarak tanımadı, tanımıyor. Kısacası mevcut devlet protokolüne bağlı olarak klik kav-


dünya haber

16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

gasıyla kitleleri devlete ve devletin manipülatif olarak sergilediği “sevimli” haline çekerek pasifize ediyor, objektif olarak bu rolü üstleniyor.

SYİRİZA'da çatlak veren sesler SYRİZA'nın 5 aylık hükümet süreci AB, IMF ve Avrupa Merkez Bankasıyla küçük sorunların dışında genelde uyumlu geçti. Tsipras mevcut yapılan müzakerelere bağlı kaldı ve imzaladı. Kreditörlerin son dayatılan kemer sıkma programına da bağlı kalacaktı ama SYRİZA içindeki sosyalist-devrimci örgüt ve partilerden tepki alınca (içte % 30 bir muhalif var) temkinli davranmak zorunda kaldı. Ki son dayatılan müzakereyi imzalamış olsaydı Tsipras'lı Syriza’da ilk çatlaklar baş gösterecekti. Tsipras, hem iç muhalefeti susturmak hem de rakiplerini sıkıştırıp daha kazançlı çıkmak ve kendi iktidarını sağlama almak için referandum yolunu seçti. Bu taktik iç muhalefeti şimdilik

susturdu. AB rakiplerine karşı da daha güçlü olarak masaya oturup yeni müzakereler temelinde anlaşacaktır.

AB ve IMF, yunanistan'ın borçlarını ödemeyeceğini biliyordu Ekonomik krizle iflasın eşiğine getirilen Yunanistan’ın borcu ödeyemediğinde AB dışına çıkarılacağı tehdidi, baskı unsuru veya şantaj olarak yapılıyordu. Yunanistan’ın Euro bölgesi dışına itilmesinin elbette çok büyük ekonomik sonuçları olacaktır. Fakat emperyalizme bağımlı ve sistematik olarak borç öderken çekilen zorluklar veya son beş yıldır dayatılan, uygulanan kemer sıkma politikalarının bedelinden daha ağır olmayacağı da bir gerçekliktir. AB emperyalizmi açısından Yunanistan’ın Euro bölgesinden çıkarılmasının sadece ekonomik

sonuçları olmayacak, politik sonuçları da olacaktır. Rusya ile Yunanistan'ın geçmişe dayalı tarihsel bir bağı olduğu bilinmektedir. Rusya’nın geçtiğimiz günlerde Türk Akım Projesi’ne Yunanistan’ı dahil ettiği de bilinmektedir. Yine Çin emperyalizminin de Yunanistan liman işletmelerine talip olup büyük tekliflerde bulunduğu bilinmektedir. AB'li emperyalistler, kendilerine rakip gördüğü Rus ve Çin emperyalizminin himayesinde bir Yunanistan’a elbette razı olmayacaklardır. SYRİZA rakiplerine karşı seçimde elde ettiği yüzde 61'lik kazanımını da kreditörlere karşı kullanacaktır. Kredi ödemelerde bazı değişiklere gidilip bazı küçük rötuşlar yapılıp emperyalist tahakküm sürdürülecektir.

Rusya'nın tepkisi Rusya Ekonomik Kalkınma Bakan Yardımcısı Aleksey Lihaçev, Yunanistan'da halkın referandumda kreditörlerin şart-

larını reddetmesini Atina'nın Euro Bölgesi'nden çıkması adına atılmış bir adım olarak nitelendirdi. Yunanistan'daki referandum sonuçlarıyla ilgili Rus basınına değerlendirme yapan Lihaçev, Yunanistan'ın Euro Bölgesi'nden çıkması ve politik istikrarı sağlaması durumunda yabancı yatırımcılar açısından daha cazip bir ülke olacağını savundu. Rusya ve Çin, Yunanistan’ı kendi cephesine alıp sömürmek için ne gerekirse yapacaktır. Emperyalist Avrupa burjuvazisinin Yunanistan’daki seçim sonuçlarına üzülmeleri normal. Onlar, kendi programlarının aksamadan yürümesini, halkın kemer sıkmasını ve emperyalist sermayenin istemlerinin harfiyen yerine getirilmesini istiyorlar. SYRIZA'lı Tsipras ise bunun daha uzun bir sürece yayılmasını isteyerek karşılık veriyor.

Tsipras'ın seçim zaferinden hemen sonra ilk konuşmasından “Bugün demokrasiye şantaj yapılmayacağını kanıtladık. Yunan halkı cesur bir seçim yaptı. Bunun Avrupa ile çatışma anlamına gelmediğine eminim. Amacımız mantıklı bir çözüm bulmak, zaman kaybetmeden bu amacı gerçekleştirmek için çalışacağım. Çözüm kolay olmayacak ama her iki tarafın da istediği makul çözümler var. Yarın bankacılık sistemini yeniden ayağa kaldırmak için müzakere masasına oturacağız” “Referandumun kazananı ya da kaybedeni yok. Yunanistan müzakere masasına geri dönecek. Yunanistan uygulanabilir bir planı kabul edecek.” Tsipras da çok açık ve ne bir şekilde emperyalizme bağlı kalacağını, çatışmayacağını deklare ediyor. Hiçbir zaman da karşı duruş sergilemedi. Zira sergileyemez, çünkü sınıf dokusu gereği de öyle

davranması beklenendir. Yunanistan’da eski “sosyalist” etiketli PASOK toprağa verilmiş yerine yeni "radikal sol" olarak adlandırılan SYRİZA sahneye çıkmıştır.

İstifalar Ekonomi bakanı Varoufakis'in istifası, yüzde 61'lik bu büyük başarıya rağmen hükümetin kreditörlerle başlayacak yeni görüşme maratonunda çok daha uzlaşmacı bir yol izleyeceğini gösteriyor. Şimdiye kadar görüşmeleri yürüten kadrolarda da önemli değişiklikler bekleniyor. Yeni kadroların yüzü AB'ye dönük, Euro'dan yana olması ve kreditörlere güven aşılayacak kişilerden seçileceği anlaşılıyor. Çünkü Varoufakis, kreditörlerin şimşeklerini üzerine çekiyor, tepki görüyordu…

17

Muhalefet cephesinde de deprem devam ediyor; ana muhalefet partisi başkanı Antonis Samaras Yeni Demokrasi Partisi (ND) Genel Başkanlığı görevinden istifa etti.

Sonuç olarak Yunanistan'da iflas eden kapitalizm Tsipras'ın önderliğinde tekrar restore edilmektedir. Bu süreç kolay olmayacaktır, sancılı geçecektir. Bu sancılı geçiş kitleleri hükümet yanlısı yaparak devrimci sokak muhalefetinin de önüne geçmiş olacaktır. Yunanistan'da en radikal ve aykırı olarak bilinen Anarşistler de “ılımlı” hale gelmiş durumda. Öte taraftan referandum seçimlerinde aktif yer alıp OXİ (hayır) dediler. SYRİZA, içindeki devrimci dinamiğe karşın genel niteliği açısından Yunan burjuvazisinin sol söylemli yeni temsilcisidir. Bugün gelişen ekonomik krizle

birlikte SYRİZA Yunanistan halkı için kurtuluş ve umut olma pozisyonuna dönüştü. “Yetmez ama evet” benzeri bir süreç yaşanıyor Yunanistan'da. SYRİZA rakiplerine karşı OXİ'li yüzde 61'lik bir zafer elde etmeyi başardı. Ama bu başarıyı işçi sınıfının geleceği için kullanmayacağı da bir gerçekliktir. İşçi sınıfı, burjuva kapitalist düzeni tamir ederek yenemez, tersine burjuvaziye nefes aldırır, yeniden üretir ve kendisini ezen, ücretli köle yapan bir sistemin krizden çıkmasına destek olmuş olur. Kapitalist reformcuların da tarihleri hep böyle olmuştur. Olan yine işçi sınıfına olmuştur. İktidar hayalleri bir başka mevsime kalmıştır. İşçi sınıfı; devrimci, radikal bir şekilde sistemi yıkmadıkça bu süreç hep böyle devam edecektir.


18 İşçi sınıfı mücadelesi ve güncel yorum

Devrimci siyaset; ilkeli ve işçi sınıfının tabandan gelen gücüyle iradeleştiğinde sonuç alıcı bir nitelik kazanır. Her şeyden önce son işçi eylemlerinde de görüldüğü gibi, işçi sınıfı örgütlülüğü olarak sendikalarda yaşanan tahribat büyüktür. Bu tahribatın devrimci bir müdahale ile giderilmesi, işçi sınıfının nicel dalgalanmasının sınıf mücadelesinde bir niteliğe kavuşması ve unutulan yok sayılan devrimci ilke ve çalışma tarzının, devrimci sendikal örgütlenmenin bu süreci aşmak için yol haritasını çıkarması gerekir. Durum ve zemin ne kadar geri olursa olsun, sendika ağaları ve gerici kodamanların yarattığı tahribat ne kadar büyük olursa olsun, Lenin’in işaret ettiği gibi “Komünistler işçi sınıfının sendikal mücadelesine uzak duramaz, yabancı kalamaz ve düşmanca bir tutum takınamaz.”

gündemleştirilen “sendikaların bağımsızlığı” iddiasıdır. İşçi sınıfının politik olarak geri ve orta kesimlerini özellikle sınıf hareketinden koparmak, burjuvaziye ve patronların kölelik koşullarına karşı verilen mücadelede silahsızlandırmak ve bu silahsızlandırmanın bir aracı olan mevcut “sendikalardaki” gerici yoz yönetimleri korumak için gündemleştirilen bu mesele, Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci ve komünist hareketi açısından aşılmış bir mesele olsa da, geniş işçi kesimlerinin tabanında hala “itibar” görmektedir. Tabi ki söz konusu olan sendikaların idari bağımsızlığı değildir. İdari açıdan sendikaların bağımsız olması gerekliliği, işçi sınıfının tabandan direk denetleyebildiği ve demokratik seçimlerle kendisini iradeleştirdiği mekanizma, herkesten önce komünistlerin ve devrimcilerin dünya görüşünün güvencesindedir. İşçi sınıfının ekonomik demokratik haklarını arama ve siyasi mücadelenin bir parçası olarak bu hakları konumlandırma kurumları olan sendi-

16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

nitelik kazanan işçi direnişlerinde, işçi sınıfıyla devrimci sendikal çizgi arasına bu mantıkla duvarlar örülmeye çalışılmıştır, çalışılmaktadır. Toplumdaki karşıt sınıfların mücadelesinin bir parçası olan, örgütleme ve hareket planında birçok siyasal eğilimden fazlasıyla etkilenen sendikaları siyasetten bağımsız kurumlar olarak tasavvuf etmek, bu zemindeki gerçekliğin çarpıtılmasıdır. Devrimci siyasetin bu alanla buluşmasını engelleme çabasıdır. Devrimci siyasetin olmadığı koşulda sendikalarda hakim olacak anlayış, sağ veya sol küçük burjuva anlayıştır. Daha da önemlisi, devrimci si-

Sendika bürokrasisine karşı tabandan örgütlenen güçle müdahale şarttır Mevcut koşullarda işçi sınıfının mücadelesi, sınıf çıkarlarının karşısında duran tüm gerici odakları hedef almak durumundadır. Ekonomik, demokratik hak arama mücadelesinin zemin olduğu ve siyasal mücadele ile kapitalist sistemi hedef alan tavrı, işçi sınıfının başına çöreklenmiş sendika ağalığı, bürokrat rantçı “burjuvazinin teğmenlerine” tavırla birleşmeli ve işçi sınıfına ihanet odaklarına yönelmelidir. Bunun ilk adımı tabandan gelen gücü devrimci dinamizm ile örgütlemektir. Ekonomik demokratik hak arama eylemleriyle, patronlara, kapitalist sisteme ve yanı başında ihanet şebekeleri olarak duran satılmış “sendikalara” karşı sınıfın gücünü harekete geçirmek, işçi sınıfının mücadelesinde devrimci çizginin niteliği olacaktır. Devrimci çizgide sendikaların tabandan gelen güçle örgütlenmesinde, en büyük manüpilasyon, burjuva ideologlarca

kaların, söz, karar ve yetkiyi denetleme hakkını üyelerine verdiği, alttan üste denetim mekanizmalarını oluşturduğu bağımsız bir idari yapısının olması, sendikaların en doğal işleyişidir. Burjuvazinin ve denetimine girmiş sendika ağalarının gündemleştirdiği mesele bu değildir. Gerici bağnaz egemenlik, burjuva siyasetin denetiminde olan “sendikalarda”, devrimci çizginin yaratılmasını engellemek için “sendikalar siyasetten bağımsızdır” demagojisine sarılmaktadır. Bursa Metal iş kolu merkezli başlayan ve Polimer, Embay gibi işçilerin direnişiyle günden güne olumlu zeminde

yasetin olmadığı alanlarda, burjuva siyasetin hegemonya kurması daha kolay olmaktadır. Demek ki asıl sorgulanması gereken, sendikaların siyasetten bağımsız olup olmaması meselesi değil, hangi siyasetin etkisinde ya da denetiminde olduğu meselesidir. Farklı tonlarda ve niyetlerde olsa da, anarko sendikacılığı da, işçi sınıfının önderliğinde militan devrimci duruşu yadsıyan bir niteliktedir. Sistemli karşı devrimin kurumsal çalışmasından, sağ ya da sol küçük burjuva sapmalara kadar, işçi sınıfının çıkarlarıyla bağdaşmayan tüm siyasal denetim ve etkilerin kırılmasının tek yolu da bu alanlara devrimci si-

yasetin müdahalesidir. Devrimci siyaset; ilkeli ve işçi sınıfının tabandan gelen gücüyle iradeleştiğinde sonuç alıcı bir nitelik kazanır. Her şeyden önce son işçi eylemlerinde de görüldüğü gibi, işçi sınıfı örgütlülüğü olarak sendikalarda yaşanan tahribat büyüktür. Bu tahribatın devrimci bir müdahale ile giderilmesi, işçi sınıfının nicel dalgalanmasının sınıf mücadelesinde bir niteliğe kavuşması ve unutulan yok sayılan devrimci ilke ve çalışma tarzının, devrimci sendikal örgütlenmenin bu süreci aşmak için yol haritasını çıkar-

ması gerekir. Durum ve zemin ne kadar geri olursa olsun, sendika ağaları ve gerici kodamanların yarattığı tahribat ne kadar büyük olursa olsun, Lenin’in işaret ettiği gibi “Komünistler işçi sınıfının sendikal mücadelesine uzak duramaz, yabancı kalamaz ve düşmanca bir tutum takınamaz.” Mevcut sendikalarda işçi sınıfının çıkarlarıyla bağdaşmayan, burjuva işbirlikçi bürokratizmin hakimiyeti konusunda, devletin yasa ve idari yapısının yarattığı avantaj tartışmasızdır. Devletin yasaları ve idari yapısı, mevcut sendikalara aynı biçimde sirayet etmiştir. Yasalarla sendikalara biçilen statü, toplu sözleşme ve örgütlenme hakkına getirilen baraj, iç yönetmenlikler özünde sendikaları sınıfın denetiminde ve örgütlü gücünde konumlanmasını engelleyen durumlardır. Bu gerici yasalara karşı mücadele etmek, sendikal demokrasi ve sendikal örgütlenme ile paralel yürüyecektir. Tabanın iradesini yok saymak, siyasal görüşlerinden dolayı üye ve seçme hakkını engellemek, sendika üyesi işçiler üze-


19 mevcut sendikalar üzerine(2) 16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

rinde egemenlik kurmak, farklılaşma durumunda siyasal baskı yapmak, mevcut gerici sistemin mevcut sendikalar içindeki yansımalarıdır. Devrimci sendikal çizgi, sendikaların idari yapısındaki işleyişte, nitelik farkını ortaya koymak durumundadır. Sendikal örgütlenmenin genel sorunlarından, toplu iş sözleşmelerine, yürütülecek mücadelenin genel hattının belirlenmesinden, her bir süreçte işverenlerle ya da başka kurumlarla gerçekleşmiş görüşmelere, kendi özgün taleplerinden toplumun genel sorunlarına, kendi özgün taleplerinin eylemselliğinden toplumun genel talepleriyle dayanışma eylemliliklerine kadar tüm meseleleri tabandan tartışmak ve tabandan demokratik işleyişle merkezileştirmek, devrimci sendikal çizginin doğru ve güçlü yanlarıdır. Tabi ki tabandan örgütlenen bu çalışmanın militan tarzda örgütlenmesi, işçi sınıfının siyasal mücadeledeki rolünü toplumsal devrimci dinamiklerle ortaklaştırır. Tüm mesele sendikal mücadelenin siyasal mücadeleyi güçlendiren, toplumsal dinamiklerin önder gücü olan işçi sınıfıyla toplumun diğer dinamiklerini devrimci siyasette ortaklaştırıp karşı devrim güçlerine yönelmesini sağlayan duruştur. Sendikal mücadele bu duruşun en geniş işçi tabanıyla ekonomik demokratik mücadele ile birleştiren bir mücadeledir. Devrimci çizgide önderlik rolü, "tanrının" devrimcilere vahi yoluyla bahşettiği bir rol değildir. Ya da işçi sınıfının mevcut duruşunu ve örgütleme araçlarını tahlil edip, hareket eylem planındaki, önderlik konumundaki zaafları, gerici özellikleri sıralamak, sorunun pratik olarak aşılmasında bir adım olsa da, devrimci bir pratiker olarak örgütsel müdahalede somutlanmıyorsa anlamlı değildir. Öncü-

lük ve önderlik işçi sınıfının içinde azimle, enerjik, sabırlı ve fedakar bir çalışmayla sağlanabilir. İşçi sınıfının tüm mücadelelerinde yer almak, gerici ve tasfiyeci nitelikte de olsa tüm sendikalarda çalışmak meselenin bir yanı iken, işçi sınıfının özgün ve genel sorunlarını, lokal ve genel eylemliliklerle, özgün ve genel taleplerle gündemleştirip sınıfın en yaygın gücüyle örgütlemek, sınıfın toplumsal rolünü oynamasını sağlayacaktır. Ve bu somutlukta kendisini örgütleyen devrimci sendikal çizgi, geniş işçi potansiyeli tarafından sahiplenip geliştirilir. Mücadelenin gücüyle kazanılan mevziler işçiler tarafından daha güçlü sahiplenilir ve yeni kazanımların siperleri haline gelir. Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyamızda (dünyada da konjonktürel bir durumdur), sendikal hareketin başına çöreklenmiş sendikal kodamanlar ve bürokratizm, egemen sınıfların belkemiği olmuş durumdadır. Ve sendika ağalığı, bürokrat aristokrat ihanet şebekeleri, işçi sınıfının sırtından geçinen ama aynı zamanda işçi sınıfının baş belası olmuş durumdadır. Ne zaman işçi sınıfının eylemleri yükselmiş ve komprador tekelci burjuvazinin yasal çerçevelerini zorlar hale gelmişse, hakim gerici sınıfların imdadına bu sendika bürokrasisi yetişmiştir. Çünkü bu sendikal bürokrasi de sistemden nemalanmakta, sendikacılığı kendi özel hayatını ürettiği ve kişisel kar sağladığı alanlar olarak görmektedir. İşçilerin oyu ile seçildikleri konumlarını, zamanla ayrıcalıklı, denetlenmeyen bir mevki haline getirmişlerdir. Bu konumlarını korumanın güvencesi, sisteme kapı kulluğu, işçi sınıfına ihanettir. İşçi sınıfının mücadelesinin ve sendikal örgütlü gücünün gerilemesinde bu gericileşmiş sendikaların rolü tartışmasız-

güncel yorum

dır. Buna karşı mücadele her zaman cepheden örgütlenecek araçlarla olmayabilir. Yani, mevcut sendikaların dışında, devrimci sendikal çizgide sendikalar oluşturarak örgütlenmeler yapmak bir yöntemdir. Fakat sistemin sendikalar yönetmenliği, (ki bu yönetmenlikler sendikalarda gerici anlayışların hakim olmasına avantaj sağlamaktadır), sendikalarda kurumsallaşmış bürokratizm ve sendika ağalığı, tabanın diri dinamiklerinin örgütsüzlüğü vb. gibi dezavantajlar ele alındığında sadece bu cepheden tutumla hakim olan gerici tarzı parçalamak yeterli olmamaktadır. Bu bürokrasiye karşı mücadeleyi, daha farklı yöntemlerle güçlendirmek gerekir. Ki bu konuda devrimci çizgi adına doğru hareket etmeyen bir çok “sol” eğilim, sendikal bürokratizme tavır adı altında işçi sınıfına tavır alarak işçileri kendi kaderine bırakıyor. Sorun kapsamlı çalışmalara davetiye çıkarıyor. Sendikalar gibi bir kitle hareketinde, cepheyi genişletip hedefi daraltmak, önemli bir meziyettir. Cephenin genişlemesi, yaygın bir taban çalışması ve sorunların, çözümlerin tabanla buluşturulmasıdır. Talepleri ortaklaşan geniş işçi yığınları, sağlam ve militan bir duruşta kenetlenirler. İşçi sınıfının doğal refleksi dahi bunu yaratmıştır. Otomotiv sanayindeki direniş, Türk Metal’in ihanet tavrını parçalamış, on binlerce farklı fabrikalarda ve organize sanayi bölgelerinde çalışan işçileri de harekete geçirerek, talepleri ortaklaştırmıştır. Bu dalga somut olarak çelişkilerin ne denli derin olduğunu ve işçi sınıfının ne kadar dinamik olduğunu açıkça ortaya çıkarmıştır. Nesnel çelişkilerin üzerinde bir özne olarak var olan bu dinamiğe verilecek devrimci ve militan bir öz, sistemi ve sendikal bürokrasiyi parçalayacaktır.

Tabandaki bu militan çalışma, sendikal bürokrasi içinde yapılacak bir ayrımla, yönelecek karşı devrimci gücü zayıflatacak bir başka öğedir. Sendika yöneticileri arasında, üst bürokrasi ile orta ve alt bürokrasi aynı derecede hedef değildir. İflah olmaz palazlanmış üst bürokrasinin dışında kalan orta ve alt tabaka, militan ve kitlesel tabanın gücüyle dönüştürülebilinir, en kötü olasılıkla etkisizleştirilebilinir. Bu tür ayrışımların yapılarak çatışma ve birleşmenin doğru yapılması, devrimci sendikal çalışmanın önünü açacaktır. Devrimci çizginin, kendisi gibi olmayan anlayışlarla, mücadelenin taktikleri gereği bazı uzlaşmalar yapması, ne devrimci çizgiyi zayıflatmaktır ne de reformizm ve tasfiyeciliktir. Biz burjuvazi ve onun sosyal dayanaklarıyla işbirliğine girerek yöntem ve taktik belirlemiyoruz. Onun, basitten karmaşığa tüm anlayışlarıyla çatışma halindeyiz. Ama onun anlayışının bizden kopardığı birey ve toplumsal dinamikleri de geri kazanmayı mücadelemizin gereği sayarız. Tabandan kazanılmış sağlam mevzilerimize dayanarak bu mücadeleyi sürdürmek, kitlelerin kendi mücadelesinde özne olma niteliğini merkezileştirecektir. Bu bilinçle işçi sınıfı içinde örgütlenmek, devrimci ve komünist çizgide örgütlenmeye çalışan sendikaların yanında, gerici sendikaların denetimindeki işçi sınıfı ve “sendikaların” içinde örgütsel çalışmayı merkeze almak, işçi sınıfını örgütlemenin ana yönelimidir. Son eylemlerle işçi sınıfı önderlik beklediğini nesnel duruşuyla ifade etmiştir. Komünist ve devrimci militan duruş bu davete gecikmemelidir.


20 İşçilik her yaşta zor zanaat gençlik haber

Eğitimin gerçekleştirildiği mekanlar olarak okulların örgütlenme biçimleri, kurallarla verilen eğitimin içeriği, bu içeriğin sunulmasında kullanılan yöntemler, hep toplumsal sistemin “istediği insan” karakteriyle örtüşecek biçimde hayata geçirilmiştir. Kısaca eğitimin amacı “istenilen insanı” yaratmaktır. Bu eğitimin yanı sıra biz gençlere geçim dertlerini de ekleterek daha fazla sistemin boyunduruğu altına almaya çabalamaktadırlar. Bizler gençlik olarak, öğrenci işçiler olarak diyoruz ki; ne sizin istediğiniz sistemi savunup susup oturacağız ne de üç kuruşa çalışıp tersaneler de madenlerde inşaatlarda ölümü bekleyip, bu durumu kabullenmeyeceğiz. Silik, üretimden kopuk hale getirilmeye çalışılan gençlik olmayacağız, her şeye rağmen sundukları sistemi reddedip kavganın önünde, sınıf mücadelesinde yerimiz varsa, bir görünen bir de görünmeyen emekte, görünmeyen yüzü biz isek; bu kavgada ön saflarda yer almalıyız

Çalışmanın bir görünen yüzü bir de görünmeyen yüzü olan öğrenci işçiler var. Pek çok öğrenci okurken karşılaştığı ekonomik zorluklardan dolayı çalışma hayatına dahil olur, masraflarını karşılamaya çalışır, yeri gelir ailesine yardımcı olur. Bir bakarsın bir cafede garsondur çayını getirir, bir bakarsın oturduğun evin tuğlasının harcını karmıştır, bir bakarsın bindiğin arabanın tekerini tamir etmiştir. Kentlerde, okuldan sonra tamirhanelerde çıraklık, marketlerde getir-götür, pazarlarda buz gibi soğuk suuuuu içennnn? naralarıyla harçlığımızı çıkartıp “ ailemize yük olmayalım”, “benim de tuzum olsun, aile ekonomisine katkım olsun” diyerek aile ekonomisine mecbur katkı sağlama zorunluluğunda olmamız, çalışma hayatıyla erken yaşlarda tanışmamıza neden olur. Anlayacağınız bir insan okula başladığı andan itibaren çalışmak zorunda, okula gidemiyorsa, imkan yoksa çalışmak zorunda. Köyde yaşıyorsan bu durum yine değişmiyor sadece iş olanakların değişiyor. Tarla varsa tarla ekip biçiyorsun, pancar borusu değiştirip, mercimek yolup ya da koyun güdüp, ahır temizleyip, bağ bostana gidip geliyorsun. Okuldan kalan zamanlarda ya da okula gidemiyorsan evdeki birey sayısıyla ekonomik gelir sağlayan kişilere dönüşüyorsun. Eskiden belli düzeyde kentte orta sınıf, köyde mülk sahibi aileler çocuklarının eğitim masraflarını

16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

karşılayabiliyorlarken bugün bu kesimler gelir düzeylerindeki geriye düşüşle ve eğitim masraflarının yükselmesiyle masrafları karşılayamayacak duruma gelmişlerdir. Çalışmanın her alanında; öğrenci işçiden tutun da, taşeronundan güvenlik görevlisine, madencisine, inşaatta tuğlacısına, markette kasiyerine kadar hepsinin işçi sağlığı ve iş güvenliğine dair hiçbir güvencesi yoktur. Patronun kafası atıyor hoop kapı önündesin, sendika değiştirirsin kapı önündesin, eşit işe eşit ücret dersin kapı önündesin, emek alın teri dersin kapı önündesin, patronun servetinden servetçikler gidince hoopp gene kapıdasın, muhalifsen, egemen sisteme karşıysan kapı önündesin…

Gençlik ölüyor sistem kazanıyor Güvencesiz ve sömürüye dayalı koşullarda çalışmak zorunda kalan gençlik gerçekliğinde; Torunlar İnşaat’ta harçlığını çıkarmak için çalışan öğrenci işçi olursun iş güvenliği yerine patronun cebinin güvenliği düşünüldüğü için asansörün düşmesi sonucu ölürsün, Soma’da maden kazasında, Nevşehir’de 6. kattan düşerek iş kazası(!) adı altında ömrümüzün baharında 19 yaşında ölümlere davet ettirilirsin, iş yerindeki mobbinglere maruz kalırsın, ses çıkartırsan da boyun eğmezsen de ölürsün, işten atılırsın. Adana’da plastik fabrikasında harçlığını çıkarmak

için çalışırken başın pres makinesine sıkışıp 13 yaşında kalırsın, Roboski’de terörist(!) zannedilip kurşunlanırsın, aileye katkı olsun diye hem okuyup hem koyun otlattığı için yine terörist(!) ‘zannedilerek’ 14 yaşında havan toplarıyla ölürsün…

Emeğin görünmeyen yüzü Öğrenci işçiliğin yaygınlaşmasıyla düşük ücretler, görünmeyen emek, uzun çalışma saatleri ve keyfilik öğrenci işçilerin görünümünün de bir diğer parçası haline geliyor. Çalışma saatlerinin yoğun olması öğrencilerin kendilerini ne öğrenci ne de işçi olarak hissetmesine neden oluyor. Kısacası çalışarak okumak, burjuva çocukları ve dolgun gelire sahip ‘mutlu’ azınlık dışında hemen tüm sınıf ve kesimlerin çocukları açısından gerekli olacak işçi öğrencilik olgusu bir gelecek eğilimi olarak da hükmünü konuşturacaktır. Gençlik olarak sınıf savaşımını, sınıflı toplum gerçeğini görürken ve bizleri kendi sistemleri içersinde belli bir sınıfa, belli bir kalıba sokmaya çalışan eğitimin, eğitim sisteminin amacı; bugüne kadar var olan toplumsal yapının “değerlerini” içselleştirmiş, toplumda egemen olan ideolojiyi beynin her köşesine yerleştirmek üzere şekillendirilmiş bir “eğitilmişler” ordusu yaratmaktır. Var olan toplumsal yapı da, bu ordunun üniformasız askerlerinin itaatkarlığı oranında yaşama şansı bulabilmektedir.


16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

Eğitim, yüzlerce yıl boyunca; düşünen, sorgulayan, müdahale eden bireyler yerine onaylayan, kabullenen, ama bunları yaparken sistemin belirlenmiş çerçevesinde, “gerektiği kadar” düşünen sürüler üretti. Ancak bu duruma şaşırmamak gerekiyor. Bu şekilde meydana getirilen “insanlar”, bu tür toplumlardan beslenen sistemlerin kendilerini yeniden üretmelerinin ve bu yolla hayatta kalabilmelerinin garantisidir. Eğitimin gerçekleştirildiği mekanlar olarak okulların örgütlenme biçimleri, kurallarla verilen eğitimin içeriği, bu içeriğin sunulmasında kullanılan yöntemler, hep toplumsal sistemin “istediği insan” karakteriyle örtüşecek biçimde hayata geçirilmiştir. Kısaca eğitimin amacı “istenilen insanı” yaratmaktır. Bu eğitimin yanı sıra biz gençlere geçim dertlerini de ekleterek daha fazla sistemin boyunduruğu altına almaya çabalamaktadırlar. Bizler gençlik olarak, öğrenci işçiler olarak diyoruz ki; ne sizin istediğiniz sistemi savunup susup oturacağız ne de üç kuruşa çalışıp tersaneler de madenlerde inşaatlarda ölümü bekleyip, bu durumu kabullen-

meyeceğiz. Silik, üretimden kopuk hale getirilmeye çalışılan gençlik olmayacağız, her şeye rağmen sundukları sistemi reddedip kavganın önünde, sınıf mücadelesinde yerimiz varsa, bir görünen bir de görünmeyen emekte, görünmeyen yüzü biz isek; bu kavgada ön saflarda yer almalıyız.

Cebimizden harçlık değil ölüm eksik olmuyor Nevşehir’de üniversite harçlığını çıkarmak için nakliye şirketinde çalışan 19 Yaşındaki Fatih Gürbüz ilk iş

kadın haber gününde 6. kattan düşerek yaşamını yitirdi. Yaz aylarının gelmesiyle birlikte öğrenciler, staj sömürüsü ya da ekonomik sıkıntı nedeniyle zor ve ağır şartlarda çalıştırılmaya bırakılıyor. İlk iş gününde Cevher Dudayev Mahallesi’nde bulunan kooperatif bloklarına eşya taşımacılığında çalışan Fatih Gürbüz de vinçle evin balkonuna çıkarılan kanepeyi almak istediği sırada, apartmanın zemin katına düştü. Sağlık ekipleri olay yerine gelene kadar Fatih Gürbüz yaşamını yitirdi. Cenazesi Nevşehir Devlet Hastanesi morguna kaldırıldı. Savcılık olayla ilgili soruşturma başlattı.

21

Öğrenciyiz, işçiyiz haklarımızı biliyoruz direniyoruz

Geçtiğimiz haftalarda İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Maltepe sahilinde Ramazan ayı boyunca düzenleyeceği etkinlikler için Çare Park Temizlik Gıda Şirketi ile anlaşmıştı. Çare Park şirketinde çalışan 4 öğrenci işçi ağır çalışma koşullarının dayatılması sonucunda işten atıldı. İşçiler işten atılmalara karşı bir eylem gerçekleştirerek durumu kamuoyuna duyurdular. Okul masraflarını çıkarmak için çalışan 4 işçinin işten çıkarılmasına tepki gösteren arkadaşları Maltepe Beşçeşme Meydanı’nda buluşarak Ramazan etkinliliğinin olduğu alana yürüyüş gerçekleştirdiler. Yürüyüş öncesi çevredeki esnafa, cafelere ve çevredeki insanlara bildiri dağıtarak çalışma sorunları hakkında bilgilendirdiler. Yürüyüş sonunda ise “Çare Park işçisi yalnız değildir” pankartıyla çalıştıkları alanın önüne gelindi. Burada açıklama yapan işçiler, taleplerini bir kez daha dile getirerek, işe geri alınmayı talep ettiler. Açıklama sonrası işçiler, şirket yönetimi ve İnşaat-İş Sendikası temsilcisinin katılımıyla bir görüşme gerçekleştirildi. Görüşmede işçilerin talepleri kabul edildi. Şirket yönetimi, ücretleri ve geriye dönük sigorta primleri ödeyeceğini belirtti. İşçilerden özür dilenmesi talebi de yüz yüze yapılan görüşme de dile getirilerek gerçekleştirilmiş oldu.

DKH Kadın Kampı programını yayınladı Demokratik Kadın Hareketi, 1-5 Ağustos tarihlerinde Ovacık’ta ‘Kadın yönetime kadın iktidara’ şiarıyla kamp düzenleyecek Kadın cephesinden mücadeleyi yükseltmeyi amaçlayan, her türlü baskıya, cinsel, ulusal, sınıfsal şiddete, emek hırsızlığına ve yabancılaşmaya karşı kadınların birleşik örgütlü mücadelesini yürütmeyi kendine perspektif edinen Demokratik Kadın Hareketi (DKH), 1. Kadın Kampı’nı örgütlüyor. Dersim’in Ovacık İlçesi’nde yapılacak olan kamp, 1-5 Ağustos tarihlerinde düzenlenecek. ‘Kadın yönetime, kadın iktidara’ temel şiarıyla düzenlenen kampta toplumsal cinsiyetten yabancılaşmaya, feminizmden ekolojiye birçok konu tartışılacak. DKH’nin yayınladığı kamp programı şöyle:

1 AĞUSTOS CUMARTESİ

2 AĞUSTOS PAZAR

3 AĞUSTOS PAZARTESİ

4 AĞUSTOS SALI

KAHVALTI: 09.00-10.00

KAHVALTI: 09.00-10.00

KAHVALTI: 09.00-10.00

ATÖLYE: Toplumsal Cinsiyet ve Kadın KATILIMCILAR: Sosyolog Özlem Uç DKH üyesi Dilşat Canbaz SAAT: 10.30-13.30 ÖĞLEN ARASI: 13.30-14.30

ATÖLYE: Yeni Toplumsal Hareketler; Ekoloji Mücadelesi ve Kadın

ATÖLYE: Kadın ve Sanat KATILIMCILAR: Grup Alamor üyesi Nilüfer Akdağ Sancı Kültür Sanat Dergisi üyeleri SAAT: 10.30-13.30 ÖĞLEN ARASI: 13.30-14.30

KAHVALTI: 09.00-10.00 ATÖLYE: Yabancılaşma ve Kadın KATILIMCILAR: Akademisyen Sibel Özbudun DKH üyesi Zeynep Dağ SAAT: 10.30-13.30 ÖĞLEN ARASI: 13.30-14.30 ATÖLYE: Feminizm KATILIMCILAR: Sosyolog Berfin Azdal DKH üyesi Dersim Konak -SAAT: 15.00-18.00 AKŞAM YEMEĞİ: 19.00-20.00

FORUM: Yüzleşme Atölyesi/ Şiddet Pratikleri ve Mücadele Yöntemleri SAAT: 15.00- 17.00 AKŞAM YEMEĞİ: 19.00-20.00

KATILIMCILAR: Av. Diren Cevahir Şen DEDEF Ekoloji Komisyonu üyesi Songül Balkız SAAT: 10.30-13.30 ÖĞLEN ARASI: 13.30-14.30 DOĞA YÜRÜYÜŞÜ: 14.30-18.00 AKŞAM YEMEĞİ: 19.00-20.00

ATÖLYE: LGBTİ KATILIMCILAR: Dersim Roştîya Asmê LGBTİ üyesi Loren Elva İSTANBUL LGBTİ Dayanışma Derneği üyesi Kıvılcım Arat SAAT: 15.00-18.00 AKŞAM YEMEĞİ: 19.00-20.00

5 AĞUSTOS ÇARŞAMBA ŞENLİK PROGRAMI -GRUP ALAMOR -ERBANE GRUBU -YARIŞMALAR -TİYATRO İS


22

güncel haber

16-31 TEMMUZ 2015 Halkın Günlüğü

Tutsaklara yönelik saldırılar devletin kimliksizleştirme politikasıdır! Devrimci tutsaklara yönelik saldırılar devletin sistemli bir politikası olarak geçmişten günümüze kadar süregelmiştir. Kimliksizleştirme, asimile etme, sindirme, tekli hücrelere koyarak yalnızlaştırma bu politikaların yalnızca birkaçıdır. Bir yandan hücre sistemini uygulamaya çalışırken “kökten çözüm” planları yapan devlet, diğer yandan koğuş sisteminden oda sistemine geçerek özellikle siyasi tutsakların yaşam alanlarını daraltmıştır Önce E Tipi, ardından H Tipi, en son F Tipi hapishane sistemine geçilerek tutsaklar en fazla 3 kişilik oda sistemine alınmışlardır. Bunları takiben D, L ve T Tipi hapishaneleri faaliyete sokulmuştur. Hapishaneler gerçekliğinde yapılan faşist düzenlemelerle; devrimci tutsakları sindirmek, yıldırmak amaçlanmaktadır. Bu kirli politikalar sadece içeride tutsaklara uygulanan bir politika değildir. Aynı zamanda dışarıda verilen mücadeleye de engel olmaya çalışılmaktadır. Hapishanelerde tutsaklara uygulanan kimliksizleştirme politikaları ile devrimci iradeyi teslim almaya çalışan devlet; hücre cezalarıyla, sürgünlerle, düzmece fezlekeler sonucunda uzun tutukluk süreleriyle, insanlık dışı politikalarıyla, hasta olan tutsaklara sağlık açısından yetersiz bakım ve tedavi olanağının sağlanmamasıyla hücreleri birer tabutluk haline getirip sosyal devlet anlayışını(!) uygulamaktadır.

Hayata dönüş (!) saldırısının ikinci perdesi mi yayınlanacak! Bakırköy ve Gebze Kadın Hapishanesi’ndeki kadın tutsakların Silivri Hapishanesi’nde yeni açılan F Tipi (Yüksek Güvenlikli) hapishanelere yapılmak istenen sevkleri, 19-22 Aralık 2000’de yapılan “Hayata Dönüş (!)” katliamı ile 28 devrimci tutsağı katleden, diri diri yakan devletin yeni bir katliamın peşinde mi olduğu sorusunu gündeme getirdi. Geçmişten günümüze kadar içeride ve dışarıda devam eden siyasi tutsaklar üstündeki kirli politikalar, AKP iktidarı ile birlikte son olarak İç Güvenlik Yasası ile meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Bakırköy ve Gebze Kadın Hapishanesi’nde uygulanmak istenen uygulamalar da bunlardan bazılarıdır. Bu durum karşı-

sında direnen kadın tutsaklar sevkleri kabul etmediklerini ve yeni bir katliama izin vermeyeceklerini belirttiler. Bakırköy ve Gebze Kadın Hapishanesi'nde gerçekleştirilecek olan sürgünlere ve tecride karşı, insan hakları savunucuları, demokratik kitle örgütleri ve hukukçular hapishane önünde bir açıklama yaparak sürecin takipçisi olacaklarını belirttiler. Açıklamada ÇHD İstanbul Şube Başkanı Gökmen Yeşil, tecridin ve sürgünlerin Metris, Ümraniye, İmralı hapishanelerinde sürdüğünü belirterek “Bakırköy ve Gebze Cezaevleri’nde tecride ve sürgünlere karşı kadınlar direnecek. Bu sürecin takipçisi olacağız. Direnişe destek vereceğiz ve direnişimizi daha çok büyüteceğiz. Sürgünlere sevklere karşı çıkacağız" dedi.”Olası bir sevk halinin 'hayata dönüş' katliamı benzeri bir sonuç doğuracağı muhtemeldir. Bizler, Bakırköy Kapalı Kadın Hapishanesi'ndeki tutuklular ve onlarla kalan çocuklara yönelik tecrit uygulamasına seyirci kalmayacağız. Sürecin takipçisi olacağız” dedi. Açıklamaların ardından oturma eylemi yapıldı. Hapishanelerde yaşamını yitiren devrimci tutsaklar anısına yapılan saygı duruşu ile eylem sonlandırıldı.

Demokratik haklar mücadelesi engellenemez! 27 Mayıs’ta İstanbul’da DHF’ye yönelik yapılan baskınlarda, gözaltına alınarak tutuklanan 9 DHF üyesi, hapishanenin keyfi uygulamalarına ve baskılarına maruz bırakılıyor. DHF’li tutsaklara yönelik baskı ve uygulamalarla devrimci iradeyi teslim alacaklarını düşünen devlet ve hapishane yönetimi, mücadele ve iradenin sadece dışarıda değil içeride de

daha da bileylenerek ileriye atılacağını bilmelilerdir. DHF’ye yönelik gerçekleştirilen baskınlar da gözaltına alınarak tutuklanan 9 DHF’li götürüldükleri Silivri 2 No’lu L Tipi Hapishanesi’nde, hapishane yönetiminin keyfi uygulamaları ve baskılarına maruz kaldılar. Tutsaklardan Çağlar Fakir ve Akın Odabaş çıplak arama işkencesine maruz kalırken, bu duruma karşı çıktıkları için fiziki saldırıya uğramışlar, yine Çağlar Fakir’e yemek masası verilmeyerek, en temel hakkı dahi gasp edilmiştir. Yapılan keyfi uygulamalar karşısında sessiz kalmayan DHF’li tutsaklar iki gün boyunca yemek yemeyerek protesto eylemi gerçekleştirmiştir. Yapılan protesto karşısında hapishane yönetimi keyfi tutumundan vazgeçerek tutsakların ihtiyaçlarını karşılamak zorunda kalmıştır.

Devrimci tutsaklara yapılan baskı ve keyfi uygulamalar protesto edildi 27 Mayıs’ta DHF’ye yönelik baskınlarda gözaltına alınarak tutuklanan DHF’liler kaldıkları Silivri 2 No’lu L Tipi Hapishanesi’nde idarenin keyfi uygulamaları ve baskılarına maruz kalmaktadırlar. DHF’li tutsaklar üzerindeki keyfi uygulamalar Silivri Hapishanesi önünde yapılan basın açıklaması ile protesto edildi. En temel hakların dahi engellendiği Silivri L Tipi Hapishanesi'ndeki bu uygulamaları protesto etmek ve tutsaklarla dayanışmayı yükseltmek için Yeni Demokrasi Aileleri Birliği (YDAB) tarafından 8 Haziran günü hapishane önünde bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Basın açıklamasında tutsaklar üzerindeki baskıların ve keyfi uygulamaların bir an önce son bulması ifade edilerek, tutsak-

larla dayanışmanın her alanda yükseltileceği vurgulandı. Yapılan açıklamada “Bizler tutsak DHF’lilerin aileleri ve arkadaşları olarak yoldaşlarımıza karşı yapılan her türlü baskı ve hak gasplarına karşı, yoldaşlarımızın haklarını savunmaya devam edeceğiz” denildi. Devamında da “Tutsaklara uygulanan her türlü anti demokratik ve keyfi uygulamaların karşısında olduğumuzu ve onların dışarıdaki sesi soluğu olacağımızı bir kez daha ifade ediyoruz” denildi. Sloganların atıldığı basın açıklamasının ardından, aileler görüşe girdiler. Dışarıda bekleyen kitle ise ailelerin çıkmasını bekleyerek destek oldular.

Erdal Sönmez’e 1 ay görüş yasağı Silivri L Tipi’nde kalan Halkın Günlüğü Gazetesi eski çalışanı DHF tutsağı Erdal Sönmez’e 24 Haziran’da görüşten döndükten sonra, hapishanenin keyfi tutumundan dolayı üst araması yapılmak istendiği sırada ayakkabılarını çıkarması dayatılmış, fakat çıkarmayacağını belirten Erdal Sönmez bu tutumun gereksiz, keyfi ve baskı altına almak amaçlı yapıldığını belirtmiş ve direnmiştir. Gardiyanların zorla ayakkabılarını çıkarmasının ardından Erdal Sönmez’e memurlara mukavemetten 1 ay görüş yasağı cezası verilmiştir. Aileler avukatların bu karara itiraz edeceklerini belirttiler. DHF’li tutsaklara ve görüşçülerine yönelik gerçekleştirilen baskı ve keyfi uygulamalara karşı YDAB ve avukatlar kamuoyu oluşturmak, tutsaklarla dayanışmayı yükseltmek için çeşitli girişimlerde bulunacaklarını belirttiler.


23 15. Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nin tarihi belli oldu 15. Munzur Kültür ve Doğa Festivali bu yıl 7-8-9 Ağustos tarihlerinde gerçekleştirilecektir. Geleneksel olarak düzenlenen Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nin bu yılki tarihi belli oldu. 15.si düzenlenecek olan festivalin tarihi 7-8-9 Ağustos olarak belirlendi. Dersim’de bir araya gelen belediyeler, Dersim dernekleri ve demokratik kitle örgütleri festival programı ve içeriğine dair bir toplantı gerçekleştirdi. Yapılan açıklamada festival programının önümüzdeki günlerde netleştirilerek kamuoyuna açıklanacağı belirtildi.

DHF Festival çalışmalarına başladı DHF Dersim örgütlülüğü festival çalışmalarına başladı. Dersim merkezde bulunan Mavi Köprü yanında kültür sanat çadırı açan DHF, çalışmalarına aynı zamanda kültür ve sanat etkinlikleriyle devam ediyor. Film gösterimlerinin, panellerin ve kültürel etkinliklerin yanı sıra güncel, siyasal gelişmelere ilişkin sohbetlerin de gerçekleştirildiği kültür sanat çadırında festival boyunca etkinlikler gerçekleştirilecek.

Devrimcilerin, komünistlerin, halkın dostu Aguş Kısmetli tedavi gördüğü Turgutlu Devlet Hastahanesi'nde yaşama gözlerini yumdu. Yaşamı boyunca komünist bir dünya yaratma mücadelesi veren ve bu uğurda bedel ödeyen kişi ve kurumlara gücü, çabası oranında katkı sunan, destekleyen ve çevresini de bu düşünceler doğrultusunda değiştirme uğraşı veren Aguş Kısmetli, devrimci-komünist düşüncelerinden dolayı yaşadığı Turgutlu ilçesinde "Komünist Aguş" olarak tanınırdı... 78 yaşında aramızdan ayrılan Aguş yoldaşın ailesi, dostları ve sevenlerine baş sağlığı diliyor, saygıyla anıyoruz.

HALKIN GÜNLÜĞÜ DEMOKRATİK HAKLAR FEDERASYONU

TUTSAK PARTİZAN

≫cafer çakmak

SOYUTU SOMUTA TAŞIMAK

Z

aman bellek kompartımanında süpürgesini oynatmamışsa, 2003’te Çukurova/Adana’da Yılmaz Veli Göç yoldaşın cenazesine haylice kitle katılır. Yılmaz yoldaş Adana’da büyümüş, kitle çalışmasında bulunmuş, kitleler tarafından sevilen itibar gören bir niteliğe sahip olduğundan kitle mahşeri kalabalık olmasa da o güne değin en kalabalık cenaze töreniymiş. Törende, takribin yetmişinde bir teyze ve Kürdistan’dan gelişinin senesi tamamlanmayan genç bir kadında yer alır. Teyze ve genç kadın komşudurlar. Kitle beynelmilel bir duruşla “Yaşasın Başkan Mao!/Biji Serok Mao!” sloganını ardı ardına atınca genç kadın teyzeye sokulup Kürtçe fısıldar; “Xalti Mao ki ye?” Teyze arifane olduğunu karşısındakine hissettirircesine iki elini beline atıp göğsünü kabartıp, ayağını öne, başını arkaya atarak genç kadını tepeden tırnağa süzer, elini sallayarak “Tevv, malaminé” çeker, Türkçe devam eder; “Ma bizim Dersimli Mahmut’tur. Mahmut’a Mao diyorlar.” Yine rivayet odur ki iki gerilla yoldaş güzergahlarındaki dağ köyüne uğrayarak ihtiyaçları temin edip, evin gelininden havadisleri alacaklardır. Gelin evde bulunmaz, kaynanası kapıyı açar misafirperverliğini gösterir. Dersim’de yer sofrasının daimi menüsünü önlerine koyar; pajdo, yumurta, soğan ve çay. Yaşlı kadın misafirlerinin etrafında pervane olur. Yemekler yenir, çaylar içilir, hazır kitle varken siyaset faslı eksik bırakılmaz. Dem başlar, sohbeti “Mao yoldaş ÇKP’yi kurdu”, “Mao yoldaş uzun yürüyüşü gerçekleştirdi”, “Mao yoldaş devrime önderlik etti”, “Mao yoldaş BPKD’ni yaptı” cümleleriyle küp küp doldururlar. Her başlığın es’lerinde dinlemeyi ikrar belleyen yaşlı kadın es’lerde “Ya Xızır!” çeker. Söz biter, dil kurur, yaşlı kadın; “Ma kewralar madem her şeyi Mao kewra yapmış, siz gidin de Mao kewra gelsin” diyince buna içerlenen yoldaşlar “Demagoji yapma ana” klişesini pul misali ıslatıp yaşlı kadının ellerine yapıştırırlar. Kellesini muktedirlerden koruyamayan heccavlardan hicivsel motifler serptiğimiz bu örneklere rast gelmişiz ve bugün farklı versiyonlarda da tanık oluyoruz. Evrensel soyutları somuta indirip yerelle buluşturamamanın dışa vurumu bunlar. Akademik ve politik metinlerde bu terminolojiyi kullanabilirsiniz. Kime seslendiğinizle ilintilidir bu. Kitlelere seslendiğinizde, onlarla ilişki kurduğunuzda; soyutu somuta indirmeli, anlam dünyalarına hitap etmeli, çelişkilerinden yakalayıp harekete geçirmeli, tarihleriyle, günceleriyle ve folklorik değerleriyle bağ kuran seslenişler olmalıdır. Aksi halde kitleler söylemlerinizle bağ kurmadığınızda uzaklaşır, siz onlarla onlar sizle yabancılaşır. Mao, Çin halklarına seslendiğinde, Çin halkının Taiping ve Boksör ayaklanma ve isyan geleneğine meylenip bunlardan öğrenerek örnekler veriyor, Konfüçyüs felsefesinin olumlu değerlerini Marksizm ile buluşturup ileriye taşıyor, halkın kadim olumlu değerlerini ön plana çıkartıp yeniden yapılandırıyordu. Marksizm’i evrensel düzlemde nitelik sıçramasına götürürken politika-

da, merkezi ve yerel alan propagandasında Çin orijinini esas alıyordu. Çin edebiyatından, sanatından, müziğinden… ziyadesiyle besleniyordu. Teorik soyutlamalar ve evrensel düzlemde sunumlarımız doğru olabilir. Paris Komünü de, Ekim ve Çin/BPKD de önemlidir. Daha ileri kitlelerin aktivist ve kadroların düşün dünyalarında yer edinip anlam kazanabilir ve onları yeni soyutlamalarla farklı sentezlere götürebilir. Ama dikkat edilsin bu teorik soyutlamalar ve evrensel düzlemdeki sunumlar ilk elden kitlelerde yer edinmez. Kitleler, bir bütün olarak proletarya ve ezilenler; iktisadi, sosyal, kimlik, cins, inanç, kültürel çelişkileri üzerinde ilişkilenip örgütlenirler. MLM’yi gündelik ilişkilere, asgari ve temel sorunlara somut koşulların somut tahliliyle yaklaşıp taşıyabiliriz. Genel geçer sosyalizm propagandası yerine MLM felsefesinin prizmasından hareketle genel politik programımız doğrultusunda kitlelerin asgari ve temel sorunlarını ele alıp sosyalist devrimle bütünleştirmeli, bugünden yarına nasıl bir yol alacağımızı anlatmalı, bugün yapılması gerekenler üzerinde hareket etmeliyiz kanısındayız. Bu diyarda yaşayan Kürt, Türk, Ermeni, Laz, Roman, Çerkes, Gürcü, Arap… millet/milliyetlerin, Alevi, Süryani, Keldani, Êzidî… inanç kesimlerini, kadınları, LGBTİ’leri tanıyarak ve onların genel ve özel sorunlarına vakıf olarak, ne yapılması yönünde projeler üreterek ilişkilenmelidir. Misal Kürtler arasında propaganda ve örgütlenme faaliyeti yapacak aktivistler Kürdistan tarihine, diline, folklorik değerlerine, iç çelişkilerine haiz olmalı, Kürt edebiyatından sanatından beslenmelidir. Bu anlayış diğer halkların örgütlenmesinde de geçerlidir. Kitlelerin anlayıp harekete geçireceği açık, net, çarpıcı ve kültürlerinin olumlu değerlerinden beslenen lügat da oluşturulmalıdır. Son dönemde Maoist mahpuslar bunun çarpıcı bir örneğini gösterdiler. Sol-sekter görünümlü sağ-oportünist dogmatik hizbi goygoyculukla adlandırdılar. Goygoycuların sınıfsal, siyasal tahlil ve kritiği yapılarak konumlanışları değerlendirilebilir ama niteliklerinin kitlelerin bilincinde yer edinmesi ancak net, çarpıcı ve kitlelerin folklorik/kültürel değerleriyle buluşacak somut bir tanımlama farzdı ve o da “cuk” diye yerine oturdu. Kavram yerini yadırgamadı, kitlelerce benimsendi. Durduk yerde felaket tellallığını yapan, yaratıcılığını/doğurganlığını işkembe-i kübradan yalanları üreterek bağırıp çağıran, meselenin ciddiyetinden yoksun tutumlarla komediye malzeme çıkaran bu yaklaşım için isabetli bir ifadedir. Birileri çıkar da Literatürümüzde bu kavram bulunmuyor derse dogmatizmin küflü bahçesinin çitleri arasında hapsolduğunu ifşa eder. Bu literatür eski Ahit değil ya da taş tabletlere de yazılmış değil. Literatür dinamik yapıdır, gelişip değişip derinleşir ve yeni lügat kazanır. Paradigmasal değişim tarz ve lügatı da değişime uğratır. Devrimci iddiasıyla var olup sınırlarını, alışkanlıklar silsilesini, tarz-ı siyasetini, statükoyu muhafaza eden yaklaşım/pozisyon alış, paradokstur.


Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:

Yurtiçi 54 TL

Yurtdışı

108 EURO

HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL Em xwedî ji xwezayê xwe derdikevin

Taybet jî di van demên dawî de li herêma Deryareş’ê xwedîderketin a xwezayê pêş ve diçe û di serî de jinên Deryareş, hemû gelê herêmê dijî talankirina xwezayê ber xwe didin. Ev xwedîderketin û berxwedanî, li ser civakê jî bandoreke girîng datîne û hişyariyek pêk tîne Paşverûtiyên cihanî ya emperyal/kapîtalîst û hevkariyên wan a herêmî, ji bo berjewendiyên xwe yê aboriyê li ser hemû qadên jiyanê planeke hilweşandin û xirabkirinê dimeşînin. Asta dagirkerî ya pergala kapîtalîst a hov, tenê hilweşandina siyasî û aborî na, xêynî wê, xwezayê jî di hêla berjewendiyên xwe yê aboriyê de ber bi wêrankirinê ve diajo û talan dike. Ewqasî ku, li çendîn deverên cihanê û li welatê me bi dehan rahijmendî pêk tên û bi vî hawî dora jiyan û xwezayê tên girtin û xweza wêran dibe. Di serî de Bakûrê Kurdistan, bi dehan de-

verên welatê li ber avê bendavên curbecur ve tên çêkirin, ji bo lêgerîna madenan û bi çêkirina bendavan, cihên pîroz a mirovan xirab dikin, ji wê wêdetir jî warên jiyana civakan ber bi tunebûnê ve diçin. Her wiha ji Mûnzurê bigirin heta Heskîf’ê, li deşta Bahoz’ê bigirin heta Rê ya Kesk, cihên xwezahî ya mirovan ji bo çavsori ya qezenckirina pare yên kapîtalist pûç dibin, bênirx dimînin û ji bo jiyankirinê bêkêr dimînin. Dewsa van yekan, di nav civakê de jî hişyariyeke gelek mezin ava dibe. Çawa ku dijî xweza û ji bo berjewendiyên paşverûtiyan dagirkeriyeke bêhempa li ser xwezayê tê meşandin, her wisa berxwedan û dijî talanê sekneke xwedî nirx û şoreşgerane jî hêdî hêdî xwe digihîne asteke jor. Di van berxwedaniyan de hin bidestxisitinên erenî jî dertên. Li himberî talana xwezayê, li çendîn deverên welatê hewldaniyeke gundiyan heye û temam girseyê gel jî tevgerînek didin meşandin, çalakiyên girîng lidardixin, wek bendavên destûrnedanê ava dikin. Ev pêvajo, di heman demê de hişmendiyeke

erenî ya civakî jî derdixîne holê û ji bo xweza hişyariyek ava dike. Bi vî hawî însan dikare bêje hin pêşveçûyîn jî çêdibin.

Li Deryareş dîsa serhildan Deryareş’ê ku bi xweza û jiyaneke xwe ya xwezayî ve çavê hemû cîhan û însanan dibiriqîne, dîsa li himberî rewşeke êrişkarî û dagirkeriya paşverutiyê de maye. Li çendîn deverên Deryareş’ê, bi navê santralên karebayan (HES) û lêgerîna madenan tê talankirin. Li himberî van yekan jî, di serî de jinên Deryareş’ê, bi tevahî gelê Deryareş berxwedaniyeke bêhempa, wek mînak û rûsipîtiyê dimeşînin. Birastî jinên Deryareş’ê jî di vir de serê govendê girtine, ji kesekî re nahêlin û di vî berxwedaniyê de destmala xwe hildane destê xwe, wek bi awayekî “sergovendî” tevdigerin. Ev yek, di heman demê de dibe sedemeke xwerêxistinkirina gel, sedemeke tekoşînê û hew nîşaneya sekneke nerazîbûnê... Li himberî ev seknê, hêzên dewletê jî wisa li şûna xwe nasekinin, fişarên cur be cur datînin li ser serê Deryareşiyan, lê gelê Deryareş bi tu şiklî dev ji tekoşîna xwe bernade. Bi

şêwaza xwe ya asîbûnê disekine, her wiha xwedîderketina ji xwezaya xwe didomîne. Bi taybetî, di van demên dawî de, li Artvin/Cerattepe’yê û li Rize/Yeşilyol’ê, ango Rê ya Kesk’ê, li himberî xerakirina xwezayê gelê Deryareş rabûn ser pî. Bi tekoşîneke birûmet tevgeriyan, nerazîbûnên xwe nîşan dan, bi vî şiklî ji temamî welatê re bûn mînakeke bêhempa. Ji bo rêxistinbûna hêstiyarî û rûmetê jî bandoreke gelek mezin danîn li ser civakê û civak hişyar kirin. Ji ber vê yekê, li her deverê welêt, civak tekoşîna Deryareşiyan hembêz kir, xwedî jê derket û ew jî mafa Deryareşiyan hê da pejirandin. Ewqasî ku piştî van hêstiyarî û xwedîjêderketin, li çendîn beşên civakê çalaki û nerazîbûn hate nişandan, ev yek jî li ser desthilatdariya Tirkiyê bû bandoreke tirsê ku êdî cardin nikaribe cesaret bike ku xwezaya gel talan bike. Xêynî wê, tesîra çalakiyan ve xebatên mêtîngeran jî da sekinandin, li Cerattepe û Yeşilyol’ê xebatên rêçêkirin wek bi awayekî berdemî sekinî...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.