ARALIK 2015
YIL: 12
SAYI:20
YIL:12 SAYI:20 FİYATI: 7 TL
Emperyalist Bloklar Arası Mücadele, Çöken Politik Konjonktür ve Devrimci Dünya’nın Durumu Halk Hareketinin Pratikleştirilmesi Perspektifi Örgütlenme Üzerine... Soykırımcı, Katliamcı Bir Devlet Geleneği ve Dersim 100. Yılında Ermeni Soykırımı…
TEORİK DERGİ ARALIK 2015 SAYI: 20
Emperyalist Bloklar Arası Mücadele, Çöken Politik Konjonktür ve Devrimci Dünya’nın Durumu
5
Halk Hareketinin Pratikleştirilmesi Perspektifi
46
Örgütlenme Üzerine...
71
Soykırımcı, Katliamcı Bir Devlet Geleneği ve Dersim
89
100. Yılında Ermeni Soykırımı…
116
TEORİK DERGİ ARALIK 2015 SAYI: 20
KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LTD. ŞTİ. Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar KAYA Teknik Hazırlık: Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sk. No: 2 Kat: 3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: 0212 238 37 96 Baskı: SM Matbaacılık Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No: 10 A-Blok Yenibosna-Bahçelievler/İST. Tel: (0212 ) 654 94 18
Merhaba!
Sınıf çelişkileri ve çatışması tüm keskinliğiyle devam ederken, gerici dünyayı temsil eden emperyalist/kapitalist barbarlık ve onun her parçadaki türevleri, mazlum halkları vahşice katletmeye ve insanın da parçası olduğu doğayı tahrip ederek yaşanamaz hale getirmeye devam etmektedir. Tüm kötülüklerin sebebi ve barbarlıkların bizzat yaratıcı kaynağı olan emperyalist/kapitalist dünya gericiliği ve köhnemiş sistemi, tarihin hatırlanmak istenmeyen mezarlığına gömülmeden “yoksul dünyanın” özgürlük düşü gerçekleşemez. Dünya bilumum emekçi sınıflara muhtaç olduğu kadar, bu sınıf devrimlerine de kesinlikle muhtaçtır. Kardeşçe ve barış içinde özgür bir dünya bu zeminde mümkündür. Dünya emperyalizme muhtaç ve mecbur değildir! Emperyalist dünya gericiliği tahakküm ve nüfuzunu büyütme uğruna haksız savaşlarla büyük insanlık dramlarına yol açarken, yeni bir dünya tasavvuru; proletarya ve emekçi sınıfların devrimine dayanmak zorundadır. “Barış” çağrılarına kıyımlarla karşılık verilen sınıflı toplumlar gerçekliğinde, sınıf devrimleri olmaksızın barış ve kardeşliğin tesis edilmezi düşünülemez. Devrimci dünyayı temsil eden devrimci-komünist güçler ve tabi ki esas olarak enternasyonal proletarya ve ezilen halklar, bulundukları her alanda daha fazla örgütlenip ayağa kalkarak dünya gericiliğinin karşısına dikilmelidir. Dünya proletaryası ve ezilen emekçi halklarının mücadelesi bugün her zamankinden daha fazla enternasyonal birliğe ihtiyaç duymaktadır. Dolayısıyla enternasyonal proletaryanın her parçadaki taburları olan devrimci ve komünist güçler,
hem tek tek ülke ve bölgesel düzlemde hem de uluslararası çapta mutlaka birleşik hareket, güç birlikleri ve örgütlenmelerini geliştirmeli, ileriye taşımalıdır. Gerek dünya ölçeğinde yaşanan emperyalist saldırganlık ve gerici savaşlar gerçekliği gerekse de emperyalist saldırganlıktan bağımsız olmayan coğrafyamız komprador tekelci hâkim sınıfların emperyalist savaşlara paralel tırmandırdığı ırkçı faşist saldırganlık gerçekliği, devrimci sınıf güçlerinin devrim hedefiyle ortak paydalarda birleşmesini gerektirmektedir. Coğrafyamızda tırmandırılan ve özellikle Kürt ulusuna karşı soykırımcı katliam saldırılarıyla pervasızlaşan ırkçı faşist saldırganlık, devrimci sınıf cephesinin güçlü karşı koyuşunu koşullamaktadır. Bu karşı koyuş, sosyalist, devrimci ve Kürt yurtsever güçlerinin ortak paydalarda buluşmasını ihtiyaç haline getirirken, devrimci savaş ve silahlı mücadelenin ileri niteliği durumundaki Sosyalist Halk Savaşı perspektifiyle en kuvvetli zemine oturmak durumundadır. Sınıflar mücadelesinin olmasa olmaz değerde tayin edici ayaklarından biri de kuşkusuz ki ideolojik mücadeledir. Sınıflar mücadelesi düzleminde mutlaka ama mutlaka her fikir ve olgu bir çizgiye tekabül eder ve sınıf mücadelesi bu çizgi mücadelelerinin tayin edici mahiyeti ile ilerler. Sınıf Teorisi tam da bu ihtiyacın ve bilincin kılavuzluğunda yayın hayatına devam etmektedir. Sınıflar mücadelesi düzleminde cereyan eden toplumsal meseleleri MLM’nin diyalektik metoduyla ele alan Sınıf Teorisi’nin bu sayısı da önemli konuları içermektedir.
3
Bu konulardan ilki; emperyalist bloklar arası mücadele, çöken politik konjonktür ve devrimci dünyanın bütünlüklü analizini içeren -ki Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki güncel-siyasal gelişmeleri de içine alan bir muhteva taşımaktadır- bir yazı İkincisi; sosyalist devrim programının toplumsal karşılığı olan ve kitlelerin bizzat kendi sorun ve çelişkileri üzerinden örgütlenmesinin ileri bir mevzisi olacak olan sosyalist bir halk hareketi yaratma perspektifini bütün yönleri ile ele alan bir belge, Üçüncüsü; sınıf mücadelesinde burjuvazi karşısında ezilenlerin elinde stratejik bir silah olan örgüt ve örgütlenme üzerine yazılan bir yazı, Dördüncüsü; proleter öncünün iki çizgi mücadelesi bağlamında ele aldığı ve gelişmenin motoru olarak gördüğü aynı zamanda sosyalist demokrasi perspektifinin tayin
4
edici bir muhtevası olarak ele aldığı muhalif fikirleri ihtiva eden bir yazı, Beşincisi; 20 yüzyılın ilk soykırımlarından biri olan ve hala insanlığın kanayan bir yarası olarak devam eden Ermeni Soykırımı’nı devrimci sınıf perspektifinden bir sunum formatıyla ele alan bir yazı, Altıncı olarak da; “TC”ye kadar Türk hâkim sınıflarının katliamcı geleneğini ele alarak 20 yüzyılın en büyük soykırımlarından biri olan Dersim soykırımını özel olarak işleyen ve devrimci sınıf perspektifi ile geniş çerçevede ela alan kapsamlı bir yazı yer almaktadır. İlgiyle ve eleştirel bir perspektifle okuyacağınızı umut ettiğimiz Sınıf Teorisi’nin 20. sayısı vesilesiyle tüm okurlarımızı coşkumuzla selamlıyoruz. Sınıf Teorisi Yazı Kurulu
Emperyalist Bloklar Arası Mücadele, Çöken Politik Konjonktür ve Devrimci Dünya’nın Durumu Dünya Emperyalist Yörüngede Dönerken Zincir Türkiye-Kuzey Kürdistan’da Koparılacak! Emperyalist blokların dünya tahakkümüne dayalı geliştirdikleri strateji ve aralarındaki dengeleri yeniden biçimlendiren siyasi uygulamaları alanında daha belirgin keskin çatışmalarla sahneye çıktığı, nüfuz ve hegemonya hırslarına bağlı olarak giriştikleri keskin çatışmanın alenen lokal düzeyde daimi savaşlar biçimine büründüğü bugünkü gelişmelerin derin arka planına bakmak, emperyalist dünya gericiliği ve onun her somut parçadaki uzantılarını hedefleyen proleter siyaset açısından vazgeçilmez önemdedir. Değişen durum ile oluşacak yeni politik sürecin nasıl bir siyasal özne yaratacağı sorunu aynı düzeyde önemlidir. Gerek ekonomik gerek politik ve gerekse de ideolojik-kültürel zeminde yaşanan gelişme, değişim ve oluşumlar gerektiği gibi analiz edilmeden dünya gericiliği ve ona göbek bağıyla bağlı olan gericilikleri yıkmanın siyaseti oluşturulamaz. Devrim bu temelde vücut bulan siyasi bir hareket ve alt-üst eylemidir… Somut dünyanın anlaşılması onu tayin eden siyasi-ekonomik egemen güçleri anlamaktan bağımsız ele alınamaz. Dünyayı değiştirmenin ilk adımı buradan geçer. Dahası, tek coğrafya devrimi bağlamında parçayı anlamak da bu güçlerin tayin ettikleri dünya ve dünyasal gelişmeleri anlamaktan geçer. Dünya sistemi anlaşılmadan somut parçanın niteliği, somut parçanın niteliği anlaşılmadan dünya sistemi tam olarak açıklanamaz-anlaşılamaz. Proleter devrimci sınıf hareketinin doğru politikalar temelinde doğru siyasi pozisyonla konumlanması, emperyalist dünya sistemi zincirindeki gelişmeleri okumakla
birlikte, bir dizi analiz ve sentezi de gerekli kılmaktadır. Bunun için ayrıntılı bir analiz ve tespit içeren bir anlatımdan sakınamayız. *** Tek kutuplu emperyalist süreçten çıkış anlamında ABD’nin dünya jandarmalığına süresiz paydos veren gelişme olarak, Avrupa Birliği emperyalist-kapitalist koalisyonu ve Rusya ile Çin’in merkezde olduğu BRİCS rumuzlu emperyalist blokların tartışmasız aktör haline geldiği mevcut tarihsel konjonktürde, rol ve dengeler yeniden biçimlendi demek objektif isabettir. Bu uluslararası durumun oluşması, emperyalist tekeller arasında mücadelenin artması, dünya ve Ortadoğu dizaynında zorlukların derinleşmesi ve emperyalist bloklar arası çatışmanın keskinleşmesi anlamına gelmektedir. Bu gelişme esas olarak, emperyalist sermayenin tarihsel olarak merkezileşmeye doğru olan eğilimi, emperyalist sermayenin mevcut güç dengeleriyle birlikte, teorik olarak doğru olan bu merkezileşme eğilimine rağmen, keskin çatışmalar biçiminde uzun dönem sürecek olan bölgesel veya lokal savaşlar dönemi biçiminde şekilleneceğine işarettir. Ki, süreklilik kazanan bu savaşlar hali gelinen aşamada yaşanmakla birlikte, buradaki siyasi krizler kaçınılmaz olarak ekonomik krizleri de koşullayıp gündeme getirmiştir. Çok kutuplu emperyalist dünya gericiliği sisteminde mevcut güç dengelerinin bir veya iki blok lehine bozulması, bir veya iki bloğun pasif duruma düşerek bu he-
5
gemonya yarışında geri düşmesi bu savaşlar halinin bitmesini olanaklı kılacaktır. Emperyalist sermayenin teorik olarak mümkün olan tarihsel merkezileşme eğilimi gerçek yaşamda gerçekleşemeyeceği için bu güç dengelerinin savaşlar biçiminde sürmesi ve bir veya iki bloğun üstünlüğünü sağlaması ile son bulabilecektir… ABD emperyalizmi ile Rus sosyal emperyalizminin “iki kutuplu” soğuk savaş teorisi adı altında yayılma ve karşılıklı domine politikaları, nükleer tehditler, ekonomik, siyasal, askeri paktlar dönemi, Rus sosyal emperyalizminin, özellikle Gorbaçov-Yeltsin döneminde gerilemeye girdiği, işgallerin ağır faturasını ödediği, sosyal devlet formunun emperyalist burjuvazinin dönemsel ihtiyaçlarıyla uyuşmadığı ve aşılması gereken sermayenin önünde kendi engeli olarak görüldüğü dönemin sonunda, sermaye, yeni bir birikim modelliyle tarih sahnesinde yerini aldı. Özellikle II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonunda dünyada ortaya çıkan tablo emperyalistler için hiç de haz edilmeyecek durumlar yaratmıştı. Ulusal kurtuluş savaşları, demokratik-sosyalist devrimler ve kapitalist olmayan kalkınma teorileri ile ulus devlet düzleminde gelişen korumalı devlet kapitalizmi dönemi ve oluşan politik konsept, emperyalizme karşı kitlelerin ve sömürge ülkelerin nefreti, belirli düzeyde bıkkınlığı veya başka bir ifadeyle sömürge ve yarı sömürgelerin dünya dengelerinden objektif yararlanma alanın genişlemiş olması, zirve ve birliklerini örgütlemiş olmaları, kapitalist emperyalist merkezlerde halk kitlelerin belirli kazanımları sermayenin önündeki engeldi. Dünya pazarının yeniden düzenlenmesi sermayenin dolaşım engellerinden ve mevzuatlarından arındırılması tekeller için olmazsa olmaz bir “ihtiyaç” duruma gelmişti. Bu anlamıyla dönemin askeri darbeler kuşağı olarak tanımlanabilinecek ‘70’lerin son dilimi ve ‘80 yılları diliminin arkasında sermayenin yönelimi bulunmaktadır. Bu, başını ABD emperyalizminin çektiği İngiltere, Alman ve Fransız emperyalistlerinin de dâhil
6
olduğu yeni uluslararası sermaye birikim modellinin hazırlık temelleriydi. Hem emperyalist merkezlerdeki sosyal yükümlükleri dev tekeller üzerinden atmaktaydı hem de sömürge, yarı-sömürge pazarları ve uşak sınıfları ile yeni bir konsept yaratmaktaydılar. 1980’ler dünyası Ronald Reagan ve Margaret Thatcher ile beraber Amerika İngiltere yönelimi olarak sermaye birikim tarzı yeni bir strateji inşa etti. Keynesçi liberalizmden sonra sermaye gelişim ve ihtiyacına bağlı olarak, yeni bir birikim modelli olan “neo-liberalizm” teorisini devreye koydu. ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler’ şeklindeki neo-liberal politikaların teorik çerçevesinin özeti olan kuralsızlaştırma, serbestleştirme ve değersizleştirmenin ihtiva ettiği, anlamı derin bir düzenlemeyi içeriyordu. Neo-liberal ideolojik saldırının paralelindeki siyasi-askeri ayağı da “demokrasi götüren” işgal ve ilhaklarla sürüyordu. Irak işgaline gösterilen gerekçelerin (kimyasal silah ve üretimi), Saddam’ın trajik akıbetiyle sonuçlanan vahşi işgalin dünyanın gözü önünde alenen yalan çıkması ve Guantanamo gibi işkence merkezlerinin deşifre olması, “götürülen demokrasi” ile birlikte bu “demokrasinin” amacının ne olduğu çok daha çıplak biçimde teşhir olması ve elbette emperyalist güçler arası dengelerdeki gelişme dinamikleri, en önemlisi de emperyalist haydutların bu işgal-ilhak saldırganlıklarında kayıplar alıp iç kamuoylarında ciddi tepkilerin gelişmesi gibi nedenler toplamında gözden düşen bir demagojik silah haline geldi, tamamen ortadan kalkmasa da geri adım attı denebilir… Sermayenin kısıtlayıcı engellerden arındırılması demek; eski dönemde sermaye birikimine hizmet eden kural, nizam, dolaşım sistemi ile ağlarının ve bağımlı ülkelerin politik, ekonomik ve hukuksal alanlarının bu yeni parametrelerde düzenlenmesi için bir dizi programlarının devreye konulmasını gerekli kılmaktaydı. Aynı zamanda Rus sosyal emperyalizminin bloke ettiği sermaye pazarlarına ve politik
Emperyalist sistem çıkarları gereği dünyada hep askeri işgallere girişmişti, ayrıca çeşitli burjuva klikleri üzerinden dönemsel ihtiyaçların hayat bulması için darbeleri desteklemiş ve teşvik etmişti. Bu girişimlerin hepsinin temeli aynı olsa da yeni dönem darbelerin (“post modern darbeler”) yönelimi neo-liberal birikim modeli içindir. Bu defaki darbeler yeni bir emperyalist birikim tarzı çerçevesinde daha genel ve daha derin olarak düşünülen bir stratejinin araçları durumundaydı. ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler’ şeklindeki neo-liberal stratejiler serbest piyasa ekonomisindeki emperyalist-kapitalist sermayenin sınırsızlıklar içinde zincirlerinden boşalan kuralsız bir gelişmesinin sonsuz alanını açıyordu… Sosyal devlet modeli sosyalizme karşı geliştirilen aynı stratejinin bu zemindeki başka bir adımı olarak işliyordu. Tarihin sonunu ilan eden neo-liberal strateji veya ideologlar, emperyalist sistemi sınıf çelişkileri ve sınıflardan muaf olup tüm toplumu temsil eden bir demagojiyle son toplumsal aşama olarak ilerisine gidilemez olarak açıklıyordu. Ne var ki, bu emperyalist teori çok geçmeden “sosyal patlamalar” tespitiyle büyük korkularına yol açan yeni stratejik saldırganlıkları, gelişen ulusal-sınıfsal hareketler ve “Arap Baharı” çarpıtmasıyla devreye soktukları stratejileri temelinde yaşanan toplumsal dalgalanmalarla da çökerek tarihin çöp sepetinde yerini aldı…
iktidarlarına karşı da demir perde ülkeleri teorisiyle birey hak ve özgürlükler teorisi adı altında dev siyasal kültürel kampanyalar icra edildi. Bu yönelimlerin sonucunda askeri darbeler ile sermayenin önünde direnç gösterebilecek bütün alternatifler faşizan bir kıyımdan geçirildi. Toplum yaşamını temelden sarsacak olan yeni birikim modeli ancak tüm toplumsal muhalefetin ezilmesi, yasaklanması ve dev bir korku imparatorluğun yaratılması şartlarında hayata geçirilebilirdi. Emperyalist sistem çıkarları gereği dünyada hep askeri işgallere girişmişti, ayrıca çeşitli burjuva klikleri üzerinden dönemsel ihtiyaçların hayat bulması için darbeleri desteklemiş ve teşvik etmişti. Bu girişimlerin hepsinin temeli aynı olsa da yeni dönem darbelerin (“post modern darbeler”) yönelimi neo-liberal birikim modeli içindir. Bu defaki darbeler yeni bir emperyalist birikim tarzı çerçevesinde daha genel ve daha derin olarak düşünülen bir stratejinin araçları durumundaydı. ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler’ şeklindeki neo-liberal stratejiler serbest piyasa ekonomisindeki emperyalist-kapitalist ser-
mayenin sınırsızlıklar içinde zincirlerinden boşalan kuralsız bir gelişmesinin sonsuz alanını açıyordu… Sosyal devlet modeli sosyalizme karşı geliştirilen aynı stratejinin bu zemindeki başka bir adımı olarak işliyordu. Tarihin sonunu ilan eden neo-liberal strateji veya ideologlar, emperyalist sistemi sınıf çelişkileri ve sınıflardan muaf olup tüm toplumu temsil eden bir demagojiyle son toplumsal aşama olarak ilerisine gidilemez olarak açıklıyordu. Ne var ki, bu emperyalist teori çok geçmeden “sosyal patlamalar” tespitiyle büyük korkularına yol açan yeni stratejik saldırganlıkları, gelişen ulusal-sınıfsal hareketler ve “Arap Baharı” çarpıtmasıyla devreye soktukları stratejileri temelinde yaşanan toplumsal dalgalanmalarla da çökerek tarihin çöp sepetinde yerini aldı… Tarihin gerçeği şunu ortaya çıkarmıştır ki, emperyalist rekabette özgürlük timsali ve ebedi koruyucu kesilen, evrensel değerler söyleminden vazgeçmeyen emperyalistler her dönem halkları çeşitli araçlar ile katliam ve işkencelerden geçirmiştir. “Sosyal devlet” stratejisi ve demokrasi havariliğine rağmen, askeri faşist cuntaların yarattığı gerçekler
7
ortadadır. Birey özgürlüğü her türlü örtü altındaki kapitalist kıyımdan başka bir anlama gelmemektedir. Bu anlamda sömürge/yeni-sömürge pazarları düzenlemenin ilk garantörü görevini yüklenmiş olan Askeri Faşist Cuntalar (AFC)’ler, yapısal uyum programları, özelleştirme politikaları, gümrük tarife ve korumaları, sosyal hakların kesilmesi, örgütsüzlük ve güvencesiz çalışma vb. birçok politikanın hayata geçirilmesinin ön ayağı olmuş ve sömürgecilik ilişkilerinde daha köklü ve derinlikli bir yapılanma yaratmıştır. Uluslararası sermayenin kurumları olan dünya bankası ve uluslararası para fonu (IMF) aracılığıyla kredi yönelimleri ile finans alanı düzenlenmiş, ülkeler hızla borç batağına çekilmiştir. IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar ile uluslararası sistemle bağlar daha derin sağlanmış, ticaret ve dolaşım sistemi üretim alanlarında sanayi ticaret ve hizmet sektörleri bu çerçevede düzenlenmiştir. Çok uluslu tekeller yerli komprador sınıflar ile ilişkilerini yeni bir çerçevede düzenleyerek uluslararası sermayeye bağımlılığı ve derinleşecek olan zincirsel halkanın temellerini de geliştirecektir.
Emperyalist İlişkiler Bağlamında ‘90’lar Konsepti ve Konsensüsleri 1989-1991 dönemleri arasında Rus sosyal emperyalizmin dağılması ve birçok yeni ülkenin ortaya çıkışı, özellikle ABD emperyalizmi için muazzam fırsatlar döneminin oluşması anlamına gelmektedir. Sovyet maskesini takan Rus bürokratik burjuva sınıfları, uluslararası sistemin yeni yönelimini karşılamayarak gerileyip dağılınca yeni birikim konseptinin devlet korumalı ekonomik alanı da ortadan kalktı. İlerleyen tarihsel kesitte Rusya emperyalistleri o yönelimle bazı kurum ve politikalarda devam etse de bu sermayenin tamamlayıcı yönü olmuştur. Kafkasya’dan Asya steplerine Kuzey Buz Denizi’ne uzanan bir alanda yeni güç ilişkileri, yeni ittifaklar ve yönelimlere açık bir pazar bulunmaktaydı. Ayrıca Rus sosyal emperyalizminin uzantısı olan ona bağımlı ülke
8
pazarları da hiç kuşkusuz bu tarihsel döngüde bir yol çizmek durumunda kaldılar. Bu anlamda sadece Sovyet sınırları değil, Rus emperyalizminin daha geniş nüfuz alanında ekonomik, siyasal bir geçiş arayışı bağlamına geldi. Yine iki kutup arasında oluşan dünya dengelerinden yararlanan birçok yarı sömürge ülke bu dengeleri kaybederek, yeni uluslararası sermaye birikimi için gardı düşmüş bir pazar düzeyine geldi. Bununla beraber Alman/Fransız ortaklığı üzerinden başlayan ve Avrupa ekonomi topluluğunda merkez kuvvetler olarak Fransız/ Alman etkinliği derinleşmekteydi. Özellikle bürokratik devlet kapitalizmi olan demokratik maskeli Doğu Almanya’nın çöküşü ve Almanya’nın yeniden birliğini sağlaması, Alman emperyalizmini daha da etkinleştiren bir durum yarattı. Doğu Almanya’nın, kamusal alanın, sanayi, ticaret, alt yapı, tarım vb. bütün alanları yeniden düzenlenmesi için seferber olacak olan Alman emperyalist burjuvazisi büyük sermaye birikimleri elde etme şansına da kovuşmuş olacaktı. Yani içten bir rahatlama süreci yaşayarak gelecek döneme çok daha güçlü ve etkin girmesinin nesnel şartları doğmuştu. Doğu’da İran İslam “devrimi” sonrası İngiliz emperyalizmin sömürü kayıplarına rağmen Irak-İran savaşının on yıllık zaman dilimi boyunca bu savaşın durumunu yaratan gerçeğin arkasında, emperyalistlerin her iki tarafa anlaşmalar yoluyla verdikleri silahlar ve mali destekler bulunmaktaydı. Savaştırarak sömürmeye vb. devam edilmemekteydi. Bu durum emperyalist burjuvaların kaleminden tarihin sonu olarak kavramsallaştırıldı. İdeolojik hegemonya tesis için gerekli yönelimde oluşturuldu. Bir kez tarihin sonu tanımlaması yapılınca, tarihin ilerletenleri olarak, emperyalistlerin demokrasi, hak, adalet ve insanlık adına da saldırılarının meşrulaştırılmasının önü açılarak olgu ile algıya bir yön verilerek yeni sermaye birikim modeli olarak neo-liberalizmin toplumsal yaşamın diğer yanlarına sirayet ettirilecek teorik çerçeveleri ahlak ve etikte ve yeni sektörler ve ilişkiler alanı da geliştirilecekti.
1990’lar süreci aslında hazır olunmayan gelişmelerin üzerine oturmaktan başka bir anlama gelmiyor. Uluslararası tekelleriyle en büyük sermayeyi yönlendiren ABD emperyalizmi açısından yeni gelişmelere hazır olunmayan bir yapısal durum söz konusudur. Dünya pazarlarındaki güç ilişkileri değişiklikler geçirmesine rağmen neo-liberal emperyalist strateji için, ayaklar, dünya pazarlarının yeni durumunu karşılamaktan uzaktır. Bunun için 90’ların son dilimine kadar uluslararası yeni bir konjonktüre uygun pratik gerçekleştirilme dönemini kapsadı. Rus emperyalizmin nüfuz alanın açılmış olması ve bura ülkeleriyle ekonomik-siyasal ilişkilerin gerçekleşmesi, stratejinin oturduğu anlamına gelmemektedir. Denilebilir ki, stratejinin oturtulması için giriş adımları anlamına gelmektedir. Nitekim siyasal ekonomik geçiş süreci ivmesi ABD çıkarlarıyla uyuşan bir yönelime sahip olmakla beraber, netleşmiş ve kurumsallaşmış yapısal stratejiler olarak yetersiz bir durumdadır. Geçiş sürecine has özellikleri ile eski siyasal sistem ve sermaye birikim tarzları ile yeni sermaye birikim stratejisinin melez geçirgenli, geçişli bir karakteri bulunmaktadır. Yani sadece bir ekonomik akımdan öteye bütünlüklü bir yeni toplumsal proje olarak ayakları örülmeliydi. Bir değersizleştirme, umutsuzlaştırma ve yeni söylemler ile toplumlara, dünya halklarına dayatılan, özümsetilmeye çalışılan şey modern kisveli kadercilikti tarihin sonu teorisi. Biat dönemi olarak her şeyin kaçınılmaz ticarileştirilmesiydi. Çökenin bir nafile uğraş olarak zihinlere kazanılmak istenilmesi ebedi bir kölelik talebinin oluşturulmasıdır. 1990’lar süreci aslında hazır olunmayan gelişmelerin üzerine oturmaktan başka bir anlama gelmiyor. Uluslararası tekelleriyle en büyük sermayeyi yönlendiren ABD emperyalizmi açısından yeni gelişmelere hazır olunmayan bir yapısal durum söz konusudur. Dünya pazarlarındaki güç ilişkileri değişiklikler geçirmesine rağmen neo-liberal emperyalist strateji için, ayaklar, dünya pazarlarının yeni durumunu karşılamaktan uzaktır. Bunun için 90’ların son dilimine kadar uluslararası yeni bir konjonktüre uygun pratik gerçekleştirilme dönemini kapsadı. Rus emperyalizmin nüfuz alanın açılmış olması ve bura ülkeleriyle ekonomik-siyasal ilişkilerin gerçekleşmesi, stratejinin oturduğu anlamına gelmemektedir. Denilebilir ki,
stratejinin oturtulması için giriş adımları anlamına gelmektedir. Nitekim siyasal ekonomik geçiş süreci ivmesi ABD çıkarlarıyla uyuşan bir yönelime sahip olmakla beraber, netleşmiş ve kurumsallaşmış yapısal stratejiler olarak yetersiz bir durumdadır. Geçiş sürecine has özellikleri ile eski siyasal sistem ve sermaye birikim tarzları ile yeni sermaye birikim stratejisinin melez geçirgenli, geçişli bir karakteri bulunmaktadır. Bu olgu Ortadoğu iklimi söz konusu olunca çok daha açık bir durumdaydı. Daha önceki uluslararası emperyalist “kutuplar”-bloklar ve çıkar çatışmaları, nüfuz alanları ve politik yönelimler konsepti, bu anlamıyla nüfuz artırma ve geçmiş tarihsel konsept çerçevesinde varılan uzlaşma çizgisi de bozulma anlamına gelecekti. Özellikle yarı sömürge ülkelerin emperyalistler arasındaki çıkar çatışmaları üzerine oturttukları çıkar merkezli denge politikaları, bundan dolayı bağlı bulundukları uluslararası sermaye kutbundan daha fazla taviz ve pay kapma stratejisi de çökmüştü. Bununla birlikte ileri uydu karakolları olarak teşekkül edilen ve bu politik yönelimle ilişkiler alanında varlık gösteren birçok ülkenin de altındaki nesnel zeminin kaybolması ile yeni bir yönelim sürecine gireceklerini göstermekteydi. Bu anlamıyla
9
iç sınıfsal ilişkiler ve klikler arası mücadelelerin bu yeni uluslararası birikim modellinin ihtiva edildiği çerçevede inşası, hükümet iktidar biçimlerinin de oluşan konsensüslerin de parça parça değişimini içinde barındırmaktaydı. Nitekim Rus merkezli BAAS’cılık ile kimi ilişkiler kurularak yeni nüfuz alanı haline getirilmişken, kimi ülke ve güçlerin ise hala eski konjonktürel sürecin ortadan kaldırılamamış ilişkiler alanından varlıklarını sürdürmeleri ve ABD merkezi dışında yönelimlerine devam etme durumları söz konusudur. Irak ile Kuveyt’in işgali bu anlamda teşvik ve yönelim sorunları alanının belirsizliklerini göstermektedir. Sistem bir kurulma aşamasında yarı kaos özelliği taşımakta-
arkasında bir rol kargaşası yatmaktadır. Körfez Savaşı oturmayan uluslararası durumun gösterdiği gibi ayrıca bilinenin ötesine geçiş anlamında müdahaleler ve taktik yönelimler ile süreçlerin işletileceğine dair de önemli veri anlamını taşımaktadır. ‘90 Körfez Savaşı bugünün karmaşık Ortadoğu politik alanının en açık yönelim örneğidir. Ortadoğu’nun dünyadaki enerji kullanımı veya ihtiyacının önemli bölümünü karşılayan fosil, yakıt, petrol bakımından zengin olması nedeniyle emperyalist güç ve blokların kapıştığı ana merkez olmasının yanı sıra, dünya dizaynı ve emperyalistlerin yeni ihtiyaçlar temelinde geliştirilen yeni dönem stratejilerinin de merkezi olduğu dünkü gelişmelerle de bugünkü gelişmelerle de sabit olarak ortadadır.
Ortadoğu’da Rus sosyal emperyalizmi ile mücadele sürecinde desteklenmiş olan krallıklar ve silahlı İslamcı hareketler ki, bunlarda bir sermaye gücüdür, yeni tarihsel sürecin örülmesinde rolleri olduğu gibi, oluşan yeni ilişkiler alanında bazı değişimler yaşamaları kaçınılmazdı. Kimisi zorla kimisi de çıkar birliğinin zemininin devam etmesinden dolayı zaten bu yönelime girmişlerdi. ABD merkezli üretilen “Yeşil Kuşak Projesi” birinci asli görevini yerine getirerek bölgenin yeni siyasal ekonomik ilişkilerini belirlemişti. Ama durum değişikliği Yeşil Kuşak Projesi’nin de değişimine sebebiyet verecek tarihsel gelişmeler yaratmıştı. Bu anlamıyla projenin de yeniden neo-liberalizm ekseninde dönüşümü gerçekleştirilmeliydi.
dır. Nitekim Irak- İran savaşının arka güçleri olarak emperyalistler bölge siyasetinde rol ve düzenlemede etkinlik gösterirken, aynı zamanın sonu olan süreçte Irak’ın Kuveyt’i işgal sürecine karşı farklı bir pozisyonda durarak cevap vermişlerdir. Saddam yönetimi bu defa ABD ve İngiltere merkezli olarak oluşan konsensüse aykırılık bağlamında adımlar atmıştır. Uşak ilişkileri bu hoyrat girişimle örtüşmemektedir. Sonucunda ise Irak’a ambargo politikaları, askeri güçlerine-tesislerine yönelik saldırılar ve alt yapı tesislerinin imhasıyla Irak bir kriz içerisine çekildi. Uluslararası emperyalist kurumlarda etkin olan ABD ve İngiltere, ya biat ya yok edilişi dayatmaktaydılar. Körfez Savaşı’nın
10
Ortadoğu’da Rus sosyal emperyalizmi ile mücadele sürecinde desteklenmiş olan krallıklar ve silahlı İslamcı hareketler ki, bunlarda bir sermaye gücüdür, yeni tarihsel sürecin örülmesinde rolleri olduğu gibi, oluşan yeni ilişkiler alanında bazı değişimler yaşamaları kaçınılmazdı. Kimisi zorla kimisi de çıkar birliğinin zemininin devam etmesinden dolayı zaten bu yönelime girmişlerdi. ABD merkezli üretilen “Yeşil Kuşak Projesi” birinci asli görevini yerine getirerek bölgenin yeni siyasal ekonomik ilişkilerini belirlemişti. Ama durum değişikliği Yeşil Kuşak Projesi’nin de değişimine sebebiyet verecek tarihsel gelişmeler yaratmıştı. Bu anlamıyla projenin de yeniden neo-liberalizm ekseninde dönüşümü gerçekleştirilmeliydi.
Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler bu eksene kaymaya başladı. Nitekim ortaya çıkan tablonun sahibi olan ABD bundan bir üstünlük elde etse de sömürü ilişkilerinin yeni bir çerçevede dizayn edilmesinde halen önemli sorunlar ile yüz yüzeydi. Özellikle Yeşil Kuşak Projesi’nin ürünü olan silahlı radikal İslamcı hareketlerin, oluşan yeni devlet ilişkilerindeki nüfuz gücü ve politik yönelimi dostların bir yol ayrılmasını kaçınılmaz kılmaktaydı. Hem halen radikal hareketler ile ilişkiler sürdürülürken hem de oluşturulan iktidar alanlarında onlar ile karşı karşıya gelmeler ve bunların hızla gelişmesi söz konuydu.
cadelede var edilip kullanılan Yeşil Kuşak Projesi’nin ürünü radikal İslamcı hareketler bir bir Ortadoğu’da iktidar alanını ele geçirip kendilerine yön belirlemekteydiler. Bu tablo ve oluşan toplumsal sistem uluslararası sermayenin jandarması görevini yüklenmiş olan ABD’nin çıkarları ile pekte uyuşmamaktaydı. Yol ayrımı gelmek üzere, tarihsel ittifak bitmek üzereydi. Çünkü sermayenin dolaşım, birikim ve yoğunlaşma çabası ve merkezileşme eğilimi ile tasarlanıp hayata geçirilen hareketlerin icra ettikleri pratikler arasında ve ihtiyacı cevaplama bağlamında önemli bir açı bulunmaktaydı.
ABD merkezli müdahale dönemi klik mücadeleleri ve askeri darbeler ile, sistem, Ortadoğu’da bir geçiş arayışında kaos ve kriz durumundaydı. Genel nüfuz alanında içsel yapılandırma süreciyle istenilen gelişme emperyalist ABD için yeterli bir durum arz etmiyordu. Ortadoğu’nun neredeyse tamamında silahlı çatışmalar ve savaşlar ile yeni sistemin çok çeşitli güçleri arasında mücadele gelişmekteydi. Afganistan’dan Lübnan’a birçok yerde bu durum ana tarz halindeydi. Rus sosyal emperyalizmi ile mü-
Ama askeri müdahaleler, klik savaşları ve darbeler ile genel Ortadoğu iklimine hâkim olan, en azından eski çıkar ilişkilerine oranla önemli bir avantaj elde eden ABD, rahatsızlığına rağmen yeni yapılanmanın ayaklarını örünceye kadar buna karşılık aktif bir yönelime girmeyecekti. Çünkü bölge oluşan yeni denkleme göre daha çok sorunlar ve düzenlemelere ihtiyaç duymaktaydı, bu da ancak topyekûn bir bölgesel strateji ile gerçekleştirebilinirdi. Bir yandan bunun ekonomik alanı oluşturulurken diğer yandan yapılan anlaş-
Bir diğer taraftan Yugoslavya’nın dağılma sürecine girmesi Balkanlar veya Doğu Avrupa’nın da bölgesel özelliği olan bir savaş ile yeniden düzenlenmesini beraber getirdi. Kıta Avrupa’sı bir kez daha egemen sınıfların savaşına mekânlık etmekteydi. (Böylece günümüzde Suriye’de cereyan eden süreklileşmiş savaşlar dönemi, süreklilik arz eden bölgesel, lokal savaşlar hali ve buna bağlı gündemden kalkmayan sürekli ekonomik kriz hali dönemi de esasta açılmış oluyordu…) Nihayetinde bu savaşın sonucunda yeni bir dizayn projesi emperyalistler tarafından hayata geçirildi. Bu gelişmeler sonucunda Almanya ve Fransa’nın başını çektiği Batı Avrupa koalisyonu önemli bir sermaye alanına kavuşurken, ABD; Polonya, Romanya vb. birkaç ülkede etkinlik sahibi olmayı başardı. Alman-Fransız emperyalist ittifakı ile ABD-İngiltere ittifakının dizayn üzerinde anlaşmasıyla yeni bir Doğu Avrupa ve Balkanlar konsepti açığa çıktı. ABD özellikle askeri üstler, ticaret anlaşmaları ve IMF üzerindeki etkinliği ile yönelime girmişken, Alman-Fransız emperyalist ittifakı yeni bir tarihsel projenin şartlarının açığa çıkmış olmasıyla daha kapsamlı bir yönelim içerisine girmiş durumdaydı. Bu anlamda Avrupa ekonomik topluluğundan Avrupa Birliği kapitalist emperyalist gevşek konfedere devletleşme projesine geçiş için saha olgunlaşmaktaydı.
11
malar ile askeri ayağı genişletilmekteydi. Hem askeri üstler politikaları ile küçük savaş ülkelerini kurmaktaydı hem de donanmasını Ortadoğu etrafında konumlandıracak adımlar atmaktaydı. Ayrıca Irak ile Körfez Savaşı sonucunda oluşan durumla yeni politik aktörleri de yaratmaktaydı. Daha doğrusu var olan politik güçler ile yeni temelde ilişkiler geliştirilmekteydi. Bölgeye yayılan savaşın parçalı gelişimi, planlı, sistemli, bölgesel savaş konseptine dönüştürülecek şartlar hızla emperyalist ABD tarafından geliştirilmekteydi. Uzaktan düzenleyici güç olan ABD emperyalizmi yeni tipte bir içten inşanın yönelimine girerek Ortadoğu’ya her tür aygıtı ile girişine hız vermişti. Bir diğer taraftan Yugoslavya’nın dağılma sürecine girmesi Balkanlar veya Doğu Avrupa’nın da bölgesel özelliği olan bir savaş ile yeniden düzenlenmesini beraber getirdi. Kıta Avrupa’sı bir kez daha egemen sınıfların savaşına mekânlık etmekteydi. (Böylece günümüzde Suriye’de cereyan eden süreklileşmiş savaşlar dönemi, süreklilik arz eden bölgesel, lokal savaşlar hali ve buna bağlı gündemden kalkmayan sürekli ekonomik kriz hali dönemi de esasta açılmış oluyordu…) Nihayetinde bu savaşın sonucunda yeni bir dizayn projesi emperyalistler tarafından hayata geçirildi. Bu gelişmeler sonucunda Almanya ve Fransa’nın başını çektiği Batı Avrupa koalisyonu önemli bir sermaye alanına kavuşurken, ABD; Polonya, Romanya vb. birkaç ülkede etkinlik sahibi olmayı başardı. Alman-Fransız emperyalist ittifakı ile ABD-İngiltere ittifakının dizayn üzerinde anlaşmasıyla yeni bir Doğu Avrupa ve Balkanlar konsepti açığa çıktı. ABD özellikle askeri üstler, ticaret anlaşmaları ve IMF üzerindeki etkinliği ile yönelime girmişken, Alman-Fransız emperyalist ittifakı yeni bir tarihsel projenin şartlarının açığa çıkmış olmasıyla daha kapsamlı bir yönelim içerisine girmiş durumdaydı. Bu anlamda Avrupa ekonomik topluluğundan Avrupa Birliği kapitalist emperyalist gevşek konfedere devletleşme projesine geçiş için saha olgunlaşmaktaydı. Özellikle bu gelişmeler ile emperyalist güç-
12
ler arasında gelecek zaman diliminde ittifak ve kapışmaların zemini de daha geniş olarak dünya çapına yayılan bir düzleme sürüklenmekteydi. Nitekim Avrupa Birliği projesinin hayat bulması, daha sonra genişleme yönelimi ve uyum programları ile konfedere birliğe yeni köklü sömürgelerin eklemlenmesi Avrupa’nın birliğinin hesap edilerek yönelimlerin belirlenmesinde daha fazla olasılık alanını açmıştır. Doğu Avrupa’da oluşan yeni şartlar, Rus emperyalizminin gerileyen durumunu derinleştirdi. Kriz sürecine giren Rus menşeli sermaye, Doğu Avrupa’daki dizayn süreciyle önemli bir açmazın içine sürüklendi. Nüfuz alanı daralan etkinliğini kaybeden Rus emperyalist sermayesi için çanlar çalmaktaydı. Bu sürecin gelişmeleri sonucunda Rusya 1997 yılında moratoryum ilan etmek zorunda kaldı. Artık etkinlik sahasında geleneksel ilişkilerin belirli bir etkinliği dışında yeni pozisyona cevap veremeyen, proje üretemeyen bir Rus emperyalizmi gerçeği oluşmuştu. Yaşanan krizler ile adeta Kafkasya bir belirsizliğin içine sürüklenmişti. Yapısal uyum programları ve IMF programları ile sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde düzenleme süreci dünyanın çeşitli kıtalılarında krizlere dönüştü. IMF eseri olarak gösterilen Asya kaplanları çöktü. Türkiye, Arjantin, Şili vb. birçok ülkede krizler peş peşe patlamaya başladı. Her kriz daha derinleştirilmiş sömürü projeleri içerdiği gibi her kriz aynı zamanda sistemi yapılandırdığı gibi, belirsizlik alanlarının da oluşmasına vesile olmaktaydı. Emperyalist güçlerden ABD, İngiltere ve Avrupa Birliği, emperyal konfederalizmi kazanım ve belirsizlik düzlemindeki ilişkilerden güçlü olarak çıkanlar durumundaydı. Etkinlik sahalarını geliştiren bu güçler, aynı zamanda belirli ülkelerdeki çöküşler ve oturmayan yapılanmalar karşısında da bir kaotik süreçle karşılaşmaktaydı. Gelecek dönemin merkezi ve ilişkileri şekillenmeye başlanmaktaydı. Ne ABD ne AB emperyalistleri bu etkinlik
alanlarını inşa edebilecek yeterli araca ve yönelime sahiptiler. Dev gelişmelerin yatağı hazırdı ve saha artık kendilerine düne oranla daha açıktı ama çok da karmaşık ve büyük kaosa sürükleyecek özellikler barındırmaktaydı. Dünya genelinde baş gösteren bölgesel krizler dönemi, sermayenin, uygulama plan ve projelerin, savaş ve dizaynın bölge düzleminde bir yöneliş olarak gelişeceğinin kodları durumundaydı. Bugün savaşlar süreklileşmiş, bu zeminde siyasi krizler gündemi işgal ederek süreklileşmiş ekonomik krizleri de koşullamış durumdadır.
Milenyumda Yeni Stratejiler Işığında Oluşan Tarihsel Süreç Bu tarihsel kesit ABD merkezinde yeni bir projeksiyonla ele alındı. Bu söylenceye dönüştürülen imparatorluk fikriyatıydı. İmparatorluk hezeyanına kapılan ABD emperyalizmi dünya hâkimiyetinde tartışılmaz bir unvan elde etme uğraşındaydı. Burjuva kalemşorlarından dökülen bu teorik hezeyan, yerkürenin derin bir sömürüye uğratılmasıdır. Tarihin sonunun karşılığı bir anlamda imparatorluk düzlemi olduğunu ortaya koydu. Düşünce kuruluşları adı altında bir zihniyet yapılanmasına dönüştürülecek olan fikirlerin üretimi daha derin ve kapsam alanı genişleyen bir çerçeveye oturmuştu. Teknik ilerlemelerin sonucu olarak yazılı ve görsel alanlardaki ilerlemeler üzerinden kitlelere enjekte edilmeye çalışılan, bir evrensel kıyım perspektifidir. Bu teorik argümanı yaratan, ABD emperyalizminin yayılan ve derinleşen sömürgeciliğiydi. Ayrıca sosyalizmden geriye dönüşlerin dünya genelinde yaratmış olduğu büyük umutsuzluklar, sosyalist-komünist maskeli partilerin bir bir kapitalist projelerin uygulayıcıları olmaları, devrimci hareketin gerilemesi ve reformist akımlar olarak sosyal düzenleyicilik pozisyonunda burjuvazi içinden politik duruşların gelişmesi, Rus ve ABD merkezli ulusal kurtuluşçuluğa saplanan hareketlerin devrimci dönemdeki ileri politik pozisyonlarını kaybetmeleri akabinde kamplar arası durumla politik özne
misyonuna saplanmaları ve en son kertede 90’lar konseptiyle bir bir silahlı duruşlarında gerileme, sisteme eklenme yönelimlerine girerek sosyalizm üzerindeki etkinliklerine son vererek yeni çerçevede duruşlar geliştirmelerinin önemli payı bulunmaktadır. Sermayenin ilerleyişi ve sirayet edişi çeşitli sorunlar ile karşılaşsa da klikler mücadeleleri ve çıkar zümrelerinde sürekli tercih ve değişimler, bütün milli kapitalist duruşları önemli oranda aşındırarak kendisine bağlamıştır. Var olan şey, uluslararası emperyalist sermaye ile birlik kurup kurmama veya ulusal kapitalist gelişim değil, var olan çelişme, uluslararası sermayenin hangi gücü ile hangi kliklerin çıkarlarının uyuştuğudur. Yeni realite esasını bu oluşturmaktaydı. Bu bağlamda küreselleşme olarak dünyanın küçük bir köy olarak tasavvur edilmesi, dolaşım süreci tedarik zincirleri, ekonomilerin iç içeliği gerçeği olarak üretildi. Sermayenin kat ettiği gelişmeler ve yarattığı yeni teknik temel ve yapısal organizasyonlar, hukuki ve ekonomik ilişkiler, çok uluslu tekellerin kıta, bölge ve ülkeler düzleminde serbest bölgeler, ortak örgütler, denetim mekanizmaları vb. güçlerinin sonuçlarıdır. Emperyalist sermayenin uluslararası tekelci niteliğinin iyice belirlemesiyle bu iç içelik o kadar derinleşti ki, emperyalist blokların aralarındaki çelişkileri zorunlu uzlaşma-anlaşma metoduyla çözmesini koşulladığı gibi, anlaşmanın zorlaştığı durumlarda süreklileşmiş lokal savaşların devreye sokulup uzun süre sürdürülmesinde vesile olmaktadır. Tabi, bu iç içelik emperyalist bloklar arası karşıtlığın yanında birbirlerine bağımlılıkları durumunu da ifade etmektedir. Örneğin, AB’li emperyalist blok Rus-Çin eksenli bloğa karşı esasta ABD eksenli bloğa yakın olmasına karşın, Rusya emperyalizminin doğalgaz konusunda Avrupa ülkelerini kendisine bağlayan düzeydeki ekonomik-enerji ilişkileri, bu bloğun (AB’li bloğun) Rusya emperyalizmine karşı temkinli olmasını koşullamaktadır. Aynı bağımlılık ilişkisinin bütün bloklar için çeşitli biçimlerde geçerli olduğu, bunun uluslararası tekeller dönemine has genel bir karakter olduğu söylenebilir. Emperyalist
13
dünya sisteminin uluslararası tekeller niteliğiyle derinleşen bu iç içelik olgusu, Çin’in ekonomik büyümesinin yavaşlaması karşısında dünya ekonomisinin etkilenmesi, Çin’in ekonomik küçülmesinin dünyada finans krize yol açacağı ve bütün emperyalist güçlerin Çin ekonomisinin iyiye doğru gitmesini istemesi biçimindeki realiteyle çok daha çıplak biçimde görülmektedir.
de diğer emperyalist güçlerin frenlenmesi ve kontrolü bağlamında büyük avantajlar yaratacak durumda olma özelliğindedir. Büyük Ortadoğu Projesi düğmesine basım zamanı 11 Eylül İkiz Kuleler olayıdır. Hazırlanan güçler 11 Eylül ile beraber devreye geçirildi. Uluslararası alanda “Terörizmle mücadele” adı altında saldırı konsepti haya-
Başka bir politik mistifikasyon olan medeniyetler savaşıdır. Medeniyetler savaşı, demokrasi savaşı, küresel demokratik sorumluluk gibi argümanlar işgallerin ve dizayn politikaların sosyal söylenceleri olarak toplumsal belleğin iğdiş edilmesinde gelişen medya üzerinden seferber edilen argümanlar durumuna geldi. Bir medeniyet savaşı verilecekse bir barbarın var olması gereklidir. Bu bağlamda tarihte başvurulan argümanın yeni içeriği ile tekrardan devreye konulması ile karşı karşıya kalındı.
Başka bir politik mistifikasyon olan medeniyetler savaşıdır. Medeniyetler savaşı, demokrasi savaşı, küresel demokratik sorumluluk gibi argümanlar işgallerin ve dizayn politikaların sosyal söylenceleri olarak toplumsal belleğin iğdiş edilmesinde gelişen medya üzerinden seferber edilen argümanlar durumuna geldi. Bir medeniyet savaşı verilecekse bir barbarın var olması gereklidir. Bu bağlamda tarihte başvurulan argümanın yeni içeriği ile tekrardan devreye konulması ile karşı karşıya kalındı. Şer devletleri olarak ülkeler tarif edilerek emperyalist saldırıların meşruluk temeli de örülmeye çalışılmaktaydı. Böylece ABD ve İngiliz emperyalizmi, kendi çıkarlarıyla uyumlu durmayan bütün yapılanmalara açık bir saldırganlık yönelimine girdiğini de ifşa ediyordu. Bu durumla beraber bu uygarlık savaşının yönü yörüngesi Ortadoğu’ydu. Var olan kaynakları ile ve sömürülecek insani potansiyeli ile “barbar” da ortaya konulmuştu. Büyük Ortadoğu Projesi (sonradan Genişletilmiş Ortadoğu Projesi oldu), Ortadoğu’yu kapsamlı düzenleme yönelimiydi. Bu anlamda hem çok uluslu tekellerin muazzam sömürü için işlenecek potansiyeli güçlüdür hem
14
ta geçirildi. Bu saldırı konsepti Afganistan işgali ile başlatıldı. Afganistan işgali sırasında çeşitli milliyetlerden olan yerel işbirlikçi güçlerin askeri anlamda kullanılması proje ayaklarının hangi güçleri de içereceğine dair önemli bir veri sunmaktaydı. Yeni işbirlikçi yerel koalisyonlar BOP(GOP) geleceği açısından önemli bir yerde durmaktadır. Afgan işgali Mollalar iktidarını devirme, uluslararası cinayet şebekesi El-Kaide’yi temizleme ve demokrasinin inşa edilmesi argümanlarına başvurularak gerçekleştirildi. Her zamanki gibi önce dünya kamuoyu bir zihniyet yönelimine-algı yönetimine alınarak saldırı kılıflandırıldı ve temel yaratılmaya çalışıldı. Emperyalist sermayenin öndeki gücü ABD bu savaşa birçok ülkeyi dâhil ederek geniş bir uluslararası güç denklemi yarattı. Çok ülkeli askeri işgal güçleri ve coğrafya içindeki askeri üstlerden saldırının yürütülüşü de bu anlamda kapsam olarak üst derece yoğunlaştırılmış savaş yönelimi anlamına gelmektedir. Bu da gösterdi ki, tarihin geçmiş zaman diliminde büyük orduların oluşturulması için ülkelerin büyük savaşlar döneminde ortaklaşmaları yeni bir evreye girmiş durumdadır. Emperyalizm, tek bir ülkeye karşı koalisyon güçleri orduları oluşturmak düzlemine gelmiştir. Bundaki
temel neden, bağımlılığın derinleşmesi ve çok uluslu tekeller sermayelerinin iç içe girerek çıkar ortaklıklarının pekişmesidir. İki olgu bir yönelimin gerçekleşmesine vesile olmuştur. NATO ordularının NATO’nun varlık mevzuatlarını fiilen aşarak giriştiği bu askeri işgal de ilk örnektir. Bu bağlamda uluslararası sermeyenin hizmetindeki BM işgallerin önünü açan bir yönelimde durmuştur. Bu da ABD’nin, sermayenin uluslararası kurumlarındaki etkinliğini ortaya koymaktaydı. Örneğin, NATO’nun ekonomik giderlerini karşılayan veya bütçesinin esasını oluşturan ABD emperyalizmidir. Buna bağlı olarak NATO’yu kendi ordusu gibi kullanma gerçekliği de son derece anlaşılır olmaktadır. Askeri, ekonomik ve teknolojik açıdan önde gelen güç olması itibarıyla da bu uluslararası kurumlarda tartışmasız bir belirleyiciliğe, inisiyatife sahipti… Akabinde bin bir yalan ile Irak işgali gerçekleştirildi. Irak işgalinde BAAS faşizmine karşı yerel güçler kullanıma sokuldu. Böylece Afganistan’da gerçekleştirilen yerel güçlerin dâhil edilerek işgalleri gerçekleştirme senaryosunun tekil bir örnek olmadığı, temel-stratejik bir yaklaşım olduğu gerçeğini ortaya çıkardı. Bu aynı zamanda insan hakları ve demokrasi etiketlerinin (“demokrasi götürme” demagojisinin) emperyalistler için para etmesine vesile olmaktaydı. Böylece işgal karşıtı zemini diktatörlükleri savunma düzleminde işlenerek değersizleştirilmeye çalışıldı. Irak işgalinde BM Güvenlik Konseyi, Rus ve Çin vetosu, Almanya’nın ise istemeyen ama sessiz kalan tavrı içinde ABD-İngiltere ile birlikte birçok ülkeyi içine alan koalisyon güçleri tarafından ve NATO üstleri ve güçlerinin kullanımıyla yapıldı. Bu da yeni yönelimin boyutları açısından bir çerçeveyi göstermektedir. Her iki ülkenin işgali ve işbaşına getirilen uşakları ile beraber ABD dün bağımlı olan ülkeleri kullanma çizgisinde bir eşik atlayarak yukarıya tırmandırdı durumu. Çok daha güçlü zeminde kendi istemleri ile hareket edebilecek savaş üstlerine bölge içinde kavuşmuştu. Kuveyt, Suudi Arabistan, Katar’a yenileri eklendiği gibi, bunların sonucunda da bölge içinde
güç olma kapasitesini yükselttiği için diğer bağımlı ilişkileri çok daha pervazsız tasarruflara dönüştürecek zeminde oluşmuştu. Büyük Ortadoğu Projesi ile Ortadoğu’yu domine eden ABD hedeflerini genişletiyordu. Bu bağlamda oluşan durum içerisinde kuruluş aktörü ABD stratejisine uyan modeller icra etmekteydi. Radikal İslamcı hareketlerin geriletilmesi için model ve rol ülkeleri oluşturulurken, yerine geçirilecek olan ılımlı İslam modeli ve politik hareketleriydi. Bu anlamda Ortadoğu’da halk kitlelerinde büyüyen ABD emperyalizmi nefretine bir çözüm bulunmuş olacaktı. İçten bir yönelimle sermaye yeni tarihsel kimlikle yürüyüşünü daha da pervasızlaştıracaktı. Radikal İslam’la savaş teorisi İslamofobi vb. birçok kavramı da kendine getirdiği gibi yeni sistemde rollerini kaybetmiş İslami motifli cemaat, emirlikler sermayesi de cihat ilan ederek cevap verdi. İşin öbür yüzünde ise ılımlı İslam motifli sermayede dinin özü savaşlara karşıdır babında teorik argümanlar ile varlık alanını geliştirme ve yeni sistemin pastasından yemek için süreci örme anlamında misyonuna uygun pratik tavır geliştirmekteydi. NATO yeni bir çerçevede düzenlenerek “terörizmle mücadele” aygıtı olarak yeniden düzenlendi. Böylece soğuk savaşın askeri paktından, dünyanın yeni ilişkilerinin içeriğine uygun bir görev yapılandırılması ile başında ABD’nin olduğu İngiltere ve Fransa’nın da etkinliği olan uluslararası sermayenin bir bölümünün resmi ordusu oldu. İşgallerin askeri ayağının yeniden yapılandırılmış olması keskin çatışmaların ve her yere müdahale döneminin katlanarak gelişeceği gerçeğini oluşturuyordu. Büyük Ortadoğu Projesi genişletilmiş olarak Kuzey Afrika’yı da içine alan düzeyde Genişletilmiş Ortadoğu Projesi olarak yeniden yapılandırıldı. Yakın dönemin bütün pratiği bunun üzerine kuruludur. Genişletilmiş projenin ürünü olarak birçok yerde ortaya çıkan değişiklikler ile direk bağı bulunmaktadır.
15
Artık bilenen bir yönelim olarak mevcut iktidar kliğine karşı olan güçleri içine alan yeni konsept çerçevesinde; işgal veya halk hareketlerine ideolojik politik örgütsel önderlik ile yapılandırmalar çeşitli uşak güçler ile emperyalist askeri kuvvetlerin kullanımı düzleminde sürdürüldü.
İmparatorluk Tezinden “Demokrasiler İttifakı”na Geçiş Barak Obama döneminde Amerika politik düzlemde taktik değişikliğe gitti. Bu taktik politik değişikliğe yol açan gelişmeleri incelediğimizde emperyalist güçler arasındaki gelişme bloklar mücadelesinin hızla geliştiği görülmektedir. Rusya ve Çin merkezli sermaye blok’u bölge politikalarına eskisi gibi bir açık kapı bırakmayacaklarına dair önemli ilişkiler geliştirmektedir. Kazakistan’dan İran’a, Suriye’den Afrika’ya dair, gerek BRİCS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti), gerek Şanghay İşbirliği Örgütü ile verili alanlarda çeşitli ortak politikalar ve adımlar atmaktadırlar. Özellikle ABD’nin Ortadoğu’da enerji ve ulaşım hatları üzerinde kendine bağımlı devlet iktidarlarını oluşturma sürecinin bu sermaye blokunu hedefleme ve çevirme harekatı olarak sermaye birikimini ve gelişmelerini tehdit eden bir düzeye doğru ilerlemesi, yine Rusya’nın burnunun dibi olarak telaffuz edilen alanda “Turuncu devrimlerle” vb. güdülen dizayn projeleri üretmesi ve devreye koyması hiç de Rus-Çin merkezli blok tarafından geçiştirilecek bir durum değildi. Özellikle Irak işgal savaşında ortaya çıkan Rusya ve Çin’in BM Güvenlik Konseyi’ni domine etmeleri, işgalin BM adına değil de başka ortaklıklar üzerinden yürütülmesi, hem bu blokun gücünün geliştiği hem ABD’nin güç zafiyetine doğru yönünün kaydığını göstermektedir. Geçmeden söyleyelim ki, emperyalist bloklar arası çatışmanın, yukarıda sözünü ettiğimiz enerji, doğalgaz ve ulaşım hatları üzerinde odaklandığı ve bu zeminde süreceğini belirtelim. Önümüzdeki dönemin dalaşı ve emperyalist bloklar arası güç dengelerinin belirlenmesinde doğalgaz ve ulaşım hatları üzerindeki stratejiler tayin
16
edici olacaktır. Bunda da Rusya’nın avantajlı olduğu her bakımdan anlaşılmaktadır. Rusya’nın Ukrayna üzerindeki stratejileri ve doğalgaz kartı konusunda Ukrayna üzerinden Avrupa’ya verdiği mesaj es geçilecek gibi değildir. Doğalgaz zengini ülke olmasıyla birlikte, diğer doğalgaz zengini ülkeler de ADB blokuna karşı olup Rusya blokuna dâhildir esasta ve bu Rusya’nın Suriye’de geliştiği gibi bölgedeki genel emperyalist dalaşta avantajlı olduğunu göstermektedir… Ulaşım hatlarında da Rusya yine önemli kozlar elinde tutmaktadır… Gerek Afganistan gerek Irak’ta bir bataklığa saplanır düzeyde zor bir pozisyona sürüklenen ABD gerek bölge içinde gerek uluslararası düzlemde önemli bir karşıt gücün de oluşmasına vesile oldu. Irak işgali ile başlayan işgal karşıtlığı, ABD’nin bölgeye yerleşmesi ile iktidar pozisyonları sarsılacak olan bir dizi ülke yönetimi ve Ortadoğu’daki halk kitlelerinde anti-ABD’ci eğilimin derinleşmesi, Avrupa Birliği’nin esasının ve esasta ABD yanlısı politik pozisyonlarına rağmen enerji ve ikmal hatlarının, genel pazarın çeşitli anlaşmalar ile ABD yönüne ağırlıklı kaymasından duydukları rahatsızlık, genel anlamda ABD başta Ortadoğu olmak üzere dünya genelinde yürüttüğü ve yalnız kalma olarak telaffuz edilemese de birçok noktada kendisinden rahatsız olan kuvvetleri açığa çıkarması bir politika değişikliğine yol açtı. Bu bağlamda ABD Demokrat Parti yönelimi “Medeniyetler İttifakı”nın geliştirilmesini re-organize ederek buna bağlı “demokrasiler ittifakı” tezi ile ortaya çıktı… Demokrasi ittifakı tezi hem ABD’nin politikalarının sürdürdüğü anlamına geldiği gibi hem de hesap edilmesi zorunlu olan güçlerin de sürece çekilmesi anlamına gelmektedir. Bu anlamda tek başına giriştiği düzenleme politikaları sonucunda ABD saplandığı bataklıkta ve oluşan uluslararası emperyalist blokların güç pozisyonlarını da hesap etmek zorunda kalmasını sağlayan yeni güç denkleminin oluştuğu gerçekliğini ortaya koymaktadır. Tabi ki “demokrasi ittifakı” teorisiyle dizayn
ABD emperyalizmin “demokrasiler ittifakı” olarak AB’yi sürece çekmek istemesi, Avrupa Birliği emperyalist-kapitalistlerin de hem belirli avantajlara sahip olma noktasında bir adım öne atılmasına vesile oldu hem de dengeli bir politikayla ABD’nin her yönelimine taraf olmamak gibi başka bir adım olarak geri durma durumu da ortaya çıktı. Bu sadece iki güç arasındaki ilişkinin sonucu değil, Rus-Çin bloku ve enerji, doğalgaz, pazar ve rekabet güçleri, dizayn edilecek bölgelerin çok kapsamlı ve çok çeşitli güçlerin oluşturduğu karmaşık ilişkiler alanın da varlığından dolayıdır. projesi yürütme istemi bir anlamda Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu projesinin de yeniden yapılmasıdır. Bu bağlamda ilk yönelimde hesap edilen ve tasavvur edilen Ortadoğu ile yeni tasavvur, hedef ve güç biçimi de haliyle değişikliğe uğramıştır. Bu karşılaşılacak sorunların aşılamaması durumunda konjonktürün çökmesi anlamına gelecektir. ABD emperyalizmin “demokrasiler ittifakı” olarak AB’yi sürece çekmek istemesi, Avrupa Birliği emperyalist-kapitalistlerin de hem belirli avantajlara sahip olma noktasında bir adım öne atılmasına vesile oldu hem de dengeli bir politikayla ABD’nin her yönelimine taraf olmamak gibi başka bir adım olarak geri durma durumu da ortaya çıktı. Bu sadece iki güç arasındaki ilişkinin sonucu değil, Rus-Çin bloku ve enerji, doğalgaz, pazar ve rekabet güçleri, dizayn edilecek bölgelerin çok kapsamlı ve çok çeşitli güçlerin oluşturduğu karmaşık ilişkiler alanın da varlığından dolayıdır.
ABD Merkezinde Üretilen AB’nin de Desteklediği Kafkaslar Dizayn Politiği ve Başarısızlık Rusya’nın geriletilmesi ve kontrol edilmesi Ortadoğu sahasının düzenlenmesinde kilit bir rol oynamaktadır. Her konjonktürün hesap edilmesi zorunlu gücü olan Rusya’nın varlığı hem bir dizi ülkeye yönelik fiili saldırıları boşa düşüren bir durum arz ediyor hem de Çin ile bölgede geliştirdikleri işbirliği çerçevesinde yeni ekonomik-siyasal süreci örerek alternatif olarak ortaya çıkması genel planlamayı yönetmeyi zorlaştırmaktaydı.
Bu açıdan Rusya’nın nüfuz alanlarına saldırmak, kaotik durum yaratmak, Rusya’yı bu sorunla yoğunlaştıracak ortam yaratmak ve burada kendine yakın iktidarları oluşturmak, Rus doğalgaz ve petrol tekellerini gerileterek enerji kozlarını zayıflatmak, dolaşım ve ticaret alanında sermayelerini zorlayacak anlaşma ve sistemler geliştirmek ve bu süreç içerisinde Ortadoğu’ya dair yönelimi geliştirmek gibi bir dizi ekonomik, siyasal, askeri politikayı devreye koymak ve bunlar üzerinden belirli düzenlemeler yapmak ABD emperyalizminin stratejik siyasetidir. Kritik gördüğü ülkeleri kenara sıkıştırmak olarak ekonomilerini çökertmek iç muhalefet kliklerini desteklemek, askeri işgaller ve saldırganlıkları devreye koymak gibi birbirine bağlı çoklu politik yönelimleri bulunmaktaydı. Geniş bir istemler yelpazesinin oluşturduğu Kafkas politiği Gürcistan’ın Osetya’yı işgali ile düğmeye basıldı. Gürcistan’ın iktidardaki burjuva kliği ABD yanlısı bir yönelime sahipti. Ayrıca Gürcistan NATO şemsiyesine dâhil edilerek Rusya’nın Gürcistan’daki askeri üstler varlığı da bitirilme hedefi güdülmekteydiler. Gürcistan’ın Osetya işgali Rusya tarafından tam bir cezalandırılmaya maruz kaldı. Birkaç günü geçmeyen sert bir askeri saldırganlıkla Rusya Gürcistan’ı ezdi. Osetya’dan çıkardı. Ve Osetya’nın bağımsızlığını tanıyarak bir dizi ekonomik ve askeri protokoller imzaladı. ABD ve AB emperyalistlerinin kınamaları ve orta düzlemde tehditleri Rusya için hiçbir sınırlama içeriği taşımadı. Tabiri caizse Rusya bildiğini okudu. Bir dizayn yönelimine karşı nüfuz alanlarını ne derece etkin savunduğunu ve
17
kendisine dönük bir projeye geçit vermeyeceğini gösterdi. Uluslararası emperyalist güç ilişkileri bağlamında da gücünü ortaya koydu. Diplomatik güç olarak bunu başardığı gibi askeri gücünü de bu küçük savaşla sahneye koyma şansına erişti. Rusya’nın böylece genel gücü en açık biçimde ortaya çıkmıştı. Bu durum Rusya’yı geriletmek bir yana konjonktürü biçimlendirmek için daha aktif davranması gerektiğini ilişkiler alanında boşlukların olduğu gerçeğini görmesine vesile oldu. Akabinde, “Turuncu Devrimler”in finansör mimarı olan Amerikalı dolar milyarderi büyük spekülatör Soros’un finanse ettiği yeni klik darbeleri süreci Kafkaslarda başlatıldı. 2005 yılından beri bölgede birçok vakıf ve düşünce kuruluşu adı altında sosyal alanı kullanarak fikir kampanyası yaratan ve Rus yanlısı kliklere karşı mücadelenin diğer kesimi olan klikleri destekleyen bu zat-ı muhterem darbelerin oluşturulmasında önemli bir çabaya sahiptir. Tabi ki yanılgılara sebebiyet vermemek için şunu bir kez daha belirtmeliyiz ki, bu ABD emperyalizminin ürettiği AB emperyalistlerinin de desteklediği bir projedir. Arkasında tek tek bireyler veya onların marifeti değil emperyalist ittifak yatmaktadır. Birey olarak Soros bir kimlik bağlamında durmaktadır. Çokça tartışılan “modernizm” ve “post modernizm” düşünsel burjuva teorik çerçeve, Kafkaslarda kendine katkı yaparak post modernizm yörüngesinde gelişmekteydi. “Modern” darbelerden geçiş “post modern darbeler” olarak söylemselleştirildi. Uluslararası arenada vizyon kazanmış veya kazandırılmış şahsiyetlerin de vitrinlerden indirilmediği bu klikler arası savaş ilk etapta başarı sağlar bir pozisyonda görülmekteydi. Turuncu, lale, gül şeklinde kadife devrimler olarak kamuoyuna yansıyan gelişmelerin arkasında kimlerin olduğuna dair dünya halkları açısından çok bir bilinmezlik yoktu. Aynı zamanda emperyalist bloklarda bu yönelimlerin sahipleri ve karşıtları olarak onla-
18
rın etrafında sıkı veya gevşek toplanmış bağımlı devletlerde bu gerçeği bilmektedirler. Rusya, hükümet karşıtı olarak başlayan ayaklanmalara karşı bir strateji çizdi. Bu strateji iktidardan uzaklaştırılmış Rusya yanlısı kliği ekonomik ve siyasal olarak desteklemek, diğer klikler üzerinde içte hukuki mevzuatları işletmek yargılamak, yani, sonrası için belli adımlar ile hükümete gelmiş kesimleri yıldırmak ve bunun uluslararası ayağını açığa çıkararak gözden düşürmek üzerine oturuyordu. ABD ve AB’li emperyalistlerin tüm çabalarına rağmen devlet erkine uzun süre sahip olan, ayrıca Rusya ile yükümlülüklerden dolayı oldukça dezavantajlı olan kendi kliklerini iş başında tutamadılar. Avrupa Birliği’ne katılıp refah üzerine yapılan bir dizi girişim de sonuç almaya yeterli olmadı ve Rusya emperyalizmi süreci boşa çıkararak kendi çıkarlarıyla uyuşan kliklerini bir bir iktidara taşıyarak bu dizayn projesini boşa çıkardı. Çatışma döneminde kabul ettiği kimi siyasal yönelimleri de zaman içerisinde ortadan kaldıracak strateji izledi. Tüm pazarı daha kapsamlı ve derin olarak yeni anlaşmalar ve adımlar ile yeni bir çerçevede düzenleyerek yapmak zorunda kalacağı adımları bu süreçte yapmış olarak çıktı. Ve emperyalistler arası denge durumunda yeni gelişmeler yarattı. Başta ABD emperyalizminin hayati projelerini oturmak ve kuvvet ilişkisini yeniden düzenleyerek AB emperyalistlerine de belirli düzeyde pay vererek yürütmek istediği stratejik yönelimler önemli bir darbe aldı. Sadece yapılandırma bağlamında başarısızlık değil, karşıt gücün yükselen gelişmesine sebebiyet vererek kendisini ve merkezinde durduğu projelerin geleceğini de hayati bir kaosun içine çekti. Bu anlamıyla Kafkasya düzenlemesi, ağır bir yönelimi ve çok daha kaotik bir içeriğe, bilinmezler alanına yani olasılıklara açık olan Ortadoğu dizaynının çeşitli araçlarına ya avantaj yaratacaktı ya dezavantaj, kaza-
Bu anlamıyla Kafkasya düzenlemesi, ağır bir yönelimi ve çok daha kaotik bir içeriğe, bilinmezler alanına yani olasılıklara açık olan Ortadoğu dizaynının çeşitli araçlarına ya avantaj yaratacaktı ya dezavantaj, kazanırsa dizaynın yükü hafifleyecek kaybederse Ortadoğu konjonktürünü çökertebilecek gelişmelere sebebiyet verecekti… Kaybediş ikincisinin önünü açtı artık hamle araçları darlaşmış bir duruma geldi. Direnç odaklarının dayanakları çoğaldı. Ve bloklar politiği ön sıralara yerleşerek güç dengelerinin yeniden yapılmasında ana etken düzeyinde belirleyici oldu.
nırsa dizaynın yükü hafifleyecek kaybederse Ortadoğu konjonktürünü çökertebilecek gelişmelere sebebiyet verecekti… Kaybediş ikincisinin önünü açtı artık hamle araçları darlaşmış bir duruma geldi. Direnç odaklarının dayanakları çoğaldı. Ve bloklar politiği ön sıralara yerleşerek güç dengelerinin yeniden yapılmasında ana etken düzeyinde belirleyici oldu.
“Arap Baharı” Safsatası ve Çöken Politik Akımlar Emperyalist kapitalist dünya tarafından “Arap devrimleri” olarak söylemselleştirilen ve içeriği farklı doldurulan halk hareketleri veya isyan dalgası, bir yanıyla “sosyal patlamalar” tespitine bağlı olarak kitlelerin “gazını alan” bir süreç olarak ele alınırken, yeni emperyalist ihtiyaç ve stratejiler bağlamında yeni iktidarlar oluşturma veya ilgili iktidarları yapılandırma temelinde emperyalist nüfuz dalaşının bir adımı olarak emperyalist oyunlarla devreye sokulurken, bir yanıyla da (ki bu objektif yanıdır) gerici faşist diktatörlükler altında demokrasi ve özgürlüklere duyulan özlem temelinde halkların meşru isyanıdır. Ayaklanmalar dalgası sonrası burjuva iktidarların klikler arasında el değiştirme biçiminde yaşanan siyasi süreçler ve ayaklanmalar aşamasında bizzat işin içine giren güçlere, hatta hareketlere önderlik yapan kesim ve sınıflara bakıldığında bu sürecin bir emperyalist dizayn süreci olduğu kendiliğinden açığa çıkar. Aynı dalganın Suriye ayağı ise meseleyi çıplak biçimde ortaya koymaktadır. Emperyalist haydutlar, ilgili
bölge ve ülkelerde halk kitlelerinin ayaklanmaya hazır olmasını tespit edip değerlendirerek, halkın gerici faşist diktatörlüklere karşı kabaran öfke ve devrimci enerjisini, doğru bir zamanlama ve doğru tahlille kendi gerici stratejileri doğrultusunda kullanma başarısı gösterdiler. Emperyalistler bu başarının büyük bir bölümünü, komünist partilerin ve devrimci önderliklerin olmamasına borçludur... “Arap Baharı” yüz yıldır çeşitli klikleri ile iktidara oturan feodal-burjuva sınıfların bürokratik ve gerici diktatörlük yapılarına karşıdır. Özünde halk kitleleri bunlara isyan etmektedirler. Lakin halk kitlelerin kendiliğinden hareketini ilerletecek ve tıkanmış olan sistemin parçalanmasına yönlendirecek politik aktörlerinin, yani komünist partilerinin yoksunluğu ayaklanmanın yönünü klikler arasındaki mücadeleye dönüştürmektedir. Ortaya çıkan gerçekler bunu göstermektedir. Halk kitlelerinin ayaklandığı her yerde çeşitli politik örgüt ve grupların kimisi reform kimisi ise sistemin başına geçmeyi talep etti. Tüm ortaya çıkan gelişmelerde istisnalar hariç bu talepler gerçekleşti. Geçmeden bir konuya daha vurgu yapmanın faydası var. Kendiliğinden gelişen devrimci hareket, kendiliğinden gelme kitle hareketleri komünist parti veya önderlikler olmaksızın başarıya ulaşamaz, ulaşamamaktan da öte son tahlilde burjuvazinin yedeğine düşer, gerici sınıflar tarafından manivela edilirler. Dolayısıyla komünist parti ve önderlik rolü yaşamsal bir önem olarak bir kez daha doğrulanırken, Uluslararası Komünist Hareket Örgütü örgütlenmesinin olmaması da bu
19
ayaklanma süreçlerinin büyük bir talihsizliğidir ki, UKH’nin örgütlenmesinin devrimci hareketlerin burjuvazinin potasında sönümlenmemesi ve devrimci gelişmelere yol açması açısından hayati bir değer taşımaktadır. Maoist komünistlerin stratejik anlam yüklediği bu görev başarılmayı bekleyen bir görev olmaya devam etmektedir. Gelişmeleri incelediğimizde ortaya çıkan gerçekler ve emperyalistlerin “Arap devrimleri” söyleminden uzaklaşmalarına giden yeni tanımların nedenlerini de biraz daha anlamamıza yardımcı olacaktır. Örneğin Kaddafi Libya’sı İtalyan şirketlerin cirit attığı bir coğrafya iken, değişen dünya
cut sistemden rahatsızlıkları yanı sıra iç güçler olarak çeşitli kabileler ile yapılan ittifak sonucunda yeni bir duruma evirtildi. Uşak güçlerin askeri önderliğinde kitlelerin talepleri emperyalistlerin havuzuna akıtıldı. Fransa, Amerika İngiltere vs. birçok ülkeyi kapsayan uluslararası saldırganlık ile yeni bir iktidar tesis edildi. Ayrıca emperyalist rekabet savaşında Çin ve Rus emperyalizmini de köşeye sıkıştıran enerjiden Afrika politikasına, Ortadoğu’nun yapılanmasında kendi kriterleri ile hizaya getirme açısından da bir anlam içinde barındırmaktadır. Tunus, Cezayir, Fas mağlup ülkeleri olarak anılan bu ülkelerin hâkim iktidarları bundan önce neye hizmet ediyorlardı sorusunu
İkinci olarak faşizan baskılar ile toplumu istibat altında yöneten bu iktidar güçlerin yeni oluşan politikalara cevaz olmasının temelleri çok zayıftı. Bu bağlamda yeni yüzler yeni söylemler dönemi gelmişti. Çünkü halk kitlelerinin hem emperyalistlere bu kadar koyu bağlılığa hem de yoksulluğa tahammülleri en alt seviyedeydi. Bunun için bunların hükümdarlığına bir karşı koyuşun olduğu bir politik gerçekler toplamında emperyalistler eski silahlarını kenara indirerek yeni silahlar üzerinden ancak hedeflerini vurup istemlerini gerçekleştirebilmenin yolunu biraz daha düzeltebilirlerdi. Nitekim radikal İslami silahların varlığını Ortadoğu’da terörizmle mücadele olarak öndeki sıraya oturtan ABD emperyalizmi, buna karşı ılımlı İslam projesi ile politik hareketler yarattı, olanları vitrine getirdi.
ve bölge koşulları çerçevesinde emperyalist ABD ve İngiltere için artık tahammül edilemeyenin ötesine geçerek daha önceki beyanat düzleminden çıkıp, müdahale edilmesi gereken bir hal almıştı. Bu bağlamda seçim finansörlüğünü yaptığı Fransız Başkanı Sarkozy ilk saldıran olarak, Kaddafi için bir ironi olarak anılabilecek vahim sona uğramanın aktörü rolünü üstlenmekte tereddüt etmeyecekti. Çünkü bir ittifak gerekliydi ve Fransa Libya’dan daha büyük kazanımlar elde etmek istiyordu. Veya başka bir biçimde anlatırsak çok uluslu tekellerin ortaklarının Libya üzerinde nüfuzu bu ülkeleri de savaşın parçası kılmaktaydı. Libya, çıkan iç çatışmalarda kitlelerin mev-
20
sorduğumuzda açık cevap adresi, emperyalizmdir. Bir adı Fransa ve İtalya ile anılan bu sömürgeler zaman içinde sömürgecilik karşıtı savaşla 60 konseptinde Cezayir bağımsızlık kazanan ülke olarak hep anılır. Gerçek şudur ki, dünya konjonktürü her daim belirli değişiklikler geçirdiğinde buna bağlı olarak bu gibi ülkelerde klik savaşları ve askeri darbeler çerçevesinde yeni sisteme eklemlenerek uşak olma rolünü devam ederek sürdürmüşlerdir. Krallık aile yönetimleri ve klik güçlerin yönetimlerinin yüzü hep emperyalistlere doğru olmuştur. Emperyalistler bunlar üzerinden alt yapı kaynaklarını sömürmüş bölge denklemlerini icra etmiştir. Buranın krallıkları ve değişen
klikleri ise emperyalistlere dayanarak var olmuş, darbeler gerçekleştirip, kitleleri çeşitli kimlik kılıfları adına sömürmüştür. Burada birbirinden ayrıştırılmayacak kadar iç içe büyük bir var oluş gerçeği bulunmaktadır. Bundan dolayıdır ki, emperyalistlerin karşısında olan güçler değildi. Ama yeni gerçeklerin oluşması yeni bir yapılanmaya yol açmaktaydı. Yeni gerçekler çok daha bağımlı ilişkileri talep etmekteydi. Eski statükodaki kabul duruşu uluslararası blokların sermaye güçleri olarak ABD ve AB içindeki kimi emperyalistlerin işine gelmemekteydi. İkinci olarak faşizan baskılar ile toplumu istibat altında yöneten bu iktidar güçlerin yeni oluşan politikalara cevaz olmasının temelleri çok zayıftı. Bu bağlamda yeni yüz-
lı İslam projesi ile politik hareketler yarattı, olanları vitrine getirdi. İktidardan uzaklaşan istifa eden krallar Ortadoğu’sundan sonra, kullanılacak silah; ılımlı İslamcı hareketlerdir. Direnişi halk gerçekleştirdi, ölen halktı iktidara gelen ise emperyalist bloklardan ABD emperyalizminin yeni yüzlü uşakları olan ılımcı İslamcılardı. Bazı yerlerde büyük çaplı savaşlara dönüşmeden iktidar değişikliği oldu bazı yerlerde iç savaşlar ile halklar klik savaşında çimler misali biçildi. Ayrıca ABD iktidarına hizmet eden muhalif kliğin ise, ABD çıkarları karşılığından dolayı iktidar değişikliği bir yana, ABD emperyalizmine itaatkâr uşağı Suudi Arabistan ordularının desteği ile bastırıldığına da tanıklık edildi.
ABD bölgede yapmayı planladığı reorganizasyonun farklı sonuçları ortaya çıkmıştır. Kimi yerlerde iktidar alanın koalisyon ortakları olarak yeni politik yapılanmalara dâhil olan ve devlet erkinde belirli bir yer alan ılımlı İslamcı partilerin sürecin ana özneleri olduğunu söylemek doğru bir belirleme olmayacaktır. Ayrıca Mısır özgülünde gerçekleşen durum ılımlı İslamcılar ile kısa bir yürüyüşün ötesine gitmeyen gelişmeler ortaya çıkmıştır. Ve terörist olarak tanımlamaya dönüşmüştür. Genel olarak ılımlı İslamcı tahayyülün başarısız olduğu gerçekliği ortaya çıkmıştır. Böylece Ortadoğu ve Afrika’nın ılımlı İslamcı hareketler üzerinden düzenlenmesini içeren 2000 yılının politik konsepti de çökmüştür. Sistem bir kriz durumunda kaos süreci yaşamaktadır. Suriye’de hedeflenen başarılamamış ve El-Kaide uzantısı silahlı örgütler ilerlemiş olarak gelişmiştir. Şimdi onların geriletilmesiyle uğraşmaktadır. Açık gerçek ortaya çıkmıştır ki; konsept çöktü, sistem kriz yaşıyor.
ler yeni söylemler dönemi gelmişti. Çünkü halk kitlelerinin hem emperyalistlere bu kadar koyu bağlılığa hem de yoksulluğa tahammülleri en alt seviyedeydi. Bunun için bunların hükümdarlığına bir karşı koyuşun olduğu bir politik gerçekler toplamında emperyalistler eski silahlarını kenara indirerek yeni silahlar üzerinden ancak hedeflerini vurup istemlerini gerçekleştirebilmenin yolunu biraz daha düzeltebilirlerdi. Nitekim radikal İslami silahların varlığını Ortadoğu’da terörizmle mücadele olarak öndeki sıraya oturtan ABD emperyalizmi, buna karşı ılım-
Ilımlı İslam projesinin ürünü olanların rolünü oynama zamanı gelmişti. Yalnız radikal İslamcı hareketlerin gücü ordu ve bürokratik sermaye kesiminin farklı güçlere sahip olduğu bir Ortadoğu’da ılımlı İslamcılar tek başına iktidara gelmediler. Bu bağlamda koalisyonlar ittifakı olarak iktidar alanına oturma durumu gelişti. Nitekim Mısır gerçeği bunu çok açık olarak ortaya koymaktadır. Önce Nasır devrildi. Daha sonra Hüsnü Mübarek “Arap Baharı” safsatası döneminde devrildi. Sonra meşhur ılımlı İslam’ın politik partilerinden
21
Müslüman Kardeşler iktidara geldi ve en sonunda onların da devrilmesi ile Mısır ordusunun ABD’den icazet alarak yaptığı darbede Müslüman Kardeşler’i iktidara getiren ABD’nin, devrilmesinin önünü açtığı gerçeği sadece Müslüman Kardeşler’in ABD çıkarlarıyla uyuşmayan bir dizi adımı atmasıyla açıklanamaz. Burada en önemli sorun Ortadoğu’da güç olgusu belirli kesimler arasında dağılmış durumdadır. Dolaysıyla bazı pratik tasavvurlar diğer klik güçlerinin sermayelerini tehdit eden adımlar olmaktadır. Bunun için hemen koalisyon başka bir içerik kazanarak devam ediyor. Ve o adımları atan saf dışı kalabiliyor veya bırakılıyor. En
lunmaktadır. Bu bir Ortadoğu gerçeğidir. Bu anlamıyla ABD konsolosunun ölümü de bu durumun ürünüdür. ABD bölgede yapmayı planladığı reorganizasyonun farklı sonuçları ortaya çıkmıştır. Kimi yerlerde iktidar alanın koalisyon ortakları olarak yeni politik yapılanmalara dâhil olan ve devlet erkinde belirli bir yer alan ılımlı İslamcı partilerin sürecin ana özneleri olduğunu söylemek doğru bir belirleme olmayacaktır. Ayrıca Mısır özgülünde gerçekleşen durum ılımlı İslamcılar ile kısa bir yürüyüşün ötesine gitmeyen gelişmeler ortaya çıkmıştır. Ve terörist olarak tanım-
Almanya- Fransa merkezli oluşan Avrupa Birliği; mevcut durumda Almanya, Fransa, İngiltere gibi emperyalist devletler tarafından esasta tayin edilmekte, başını bu güçler çekmektedir. AB örgütlenmesi, stratejik eğilimi dışında, somut olarak gevşek konfedere devlet yapılanması zeminini barındırmaktadır. Doğu Avrupa’da yaşanan dağılma süreci ile beraber Avrupa Birliği bu bölgeleri de içine alan genişleme politikası ile nüfuz alanını geliştirdi. Ortak parlamento, ortak para birimi, gümrüklerin kaldırılması ile mal ve ticaret dolaşımının yeniden yapılandırılması, bağlayıcı hukuk sisteminin geliştirilmesi ile beraber Avrupa ordusu gibi bazı yönelimler ise halen gerçekleşmemiş düzlemdedir. Avrupa Birliği içerisinde, İngiltere, İtalya, Polonya gibi ülkeler Amerikan emperyalizmi ile ilişkileri güçlü olanlar olarak öne çıkmaktadır.
son olarak cumhurbaşkanı tutuklu olan Mısır, Müslüman Kardeşler’i de terörist örgüt olarak yasakladı. Bu durumdan anlaşılması gerekenin bölgedeki gücün kliklerce önemli oranda paylaşıldığı ve çatışmaların kaçınılmaz devam edeceği gerçeğidir. Yine tüm isyanların olduğu yerlerde El-Kaide-emperyalist sermaye koalisyonu hemen hemen her yerde gelişmelerin içinde olmuş, oturtulamayan alanlarda önemli bir nüfuz elde etmiştir. Libya bunun önemli bir örneğidir. ABD’nin destekleyerek iktidara getirdiği kesimlerin içlerinde El-Kaide’yi merkez kabul eden veya yörüngesi olarak politik talepleri uyuşan karakterde hareketler bu-
22
lamaya dönüşmüştür. Genel olarak ılımlı İslamcı tahayyülün başarısız olduğu gerçekliği ortaya çıkmıştır. Böylece Ortadoğu ve Afrika’nın ılımlı İslamcı hareketler üzerinden düzenlenmesini içeren 2000 yılının politik konsepti de çökmüştür. Sistem bir kriz durumunda kaos süreci yaşamaktadır. Suriye’de hedeflenen başarılamamış ve El-Kaide uzantısı silahlı örgütler ilerlemiş olarak gelişmiştir. Şimdi onların geriletilmesiyle uğraşmaktadır. Açık gerçek ortaya çıkmıştır ki; konsept çöktü, sistem kriz yaşıyor. Ortadoğu’da projeler çökmüş ve bir geçiş sürecine sürüklenen müdahalelerin devam ettiği ama müdahale ve tasarruflar dışında önemli gelişmelerin yaşandığı bir tablo ortaya çıkmıştır.
“Ilımlı İslam” projesinin İslamcı radikal hareketlerin mantar gibi çıkmasına ve gelişmesine zemin yarattığını söylemek yanlış olmayacaktır.
minini sürdürmektedir esasta. İngiltere’nin AB içinde bir nevi ABD’nin “Truva Atı” olarak bulunması da dağılma zemini taşıyan veya sorunlu bir birlik örgütlenmesi olma realitesini destekleyen başka bir konudur.
Avrupa Birliği Emperyalist Koalisyon Bloku
Almanya, Fransa, İngiltere hariç ve bunlar liderliğinde birliğin geriye kalanları üzerinde belirli bir tahakküm oluşturulduğu ve Avrupa Birliği kuruluş deklarasyonları ile konfedere bir içeriği etkinleştirip geriye kalan ülkelerin iç pazarların da genel pazarın ihtiyacı çerçevesinde düzenlediği gerçeği ortadadır.
Almanya- Fransa merkezli oluşan Avrupa Birliği; mevcut durumda Almanya, Fransa, İngiltere gibi emperyalist devletler tarafından esasta tayin edilmekte, başını bu güçler çekmektedir. AB örgütlenmesi, stratejik eğilimi dışında, somut olarak gevşek konfedere devlet yapılanması zeminini barındırmaktadır. Doğu Avrupa’da yaşanan dağılma süreci ile beraber Avrupa Birliği bu bölgeleri de içine alan genişleme politikası ile nüfuz alanını geliştirdi. Ortak parlamento, ortak para birimi, gümrüklerin kaldırılması ile mal ve ticaret dolaşımının yeniden yapılandırılması, bağlayıcı hukuk sisteminin geliştirilmesi ile beraber Avrupa ordusu gibi bazı yönelimler ise halen gerçekleşmemiş düzlemdedir. Avrupa Birliği içerisinde, İngiltere, İtalya, Polonya gibi ülkeler Amerikan emperyalizmi ile ilişkileri güçlü olanlar olarak öne çıkmaktadır. Buna rağmen bazı politikalarda Avrupa Birliği’nin ortak hareketi bozulsa da, genel birliğini etkileyecek bir durum ve uç kriz durumuna da dönüşmediği gerçekliği söz konusudur. Ciddi sorunlar barındırsa da, dağılmasından söz etmek erkendir ve hatta yanlıştır. Özellikle mevcut emperyalist dengeler ve stratejik yönelimler ekseninde keskinleşen çatışmalar döneminde, imtiyazlarını vb. müdafaa edebilmek için bu birliğe ihtiyaç duymakta ya da bu birlik yaşanan bloklar arası çatışmada pazarları ve nüfuzlarını korumada ilgili emperyalistlerce rasyonel olan örgütlenme olarak önemsenmektedir. Yunanistan, İtalya, Güney Kıbrıs, Portekiz, İspanya krizlerinde parasal fonların devreye konulması meselelerinde bir dizi sorunlar yaşanmasına rağmen bunlar birliğin dağılması yönünde değil birliğin iç ilişkilerin yeniden yapılanması anlamında gelişmektedir. Ne var ki, bu sorunlar bağrında dağılmayı da muhtemel kılan sorunlar olarak varlık ze-
Kapitalist yarı-sömürge ülkelerin Avrupa Birliği’ne iştirakleri ile beraber yeni bir sömürge pozisyonun ortaya çıkması bağlayıcı mevzuatlar ile çok daha derin bir sömürge pazar olarak değerlendirilebilinecek gelişmeler yaratmıştır. Konfederal yapılanma bu anlamıyla ülkelerin birliğini iç pazara çeviren bir durum yaratmıştır. Çok uluslu tekellerin Avrupa pazarının bu yeni yapısından önemli sömürü rantları elde ettiği gerçekliği bulunmaktadır. Almanya II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonucunda ortaya çıkan tabloyla ne Amerika ne İngiltere ne Fransa gibi bir pozisyonda değildi. Bu anlamda Alman tekelleri yeni yapılanmalarda çok uluslu tekeller oluşturmaya ve buradan nüfuz alanını geliştirme noktasında işbirliği temelinde bazı yönelimler için en esnek yapısal özelliğe sahipti. Doğu Avrupa’nın yeniden düzenlenmesi sürecinde ve Avrupa Birliği’ne iştirakleri ile burada bariz bir üstünlük alanı ele geçirdiler. Şu anda olan şey Avrupa’nın pazarlarının çok daha kapsamlı işlenmesine vesile olabilecek düzenleme temelinde geliştirilmesidir. Krize giren ülkelerin rolleri küçüldüğü gibi objektif iş bölümü alanları da oluşmaktadır. Sanayi alanları, turizm alanları, tarım alanları her ortaya çıkan gelişme ile yeniden gelişim temelinde düzenlenmektedir. Tüm bu durum birlik üyesi kapitalist sömürge ülkelerin bölüşülmüş iş dalı ülkeleri olarak misyon ve rollere oturmasını sağladığı gibi tekellerin bütün politikalarına köklü bir bağımlılığı derinleştirmektedir.
23
Almanya, sermaye bloklarının uluslararası mücadelesinde, çok daha kontrollü ve avantaj yaratacak zeminde politika yürütmektedir. Avrupa dışında nüfuz alanını kaybetmeme gibi bir yönelimi olduğu gibi çok uluslu tekeller çağında çıkarları gereği bazen parçası bazen de içine girmeyen bir pozisyon takınmaktadır. Çok uluslu sermaye birliği olarak çok uluslu şirketler temelinde çıkar karmaşasının oluştuğu kesindir. Petrol tekelinin bir adımı desteklenirken dev silah tekelinin çıkarına oldu mu geri durulabiliniyor. Meselenin merkezi ise ulusal tekeller değil, uluslararası tekellerin en güçlülerinin ülke iktidarının politikalarına yön vermesidir. Bir ülkenin iki çok uluslu tekeli karşı karşıya kalabiliyor. Almanya’nın ana yönü, Avrupa Birliği üzerinde büyük belirleyen mevzuatlarını oluştur-
lu tekeller ile modernize eden Fransa daha geniş alan üzerinden pratikler icra eden bir durumdadır. Lakin Çin’in Afrika’daki nüfuzu ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin BRİCS ülkelerine katılımı ile bu blokun gücü Afrika’da hızla gelişmektedir. Fransa’nın son beş yıl içerisinde Afrika sömürgelerine yaptığı askeri müdahaleler, Fransa’nın da Afrika’da bir Ortadoğu yaşamak üzere olduğunu göstermektedir. Fransa görünen o ki bu işin altından kalkamaz, en azından Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti Fransa’yı domine edecek güçteler. BRİCS zirvesinin Afrika’da gerçekleşmesi ve bir dizi Afrika ülkesi ile alt-yapı, ulaşım, sanayi, ticaret ve yardım adı altında kredi taleplerini karşılayacak anlaşmalar yapması Fransa’nın işinin ne kadar zor olduğunu göstermektedir.
Almanya’nın ana yönü, Avrupa Birliği üzerinde büyük belirleyen mevzuatlarını oluşturmaktır. Yönü daha çok Avrupa’dadır. Kıtayı merkez üst olarak alıp orada projeler, politikalar geliştirmektedir. Ayrıca enerji ve enerji nakit projeleri ile tek bir tekele veya başka bir anlamda ülkelere bağımlı kalmamak için, birçok alternatif projelerin oluşması için de rol almaktadır. Yanı sırı etkinliğin belirli düzeyde olduğu nüfuz alanlarında yapılan dizaynlara oldukça hesaplı yaklaşarak gücü artırma yönelimindedir.
maktır. Yönü daha çok Avrupa’dadır. Kıtayı merkez üst olarak alıp orada projeler, politikalar geliştirmektedir. Ayrıca enerji ve enerji nakit projeleri ile tek bir tekele veya başka bir anlamda ülkelere bağımlı kalmamak için, birçok alternatif projelerin oluşması için de rol almaktadır. Yanı sırı etkinliğin belirli düzeyde olduğu nüfuz alanlarında yapılan dizaynlara oldukça hesaplı yaklaşarak gücü artırma yönelimindedir. Fransa’nın durumu Almanya’ya oranla daha farklılıklar arz etmektedir. Fransa özellikle Afrika kıtasında çok uluslu iştirakle şirketleri ile önemli bir nüfuz alanına sahiptir. Özellikle Afrika’daki gelişmeler Fransa’yı yakından ilgilendirmektedir. Libya örneğinde gördüğümüz gibi Afrika sömürgeciliğini çok ulus-
24
Bu anlamıyla Fransa ya blokla yeni temelde ilişkilerini düzenleyecek ya da ABD ile demokrasi ittifakı adında ilişkilerini düzenleyecek. Her halükarda Afrika, Fransa için eski Afrika olmayacak. Göstergelerden hareketle ABD Fransa’nın saplanmasını istiyor ve Afrika’nın içlerine yeni bir girişle Fransa’nın yanında alan kapmak istiyor. Gelişmelerin yönü Afrika’nın da kapsamlı bir nüfuz savaşına sahne olabileceğine dairdir. Ama görünen o ki, Çin, Güney Afrika Cumhuriyeti ile beraber BRİCS bloğu, her iki emperyalist gücü bloke edecek. Bu konuda Avrupa Birliği’nin de böyle bir yönelimde olmaması şu anlık Fransa’yı zorlayan koşullardır. Avrupa Birliği yönelimi olursa mevcut duruma çok uluslu tekeller yeni bir boyut katacaktır.
Almanya’ya göre Avrupa Birliği etkinliği daha zayıf kalan Fransa daha ikincil durumdadır. Ama gerek Avrupa gerek Afrika pazarları bağlamında etkinliği genel olarak önemli derecede güçlüdür ki, emperyalistlerin birbirini hesap ederek politika belirlemede ilk beştedir Fransa. Tabi temel sorun şudur, ulusal tekeller çağında değiliz, uluslararası sermaye uluslararası örgütlenmelerini yaratmıştır. Bölgesel birlikler, ticaret ve iş birliği örgütleri vb. aynı zamanda dünya ekonomileri iç içe olma özelliği taşımaktadır. Çok uluslu tekeller yani şirketler dünyanın her tarafında sermayeyi yönlendirendir. Bu anlamda tek tek ülkelerin emperyalist duruşundan öteye bir gerçek var, çok uluslu sermayenin farklı emperyalist kapitalist şirketler ağıyla yeni
Avrupa Birliği, devletsel projesinde yeni bir sermaye ihtiyacı örgütü olarak çok uluslu tekellerin gelişim diyalektiğine en uyumlu yapısal özellik arz etmektedir. Tüm bu denklemler, gelecek açısından etkinliği artan bir Avrupa Birliği’nin bloklar arası mücadelede öne çıkaracak avantajlı yanlarının olduğunu göstermektedir. Özellikle Avrupa Ordusu yönelimi gerçekleştiği takdirde ve saldırı aparatı da oluşturulduğunda Avrupa Birliği’nin çok daha aktif roller üstleneceği gerçekliği ile karşı karşıya kalınacaktır. Ortadoğu’da ABD ile ortak operasyonlar ve projelere dâhil olunsa da çok kapsamlı bir dâhiliyet durumu söz konusu değildir. Hem ABD hemde Rusya-Çin merkezli blok gelişmesini istememektedir. Avrupa Birliği emperyalist kapitalistleri aktif sürece girinceye kadar çok seçeneklerin olduğu ve kendilerinin önü
Bu anlamıyla Fransa’ya blokla yeni temelde ilişkilerini düzenleyecek ya da ABD ile demokrasi ittifakı adında ilişkilerini düzenleyecek. Her halükarda Afrika, Fransa için eski Afrika olmayacak. Göstergelerden hareketle ABD Fransa’nın saplanmasını istiyor ve Afrika’nın içlerine yeni bir girişle Fransa’nın yanında alan kapmak istiyor. Gelişmelerin yönü Afrika’nın da kapsamlı bir nüfuz savaşına sahne olabileceğine dairdir. Ama görünen o ki, Çin, Güney Afrika Cumhuriyeti ile beraber BRİCS bloğu, her iki emperyalist gücü bloke edecek. Bu konuda Avrupa Birliği’nin de böyle bir yönelimde olmaması şu anlık Fransa’yı zorlayan koşullardır. Avrupa Birliği yönelimi olursa mevcut duruma çok uluslu tekeller yeni bir boyut katacaktır. bir durumu belirgindir. Bu anlamda bir ülkenin iki ayrı iştiraklı çok uluslu tekeli ülke iktidarları üzerinde karşı karşıya gelmekte ve yeni politik alanın hamleleri için mücadelede yürütmekteydi. Bu anlamda ilişkiler çok daha iç içe geçmiş durumdadır. Bir hamle birçok şeyi birden yörüngesinden çıkaran bir düzleme gelinmiş durumdadır. Avrupa Birliği en büyük birleşik pazardır. Sermayenin en büyük hacmi Avrupa Birliği alanında dönmektedir. Bu anlamıyla bu çok büyük uluslararası tekellerin oluşmasına gelişmesine sebebiyet veriyor. Çok gelişmiş dolaşım, ticaret, finans ve tedarik sistemin oluşmasına vesile olmaktadır.
kesilmeyen bir Ortadoğu’yu şu anda önemsemektedir. Mevcut karmaşa göreli durumda Avrupa Birliği emperyalistlerine de dezavantaj yarattığı gibi önemli oyun alanı da sunmaktadır.
Rusya-Çin Merkezli Emperyalist BRİCS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti) Bloku ABD emperyalizmi için en önemli sorunu teşkil eden, Rusya-Çin merkezli BRİCS bloğudur. Bu anlamda, gelecek nüfuz savaşında yükselen olarak ABD’nin bütün hesaplarını alt üst edebilecek kuvvet bu bloktur. Bloğun merkez güçlerinden Rusya, 1997
25
Akabinde İran, Suriye, Hindistan, Kazakistan, Azerbaycan, Ukrayna, Çin vb. birçok ülke ile geliştirdiği ilişkiler ve ortak örgütlenmeler ile artık hesap edilen bir denge gücü haline geldi. Özellikle ABD’nin Afganistan ve Irak’taki “Pirus zaferleri” çok daha avantajlı bir saha yaratmıştı. Artık blokun ilerletilmesi ile hamlelerin daha güçlü atılması sırası gelmişti. Nitekim Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRİCS blok yapılanması Rusya’nın emperyalist konumlanması için şartlarının da oluştuğu anlamına gelmişti. Bu bağlamda bloklar dönemi, uluslararası sermayenin güçlerinin bütün politikalarını bağlayan tek tek ülke duruşunun yetmediği tarihsel konsept oluşmuştur. BRİCS bu bağlamda Asya ve Afrika merkezli yönü Doğu Avrupa’yı içeren geniş bir sahadaki başka bir emperyalist blok olarak nüfuz savaşının en etkin aktörlerindendir. yılında moratoryumdan uluslararası bir aktöre uzanan gelişme diyalektiğine sahiptir. Rusya, Doğu Avrupa’da düzenlenen dizayn projesi sonucunda eskiye oranla Varşova Paktın kalan imtiyazlarını kaybetti. Rusya, ABD Ortadoğu ya yüklendiği bir zaman kesitinde bütün ağırlığını Ortadoğu’ya kaydırdığı şartlarda, Avrupa Birliğinin doğu ve batı Avrupa ülkelerini yeniden konfedere temelde örgütlediği gücünün esasını bu projeyi hayata geçirdiği dönemde, eski Sovyet ülkeleri ile geliştirdiği ilişkiler temelinde Çeçenistan savaşıyla kendine yakın kesimi iktidara taşıdığı hazar petrolleri, Kazakistan petrolleri için belirli anlaşmalar ile bunların üzerinde hak statüsünü geliştirdiği, Rusya federasyonuna dair ticaret, sanayi ve dolaşım alanında ve kaynakların etkin kullanımı noktasında geliştirdiği projeler ile federasyon güçlerini etrafında toparlayarak bağımsız duruşlardan ziyade birlik zemini üzerinden bir kazanım stratejisi kabul ettirmesiyle yukarıya doğru ivme kazandığı gerçekliği bulunmaktadır. Ayrıca askeri güç ve bölgede yeni bağımsızlığa kavuşmuş ülkelerin oturmamış sistemleri dünya krizlerinin sonuçları olarak daha fazla ödün veren bir pozisyona sürüklemeleri Rusya’nın elini güçlendirmiştir. Rus emperyalistleri hem dağınık davranmamış hem de kendisini diğer emperyalistler ile kafa kafaya getirecek yönelimlerden uzak durmuştur. Bu bağlamda özellikle Avrupalı emperyalistler ile ticaret ilişkilerini geliştirme uğraşı vermiştir.
26
Dağınık davranmamasından kast edilen şudur: Rusya bir gerileme süreci yaşamaktaydı, ABD, Ortadoğu üzerinden bir yapılandırma projesini hayata geçirmek için temeller atmaktaydı. Rusya bu alana çok bulaşmadan geleneksel bağ ve ilişkilerinden pazar ilişkilerini sürdürme sahasında kaldı. İran ve Suriye ile ilişkilerini koruyarak bunları ABD gündemine oturuncaya kadar bütün sermayeye hareketini bu alanda etkinleştirdi. Yine AB’li emperyalistlerin Avrupa’yı yapılandırma sürecinde yoğunlaşma alanında Doğu Avrupa’nın rahatsızlık duymasına rağmen kriz yaratacak pratik girişimlerde bulunmadı ve ilişkilerini belirli çerçevede tutarak Avrupa’nın enerji bağımlılığını artıracak temelde, özellikle bu alanda yoğunlaştırdığı bir ekonomik politik strateji oluşturdu. Özellikle ABD ve AB’nin nüfuz alanları ve tercihleri noktasında yoğunluk merkezlerini belirleyip stratejik yönelimleri olarak buraları yapılandırmaya yoğunlaşmaları, Kafkasya’nın pazarının Rusya’ya kalmasını sağladı. Rusya, Çeçenistan savaşı dışında çok dengeli bir siyasetle tarihsel nüfuz gücünü kullanarak yeni bir Kafkaslar konsepti yarattı. Buradaki pazarlara direk nüfuz eden Rus tekelleri sermaye birikimlerinde hızlı bir gelişme yakalayarak özellikle yaşanan krizlerden diğer güçlerden çok daha az etkilendi. Kimi zaman da bu durum oyun sahasında biraz daha hareket serbestliği kazanmasına sebebiyet verdi.
Akabinde İran, Suriye, Hindistan, Kazakistan, Azerbaycan, Ukrayna, Çin vb. birçok ülke ile geliştirdiği ilişkiler ve ortak örgütlenmeler ile artık hesap edilen bir denge gücü haline geldi. Özellikle ABD’nin Afganistan ve Irak’taki “Pirus zaferleri” çok daha avantajlı bir saha yaratmıştı. Artık blokun ilerletilmesi ile hamlelerin daha güçlü atılması sırası gelmişti. Nitekim Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRİCS blok yapılanması Rusya’nın emperyalist konumlanması için şartlarının da oluştuğu anlamına gelmişti. Bu bağlamda bloklar dönemi, uluslararası sermayenin güçlerinin bütün politikalarını bağlayan tek tek ülke duruşunun yetmediği tarihsel konsept oluşmuştur. BRİCS bu bağlamda Asya ve Afrika merkezli yönü Doğu Avrupa’yı içeren geniş bir sahadaki başka bir emperyalist blok olarak nüfuz savaşının en etkin aktörlerindendir. Bunun önemli başka bir gücü ise “Çin Halk Cumhuriyeti”dir. Çin geriye dönüşten sonra devlet kapitalizmi ve sermaye birikimi ile emperyalist kapitalist dünyanın başka önemli bir aktörü haline geldi. Çin sermayesinin uluslararası kapitalist sermayeye karşı devlet kontrolleri ile servet birikimi, diğer sermaye birikim odaklarına göre temel önemli bir araç durumundadır. Gümrük tarifeleri, ihracı desteklemesi, ithalata kota sistemi getirmesi ile beraber her türlü malın ithalatından ziyade temel metaların temini noktasında bir ticari yönelimi bulunmaktadır. Ayrıca ucuz işgücü denilen emekçilerin sosyal güvensiz çalışma koşullarına ilaveten en düşük düzeyde ücretler ile çalıştırılmasından, nüfus yoğunluğunu bu çerçevedeki bir politikada etkin olarak kullanmasından, Afrika’nın en geri durumundaki Tanzanya gibi ülkelere yoğunlaşarak bu ülkelerden mineraller dâhil sanayi için her türlü hammadde kaynağını en ucuz şekilde temin etmesinden ve Afrika’nın bu ülkelerini büyük hükümlükler altına sokan antlaşmalar gerçekleştirerek sömürgeleştirme yöneliminden önemli sermaye birikimi elde ettiler. Çin bu ülkelerin alt yapı ihtiyaçlarını da istisnasız yapan tek ülke olarak rekabetsiz şartlara bütün istemlerini kabul ettiren
bir pozisyon geliştirmiştir. Özellikle bura ülke-ülkelerine kurduğu fabrikaları iş süreci boyunca tutup iş süreci bitince taşıdığı seyyar fabrikasyon tekniği geliştirmiştir. Çin içte ucuz işgücünden dolayı aşırı emek sömürüsü ile emek yoğun üretimle artı değer üretmede en ileri düzeye erişmiştir. Yine Çin ucuz ve dayanaksız ürünleri ile çevre pazarlarına mal yığarak hem pazardan payını yükseltmiştir hem de güçlerin gerilemesine vesile olan yeni pazar taktiklerinde usta burjuva taktikler geliştirmiştir. Bunla beraber bölge ülkeleri ve Pasifik ülkeleri ile geliştirdiği ilişkiler ve ekonomik nüfuz alanında birçok şirkete üye olması veya sermaye artırım yönelimi ile çok uluslu tekellere iştirak etmesi, finans alanında gücünü geliştirerek krediler üzerinden tahakküm ilişkileri geliştirmesini yaratmıştır. Petrol tekelleri ile Çin, dünyada önemli güçler arasındadır. Yine Afrika’da petrol arayan Çin şirketleri önemli sermaye hacmine sahiptirler. Çin Asya Pasifik bölge pazarında Japonya’nın nüfuzunu kırarak en önemli aktörü durumuna gelmiştir. Çin’in gelişmesinin arkasında ucuz işgücü ve yoğun emek üretimle diğer kapitalist emperyalist ülkelerin etkinliğinin zayıf olduğu alanlarda yani kabile toplumların olduğu alanları sınırsız bir sömürü serbestliğinden oluşmaktadır. Çin, ABD’nin bölge planları çerçevesinde hedef olarak merkeze aldığı ülkeler ile ticari ilişkilerini geliştirerek sürdürdü. İran, Suriye ve Kuzey Kore ile ilişkilerini geliştirerek buraları hem meta pazarları olarak değerlendirdi hem de buralarda ihtiyacı olan enerji kaynaklarını çeşitlendirerek enerji yetersizliğini giderecek alternatifleri oluşturdu. Bölgenin kapitalist ülkeleri ile gelişme kat etme yönelimi bakımından potansiyeli olan ülkelerin ilk birliği Şanghay Ticaret İşbirliği Örgütüdür. ŞTİÖ; Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan olarak 1996 yılında Çin’inin Şanghay kentinde kuruldu. 2001 yılında Özbekistan’ın da dâhil olduğu 6 asıl
27
üyeli ve Hindistan, İran, Moğolistan ve Pakistan’ın gözlemci olarak bulunduğu örgüt, dünya petrol üretim ve kullanım pazarının yarısından fazlasını elinde bulunduran ABD’ye karşı etkili bir kutup oluşturmaktadır. Güvenlik, ekonomi ve kültür alanlarında işbirliği öngören Şanghay İşbirliği Örgütü’nde 7 ana organ faaliyet göstermekte ve örgütün işleyişini sağlamaktadır.
Bunlar; Devlet Başkanları Konseyi, Hükümet Başkanları Konseyi, Dışişleri Bakanları Konseyi, Ulusal Koordinatörler Konseyi, Temsilcilikler Konseyi, Sekretarya, Bölgesel Anti-Terör Ajansı olarak sıralanabilir. Bu güçle, ABD’nin Orta Asya’daki askeri gücüne karşıtlığını ilan etmesinden sonra, ABD Özbekistan’dan askeri güçlerini çekmek zorunda kalmıştır. 2007 yılındaki zirve toplantısında Rusya Başkanı Putin’in “Tek kutuplu dünya kabul edilemez” söylemi ile yeni bir konsept oluşmuştu. Şanghay işbirliği üyeleri ortak askeri tatbikatlar düzenlemekte, ayrıca enternasyonal bankaları bulunmaktadır. Bunla beraber Brezilya, Hindistan, Rusya, Çin, Güney Afrika’dan oluşan ticaret dolaşım sermaye koalisyonu bulunmaktadır. Bu yapılanma ile beraber artık büyük bir pazar ve büyük bir güç birleştirilmişti. ABD’nin bütün dayatmalarına karşı, Çin, parasını rezerv para olarak ilan etmeyerek değerini düşük tutmaktaydı. Para değerinin düşük tutulması ticaret alanında önemli avantajlar yaratmakla birlikte dolar rezerv para olarak aşırı değerleniyor ve para enflasyonu oluşmaktaydı. Bununla beraber krizler de önemli dezavantajlar yaratmaktaydı. ABD, Çin’in gelişimini durduramadığı gibi, sözde o gizemli el kendi kendini denetleyip oluşturan rekabet anlayışı da yerle bir oldu. ABD birçok alanda ulusal güvenlik strateji bağlamında Çin şirketlerinin iştiraklerini ve şirket satın almalarını engelledi. Dünya sermayesinin her yerde iç içe girdiği gerçekliğinin başka bir boyutu daha bulunmaktadır. Çin bugün ABD devlet bonolarını elinde bulunduran bir mali finansal güce
28
sahiptir. Ayrıca Çin tekelleri birçok satın almalar ile birçok şirket ağlarının hisselerini önemli oranda elinde barındırıyor. Çin emperyalizmi devasa uluslararası tekelleri ile İngiltere’den Hollanda’ya Almanya’dan Fransa’ya her yerde sermaye ortaklığına sahip ve hızla en büyük hissedarları olma bağlamında satın almalar ile dev ÇUŞ’ların (Çok Uluslu Şirketlerin) en önemli aktörlerindedir. Özellikle Rusya ile Çin, güçlerini birleştirip diğer kapitalist ülkeleri de birliğe çeken ve birleşik olarak sahaya yayılan önemli bir güçtür. Brezilya’ya ile Güney Amerika’ya giren Afrika’da Çin nüfuzu ile beraber Güney Afrika’nın da dâhil olmasıyla en güçlü blok olan durumdadır. Amerika’nın dizayn programlarına BM ve bölgede direnerek en son Rusya’nın vitrinde olduğu çerçevede adeta ABD’nin planlarını alt üst eden en belirleyici güçtür. Artık Ortadoğu’da bu blok hesap edilmek zorundadır, hatta belli anlamda belirleyen pozisyondadır. Ve pasif bir güç olarak hesap edilmesinin ağır faturasını ödetir durumdadır. BRİCS son Güney Afrika zirvesi ile gevşek bir güç ve ticaret birliğinden ötesi olduğunu, sonuç deklarasyonun siyasal boyutunda bölge politikaları ve nüfuz alanları üzerine kesin karşı çıkışları ile net bir politika ortaya koyduğu gibi mali anlamda ortak bir kredi bankasının oluşturulması, pazarların mevzuatlarının yenilenmiş birliğin ticari ilişkilerini ve siyasal ilişkilerini genişletecek projelerin hayata geçirilmesini de göstermektedir. Ayrıca çeşitli departman ve servisler ile blokun yapısal sürekliliği olan stratejiler geliştirilmesine dönük bir dizi yeni kurumsallaşmalar yarattı. Afrika’da Fransa ile karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz gözüküyor. Zirve sürecinde Kongo, Gine vb. ülkeler ve blok üyesi ülkelerin çeşitli dallarda imzaladıkları anlaşmalar ile Afrika’nın yeni gücü olma yolunda da önemli avantajlara sahiptir. Yine Hindistan’ın bölgedeki gücü hesap edildiğinde, ABD’nin kukla yönetimleri Bangladeş ve Pakistan’ın burada bu bloku engelleyemeyecek bir du-
BRİCS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti) bloku bundan sonraki gibi uygulamaları sadece sessiz vetolar ile geçiştirmeyecek kadar güce sahiptir. Bu durum uluslararası konjonktürün nasıl oluşacağı noktasında belirli ipuçları verirken, emperyalistler arası çelişkilerin sertleşme dozajının gelişeceği gerçeği de açıktır. Suriye’de bu durum su yüzüne vurmuş, Esad iktidarının ABD ve hatta AB’li emperyalistler tarafından yürütülen tüm saldırılarına rağmen yıkılamaması gerçekliğiyle tamamen kanıtlanmış bulunmaktadır. Çıkarılan savaş gemileri, savaş gemileri refakatinde gönderilen savaş donanımı ile Suriye’de bizzat Esad iktidarıyla kara ve hava güçleriyle savaşa dâhil olma zemininde yaşanan gelişmeler Rusya ve dolayısıyla ilgili blokun dünya sathında eriştiği gücü resmetmektedir…
rumda olduğunu göstermektedir. Çin’in pazar savaşında belirli düzeyde gerileme kaybeden Japonya ve Güney Kore ise ABD’nin Asya’da olası girişimde yaslanabileceği güçler olarak durmaktadır. ABD, Asya Pasifik Bölgesi’ni birinci dereceden stratejik bölge olarak ilan edip donanmasını önemli oranda Pasifik’e çekmektedir. Bir dizayn planı için konumlanan ABD’nin bundan çok büyük zararlar ile çıkması kaçınılmazdır. Nitekim hep ekonomik tekelleri ile öne çıkan Çin uzay sanayi ve uzaya gönderdiği yeni uyduları kendi gelişimine cevap olacak teknolojik yönelimlerde hızla gelişmektedir. Yine Rusya’ya göre gücü zayıf olan Çin, askeri olarak ABD ile kıyaslanamayacak düzeydeyken son süreçte askeri projeler ve savunma stratejilerine yönelik çalışmaları ve hava savunma sistemleri ile hem rekabete etkin katıldı hem de olası dizayn ve gelecek nüfuz savaşında bir askeri güç kullanımına etkin olarak baş vurmayı hesap ettiği gerçekliği bulunmaktadır. Gelecek dönem bu blokun da askeri işgalciliği tek tek değil bir politika olarak uygulayabileceğine dair yapılanmalara gittiğini bugünden anlayabiliriz. BRİCS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti) bloku bundan sonraki gibi uygulamaları sadece sessiz vetolar ile geçiştirmeyecek kadar güce sahiptir. Bu durum uluslararası konjonktürün
nasıl oluşacağı noktasında belirli ipuçları verirken, emperyalistler arası çelişkilerin sertleşme dozajının gelişeceği gerçeği de açıktır. Suriye’de bu durum su yüzüne vurmuş, Esad iktidarının ABD ve hatta AB’li emperyalistler tarafından yürütülen tüm saldırılarına rağmen yıkılamaması gerçekliğiyle tamamen kanıtlanmış bulunmaktadır. Çıkarılan savaş gemileri, savaş gemileri refakatinde gönderilen savaş donanımı ile Suriye’de bizzat Esad iktidarıyla kara ve hava güçleriyle savaşa dâhil olma zemininde yaşanan gelişmeler Rusya ve dolayısıyla ilgili blokun dünya sathında eriştiği gücü resmetmektedir…
Dizayn, Politika ve Stratejileriyle İlerleyen ve Gerileyenler İspanya, İtalya, Belçika, Portekiz, evet bu ülkelerin çoğu sömürgeciliğin en köklü devletleridir. Ama tarihsel süreç içerisinde paylaşım savaşında rol koruyanlar olduğu gibi, rolünden geriye düşen ülkeler olarak da anılır bir duruma geldiler. Bu bağlamda son Afrika ve Ortadoğu düzenlemeleri çerçevesinde bu ülkeler güçlerini yitiren bir duruma gelmişlerdir. Bunların arasında en güçlü olan İtalya, Kuzey Afrika’daki gelişmeler sonucunda nüfuz alanını kaybeden güçlerin başında gelmektedir. Diğer ülkeler II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan beri kademeli olarak bu duruma gelmişti. Son kırıntılar dönemi de bu dizayn projeleri ile bu anlamda bitmiştir.
29
İtalya’nın önemli etkinliğinin olduğu Libya pazarı ve ayrıcalıklı durumu, işgalden sonra yeni bir duruma dönüştü. Bu durum gösteriyor ki, bu ülkeler uluslararası paylaşımda etkin ülkeler değil, düzenlemenin kıyı tamamlayıcıları haline gelmişlerdir. Dünya pazarları üzerinde söz hakkını yitiren bu ülkelerin yerine Brezilya’nın, Meksika’nın, Hindistan ve Güney Afrika gibi ülkeler ile Kazakistan, Güney Kore vb. ülkelerin gelişmesi gerçekliği ile karşı karşıyayız. Sömürgeci olarak gerileyenler, bağımlı kapitalist ülkeler olarak yeni rol düzenin içinde sermayenin ihtiyaçlarına ve bağlı bulundukları bloklara yardımcı pozisyonuna düşerken, dünya pazarlarından sömürü payını yükselten ülkeler ise yeni kamplaşmalar ve paylaşım savaşlarında rollerini geliştirerek, oluşan ve gelişecek olan yeni paylaşım yönelimi üzerinde belirleyenler arasında önemli bir nüfuz gücüne sahiptir. Bu denklemdeki değişiklikler uluslararası emperyalist sistem, onun blokları ve nüfuz alanlarındaki güç değişimleri ile yeni konjonktürün geliştiğini ve yeni tarihsel durumların gelişeceğine dair bir özelliği kendiyle beraber var etmektedir. Güç denkleminin değişikliğe uğraması paylaşım denkleminin değişikliğe uğraması olarak, gelişmeler, nüfuz savaşları ve krizlerin ön plana çıktığı ve yeni konsept ana eğilimi oturuncaya kadar dalga krizlerin kaos olarak evirileceği bir kesite sürüklenmektedir. Hatta bu krizlerin, emperyalist dalaşın koşulladığı süreklilik kazanan savaş realitesinin de ürünü olan siyasi istikrarsızlıklarla birlikte fiilen yaşandığı görülmektedir. Geçici müdahalelerle geçiştirilen derin ekonomik krizler, özünde aktüel veya dinamik temellere sahip durumdadır. Moratoryum uygulama noktasına gelen AB üyesi ülkeler gerçeğine, borsa ve piyasanın süreğen olan tedirginliğine, yaşanan ekonomik küçülmelere, yaşanan dönemsel krizlerin yoğunluğu ve kısa aralıklarla tekrarlanmalarına vs. bakıldığında derin ekonomik krizin dipten dibe yaşandığı görülmektedir…
30
Gelişmelerin Değişim Basıncında Çöken Politik Konjonktür Blokların güç durumlarının değişikliği sürekli olarak planların gözden geçirilmesine vesile olmaktadır. ABD lehine olan emperyalistler arası rol durumunun tersten sürekli eridiği gerçekliği bulunmaktadır. ABD halen en önemli emperyalist aktör olmasına rağmen, dengelerin bir on yıl öncesine dair önemli değişiklikler içerdiği gerçeği bulunmaktadır. Öyle ki, ABD emperyalizmine karşı Rus-Çin eksenli blokun, bloklar arası çatışmada sergilediği mevcut etkinliği bu değişikliğin somutlanarak pratik hal aldığını göstermektedir. Bölgesel güç yoğunlaşmaları, bölge düzleminde kaos ve savaşları kaçınılmaz kılmaktadır. Sistem bir kaotik durumla yüz yüzedir. Süreklilik kazanan lokal, bölgesel savaşlar gerçeği ve bundan bağımsız olmayan ekonomik krizler gerçekliği bu zeminde cereyan etmektedir. Suriye gerçeğinde ortaya çıkan tablo bu güç değişiminin sancılarıdır. Rusya-Çin merkezli bloğun ‘yaptım-ordu’lara karşı önemli bir direnç geliştirdiği gerçekliği bulunmaktadır. Eğer bunu yapmaz veya yapamazlar ise gerilemeleri kaçınılmazdır. Görünen o ki, ABD tavizler vermek zorunda kalacağı yeni bir uzlaşı çizgisi geliştiriyor. Bu hem etkinliğini koruma olarak gücünün esnekliğini göstermektedir hem de gerileyen ve karşısında taviz vermek zorunda kaldığı blok gelişiminin ABD’yi kenara sıkıştıracak kadar güçlendiği gerçekliğidir. Buna bağlı olarak ılımlı İslam yelpazesi altında oluşturulan politik yönelimin tüm denklemler içerisinde iflas ettiğidir. Kimi ülkelerde kullanır düzlemin varlığı teorik açmazın ebediyete yolculuk ettiği gerçekliğini ortadan kaldırmaz. Söylence haline getirilen sermayenin İslami kesimleri de içermesinden çok daha öte bir durumdur. Bu politik yönelime sahip sermaye kesimi ile Ortadoğu’da nüfuz gücünü yapılandırmak ve sermaye dolaşım ve birikim yöneliminde azami karlılıklar elde etmek oluşturuyordu. Yoksa
krallar, emirler, askeri ve sivil bürokratik sermayeler ile feodal beylerin sermayesi de kapitalizm dışında değildir. Mesele, kapitalizmin şimdi sarsılmakta olan egemen bloku ABD’nin daha derin sömürü için yeni bölgesel yapılandırmasıdır. Yoksa diğer güçlerin sermaye güçleri olmadığı, uluslararası sermaye birikimin kolları olmadığı sonucu çıkarılamaz. Değişen denklem yeniden hem blokların gücü hem yerel sermaye akımların kapasiteleri ve sermaye güçlerinden olan ılımlı İslamcılar üzerinden bir dizayn politikasının gerçekleştirilmesini ortadan kaldırılmıştır. İstisnasız olarak Ortadoğu’da ayaklanmanın gerçekleştiği her yerde sermaye koalisyonun başka bir gücü olarak El-Kaide ve onun her yereldeki uzantıları veya türevleri süreçte önemli bir rol geliştirdiler. Yine sermaye birikimine sahip çeşitli klikler de dizayn programı ile ayrıcalıklarını kaybetme noktasında dirençliler. Yani hala ılımlı İslamcılara göre çok güçlüler. Bununla beraber blokların nüfuz politikaları, adımları, kitlelerin yoksulluk ve savaşlardan büyük rahatsızlıkları sistemi yine eski aktörler ile yürütme düzlemine sürüklerken, eski aktörlerin yıpranmışlığı da başka bir kriz durumudur. Mevcut durumda eski statükolarla bir yürüyüş zor gözükmektedir. Varlıkları ile süreci bazı güçlerin egemenliğinde götürme şansları yoktur. Bunun için yeniden bir konsensüs kurulması gerekiyor. Bu konsensüsün kurulması ise yılları bulan bir dizi gelişme ve güç ilişkilerin olgunlaşması ile sağlanabilinir. ABD, İran’la ilişkileri, El-Kaide gibi akımlara karşı yeni duruşu, diğer emperyalist blok olan BRİCS ve versiyonlarının da bölgede ayrılıkçı vb. hareketler ve “bölgede terörizm” ile mücadele konsensüsü, hem halklara karşı tırmandırılacak saldırı yönelimi olup aynı zamanda emperyalistler arasında bazı noktalarda konsensüsün oluşmasının zeminidir de. ABD’nin İran’la ilişkileri veya İran’ın yeni
ilişkiler geliştirme zeminine girmesi birçok denklem ve projenin iflası olup yenilerinin ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Tüm bu durumla hareket ettiğimizde esasta Ortadoğu’da olmak üzere Kuzey Afrika’yı da içine alan bir düzlemde ABD projesinin çöktüğü onun akımlarının ise kullanılacak güç odaklarından fazla bir anlamı olmayan bir yapıda kaldığı gerçeği ortaya çıkmıştır. Bölge konjonktürü çökerek siyasal yön sorunu ortaya çıkarmıştır. Tüm sistemin yeniden inşası uzun bir zaman dilimini ve birçok koalisyonal yapılanmayı gerektirmektedir. Mevcut durum bundan uzaktır. Her an herhangi bir yerde iş başına getirilenler görevden alınarak pozisyonları geriletilebilinir. Sistem bir kaos sürecindedir ve gelişmelerin yönü büyük kaosun oluşmasına dönüktür. Çöken konjonktür, kanlı savaşların geliştirilmesini getireceği gibi gelişmeleri doğru okumanın sonucu olarak büyük avantajları da kurumsallaştırabilir. Bu durum sıradan bir kriz ve çözümsüzlük durumu değil tüm sistemi sarsacak özellikler barındırıyor. Geleceğin emperyalistler arasındaki hâkim kuvvetlerini bu süreçten çıkanlar belirleyecek. Tek tek ülke zeminde politikalar değil bloksal yönelimlerin etkin olduğu bir yeni tarihsel sürece gidiş oluşuyor. Yukarıda belirttiğimiz kaos aralığındaki sistemin çıkışı, kolay ve kısa süreli değildir. ABD yeni yönelime hazır değildir. Realite durumu koruyarak yeni geçiş planı evresindedir. Asya Pasifik’e karşı yönelimi dolaylı dövüşten daha açık dolaylı savaş anlamındadır. Bu uluslararası durum değişikliği ve bölge denklemindeki güç merkezindeki kayış ve durum çökmesi Türkiye-Kuzey Kürdistan’da tekelci burjuvazinin iktidar güçleri arasında mücadelenin yeni temelde kurulmasına vesile olmaktadır. ABD merkezinde hareket ettirilen Türk komprador tekelci sınıf klikleri bu durum değişikliği ile yeni rol peşinde mücadele etmektedir. AKP iktidarının yaşadığı kan kaybının esasta arkasında uluslararası
31
ve bölge denklemindeki gelişmelerdir. ABD emperyalizminin stratejik planları temelinde Suriye’de yaratılan kaos ve keşmekeşlik iklimi, AKP iktidarını da bura batağına çeken muhtevaya sahiptir. Suriye-Esad iktidarıyla düşmanlık, bu vesileyle İran’dan Rusya’ya kadar sorunlu ilişkiler atmosferi, Batı Kürdistan, Rojava Kürt politikasında ABD emperyalizmiyle çelişme-uyuşmama, IŞİD ile çatışma iklimine itilme gibi şartlar göz önüne alındığında, AKP iktidarının bizzat ABD emperyalizmine dayanan bir tasfiye sürecine alındığı söylenebilir. AKP iktidarının ABD emperyalizmiyle Kürt politikasında çelişkiye düşmesi, aynı politikada Rusya ve AB’li emperyalistlerle çelişmesi, asla AKP’nin anti-emperyalist zemine kaydığı anlamına gelmez. Bilakis dört başı mamur bir bağımlılık devam etmekte, fakat iyi bir maşa, iyi bir pazar olma gerçeğini bilen ve kullanan AKP iktidarı efendisinden taleplerde bulunmakta veya belli pazarlıklar yapmaya çalışmaktadır. İyi bir piyon ve pazar olma gerçeğine dayalı olarak emperyalistler tarafından kolayca gözden çıkarılamayacağını bilen komprador tekelci sınıflar, bu avantajlarını kullanarak emperyalistlerine belli istemlerini dayatmakta veya kendilerine dayatılanı sorunsuz bir biçimde kabul etmemekte veya etmeme görüntüsü çizmektedirler. Olup biten budur. Bu da AKP iktidarının anti-emperyalist olduğunu değil, belli talepler karşılığında piyonluk görevini daha güçlü olarak yerine getirme çabası içinde olduğunu gösterir. AKP iktidarının başına buyruk olduğu, emperyalist güçlerin kontrolünden taşan bir duruma geldiği, kontrol dışına çıktığı, alternatif ve bağımsız bir eğilim içine girdiği şeklindeki tüm söylemler safsatadan ibarettir. AKP iktidarının baypastan geçirildiği bir süreçten söz etmek yanlış olmaz. Ki, AKP iktidarının emperyalist güçlere gösterdiği itiraz veya çelişme pozisyonunun aynı zamanda bu zeminden ileri geldiği de söylenebilir. AKP iktidarı yaşadığı baypası fark ettiğinden dolayı, emperyalist güçlere karşı bir görünüm vererek milli duygular zemininde bir taban desteği toplamayı hedeflemekte ve aynı zamanda değişik emperyalist bloklara yanaşarak pazar değerini arttırmaya çalış-
32
maktadır. Tüm çelişmesine karşın Rusya ile ilişkiler bu durumun yalın örneğidir… Burada bir parantez açalım ki, Suriye’de yaşanan gelişmeler Batı Kürdistan’da Kürtlerin fiilen elde ettiği belli bir statünün giderek oturacağını işaret etmekte, şartlarını olgunlaştırarak var etmekte ya da koşullamaktadır. Bu gelişme bağlamında Türk hâkim sınıflarının komprador tekelci burjuva iktidarı durumunda olup, “Ilımlı İslam” modeli vb. misyonuyla ABD emperyalizmi tarafından hazırlanıp “TC” devletinin yapılanması sürecinin görevlisi olarak da iş başına getirilen AKP iktidarı, bugün Batı Kürdistan’daki gelişmeler şahsında ABD emperyalizmi ve hatta neredeyse tüm dünya ile çelişmektedir. “Ilımlı İslam” projesi çöktüğüne göre, belli düzeyde geliştirilen devletin yapılanması süreci Kürt stratejisi veya politikasındaki çelişkiler nedeniyle tıkanma noktasına geldiğine göre, ABD’nin AKP iktidarıyla sağlam bir “ortaklık” zemini kalmamıştır. “Ilımlı İslam” projesinde en belirgin ayak, AKP iktidarıyla “TC” devletiydi. Ne ki, bugün söz konusu iktidar, Kürt stratejisindeki anlaşmazlıktan da kaynaklansa, genel olarak ABD emperyalizminin stratejilerinin çökmesinden de kaynaklansa, “ılımlı İslam” modelini temsil etme bir yana, IŞİD gibi en barbar ve vahşi İslamcı hareketi destekleme pozisyonundadır. Suriye’deki durum hem ABD emperyalizminin stratejilerini alt üst etmiştir hem emperyalist bloklar arası dalaşı gün yüzüne çıkararak bunlar arası dengenin değişimini sergilemiştir ve hem de AKP iktidarının Kürt stratejisi nedeniyle emperyalist politikalarla ters düşüp büyük bir tecritle yüz yüze kalmasına, Suriye savaşında taraf olup bir anlamda savaş batağına saplanarak teşhir olmasına ve iç muhalefetin güçlenmesiyle de iktidarı terk etme yolunda ilerlemesine yol açmıştır. Emperyalist dünya gericiliğinin bir parçası olup, bu gericiliğin oyun kurucuları durumundaki değişik blokların yaşadığı dalaştan muaf olmayan ve emperyalist stratejilerden bağımsız bir siyasi süreç yaşamayan, aynı zamanda emperyalist zincirin zayıf halkalarından biri olan Türkiye-Kuzey Kürdistan’da-
ki durum ve gelişmeler ileride ilgili konu başlığında ele alınacağı için şimdilik geçiyoruz.
Emperyalist Haydutluğun Damgasını Taşıyan Durum Üzerine Sonuç Sözler Yukarıda yaptığımız ayrıntılı analizlerden sonra, tahlil edilen durumun sentezlenmesi ve bu analiz/sentezin bütünlüğünün proleter devrimci politika/pratik politika ve görevler açısından açığa çıkardığı durum hakkında bir sonuç çıkarmak bütün tartışmanın en anlamlı bölümü olacaktır. Zira yapılan analiz ve tespitlerin bir nedenselliğe dayandığı kesindir. Dolayısıyla bu nedensellik bağlamında analiz ve tespitlerin salt yapılmış olmak için yapılmadığı, tersine analiz ve tespitlerin mantık tutarlılığı içinde somut durumu tespit ederek, bu duruma uygun pozisyon ve görevlerin saptanması uğruna yapıldığı açıktır.
üzere tüm yaşam için bir felaket sebebidir. Emperyalist haydutlar dünya halkları ve ezilen uluslarını ayaklar altına alarak en acımasız biçimde ezip sömürmektedir. Bloklara bölünen emperyalist dünya gericiliği büyük çatışmalar içinde olup, bu çatışmalarını, bağımlı ülkelere aktararak oralarda halkları birbirine kırdıran gerici savaşlar biçiminde sürdürmektedir. Haksız-gerici savaşlar ve bu savaşların yol açtığı sonuçlar itibarıyla emperyalist gericiliğin insan ile birlikte doğayı da felaketin eşiğine sürüklediği tüm gelişmelerce gösterilmektedir. “Doğa felaketleri” devasa yıkımlar biçiminde büyümekte, savaşlar milyonlara varan insan yitimlerine yol açmakta, gerici çıkarlar uğruna çıkarılan haksız savaşlar milyonlarca insanı ev ve “yurtlarından” koparıp mültecilik yollarında büyük acılar yaşamasına yol açmakta, bu acılar deniz sahillerine vuran Aylan Kurdi
Emperyalist dünya gericiliğinin içinden geçtiği mevcut tarihsel sürecin emperyalist bloklar arası güçler dengesinin çatışma zemininde yeniden biçimlendiği, keskinleşen bu çatışmanın gerici savaş ve saldırganlıklarla karakterize olduğu açıkken, içinden geçilen bu sürecin devrimci halk hareketleri ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin gelişmesine uygun şartlar barındırdığı da önemle görülmek durumundadır. Eğer bu durum görülmez ve içinden geçilen sürecin devrimci dinamikleri yakalanıp devrimci gelişme sağlanamazsa, yapılan analiz ve tespitlerin devrimci işlev görmeyeceği açıktır. Dolayısıyla, emperyalist gericiliğin hâkimiyetinde gelişen bu sürecin aynı zamanda emperyalist gericiliğin parçalanarak geriletilmesi ve giderek yok edilmesinin devrimci dinamiklerine de tanıklık yaptığı söylenebilir. Bunda tayin edici olan, komünist ve devrimci hareketin dünya sathında devrim lehine olgunlaşan nesnel şartları sübjektif şartlarla buluşturma yeteneği sergileyip sergilemeyeceği meselesidir. Emperyalist dünya sistemi küresel hegemonya saldırganlığı esasına dayalı karakteriyle devam etmektedir. Bu gericilik dünya hegemonyasına dayalı uluslararası emperyalist blokların keskinleşen dalaşı, dünya halkları ve ezilen bağımlı uluslarına büyük bir saldırganlık ve zulüm kaynağı durumundadır. Siyasi açıdan dünyayı kan gölüne çeviren gerici savaş ve saldırganlıklara paralel olarak azami kar ilkesine uygun talancı, tahripkâr karakteriyle insanlık başta olmak
trajedisindeki bebek cesetleriyle emsalsiz dramlara yol açmaktadır… Emperyalizmin felaket olduğu her bakımdan tekrar tekrar kanıtlanmaktadır. Emperyalist bloklar arası dengelerin/güç ve nüfuz dengelerinin yeniden düzenlenmesine bağlı olarak keskinleşen dalaş ve çatışma tamamen halklara fatura edilmekte, dünya jandarmalığı uğruna yürütülen dalaş ve çatışma, halk kitlelerinin büyük acılar yaşayıp kıyımlardan geçirilme-
33
sinin somut sebebini oluşturmaktadır. Giderek büyüyüp keskinleşen bu emperyalist çatışma daha büyük savaş ve kıyımların yaşanacağına işaret ediyor… Emperyalist dünya gericiliğinin, sistemli savaşlar biçiminde süreklileşmiş lokal savaşlar ve bu zemindeki siyasi kriz halinin tetiklediği düzenli ekonomik krizler cenderesinden kaçamadığı bir süreçten geçtiğini tespit etmek doğru olacaktır. Bu gerçekliğe karşın, ikinci gerçek olarak aynı emperyalist gericiliğin askeri saldırganlık ve manipülatif safsatalarla dünya nüfuzu düzeyinde egemen olmanın tüm olanaklarını kullanarak bu krizlerini yeni stratejilerle devreye sokma suretiyle erteleme yeteneği gösterdiği, aynı zamanda aralarındaki çelişki-çatışmaları karşılıklı anlaşmalar temelinde daha büyük savaşlara dönüştürmeden kontrolde tuttukları gerçeğidir ki, bu durum emperyalist dünya sisteminin tüm handikaplarına karşın esasta dinamik bir süreç olduğunun da göstergesidir. Emperyalist dünya gericiliğinin içinden geçtiği mevcut tarihsel sürecin emperyalist bloklar arası güçler dengesinin çatışma zemininde yeniden biçimlendiği, keskinleşen bu çatışmanın gerici savaş ve saldırganlıklarla karakterize olduğu açıkken, içinden geçilen bu sürecin devrimci halk hareketleri ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin gelişmesine uygun şartlar barındırdığı da önemle görülmek durumundadır. Eğer bu durum görülmez ve içinden geçilen sürecin devrimci dinamikleri yakalanıp devrimci gelişme sağlanamazsa, yapılan analiz ve tespitlerin devrimci işlev görmeyeceği açıktır. Dolayısıyla, emperyalist gericiliğin hâkimiyetinde gelişen bu sürecin aynı zamanda emperyalist gericiliğin parçalanarak geriletilmesi ve giderek yok edilmesinin devrimci dinamiklerine de tanıklık yaptığı söylenebilir. Bunda tayin edici olan, komünist ve devrimci hareketin dünya sathında devrim lehine olgunlaşan nesnel şartları sübjektif şartlarla buluşturma yeteneği sergileyip sergilemeyeceği meselesidir. Komünist ve devrimci hareket emperyalist gericiliğin içinde bulunduğu çatlak ve çatışma koşullarını, bu koşulların
34
devrimci gelişmelere olanak sunan özelliğini ve bu zeminde gelişen devrimci dinamiği esas alan bir yaklaşımla siyasi pozisyon alıp sürecin görevlerine sahip çıkan pratik bilinçle hareket etmek durumundadır. Aksi halde emperyalist güçler arası çatlak ve çatışmalar emperyalist yeni stratejiler temelinde ertelenip giderilecek, genel olarak devrimler lehine oluşan uygun koşullar fırsatı kaçırılmış olacaktır. Komünist hareketin uluslararası örgüt ve örgütlenme gerçeğine acilen kavuşması ihtiyaçtır. Gerek yerelde gerekse de uluslararası nitelikte örgütlenip ciddi politik perspektiflerle büyük kitleleri kucaklayan bir yapıya kavuşması elzemdir. Komünist ve devrimci güçlerin en geniş bileşenlerle anti-emperyalist cephe dâhil olmak üzere, daha ileri nitelikteki birlik ve cephelere başvurup bunları pratik adımlara dönüştürmesi yaşamsal önemdedir. Bu cepheler ve birlikler gerçekleştirilmeden acil görevlerin karşılanması ve emperyalist saldırganlık ile uzantılarına karşı büyük mücadeleler ortaya koyulması mevcut durumda oldukça sınırlı ve sorunlu olacaktır. Emperyalist saldırganlığın kıyımcı pervasızlığı karşısında sınıf mücadelelerinin büyütülerek yaygınlaştırılması, devrimci savaşların yükseltilmesi tarihsel önemde bir görevdir. Bu savaş ve mücadelelerin geliştirilmesinin nesnel şartları, emperyalist gericiliğin iç çatışma ve çelişkilerinin kaçınılmazlığı sonucunda bizzat bu gericilik tarafından sunulmaktadır. Bu şartları değerlendirecek olan veya değerlendirmesi gerekenler komünist devrimci güçlerdir. Yaşanan süreçten devrimlerin doğması tamamen devrimci örgüt ve önderlik marifetinin sosyal pratikteki rolüne bağlıdır. Sosyal pratik rolüne bağlıdır çünkü teorik çerçeve ve perspektif açısından ciddi engelleyici sorunlar olmamasına karşın, bu teorik yeteneğin siyasi güç ya da sosyal pratik alanında sergilenmediği ya da sergilenemediği kesindir. Teori-pratik birliği/irade-eylem birliği noktasındaki sorun hayati olup yapma eyleminin zayıflıklardan malul olduğu söylenebilir ki, giderilmesi gereken tutukluluk; tam da “yapma” fiilinin
hayata geçirilmesidir. Bunda güç olmanın önemi açıkken, güç olmanın bir biçiminin birlikler ve cepheler oluşturarak devrimci dinamikleri ortak kuvvetler halinde sınıf mücadelesinin ortak görevlerinde buluşturmaktır. Geleceğin iktidar tasavvurundan bağımsız olmayan bu birlik ve cepheler gerçeği MLM bilimi temelinde pratikleştirilmeden halk kitlelerini birleştirmek olası olmadığı gibi, bilumum gericiliğe karşı devrimci sınıf cephesinden güçlü bir mücadele yanıtı yükseltmek de son derece zordur.
sınıf mücadelesinin gerisine düşüp emeklemekten kurtulmayacaktır. Tüm şartların ve tarihin ihtiyacı, emperyalist gericiliğin, bütün gericilikle birlikte tarihin karanlığına gömülmesidir. Ama bu ihtiyacın proleter devrimci sınıf hareketinin Sosyalist Halk Savaşı biçiminde örgütlenmesi ihtiyacından bağımsız olmayacağı unutulmamalıdır…
Daha da önemlisi devrimci sınıf hareketi cephesinin emperyalist gericilik başta olmak üzere, emperyalist gericiliğin parçası ya da yedeği durumunda olan bilumum gericiliğe karşı, gerek uluslararası ölçekte ve gerekse ulusal çapta etkili bir yanıt yükseltmek için silahlı eylem ve mücadele biçimini yükseltmesi ihtiyaçtır, şarttır. Dünyadaki gerici zümre savaş saldırganlığıyla her türden gerici zor, şiddet ve terör kullanıp halk kitlelerini kana boğup esaret prangalarını ağırlaştırırken, devrimci sınıf mücadelesinin zor ilkesi temelinde silahlı mücadele biçimine oturmasından daha anlaşılır bir şey olamaz. Bu silahlı mücadelenin gerilla mücadelesi biçiminde özel bir nitelik alması ve silahlı devrimci savaş karakteriyle en ileri mevzi olan Sosyalist Halk Savaşı zemininde devrimin silahlı kuvvetleri ve ordusu biçiminde ele alınması özellikle gereklidir. Emperyalist dünya sistemi altındaki gerici saldırganlığın dünya toplumu ve geniş halk kitlelerine dayattığı koşullar açık bir terörizm ve azgın bir barbarlıktır. Yerel iktidarlarda uygulanan siyasi yönetim koşulları tamamen bu gericilikle kol kola aynı zeminde gelişmektedir. Dolayısıyla istisna ve özgün durumdaki kimi şartlar inkâr edilmeden, evrensel bir ilke ve yükselen bir genelleşme eğilimiyle silahlı mücadele ve devrimci savaş örgütlenmesinin nesnel bir gereksinim olduğu görülmelidir. İki dünya arasındaki mücadelenin, iki sınıf arasındaki uzlaşmaz çatışmanın keskinleşerek derinleşmesine uygun biçimler alması tamamen nesnel bir sonuçtur. Bu nesnel olguyu öteleyen her yaklaşım ve anlayış ne adına hareket ederse etsin devrimci
Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası çoklu emperyalist blok ve uluslararası tekellerin yerli burjuvaziye karşı yasalarla garantiye alınmış imtiyazlı hukuksal zemine sahip olup, serbestçe at oynattığı bir pazar durumundadır. “Stratejik ilişki, anlaşma ve ortaklıklarla” ifade edilen emperyalizme bağımlılık gerçeği köklü bir bağımlılık olmakla birlikte, ekonomik, siyasi, askeri anlamda derin bir emperyalist nüfuz altındadır. Emperyalist sermaye ile rekabet etme durumunda olmayan yerli egemen sınıflar, bu zeminde anlam kazanan ekonomik zayıflıklarının sonucu olarak siyasi bakımdan da faşizmi uygulamaktadırlar. Bura devleti ve yönetim biçimi tipik olarak sürekli faşizmle karakterizedir. Buranın yerli egemen sınıfları birden fazla emperyalist güç ve sermayeye bağımlı olup buna uygun olarak birden fazla kliğe bölünmüş durumdadır. Üç emperyalist blokun da ülke içinde sermayesinin olduğu somutken, devlete sahip egemen sınıfların birden fazla klikten oluşması veya tersinden birden fazla kliğin devlette söz sahibi olması, bu durumun kanıtıdır. Değişik emperyalist bloklara ait bu sermayenin oranı şu veya bu kliğin gücünü ifade etmekte ya da kliklerin gücü hangi emperyalist gücün etkin olduğunu göstermekte ve aynı zamanda bu kliklerin hangi güce bağımlı olduklarını göstermektedir.
Dünya Gericiliğinin Yedek Parçası Olan “TC” Devleti Emperyalist Zincirin Zayıf Halklarındandır
Mevcut durumda (1 Kasım öncesi) karşı-devrimci komprador tekelci sınıf iktidarı AKP iktidarıyla temsil edilmektedir. Bu iktidar, bölgesel (BOP-GOP) dizaynı çerçevesinde emperyalist yeni dönem ihtiyaçlar ve yeni dönem stratejiler ekseninde hazırlanıp,
35
bu stratejiler temelinde “TC” devletinin yeniden yapılandırılması göreviyle iş başına getirilen komprador tekelci burjuva sınıf iktidarıdır.
Öte taraftan görevli olarak yürüttüğü “devletin yapılandırılması” sürecinin temel ayaklarından biri olan “Çözüm-Açılım” safsatası süreci bağlamında “Kürt sorununun” burjuva çözümü ya da daha doğru ifadeyle silahlı niteliğinin tasfiye edilmesi bakımından başarısız kalmasıyla da emperyalist amirleriyle sorun yaşıyor durumdadır. Öyle ki, özellikle Suriye eksenli Kürt politikasında (ve IŞİD politikasında -IŞİD’e giden tırların silah taşıdığı dünyaca bilinmektedir-) AKP’nin emperyalist güçlerle uyuşmaması adeta bir tecrit yaşamasına yol açmış durumdadır. Burjuva unsur zemininden en etkili zayıflatma gücünün bu olduğunu, diğerlerine
“Ilımlı İslam” modeli anlamda da emperyalist projelerin ürünü olan faşist AKP iktidarı, komprador tekelci burjuva niteliğine ek olarak aynı zamanda dini motifli cemaatler koalisyonundan teşekkül bir iktidar niteliğindedir de. Ancak gelinen aşamada “paralel yapı” olarak tarif edilen Gülen cemaatiyle çıkar çatışması zemininde yaşanan ayrışma-kopuş durumuyla, bu koalisyonun niteliği veya iç ittifakı dağılmış durumdadır. AKP iktidarını burjuva siyaset zemininde zayıflatan ve zayıflatacak olan AKP iktidarını gerçek manada zayıflatıp geriletecek olan bu en etkili unsurun iç mücadele zeminidir. Yukarıdaki burjuva unsurların hiçbirinin çatlak ve kopuşlar olstratejik açıdan halk kitlelerinin muhalefet ve mücadelesi duğu söylenebilir. Gükadar tayin edici bir rolü olmadığı açıktır. Kürt Ulusal harelen cemaati beklenen etkiyi göstermese keti de demokratik muhtevası ve çatışma pozisyonuyla AKP de küçümsenemez iktidarını somut gerçekte gerileten, zayıflatan özelliği kesinbir etkide bulunduğu dir. Ne var ki, Kürt Ulusal Hareketi’nin burjuva milliyetçi orisöylenebilir.
jinli çizgisi, “barış ve uzlaşma” siyasetinde keskin ifadesini bulan reformist/silahlı reformist eğilimi devrimci doğrultudan maalesef yoksundur. Dolayısıyla koşullu olarak benimsenen ya da uzlaşma amaçlı kullanılan silahlı mücadele ve eylemin siyasi iktidar perspektifine sahip komünist devrimci zemindeki silahlı mücadele ve eylem çizgisiyle bir ve aynı olmadığı unutulmamak durumundadır.
AKP iktidarının yaşadığı sorun sadece cemaat koalisyonunun çökmesiyle sınırlı değildir. Diğer komprador tekelci burjuva kliklerle keskin çatışması da sürmektedir. Bu çatışmanın zemini genel olarak iktidar paylaşımı veya iktidarın klikler arası el değişimine dayansa da, AKP iktidarının emperyalist projeler güdümünde yürüttüğü “devletin yapılandırılması” süreciyle diğer klikleri-özellikle Kemalist kliği tasfiye etmesiyle de keskinleşip klikler arası ciddi bir hesaplaşmaya dönmüştür. Ve bu çatışma AKP aleyhine, Kemalist klik lehine gelişen bir zeminde tüm keskinliğiyle devam etmektedir. Burjuva hâkim sınıfların içindeki çatışma ve çatlakların derinleştiği ve derin olduğu söylenebilir. Bu çatışma zemini veya niteliği de esasta sınırlı bir zayıflatma, zayıflama unsurudur.
36
oranla bunun daha etkili olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak Kürt politikası ve IŞİD politikasında emperyalist politikalar veya güçlerle uyumsuzluk temelinde beliren bu zemin, AKP iktidarının bizzat dayandığı emperyalist güçlerce tasfiye edilmesi süreci olarak okunabilir. Emperyalist güçlerin yeni partnerle yola devam etmesi tamamen mümkündür. Elbette gerek Kürt ulusuna dönük ve gerekse de değişik azınlık ve mezheplerden tüm ülke halklarına dönük uygulanan savaş saldırganlığı, bu kapsamda gerçekleştirdiği katliamlar, Kürt illerinde sokağa çıkma ya-
sağı uygulayarak, Varto, Sur, Silvan gibi bir dizi Kürt il ve ilçeleri yakıp yıkarak bebekleri ayırmayan acımasız katliamlar gerçekleştirmesi, 100 aşan ölü ve yüzlerce yaralının olduğu Ankara Barış Mitingi katliamı gibi katliamlara göz yumarak, teşvik ederek, yol vererek ve bazen bizzat planlayarak ortak olduğu vahşi katliamlar, seçilmiş siyasetçi ve yöneticiler dâhil olmak üzere geniş tutuklamalara girişip tüm muhalif ses ve basını terörize etmesi, ağır sömürü ve baskı politikasını her gün tırmandırarak koyu bir faşizm uygulaması vb. zeminindeki gericilik iklimi halk kitlelerinin tepki ve muhalefetine de yol açmıştır. Ki daha öne yaşanan Gezi/ Haziran Ayaklanması gibi devasa halk hareketlerinin yaşanması da es geçilemez bir gelişme ve zemindir. AKP iktidarını gerçek manada zayıflatıp geriletecek olan bu mücadele zeminidir. Yukarıdaki burjuva unsurların hiçbirinin stratejik açıdan halk kitlelerinin muhalefet ve mücadelesi kadar tayin edici bir rolü olmadığı açıktır. Kürt Ulusal hareketi de demokratik muhtevası ve çatışma pozisyonuyla AKP iktidarını somut gerçekte gerileten, zayıflatan özelliği kesindir. Ne var ki, Kürt Ulusal Hareketi’nin burjuva milliyetçi orijinli çizgisi, “barış ve uzlaşma” siyasetinde keskin ifadesini bulan reformist/silahlı reformist eğilimi devrimci doğrultudan maalesef yoksundur. Dolayısıyla koşullu olarak benimsenen ya da uzlaşma amaçlı kullanılan silahlı mücadele ve eylemin siyasi iktidar perspektifine sahip komünist devrimci zemindeki silahlı mücadele ve eylem çizgisiyle bir ve aynı olmadığı unutulmamak durumundadır. Erdoğan kumandalı AKP iktidarı altındaki mevcut tek adam diktatörlüğünün şuursuz baskı ve saldırıları AKP içinde de sorunların yaşanmasına yol açmış, yeni çatlaklar gündeme getirmiştir. İçteki muhalefetin önemli bir gerekçesi de 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet davalarıdır… (“Beşinci Parti” esprisi boş değildir ve 1 Kasım seçimleri sonrası gündeme gelmesi muhtemeldir.) AKP iktidarının zayıflamasındaki esas unsurlar bunlarken, Erdoğan’ın fiilen AKP’nin
başında olmaması ve daha düşük vizyonlu Davutoğlu’nun AKP Başkanlığı ve Başbakanlığa gelmesi de bir etken olarak değerlendirilebilir. Bununla birlikte, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasına karşın genel seçimlerde tarafsız davranmayarak seçim çalışmaları yürütmesi de, belli kesimlerde tepki yaratarak negatif yansıma yaratmıştır. Kısacası, AKP iktidarının içinde de olmak kaydıyla, her cephede sorun yaşadığı ve 7 Haziran Genel Seçimleri’nde olduğu gibi sonrasında da kan kaybettiği, siyasi geleceğinin kritik zemine oturduğu bir dizi olgu ve emareyle açıktır. 1 Kasım seçimlerinde AKP’nin aldığı büyük oy oranı AKP’nin seçim başarısını ortaya koyarken, bu sonuçların gerçeği yansıtmadığını bilmek durumundayız. Burjuva seçimlerin halkın gerçek iradesini yansıtmadığı gibi, burjuva partilerin gerçek gücünün de ölçütü değildir, olamaz. Seçimlerin demokratik olmayıp anti-demokratik olması, eşit şartlarda bir seçim yarışı olmaması, halkın özgür iradesinin yansımasının mümkün olmaması, seçim hileleri, oy hırsızlıkları ve satın almalar, toplumu faşist baskı ve şiddet yoluyla korku altına alıp iradelerinin etkilenmesi vb. şeklindeki bir dizi gerçeklik burjuva seçimlerin halkın iradesini gerçek anlamda yansıtmadığını ve yansıtamayacağını, aynı biçimde bu seçimlerin meşru olmadığını kanıtlar. Ki eğer mekanik biçimde sonuçlara bakarak doğru-yanlış tespiti yaparsak, bunun diyalektik materyalist felsefi yaklaşım veya bilimsel yaklaşım açısından kusurlu olacağı açıktır. Dahası eğer her sonuç gerçeği ve doğruyu yansıtmış olsaydı, 80 darbesi anayasası halk oylamasında halkın %92 oranında darbe anayasasına onay vermesi de doğru olurdu. Bu sonuç ne kadar doğruyu ve halkın iradesini yansıtıyorsa, 1 Kasım seçim sonuçları da gerçeği ve halkın iradesini yansıtıp AKP’nin gerçek gücünü ifade ediyor. Oysa biliyoruz ki, ölüm ve katliamlar tehdidiyle, bu tehditleri bizzat pratiğe geçirerek halkı korku altına alıp oylarını korku hüneriyle aldı. Can güvenliği vb. endişesine ciddi olarak sürülen toplum bu psikolojik baskı altında zorunlu tercihlere zorlandı. Bununla yetinmeyen Erdoğan/AKP güruhu oy başına 5 ila 7 bin
37
TL ödeyerek oyları satın aldı. Bir kısmını çaldı. Bir kısmını hilelerle, entrikalarla, ırkçı kafatasçı Türk milliyetçiliğine oynayarak ve hatta emperyalistlere gizli anlaşmalarda ödünler vererek destek alıp oyları etkiledi vs… Kısacası Erdoğan/AKP iktidarının teşhir olduğu, kan kaybettiği, yokuş aşağı gittiği vb. yanlış değil, doğrudur ve söz konusu seçim sonuçları bu gerçeği değiştirmez-çürütmez. Bu sonuçların en azından gerici, faşist zor ve katliamlar aracılığıyla alındığı açıkça ortadadır. O halde AKP iktidarı 1 Kasım seçim sonuçlarına rağmen tükeniş yolundadır, esasta da tükenmiştir. Bir dönem daha iktidarda olması bu durumu değiştirmez. Daha da önemlisi, AKP iktidarının faşist bir diktatörlük ve tek adam sultasıyla çeşitli millet ve milliyetlerden, inanç kesimleri ve cinsiyetlerden geniş halk kitlelerine, özelde de Kürt ulusuna karşı “Çözüm-Barış Süreci”ni bitirerek topyekûn savaş ve saldırganlık süreciyle başlattığı büyük katliamlar, ağır baskılar ve terör dalgası, ülkede devrimci durumun gelişmesine yol açmıştır. Başkanlık ve mutlak hâkimiyet sevdasıyla kendi yasa ve hukukunu da tanımayan düzeyde, pervasızca yürütülen bu faşist saldırganlık aynı zamanda devrim ile karşı-devrim arasındaki çatışmanın sert ve silahlı biçimde gelişmesinin zorunluluğunu ortaya koyarak, devrimci mücadele ve hareketin silahlı temelde biçimlenmesini koşullayarak bir kez daha doğrulamıştır. Gerici sınıf düzenlerine karşı siyasi iktidar mücadelesi yürüten devrimci hareketin silahlı eylem ve silahlı savaşımdan daha etkili bir mücadele biçimi yoktur. Özellikle gerilla savaşının yenilmezliği ve emperyalizmin en modern silah ve teknolojisine rağmen gerilla savaşına karşı zafer kazanamaması bu üstünlüğün en çıplak kanıtıdır. Dolayısıyla komünist devrimci hareket emperyalist gericilik ve yerli gerici sınıflara karşı iktidar mücadelesinde bu üstünlüğünü reddetmemeli, bilakis özellikle kullanmalıdır. Sadece komünist mücadele değil, ulusal kurtuluş mücadeleleri için de aynı mücadele realitesi yaşamsal öneme sahiptir. İşte, faşist AKP iktidarını olduğu gibi, bütün gerici faşist iktidarları yıkacak olan yegâ-
38
ne zemin ve kuvvet budur. Halk kitlelerinin ayaklanması, silahlı mücadele veya devrimci savaş zemininde gelişen devrimci hareket ve sınıf mücadelesi bütün gericilikleri alt edecek tek güçtür. Ne var ki, bu esasa karşın diğer unsurlar da devrimci mücadeleye uygun zemin ve olanaklar sunma anlamında değerlendirilmesi gereken unsurlardır. Her zaman ve her yerde evrensel olarak esas güç ile tali güç, esas yöntem ve biçim ile esas olmayan biçim ve yöntemler vardır. Devrim silahlı zor yoluyla gerçekleşecek. Fakat bu silahsız olmayan biçimleri reddetmemiz anlamına gelmez, reddedilmiyor da. Aynı bağ komünist devrimci güçlerin (veya proleter sınıf gülerinin) mücadelesi ile bu mücadeleye olanak sunan, destek olan, uygun şartlar sunan gelişmeler arasında da kurulmalıdır. Özcesi, burjuvazinin çatışma ve çatlaklar içinde olması devrimin daha elverişli şartlarda gelişmesine katkı sunan bir durumdur. Dolayısıyla bu ve bunun gibi tali unsurları dikkate almak elbette ki doğrudur… 7 Haziran seçimlerinin ortaya çıkardığı sonuçlardan ders çıkaran Erdoğan/AKP güruhu, Erdoğan’ın 1 Kasım seçimlerinde daha farklı bir yönteme başvurmasını açığa çıkardı. Muhtarlarla toplantılar yapılıp bunları satın alma, bunlar vasıtasıyla ve daha farklı biçimlerde oyların satın alınması ve bunun için devlet kasasının sınırsızca kullanılması, özel kadroları vasıtasıyla halka dönük tehdit ve şantajlar, baskı ve tutuklamalar, katliam ve bilumum hileler devreye sokulması, milliyetçi oylara dönük kafatasçı Kürt düşmanı saldırganlık politikalarının tırmandırılması ve geniş halk kitlelerine dönük koyu faşist baskı dönemiyle toplumun korku altına alıp seçimleri garanti etme işi Erdoğan’ın suç mangaları vasıtasıyla doğrudan rol oynadığı gerçekler oldu. Nitekim Erdoğan/AKP iktidar güruhu 1 Kasım erken seçimlerinde faşist şiddet ve baskı atmosferine dayalı olarak büyük bir oy desteği alarak tek başına iktidar oldu. 1 Kasım seçim sonuçlarıyla 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarını bertaraf ederek rahatlayan Erdoğan/AKP güruhu, suçlarından dolayı yargılanma tehdidini de şimdilik at-
latmış oldu. Bu rahatlama, seçimleri kazanmak için başvurduğu faşist baskı ve saldırganlığı kesmeden sürdürmesine de zemin sundu. Mevcut durumda Kürt ulusuna karşı başlatmış olduğu imha ve inkâr saldırganlığı eksenli topyekûn gerici savaşı aynı tempoyla sürdürmekte ve geniş halk kitlelerine karşı tırmandırdığı kapsamlı baskı saldırganlığını devam ettirmektedir. Ne var ki, bu savaş saldırganlığı uzun süre devam ettirilemezdir. Ne iktidar güruhu böylesi siyasi şartları uzun süre tercih edip kaldırabilir ve savaş ekonomisine dayalı bir ekonomiyi daha fazla kaldırabilir ne de emperyalist sermaye ve yerli komprador tekelci sermaye bu şartları daha fazla kabullenebilir. Dahası, Erdoğan/AKP güruhu 1 Kasım seçim sonuçlarıyla tek başına iktidar olma ve iktidardan düşme olasılığının yaratacağı yargılanma durumu gibi konularda tehlikeleri atlatma anlamında esasta hedeflediği olanakları elde etmiş oldu. Yeni anayasa yapma ve başkanlık sistemini hayata geçirmede de önemli avantajlar elde etti. Bunda özellikle HDP-Kürt Ulusal Hareketi’ne muhtaç olduğu ve Kürt Ulusal Hareketi’ni belli bir yere çekmeye muhtaç olduğu söylenebilir. Ki, Kürt ulusuna karşı savaş saldırganlığını sürdürmesi esasta bu soruna dönüktür. Kısacası faşist saldırganlığın gerekçesi olan bazı esas şartlar seçim “başarısıyla” elde edilmiş oldu. Dolayısıyla mantıken bu saldırganlığı yumuşatması rasyonel olandır. Ne ki, dediğimiz gibi başkanlık meselesinde diğer partilerden destek alması olanaksız olduğu için, Kürt Ulusal Hareketi’ni zorlayarak bir noktaya çekmek için Kürt ulusuna dönük savaş saldırganlığını sürdürmektedir. Ancak genel çerçevede bu saldırganlığı uzun süre sürdürülemeyeceği ve sürdürülemez olduğu açıktır. Bir dönem daha saldırganlık tırmandırılacak ve ‘Terörün belini kırdık, bitirdik, kamu düzenini sağladık’ diyerek ve elbette PKK’yi daha geri noktada pazarlığa iterek farklı bir varyanta geçilmesi mümkündür. PKK mevcut durumda hem meşru direniş ve karşı savaş tavrında irade göstermekte hem de barış süreci için çaba göstermekte-
dir. Ancak her şartta bir dönem (uzun süre olmasa da) keskin bir çatışma ve savaş hali gündemde olacaktır. PKK’nin kendisine dayatılan şartları olduğu gibi kabul etmeyeceği açıktır. Özellikle Rojava sorununda PKK ile AKP’nin anlaşması son derece zordur. Dolayısıyla barış sürecine geçmek olağan koşullarda çok kolay gözükmemektedir. Ki AKP güruhunun “yeni muhataplar” stratejisiyle bu süreci biraz uzatacağı beklenmelidir de. Bu stratejinin Kürtlerin bölünmesine ve karşı karşıya getirilip birbirine kırdırılmasına dönük kirli bir strateji olduğu açıktır. Ne var ki, PKK’nin eli AKP’nin stratejisi ve entrikaları karşısında güçlüdür. PKK’nin Kürtler üzerinde büyük bir etkisinin olduğu açıktır. Buna karşın bazı aşiret ve korucuların devreye sokulması mümkündür ama bunun tutmayacağı da bugünden bellidir. AKP’nin stratejisine hizmet eden aşiretler vb. Kürtlerin bölünüp birbirine düşürülmesinin aktörleri olarak tarihe geçecekleri ve hain olarak anılmaları unutulmamalıdır. Maalesef ki Kürtler, üzerlerinde oyun oynanmaya müsait bir yapıya sahiptir. Bu durum PKK’nin inisiyatifiyle esasta aşılmış olsa da, korucu ve devlet yanlısı gerici bazı aşiretler hala bu durumdadır. AKP bu stratejisini belli oranda hayata geçirme olanağı bulsa da, son tahlilde PKK’nin iradesi tayin edici olacaktır. Bu stratejilere rağmen bir dönem sonra PKK ile yeni bir barış sürecinin geliştirilmesine zorunlu olarak dönülecektir. Tam da burada Öcalan’ın devreye girmesi söz konusu olacaktır. Nitekim PKK’nin önemli bir önceliği Öcalan’ın durumu ve tavrıdır. AKP gerici entrika ve stratejilerinden sonuç alamayacağını kısa sürede anlayacak ve yeniden PKK-Öcalan ile barış görüşmelerine dönecektir. Seçimlerden hemen sonra barış sürecine geçmesi AKP’nin savaşı başlattığını itiraf etmesi ve muhalefetin eleştirilerini doğrulaması anlamına gelecektir ki, bu durum kendi tabanında bile tepki almasına yol açacaktı. Dolayısıyla seçimlerden sonra bir dönem seçimler dönemindeki saldırganlığı devam ettirecek ve uygun şartları yarattığında gereken dönüşü yapacaktır, yapmak zorunda kalacaktır. “Milli birlik ve
39
kardeşlik” safsatası bu kapının açık olduğuna açık işarettir.
mücadeleyi temel bir ihtiyaç olarak hissetmesine yol açarken, geniş kitlelerde de bu pervasız barbarlığa karşı zorun kullanılması bilinci uyanarak gelişmiştir. Ki, faşist iktidara karşı yürütülen mücadele, silahlı devrimci mücadele biçimleri ve geniş kitlelerin devrimci mücadelesine oturmak durumundadır. Elbette her mücadele zemini kullanılmak durumundadır. Demokratik mücadele biçimleri ötelenmeden geliştirilmek durumundadır. Ancak bu biçimler silahlı devrimci mücadele biçimlerinin önüne geçirilemez ve mücadelenin merkezi silahlı eylem, devrimci savaş olmak zorundadır.
Faşist baskı ve savaş saldırganlığıyla toplumsal tepkilerin bastırılması, kitlelerin tepkilerini ve tepki nedenlerini ortadan kaldıramaz. Dolayısıyla devrimci durum zemini varlığını sürdürürken, bu dönem sürdürülen savaş saldırganlığı da devrimci durumun gelişmesine hizmet edecektir. Hatta devrimci hareketin gelişmesine de tanık olacaktır. Özellikle Kürt Ulusal Hareketi’nin silahlı eylem ve direnişleri devrimci hareketin yükselmesi olarak vücut bulacaktır. PKK’nin kitle hareketi ve direnişlerini öne çıkaracağı anlaYeni anayasa ve başkanlık sistemi, yeni tarşılmaktadır. Ki gerilla savaşı ve silahlı eylem tışmaların ana ekseni olacaktır. Bu zeminde konusunda da aynı zeminde bulunmaktadır. Kuzey Kürdistan’da kitlesel ayaklanma ve direnişler gündemde Yeni anayasa ve başkanlık sistemi, yeni tartışmaların ana olacaktır. Bu şartlarekseni olacaktır. Bu zeminde komprador tekelci burjuva klik da ülke genelinde bir siyasi partilerinin keskin dalaşı gündeme gelecek, burjuva kitle muhalefeti ve mücadelesinin yükklikler arası çatlaklar derinleşecektir. İktidarın el değişmesi selmesi de zemin 2019 Genel Seçimleri’ne bırakılsa da, bunlar arası dalaş günbulmaktadır. Ki kitle demden düşmeyip sıra dışı gelişmelere de tanık olunabilir… hareketlerinin gelişAKP/Erdoğan güruhunun “sessiz devrimini” daha açık unmesi muhtemeldir. surlarıyla devreye sokması, seçim “başarısından” aldığı güçİşçi sınıfı ve halk kitlele hedefleri doğrultusunda somut adımlar devreye sokması lerinin muhalefetinin komprador tekelci klikler arasındaki çatışmayı daha keskin özellikle bilinçli devrimci hareket öndermecralara taşıyabilir. liğinde Kürt ulusuyla dayanışma temelinde birleşmesi önemlidir. komprador tekelci burjuva klik siyasi partileBu anlamda yapılan ittifaklar anlamlı ve derinin keskin dalaşı gündeme gelecek, burjuğerlidir. Bu ittifak zemini faşist iktidarın geva klikler arası çatlaklar derinleşecektir. İktirici savaş ve saldırganlığına karşı ortak müdarın el değişmesi 2019 Genel Seçimleri’ne cadele zemininde ilerletilmesi ve toplumsal bırakılsa da, bunlar arası dalaş gündemden mücadelenin geliştirilmesine hizmet etmesi düşmeyip sıra dışı gelişmelere de tanık olutemelinde değerlendirilmesi elzemdir. nabilir… AKP/Erdoğan güruhunun “sessiz Bilinçli devrimci hareketin düne oranla budevrimini” daha açık unsurlarıyla devreye gün silahlı mücadele temelinde bir eğilim sokması, seçim “başarısından” aldığı güçve pratiğe girmesi önemli bir gelişmedir. le hedefleri doğrultusunda somut adımlar Gelişen kitlesel mücadeleye paralel olarak devreye sokması komprador tekelci klikler silahlı mücadele ve silahlı savaşın yükselarasındaki çatışmayı daha keskin mecratilmesi tayin edici temel bir sorundur. AKP/ lara taşıyabilir. Tam da burada burjuva klikErdoğan güruhunun keyfiyet ve pervasızlıklerin halk kitlelerinin hoşnutsuzluğundan la uyguladığı hukuksuzluk, baskı, şiddet ve yararlanarak onları yedeklemeye çalışmafaşist saldırganlık, devrimci güçlerin silahlı
40
sı gündeme gelebilir. Genel olarak devam eden baskı ve saldırganlıklara karşı bir tepki varken, devreye sokulacak yeni politikalara karşı tepkinin gelişmesi mümkün olacaktır. İşte bu tepki zemini devrimci önderlikler altında yönetilemez ise, burjuva kliklerin bu tepkiyi yedekleyerek iktidar dalaşına manivela yapması mümkün olacaktır. Yeni Gezi/ Haziran Ayaklanması gibi benzeri bir sürecin gündeme gelmesi genel olarak mümkündür. Özellikle Kürt Ulusal Hareketi’nin kitlesel direnişler içinde olması, bu hareketin gelişmesi veya etkili bir ayaklanmaya dönüşmesine uygun olanaklar sunmaktadır. Burjuva kliklerin bunu değerlendirmesi beklenmelidir. Yani zemini bulunan yeni bir kitlesel ayaklanma hareketinin geliştirilmesi mümkündür. Bu zemin özellikle Gezi Ayaklanması’ndan sonra genel olarak vardır. Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki gelişmelerin emperyalist dünya sistemi kapsamındaki gelişmelerden ya da emperyalist stratejilerin koşulladığı durumdan bağımsız değerlendirilemeyeceği açıktır. Özellikle emperyalist Ortadoğu projesi (BOP/GOP) ve Suriye’deki gelişmelerin Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası siyasi şartlarını doğrudan ve etkin biçimde etkilediği tartışmasız gerçektir. Bu çerçevedeki etkinin daha da kuvvetli olanı kuşkusuz ki, Kürt sorunu ve/veya Kürdistan sorunu olduğu da açıktır. Suriye devlet sınırlarına zorla dâhil edilmiş Batı Kürdistan/Rojava’da yaşanan müspet gelişmelerin “TC” devleti hâkim sınıflarını korku ve kâbuslara soktuğu bilinmekte, izlenmektedir. Bura Kürt statüsünü bir tehdit görmekte ve alenen düşman görerek IŞİD barbarlığını kullanma dâhil her türlü düşmanlığı yürütmektedirler. Zira bura (Rojava) Kürdistan’ında ortaya çıkan Kürt statüsünün, zaten ciddi ve etkili bir güç olup diri bir mücadele dinamiği durumundaki Kuzey Kürdistan Kürt Ulusal Hareketi’ni bağımsızlık veya özerlik gibi statüler elde etme noktasında etkiler korkusu taşımaktadırlar. Buradaki realite Türk hâkim sınıflarının kâbusu olmakla birlikte, Erdoğan/AKP iktidarının Rojava düşmanlığını keskinleştirmekte ve buradan da ülkedeki Kürt düşmanlığını tırmandırmaktadır. Erdoğan/AKP iktidar güruhunun Kürtlere
karşı tırmandırdığı topyekûn savaş saldırganlığının önemli bir zemini veya gerekçesinin bu olduğunu söylemek isabet olur. Dolayısıyla ifade ettiğimiz bu zeminde Suriye/Rojava gelişmeleri ve dolayısıyla emperyalist Ortadoğu politikası, bu politikanın en sıcak ayağı olan Rojava/Kürt politikası doğrudan Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası siyasi şartlarını etkilemektedir. Aynı zeminde emperyalist IŞİD politikası ve Erdoğan/AKP güruhunun IŞİD politikası da coğrafyamızı etkileyen önemli bir unsurdur. IŞİD ile zımni anlaşmalar ve hatta gizli örgütlenmeleri vasıtasıyla doğrudan IŞİD ile ilişkileri olan AKP/Erdoğan güruhu, bu barbar katliam mangaları vasıtasıyla ülke içinde devrimci ve Kürt hareketine karşı vahşi saldırı ve katliamlar gerçekleştirmekte, gerçekleştirilmesini teşvik etmektedir. Öte taraftan Ortadoğu veya Suriye somutundaki emperyalistlerin Kürt ve IŞİD politikalarıyla tezat düşen AKP iktidarı, emperyalist baskıların ve anlaşmaların ürünü olarak IŞİD’e karşı da emperyalist koalisyonla birlikte savaşa dâhil olmak durumunda kalarak savaş batağına iyice saplanmış durumdadır. Suriye’nin iç işlerine karışarak ora muhalefetini doğrudan yönlendiren tutumuyla zaten gerici bir savaşın parçasıyken ve Kürt ulusuna açtığı haksız gerici topyekûn savaş saldırganlığıyla gırtlağına kadar kana batıp savaş yürütürken, IŞİD ile de emperyalist stratejilerin piyonu olarak savaş girdabına batmak durumundadır. Bütün bu koşullar doğrudan ülkedeki siyasi şartları, yönetimi etkilemekte, faşist baskı ve saldırganlığın boyutlanarak derinleşmesine yol açmaktadır. Mevcut savaş saldırganlığı ve faşist baskıların AKP iktidarının içinde bulunduğu emperyalist stratejilerin maşası olma durumundan ayrı olmadığı açıktır. Bu şartlar Türk hâkim sınıflarını siyasi istikrarsızlığa ve buna bağlı olarak ekonomik istikrarsızlık veya krizlere hızla taşımaktadır. Erdoğan/AKP güruhu kaos, kriz, savaştan beslense de, bu üçü kitlelerdeki hoşnutsuzluğu derinleştirerek devrimci durumu geliştirip uzun vadede AKP güruhunun mezarını hazırlayan unsurlardır.
41
Bu sürecin siyasi olarak hangi mecrada seyredeceği bir taraftan emperyalist nüfuz ve stratejilere bağlıyken diğer taraftan da PKK’nin sürece karşı alacağı tutum ve ortaya koyacağı siyasi yaklaşıma bağlı olarak biçimlenecektir esasta. Ancak stratejik manada tayin edici olan şey hiç şüphesiz ki devrimci sınıf hareketinin ortaya koyacağı tutum ve mücadele düzeyidir. Bu mücadelenin hangi biçimlerde karakterize olacağı, kitleleri kavrayan mücadelenin geliştirilmesi ya da komünist ve devrimci hareketin bu sürecin ihtiyaçlarına cevap olacak bir mücadele tablosu ortaya koyup koymayacağı, silahlı mücadele ve Sosyalist Halk Savaşı pratiğinin seyri yaşamsal önemde olacaktır. Nesnel koşulların uygun olduğu günümüz şartlarında, geniş toplumsal kitlelerin ‘Birileri dur demelidir bu iktidara’ görüşü temelinde sempatiyle eğilim gösterdiği daha radikal ve militan mücadelenin ciddi biçimde güç olma zemini vardır. İki düşman sınıfın iktidar mücadelesi uğruna savaş yürütürken en geniş toplumsal kitleleri başından beri ikna ederek desteğini alması hiçbir zaman mümkün olmamıştır, olmaz da. Dolayısıyla savaşın acımasız sonuçları kâh milliyetçiliğin gelişmesine, kâh silahlı mücadele karşıtlığının yansımasına vb. sahne olabilir. Tüm toplumun ya da toplumun ezici kitlelerinin silahlı savaşımızı hemen başında desteklemesini bekleme gibi bir hayale kapılamayız. Ne var ki, savaşın ağır acımasızlıkları karşısında gelişen bu eğilimler ilerleyen savaş şartlarında aydınlanarak gerçekleri görme durumuna gelecek ve devrimci savaşın tarafı olacaktır. Dahası bu duruma varmadan önce, devrimci savaşı yürütme çizgimizde kitlelerin ileri kesimlerini ölçü almamız doğrudur. Siyasetimizin geri kitlelere göre değil, ileri kitlelere göre biçimlenmesi doğru olandır. İleri kitleler faşist baskı ve katliam erbabı olan bu tescilli faşist iktidara karşı silah ve savaşa dayalı bir hesap sorma gücünün tarih sahnesinde olmasını kesinlikle istemektedir. Bundan hareketle, silahlı mücadele ve devrimci savaşın mevcut şartlarımızda kök tutarak geleceğe damga vuracağı unutulmamak ve bilinmek durumundadır. Bugün silahlı eylem ve mücadelede ısrar ortaya ko-
42
yup asgari düzeyde de olsa silahlı pratik ortaya koyanların orta vadede maddi güç haline gelerek geleceğe damga vuracağı büyük olasılıktır. Burjuva muhalefetin bile zora tamah gösterdiği günümüz şartlarında sosyalist hareketin geniş bir kesiminin silahlı mücadele tutumunda muğlâk kalması affedilir bir kabahat değildir. Zor şartların safların netleşmesinde rol oynayacağı ve ayrım çizgilerini daha keskin netleştireceği aşikârdır. * * * Kuşkusuz ki, siyasi tahlil ve tespitler keyfi olarak oluşturulamaz, keyfi ve hamasi gerekçelerle yapılamazlar. Bilimsel sorumlulukla yapılan tahlil ve tespitler, somut şartlara, olgulara, toplumsal çelişkilere, sınıf mücadelesinin yasalarına ve bunlar ekseninde bilimsel sosyalizm teorisine uygun teorik çıkarsamalara dayanmayı gerektirir. Somut siyasi durum ve çelişkiler bütünü çevreli olarak değerlendirildiğinde, bu zemine dayanan teorik belirlemelere varmak mümkün olup olguların işaretiyle yürümek ve keyfi tespitlerden sakınmaktır. Bundan hareketle mevcut siyasi konjonktür ve reel politik bakımından Türkiye-Kuzey Kürdistan’da sınıf mücadelesinin bir dizi avantaj ve dezavantajından bahsetmek mümkündür.
Avantajları şöyle sıralayabiliriz: 1-Burjuva kliklerin keskin çelişkiler içinde olması bağlamında burjuva cephede çatlaklar aktüeldir. Bu çatışkı ve çatlak komprador tekelci burjuva siyasi partiler arasında izlenirken, “paralel yapı” meselesi iktidardaki cemaatler koalisyonunun dağılması ve bunlar arasındaki keskin çatışmanın iktidarı hırpalaması veya enerjisini buraya da kullanarak çok yönlü bir çatışma veya mücadele içinde olmasını koşullayarak esasta zayıflatan bir unsur durumundadır. Dolayısıyla burjuvazinin içindeki çatlakların devrimci hareket ve devrim lehine bir avantaj olduğu söylenebilir. 2-Mevcut iktidar aynı zamanda emperyalist politika ve projeler temelinde de ağır yükümlülükler altındadır. Ve bu politikalar mevcut iktidarı IŞİD ile çatışmaya zorla-
mış durumdadır. Öte taraftan yine emperyalizme bağımlılığın derinlik boyutu ve bu bağımlılık gereği emperyalist stratejiler bağlamında Erdoğan/AKP iktidarının dış politikası bölge ülkeleri başta olmak üzere geniş ölçekte uluslararası ilişkilerde sorunlu olmasını koşullamış durumdadır. Dahası iktidar emperyalizme ve emperyalist stratejilere tabi şekillenen bu dış politikası gereği (ve elbette bazı geri emelleri uğruna) gerici savaş girdabının eşiğindedir. Dış politika veya komşu ülkelerle düşmanlaşma realitesinde seyreden durum özellikle Suriye ayağı Kürt meselesi ekseninde biçimlenmektedir. Ki, bu politikada mevcut iktidar emperyalist strateji ve projeler karşısında zorlanmalar ya da uyumsuzluklar yaşamaktadır. Bu iç içe geçmiş karmaşık süreç esasta ve uzun vadede de AKP iktidarı aleyhinedir. Dolayısıyla iktidarın siyasi teşhiri verimli olgular taşırken, bu iktidar yürütülecek devrimci mücadele karşısında bir dizi zayıflıklar taşımakta, devrimci mücadeleye avantajlar tanımaktadır. 3-AKP iktidarı Kürt ulusuna karşı topyekûn bir savaş saldırganlı içindedir. Bu savaş da son tahlilde haksız savaşın genel karakteri olarak iktidarı zayıflatan ve siyasi, ekonomik krizlere taşıyarak tüketen bir süreçten ibarettir. Kürt ulusuna dönük yürütülen ırkçı faşist saldırganlık ve gerici savaşın büyük katliamlara yol açması iktidarın başarısı anlamına gelmeyeceği gibi, iktidar için avantaj değil, bilakis büyük bir dezavantajdır. Kürt Ulusal Hareketi’nin şartlı da olsa geçici ve göreli de olsa pratik olarak benimsediği silahlı eylem ve kitlesel militan direniş çizgisi hakim sınıf iktidarı açısından ölümcül bir sorunken, devrimci hareketin militan şekillenişi, devrimci dinamiği diri tutması ve silahlı mücadelenin geçerliliğine katkı sunan özelliğiyle ülke sınıf mücadelesi açısından avantajlı bir siyasi zemin sunmaktadır… 4-Faşist iktidarın tırmanarak derinleşen azgın faşist saldırıları ve haksız savaş gerçeği geniş halk kitleleri, değişik mazlum ulus ve azınlık kesimlerde ciddi bir tepki ve hoşnutsuzluğu büyütürken, geniş toplumsal kesimlerin yaşamını doğrudan etkileyen baskı,
talan ve faşist diktatörlükte sınır tanımayan iktidar gerçekliği büyük toplumsal tepkinin dinamik olmasını koşullamaktadır. İşçi ve halk düşmanı politikalar, demokrasinin zerresine açılmış azılı saldırı ve koyu gerici baskılar hız kesmezken, bu gericiliğe karşı mücadele dinamiğinin aktivitesi toplumsal aydınlanma ve uyanışı geliştirmektedir. İfade doğru olursa, toplumun siyasallaşmasından söz etmek yanlış olmayacaktır. Coğrafyamızda değişik toplumsal kesimlerin demokratik tepki açısından diri dinamik durumda olduğu ve kitlelerle iktidar arasında çelişkilerin son derece geniş bir yelpazeye serpildiği, demokrasi bilinci ve mücadelesinin toplumsal kültür ve davranışta kuvvetle yer edindiği tespit edilebilir… Kısacası geniş bir toplumsal potansiyel, ister demokratik zeminde ister devrimci zeminde ve isterse bilinçli hareket olmaktan öteye kendiliğinden gelme tepki biçiminde dinamik bir durum göstermektedir. Bu, mevcut iktidarın “dikensiz gül bahçesinde at oynatmasına” büyük bir tehditken, devrimci sınıf hareketinin sahip olduğu somut ve stratejik bir avantajdır. 5-Türkiye-Kuzey Kürdistan; Mısır, Tunus, Libya, Irak, hatta Suriye gibi ülkelerden toplumsal bilinç ve aydınlanma düzeyi veya devrimci ve komünist mücadele geleneği ve dinamikleri bakımından daha ileri veya gelişkin bir coğrafya durumundadır. Dolayısıyla oralardaki geniş kitlelerin devrimci öfkesinin burjuvazi ve emperyalist güçler tarafından yedeklenmesi durumu Türkiye-Kuzey Kürdistan’da bir ve aynı olmayacaktır, olmaz. Gezi/Haziran Ayaklanması’nda ortaya çıkan kimi unsurlar bu damarın köklü olduğunu kanıtlar niteliktedir. Komünist ve devrimci hareketin önderlik kabiliyetinin örgütsel güç açısından zayıf olması Gezi Ayaklanması’nda görülse de, yukarıda saydığımız coğrafyalara göre bu ihtiyacın karşılanması bu coğrafya siyaseti açısından çok daha güçlüdür… Dolayısıyla bir “Arap Baharı” türevinin yeniden Türkiye-Kuzey Kürdistan’da gündeme gelmesi durumunda daha büyük kazanım ve ilerlemeler sağlanacağı açıktır. Türkiye-Kuzey Kürdistan taşıdığı bu siyasi
43
özellik veya şartları bakımından emperyalist zincirin en zayıf halkasına dönüşebilir bir zemin barındırmaktadır. Ülkede nesnel şartlar devrimci gelişmelere el verişli olup devrimci durum objektif şartlar bakımından uygundur…
taşımasına rağmen negatif yanlar da taşımaktadır.
Dezavantajlar;
2-Bu birinci koşula bağlı olarak ya da çizgi problemleri bağlamında militan mücadele, silahlı eylem ve mücadele konularında sağlam zemine oturmayan önemli bir bileşene sahip olup, yasalcı reformist çizgi eğilimleriyle burjuva tasfiyeci atmosferin etkisinde olunduğu söylenebilir. Yani, yasalcı reformist çizginin tasfiyeci etkisi önemli bir nüfuza sahiptir. Silahlı mücadele ve devrimci savaşa karşı mesafeli olup tutuk bir devrimci şekilleniş egemen durumdadır. Bir dizi olumluluk ve devrimci gelişmeye karşın reformist tasfiyeciliğin etkileri küçümsenemez bir engel durumundadır.
1-Bilinçli devrimci hareketin bahsi geçen nesnel devrimci şartları devrime taşıma kapasitesi açısından önemli oranda önderlik ve kadro sorunu içinde olduğu, örgütsel-as-
3-Kürt Ulusal Hareketi potansiyel ve askeri kuvvet açısından olduğu gibi, reel politikte sergilediği büyük demokratik niteliğe karşın, “Barış-Çözüm Süreci”nde somut ifade
Avantajlar kronolojisi daha genişletilebilir bir zenginliğe sahiptir, sayılan bu avantajlar daha da çoğaltılabilir. Fakat genel olarak devrimci sınıf hareketinin ivme kazanması açısından saydığımız bu olanaklar önemli olan yeterliliktedir. Dolayısıyla daha fazla uzatmadan belli başlı dezavantajlardan da söz etmek gerekir.
Sonuç olarak; bu dezavantajlar her devrimci mücadele sürecinin yaşadığı şartlardır ve aşılan, aşılması mümkün olan şartlardır. Dolayısıyla bu negatif şartlardan karamsarlık üretmek devrimci fikriyatın işi ve düşeceği zayıflık olamaz. En önemlisi de lehte ve aleyhte sıraladığımız bu şartların kararlı bir iradeyle değerlendirilip, pozitif olanların geliştirilmesi, negatif olanların ise tersine çevrilmesi şeklinde somut bir görev ve planlama üzerinde yürünmesidir. Devrimin anlık bir çalışma işi olmadığı, anlık gelişmelerle elde edilemeyeceği, uzun ve yorucu bir çalışmanın kaçınılmaz bir süreç olarak işletilmesinin gerekli olduğu bilinciyle hareket edilmeli, görevler bu bilinçle yürütülmelidir. Devrim veya devrimci gelişmeler, en büyük teknolojik imkân ve sayısal güçle donatılmış olan gerici ordulara sahip gerici iktidarlara, bunların azgın terörüne rağmen gerçekleştirilmiştir. Bu bakımdan coğrafyamız devrimci sınıf hareketinin söz konusu dezavantajları, devrimin geliştirilmesi ve devrimci ilerlemelerin sağlanması önünde asla problem olarak görülemez. Devrim iddiası, nesnel olmayan hiçbir gerekçe tanımayan iradenin eseri olabilir. Coğrafyamızda şartlar esasen devrim lehinedir. Söz komünist ve devrimci hareketin eylemine kalmıştır…
keri güç yetersizliği ve kuşkusuz ki önemli çizgi sorunları bakımından belirli yetmezlikler realitesiyle dezavantajlar taşıdığı söylenebilir. İnkârcı değiliz, bilinçli devrimci sınıf hareketinin pozitif yanlarına, önemli bedeller ödemesine, bağrında belli bir kararlılık
44
bulan uzlaşmacı reformist çizgi kırılganlığı, oynadığı demokratik role rağmen reformist eğilimin de güçlü bir kaynağı durumundadır ve ülke devrimci sınıf hareketini yasalcı reformist etkiyle etkileyen pozisyondadır.
4-Komünist ve devrimci alternatifin yeterince güçlü olamayışı, dolayısıyla alternatif güç olamama realitesiyle geniş kitlelere etkin bir güven verememesi nedeniyle, geniş halk kitlelerini komprador tekelci burjuva siyasi partilerinde arayışa girmesine yol açıp onların peşine takılmasına yol açmaktadır, açmıştır. Ki, etkin bir güç olmama durumu faşist iktidarın siyasi teşhirini de etkili olarak yapamamasını koşullamaktadır. Burjuva düzen partileri ve iktidar kliği bu avantaj ve olanaklarını kullanarak halk kitlelerini manipüle etmekte, peşinden sürükleyebilmektedir. Devrimci sınıf hareketinin stratejik değerde en önemli dezavantajı budur, yani kitleleri yeterince örgütleyememe, bilinçlendirememe veya düzen partilerinden koparamama gerçeğidir… 5-Bilinçli devrimci hareket veya sınıf hareketi önemli oranda dağınık ve parçalıdır. Ortak paydalarda sağlaması mümkün olan birlik ve ittifakları, güç birliği ve devrimci cepheleri oluşturamaması devrimci hareketin diğer önemli dezavantajıdır. Oysa dünya devrim tarihlerine bakıldığında istisnasız olarak bu ittifaklar ve cepheler kurularak devrimlere çıkılmıştır. Maalesef ülke devrimci hareketi bu konuda henüz gereken düzeyi yakalayamamış, hatta oldukça geriden takip eden durumdadır. Belli gelişmelere karşın bu realite inkâr edilemez. Ve elbette önemli bir dezavantaj durumundadır. Kitleler birleştirilmeden devrimin hayal olacağı açıktır.
Kitlelerin birleştirilmesi ne kadar zorunluysa devrimci kuvvetlerin ortak cephede birleşmesi de bir o kadar zorunlu ve ihtiyaçtır… Sonuç olarak; bu dezavantajlar her devrimci mücadele sürecinin yaşadığı şartlardır ve aşılan, aşılması mümkün olan şartlardır. Dolayısıyla bu negatif şartlardan karamsarlık üretmek devrimci fikriyatın işi ve düşeceği zayıflık olamaz. En önemlisi de lehte ve aleyhte sıraladığımız bu şartların kararlı bir iradeyle değerlendirilip, pozitif olanların geliştirilmesi, negatif olanların ise tersine çevrilmesi şeklinde somut bir görev ve planlama üzerinde yürünmesidir. Devrimin anlık bir çalışma işi olmadığı, anlık gelişmelerle elde edilemeyeceği, uzun ve yorucu bir çalışmanın kaçınılmaz bir süreç olarak işletilmesinin gerekli olduğu bilinciyle hareket edilmeli, görevler bu bilinçle yürütülmelidir. Devrim veya devrimci gelişmeler, en büyük teknolojik imkân ve sayısal güçle donatılmış olan gerici ordulara sahip gerici iktidarlara, bunların azgın terörüne rağmen gerçekleştirilmiştir. Bu bakımdan coğrafyamız devrimci sınıf hareketinin söz konusu dezavantajları, devrimin geliştirilmesi ve devrimci ilerlemelerin sağlanması önünde asla problem olarak görülemez. Devrim iddiası, nesnel olmayan hiçbir gerekçe tanımayan iradenin eseri olabilir. Coğrafyamızda şartlar esasen devrim lehinedir. Söz komünist ve devrimci hareketin eylemine kalmıştır…
45
Halk Hareketinin Pratikleştirilmesi Perspektifi Sınıflar mücadelesi yasasını toplumların gelişme serüvenine uyarlayan bilimsel sosyalizm teorisi, temel bir doğruya işaret etti. Bu; kitlelerin tayin edici rolüne vurgu yapan kitlelere dönük saptamaydı. Bu doğru saptama, insanın tarihsel eyleminden soyutlanmış bir çözümleme olup, hayatı yaratanın kitleler olduğu gerçeğinde ifade bulur. Milyarlarca hareketle birlikte toplumların yaşamına ekonomik, siyasi, felsefi gibi tüm alanlarda yapılan müdahalelere rağmen, emekçi kitlelerin üretimine dayalı olarak hayat devam ediyor, kitlelerin eylemiyle değişiyor, başkalaşıp dönüşüyor ve ilerliyor... Bu tarihsel perspektif aynı zamanda siyasal alanda da çözüm olarak devam etmektedir. Özcesi devrimin kitlelerin eseri olduğu tamamen doğrudur. Halk kitleleri; ekonomik, siyasal, sosyal-kültürel baskılanmayı yaşayanlar olarak devrimin objektif özneleridir. Halkın kitlesel politik sürece katılımı, halkın hayatın genelinde yaşadığı baskı ve sömürünün ortadan kaldırılmasını sağlayacak temelde örgütlü bir kurumsallığın gelişmesine bağlıdır. Kitlelerin genel yaşamının belli boyutları ve belirli gündemlerini aşamayan politik-pratik yönelime sıkışılması, hem halk hareketinin niteliği ve çerçevesi hem de dönüşüm temelinde kendini kurumsallaştırmış teori, siyaset, hukuk ve yönetim organizasyonlarının gerçekleşmesi önünde bir bariyer işlevi görecektir. Kitle hareketi sosyal temelde bir halk hareketidir. Siyasal ve kültürel anlamda halk hareketi olması politik, kültürel, hukuki ve yönetimsel düzlemdeki yönelimi belirleyecektir. Tek tek bazı meselelere dair kitle kalkışması temelindeki hareket ile siste-
46
matik kitle hareketi arasındaki olgusal fark; halk hareketinin bütünsel anlamıyla hayatın yeniden üretimi ve yönetimi noktasında gelişmiş olan perspektife sahip olmasında saklıdır. Tek tek gündemler ve belirli konularda mücadele birikimiyle perspektif olgunlaşması olmadan ve bunun ürünü olarak halk sınıf katmaları içerisinde ezilenlerin birliğine dayalı birleşik eylem sağlanmadan, bütünsel bir halk hareketine geçiş gerçekçi olmayan bir yaklaşımdır. İktidarı hedefleyen bir halk hareketi, tek tek direniş ve kazanımların basit birikimi olmayan ama bunu yadsımayan yeni temelde bir birikim olarak değerlendirilmeyi gerekli kılmaktadır. Maoist Parti, halk hareketini hem yaratmak hem de halk hareketinin perspektifini ilerletmek gibi iki temel sorumluluğa sahiptir. Bir anlamda kitlelerin geniş rahatsızlıkları ve taleplerini uzun vadeli program ve kısa vadeli taktikler olarak işlemek durumundadır. Kısa vadeli taktikler; halka uygulanan her türlü baskının kitleler tarafından anlaşılmasını sağlayacak politik, pratik adımlar olarak eyleme, yani gösteri vb. biçimlere dönüştürülürken, kaynağını ortaya sererek geniş kesimlerin bu meseleye dair tavır almasını geliştirecek söylemler ile buluşturulması ise yine çeşitli biçimler alan ajitasyon ve propagandanın etkinleştirilmesidir. Diğer yandan mevcut toplumsal gerçeğin siyaseti ile beraber teorik alanın somut politikalar olarak gerçekleştirilmesi de başka bir yanını oluşturur. Hem toplumsal gerçeğin siyaset alanında politikleştirilmesi hem de teorik fikirlerin toplumsal yaşamda kurumsallaştırılması olarak geleneksel düşün ve yaşayışın dönüştürülmesidir. Bu anlamıyla halk hareketi, pratik güç olması ve toplumsal ya-
şayışın zihniyet-kültürel dönüşümü olarak bir birliğe sahiptir. Bu anlamda Maoist Parti dönüştürücü öncülük bağlamında tarihsel bir role sahiptir. Kitlelere teorik, politik, pratik önderliğin mantığı bunu gerekli kılmaktadır.
Partinin Halk Hareketi Yaratma Yönelimi Maoist Parti için halk hareketi, kitleselleşmiş devrimci perspektifin pratik bir güç olarak yaşamın yeniden yönetilmesinde kurumsallaşmasıdır. Halkın bütün sorunlarının devrimci proje temelinde birleşik hareketini sağlama ve halkın devrimci iktidarının alt ayaklarını örme anlamına gelmektedir.
kirlerin temeli ve kalıntıları, alışkanlıklar ve gelenekselleştirilirmiş bütün yönelimlere karşı da devrimci bir içeriğe sahiptir. Halk hareketi yaratmanın birinci ayağı, toplumsal hayatı belirleyen sorunlar, yani çelişkilerin doğru tespitini gerekli kılmaktadır. Bu zeminde gerçekleşmeyen bir yönelim, bütün ezilenlerin ihtiyaçlarına ve gereksinimlerine cevap olamayarak genel boyutta yeni devrimci ilişkiler alanının daralmasını veya gerçekleşmesini engelleyen bir rol de oynayabilir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da halk hareketinin temelleri direniş boyutuyla muazzam
Halk hareketi yaratmanın birinci ayağı, toplumsal hayatı belirleyen sorunlar, yani çelişkilerin doğru tespitini gerekli kılmaktadır. Bu zeminde gerçekleşmeyen bir yönelim, bütün ezilenlerin ihtiyaçlarına ve gereksinimlerine cevap olamayarak genel boyutta yeni devrimci ilişkiler alanının daralmasını veya gerçekleşmesini engelleyen bir rol de oynayabilir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da halk hareketinin temelleri direniş boyutuyla muazzam bir birikime sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu ve mevcut Türk hâkim sınıfları devlet gerçeği, ekonomik, siyasal, kültürel olarak kitleler üzerinde büyük baskı merkezleri olmuş ve olmaktadırlar.
Bu çerçevede Maoistlerin yönelimi, somut devrim görevi durumunda olan sosyalist devrim yönelimidir. Sosyalist Devrim Programı; sınıfsal zeminde toplumsal kitleleri cendereye alan mevcut düzen ve onun ilişkilerinin alaşağı edilmesidir. Sosyalist Devrim Programı; halk sınıf ve katmanlarının hayatın her alanında yaşadığı sorunları kitlesel esasa dayalı devrimci pratikle çözüm tezidir. Aynı zamanda yakın görevlerin yerine getirilmesi olarak toplumsal güçlerin yaşadığı sorunların çözümü olduğu gibi, nasıl bir toplumsal yaşam ve nereye dönük bir toplumsal tahayyüllü de içinde barındırır. Bir yanı acil sorunlara çözüm projeleri iken bir yanı da özgür toplum ilişkilerinin yaratılması için uzun vadeli bir gerçekleştirilme gerekliliğidir. Sosyalizmin sınıfsal gerçeği ve burjuva hak, aynı zamanda toplumsal fi-
bir birikime sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu ve mevcut Türk hâkim sınıfları devlet gerçeği, ekonomik, siyasal, kültürel olarak kitleler üzerinde büyük baskı merkezleri olmuş ve olmaktadırlar. Bu birinci olgu, halkın çeşitli güç ve gruplarının taleplerini baskı altına alması, katliamlar gerçekliği yaklaşımı ile kitleler içerisinde hem birçok hareketin gelişmesine vesile olmuş hem de birçok siyasal hareket veya sosyal hareketin temelini oluşturarak var etmiştir. Tarih açısından meseleye baktığımızda, halkın büyük katliamlara uğraması büyük direnişlerin ve perspektiflerin de temeli durumundadır. Halk hareketi bunları siyasal bir projeye dönüştürerek, genel olarak bu kaynağı kurutma bağlamında şu ana kadar başarılı olamamıştır. Halk hareketi olarak değerlendirilebilinecek kalkışmalar, direniş düzeyinden, isyancı düzeyden veya isyancı hareketler düzeyinden
47
yukarı çıkmamıştır denebilir. Bu anlamıyla objektif olarak kurumsal bir hareketin alt düzleminde bir seyir gerçekliğine sahiptir. Yakın dönemin devrimci fikir ve programları ile yürüyen komünist-devrimci hareket de bu eşiği geçemeyerek, bir müddet sonra kurumsallaşamamanın da sonucu olarak kitlesel erime ile karşılaşmıştır. Teorik temelin varlığının kitleleri neden sarıp sarmalayıp daha ileri mevzileri açmadığı sorusu halk hareketinin hem gerçeklik alanında politik yönelimi hem de devrimci hareketin dönem gelişmelerine yaklaşımını içerisinde barındırmaktadır. Daha genel teorik kriz ve metodolojik örgütsel kriz durumu söz konusudur.
Kitleselleşmeyen -maddi güce dönüşmeyen- siyasi görüşlerin hayatı özgür kılması teorik düzlemde bir anlam içermektedir. Fakat yaşamı dönüştürmede zorunlu olarak düzey yükselmesi, yani kitleler içerisinde amaç ve araç sarmalında uygulamaya, kurumsal kimliğe dönüşmesi gerekmektedir. Pratikleşme tarzının sorunları teorik feraset sorunlarıdır. Kurumsal kimliğe dönüşmeyen her çalışmanın gelgitleri oldukça derindir. Anın belirli yanlarını karşılayabilir. Ama zaman, mekân ve koşullar bağlamında daha ileri uygulama ve bilinç yetersizliği, içe doğru kırılmaları derinleştirir.
Bu anlamıyla Maoist komünistlerin halk Bu anlamıyla Maoist komünistlerin halk hareketini yaratma hareketini yaratma kavrayışı; toplumsal yaşamın ezilenlerinin ekonomik, sos- kavrayışı; toplumsal yal, siyasal, kültürel, ezilen cinsler, ulus ve milliyetler, ezilen yaşamın ezilenleriinançlar, çevre ve ortaya çıkacak yeni kategorik sorunları ve nin ekonomik, sossorun sahibi kitleleri devrimci perspektif olarak birleşik kitle yal, siyasal, kültürel, eyleminde birleştirmek ve örgütlemektir. Halk hareketinin ezilen cinsler, ulus ve milliyetler, ezilen sosyalist temelde yürümesi ve yürütülmesi için gerekli olan, inançlar, çevre ve ordoğru bakış açısının bilimsel çizgisi, yetkinleşen pratik ham- taya çıkacak yeni kaleler ve organizasyonlardır. tegorik sorunları ve sorun sahibi kitleleri devrimci perspektif olarak birleşik kitle eyleminde birleştirmek Halk hareketi yönelimi ile sosyalist iktidar ve örgütlemektir. Halk hareketinin sosyaarasında doğrudan bir bağlantı bulunmaklist temelde yürümesi ve yürütülmesi için tadır. Halk hareketi devrimci iktidar için gerekli olan, doğru bakış açısının bilimsel zorunlu bir durumdur. Politik özne de olan çizgisi, yetkinleşen pratik hamleler ve orgaMaoist Parti’nin sosyalist programı ancak nizasyonlardır. bir halk hareketi gerçeğinde karşılığını bulabilir. Halk kitlelerinin yaşamlarını örgütleHalk hareketi yaratmak birleşik eylemin meyen ve bundan sosyalizm üretemeyen yaratılmasıdır. Genel hayat biyolojik bağbir karşılık, ancak alternatif düzlemde zayıf lamda nasıl bir habitata sahipse -başka bir bir pratik gerçeğe sahip olabilir. Halk hareaçıdan habitatlar toplamıysa-, sosyolojik keti, bir programın eksikliklerini giderip onu anlamda insan da bir habitata sahiptir. Bu devrimci kılan pratiği bağrında yaratır. Bu realite, ezilen bütün kesimlerinin kendi olanlamıyla sosyalizmin iktidarlaşması; halk maları bağlamında öz var oluşları, gelişim hareketinin kitlelerde bir hareket olarak, örve dönüşümlerini içerdiği için halk haregütsel mekanizma, anlayış ve uygulamaketi ezilenlerin habitatıdır. Yaşam alanı ve lara dönüşmesini zorunlu kılmaktadır. Bu sahasıdır. Kültürel olarak, siyasal olarak, düzeye erişememiş bir politik hareketin haekonomik olarak, ekosistemden başlayan yatın bütününe devrimci teoriyi uygulaması ve bütün ezilenleri içeren bir çözüm aklı ve imkânsız düzeyindedir. pratiğidir. Görev sadece maddi mülksüzlük
48
temelinde kalmayıp manevi mülksüzlüğün de sağlanmasıdır. Kültür devriminin ruhu ve üst-yapının alt-yapıyı dönüştüren yanı bu anlamda çözüm gücü taşıyan bir yaklaşım olarak örneklendirilebilinir. Özcesi kendi habitatı, ezilenlerin “gün”de birliği ve geleceğin özgürlük temelidir. Bu bağlamda halk hareketi; sistemin çeşitli politikalarına maruz kalıp, yelpazesi oldukça geniş olan ezilenlerin bütünsel istemlerine cevap verebilir çerçeveye sahip olmak durumundadır. Temel yaklaşım her ezilenin özgürlük sesi ve eylemi olabilmektir. Gelişen yaşam karşısında hiçbir şey ebedi değildir. Değişim ve dönüşüm tarihsel aşamalar gösterir. Tarihsellik karakteristik dönemliliktir. Bu anlamıyla halk hareketi yöneliminin sosyalist çözüm tarzı, kendi içerisinde sürekli değişim ve gelişim göstermektedir. Hayatın gerçeği ve özgürlük bilincinin derinleşmesi sürekli olarak sosyalist projenin yeniden ve yeniden güncellenerek yapılanmasını sağlar. Sosyalist devrimci çözüm, özgürlük sorunu olan halkların her türden özgürlüğüne cevaptır. Özgürlüğü çevreleyen bütün burjuva haklara, maddi ve manevi bütün yanlarına karşı kültür devrimleri olarak büyük zihniyet devrimlerini hedeflemektir. Bu anlamıyla halk hareketi yönelimi; sosyalist programın merkezde olduğu toplumsal aklı, ahlaki, etik ve siyasal değer ve tasarrufu açık olan sistematik fikirlerin örgütlenmesi iken, diğer yandan her gün hayatın binlerce renk tonunda ezilen halk kitlelerinin bütün özgürlük sorunlarının tekil çözümü içeren taktiksel hamleler ile sağlanmasıdır. Diğer önemli bir boyutta, programda habitat haline gelen yani yaşamın kendisi olanın, ezilen kitlelerde çözümün örgütsel ayaklarını inşa etmenin, örneğin; kadın, gençlik, çevre vb. yine buna kesin bütünsel boyut kazandıran ezilenlerin demokratik devrimci güçlerinin ve kurumsal ifadesi başka biçimlerde olan ezilenlerin bütünsel alanda birleşik eylemini sağlamadır. Maoist komünistler iki açıdan bu yaklaşımı
somutlar: Birinci olarak, kendi programıyla ezilenlerin yaşam sorunlarından yola çıkarak bunların aşılması için, her türlü ifadesi ve savunusu için, yaşamı yaratmaya kitleleri seferber etmek, özgür yaşam alanı ve tarzını inşa ederek oluşturmaktır. İkinci olarak da daha genel olarak buna gelmeyecek olan (ki, doğaldır bu durum) sosyalizm güçleri ve bütün demokratik karakterli oluşum ve özgürlük sorunu olanların ortak birleşik eylemini sağlamaktır. Kuşkusuz ki bu, Halkın Devrimci Birleşik Cephesi’dir. Bu bağlamda birleşik eylem bütünsel olarak ezilenlerin demokratik renklerinin var ettiği ve yaşam boyutu olarak, eskiye karşı göreceli, yani tarihsel olan ezilen kitlelerin özgürlük okyanusudur.
Maoistler Açısından İktidar Bilincinin Evrelerinden Biri; Kurumsallaşmış Halk Hareketidir Bu kurumsallaşma, “İktidar kitlelere, yönetim kitlelere” bilincinin uygulamalarda vücut bulmasıdır. Genel olarak iktidar bilinci veya iktidar bilincinin yetersizliği bağlamında önemli tartışmalar bugün de sürmektedir. İktidar bilinci, teorik görüşlerin hayata uygulanmış ve kendini üreten bir düzeye gelmesidir. Bu bağlamda teorik temelde mevcut sistem gerçeğini aşmak ve kültür devrimlerini esas alarak, komünizm temellerinin dünya genelinde açığa çıkması gibi üst düzeyde soyutlaşmış fikirlerin, aşamalı olarak gerçek toplumsal yaşamda uygulanmasıdır. İktidar bilincinin somut ayağı, gerçek kurumsal örgütlenmeler ve burada icra edilen anlayışlardır. İktidar bilinci teorik çözümleme olarak soyut alanı aşamaz ise, iktidar olgusu doğru ele alınamayacağı gibi, gerçek ilişkiler nezdinde pratik karşılık boyutuyla yoksullaşır. İktidar bilinci, halkın sosyalist toplum projesi etrafında her türden hak ve hukukunun örgütlenmesidir. Bunun dışında kalan bir içerik soyuttur. Bu anlamda mevcut gelişme sürecinde en önemli erime; iktidar bilincinin zayıflayarak reformizme çark etmesi, toplumsal yaşamın nedenselliklerine doğru cevaplar üretilememesi, teorik üretimlerin somut
49
kapsamının yaygınlaşamaması ve derinleşmemesidir. Kitleler binlerce biçim olarak sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel sorunlar yaşamaktadır. Gündelik sorunlar, dönemsel sorunlar genel sistemik yapıdan kaynaklıdır. Bu anlamıyla her daim hem aynı politika uygulanamaz hem aynı tarzda cevap verecek kurumsal çizgiler izleneme. Her şeyin kendine has yaklaşımı ona uygun an yaklaşımı ve an yönelim ve yöntemini zorunlu kılar. Halk hareketi, anın, dönemin ve geleceğin örgütlenmesi olarak birbirine bağlı olan aşamalı bir cevabın üretilmesi ile açığa çıkarılabilinir.
kili derinleşmeye dönüşemez ise, hareketin başkalaşım yönelimi statik çözümsüz bir gelişme çizgisine oturur. Tüm birleşik yaratımlar, güçlerin eğilimi ve etkinliği, kendiliğindenci süreğenlik üzerinde negatif ve pozitif bağlamda tesir ederek çelişme yönelimine daha geniş bir koridor alanı açar. Felsefi temeldeki bu ilişki; insan, sınıf, toplum nezdinde, örgüt politikalarında, hedef ve taktik belirlemelerinde yaklaşık bir gerçeğe sahiptir.
Toplumsal hayatın karmaşıklığı ekonomik sömürü, siyasal sömürü, sosyo-kültürel sömürü alanlarında grup bağlamından en tekil gündelik sorunlara kadar yığınla dinamik Toplumsal hayatın karmaşık olan gerçek kısa orta ve uzun vadeli çelişkileri yaratır. doğası, politikanın, siyasetin, kültürün, moHalk hareketinin teorik referansı toplum zedel ve yöntemin istem ve talebin, gerçeklik mininde gerçek ilişkilerin anlaşılmasını şart koşar. Bu bağlamda hayatın karmaşıklığı zeminine yaklaşık Halk hareketinin oluşması, hayatın ekonomik, siyasal, kül- olarak üretilen teorik türel örgütlenmesidir. Ulusal sorun, milliyetler sorunu, ezilen çözümlemeler, topcins olarak kadın sorunu ve cinsel kimlikler sorunu, gençlik lum ilişkilerinin ana sorunları, ekosistem sorunları, işçiler, kent ve kır küçük bur- yönlerinin çözümü juva ekonomik temelli sınıfların sorunları vb. başlığı altın- olarak stratejik bir da onlarca sorun tipleri oluşmaktadır. Aynı zamanda sosyal içeriğin de açığa çıkmasına vesile olur.
sorunlar bu bağlamda her gün katlanarak artmaktadır. Bu kategorik sorun alanlarında ezilenlerin birliğini sağlayacak, dahası ezilenlerin özgürlük projesini içerleyen bir programa ihtiyaç vardır. Toplumsal hayatın damarlarında akan program, kendisini gerçekleştirecek örgütlere, taktiklere ve politikalara ihtiyaç duyar.
ve beklentinin karmaşıklığı anlamına gelmektedir. Halk hareketi gelişirken herhangi bir biçimin diğerlerine göre önde olarak gelişmesine vesile olur-olabilir. Gerçek toplumsal yaşamın durağan olmayan hareketli yapısından kaynaklı, biçimlerin öncüleşmesi ve sürekli birbirlerine biçim öncülüğü devretmesi kaçınılmaz ve olağan bir durumdur. Her şeye dokunmak tek tek mümkün değildir. Ama güç ilişkilerinde etkin özne olmak, genel olarak değişim temellerini içerisine alır. Belirli zaman zarfında genel yayılış et-
50
Bu anlamıyla, iktidar bilinci, sadece soyutlanmış teorik çözümlerin tekrarlara dökülmüş söylemi değildir. İktidar bilinci; toplumsal sınıflar, sınıf ittifakları, kurtuluş ve özgürlük projesi olarak bir boyutken, diğer yandan bu anlayışın gerçek yaşamda program ve stratejinin örgütlenmesi olarak; ekonomik, siyasal, kültürel askeri vb. olarak da yaşamsallaştırılması pratiğidir. Sosyalist Devrim Programı, sosyalizm/komünizm anlayışı ile halk sınıf katmanlarının yaşadığı sorunların cevabı olarak bir uyum zorunluluğunu gerektirir. Bu uyum gücünün yüksekliği, devrimin soluğuna, kabiliyetine, yıkıcılığın kurucu niteliğine damgasını vurur.
Bugün açısından gerçek sorunları yaşayanlar için yeterli bir cevap üretememiş olan proje ve stratejik tasavvurlar ve kitlelerin kaderlerini ellerine almaları için sosyalizmde kitlelerin katılımını derinleştirip, etkinliğini sağlamayan içerlemeler kaçınılmaz olarak içten bir restorasyona uğrarlar. Halk hareketi ve iktidar bilinci arasında direk bir ilişki, bu tasavvurun bir nevi gerçekliği ve niteliğini de ortaya koyar. Halk hareketinin oluşması, hayatın ekonomik, siyasal, kültürel örgütlenmesidir. Ulusal sorun, milliyetler sorunu, ezilen cins olarak kadın sorunu ve cinsel kimlikler sorunu, gençlik sorunları, ekosistem sorunları, işçiler, kent ve kır küçük burjuva ekonomik temelli sınıfların sorunları vb. başlığı altında onlarca sorun tipleri oluşmaktadır. Aynı zamanda sosyal sorunlar bu bağlamda her gün katlanarak artmaktadır. Bu kategorik sorun alanlarında ezilenlerin birliğini sağlayacak, dahası ezilenlerin özgürlük projesini içerleyen bir programa ihtiyaç vardır. Toplumsal hayatın damarlarında akan program, kendisini gerçekleştirecek örgütlere, taktiklere ve politikalara ihtiyaç duyar. Genel bağlamda gündelik sosyal, siyasal, kültürel hayatın örgütlenmesi soyutlaşırsa hem program boşa düşer hem de var olan hareketin kitleselleşmesi gerçekleşemez. Bu anlamda an ve dönem hareketin kitleselleşerek hayatın esasını dönüştürecek bir düzeye gelebilmesi, an ve dönemle kurduğu hayatiyet ilişkisinden geçmektedir. Bu bağlamda, hareketin kendini kartopu misali büyüterek geliştirmesi, gerçek ilişkilere müdahil olma ve gerçek ilişkileri yeni temelde kurumsal bir boyuta yükseltmesindedir. Sadece müdahil olma ve dillendirme belirli dönem için kitle temelinde genişlemeye dönüşse de, uzun vadeli kurumsal olmayan bir içerik ve anlayış yetersizliğinden dolayı hamle yapacak gücün de birikememesine yol açmaktadır. Kurumsallık sadece ihtiyacın bir örgüt adında veya bir örgüt adı altında insanların toplanması değildir. Kurumsallık siyasettir, bu anlamıyla teorinin yeniden geliştirilmesi,
uygulamanın daha kapsamlı ilerletilmesi, hukukun ölçütlerinin geliştirilmesi ve hayatın savunulmasında kitle militanlığının geliştirilmesidir. Sosyalist bir hareketin sosyalist demokratik muhtevası uygulama alanlarında ortaya çıkar. Genel teorik saptama ile gerçek örgüt zeminde ilişkiler her daim aynı olmaz, olamaz. Olması gereken ile olan arasında her daim bir fark vardır. Teorik alandaki muazzam ölçütler ile pratik uygulamalar arasında fark kaçınılmazdır. Teori oluşturulmuş olarak yaşam pratiğini takip eder. Hayat var olan ve değişen gelişme helezonu olarak durağansız bir canlıdır. Bilme, anlama ve uygulama arasında her daim bir mücadele vardır. Bütün bireyler bu ölçütte bir dağılım gösterirler. Her dağılımın oluşturduğu küme ve grup, kendi içinde yeniden farklılıklar arz eder; her şey bölünür, her şey belirli nedensellikler alanında bir birliği oluşturur… Bu aynılık ve ayrılık zemininde büyüyen veya daralan açı, gerçek ilişkilerle daha uyumlu olup gerçekle bağın zayıflılığını veya gücünü ortaya koyar. Sosyalist demokrasi, kitleler içerisinde, kitlelerin çeşitli örgütleri arasında, ilişkide bir kavrayış niteliği olarak uygulamalar boyutu ile açığa çıkar. Her şey kitlerin yaratıcılığı ve her şey kitlelerin özgürlüğü zemininde ise, gerçek ilişkilerde de bu anlayışa bağlılığın uyum düzeyi yüksek olmalıdır. Eğer bunda bir uyum düzeyi sürekli olarak gerçekleştirilemez ise, hareketin dönem kalkışmalarını ileriye götürmesi ve kalıcılaştırması, yeni toplumsal bireyi, hukuku ve davranışı yaratması pek mümkün değildir. İktidar bilincinin gelişip derinleşmesi bunun uygulanmasıdır. Cüret, kararlılık ve bilumum ahlaki ve moral değerler, mücadelenin şartları içerisinde halk hareketinin varlığını yaratıp geliştirendir. Bu açıdan, teorik fikirlerin beslendiği kaynağa uyumu ve yeniden o kaynağın dönüştürülmesinde göstereceği kabiliyet, iktidarlaşma çizgisinin pratik olarak her geçen gün gerçekleşmesidir.
51
Halk Hareketinin Gelişimi ve Dönem Taktiklerinin Rolü Kitlesel kabarışın daha genel ve daha kurumsal bir çerçeveye oturmamasında, izlenen dönem taktiğinin önemli bir rolü bulunmaktadır. Bu, dönemi anlayamamanın ve gerekliliklerinin geliştirilememesinin yol açtığı bir durumdur. Bu anlamıyla somut koşulların somut tahlili ilkesinden uzaklaşarak sübjektivizme sürüklenmedir. Her şey tarihseldir. Bu kimi durumlar için daha geniş bir zamanı içerdiği gibi, kimi şeyler için daha kısa zaman anlamına gelmektedir. Tarihsellik, belirli bir çerçevede oluşmuş ve değişim geçiren ilişkiler toplamının durumudur. Olasılıklar ise, koşullar ve öznelerin, nitelikteki gerçekleşme temelinin kabiliyetidir. Her olasılık genişlemesi ve daralması kaçınılmaz olarak öznelerin kabiliyeti ile ilişkilidir. Genel olarak şunu söyleyebiliriz ki, gelişmeye hazırlıklı olmak tümden onu karşılamak imkânsızdır. Mücadelenin en önemli yanı budur. Zıtlar, hazırlıkları sürekli değiştirecek temelde birbirleri üzerinde etkide bulunurlar. Örgütsel düzlemde devrim ve karşı-devrim güçlerinin mücadelesi dersek, koşullar ve özneler temeli açısından değerlendirilmeler daha anlaşılır olur. Kitleselleşen hareketin taktik siyasetinde yeni gelişme çizgisi oluşmuştur. Eğer bu gelişme sayısal genişlemenin gereği olan siyaset, kültür, kitle militanlığı geliştirilmesi, kurumsallaşma, uygulama ve genel hedef yükseltilmesine dönüşemez ise, kitlelerin kabaran öfkesi örgütlü ve kalıcı mekanizmalar yaratamaz. Her kitle hareketin gelişmesi kalıcı yapılanmalara dönüşmelidir. Diğer bir açıdan, her kitlesel genişleme bağrında getirdiği ileri ve geri ilişki, yaklaşım ve tarzlar ile birlikte yeni bir düzeyi yaratmıştır. Aslolan bu düzeye uygun bir siyaset, hedef, kültür ve örgüt tarzını yaratmaktır. Eğer komünist devrimciler dönem taktiklerini kurum ve siyaset, araç ve yöntem ile yenileyemez ise; doğası gereği her yükselmenin geri çekilmesi gibi, hareketin aynı gündemlere sıkışan, aynı yön-
52
temler ile tekerrüre dönüşen içten pasifliği ve hedefsizliğini derinleştirir. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi iktidar bilincinin teorik siyasal alanda politik pratik alanda da karşılığı yaratılmalıdır. Bu da sürekli olarak kitle genişlemesi ve hareketinin objektif sorun istem ve talepleri ile teorinin geliştirilmesini zorunlu kılar. Gerçekle teori arasında yaşam sürekliliği açısından oluşan bağ, sürekli yenilenmek durumundadır. Birçok defa kitle genişlemesi yaşanmasına rağmen genel olarak dönem kurumsallaşmaları ve dönem taktikleri hemen hemen kendini aşamamıştır. Demokrasinin uygulanması, genişleyen gücün yeniden nasıl yapılandırılacağı, hangi araçların devreye geçirilmesi gerektiği, sanat, siyaset, edebiyat ve örgüt tarzının yenilenmesi kaçınılmaz iken bu konuda kimi araçlara ve yöntemlere başvurulsa da önemli oranda eskinin biraz zorlanmasını aşamayan bir çerçevede kalınmıştır. Yüzlerin kitlesel pratik güç istemi ve tarzı ile binlerin pratik güç ve tarzı bir hamle boyutunda yönelimi gerekli kılmaktadır. Bu kopuşsal gelişimi engelleyen en önemli mesele, gerçeğin incelenmesi ve gerçeğin devrimci temelde nasıl dönüştürüleceğine ilişkin ayyuka çıkmış yetersizliktir. Hareketin, gündelik-politik sosyal gerçeği sistematik olarak süreç politikalarına dönüştürememesi, alternatiflik olgusunun gelişmesini engelleyen bir hale dönüşmektedir. Hayatın her düzeyinde aynı yeterlilik ve yetkinlikle ana cevap verilemez, bu genel bir doğrudur, hayatın devingenliği ve anlama ile beceri arasındaki durum bunu daha uzun veya daha kısa tutmaya yarar. Diğer bir açıdan partinin kabiliyet yeterlilikleri ve plan tarzı ile hareketin kitlesel sürece dönüşmesi arasında hem bir uyum hem bir mücadele bulunmaktadır. Parti, genel olarak içinde bulunduğu süreci tahlil ederek bu sürecin ürünü olan planlarını oluşturur. Planlamanın hayata geçirilmesinin, yine partinin gerçekle kurduğu ilişkilenme ve ondan ürettiği politika ve araçlarla yakinen ilişkisi bulunmaktadır.
Hareket ister bu doğrulta gelişsin ister genel olarak kapitalist sistem politikalarının genel kitlelerde yarattığı rahatsızlığın kendiliğindenci etkinliği içerisinden belirli bir çabayla gelişsin, her iki durumda bu gelişme çizgisinin özgünlükleri farklı olmak ile beraber taktik politik süreci yeni bir duruma evirilmiştir. Süreç cevabını ister, cevabını yeterli derecede bulamayan süreç, kitlelerin becerilerini yükseltemez ve gelişme, direnişin an ve kısalığı olarak sonlanır.
meli, pratik düzlemde bir yeni an ve ilişkiler yaratmıştır. Siyaset alanında öncelik politikalar ve öne çıkarılacak olgular; kültür-sanat perspektifinin yapılandırılmasını, yeni araç ve metotlar ile ilerletilmesini, kitlesel katılımın çeşitlendirilerek çoğaltılmasını, ajitasyon, propaganda tarz ve araçlarında yenilenme ve süreklikte hızın artırılmasını, yayın tarzlarının geliştirilmesini ve tüm hareketin temellerini ve sorunlarını içerleyerek bunların
Dönem taktiği dar anlamda politik gündem değildir. Dönem taktiği; bir toplumsal gerçeğin ekonomi, siyaset ve ideoloji bağlamında örgüt anlayışının metot olarak dönüştürülmesidir. Dönem taktiğini dar anlamda gündelik sadece politik müdahaleye sıkıştırmak önemli bir kavrayışsızlıktır. Bu anlamda gündelik politikayı da içine alan sosyal, siyasal, kültürel bir yapılanma temelinde anlaşılmalıdır. Her dönemin insanın eğilimleri vardır. Her dönemin toplum gerçeğinin hassasiyetleri vardır. Her dönemin kendi tarzı genel olarak vardır. Devrimci komünist hareket açısından dönemin olguları ile dönemin olgularının devrimci temelde dönüştürülmesinin birliği sağlanmalıdır. Bu açıdan yeni insan, kadro, siyaset, kurumsallık, teori ve ideoloji dönemlerin eğilimlerini alarak yürür. Partinin dönemsel gelişmelerini sürekli olarak hamle temelinde ilerletme yönelimi güçlenmedikçe, kitlesel kabarış ve kitlesel genişleme, bilinen sirkülâsyonun geri çekimi ile önemli sorunları da bağrında yaratır. Umut filizi ayaza tutulur, karamsarlık, kararsızlık yakınma ve hoşnutsuzluk biçiminde reaksiyon gösterir. Tek tek bireylerin anlama ve kavrama geriliğinin ötesinde, kitlesel anlamları anlamak ve görmek gerekiyor. Büyüyemeyen dönem politikaların bir nevi sonucudur. Eğer hamle, teorik-pratik birikime ve kurumsallaşmaya dönüşemezse bu durum kaçınılmaz olarak aynı sonuçları yaratacaktır. Dönem hamlesi değişimdir. Yaşamın bütünlüğünü düşündüğümüzde, her kitlesel genişlemenin gelişmesi veya kitlesel hareket durumunun oluşması, bir yeniliğin açığa çıkmasını bağrında getirir. Hayatın genel alanlarına bireylerin etkin özneleşmesi ile müdahil olma ve kurumsallaştırılması te-
yapılandırılmasını şart koşmaktadır. Örgütsel komite tarzları ve kitle katılım araçlarının yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Bunlar altında onlarca alt başlık sıralanabilir. Özcesi öne çıkarmaya çalıştığımız, kitle birikimi, istem, siyaset ve tarz birikimidir. Ve ileri ile geriliğin yeni temeldeki iç içeliğidir. Hareketin ilerletilmesi, yeni durumun olgusuna cevap verme üzerine geliştirilmelidir. Yoksa hareketin dönem veya dönem altı an etkinliği gündelik olarak kendini tüketir. Arzulanan ve beklenen gelişme sağlanamaz ve gerileme bir nevi kaçınılmaz bir durum olmaya başlar. Dönem taktiği, dönemin niteliği üzerine yapılan çözümlemedir. Bir birikimin tekrarı olarak gelişmeyecek olan devrim, bir dönemsel halde yeterli birikimdir aynı zamanda. En önemli yan, her tarihsel süreçte cevap verebilecek kadar sürecin erken çözümlemesi ve sürecin ilerletilmesi için olasılık alanlarının yeniden yükselmesi için
53
sağlam şekilde hazırlıklarının yapılmasıdır. Anı anlamak, geleceğe hazırlık temelinde sıçramaları süreçte yapılandırmak olarak da izah edilebilinir.
dir. Bilim-teknik temelin gelişimi, yönetim organizasyonuna katılım ve bürokratik alanın dönüştürülerek kitle katılımı noktasında gelişmenin karşılığına uygun davranmayan bir proje ile bu temelde yükselmeyen bir içeriğin soyut kalması kaçınılmazdır. Toplum ve gerçek yaşamın gerisinde bir özgürlük projesi gerçek anlamda devrimci bir özgürlük projesi midir? Genel kitlenin sorunlarına cevap olmayan ve toplumsal birliğin farklı taleplerini karşılamayan bir teorik perspektif halk hareketini yaratamaz.
Dönem taktiği dar anlamda politik gündem değildir. Dönem taktiği; bir toplumsal gerçeğin ekonomi, siyaset ve ideoloji bağlamında örgüt anlayışının metot olarak dönüştürülmesidir. Dönem taktiğini dar anlamda gündelik sadece politik müdahaleye sıkıştırmak önemli bir kavrayışsızlıktır. Bu anlamda gündelik politikayı da içine alan sosyal, siyasal, kültürel bir Devrim programı ile pratik kitle hareketinin buluşması olayapılanma temelinde anlaşılmalıdır. rak halk hareketi politiktir, kültüreldir, düşünsel ve teorik uy-
gulama olarak halk örgütlüğüdür. Halk hareketi bütün top-
Her dönemin insalumsal yaşamın sorunlarının devrimci teori ile uygulamalı nın eğilimleri vardır. dönüşümüdür. İktidarlaşma çizgisi bağlamında bütünsel Her dönemin toplum düzeyde kitle hareketinden hem sonuçlar çıkarmadır hem de gerçeğinin hassasiyetleri vardır. Her yeni temelde toplumsal ilişkilerin gerçekleştirilmesi bağladönemin kendi tarzı mında hedeflerin oluşturulmasıdır. Devrimci programla pragenel olarak vardır. tik gerçeklik arasındaki uyum ve gelişim sorunu, hareketin Devrimci komünist bütünsel ele alınışı ve bütünsel hedeflerinin birliğini gerekli hareket açısından kılar. dönemin olguları ile dönemin olgularının devrimci temelde dönüştürülmesinin birliği sağlanmalıdır. Bu Bu bağlamda dönem taktiği dendiğinden inaçıdan yeni insan, kadro, siyaset, kurumsalsan ilişkileri koşullar ve koşulların devrimci lık, teori ve ideoloji dönemlerin eğilimlerini temelde dönüşümü gibi yüzlerce alt başlık alarak yürür. altında yeni bir birikim olmalıdır. Eğer gerçek insanı hem sarmalına alamayan hem Gezi/Haziran Ayaklanması ve komün prade ondaki eksik-yanlış temeldeki anlayış tiği bir uygulama olarak kitleler tarafından ve davranışı dönüştürme ruhu olmayan bir hem alt düzlemde direniş günlerinde uygutaktik halk hareketini politik protestoculuğa lanmış hem de genel olarak komünal ve kodönüştür. lektif toplumsal yaşam teorisini bir pratikle örneklendirip somutlaştırmıştır. Buradan Halk Hareketi Bütünsel Bir Anlayış Olaolguya baktığımızda komünlerin objektif rak Ele Alınmalıdır temelini, siyaset, kültür, yönetim alanında teorize etmeyip ilerletmeyen hareketin, Devrim programı ile pratik kitle hareketinin toplumsal ilişkilerin gelişiminin önünde mi buluşması olarak halk hareketi politiktir, küldurduğu veya ardıl bir toplumsal projeye mi türeldir, düşünsel ve teorik uygulama olarak sahip olduğu tartışması nesnel temel baz halk örgütlüğüdür. Halk hareketi bütün topalındığında önemli bir ayıraç görevi görmeklumsal yaşamın sorunlarının devrimci teori tedir. Veya forumlar ile doğrudan katılım ve ile uygulamalı dönüşümüdür. İktidarlaşma karar alıp kararı pratikleştirme, kitleler için çizgisi bağlamında bütünsel düzeyde kitdemokrasi örneğinde bir çıta yükselmesile hareketinden hem sonuçlar çıkarmadır
54
hem de yeni temelde toplumsal ilişkilerin gerçekleştirilmesi bağlamında hedeflerin oluşturulmasıdır. Devrimci programla pratik gerçeklik arasındaki uyum ve gelişim sorunu, hareketin bütünsel ele alınışı ve bütünsel hedeflerinin birliğini gerekli kılar. Kitlelerin hayatın her alanında her örgütlenmesinde günü devrimcileştirerek ilerlemesi olarak harekete yaklaşmak gerekir. Etik, sanat, siyaset, yönetim, araç, metot, gelenek ve gelecek gibi hayatın bütün anlam ve organizasyonların kitlelerin devrimci temelde geliştirmesi olarak halk hareketini anlamak elzemdir. Bu bağlamda hareketi sadece gündelik politik kitle militanlığı eylemi düzleminde ele almak, halk hareketi ve halkın devrimci iktidarı arasında doğru düşünsel ve pratik bağım kurulmadığı anlamına gelir.
babında, politik alanın gelişip kitleselleşmesi, anlayış ve uygulamalar ile dönüşümün sağlanması, bütünlüklü veya toplumsal dönüşümü gerçekleştirecek düşün ve uygulamanın kalıcılaştırılmasıdır. Politik alanı ve politikayı öteleyen bir kitle hareket çizgisi zaten yoktur. Burada temel mesele politika ve toplum bilimi olarak tarihsel materyalizmin özümsenerek çözümlenmesidir. Sınıflı toplumun doğası politiktir. Bu gerçek anlaşılıp dönüştürülmelidir. Politika dışılığın her aktivitesi politik alanla ilişkilidir. Yok farz et-
Toplumsal gerçeğin yeni temelde üretilmiş cevabı olarak, halk hareketi; sosyalizmin devrimci kalkışmayla inşa edilmesidir. Sosyalizmin gerekliliği sınıf ve toplum gerçeğindeki mevcut ilişkilerin sonucudur. Kapitalist sistem, ezilenleri köleliğe mahkûm eden bir özden beslenmektedir. Halkın özgürlüğü, ancak ezmenin ayrıcalığına sahip olan burjuva sınıfın kapitalist sistemine karşı bir toplumsal özgürlük projesi olan sosyalizmin hayatın gerçeğine uygulanması ile mümkündür. Sosyalist kültür, sosyalist toplum, sosyalist birey, sosyalist yönetim, sosyalist üretim ve bölüşüm halk hareketinin devrimci iktidarının devrimci bilinci ve hamlesidir.
Kuşkusuz ki halk hareketi yaratmak politik alanın geliştirilmesi, politik müdahillik ve taleplerin örgütlenerek kendi siyaset alanını kurumsallaştırmasını gerektirir. Kitle militanlığı olarak ekonomik, sosyal, siyasal direnişi geliştirme olmazsa olmazdır. Militan direnişçiliğin kitleleşmesi, halkın gününün ve geleceğinin meşru savunusudur. Bunu es geçen, güne dokunmayan, aktüel gelişmelere seyirci kalan, politik devrimciliği geliştirmeyen yaklaşımların diğer tüm olguları da geliştirmesini beklemek sübjektiftir. Hayatı egemenlik altına almış kapitalist sisteme karşı politik bir kalkışma olmadan, halkın devrimci politik siyasal dönüşümü olarak; haklarına sahip çıkmanın, haklarını belirlemenin ve geleceklerini yönetmenin zemini zayıftır. İktidarı hedeflemek politik yaşamın yönetimini ele almaktır. Bu anlamda halk hareketi demek için çözüm gücü olması
mek gerçek dışı sübjektif dar kafalılıktır. Yaşam gerçeği çoksal olgulu olup, çok biçimlidir. Her olgu hayatın başkaca gerçeğidir, bu anlamda halk hareketi, her gerçeğin dönüşümünü içerecek kadar genişleyen ve kurumsallaşan bir yaklaşımın sistematik gerçeğidir. Devlet, devrim, toplum, demokrasi, ahlak, etik, özgürlük, yaşam değerlerinin gelişim alanları halk hareketin boyutlarındandır. Halk hareketi; siyaset, sosyal, kültürel, ekonomik yaşamın kitleler tarafından yeni yaklaşımla üretilmesidir. Politik veya ekonomik biçim altında kitle patlamasının yaşanmış olması bu gerçekleri öteleyemez. Bir hareketin hangi biçim altında patladığı ile bir kitle hareketinin halk hareketi olarak genelleşerek hayatın bütün alanlarında alternatiflik bağlamında kendini
55
inşa etmesi aynı şeyler değildir. Temel mesele, kitle genişlemesini veya kitle hareketini; hayatın her alanında ve her biriminde kendi gerçeği ve özgürlüğü dâhilinde kurumsallaştırıp, özgürlük alanının derinleştirilmesine dönüştürmektir.
ile silahsız biçimlerin geliştirilmesi gerektirmektedir. Devrimci sosyalist mücadele bütün biçimlerin geliştirilip kurumsallaşması ile ilerleyecektir. Halk hareketi demek bir yanıyla kitlelerin siyaset alanında politikalar geliştirmesi, politikalara katılımı demektir.
Halk hareketi; edebiyatta kendini var eden, örgüt tarzında kendini var eden, toplumsal ahlakın geleneksel statükosundan sıyırarak kendini var eden, ezilenlerin her grubunun pratik sorunlarını çözen, yeni bir toplumsal ilişkiler ve bireyi yaratan bir gelişmeye sahip olmak zorundadır.
Teorik olarak kitleler siyasetin özneleridir. Hiçbir insan siyaset dışı değildir. Sadece hangi siyaset ve gündelik olarak nasıl bir siyasal etkinlik gösterdiği sorunu bulunmaktadır. Devrimci komünist hareketin, sosyalist halk hareketi yaratmak için sosyalizm perspektifinin gündelik yaşamdaki karşılığını somutlaması gerekmektedir. Kitlelerin gündelik politikaya katılımı, mevcut devlet anlayışı yani o devlete rengini vermiş olan burjuvazisinin dünyasının dışında değildir. İktidar olan sınıfın dünyayı ve toplumu kendi bakış açısı ile düzenleme gücü ve toplumsal yaşamın örgütler aracılığı ile yönetimi, bu bakış açısının ürünü olarak kitleleri biçimlendirir. İdeoloji ve teori bağlamında şovenizm, dincilik, milliyetçilik, toplumsal ahlak, gelenek ve gerici değer yargıları vb. boyutlarında kitlelerin ideolojik-politik kuşatımının, mevcut halk gerçeğinin devrimci temellerde dönüşümü için oldukça tersten engeller yarattığı gerçektir. Bu açıdan burjuvazi için kitleler destekçidir, edilgendir. Bu stratejik bir yaklaşımdır. Halkın ekonomik, sosyo-kültürel, siyasal çıkarları ile burjuva sınıfın çıkarları uyuşmaz karakterdedir. Bu özsel ayrılık halka yaklaşımını belirlemektedir.
Halk hareketine ideolojik politik önderlik, soyut olmayan, toplumun ezilen sınıfları ve sosyal kültürel gruplarını pratik olarak cendereden kurtaracak adımları içerir. Önderlik özgürlüğün uygulamaya geçilmesidir. Toplumun ezilenlerinin her türlü ihtiyacını örgütlemektir. Bu, siyasal, kültürel, ekonomik, komünler temelinde bir toplumsal siyasal kültürel perspektif olarak örgütlenmektir. Toplumsal gerçeğin yeni temelde üretilmiş cevabı olarak, halk hareketi; sosyalizmin devrimci kalkışmayla inşa edilmesidir. Sosyalizmin gerekliliği sınıf ve toplum gerçeğindeki mevcut ilişkilerin sonucudur. Kapitalist sistem, ezilenleri köleliğe mahkûm eden bir özden beslenmektedir. Halkın özgürlüğü, ancak ezmenin ayrıcalığına sahip olan burjuva sınıfın kapitalist sistemine karşı bir toplumsal özgürlük projesi olan sosyalizmin hayatın gerçeğine uygulanması ile mümkündür. Sosyalist kültür, sosyalist toplum, sosyalist birey, sosyalist yönetim, sosyalist üretim ve bölüşüm halk hareketinin devrimci iktidarının devrimci bilinci ve hamlesidir.
Halk Hareketi ve Sosyal Yaşamın Politikleştirilmesi Komprador tekelci burjuva sınıflar devletini yıkmak için; sosyalist teorinin kitleselleşmesi, kitle hareketi olarak; politik mücadelenin geliştirilmesi, halk kitlelerin politika yapmada, yaratmada özne olmaları ve devrimci savaşın bütün alanlarında silahlı biçimler
56
Kitleler çeşitli ad grup ve ideo-politik gruplaşmalar ile sosyal hayatın yönü üzerinde etkin ve edilgenlik ilişkilerini düzenlerler. Egemen olanın ekonomik, politik, ideolojik, kültürel hâkimiyeti ile ezilenin buna direnişi arasında mücadele belirleyicidir. Ezilenlerin her ilerlemesi ezilenler cephesinde burjuva ideoloji ve politikaların gerilemesini sağlar. Ezilenler cephesinde burjuvaziye çeşitli biçimlerdeki bağlaşıklık durumu sarsıntılar geçirir. Hareketin ilerlemesi gruplaşmayı derinleştirir, safları netleştirir. Bir işçinin çıkarlarına tezat olan iktidar için mücadele etmesi sadece siyasal bir olgu
değildir, ideolojik kültürel bir olguyu da içinde taşımaktadır. Manipülasyon ve sosyal değerlerdeki kendini anlamlandırma bu anlamda sınıfına, çıkarlarına ve insanlığa karşı olan, sınıfın saflarında karşı devrimci bir tavır almasına yol açabilir. Bu aynı zamanda tek tek bireyler ile sınırlı olmayan toplumsal gruplar olarak ortaya çıkar. Geleneğin anlayışının egemenliği ile politik gerçek arasında var olan bu uyuşmazlık, devrimci sınıftan veya karşı devrimci sınıftan birinin yanında tavır almaya yol açar. Pekâlâ geleneksel toplumsal düşün ve inanışa sahip olan kitle grupları da mevcut politik toplumsal gerçeğin açtığı alandan devrimci pratik ile inançları arasında uyumlu bir ilişkilenme yaratarak, devrimci politik hareketin saflarında kendini tanımlar ve özne rolü oynayabilir. Halk hareketi sosyal değişim ve dönüşümdür, ekonomik, politik, kültürel, sanatsal, etik ve toplumsal ahlak anlamında ezilenlerin birleşik gerçeği olarak birleşik dönüşümüdür.
Halk hareketinin politik yaratıcı olarak siyaseti biçimlendirmesi üzerine iki pratikleştirme tarzı önemlidir. Sosyal Yaşamın Sorunlarının Politik Olarak Örgütlenmesi ve Geliştirilmesi Günlük yaşamda halk, devlet politikaları tarafından kıskaca alınmıştır. Gündelik yaşam sorunları genel politik iktidardan kopuk değildir. Hayatın her yanı egemenler tarafından kuşatılmaya alınmış ve bu kuşatılma içerisinde yaşama mecburiyeti kitlelere dayatılmıştır. Günlük bütün gelişme ve sorunların sahibi, ezen sömürücü sınıf burjuvazi ve onun askeri siyasi ekonomik kültürel yönelimidir. Devlet zoru ve devlet yasalığı ile kitlelere kabul ettirilen yaşam dayatması, gündelik yaşamın kendisinde en derin biçimde ortaya çıkmaktadır. Emekçilere karşı patron politikası, örgütlü olmaya karşı izlenen hukuk adı altındaki dayatma teslim alma yönelimi, maden, HES,
barajlar, nükleer santraller ile doğa ve çevre politikaları, kültür sanat olarak dayatılan zihniyet ve vicdani yoksunluk, tarım kotaları ile üretici emekçi köylülüğün sürüklendiği yoksulluk, eğitim adına halkları zehirleyen, akıl ve yüreklerine pranga vuran burjuva akademileri yozluğun üretici merkezleri iken, kadın ve toplumsal yönelimi farklı olan cinsel kimliklere karşı izlenen yok sayma ve imhacı yaklaşım, ezilen ulusları, ezilen milliyet ve inançları yeryüzünün sosyal-siyasal gerçeği olarak görmeyip, katliam ve asimilasyon dayatan, medya teşkilatları ile olguyu çarpık olarak veren ve algıyı yöneten-yönlendiren olarak manipülasyon merkezleri, hepsi egemen burjuvazinin devlet organizasyonun çeşitli alanlarındaki örgütlü ideolojisinin sonuçlarıdır. Burjuva devlet, kitleleri zor, resmiyet yasalıkları düzeniyle, her gün fiziki ve moral olarak katletmektedir. Her geçen gün total sömürgeciliğin halkalarının boyunlarda ağırlaştırılması ile bu zorba, faşist ceberut devlet ayakta kalmaktadır. Halk için devlet yasalığının meşruluğu yoktur. Meşru olarak dayatılanın sonuçları ortadadır. Klik çatışmasında bir kez daha üstü örtülemeyecek kadar devlet gerçeği ortaya çıkmıştır. Her kriz bu durumu ifşa eden onlarca emare ortaya çıkarmaktadır. Gündelik yaşam bu kıskaçların dallanıp budaklanması olarak, sistemin hayatın her anına ve mili karesine hükmetme zihniyetidir. Burjuvazi, varlığını sürdürmek için bütün yaşam araçlarına hükmetmektedir. Gerçek yaşamda ekonomik sorunlar yüzlerce çeşittir. İşsizlik, yeterli ücret alamamak, hak güvencelerin olmaması, sosyal ödentilerden yoksunluk, sendikal veya hakkını savunacak her türlü örgüt ve örgütlenmenin resmi yasallıkla engellenmesi, barınma sorunları, yeterli alt yapıdan yoksunluk, kentin kenarına sürüklenme, çeteleşme ve uyuşturucu ile hayatın zehir şerbetine sürüklendirilmesi, kent ve mahalle ve köylerde yaşam mekânı hakkında hiçbir karara katılamama, geleceğin planlamasına karar alıcı mercilerin dışına itilerek uzun vadeye yayılmış de-
57
mokrasiciliğin rezili ve basiti olan oyculuğa hapis edilmişlik, ulaşım imkânları ve ulaşım ücretleri, dilini kültürünü, inancını veya inançsızlığına uygun yaşayamama olarak hiçleştirilmek ve tek tek bireyler olarak sistem karşısında çaresizliğe koşturulmanın modern insan ve modern toplum olarak sunulması ve bunun zihinsel algı ve yaşam alışkanlıkları olarak dayatıldığı gerçeği ayan beyan ortadır.
Bu bağlamda birinci düzlemde hareketi direniş boyutuna yükseltmek, eylem ve söylemi yaygınlaştırarak günde sessizce olup biten politik alışkanlığa tavır takınmak gerekiyor. Hareketin birinci düzlemi, bu bakış açısıyla hayatın bütün alan ve dallarında meşru direnme çizgisini geliştirerek düzenin politikalarına karşı politik refleks geliştirmek, sömürü ve baskı iktidarının derinliğini kırmak olmalıdır.
Günde kaybediyoruz güne müdahil olmalıyız. Alışkanlık haline getirilmiş olan politik kapanmayı kırarak, uyumculuğa son vererek, mumyaya dönen sosyal-siyasal kişilik ve yaşam tarzının toplumsal algısına karşı güne sarılmalıyız. Günü devrimleştirmek, günde sesli tutum almak, elzem olup hayati bir öneme haizdir. Gerçeğin en akışkan anında direnci ve direnişi yükseltmeliyiz.
Her özgünlüğe ve özgünlüklerin ürünü olan başkaca güçler ile dayanışma ve direnme temelinin geliştirilmesinin, direniş ve birlikteliğin kitle mücadelesini olumlu anlamda ilerleteceğine dair önemli tarihsel referanslar bulunmaktadır. Kitlelerin birliği, demokratik ve devrimci hareketin birlik hareketi ile kitlelerin sosyal siyasal birliği arasında uyumlu bir köprü olunmalıdır.
Sosyal-siyasal gündelik yaşamın devrimci, politik sosyal yönelimiyle, anın devrimci düzeyi geliştirilmelidir. Güne sarılmak geleceğe sarılmaktır. Güne sarılmadan sosyalist perspektif, halk özgürlüğü ve yaşamının kurtuluşu örgütlenemez, sağlanamaz. Bu açıdan gündelik politikalara karşı çıkış, farkındalık yaratmak ve tavır almayı geliştirmek, bunu hayatın bütün yanlarına yaymak gerekiyor. Günü kurtarmak küçümsenmemelidir. Bu dar pratikçilik değildir. Dar pratikçilik; dönem projeleri, hedef ve taktiğin yükseltilememesi, genişleyen kitle gücü ve kitle hareketinin örgütsel organizasyonlar ile birlikte siyaset ve davranış olarak kurumsallaştırmamanın getirdiği bir sorundur.
Hayatın birliği siyasal, sosyal ve ekonomik olarak ezilenlerin birleşik mücadelesini gerekli kılmaktadır. Bu açıdan halk hareketi birleşik kitlelerin kendisidir.
Hayatın her düzeyinde mevcut güç düzlemi, bilinç ve yeteneği göz önünde bulundurduğumuzda yeterli ve her düzeyde cevap veremeyeceğimiz gerçeği söz konusudur. Genel olgulardan ya da genel sorunlardan özgül sorunlara, ülke düzeyindeki sorunlara, bölge, il, ilçe, mahalle ve köy düzeyindeki sorunlara, kadın, gençlik, yerel yönetimler, işçilerin genel sorunlarından tek tek özgül alanlarda yaşanılan sorunlara kadar bütün toplumsal hayatı örgütleme yönelimi mevcut durumda belirli düzlemde uygulanabilirdir.
58
Kitlesel Genişlemeye Uygun Yöntem ve Araçların Uygulanması Gerek kendiliğindencilik içerisinde gelişen direnme ve politik atmosferde kitlesel katılım ve desteğin gelişmesi gerek komünistlerin örgütsel çalışmalar ile yarattığı kitlesel genişleme anın politik anlamını geliştirirken ve günün politik, ideolojik, kültürel tarzında bir yaklaşımın olumlu anlamda gelişmesini sağlarken, iki düzey olan kitlelerin istem taleplerine uygun örgütsel dönüşümün ve yeni yönelimlerin geliştirilememesi; kitlelerin enerji ve potansiyelini yükseltmeyip, sürecin gelişmesi içerisinde bir noktadan sonra önemli bilinç kırılmaları yaşanmasına vesile olmaktadır. Genişleyen her iki durum ve genişleyen hareketin varlık anlamında ortaya çıkardığı potansiyel ve yeni sorunlar ile yeni ihtiyaçlar, daha bütünlüklü olarak yönlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Hareketin gelişimi sürecin boyutu, içerdiği anlam, genişleme dinamikleri gerekli olan ve kitleleri hareket
etrafına getiren teorik savunular ile pratik başarılar daha kapsamlı olarak yenilenmeli, hedef daha yukarı çekilerek mücadele direnci yükseltilmelidir. En önemli handikaplar hem teorik derinleşmenin geliştirilememesi hem de örgütsel politika ve tarzın geliştirilememesidir. Bu anlamıyla kitlesel genişlemenin her iki durumda sıçrama için hareketi bir arayışa ve yarı pratik kriz aşamasına getirmesine rağmen, değişenin doğasına uygun tutum belirleyip hayata geçirememek, çoğunlukla örgütsel kriz ve tek tek veya gruplar temelinde örgütsel kopuşlara dönüşmektedir. Örgüt içi demokrasi örgütler içinde demokrasi olarak geliştirilmeli ve bütün örgütsel çalışma alanlarında demokratik yaklaşım ve iki çizgi mücadelesi garanti altına alınarak hem yeni teorik temellerin geliştirilmesini hem yeni tarz ve yöntemlerin geliştirilmesini güven altına alacak yönelimler daha geniş olarak uygulanmalıdır. Kuşkusuz ki iki çizgi mücadelesi ve farklı fikrin kendini örgütleme hakkını teorik olarak kabul edip garanti altına almaktayız. Yalnız genişleme demek fikir ve kavrayış farklılığıdır bir anlamda, dolayısıyla daha dar durumların demokratik işleyiş modelleri ile daha genişleyen durumların işleyiş model ve organizasyonları farklı olmak durumundadır. Her iki durum için geçerli olan iki çizgi mücadelesidir. Bu öz birliğidir. Eylem ve irade birliğinin gücü, iki çizgi mücadelesinin niteliğini ortaya koyan bir yan taşır. Bunla beraber öz birliği demek biçimlerin aynılığı anlamına gelmemektedir. Her şeyin kendine özgü doğası ve şartları vardır. Bunların gerçekleştirilip dönüştürülmesi biçimlere sıkıştırılamaz. Daha anlaşılır ve açık olması için örnekler isek, genişleyen kitle yetersizlik demek değildir sadece önemli oranda yeterliliğin değişimi olarak anlamak gerekiyor. Kültür sanat alanında daha dar bir merkez üzerinde ve onun tiyatro, müzik, folklor olarak örgütlenmesi, genişleme yaşanmasından dolayı değişim tarafından baskılanmaya uğrar.
Daha çok müzik grubu, daha çok merkez, daha çok folklor, daha çok tiyatro topluluğu ve edebiyat, şiir, resim, sinema vb. çalışmalara alan açılmalıdır. Bir tiyatro topluğu Klasik Batı Tarzı’na yakın sanatsal içerik seyir mekânı geliştirebilir, bir tiyatro topluluğu sokaklarda daha gündelik çalışmalar yaparak üretimde bulunabilir. Kimi müzik grupları yerel müzikleri, kimileri gençlik, kimileri kadınları kimileri daha politik genel müzikal eserler üretip sahneleyebilir. Tek bir alanda bile bu genişleme onlarca tarz olarak düşün üretimi, sanatsal yaratıcılık ve teorik kültürel üretime dönüştürülerek toplumsal yaşamın bu cepheden örgütlenmesine büyük katkılar sağlayıp insan toplum dönüşümünün her yanına dokunabilir. Böyle tek örnek üzerinden somutlarsak bile kurum ve üretim gruplarındaki ilişki temsil etme ve üretme tarzı, üretimlerin daha geniş kitleler ile buluşmasını sağlayacak yöntem ve araçlar vb. birçok noktada eski olandan bir kopuş gösterilmelidir. Eski çalışma tarzı eski koşulların ürünüdür, yeni tarz yeni durumun ürünüdür. Özellikle kitlelerin her şeyin yaratıcısı olduğunu ilan eden komünistlerin politika götürme ve politika yaptırma konularında oldukça hassas olmaları gerekmektedir. Binlere varan kitlenin örgütsüzlüğü tek sonucu onlara ulaşamayan insan sorunu değildir. Kitle gerçeğine uygun olmayan çalışma tarzıdır. Onlarca taraftar kitlesinde tekil olarak mücadelede daha geri durma noktasında yaklaşıma sahip olanlar tabii ki var. Ama mesele bu değil, mesele; kendi kitle gerçeğini hangi politikalar, hangi örgütsel çalışmalar ile ne gibi mücadele alanlarında seferber edeceğimize dair yetersiz sığ yaklaşımızdır. Kitle hareketi ve kitleselleşme, örgüt anlayışı, çalışma tarzı teori ve pratiğinde gelişme göstermek durumundadır. Direnme düzeyindeki ilk örgütsel yapı ve tarz, ilerleme sürecinde yeniden yapılandırılmalıdır. Esas olan ihtiyaç bugünü ve süreci karşılayacak yeni bir durum değişikliğidir. İki düzey olarak kitlesel genişleme; kurumsallaşma ve hayatın diğer alanlarına derinlikli özel çalış-
59
ma tarzı haline getirilmelidir. Yaygınlaşma; çalışma olarak yeni alanların oluşturulması, yeni mücadele tarzının geliştirilmesi, yeni hedeflerin düzenlenmesi, yeni işleyişlerin pratikleştirilmesidir. Böylece devrimci sosyalist proje ve gerçek yaşam arasındaki bağ bizzat uygulama alanında işlevsel hale getirilecektir. Sosyalist proje, gerçek ilişkilerin ilerlemesi temelinde teorik olarak üretimin süreklileştirilmesiyle birlikte, sosyalist kişilik, sosyalist anlayış, sosyalist toplumsal davranış, etik ve siyasal duruş olarak yükseltilecek yapılandırılmayla beraber daha ileriye çekilecektir.
temelinde kitle militanlığını yükselten, alternatif toplumsal proje ve örgütlerini var etmek için daha fazla gelişmelere müdahale eden bir halk gerçeğinin oluşturulmasından bahsetmekteyiz. Devrimi, güncelleştirme hareketi olarak tasavvur etmeliyiz. İktidar bilincinin pratikleştirilmesi olarak anlamak gerekiyor. Hayatın her alanında mevcut sorunlar ile mücadele ederken yaşanan her ilerlemeyi sosyalist programın pratikleşmesi olarak ele almalıyız. Sistem kitlelere hiçbir şey vermeyecek, her şey halkın direnişi ile gerçekleşecektir. Bu direniş pratik olarak kendini gerçekleştirerek hem kalıcılaşacak hem teorik ve pratik olarak sosyalist devrimin gerçekleşmesinin şartlarını yaratacaktır.
Sosyalist demokrasinin özgürlük içeriği ve yönetimin kitleler tarafından fethedilmesi, Teoride savunulan pratikte gerçekleştirilkitlelerin yönetim organizasyonunda bemelidir. Hatalar, eksikler ve doğrular sosyal lirleyici katılımı, her zaman geliştirilmesi gereken bir asaldır. Kurumsallaşma kaba anlamda bir örgüt değildir. KurumsalÖzgürlük, demokralaşma bir ideoloji, bir teori ve bir uygulamadır. Bu bağlamda si, özne olma istemi ve bunun kapitalist kurumsallaşmayı dar anlamda bir örgütsel süreklilik olarak sistem tarafından açıklamıyoruz. Kitlelerin siyasete katılımı ve kalıcılığını sağbaskı altına alınmalayan, sistemin bütün şiddet bastırımlarına rağmen meşru sının yarattığı özneldireniş temelinde kitle militanlığını yükselten, alternatif leşme hareketine toplumsal proje ve örgütlerini var etmek için daha fazla gedoğru yaklaşılmalıdır. lişmelere müdahale eden bir halk gerçeğinin oluşturulmaDevrimci demokratik sından bahsetmekteyiz. mücadeleye kitlelerin pratik katılımı, özgürlük ve özne olma arzusudur. Dolayısıyla bu talebin siyasal pratik tarafından açığa çıkarılacaktır. Teove kültürel olarak geliştirilmesi için komürik ilerleme ise ancak bu gerçek ile bağlanist perspektif ile sosyalist uygulamalarının rın sağlanması durumunda yaratılabilinir. hem geliştirilmesi hem de gerçek yaşamda Bugün halk kitlelerinin önemli bir kısmının uygulanması elzemdir. Katılım tarzı geliştiforumlar ile kendini ifade ettiğine tanık olrilmedikçe ve ilerletilmedikçe kitlelerin döduk. Bu da gösteriyor ki, politika yapmanın nüşümü gerçekleşmeyecektir. Ve kitlesel öznesi haline getirmek için belirli kavrayış hareketin ideo-politik ve pratik-politik olarak ve tarzlar açığa çıkmıştır. Kendi kitlemizin hayatı fethetmeleri sağlanamayacaktır. içinde kimi yerlerde yüzleri kimi yerlerde binleri bulan kitle desteği bulunmaktadır. Kurumsallaşma kaba anlamda bir örgüt deBir komite ile politika götürme, bu kitleyi etğildir. Kurumsallaşma bir ideoloji, bir teori kinleştirmemektedir. Tek tek bireylerin öne ve bir uygulamadır. Bu bağlamda kurumsalçıkışı yine sağlanmalıdır, bu; ileri ve geriliğin, laşmayı dar anlamda bir örgütsel süreklilik kavrayış düzeyinin farklılığı gibi gerçek duolarak açıklamıyoruz. Kitlelerin siyasete karumlardan dolayı zaten kaçınılmazdır. Metılımı ve kalıcılığını sağlayan, sistemin bütün sele tek tek bireylerin ilerletilmesi sorunu şiddet bastırımlarına rağmen meşru direniş
60
değildir. Mesele daha geniş bir potansiyel ile siyasal, kültürel, ekonomik örgütsel çalışmaların temeli varken bunu görmemektir. Daha büyük su kaynağına uygun tarz ve yaklaşım geliştirememektir. Devrimi milyonlar gerçekleştirecek. Milyonların hareketidir devrim. Milyonların oluşması, olgunlaşması ve dövüşmesi için komite çalışmaları daha geniş yapılanmaların önünde engel değil, rehberdir. Meclisler, kongreler daha geniş kitle temeli için önemlidir. Genel olarak bu pratikleştirilmelidir. Bütün çalışma alanları ve özgün örgütlenmeler, komite çalışmalarının yanı sıra daha geniş katılımlı çalışmaları geliştirmelidir. Ve hukuk işleyişini sosyalist demokrasinin teorik çerçeveleri ile uyumlu hale getirmelidir. İdeolojik önderlik; ileri kitleyi siyasetin aktifi haline getirecek ve bütün boyutları ile toplumsal ilişkileri dönüştürecek düzeyde yaygınlaştırarak özgünlük alanlarını yeniden örgütlemektir. Bu açıdan kitlesel genişleme ve kitle hareketinin dalgasal ilerlemesinde her daim daha ileri uygulamalar gerçekleştirilmelidir. Dalgasal gelişim çizgisi iktidarlaşma sürecinin gerçekleştirilmesinde sürekli avantajlar yaratarak toplumsal ilişkiler krizinden devrimci savaş yoluyla sosyalist iktidarın gerçekleşmesine dönüşecektir. Bu bağlamda geleceği kurma noktasında genişleyen her kitle hareketi, önce var olan kitlelerin devrimciliğini stratejik düzeyden pratik düzeye dönüştürecektir. Sürekliliği sağlanmış pratik kitle hareketi, halk hareketi olarak devrimci dönemin kendisi olacaktır. Devrimci dönem süreklileşmiş halk hareketidir. Politik, ekonomik ve örgütsel olarak kurumsallaşmış, her türlü kitle militanlığının ve devrimci silahlı mücadelenin kitlesel silahlanma hareketine dönüştüğü, kültür düşün sanat, entelektüel birikim, yönetim araç ve tarzları olarak kurumsallaşmış, sosyalist ilişkilerin çalışmalarda kalıcılığını geliştirdiği, kitlelerin birleşik hareketinin sosyalist değerler, yaklaşımlar ve düşün uygulama olarak ezilenlerin birliğini geliştirdiği, ezilenlerin her cephedeki sorun ve gelişimleri-
nin ezilenlerin birleşik hareketi ve değerleri olarak sahiplendiği bir evre olarak devrimci dönemdir. Bu anlamıyla hareketin kendi gücü oranındaki gelişmesi veya genel kitle hareketinin devrimci politik hareket ile ilişkilenmesinde farklılıklar olsa da, gerçeğin doğasına uygun davranılarak gelişmeyi pratikleştirip teorik olarak yeni düzeye eriştirme görevi önemli bir yerde durmaktadır. Temsili burjuva demokrasinin kitlelere atfettiği anlamlar açık ve barizdir. Devrim cephesinde duran her demokrat ve her sosyalist bunu eleştirir veya her demokratik hareket ile her sosyalist hareket bunu eleştirir. Bu eleştiri ve toplumsal ilişkiler gerçeğinde asıl olan teorik olarak verdiğimiz cevabı pratik olarak ne kadar uygulamaya dönüştürdüğümüzdür. Dönüştürülemeyen boyutun nedenlerinin incelenmesi ve kaynağından yeniden bir çözümleme ve çözüm pratiği ile geliştirilmesi zorunludur. Temsili bürokratik çalışmaya hayır. Daha fazla özneleştirici teorik çözümler ve pratik uygulamalar bayrağını yükseltmeliyiz. Çalışma tarzı ve politika üretme tarzında, hak ve görevler bağlamında, ideolojik, teorik ve pratik olarak kopuş göstermeliyiz. En önemli mesele parti komite tarzı ile geniş halk örgütleri nasıl olmalıdır sorusunda bunların birbirine benzetilmesidir. Partinin illegal komite çalışma tarzı ile halkın kitlesel örgütleri veya taban kitlesinin herhangi bir mücadele alanında kitlesel politika yaratmaya katılması, yerel ile genelin siyasal perspektifini tartışması, yeni fikirler öne sürmesi, yeni metotlar geliştirmesi karşı karşıya konulamayacak olgulardır. Parti komiteleri ideo-politik önderlik eder. Bu demek değildir ki siyaset, teori, ideoloji ve uygulamalar tartışılıp ilerletilemez. Bilginin kaynağı üretim süreci, sınıf mücadelesi ve bilimsel deneylerdir. Yani toplumsal yaşam pratiğidir. Parti; tarikat değil, bilimsel ideoloji ve diyalektik materyalizm felsefesini rehber alan canlı organizasyondur. Teori; ayet değil, gerçeğin iz düşümü olarak tarihseldir, hayatın ilişkilerinin sonucu bilimsel çözümlenmesidir.
61
Kitleler ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel anlamda yığınca sorunlar yaşamaktadır. Bu yığınca sorunun kaynağının egemen sınıf olduğu aşikârdır. Kitleler birinci olarak yaşadığı sorunları dillendirir ve çözüm ister. Tek tek bireylerin veya çeşitli gurupların var olan sorunların içeriğini tanımlama, bireysel veya daha dar grupsal temelde çözüm üretme istemleri farklıdır. Esas olarak halkın yaşadığı pratik gerçekle bağ kurulmalı, pratik gerçeğin nedenlerine kitlelerin koyduğu anlam genişletilmeli, çözüm temelinde üretilmiş anlayış, yaklaşım ve metodolojik uygulamalar gerçeğin kapsamında incelenerek teorik ve pratik cevaplar üretilmelidir.
Bu açıdan bu teori ve uygulama handikaplarını gidermeliyiz. Burada bir zihniyet yapılandırılması olarak yeni çözümler üretmeliyiz. İnsanlık atom altı parçacığın bilgisine sahipken, göreceliğin boyutları değişirken, madde tanımında özsel bir değişiklik olmasa da anlam ve biçimine dair ilerlemenin yaşandığı insanlık bilgi düzeyinde, mutlak olarak, toplumsal ilişkiler ve metodolojik uygulamalarda toplumun en dip hücresine kadar teorik, sosyolojik, tarihsel, toplumsal, sınıfsal çözümlemeler geliştirip devrim ve komünizmde kitleleri daha aktifleştirici öğeler ile buluşturmalıyız. Halk hareketi sisli ve gizemli bir olgu değildir, kaynağı toplum gerçekliği olarak nesnel ilişkiler ve geleceğin özgürleştirilmesi arasındaki felsefi sorgulamanın bilimsel temelde yürütülmesi ile gerçekleşecektir.
Halk Hareketi İçin Kitlelerden Kitlelere Çizgisi Uygulanmalıdır Gelişmenin motoru ve gelişmenin bilimsel temellerde yürümesi için, kitlelerden kitlelere siyasetinin uygulanması elzemdir. Kitle çizgisi, halkın pratiği ve taleplerinin, siyasal, kültürel anlayış ve yöntemler ile sosyalizmin teorik temellerinin geliştirilip uygulanması olarak anlaşılıp uygulanmalıdır. Halkın istemleri ile toplumsal özgürlük projesi olan sosyalist programın sürekli yenilenerek geliştirilmesi olması gerekendir. Halk kitleleri egemen sınıf ilişkileri, tarihsel gelenek ve zihniyet yaklaşımı ile politik talepleri harmanlı bir içeriğe sahiptir. Kitleler doğruyu talep ettiği gibi bunda geleneksel algı dü-
62
şünüş ve yöntemler de bulunur. Bu anlamda MLM teori, sınıfsal toplumsal gerçeğin süzgeci olarak, ileri istem, talep ve günlük gereklilikleri bir yandan siyasal ve kültürel olarak uygularken diğer yandan da karmaşık fikirlerin insanlığın gelişimine hizmet edecek, toplumsal ilişkilerin daha demokratik karakterde üretilmesi ve yaşanması için de bilimsel olarak ortaya çıkan gelişmelere hem teorik siyasal cevaplar üretmeli hem de pratik sosyal yöntemler uygulamak durumundadır. Kitlelerden kitlelere çizgisi; olguyla bağ kurma ve olguyu, özgür dünya, özgür toplum, özgür birey temelinde bilimsel sosyalizm teorisini, coğrafyanın sosyal-siyasal gerçeğindeki uygulamalarını açığa çıkarmadır. Özgürlük projesi olarak sosyalizmin kitlelerde ete kemiğe bürünmesi anlayışını, bakış açısı ve sosyo-kültürel dönüşümünün gerçekleştirilmesi için anlamak ve geliştirmek durumundayız. Kitleler ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel anlamda yığınca sorunlar yaşamaktadır. Bu yığınca sorunun kaynağının egemen sınıf olduğu aşikârdır. Kitleler birinci olarak yaşadığı sorunları dillendirir ve çözüm ister. Tek tek bireylerin veya çeşitli gurupların var olan sorunların içeriğini tanımlama, bireysel veya daha dar grupsal temelde çözüm üretme istemleri farklıdır. Esas olarak halkın yaşadığı pratik gerçekle bağ kurulmalı, pratik gerçeğin nedenlerine kitlelerin koyduğu anlam genişletilmeli, çözüm temelinde üretilmiş anlayış, yaklaşım ve metodolojik
uygulamalar gerçeğin kapsamında incelenerek teorik ve pratik cevaplar üretilmelidir. Bu anlamıyla hareketin içinden gelişmeye dâhil olmakla ve gelişmeleri incelemekle hem kitlelerin pratik gerçeği örgütlenir hem de pratik gerçeğin uygulanabilinir bilimsel yönelimi geliştirilir. Kitlelerden kitlelere çizgisi, ancak halk güçlerinin pratik eylemciliği ve her türden siyasal kültürel politikaya katılımı bağlamında gelişirse ilerlemeler kat eder. Kitleleri siyasetin öznesi yapmayan, bunun için metotlar geliştiremeyen anlayışın teorik olarak halk gerçeğini savunması ile pratik uygulanışı arasında önemli açı farkı olacaktır. Mühendislik projelerinin sahipleri olmamak için doğru ve bilimsel bakış açısına sahip olmak gerekiyor. Gerçeklik ve gerçekliğin ileri anlayış ve güçlerinin ortaya çıkardığı yaklaşım ve yöntemlerin derleyip toplanmasında, sistemleştirilmesinde ve gerçeğin dönüştürülmesinde siyasetin kitlelerin eline silah olarak verilmesi bir süreç ve kesintisiz derinleştirilmiş mücadeledir. Kitlelerin ruhlarını, zihinlerini devrimcileştirmek, eylemlerini genişletmek, hayatın dönüşümünde öznelik durumlarını ilerletmek gerçeğin doğasına doğru yaklaşımı gerekli kılmaktadır. Mühendisçe plancılık gerçeğe sırtını dönen soyutlaşmadır. Devrimci yönelim, kitlelerin katılımı ve eylemlerinin çözümleme temelinde incelenmesi ile eylemden daha sistematik teorik sonuçlara varmaktır. Kararnameler ve talimatlarla işler yapılabilinir örgütsel politikalar belirli boyutta uygulanabilinir. Zorunlulukların bu sonuçları vardır. Mesele, kitleleri ilerletmeyi sadece böyle bürokratik mantığa sıkıştıran yaklaşım ve çizgidir. Bunu ebedi ve kesin çözüm olarak gören mantıktan, bilimsel temellerde yükselen bir teori ve çizgi üretilemez. Komünizm ruhuna uygun bir toplumsal ilişkiler geliştirilemez. Kitlelerden kitlelere çizgisinde metot ve araçlara ruhunu veren asıl öz kitlelerin her şeyin yaratıcıları olduğudur. Her şeyin ya-
ratıcıları olanların politik, sosyal, kültürel, siyasal alanlarda katılım ve icracı olmalarını gerekli kılmaktadır. Kitleleri anlayış olarak ilerletme, onlara bu alanlarda özne olma rolüne verilen uygulamalar ile açığa çıkar. Özgür dünyayı yaratacak olan insanlardır. İnsan eylemini, aklını ve ruhunu sınırlandırma değil, daha geniş olarak açığa çıkarma sorunu bulunmaktadır. Komünist toplumun gereği budur. Kültür devrimlerin ruhu budur. Özgür eylemin sahipleri olarak kültürel donanım ve değişim, pratik yönelim ve gelişim ile teorik olarak yenilenme ancak komünist bilinçle kitlelere yaklaşmakla gerçekleşecektir. Kuşkusuz ki, bu da komünistlerin kitle çizgisi değildir. Kuşkusuz bu da gerçeğe başka yanıyla sırt dönmedir. Sınıflı toplum gerçeği ve zihniyet ile uygulamaların tarihsel boyutunu görmemektir. Bu sınıfsal dünyayı silikleştirmektir. Kitlelerin ruhuna yabancı olmak her iki yaklaşımın ortak yanıdır. Toplumsal ilişkilerde her olguda ileri ve gerilik, doğru ile yanlış temel olarak olgu gerçeğinde bulunur. Komünistler kitleleri komünizm temelinde ilerletmeyi öz olarak alırlar. Toplumsal tarihsel gelişmelerin bilim temeli olarak tarihsel materyalizm; sınıfsallaşma ve mülkiyetçiliğin, sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal temelin tanımını ve sistemlerini ortaya koyduğu gibi, toplumsal üretimin toplumsal ilişkilerinde özgür birey ve toplum olarak sosyalizm ve kültür devrimleri ile komünizmin bilimsel temellerini açığa çıkarmıştır. Her şey hareketli ve gelişme kat etmektedir. Sosyalizm de bundan muaf değildir. Kültür devrimleri komünizm temelleri için felsefi sorgulamadır. Bugün de dünya ve mevcut Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın gerçek ilişkileri bağlamında sosyalizm hem teorik olarak hem pratik olarak kendi zamanının gerçeğini yaratmaktadır. Sosyalizm inşası ideolojik bir sorundur. Örneğin Gezi/Haziran Ayaklanması ve halk kitlelerin komün yönelimi doğru anlaşılmalı, kitle eylemi; bir istemi bir arzuyu pratikleştirdiği gibi çok uzun yönelimi içerecek olan adımlara belirli bir yakınlaştırıcı müdahale
63
uygulamıştır. Bu pratiğin bütünsel bağlamda teorik olarak çözümlenmesini yapmaması hazır olmadığı anlamına gelmez. Eğilimin teorikleşmesi ve hayatın genelinde çeşitli metot ve araçlar ile kavratılması da komünistlerin görevidir.
sellikten kurtarmak gereklidir. Bizi ilerletmeyen, kitlelerde siyasal ve kültürel sonuçların sürekliliğini sağlamayan, mücadelenin gelişmemesinde en önemli engel bu biçimselliktir. Biçimsellik; gerçeğe yüzeysel alışkanlık tarzında yaklaşmaktır.
Biraz farklı açıdan örneklediğimiz bu durum özgülünde somut pratik hem genişletilmiş bir sosyalizm teorisine yaklaşıma dönüştürülmeli hem de ileri örneklerden geri savunulmalara düşülmemelidir. Artık bu durum, yeni insan ve toplum ilişkilerinde eşik olarak farklı yaşam boyutlarında bu içeriğe uygun metot ile araçlar geliştirmeyi gerekli kılmalıdır. İleri tecrübeyi sentezleme, geri kitlelere götürme, yanlış eğilim ve yaklaşımları pratik ve teorik eleştiriye dönüştürerek yeni yaklaşım ve tarzlara doğru değişim ve dönüşümü gerçekleştirmenin pratik seyri doğru olanıdır.
Bunun, devrimci örgüt içinde kahramanların, şeflerin veya politik ayrılıkların temeli olan örgütsel bölünmelerin kaynağı olduğu aşikâr ve açıktır. Veya hatalı, yanlış, inisiyatifsiz, rastgele deryada yüzen küçük sandal misali hedefsiz dönüp durmasının da kaynağıdır. Örgütte, komitede, genel kitle hareketleri ve örgütlerinde biçimsel olmamanın sürekli olarak gelişen ve genişleyen yeni toplum ilişkileri ve araçları yaratan bir halk hareketinin gelişmesinde kilit bir rolü vardır. Başka bir açıdan, kestirimli bir ifadeyle, bu stratejik bir yaklaşımdır. Taktik olarak dönemsel tıkanıklığı aşma, biraz toplanıp eski
Kültür devriminin ürünü olan bir ideolojik teorik hareketin sosyalizm ve komünizm anlayışı, devlet ve kitleleri yönetim ve yönetim araçları arasında, kitlelerin rolünü daha yukarı çıkaran, bürokratik aygıtların kitlelerin rollerini engelleyen yanlarının köklü eleştirisini yapan ve her merkezi oturumunda bunu ilerleten bir hareketin güçleri, bireyleri bu teoriyi pratikte gerçekleştirmek ve dönüşümü sağlamak durumundadır. Maoizmin, sosyalizm teorisini, devlet, kitleler, kültürel, ideolojik dönüşüm ve uygulamaların devrimcileştirilmesi olarak bilimsel sosyalizm teorisini ve pratiğini ilerletmiştir. Şanghay komün dersleri ile kültür devrimi arasında doğru bir bağ kurulmalıdır. Kitlelere rolün stratejik anlamı kavranıp geliştirilmelidir. 21 yy’da bu hattı Maoist komünistler ilerlemekte ve önemli teorik gelişmeler göstermektedir. Teorik gelişmeye uygun pratik dönüşüm ve teorinin boyut ve içeriğinin geliştirilmesi ancak gerçek ilişkilerin bu anlayışa uygun kavrayışı ve uygulamaları ile sağlanacaktır.
Kitlelerden kitlelere çizgisini yıkıcı ve kuruculuğu bu bağlamda ele alınmalıdır. Geleneksel algı, zihniyet ve ilişkileri, ancak seferber olmuş kitleler yıkabilir. Ve yeni, ancak seferber olan kitlelerin kendi eylemini ve sözünü bilimsel ve gerçeklik temelinde geliştirilmesi ile kurulur. Bu bağlamda kitleler ile bağ kurmayı biçim-
64
sularda seyre devam tarzında bir yaklaşım değildir. Bu, olguya ve komünizm ruhuna doğru yaklaşmamaktır. Stratejik olarak bu yeni toplumun kendisini yaratacak yeni ilişkilerin çeşitli boyutlardaki temelidir. Bu olmadan, buna doğru yaklaşılmadan politik sonuçların stratejik temelde ilerlemesi bir gri buluttur.
Genelle özelin birleştirilmesi veya önderlikle kitlelerin birleştirilmesi, kitle çizgisi olarak anlayışı ve uygulama tarzlarını ve bunun sonuçların incelenmesini gerektirir. Gerçekle gelecek arasında yaşananla olma temelinin en bilimsel birliğidir. Veya analiz ve sentez olarak gerçek ve gerçeğin dönüşümü bu anlayışın dışında açıklanamaz. Gerek geniş kesimleri içine alan ilişkiler, metot ve pratik gerçekleşme tarzları gerek tabanın etkin özne olması bağlamındaki figürancı anlayış, yöntemler, hukuk ve işleyiş tarzları köklü teorik eleştiri ve pratik yapıcılıkla aşılmalıdır. Öncülük bilimsel olmalıdır ve kaynağı yukarıda bahsettiğimiz özdedir. Aksi anlayış ve uygulama çizgisi öncülük değil, efendiciliğin minyatür sakatlanmasıdır. Minyatür sakatlanma, devrimci birikim potansiyeli gerçekleştirme noktasında önemli sorunlar yaratmaktadır. Sistemin yedeğine düşen gerçek ilişkilere, devrimci zeminde neşter atmak zorundayız. Kültür devriminin ürünü olan bir ideolojik teorik hareketin sosyalizm ve komünizm anlayışı, devlet ve kitleleri yönetim ve yönetim araçları arasında, kitlelerin rolünü daha yukarı çıkaran, bürokratik aygıtların kitlelerin rollerini engelleyen yanlarının köklü eleştirisini yapan ve her merkezi oturumunda bunu ilerleten bir hareketin güçleri, bireyleri bu teoriyi pratikte gerçekleştirmek ve dönüşümü sağlamak durumundadır. Maoizmin, sosyalizm teorisini, devlet, kitleler, kültürel, ideolojik dönüşüm ve uygulamaların devrimcileştirilmesi olarak bilimsel sosyalizm teorisini ve pratiğini ilerletmiştir. Şanghay komün dersleri ile kültür devrimi arasında doğru bir bağ kurulmalıdır. Kitlelere rolün stratejik anlamı kavranıp geliştirilmelidir. 21 yy’da bu hattı Maoist komünistler ilerlemekte ve önemli teorik gelişmeler göstermektedir. Teorik gelişmeye uygun pratik dönüşüm ve teorinin boyut ve içeriğinin geliştirilmesi ancak gerçek ilişkilerin bu anlayışa uygun kavrayışı ve uygulamaları ile sağlanacaktır.
Teorik Birikim ve Pratik Uygulamaların Birliği Arasındaki Açı Farkının Kapatılması Halk hareketi kitlelerin birleşik eylemi ve amaçları her türlü biçim altındaki sosyo-siyasal, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel gelecek istemleri olarak, sosyalist toplum teorisinin gelişiminin gerçeklik ayağıdır. Teorik olarak geliştirilen özgürlük dünyası ve özgürlük dünyasının ilişkileri, zamanın, mekânın gerçeğinde uygulanır düzenlemelere dönüştürülmelidir. Yeni toplumsal temel hareketin her türlü yürüyüşünün içerisindedir. Onun eylemi geleceğin yapılandırılmasının öncüsüdür. Dağınık ve sistemsizliğin derlenip toparlanmasıdır. Buradaki dağınıklık ne mekanik bir döngü ne de tekerrürdür. Gerçek, koşullar içerisinde bilme, anlama, yapma hareketinin yeni bir düzeyidir. Tarihsel olanın tarihsel olacak olana yataklık etmesidir. Her şeyin karakterindeki tarihsellik olgusu bir döngü değil, nesnel bir temeldir. Kaçınılmaz ve ivedi olarak yapmamız gereken teorik gelişmenin gerçekleştirilmiş somutluklar olarak var edilmesidir. Yapma tarzını geliştirdiğimiz oranda hem teorinin gerçeklik ile uyumunu sağlayacağız hem teorinin pratik yönüyle sınanarak zayıf ve hatalı yanlarını ortaya çıkaracağız hem de pratiğin yeni yeterlilik talebine ilişkin yönelim ile teorinin gelişimi süreklileştirerek bilimsel yürüyüşünde daha geniş ve daha kapsayıcı içeriklerde oluşturabileceğiz. Bu anlamda dönemi, kapsamlı bir devrimci tarzda inceleme ve devrimci fikirlerin uygulamalar ile gerçeğin yönünü tayin etmede etkin hale gelmek hedeflenmelidir. Bu açıdan felsefi gerçekliğin izahı ile reel gerçeğin doğru bir birliğini sağlamak ve yaklaşık uygunluğun geliştirilmesi için sosyalist teorinin özüyle çelişmeyen uygun metot ve örgütlenme tarzlarını hayata geçirmek durumundayız. Halk hareketi yaratmak için bu teorik programın pratikleştirilmesi gerekmektedir. Örgüt, rol koordinasyonu, kitle çizgisi, halkın birleşik eylemi vb. teorik olarak çözümlen-
65
miş fikirlerin bu anlayışa uygun araçlarla sürdürülmesi gerekiyor.
geliştirilirken izlenecek metotlar ile özneleşme pratiği derinleştirilecektir.
Teorik yenilikleri bir dönem önceki birikim düzeyinin araçlarıyla sürdürmekteyiz. Bu genellikle olan bir durumdur. Ölçünün anlaşılması ve dönüşüm geçirerek uygulanması zaman ve süreçle alakalıdır. Aynı zamanda yeni kavrayış çizgisinin gelişimini sağlayacak politikaların ne düzeyde uygulandığı ile ilişkilidir. Bütünsel ilerleme tekil bazı ilerle-
Halk hareketi var etmek çok kapsamlı bir yönelimdir. Halk hareketi yaratmak, hayatın dinamik karakterini anlamayı gerekli kılmaktadır. Doğru müdahale ancak çok yönlü çözümlemeler ve doğru zamanda toplumsal çelişkiye cevap olacak yeterli derecede kabiliyetli yöntemler gerektirir.
Kitleleri dövüştürmek istiyoruz, gelecek onların dövüşünden oluşacak, kitleler kendilerine feyiz vermeyen, ruh taşımayan, özgürlük yaklaşımı sığ olan, yapım tarzı bürokratik olan uygulama yöntemlerinin sığlığı için dövüşmez, dövüştüremeyiz. Onlar dövüşür ama kendi istedikleri için! Maharet devrim, sosyalizm ve komünizm temelinde onları özgür dünyanın ruhunu taşıyacak yöntemlerle geliştirmektir. Bu bağlamda gelişmemizi engelleyen en önemli nokta, Maoizm ürünü olan hareketin bu teorik anlayış derinliğini ve geliştirdiği çerçeveleri uygulamadaki geleneksel yöntemlere başvurmasıdır. Maoizm’den geriye bir dünya anlayışı ilerletmez. Maozim’den ileriye doğru yaşamı ve pratiği geliştirmek durumundayız. Bu açı uygulamaların sadece teorik eleştirisi değil pratik değişikliğini gerekli kılmaktadır. Yapma tarzı değiştirilmeli, teoriye uyumlu hale getirilmelidir. Teorinin yanlışlığı, doğruluğu ve eksikliği daha bilimsel tarzda değerlendirilecektir.
meleri ve adımları gerekli kılmaktadır. Gerek muhasebe belgesinde daha sonra muhasebe belgesine her merkezi oturumlarda eklenen gerçekler bunun oldukça klasik alışkanlığa dönüştüğü ve çabanın bazı sonuçlar ile sınırlı kaldığı, dönüşümün gerçekleşmediğini ortaya koymaktadır. Alışkanlığa dönüşen bir yapma, sorgusuz sualsiz yaşamak gibi bir duruma dönüşmüştür. Sorgulanması gereken gerçek ilişkiler çok alttan sorgulandığında, özneleşme bilinç ve yaklaşımı zayıf olduğunda örgütsel düzlemde alışkanlığa dönüşen bir pratiğe de yol açmaktadır. Yöntemlerin ilerletilmesi, devrimci bilgi birikiminin toplumsal yaşamın alanına vakıf olacak düzeye ilerletilmesi gerektirmektedir. Bu anlamda teorinin anlaşılma yönelimi
66
Gelecek toplum projesi olan sosyalist programın rotasında ilerlemeyen komünizm ruhu olmayan bir yönelimin ruhu körelir. Bu anlamıyla bir halk hareketinin yaratmak için öncelikli olan teorik çerçeveye uygun araçların yöntem ve tarzların neler olduğuna dair kitle tartışmaları gerçekleştirilmelidir. Ve buradan bu ruha uygun ortaya çıkan metotları devreye koymak gerekmektedir. Kitleleri dövüştürmek istiyoruz, gelecek onların dövüşünden oluşacak, kitleler kendilerine feyiz vermeyen, ruh taşımayan, özgürlük yaklaşımı sığ olan, yapım tarzı bürokratik olan uygulama yöntemlerinin sığlığı için dövüşmez, dövüştüremeyiz. Onlar dövüşür ama kendi istedikleri için! Maharet devrim, sosyalizm ve komünizm temelinde onları özgür dünyanın ruhunu taşıyacak yöntemlerle geliştirmektir. Bu bağlamda gelişme-
mizi engelleyen en önemli nokta, Maoizm ürünü olan hareketin bu teorik anlayış derinliğini ve geliştirdiği çerçeveleri uygulamadaki geleneksel yöntemlere başvurmasıdır. Maoizm’den geriye bir dünya anlayışı ilerletmez. Maozim’den ileriye doğru yaşamı ve pratiği geliştirmek durumundayız. Bu açı uygulamaların sadece teorik eleştirisi değil pratik değişikliğini gerekli kılmaktadır. Yapma tarzı değiştirilmeli, teoriye uyumlu hale getirilmelidir. Teorinin yanlışlığı, doğruluğu ve eksikliği daha bilimsel tarzda değerlendirilecektir. Birleşik eylemin ruhuna uygun ve kitlelerin söz hakkını geliştirip rolünü yükselten bireyin gönül rahatlığı içinde kendini kattığı, iki çizgi mücadelesi için doğru yanlış temelinde ideolojik mücadele yürütme araçlarının demokratikleştirici yanı geliştirilmelidir. Bahsettiğimiz demokratik söylem, sosyalizm ve komünizm anlayışımızın somut şartların birliği olarak özgüldeki sosyalist demokrasidir. Sosyalist demokrasiden aşağı veya başkaca demokrasi tarzları ve anlayışları kitle hareketini değil ilerletmeyi, kötürüm bir felçli haline getirip dinamizmini ona bomba olarak kullanır.
rip kendini var eden çok çeşitli araç ve tarzlar yaratmak durumundadır. Sosyal ilişkilerde geleneksel toplum algısı ve zihniyeti ile yaşamın sürdürülmesini ortadan kaldıracak alternatif özerk toplumsal yaşam tarzları, üretim, yönetim ve toplumsallık birimleri geliştirmelidir. Yaşayan her şey ile ilişkilenmiş düzeyde, dolaylı ve direk biçimde aktarımlı veya yapma temelinde bir ilişkilenme oluş ve olma durumundayız. Halk hareketi bunun içinden kendi gerçeğini yaratmadır. Kendi gerçeği ile yaşamadır, yaşamını devam ettirmedir. Kapsamı bu kadar derin olan bir devrim hareketidir.
Halk Hareketi ve Meşru Direniş Kapitalist sistem ve onun temsilcisi komprador tekelci burjuva sınıf hayatı egemenlik altına almış durumdadır. Bu egemenlik durumuna son verilmedikçe, özgürlüğün önündeki ilişkiler tasfiye edilmedikçe kurtuluşa erişilemeyecektir. Kapitalist paradigma çökmüştür. Tarihsel bütün gelişmeler bunu ortaya koymaktadır. Kapitalizm ve özgürlük tarihsel düşmanlar durumundadırlar.
Bu açıdan halk hareketi, birleşik bir toplumu anlama teorisi ve Halk kitleleri ezilen olarak ezenin bu sınırlarını meşru göruygulama yöntemleri mez, haklılık ve uyum zorunluluğunu hissetmez. Uyum zoolarak günün, dörunluluğu egemenlerin en isterik ve can siper savunusudur. nemin devrimci olaHatta onlar, kitlelerin sesiz sedasız yaşamasını ister. Ama rak karşılanmasını gerçek hayat buna kadir gelmez, bundan dolayı bu yasallıkgerekli kılmaktadır. Sözün özü, eylem ları öne sürerek, dizginleyerek cezalandırmayı uygular. Devyükseltilmeli, anlayış let örgütlenmiş şiddettir. Açık zor örgütleri, resmiyetli yasaluygulamalara dönüşlıkları ve örgütlerinin toplamıdır. türülmeli ve kitlelerin her gelişimi sosyal, siyasal, kültürel, ekoKomprador tekelci burjuvazi resmiyetçi nomik politika ve hedefler ile kurumsallaşyasallığı, toplumsal demokrasi, toplumsal tırılmalıdır. düzen ve eşitlik olarak önümüze sürmüş durumdadır. Dolayısıyla sınırları belirlenmiş Halk hareketi, siyasal alanda kurum, tarz ve olan yaşam yönelimi bizi esarete sürüklearaçları bağlamında bir gelişim ve hedefleyen ana kaynaktır. Kitlelere bu yasallıklara rin açığa çıkarılmasını gerekli kılmaktadır. uyularak bir tepki koymasını istenmektedir. Düşün kültür ve sanat alanında ha keza Bu tepki öyle parçalayıcı ve öyle şekilsizdir eleştirel yaratım ve estetik düzeyini gelişti-
67
ki, başka acıdan “kabullen yaşa” dayatmasıdır. Öte yandan tepki biraz sistemli olunca, en alt demokratik kıstasların istemi bağlamında ifade bulunca, devletin iki zoru olan açık şiddetle ezme ve resmi yasallık ile yıldırma yönelimi hemen devreye girmektedir. Bu dayatma “kabullen ve yaşa” anlayışı, “biat et, şansını zorlama” tehdidi ve onun uygulanmasıdır. Bu tehdidi ve biatı referans kabul etmek halkın değimi ile havanda su dövmektir. Buradan halk için demokrasi çıkmaz, çıkarılamaz. Halk kitleleri ezilen olarak ezenin bu sınırlarını meşru görmez, haklılık ve uyum zorunluluğunu hissetmez. Uyum zorunluluğu egemenlerin en isterik ve can siper savunusudur. Hatta onlar, kitlelerin sesiz sedasız yaşamasını ister. Ama gerçek hayat buna kadir gelmez, bundan dolayı bu yasallıkları öne sürerek, dizginleyerek cezalandırmayı uygular. Devlet örgütlenmiş şiddettir. Açık zor örgütleri, resmiyetli yasallıkları ve örgütlerinin toplamıdır. Kitleler kaybetmiş durumdadır, dolayısıyla kazanmak için bu devletin öne sürdüklerini kabullenemez, çizdiği çizgileri anlamlı göremez ve uyma yaklaşımı gösteremez. Çünkü bu ezilmenin sürdürülmesine yol açmaktadır.
Bu mücadele, kurulu işleyiş tarzı olanla ona karşı olanın yeni ve kendi tarzında çatışmasını açığa çıkarır. Keyfi istem değil nesnel hayatın gerçeği olarak bu durum oluşur. Yani kaçınılmaz olarak haklarını savunmak, özgürlük ve kurtuluşunu gerçekleştirmek; her halükarda var olan ve işler olan burjuva sistemin bütün alanlarında meşru direniş temel alınarak göğüslenmesi, geriletilmesi ve ortadan kaldırılmasını zorunlu kılar. Resmiyetçi yasallık ve devlet zorunun askeri temelini bütünlüklü olarak ortadan kaldırmaya götürecek olan, her alanda meşruluğu temel alıp gelişen ve sistemleşip ilerleyen bir mücadele hattını gerekli kılmaktadır. Meşruluk eylem yönelimi olduğu gibi, meşruluk; siyaset ve araçların uygulanmasıdır.
Bu anlamda burjuva yasallığı engel iken bu engelin ötesine geçilemez olarak tasavvur edip kitle pratiğini buzlu sulara gömmek, tehlikeli ve uzlaşmacı bir çizgidir. Belirli anlamda eylemin, sözün hükmü ve anlamı olmakla birlikte stratejik olarak doğruyu sabote etmeye de vesile olur. Sosyalizm programını kendine referans alan bir halk hareketi yaklaşımı zorunlu olarak meşruluğa dayanmalıdır. Sistemin her yanında kitlelerin gedikler açarak direniş ve varoluşu gerçekleştirmesini sağlamak durumundadır. Gerisi laf-ı güzaftır.
Halk hareketi meşruluğu ve fiili hattı kendisine temel alır. Meşru direniş ve meşru kurumsallaşma alternatifliliğidir. Sömüren tahakkümcü sınıfın geriletilmesi ezilen kitlelerin özgürlüğü için ana yöntemdir. Halk kitleleri, neden eziliyor, nasıl eziliyor ve kim eziyor oldukları sorularının cevabını teorik olarak bilmeyebilir. Ama pratik olarak yaşamaktadır. Bu yaşayış bir eziliş bilgisidir. Sadece sistemli ve bilimsel izahat ve kurtu-
68
luş, yaklaşıma dönüştürülememiştir onlar açısından. Bu durum ezeni tarif ettiği gibi ezene karşı kendi haklarına ve yaşamsal ihtiyaçlarına dönük bir direnme ve var etme mücadelesini açığa çıkarır.
Kitleler için var oluşlarını özgür kılmak, mücadeleden ve bu mücadele içinde alternatif toplumsal projeyi hayata geçirmekle gerçekleşir. Devrimci şiddetin tarihsel haklılığı ve gerekliliği bu bilimsel olgudan dolayı oluşur. Zorun zorunluluğunun halk için anlamı buradan gelir. Bunu ötelemek sadece kitleleri sistemin yedeğine çekmektir. Bu anlamıyla halk hareketi denince burjuva sistemin yasal çerçevelerini aşan bir aklın zorunluluğundan bahsedilmektedir. Halk
kitlelerinin çeşitli resmi yasallıklarını devrimci iktidar için kullanmak her şey olmadığı gibi, hiçbir şey olmadığı anlamına gelmiyor. Bunlar kullanılırken bile meşruluğu temel alarak, eylem, söylem ve yöntem olarak gedikler açılması gerektiğini kavramak durumundayız. Mesele araç değil, araçla ne yapıldığıdır. Bu anlamda burjuva yasallığı engel iken bu engelin ötesine geçilemez olarak tasavvur edip kitle pratiğini buzlu sulara gömmek, tehlikeli ve uzlaşmacı bir çizgidir. Belirli anlamda eylemin, sözün hükmü ve anlamı olmakla birlikte stratejik olarak doğruyu sabote etmeye de vesile olur.
tarihsel olarak çeşitli isimlendirilmeler almış öz savunmadır. Değerlerini ve geleceğini savunmak ezen sınıfa karşı topyekûn bir öz savunmadır. Öz savunma; hayatı savunma haklarını savunma olarak bir yanıyla kazanımların korunması iken diğer yandan sınıfsal sömürünün tarihsel temellerinin ortadan kaldırılması için insanlığın ilk çıkışı
Sosyalist bir halk hareketi yaratmak; kesinlikle siyasal, kültürel ekonomik vb. biçimlerde ezilen kitlelerin yaşamın bütün alanlarında kendi özgül tarz tartışmasını ve birleşik bağlamını doğru kurması gerekliğini istemektedir. Bu anlamıyla, işçi sınıfının örgütsel ayakları, köylü kitlelerinin örgütsel ayakları, kadın, gençlik, yerel yönetimler, kültür sanat kurumları ve oluşumları, basın faaliyeti, askeri güçler, çevre örgütlenmeleri, ezilen ulus, azınlık milliyet ve inançlar vb. alanlarındaki onlarca özgül çalışma güçleri, bir halk hareketi yaratmayı kendi alanlarında kapsamlı bir tartışmaya dönüştürüp, anlayışı geliştirmeli ve uygulamaları güçlendirmelidir. Program temelinde var edilen birlik derinleştirilerek, yeni sonuçlar üretmelidir. Gerçek anlamda bir halk hareketi bunu gerekli kılmaktadır. Bunun için bir halk hareketi nasıl yaratılmalıdır tartışmasını bütün alanlarda yükselterek somut bir başlangıç oluşturabiliriz.
Sosyalizm programını kendine referans alan bir halk hareketi yaklaşımı zorunlu olarak meşruluğa dayanmalıdır. Sistemin her yanında kitlelerin gedikler açarak direniş ve varoluşu gerçekleştirmesini sağlamak durumundadır. Gerisi laf-ı güzaftır.
Açık askeri şiddet örgütlerinin ve genel halk silahlanmasının ötesinde meşruluk hayatın her alanında kitlelerin başvurduğu mücadele yöntemidir. Sadece askeri ve belirli evrede ortaya çıkacak olan genel halk silahlanması ile sınırlandırılsa bu derin uykudan uyanmak mümkün değildir. Ezenlerin meşruluğu yoksa ezilenlerin her cevabı, her pratiği meşrudur. Ve bu, bütün fiili tarzlarıyla meşrudur. Tabi burada kast edilen komünizm ve sosyalizmin değerlerine uygunluk durumudur… Bu anlamıyla meşru hareket bir anlamıyla
olan komünal toplumsal hayat ve değerlerin bilimsel içeriğinin savunusudur. Hayatın bir yanında kazanımları koruma olarak her türlü direniş tarzının geliştirip uygulanması iken diğer yandan hayatın bütünü üzerinde egemen olan emperyalist dünya gericiliği ve onun uzantısı olan tekelci burjuvazinin geriletilmesi için kendi değerlerinin habitatını var etmedir. Bir yanı koruma bir yanı var etme mücadelesidir. Var etme ve koruma sınırları belirlenmiş bir şey değildir. Bir hamle hem korumayı içerir hem var etmeyi. Burada kategorik bir ayrıma tabi tutularak işlenmesi, anlaşılır kılınması içindir. Var etme; hayata geçirme, hayatı yeni temelde, yeni anlayış, yaklaşım ve araçlar ile sürdürme, kesinlikle topyekûn kitle dirilişi ve
69
kitle militanlığıdır. Bu sisteme, sistemli cevap veriş anlamına gelmektedir. Bu anlamda yeni dünya, yeni toplum, yeni insan ve yeni uygarlık çıkışıdır. Bu da var olan bu sistemin damgasını taşıyan ekonomik, sosyal, siyasal, askeri, kültürel bütün boyutlarda mülkiyetçi ve erkek egemen anlayışla kuşatılmış hayata karşı, ezilen kitlelerin özgürlük yaklaşımının üretimini hayata geçirmektir. Bu demektir ki halk hareketi, değer ve değersizliğin ölçütlerinin hayatın her hücresinde yerle bir edilerek ezilenlerin yeniden yarattığı bir kalkışmadır. Bu anlamda halk hareketinin oluşumu verili bütün yargılar ve uygulamaların eleştirisi olarak, kendini var etme olarak meşruluk temeli üzerine oturur. Bu anlamıyla halk hareketi, ezilenlerin, hayatı, günü, geleceğini savunma ve var etme temelinde geliştirdikleri öz savunmasıdır. Devrimci savaştır. Halk hareketinin oluşması ve gelişmesi meşru direnişin oluşması ile sağlanabilinir. Biçimler çoğulluğu hayatın bütünsel ilişkilerinden gelir. Bu bir klişedir ama gerçek olmadığı anlamına gelmez. Örnekler isek, kadın özgürlük pratiği, egemen olana karşı öz savunma anlamında var olma ve var etme olarak mevcut zihniyetin uygulamaların ve sınıfsal ilişkilerin eleştirilmesini ve aşılmasını gerektirir. Bu yaklaşım yeni temelde bir çıkışı var etmeyi gerektirir ki, egemen olanın gerici yapısını karşısına alarak yok etme ancak bu tarz bir yöntemle olur. Bu anlamıyla kopuşun derinliği ve köklülüğü onun yeni bir haklılık ve değer tarzını yaratır. Bu fiilli çıkışlarla mümkündür.
70
Marks ‘Maddeler arasındaki ilişki, insanlar arası ilişkinin biçimidir’ belirlemesinde bulunmaktadır. O halde maddi temelin dönüştürülmesi bütün değer ve ölçütlerin anlamlarında dönüştürülmesine vardırılmak durumundadır. Üst yapı, ideoloji, felsefe, siyaset ve bunlarla beraber tanımlayabilinecek yüzlerce başlık altında bu durum gerçekleştirilmek durumundadır. Bu bir egemenlik biçimine son veriştir. Bu verili bütün algı ve anlayışın sıralı kurallıklarını hiçe sayıcı çıkışıdır. Sosyalist bir halk hareketi yaratmak; kesinlikle siyasal, kültürel ekonomik vb. biçimlerde ezilen kitlelerin yaşamın bütün alanlarında kendi özgül tarz tartışmasını ve birleşik bağlamını doğru kurması gerekliğini istemektedir. Bu anlamıyla, işçi sınıfının örgütsel ayakları, köylü kitlelerinin örgütsel ayakları, kadın, gençlik, yerel yönetimler, kültür sanat kurumları ve oluşumları, basın faaliyeti, askeri güçler, çevre örgütlenmeleri, ezilen ulus, azınlık milliyet ve inançlar vb. alanlarındaki onlarca özgül çalışma güçleri, bir halk hareketi yaratmayı kendi alanlarında kapsamlı bir tartışmaya dönüştürüp, anlayışı geliştirmeli ve uygulamaları güçlendirmelidir. Program temelinde var edilen birlik derinleştirilerek, yeni sonuçlar üretmelidir. Gerçek anlamda bir halk hareketi bunu gerekli kılmaktadır. Bunun için bir halk hareketi nasıl yaratılmalıdır tartışmasını bütün alanlarda yükselterek somut bir başlangıç oluşturabiliriz.
Örgütlenme Üzerine...
Devrimde teorik-pratik, ayakta, kararlı, bilimsel bir duruş ve çizgi temelini esas almayan, dolayısıyla siyasi ilişkiler dışındaki geri ilişki biçimlerine dayanan anlayışlar esasta komünist parti ruhu ve kişiliğine terstir. Devrim faaliyetine cevap olamayan bir örgüt ve kadro, bir etiket taşıyor olsa bile reel gerçekte devrimin silahı durumunda değildir. Komünizm için yeni mevzilerle ilerlemeyen, ideolojik siyasi seviyesini yükseltmeyen, komünistleri, sınıfı, halkı birleştirmede mütemadiyen mesafeler kat etmeyen, nitel inşayı derinleştirmeyen, stratejik konumlanmayan, kibir ve gösterişten uzak komünizmi içselleştirip bir kültür ve kişilik olarak yükseltmeyen bir örgüt ve birey, problemlerden ciddi şekilde muzdarip demektir. Geçmişini veya geçmiş mirasını tükenmez bir kredi olarak kullanan, bura üzerinden yükselmekle yetinen ve aktüelleşmeyen bir örgüt ve kadro gelenekçiliği aşıp geleceği kuramaz.
Proletaryanın burjuvaziye karşı yürüttüğü sınıf mücadelesinde kullandığı yegâne araç-silah, örgüttür. Sınıf mücadelesinin aracı olan örgüt; rolsüz, inisiyatifsiz, disiplin ve ilkelerden yoksun bir hurdalık yığını olamaz. Sınıf mücadelesinin olmazsa olmazı olan örgüt, sınıf mücadelesinin ciddiyetini taşımakla birlikte, bu ciddiyette nitelik edinmek durumundadır. Örgüt araçtır, fakat sıradan, alelade değil, stratejik bir araçtır. O halde stratejik değerde olan örgütün tepeden tırnağa gerekli donanıma sahip olması veya bu donanıma ulaşması zorunludur. Örgüt, sınıf devrimi perspektifi ve bilimsel sosyalizm teorisini benimseyen kararlı insanlar topluluğu olmak durumundadır. Örgüt belli özelliklerde burjuva, bunun tersi belli özelliklerde ise proleter olmak üzere temelde iki nitelik gösterir. Diğer biçimler bu iki ana örgüt niteliğinin melezleri, ara katman ve gruplarının ifadesi olarak var olurlar. Ama her biri son tahlilde ya burjuva karakterli ya da proleter karakterlidir veya bunlardan
birinin cephesindedir… Örgüt, örgütsel ilkelerle birlikte örgütsel pratik veya sosyal pratik çehresi, ideolojik, teorik, siyasi temelleri, felsefi ve ideolojik niteliğiyle birlikte devrim projesinin tüm gereksinimlerini ifade eden genel siyasi çizgisinde anlam kazanır. Burjuva örgüt, imtiyazcı, sömürücü ve çıkarcı doğası gereği “patrona itaatkâr”, şükürcü, boyun eğen hizmetliler arar. Komünist örgüt; komünist ideoloji, komünist teori ve komünist siyaset kültürüdür. Komünist kişiliktir veya bundan bağımsız değildir. Örgüt ve örgüte dâhil bireyler bu konularda devrimin gereklerine ve gereksinmelerine cevap olmak durumundadır. Aksi halde örgütün pratik niteliği zaafa uğrar veya sorgulanır hale gelir. Örgütte her insanın mevzilendirilmesi bu temel kritere uygun olarak ele alınır, alınmalıdır. Devrimde teorik-pratik, ayakta, kararlı, bilimsel bir duruş ve çizgi temelini esas almayan, dolayısıyla siyasi ilişkiler dışındaki geri
71
ilişki biçimlerine dayanan anlayışlar esasta komünist parti ruhu ve kişiliğine terstir. Devrim faaliyetine cevap olamayan bir örgüt ve kadro, bir etiket taşıyor olsa bile reel gerçekte devrimin silahı durumunda değildir. Komünizm için yeni mevzilerle ilerlemeyen, ideolojik siyasi seviyesini yükseltmeyen, komünistleri, sınıfı, halkı birleştirmede mütemadiyen mesafeler kat etmeyen, nitel inşayı derinleştirmeyen, stratejik konumlanmayan, kibir ve gösterişten uzak komünizmi içselleştirip bir kültür ve kişilik olarak yükseltmeyen bir örgüt ve birey, problemlerden ciddi şekilde muzdarip demektir. Geçmişini veya geçmiş mirasını tükenmez bir kredi olarak kullanan, bura üzerinden yükselmekle yetinen ve aktüelleşmeyen bir örgüt ve kadro gelenekçiliği aşıp geleceği
tejik konumlanma, dört eskiye karşı Kültür Devrimi derslerine dayanıp ilerleterek ve onu her daim rehber alıp süreklileştirip uygulayarak yürüme sentezidir. Komünist ya da iyi örgüt olma öncelikle bir teknik ustalık, uzmanlık değil, “önce kızıl” denilen komünist ideoloji-siyasetle birleşme, uygulamadır. ‘Kızıl bayrağa karşı kızıl bayrağın sallandığını’ da tüm tecrübeler ışığında unutmadan kızıllık perspektifi sıkı tutulup ilerletilmelidir. Sorun, son tahlilde çizgi sorunudur. Örgüt önemli ama çizgi tayin edicidir… O halde örgütün sağlam veya bilimsel bir çizgi ya da ölçüler toplamıyla donatılması ertelenemez ihtiyaçtır. Bu, nitel örgüt yaratmaktan başka bir şey değildir. Nitel örgüt olmadan gerçekte ilerlemek hayaldir.
Proletarya ve emekçilerin gerici devlet mekanizmasını devrimci savaşla parçalayıp, iktidarı fethetmesinde; parti olmazsa olmaz bir gereksinimdir. Devrimin, komünizm başta gelen stratejik örgütsel silahıdır. Kitlelerin gücünü harekete geçirecek, nesne olmaktan çıkarıp devrimde özne kılacak öncü araçtır. Öncü olmak bir beyan ya da vaaz meselesi değildir. Bu devrimci komünist ideoloji, teori, siyasetin bilgisiyle donanmak, onu somut koşullara uygulamakta öncü sentezi yakalamak, pratikleştirmek bilincidir. İşte parti, sınıfın, emekçilerin bu bilinçle donanmış öncülerinin birliğidir. Sınıfı bu bilinç seviyesine çıkarmak, halkı bu bilinçle seferber etme kurmaylığıdır. Böyle bir kurmaya sahip olmadan, komünizme doğru yürünemez.
kuramaz. Bu durumda yaşamın her zerresinde olduğu gibi örgütsel yaşamda da olan sorunları kısır döngüye sürüp kişiselleştirerek düelloya dönüştürmeden nesnel zeminde objektif gerçeğe uygun anlamak ve çözümü örgütleyen bir sentezle donanarak sorunların üstesinden gelme görevi kuşkusuz ki önemlidir. Geleneksel fikir ve alışkanlıklar, geleneksel değerler ve kültürle eskinin üstesinden gelinemez. Aynı biçimde geleneklerinden tasfiyeci özde kopan savruluş ve sapmalarla da, eskinin ve yeninin sorunlarının üstesinden gelinemez. Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin derslerinden öğrenmek özellikle önemlidir. Stra-
72
Gerici emperyalist pragmatist felsefenin iş bitirici, nasıl olursa olsun ürün verici ekonomist ve bununla şekillenmiş çeteci, mafyacı çizgisine karşı komünist örgüt, komünizm için mücadelenin silahıdır. Partiyi, sınıfı, halkı bu amaç doğrultusunda birleştirme, seferber etme eylemidir. Böyle bir kapasite öncelikle nitel donanımlı bir örgüt gerektirir. Ve perspektif, aynı zamanda her faaliyetçiyi önderleştirmek, partileştirmek, kitleleri öncü fikirler ile birleştirip mevzilendirmektir. İş yapmayan, atıl, seyirci, önderliğe muhtaç, yönünü tayin edemeyen, kitlelerle birleşemeyen, üretemeyen, her alanda sürekli ilerleyemeyen bir komünist örgüt düşünülemez. Komünist örgüt, kitlelerin, öne
çıkmış güçlerin örgütlenmesi yerine, ön kapayan, gelişmeye ayak bağı olan anlayışlara meydan veremez. Bunları ileri çekme ve mevzilendirme bilinçli siyasal müdahale gerektirir. Uygun taktik siyasetler, stratejinin hizmetinde her dönem örgüt ve mücadele biçimlerinde ustalık gerektirir. Düşünce yöntemi ve çalışma tarzı somutta biçimlenmek durumundadır. Strateji, her somutta uygulanmayı, merkezi göreve göre biçimlenmeyi gerektirir. Topyekûn seferberlik laf olmaktan, siyaset yoluyla çıkarılır. Siyaset, devrimci partinin can damarı, ideoloji, teori kılavuzudur. İdeoloji ve teori siyaset ile ilişkilidirler. Ancak bir ve aynı şey değillerdir. İdeoloji, teori ve strateji her somuta başarı ile uygulanamazsa ok hedefe gönderilemez. Komünist partisi, komünizm için mücadelenin aracıdır. Bu doğrultuda halkı bilinçli seferber etme silahıdır. Komünist örgüt, insanlarla birleşmiş, koordine olmuş, eyleme dönüşmüş komünist bilinçtir. Dolayısıyla eylemsiz, seyirci, kitleleri sevk etmekten azade komünist örgüt düşünülemez. Toplumsal ihtiyaçların ürünü olan örgüt, bu ihtiyaçlara çözüm olma gücüdür. Çözüm gücü olabilmesi, hareketin gelişmesi ve değişmesine vakıf olması ile bilinçli müdahale silahı işlevselliğini de getirir. Bu işlevsellik somut koşullarda uygun mevzilenmeyi, hareket statik olmadığına göre, tek düze olmamayı gerektirir. Proletarya ve emekçilerin gerici devlet mekanizmasını devrimci savaşla parçalayıp, iktidarı fethetmesinde; parti olmazsa olmaz bir gereksinimdir. Devrimin, komünizm başta gelen stratejik örgütsel silahıdır. Kitlelerin gücünü harekete geçirecek, nesne olmaktan çıkarıp devrimde özne kılacak öncü araçtır. Öncü olmak bir beyan ya da vaaz meselesi değildir. Bu devrimci komünist ideoloji, teori, siyasetin bilgisiyle donanmak, onu somut koşullara uygulamakta öncü sentezi yakalamak, pratikleştirmek bilincidir. İşte parti, sınıfın, emekçilerin bu bilinçle donanmış öncülerinin birliğidir. Sınıfı bu bilinç seviyesine çıkarmak, halkı bu bilinçle seferber etme kurmaylığıdır. Böyle bir kurmaya sahip olmadan, komünizme doğru yürünemez. Ön-
derlik fonksiyonunun başta gelen özelliğidir bu. Bu özellik, teori-pratiğin birliğidir. Fokocu ve ekonomist kendiliğindenciliğe, her yönlü kuyrukçuluğa, konjonktürel refleksleri aşmayan dönemsel eylemciliğe savrulmamak, stratejik konumlanmak, burjuva devrimciliği aşarak geleceğe bilinçle yönelmek başka türlü olanaksızdır. Kitlelere doğru siyaset götürmeyen, pratikte doğru ile yanlışın ayrımını gösterip emekçileri eğitmeyen, örgütlemeyen bir önderlik iddiası komünist olamaz. Zira doğru komünist önderlik, komünist çizginin, komünist strateji ve taktiğin uygulanması, kitlelerin gücünün bu temelde maddileştirilmesidir. Doğru siyaset onunla birleşmiş, uygulamada öncü rolü temsil edebilecek önderlik, onunla birleştirilmiş örgüt ve kitlelerin birliğiyle icra edilir. Körce hareket etmemenin, eylemin bilinçli birliği ve yükseltilmesini sağlamanın yolu budur. Kolektif önderlik sorumluluğu böyle gerçekleştirilebilir. Kitlelerden kitlelere siyaseti uygulamamız; fikirlerin merkezileştirilmesine doğru bir önderlik altında örgüt ve kitleleri dâhil etmemizi, çağrılarımızı başarılı kılmamızı sağlar. Uzman bürokratların, siyaseti elitlerin işi gören “üstün akıllı” seçkinlerin, yani kitleleri sürü, örgütü alt memurlar topluluğu gören bilcümle özde burjuva yönetim makinelerinin anlayışlarına karşı sentezlerimiz (Muhasebe, İdeoloji, Program Belgeleri) temel önemdedir. Komünizme ulaşmak, her yerde bunun için proleter dünya devrimi ve bunun önkoşulu olarak sömürücü gerici devlet mekanizmasının devrimci savaşla yıkılması, proletarya ve emekçilerin iktidarının tesis edilmesi, bir geçiş dönemi olan tüm sosyalizm boyunca komünizme kadar proletarya devriminin sürdürülmesi, proletarya enternasyonalizminin her yerde proletarya partisi örgütlenmesinin ortak evrensel özellikleridir. Proletarya iktidarı öncesi, yani gerici devlet koşullarında proletarya partilerinin devrimci savaş örgütü olarak illegal organize olması tarihsel zorunlulukların vazgeçilmez gereğidir. Keyfi özel bir tercih meselesi değil. Proletarya devriminin aracı olarak, proletarya
73
Komünist parti kendisini mutlak ve tek bir biçime hapsedemez. Sınıf savaşımının koşullarındaki değişikliklere bağlı olarak gerekli örgüt biçimlerini devreye sokmak zaruridir. Amaca hizmet eden, onu zayıflatan ya da yiyen değil, güçlendiren araçlara gerekli imtina gösterilmelidir. Anlamamak hareketin objektif yasalarına karşı durmaktır. Doktriner olmaktır. Elbette tüm örgütlenmeler içerisinde parti örgütlenmesi esastır. Parti örgütlenmesi, donmuş ve statik bir reçete değildir.
örgütlenmesinin hiçbir biçimi burjuva icazete sığmaz, sığdırılamaz. Düzenin meşruiyetine mazhar kalmaz, kalamaz. Tarihsel gerçeklerin ortaya çıkardığı bu evrensel tecrübe asla unutulamaz. Bir diğer yön de şudur: Komünizm ortak evrensel amacı için, proletarya devrimi ve örgütlenmesi, her bir parçadaki iktisadi, siyasi, sosyal koşulların farklılığından ötürü görevler ve örgütlemede ---içerikte değilsomutta özgün biçimler alır. Özgünlükler evrenseli, evrensel zorunluluklardaki biçimi dıştalamaz, birbirlerinin karşısına konulamaz. Kendine özgü durumlar, devrimin her bir yerdeki özgün aşamaları, sınıf savaşımının her bir yerdeki özgün koşullarını önemserken komünist partilerin örgütlenmesinin her yerdeki ortak temeli de aşikârdır. Bu kavrayış; dar ulusalcı, milliyetçi yaklaşımlara karşı proleter enternasyonalist çizginin ve de onun her bir özgülde, biçimde farklılık gösterecek görevlerinin genelde ortak temeldeki yürüyüşünü bilinçli ele almaya götürür. Komünist saflarda bu noktalarda çeşitli sapmalar söz konusudur. Muaf olmadığımız bu problemlerin üstesinden gelmek görevlerimiz arasındadır. Hem dünyanın her bir parçasındaki hem de hareketin gelişmesinin her bir aşamasındaki sınıf bilinçli proletarya örgütlenmesinin özgün yanlarına dikkat gösterilmelidir. Nasıl strateji taktiği yadsıyamazsa, aksine stratejinin hizmetinde ve başarısı için bizzat öngörür ve onun aracılığıyla da hayata geçirilirse, bu örgütlenme açısından da geçerlidir. Komünist parti kendisini mutlak ve tek bir biçime hapsedemez. Sınıf savaşımının ko-
74
şullarındaki değişikliklere bağlı olarak gerekli örgüt biçimlerini devreye sokmak zaruridir. Amaca hizmet eden, onu zayıflatan ya da yiyen değil, güçlendiren araçlara gerekli imtina gösterilmelidir. Anlamamak hareketin objektif yasalarına karşı durmaktır. Doktriner olmaktır. Elbette tüm örgütlenmeler içerisinde parti örgütlenmesi esastır. Parti örgütlenmesi, donmuş ve statik bir reçete değildir.
Amaç-Araç İlişkisi Devrimci savaş, dünya görüşümüz Marksizm-Leninizm-Maoizm’in önderliğinde devrimci dönüşümü yaratan devrimci savaş çizgisinin her alanda yaşamsallaşmasıyla pratikleşir. MLM bilimsel çizgi ile donanmayan ve bu donanımı sınıf mücadelesinin her alanına uyarlayamayan bir örgütlenme tarzı, devrimci savaşıma önderlik yapamayacağı gibi, devrimci savaşın başka vazgeçilmez kriteri olan örgütlü bileşenini de devrimci biçimde dönüştüremez. Sınıf mücadelesinin yasaları içinde toplumsal yaşamı komünizm doğrultusunda değiştirme eylemi ile kendimizi değiştirme ve geliştirme eylemimiz kopmaz bağlarla birbirine bağlıdır ve bu diyalektik ilişki içinde her faaliyetçi amaç doğrultusunda kendisini örgütleyebildiği oranda örgüte gerçek anlamda nitel bir katkı sunar. Her örgütsel yapının bir amacı vardır ve her siyasal örgüt amaçlarına uygun konumlandırılır. Amaç-araç ilişkisini MLM tarzda ele almayan hiçbir pragmatist tarz benimsenemez. Zira örgütlenmede nitel inşa esastır. Nicelik bu nitelik temelinde yaratılmalıdır.
Demek ki, örgüt olsun diye bir örgütsel çalışmanın içerisinde olmak, burjuva ve küçük-burjuva sınıf dokusunun ideolojisinden beslenen çizgide örgütsel çalışmalara yön vermek Maoist komünistlerin tarzı değildir. Komünistlerin örgütlenme anlayışı, komünizm için devrimci savaşın hizmetinde olan, bu temelde siyasal iktidar perspektifi ile örgütlenme yürüyüşüdür. Örgütlenme, aynı amaç için konumlanmış işlevli kolektif bir çalışmadır. Her örgütlenmede bu genel bir doğrudur. Devrimci mücadelenin gereklerini birey olarak yapmaya çalışmak, kişiler üzerinden sürecin ihtiyaçlarına cevap olmak, örgütün niteliğini bireyler üzerinden açıklamaya çalışmak, şekilsiz ve devrim açısından sonucu olmayan bir çalışmadır. Biz tek tek bireylerin kapasitelerini bir plan ve bir program dâhilinde ortaklaştırıp nitel bir güce dönüştürmek durumundayız. Ve yine bu gücün, komünist ve devrimci tarzda niteliğe dönüşmesi, örgütsel ilkeler rehberliğinde uygulanmasıyla olanaklıdır. Örgütsel ilkelerin dejenere olmasından kaynaklı olarak burjuva hastalıkların oluştuğu ve bu hastalıkların örgütsel mekanizmaları tıkayacağı da acı bir gerçektir. Koşullar, olanaklar, mecburiyet gibi gerekçelerle örgütsel işleyişsizliği meşrulaştırmak ve devrimci savaşımızın nihai zaferini yaratacak örgütlerimizin temel formasyonu olan ilkelerinden ödünler vermek, amansız karşı koymamız gereken durum olmalıdır. Bu bağlamda öncünün çalışmasında örgütlenmenin kolektif irade üzerinden merkezileştirilmesi, merkezileşen kolektif iradenin eyleme dönüştürülmesi en önemli ilkedir. Nitelik ve içerik açısından örgütlenme uyumluluk arz etmeli ve mücadelenin ihtiyaçlarına cevap olmalıdır. Kooperatifler, sendikalar, çeşitli meslek kuruluşları, yöresel ya da inanç dernekleri gibi ekonomik, demokratik hak eksenli açık alan olarak ifade edebileceğimiz alanlardaki örgütsel çalışmaların aksine, proletaryanın öncü örgütü de elbette kitleler içerisinde bildiği çizgide mevzilenecektir. Güvenlik çizgisi önemli bir husustur. Güvenlik öncelikle ideolojik-po-
litik çizgi meselesidir ve buna bağlı olarak teknik yönü de olan bir husustur. Düşmanın kitlesel saldırı operasyonları açık olarak ortadadır. Buna karşı kitleleri seferber etmek, politik savaşçı bir ruhla direnmek birinci görevdir. Sorun bu saldırıya maruz kalmamak için gizlenmek, kaçmak, seyretmek şeklinde asla ele alınamaz. Ama güvenlik aynı zamanda, gerici rejimin kurumlarının, siyasi polisinin siyasetinden çalışma metotlarına kadar tanınması ve buna karşı uygun tedbirlerle savaş sanatını ele almayı da gerektirir. Her şeyden önce tek tek bireyler olarak üzerimizde bulunan hatalı ve zaaflı yanlarımızla bilimsel bir biçimde hesaplaşmak, devrimci savaşımıza zarar veren özel ve genel burjuva hastalıklardan kurtulmak, devrimci savaşımızın siyasal, ideolojik çizgisi ekseninde iktidar bilinciyle donanmak, geçmiş mücadele süreci içinde belirli nedenlerle yaşam hakkı bulmuş ve devrim mücadelemize ciddi zararlar vermiş yanlışlardan ders çıkarmak, buradan bilimsel bir kavrayış yakalamak, sürece bir adım önde başlamak için önemlidir. Sorun bireyler nazarında sonuçlar çıkarmak değil, örgütsel ve kolektif olarak sonuçlar çıkarıp yine örgütsel mekanizmada kolektif bir niteliğe dönüştürmektir. Yıkıcı, örgütsel işleyişi tanımayan, keyfiyetçi, bireyci, disipline gelmeyen, duruma ve kendi duruşuna göre örgütsel işleyişi ele alan, sekter, bozguncu tarzlar kuşkusuz ki bertaraf edilmesi gereken tarzlardır. Örgüt bilincinin kavranmadığı, denetim ve disiplinin olmadığı, altüst ilişkisinde amir-memur tarzının yaratıldığı, örgütsel faaliyetlerde kolektif iradenin işlemediği, örgütlü yoldaşların birbirlerine karşı ve devrimin görevleri ve genel meselelerde sorumlu davranmadığı, öncüye karşı görevlerini unuttuğu bir tarz, bırakalım devrimi örgütlemeyi, en basit yaşam öğesini dahi amacımız doğrultusunda örgütleyemez. Kendi bireysel işlerinde hassas, yetenekli, ama devrimin görevlerinde “yeteneksiz, kapasitesiz, kendiliğindenci, keyfiyetçi” davranmak, kendini devrimci savaşa adamamaktır. Her faaliyetçi bir dava insanı olma bilinciyle hareket etmelidir.
75
Devrim, bir alt üst oluş eylemidir. Sınıf mücadelesi ve devrimci eylemde bir alt-üst oluş gerektirmektedir. Her şeyden önce de düşünce yöntemi ve çalışma tarzımız da bunu gerektirmektedir. Eskiyenden köklü bir kopuş, yeninin bilimsel dünya görüşümüz ekseninde inşasıdır. Devrimci savaşımın öznesi olan biz devrimciler de kendi yaşamımızda bu yeniyi her daim inşa edip eskiyi yıkmak durumundayız. Gerek bu yenilenme için ve gerekse öncünün siyasal, ideolojik seviyesini daha ileriye taşımak için, MLM bilimsel dünya görüşümüzün rehberliğinde belirli bir birikime ulaşmak, devrimci savaşımıza büyük katkılar sağlayacaktır. Okuyan, araştıran ve bunu örgütsel mekanizmalarda bir niteliğe dönüştüren çalışma tarzı elzemdir. “Siyasal çalışma bütün çalışmaların can damarıdır” şiarı ancak böyle sınıf mücadelesinin mevzisinde konumlandırılabilinir. Devrim, bir alt üst oluş eylemidir. Sınıf mücadelesi ve devrimci eylemde bir alt-üst oluş gerektirmektedir. Her şeyden önce de düşünce yöntemi ve çalışma tarzımız da bunu gerektirmektedir. Eskiyenden köklü bir kopuş, yeninin bilimsel dünya görüşümüz ekseninde inşasıdır. Devrimci savaşımın öznesi olan biz devrimciler de kendi yaşamımızda bu yeniyi her daim inşa edip eskiyi yıkmak durumundayız. Gerek bu yenilenme için ve gerekse öncünün siyasal, ideolojik seviyesini daha ileriye taşımak için, MLM bilimsel dünya görüşümüzün rehberliğinde belirli bir birikime ulaşmak, devrimci savaşımıza büyük katkılar sağlayacaktır. Okuyan, araştıran ve bunu örgütsel mekanizmalarda bir niteliğe dönüştüren çalışma tarzı elzemdir. “Siyasal çalışma bütün çalışmaların can damarıdır” şiarı ancak böyle sınıf mücadelesinin mevzisinde konumlandırılabilinir.
Açık Alan Çalışması Genel iktisadi, siyasi yapı temelinde yükselen strateji, stratejik öncü örgütlenmesinin genel doğrultusunu çözümler. Aynı zamanda bu halkın devrimci savaş kuvvetlerinin, cephesinin inşa seyrini gösterir. Mücadelenin esas biçimini anlatır. Fakat tüm hareket bu genelden ibaret değildir. Onun, her bir somutun özelliklerini taşıyan özgün aşamaları ve bunların ortaya çıkardığı mücadele ve örgüt biçimleri vardır. Bu genel yönelim, açık alan çalışmasının sadece gerekliliğini değil aciliyetini de anlatır.
76
Devrimci savaş, her alanda ortak hedefe yürüyüşte topyekûn bir seferberliktir. Komünist çizgi önderliğinde halkın devrim merkezi yöneliminin başarısı için taarruzudur. Komünistlerin amaçları ile bağlantılı mücadele ve örgüt biçimleri; öncülerin özel bir tercihi değil, sınıf mücadelesinin seyri içinde ortaya çıkarlar. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, ülkelerin genel sosyo-ekonomik yapısı stratejiyi belirlemedeki objektif temeldir. Stratejik devrimci savaş çizgisini yönlendiren bu temelden kaynaklanan genel objektif yasalardır. Stratejik belirlemeler, merkezi görev ve hareketi statik kavrayan skolâstik lafazanlığa dönüştürülemez. Skolastizmin bir yönü II. Enternasyonalcilerin çizgisidir. Nispi refah dönemlerinin basıncıyla bir kültür ve alışkanlık haline getirdikleri legalist birikimci reformist çizgi, fırtınalı dönemde sınıf karakterleri gereği aynı ruhla yürüyerek ihanet mevzilerine yerleşti. Legalist, parlamenterist yol, onların, hem stratejisi hem de her koşulda alışık tapındıkları kıble idi. Mücadele biçimleri ve bunların örgütlenmesi basit bir şekilde ele alınamaz ve düşünülemez. Objektif koşullar ve bu koşullardaki değişikliklere göre farklı biçimler alır. İşte bunlar kavranmaz, bilinçli kılınmaz ve örgütlenmez ise ister sol ister sağ olsun özde aynı yönelime götürür. Doğru şudur; mücadele, biçimleri ve tarihi yönleriyle ele alınır. Tarih kurulmuş, tasarlanmış istenildiği gibi işleyen saat kadavrası
Doğru şudur; mücadele, biçimleri ve tarihi yönleriyle ele alınır. Tarih kurulmuş, tasarlanmış istenildiği gibi işleyen saat kadavrası değildir. Çelişki gereği dinamiktir. Diyalektik materyalizmin bakış açısı budur. Tarihsel gelişim, sabit ve klasik bir tekrar olamaz. Her bir an, koşullardaki değişikliklere bağlı olarak, değişik mücadele ve bunları örgütleme ihtiyacına kaynaklık eder. Anlamamakta ısrar edip, mücadeleyi, örgütlenmeyi tek biçime bağlayanlar ilkel “sosyalistlerdir.” Bu soyut formülcü doktrinci reçetecilik, diyalektik materyalizmin zıddıdır. değildir. Çelişki gereği dinamiktir. Diyalektik materyalizmin bakış açısı budur. Tarihsel gelişim, sabit ve klasik bir tekrar olamaz. Her bir an, koşullardaki değişikliklere bağlı olarak, değişik mücadele ve bunları örgütleme ihtiyacına kaynaklık eder. Anlamamakta ısrar edip, mücadeleyi, örgütlenmeyi tek biçime bağlayanlar ilkel “sosyalistlerdir.” Bu soyut formülcü doktrinci reçetecilik, diyalektik materyalizmin zıddıdır.
de tüzük ve hiyerarşileri açısından böyledir. Karıştırılamazlar. Bu kapsamda kitle örgütleri olarak ifade ettiğimiz örgütlenmelerin özgünlüklerini dikkate almak zorundayız.
Kitle Örgütleri
Bunlarla, öncü ve yan örgütleri arasındaki ayrım anlaşılmalıdır. Lenin’in “Ne Yapmalı?”daki sentezi referanstır. Bu sentezde sendikalar gibi kitle örgütleri hakkında söylenenler şunlardır: Söz konusu örgütler sömürü ve zulme karşı çıkan en geniş kitleleri kapsamaya açık olmalıdır. Programları, eylemlerinin içeriği ve önemi, buna göre şekillenmelidir. Böyle örgütlere girmek için komünist olma kriteri ya da komünist asgari-azami program dayatılamaz. Üye olmak için, komünist sınıf bilinci şart koşulamaz. Aksine düzene şu veya bu ölçüde tavır alan geniş kitleleri seferber edip tecrübeleri üzerinden eğitmek için bu örgütler ihtiyaçtır. Ve zaten sınıf mücadelesinin seyri içinde ortaya çıkmaktadırlar. Kooperatifler, sendikalar, meslek örgütleri vb. gibi örgütler her örgütlenme gibi özgün ihtiyaçların ürünü olarak ortaya çıkarlar. Programları bu özgün ihtiyaçlar temelinde yükselir. Öyle olmasa deyim yerinde ise bunca örgüt neyle izah edilecektir? Bu kadar örgüte ne gerek var? Tek bir örgüt yeter de artar demek gerekmez mi?
Kitle örgütleri, tek program, tek biçim, tekleşmiş görevler şeklinde değil somut ele alınmak durumundadırlar. Mesela Halk Ordusu gibi doğrudan öncünün önderlik ettiği savaş örgütleri vardır. Bunlar öncünün doğrudan önderliğindeki örgütlerdir. Ancak meslek odaları, kooperatif, sendika gibi ortaya çıkan demokratik kitle örgütlerinde durum farklıdır. Bu hem programları hem
Öncü ile geniş kitle örgütleri arasındaki ayrımları anlamayan Menşeviklerdi. Onlar, öncüyü, kitle örgütleri seviyesine indirgiyor, öncü üyeliğini sıradan sendika üyeliği ile karıştırıyorlardı. Program ve çizgi olarak öncüye girmek için ekonomik mücadele bilincini yeterli görüyorlardı. Komünist öncü bir örgüte gereksinim görmüyor, komünist bilincin, işçi ve emekçilerin mücadelesinin
Açık alan çalışması ve objektif koşullarla ilişkili söz konusu mücadele biçimi; işe yaramazların bir istihdam alanı ve burjuvazice kabul edilebilinen bir sitem, şikâyet sızlanması değildir. Devrimci savaşımın bir biçimidir. Lojistik ihtiyaç temini alanı değil, faal bir savaşım siperidir. Devrimci mücadele, savaş mevzisidir ve öyle olmalıdır. Mücadele ve örgütlenmede özgün biçimleniş bu gerçek üzerinde yükselmelidir. Mücadele ve örgüt biçimleri bencil çıkarlara ve keyfiyete göre değil, objektif koşullara uygun, esas ve tali ayrımı yapılarak, merkezi olarak devrimci savaş çizgisinin uygulanmasına göre belirlenir. Devrimci savaş merkezi görevinin bir halkası olarak açık alan çalışması, özel bir öneme sahiptir.
77
Çeşitli demokratik haklar zemininde ortaya çıkmış kitle örgütlerine parti programını dayatmak... Bu da bir parti tasfiyeciliğidir. Neden? Komünist mücadele programı ve görevlerini doğrudan bunlar üstlenecek ve kitlelere öncülük görevini bunlar yerine getirecekse partiye ne gerek var? Oysa isteyip istememekten bağımsız, sınıflı toplumlar gerçekliğinde tarihsel zorunluluklar itibariyle eşitsizliklerin sonucu olarak, sınıf, aynı seviyede bilince sahip olamaz. Herkes birden aynı anda uyanamaz. Parti ve önderlik, bunun sonuçlarıdır. Kitle örgütlerine öncünün programını, komünist ideolojik rehberlik görevi veren “sol lafazanlık”, parti ve kitle örgütlerini aynılaştıran, objektif olarak partiyi gereksiz kılan tasfiyeciliğin bir başka yönüdür. kendiliğinden seyri içinde kendiliğinden doğmayacağını, ancak bizzat onların hareketinin içinde yer alarak bu bilincin öncü tarafından dışarıdan götürüleceğini reddediyorlardı. Bu ekonomist, tasfiyeci çizginin bir başka varyantı da şudur: Çeşitli demokratik haklar zemininde ortaya çıkmış kitle örgütlerine parti programını dayatmak... Bu da bir parti tasfiyeciliğidir. Neden? Komünist mücadele programı ve görevlerini doğrudan bunlar üstlenecek ve kitlelere öncülük görevini bunlar yerine getirecekse partiye ne gerek var? Oysa isteyip istememekten bağımsız, sınıflı toplumlar gerçekliğinde tarihsel zorunluluklar itibariyle eşitsizliklerin sonucu olarak, sınıf, aynı seviyede bilince sahip olamaz. Herkes birden aynı anda uyanamaz. Parti ve önderlik, bunun sonuçlarıdır. Kitle örgütlerine öncünün programını, komünist ideolojik rehberlik görevi veren “sol lafazanlık”, parti ve kitle örgütlerini aynılaştıran, objektif olarak partiyi gereksiz kılan tasfiyeciliğin bir başka yönüdür. Her örgüt bir ihtiyacın ürünüdür. Örgütler, kendilerini var eden ihtiyaçlarla farklı özgün nitelikler gösterirler. Programları, eylemlerinin içeriği soyut değil, üzerinde yükseldikleri temel, ürünü oldukları ihtiyaçlar ve bu çerçevedeki görevlerle biçimlenir. Demokratik haklar temelinde ortaya çıkmış kitle örgütleri, programı ve eylemini buna göre şekillendirmek durumundadır. Varlığının nedeni budur. Ekonomik-demokratik mücadele de şüphesiz bir siyasal mücadeledir. Siyasal mücadele ile bunu karşı karşıya koyanlar Rus-
78
ya’daki Menşevikler gibi ekonomistlerdir. Ve buradan kendiliğindenciliğin teorisine çıkıyorlardı. Diyorlardı ki; ekonomik, demokratik mücadele içinde sınıfa ilkin ekonomik mücadele bilinci verilmelidir. Söz konusu mücadele içinde, sınıf, kendiliğinden “siyasal” dedikleri diğer “bilinç aşaması”na ulaşır. Evet, bu da bir siyasettir. Çizgidir. Program ve örgüttür. Eylemdir. Ama bu tartışmasız reformizm ve ekonomizmdir. Peki, doğrusu nedir? Ekonomik, demokratik mücadele ile siyasal mücadele karşı karşıya konup birbirinden kopuk ele alınamaz. Sınıf kendiliğinden mücadelenin seyri içinde komünist bilince ulaşamaz. Bunun için komünist öncüye gereksinim vardır. Ekonomik-demokratik, silahlı-silahsız, ezilenler zulme karşı zaten siyasal bir mücadele içerisindedirler. Bu sınıflı toplumların objektif bir sonucudur. Demek ki bu mücadelelere “siyasal nitelik kazandırma” gibi bir görev safsatadır. Söz konusu “görev verici” ahkâm kesiciliğe rağmen, herkesin iradesinden bağımsız ve sınıflı toplumlar gerçeğinin bir sonucu olarak, ezilen ve sömürülenlerin mücadelesi her durumda siyasal mücadeledir. Reformistlerden önce ezilenlerin mücadelesini zorla bastırmaya çalışarak egemenler, ezilenlerin eylemini zaten baştan itibaren siyasal kılmışlardır. Ezilenlerin eylemi şu veya bu şekilde bir siyasal mücadele olarak baştan itibaren sömürücü mekanizmaya yönelmiştir. Demek ki görev; “siyasal nitelik kazandırmak” değil, zulme ve sömürüye yol açan sebepleri, özel mülkiyet dünyasının gerçek-
Gösterme, komünist öncü bilinç ve onunla bütünleşmiş öncü örgüt ve önderlik gerektirir. Kendiliğinden mücadele içerisinde ezilenler, kendiliğinden böyle bir bilinci yakalayamazlar. Öyle olsaydı parti bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmazdı. Ufku, bazı iktisadi ödünler, demokratik haklar koparmanın ötesine geçmeyen, sömürücü düzenin göze çok batan bazı sivriliklerinin törpülenmesi, bu açıdan cilalanarak yeniden üretiminden ibaret olan kitleleri maddi dürtülerle uyutarak devrime yönelmekten alıkoyan revizyonizm ve reformizm baş tehlikedir. Bu tasfiyeci dalgakıran kararlı bir şekilde göğüslenmelidir. Göğüslemek için komünist ideolojinin rehberlik ettiği komünist devrimci genel siyasal çizgi ve her somutta pratikte konumlandırılması esas halkadır. lerini ve onun, devrimin görevlerini yerine getirecek devrimci savaşla aşılabileceğini, zulmün, sömürünün bir kader değil insanlığın sınıflara bölünmesinin tarihsel bir anı ve proletarya devrimiyle aşılabileceğini, pratik mücadele içerisinde bizzat yer alarak, dışarıdan ahkâm keserek değil, ezilenlerin eyleminin içinde ve onları tecrübeleri üzerinden eğiterek göstermek ve bu siyasal bilinci sınıfa taşımaktır. Gösterme, komünist öncü bilinç ve onunla bütünleşmiş öncü örgüt ve önderlik gerektirir. Kendiliğinden mücadele içerisinde ezilenler, kendiliğinden böyle bir bilinci yakalayamazlar. Öyle olsaydı parti bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmazdı. Ufku, bazı iktisadi ödünler, demokratik haklar koparmanın ötesine geçmeyen, sömürücü düzenin göze çok batan bazı sivriliklerinin törpülenmesi, bu açıdan cilalanarak yeniden üretiminden ibaret olan kitleleri maddi dürtülerle uyutarak devrime yönelmekten alıkoyan revizyonizm ve reformizm baş tehlikedir. Bu tasfiyeci dalgakıran kararlı bir şekilde göğüslenmelidir. Göğüslemek için komünist ideolojinin rehberlik ettiği komünist devrimci genel siyasal çizgi ve her somutta pratikte konumlandırılması esas halkadır. Kitlelerin mücadelesini küçümseyen, şablonlarına ve ulvi amaçlarına uymuyor, onları şiarlaştırmıyor gerekçesiyle es geçen, seyirci “ölümsüz ilkeler” karargâhlarına da komünist tarih tanıktır. Mesela Proudhon, Sol Otzovistler (Sol tasfiyeciler)… Mesela
ezilen ulus ve halkların, ezilen köylü kitlelerinin mücadelesini gelişmemiş, “barbar” toplulukların kaba-uygarlık dışı reaksiyonu gibi damgalayarak karşı gelen II. Enternasyonalciler… Uygarlığı, üretim araçlarının gelişme seviyesi-teknik ile ölçen ve bu noktada “ileri” olanları, “tarihi”, “modern” karargâhlar olarak adlandırıp, sınıf içeriği, niteliği, hedeflerini bir kenara bırakıp, emperyalist gerici devletleri, bir “uygarlık” abidesi olarak selamlayıp, sınıf mücadelesinde ileri atılan ezilen ulus ve halkları “baldırı çıplak”, “geri”, “cahil” sürülerin “barbar” cereyanı şeklinde gösterenlere hep tanık olduk. İleri-geri, uygarlık-barbarlık meselesinde de her şey gibi sınıflı toplumlarda anahtar sınıf çizgisidir. Dost ve düşmanın, devrim ile karşı-devrimi, eski ile yeniyi, ileri olan ile geriyi, barbarlıkla devrimi sınıf çizgisi ile ayırt edebiliriz. Bu son derece önemli ayrım çizgisidir, temsil edilerek ilerletilmelidir. Öncünün doğuşuna temel teşkil eden ideolojinin, donandığı teorinin, genel stratejik yöneliminin önemi ve güncelliği görülmeli ve kavranmalıdır. Kaypakkaya çıkışında da, ilerleme çizgisindeki ardıllarında da, düşman, kendisi açısından büyük stratejik tehlikeyi gördü. Evet, bu sadece emperyalist gerici egemenlere değil, onların ideolojik hegemonyalarının komünist saflardaki tahribatına da bir meydan okuyuştu. Diyalektik materyalist felsefenin, komünist politik ekonominin, komünizm için bilimsel sosyalist teorinin önemli bir hamlesiydi. Pozitivist burjuva aydınlan-
79
macı felsefe aşılmasaydı, Kemalist ideolojiye meydan okunabilir miydi? Bu “laik”, “çağdaş”, “cumhuriyetçi”, “uygarlık” diye adlandırılan kale, bir faşizm olarak tanımlanabilir miydi? “Barbar” diye aşağılanmaları bir yana, katledilmeleri vacip ilan edilmiş, komünist saflarda bile kabul görmüş “Dersim kabileciliği”nin “merkezi modern Cumhuriyet’e” entegrasyonu, “Cumhuriyet hukukuna birer vatandaş olarak ıslah edilmeleri” diye gösterilen Kemalist katliamları ne sayesinde deşifre edilebildi? Jön Türk, İttihatçıların ulusal devlet projesi -ki dünyanın o koşullarla ilişkili tarihsel modasıydınasıl göğüslenebilirdi? İnkârcı, asimilasyoncu, katliamcı cumhuriyetle merkezileşme konsepti, geleneksel ideolojik hegemonya, felsefe ve teoriden köklü kopulmasaydı nasıl açığa çıkarılabilirdi? Anadolu’nun kadim uluslarından Ermenilerin soykırımı, Dersim ve Kürt jenosidi nasıl lanetlenebilirdi? Dayandığımız ideolojik, teorik mirası derinden kavramak ve ilerletmek durumundayız. Yapacağız, yapmalıyız! Yapmak, uygulamaktır. Uygulamak, geneli dönemin koşullarıyla birleştirebilmektir. Yoksa doğruları lafız olarak tekrarlayan mirasyedilere döneriz. Böyle tarihimiz sahiplenilip ilerletilemez, dejenere edilir. Diğer meselelerde olduğu gibi, kitle örgütleri konusunda da genelde doğru bir çizgiye sahibiz. Öncü içerisinde bu ve diğer konularda önemli çizgi mücadeleleri yürütüldü, yürütülecektir de. Öncünün 1. Oturumu (1978)’nda genelde doğru bir yönelim ortaya konmasına rağmen hatalar da vardır. Ve bu anlaşılabilir. Ancak öğrenmezlik edilemez, hatalar meşrulaştırılamaz. Sürekli ilerlemeliyiz. Çizgi her zaman her bir dönemin koşullarıyla ilişkili genel görevleri ve yolu saptar. Değişen koşullarda ilerletilmelidir, ezbere sloganların tekrarına dönüştürülemez. Komünist ideolojinin doğma değil bir eylem kılavuzu olmasının anlattığı budur. Kaldı ki doğrular değişen koşullarda eskiyebilirler. Bu o koşullarda doğru olmadıkları ile değil, koşullardaki değişikliklerle ilişkili bir durumdur. Değişimi görüp, doğruları döne-
80
min sorunlarının üstesinden gelecek seviyeye çıkarmak, sıçramalı ve nitel ilerlemek yerine, geçmişin doğrularını yinelemek, ezberlenmiş nutukların tekrarıdır. Hareketin yasaları nesneldir. Bilgimiz buna bağlı gelişme durumundadır. Her bilgi doğduğu koşulların sınırlarını içerir. Doğa, toplum, her şey çelişki gereği değişim seyrindedir. Çizgi bu değişimleri anlamak, yeniden üretmeyi gerçekleştirmektir. 1. Oturum doğru bir yönelimi ortaya koydu dedik. Ancak kitle örgütü ve parti ayrımını yaparken, ayrım adına komünist siyasetten uzak duran, siyaseti yasaklayan trade-unioncu yaklaşımı da tamamıyla bilince çıkaramadı. Trade-unioncu bir çizgi de değildi. Kitle örgütlerinde tarafsızlık yönetimine de karşıydı. Buna karşın kitle örgütlerinde parti politikasının doğrudan propagandasına da objektif olarak karşı durdu. Genelde karşı olmasına rağmen anarko-sendikalist çizgiyi derinden mahkûm edemedi. Kısaca Lenin’in “Ne Yapmalı?” eserindeki sentezinin genel taraftarlığına rağmen, her açıdan bilinçli uygulama yolunda olunamadı. Bu hataların önderlik çizgisi olarak sahibi olan Bolşevik Partizan, bu sefer tersten yol aldı. Şüphesiz bu yeni programlarıyla da ilişkiliydi. Onlara göre, teori ve bunun için parti inşasında iç mücadele esastı. Tüm örgütler bu görevin doğrudan birer aracı olmalıydılar. Ve böyle ele aldılar. O döneme kadar, ekonomik demokratik mücadele temelinde yükseliyor dedikleri kitle örgütlerini enternasyonal komünist örgütler olarak rektifiye etme planını savundular. Kitle örgütlerinde siyaseti yasaklayan (objektif) çizgiden, komünist partisine emir komuta ile bağlı bir örgütlenme çizgisine geçiş biçimindeki sol ve sağ savruluşlar aynı ortak temele sahiptir. Hem bu lafazan ve hem de ekonomist hatalar dün de vardı, bugün de vardır. Doğru bildiğimiz çizgide hataları aşarak ilerleyecek ve bu yolda yürüyeceğiz. Sınıf mücadelesini basit bir şey olarak görmeyecek ve anlayacağız. Kuyrukçu değil kitlelerden öğreneceğiz. Hareketlerine yol açan çelişkileri anlayacağız.
Sınıf ve emekçilerle birlik, bir mühendislik ve tasarım meselesi değildir. Onları harekete geçiren çelişkilerin özgün niteliğinin kavranması, bilinçli müdahale ile seferber edilebilmeleridir. Devrim kitlelerin eseridir. Koşullarda ona hükmü geçirmeden devrime gidilemez. Tarihi parti yaratmaz. Verili koşullarda bilinçli yürüyüşe önderlik ederek kitleler yapar. Devrimi öncülerin yapacağını düşlemek geçerli olmayan boş bir dua ile avunmaktır. Devrim, hayattan onun nesnel çelişkilerinden ve bunun doğurduğu hareketten ayrı bir lafazanlık çağrısına dönüştürülemez. Bir emretme ile herkesin hizaya gireceği eylem değildir devrim. Objektif koşullara bilinçli müdahale ile harekete geçirilecek kitlelerin koordinasyonu, komünist çizginin objektif gerçeklerle birleştirilmesini gerektirir. Gerçeklerle birleştirilemeyen ezbere sloganların sedası akılda kalmayan bir nağmeye dönüşür. Sınıf ve emekçilerle birlik, bir mühendislik ve tasarım meselesi değildir. Onları harekete geçiren çelişkilerin özgün niteliğinin kavranması, bilinçli müdahale ile seferber edilebilmeleridir. Devrim kitlelerin eseridir. Koşullarda ona hükmü geçirmeden devrime gidilemez. Tarihi parti yaratmaz. Verili koşullarda bilinçli yürüyüşe önderlik ederek kitleler yapar. Devrimi öncülerin yapacağını düşlemek geçerli olmayan boş bir dua ile avunmaktır. Devrim, hayattan onun nesnel çelişkilerinden ve bunun doğurduğu hareketten ayrı bir lafazanlık çağrısına dönüştürülemez. Bir emretme ile herkesin hizaya gireceği eylem değildir devrim. Objektif koşullara bilinçli müdahale ile harekete geçirilecek kitlelerin koordinasyonu, komünist çizginin objektif gerçeklerle birleştirilmesini gerektirir. Gerçeklerle birleştirilemeyen ezbere sloganların sedası akılda kalmayan bir nağmeye dönüşür. Cephe ve eylem birliğinden bahsedip, devrimci savaştan söz edip halkı birleştirecek eylem ve örgüt birliğini hiçe saymak, bir devrimci savaş lafazanlığıdır. Tespit edilmiş dostlar, diplomatik bir selamlama korosu değil, harekete geçirilmesi gereken dinamik bir savaş kitlesidir. Ortak hedefe karşı eylem birliğinde, devrimin, sosyalizmin güçlerini birleştirme sorumluluğunu taşımayanlar, devrimi ciddi ele almayan, lafzıyla yetinenlerdir.
Sınıflar mücadelesi arenasında hiçbir sınıf ve birey kendi başına tarafsız değildir. Tarafsız kitle örgütleri ve birey yoktur. Demokratik kitle örgütleri, devrimin tarafıdırlar. Bu taraflılık, mücadelelerinin gereğidir. Fakat bu taraflılık, Troçki’nin ifade ettiği; sendikaları askeri hiyerarşi ile parti kumandasına alma biçiminde olamaz, olmamalıdır. Kitle örgütlerine önderlik, iknaya dayanmalıdır. Onları atanmış, dayatılmış gruplarla yönetme, öncü tabelası asma, kitleleri öncü karşıtlığına götürür. Sendikalar konusunda Troçki’nin görüşü buydu. 1920 Bütün Rusya 5. Sendikalar Konferansı’nda “Vidaları sıkıştırma ve sendikaları sarsma” anlayışıyla sendikalarda seçimi reddetti. Onları, parti atamalıydı. İkna yöntemi yerine emir ve zorlamayı geçiren bu politika kaçınılmaz olarak bölünme ve düellolara yol açtı. Partisiz kitleleri, partiye karşı hale getirdi. Sendikalar, kooperatifler, meslek kuruluşları gibi kitle örgütleri partinin ast örgütleri değildirler. İradeleri olmayan formel örgütler de değildirler. Parti önderliği sopayla değil uygulanan siyasetin doğruluğunun kitlelere benimsetilmesiyle sağlanır. Parti bu örgütlerde hücreleri ve militanları aracılığıyla örgütlenir. İkna, inandırma yolunu esas alarak önderliğini gerçekleştirir. Kaba talimat ve emirlerle değil. Sınıflı toplumlar dünyasında hiçbir birey, sınıf mü-
81
Siyasi niteliği ve hedefleri olmayan, burjuvazinin hileli silahı olarak emekçi halk kitlelerini bölüp parçalamayı hedefleyen neo-liberal saldırıların bir biçimi olan sivil toplumcu anlayışlar ve örgütlenmelere bizlerin ihtiyacı yoktur. Çünkü bunlar demokrasi mücadelelerine katkılarından ziyade, bilakis onu çürüten ve anlamsızlaştıran zeminde olup, burjuvazinin elinde demokrasi mücadelesini baltalayan ‘şekere bulanmış mermiler’dir. Bizlerin demokrasi ve sosyalizm mücadelesine dolaylı-dolaysız katkı sunan ve bu zeminde görev ve hedefler yüklenen gerçek manada demokratik kitle örgütlerine (DKÖ’lere) ihtiyacımız vardır. Sağ tasfiyeci işlev görenlere değil! Bütün mesele, bu kitle örgütlerinin biçimde alanlarına uygun şekillenip hareket etmesi ve özgünlüklerini unutmadan, görevlerini bulundukları zemine uygun biçimlerde yürütmeleridir. cadelesinin dışında, tarafsız ya da kendi başına değildir. Düşünceler de öyle… “Sivil toplum”cu sözde tarafsız(!) geçinenlere rağmen gerçek şudur ki, kitle örgütleri de bir taraftırlar. Ezilenlerden, emekçilerden, onların devrimci eyleminden yana taraf olmalıdırlar. Çünkü varlık nedenleri sınıflı toplumlar gerçekliğidir. Geniş yığınları sınıf bilinçli proletarya partisine yakınlaştırma bir görevdir. Bu görev, kitle örgütlerini parti büroları olarak görmeye, özgün görev ve rollerini parti ile karıştırmaya götürmemelidir. Ezilenleri objektif olarak köleleştiren, trade-unioncu(Kendiliğindencilik), önünde secde eden “siyaset dışı” kitle örgütleri anlayışı gibi, kitle örgütlerini her şey gören, öncünün rolünü yadsıyan, grevi ve sendikal örgütlenmeyi, devrimci savaş ve örgütlenmeyle ilişkisi içerisinde değil, yegâne tek yol olarak kutsayan anarko-sendikalist anlayış da yanlıştır. Sınıfsız sömürüsüz bir dünya için mücadele tek düze yürümez, yürüyemez. Değişik mücadele ve örgüt biçimleri hareketin karmaşık objektif gerçekliğinin bir sonucu olarak vardırlar, olacaklardır. Devrim bunun bilincinde bir seferberliktir. Amaca ulaşmak için ona uygun araçların tüm biçimlerine vakıf olunmalıdır. Son bir söz daha ekleyelim, sivil toplumcu anlayışın ürünü ve türevi olan ya da bu görüşten peydahlanan kitle örgütleri ile sosyalist ve devrimci anlayışa uygun olup bizzat bu anlayış tarafından geliştirilen demokra-
82
tik kitle örgütleri arasında önemli niteliksel farklar vardır. Bunların birbirine karıştırılmaması ne kadar şartsa, siyasi perspektifimize bağlı olarak doğrudan örgütlediğimiz demokratik kitle örgütlerinin iç işleyişindeki yarı-bağımsız demokratik yapısına rağmen bunların bağlayıcılık ve disiplin dâhilinde olmaları ya da böyle kavranmaları da bir o kadar şarttır. Demokratik kurumlarımız; demokratiklik zemini ve biçimlerinden, iç işleyişindeki bağımsızlık realitesinden veya demokratik kitle örgütü olma gerçekliğinden hareketle, siyasi parti ile bağları veya bunun önderliği ve/veya doğrultusunun özgün birer parçası olduklarıyla birlikte bağlayıcılıklarını unutamazlar. Şayet unuturlarsa onların sivil toplum kuruluşlarından, ekonomik, mesleki vb. şeklindeki sıradan kitle örgütlerinden farkı kalmaz. Siyasi nitelik ve hedefler taşımayan demokratik kitle örgütleri düşünülemez. Demokratik kitle örgütleri anlayışında bundan geri düşen anlayış, sivil toplumcu kitle örgütleri anlayışını bir adım ileri geçmez… Siyasi niteliği ve hedefleri olmayan, burjuvazinin hileli silahı olarak emekçi halk kitlelerini bölüp parçalamayı hedefleyen neo-liberal saldırıların bir biçimi olan sivil toplumcu anlayışlar ve örgütlenmelere bizlerin ihtiyacı yoktur. Çünkü bunlar demokrasi mücadelelerine katkılarından ziyade, bilakis onu çürüten ve anlamsızlaştıran zeminde olup, burjuvazinin elinde demokrasi mücadelesi-
Açık alan öncü çalışması atanmış efendiler kürsüsü değildir. Hiçbir örgütlenme böyle ele alınamaz. Üreteni eserine yabancılaştıran, onun karşısında nesneleştirerek köleleştiren sermaye dünyasıdır. Komünizm için mücadele araçları, yeni özel patronların faaliyetçileri nesneleştirdiği, iradesizleştirdiği yeni bir özel mülk alanı değildir. Acısı ve sevinciyle her şeyin paylaşıldığı, dayanışmanın, insanlaşmanın, amaçlanan toplumun üretildiği ve böylece gericiliği kahreden aşkın gönüllü birliğidir. Zorunlulukları fethetmiş ve dönüştürenin ilerleyişidir. Örgütlenmemizin her alanındaki yönelimi budur. Yönetmeyi, öncüyü, devleti aşma nihai amacındaki komünist çizgi elbette tarihsel zorunlulukların bilincindedir. Önderlik, zorunluluğunun, öncünün, emekçiler devletinin bilincindedir. ni baltalayan ‘şekere bulanmış mermiler’dir. Bizlerin demokrasi ve sosyalizm mücadelesine dolaylı-dolaysız katkı sunan ve bu zeminde görev ve hedefler yüklenen gerçek manada demokratik kitle örgütlerine (DKÖ’lere) ihtiyacımız vardır. Sağ tasfiyeci işlev görenlere değil! Bütün mesele, bu kitle örgütlerinin biçimde alanlarına uygun şekillenip hareket etmesi ve özgünlüklerini unutmadan, görevlerini bulundukları zemine uygun biçimlerde yürütmeleridir. Sosyalizmi reddederek ya da savunmayarak, demokrasi ve devrim mücadelesine kayıtsızlık yemini ederek ve devrimci halk kitleleri ile öncü hareketin genel eyleminin arkasında durmaktan sakınan, kitle sokak hareketlerinde direniş ve çatışma tavrından fersah fersah uzak duran, ne risk ne tehlike göze alıp toz pembe koşullarda bir demokratik mücadele tasavvur ederek demokratik kitle örgütü olma kimliğini korumak isteyen bir realitenin tüm siyasi-teorik temelleri çürüktür.
Sosyalist Halk Hareketi Şu durumda öncünün ideolojik-politik yöneliminin icrası durumunda olan bir politik kitle hareketi mevcuttur. Bu potansiyeli klasik demokratik kitle örgütleri biçiminde ele alamayız. Dünyada da bunun örnekleri mevcuttur. Peru Halk Hareketi ve Nepal’de benzer politik kitle hareketleri söz konusuydu. Bu tür hareketlerde gerçeği kavramak, potansiyeli bilinçli işlevselleştirmek durumundayız. Öncünün yönelimini donanmış
kitleleri klasik demokratik kitle örgütleri çerçevesinde ele almak onları geriye çekmek ve kösteklemektir. Esas ve tali, strateji ve taktiği ayrıştırarak, devrimci savaşın her bir alanında tüm mücadele ve örgüt biçimlerini kullanarak örgütlenmesi görevinin bir parçası da açık alan çalışmasıdır. Bu alan bir savaş siperi olarak kavranılmalıdır. Devrimci savaş merkezi görevdir. Tüm mücadele ve örgüt biçimleri bu merkezi görevin halkasıdırlar. Uygulamak, faaliyetin koşullarında, görevlerin ayrışımında özel bir nitelik alır. Bu her yerde öncü tabelası asmak değildir. Değişik mücadele ve örgüt biçimlerini merkezi görevi güçlendirecek temelde ele almaktır. Tek bir biçime bağlamamaktır. Tam da burada neyin, niçin, nasıl olduğu anlaşılmazsa örgüt düzeni dağılır. Fırtınalı süreçte, Kautsky’i savuran neydi? Açık alan, devrimci savaşın bir siperi olmalıdır. Rehavetçiler ve gevşekler mevzisi değildir. Dışımızda bir objektif hareket var. Strateji ve taktik bu harekete bilinçli müdahale demektir. Ve bu devrimci savaşın vazgeçilmez ihtiyacıdır. Objektif hareketteki değişimlere, koşullara bağlı olarak, taktik mücadele ve örgüt biçimlerini zamanında ve yerinde stratejik başarı için devreye sokamazsak, yığınları seferber edemez, eğitemez, öncü ile birleştiremeyiz. Açık alan öncü çalışması, formalite bir oyun alanı değildir. Görevleri açık, işlevsel bir silahtır. Görevleri ve işlevleri net olmayan her
83
Bileşenlerimizin iç işleyişlerindeki bağımsızlığı genel doğrudur. Bu âdemi merkeziyetçiliğin uygulanmasıdır da. Hele insanlığın ilk düşürüldüğü durak olan cins eşitsizliğine karşı mücadelede “bağımsız” demokratik kadın hareketini anlamalıyız, onu salt bir yedek gören yaklaşımlar ekseninde ele almak geleneksel gerici fikirler statükosunun prangalarını taşımak demektir. Göğü fethetmenin asli öznesidir kadın! Tüm örgütlerin düşmana karşı devrimin esas halka temelindeki koordinasyonu için ihtiyaç olan çatı örgütleri gereklidir. Diğer örgütlerin formalite icabı kullanılması değil, örgütlerin ortak hedef doğrultusunda mücadelelerinin ortak iradeyle merkezileştirilmesi yönelimi onları ipotek altına almaz, iradelerini hiçleştirmez, eşit ve kendi iç işleyişlerinde bağımsızlıklarına da saygı temelinde ortaklaşmayı içerir. eylem dejenere olur. Açık alan, sirk oyunlarını bir tepeden inme misali oynatmak, İttihatçı Kemalist tek parti güldürüsü oyunu değildir. Görevlerin ayrışımıdır ve kendi içerisinde bir iradedir. Ortak bir amaç doğrultusunda tarihsel, toplumsal ve güncel zorunlulukların, ihtiyaçların bir parçası olarak mevzilenmedir. İhtisaslaşmada, geleneksel iş bölümü değil, tarihsel, sosyal ve güncel zorunlulukların ama kesinkes ona esir olmayan bir perspektifle işlerin bilinçli ele alınması, alışkanlığa ve tek düzeliğe karşı ideolojik mücadele merkez olmak kaydıyla sürekli örgütsel rotasyonu gerektirir. Aksi halde uzmanlar ve ayrıcalıklı imtiyazcılara esir olunmaktan çıkılamaz. Açık alan öncü çalışması atanmış efendiler kürsüsü değildir. Hiçbir örgütlenme böyle ele alınamaz. Üreteni eserine yabancılaştıran, onun karşısında nesneleştirerek köleleştiren sermaye dünyasıdır. Komünizm için mücadele araçları, yeni özel patronların faaliyetçileri nesneleştirdiği, iradesizleştirdiği yeni bir özel mülk alanı değildir. Acısı ve sevinciyle her şeyin paylaşıldığı, dayanışmanın, insanlaşmanın, amaçlanan toplumun üretildiği ve böylece gericiliği kahreden aşkın gönüllü birliğidir. Zorunlulukları fethetmiş ve dönüştürenin ilerleyişidir. Örgütlenmemizin her alanındaki yönelimi budur. Yönetmeyi, öncüyü, devleti aşma nihai amacındaki komünist çizgi elbette tarihsel zorunlulukların bilincindedir. Önderlik, zorunluluğunun, öncünün, emekçiler devletinin bilincindedir.
84
Örgütlerinin karar sürecine, yönetimine direk katılmayan uzmanlar, biat edenler talep ederler. Söz, karar ve yönetmede kitleler özne ise örgütlerinde de olmalıdırlar. Kararları ve yürütülmesini kendisi belirlemeyen, denetlemeyen, bizzat yürütmeyen bir özel üsler ve memurlar topluluğuna karşı çıkanlar, kitle örgütlerinin bizzat inisiyatif, karar verme, yönetme inisiyatifini de anlayabileceklerdir. Devrimi kitlelerle birleştirme ve sürdürmenin yolu budur. Demokratik haklar mücadelesi iktisadi alanla sınırlı değildir. Sınıf, cins, ulus başta olmak üzere tüm toplumsal eşitsizliklere karşı mücadeleyi kapsar. Kitle hareketlerimizin kendilerine kaynaklık eden çelişkileri yaratan koşullara bağlı olarak kendi alanlarında tam bir inisiyatif, bağımsız örgütsel işleyişle çalışmaları anlaşılmalıdır. Bu çalışmada özgün siyasal kampanyaların önemi hayatidir. Komünistler açısından özgün görevler, acil talepler, genel stratejik, politik amaçlardan ve bunun için devrim mücadelesinin parçalarından tecrit edilmiş kendi başlarına belirlenmiş görevler değildir. Bileşenlerimizin iç işleyişlerindeki bağımsızlığı genel doğrudur. Bu âdemi merkeziyetçiliğin uygulanmasıdır da. Hele insanlığın ilk düşürüldüğü durak olan cins eşitsizliğine karşı mücadelede “bağımsız” demokratik kadın hareketini anlamalıyız, onu salt bir yedek gören yaklaşımlar ekseninde ele almak geleneksel gerici fikirler statükosunun prangalarını taşımak demektir. Göğü fethet-
menin asli öznesidir kadın! Tüm örgütlerin düşmana karşı devrimin esas halka temelindeki koordinasyonu için ihtiyaç olan çatı örgütleri gereklidir. Diğer örgütlerin formalite icabı kullanılması değil, örgütlerin ortak hedef doğrultusunda mücadelelerinin ortak iradeyle merkezileştirilmesi yönelimi onları ipotek altına almaz, iradelerini hiçleştirmez, eşit ve kendi iç işleyişlerinde bağımsızlıklarına da saygı temelinde ortaklaşmayı içerir. Devrimci iktidarda, devrimin yaratıcısı, sürdürücüsü kitleler ve kitle çizgisinin gereği olarak devrimci kitle örgütlerinin temsilcileri, öncünün gösterdiği ve yine kitlelerle seçilen temsilcilerden fazladır. Mesela 37 kişilik bir devrimci komite bileşiminde ordu temsilcilerinin sayısı Kültür Devrimi ve sonrası 3’ü geçmiyordu. Etkisizleştirilmiş, eve gönderilmiş kadın federasyonu, parti iktidar organlarının aktif gücüydü. Emperyalist sermayenin aşırı yoğunlaşmış merkezileşme ihtiyaçlarına bağlı, emperyalist stratejik yeniden yapılandırma konseptinin gereği olarak, yürümeyen, çöken statükonun yerine sistemin yeniden üretimi doğrultusundaki emperyalist demokrasi dizaynını “demokratik yenilenme” olarak alkışlayan reformist tasfiyecilik anlaşılmalıdır. Neo-liberal ideolojik yörüngenin etkileri sadece kitlelerin saflarında değil, devrimci harekette de önemli tahribata vesile olmaktadır. Bir tarihsel sürecin bu koşullaması, silahlı mücadele yürüten örgütlerde silahlı ekonomist çizgilerden, barışçıl reformist mevzilenmeye götürmektedir. Kürt Ulusal Hareketi’nde de dönem dönem savaştaki yoğunlaşma siyasetlerine rağmen bu içerik sabit bir olgudur. Hatalı çizgi, tarihsel ve güncel sürecin koşullarıyla birleşince daha derinleşen bir olumsuzluk girdabı göstermekte, uzlaşmacı nitelik pekişmektedir. Bu konuda görevimizin esası; bağımsız devrimci çözüm alternatifimizin doğrultusunda, ezilen ulus burjuvazisiyle ayrım çizgilerini gösteren Kürt emekçilerinin, sınıf mücadelesinde doğru bir rota ile birleştirilmesini gerçekleştirmektir. Eksen budur. Ancak dışımızda bir Kürt Ulusal Hareketi
gerçeği de söz konusudur. Yanlış çizginin kumanda etmesi bu hareketin meşruiyetini görmemeyi, hareketin demokratik taleplerini, demokratik yönünü desteklememeyi gerektirmez. Ayrıca görevi, Kürt sorununun çözümünü kendi dışında ve rollerini de destekten ibaret gören hatalı anlayışa da karşı durulmalıdır. Her coğrafyanın özgül çelişkileri sahneyi biçimlendirir. Görevlerdeki biçimi tayin eder. Kievsky’ci emperyalist çizgi “ulvi” ve “büyük sosyalist amaçlara” ters diye ezilen ulus ve azınlıklar vb. eşitsizliklere kitlelerin demokratik taleplerine seyirci kalmak bir yana, karşı duruyorlardı. Bu tür yaklaşımlar şimdi de mevcuttur. Ekonomizm, reformizm, burjuva demokratizmine karşı mücadele görevini (ideolojik alanda) unutmadan, söz konusu hatalı yaklaşımlar da göğüslenmelidir. Örgütlerimiz ezilen ulus, azınlıklar ve ezilen inanç gruplarının taleplerine ilgisiz kalmamalı, kimlikçi, ulusçu, inanççı savrulmalara düşmeden kendi programatik çözümü ile sorunlara müdahale etmelidir.
Şah damar; Silahlı Mücadele Biçimidir! Hiçbir örgüt ve örgütlenmenin siyasi iktidar mücadelesinden bağımsız olarak ele alınması düşünülemez. Bunda tereddüt eden anlayış açıktan bir sapmayı ifade eder. Sadece şu ayrım yapılabilir ve yapılmak zorundadır: Örgüt ve örgütlenmelerimizin özgünlüklerine bağlı olarak alacakları biçim farklılaşır, görevleri ve görev alanları değişkenlik gösterir ve bunlar devrime biçimde olmak kaydıyla dolaylı ya da dolaysız hizmet etme açısından ayrışırlar. Kimi örgüt-örgütlenmeler merkezi ve stratejik değerde doğrudan siyasi iktidar perspektifi taşıyan silahlı mücadele ve savaş örgütlenmeleridir kimileri de biçimsel nüanslarla bu amacın dolaylı örgütlenmeleridir, hepsi bu. Eğer mesele kitlelerin demokrasi, özgürlük ve devrim ihtiyacı temelinde örgütlenmesi ve bu kitlelerin somut özgün çelişkiler ile genel sınıf çelişkileri üzerinden örgütlenmesi meselesi ise; açık alan demokratik kurum örgütlenmelerinden illegal ve savaş örgütlenmelerine kadar bütün örgütlenme-
85
lerin, ortak, tek amaçta birleştiği ama biçimde ayrıştıkları inkâr edilemez gerçektir. Sosyalistlerin örgütlenme anlayışı asla sivil toplumcu tasavvura indirgenemez. Ve eğer proleter devrimcilerin örgütlenme anlayışı demokratik kitle-kurum örgütlenmelerinin son tahlilde devrim amacına bağlı olduğunu öngörmüyorsa, o halde bu örgütlenmelere ne gerek vardır? Toplumsal yelpazenin en geniş ölçüde sınıf bilinciyle donatılıp devrime seferber edilmesi, toplumsal yelpazenin her çelişkisinin sınıf çelişkisinden kaynaklı gerçekliğine uygun olarak bu çelişkiler şahsında sınıf mücadelesinin geliştirilmesi ve devrimci örgütü en geniş kitlelerle en geniş araçlar üzerinden buluşturup büyük kalkışmanın gerçekleştirilmesi amacıyla, bu amaca hizmet eden her mücadele ve örgütlenme biçimi istisnasız olarak kullanılır. Somut koşullara uygun tercihler veya önceliklerin belirlenmesi dışında, bu biçim ve araçlar ilkesel olarak reddedilemez. Bütün meselenin siyasi iktidar meselesi olduğu açıktır, bu hiçbir vesileyle reddedilemez. Ancak siyasi iktidar mücadelesinin stratejik unsurları olan örgüt ve mücadele biçimleri; itinayla tespit edilip esas alınmalı, devrimin stratejik görevleri belirli bir merkezi halka etrafında birleştirilmelidir. Kilit durumdaki merkezi görev halkası yakalanmadan, yığınca örgütlenme ve mücadele biçimi de devrede olsa çabaların başarısız kalması kaçınılmazdır. Özcesi zor unsurunu esas almayan bir yönelimin, bir örgütlenmenin ve mücadelenin biçimi kof olup, başarısız olmaktan kurtulamayacağı kesindir. Yığınca mücadele ve örgütlenme içinde silahlı mücadele örgütlenmesi, bütün örgütlenmenin şahdamarıdır. Bu kavranmadan devrime yürümek ertelenen bir hayali geçmez… Örgütlenmenin aracı da biçimi de örgüttür. Bu, şu demektir; örgüt olmaksızın örgütleme yapılamayacağı gibi, yapılan örgütlenmenin bir biçimi de olamaz. Örgüt örgütlenme ihtiyacının ürünüyken, örgütlenme ihtiyacı karşıtların mücadelesinde hasmı yenilgiye uğratma ve zafer kazanma amacına dayanır. Örgütlenmenin doğal yönelimi
86
kitleleri birleştirmek, temel önceliği ise belli bir sosyolojik-siyasi formatta örgütlenmek, örgüt yaratmak ya da var olan örgütü büyütmektir. Kitleleri birleştirmeyen, bu birleşmeyi devrim uğruna ele alıp proleter örgüt potansiyeline çevirmeyen bir örgütlenmenin devrim hedefi karşısında kof ve zayıf nitelikte olduğu aşikârdır. Tartışılan mesele, tamamen sınıf mücadelesinin ihtiyaçları temelinde proleter nitelikte devrimci örgütlenmenin yaygınlaştırılması, nitelikli bir örgütlülüğün geliştirilmesi ya da var olanı örgütsel açıdan ileri niteliğe taşınması görevidir. O halde böyle bir örgüt ve örgütlenmenin silahlı mücadeleden bağımsız düşünülemeyeceği açıktır. Genel prensipte, gerici sınıflara karşı siyasi iktidar perspektifiyle yürütülen devrimci sınıf mücadeleleri silahlı zor temelinde biçimlenirler. Bu evrensel prensip geçerli olmakla birlikte, silahlı eylem ve mücadelenin hangi aşamada, ne zaman ve hangi biçimlerde devreye sokulacağı meselesi tamamen somut bir meseledir. Bahis konusu ülke koşulları, silahlı mücadeleyi başından beri gerekli ve geçerli kılabileceği gibi, mücadelenin son aşamada devreye sokulması veya belirli bir aşamadan sonra devreye sokulmasını gerektirebilir. Ne var ki, her durumda ilkesel olarak devrimin zor yoluyla gerçekleştirilmesi-devrimin zora dayanması değişmez bir prensiptir. Dahası sınıflar mücadelesinden söz edildiği yerde genel olarak silahlı mücadelenin geçerli olduğu inkâr edilemez. Somut durumda hangi biçimin kullanılacağı ve silahlı mücadelenin hangi aşamada devreye sokulacağı tartışma konusu olsa da, bu durum gerici sınıf iktidarlarına karşı silahlı mücadelenin prensipte geçerli olduğunu yadsımaz. Bu bağlamda silahlı mücadele ve devrimci zoru prensipte reddeden bir mücadele formatı, asla proleter devrimci nitelikle bağdaşmaz. İşte bundandır ki, yukarıda bahsi geçen-geçmeyen her türlü mücadele biçimi; ister açık alan yasal zemin mücadeleleri olsun isterse daha başka alanlara özgü mücadele ve örgütlenme biçimleri olsun, hepsinin son tahlilde silahlı mücadele biçi-
Bu bağlamda silahlı mücadele ve devrimci zoru prensipte reddeden bir mücadele formatı, asla proleter devrimci nitelikle bağdaşmaz. İşte bundandır ki, yukarıda bahsi geçen-geçmeyen her türlü mücadele biçimi; ister açık alan yasal zemin mücadeleleri olsun isterse daha başka alanlara özgü mücadele ve örgütlenme biçimleri olsun, hepsinin son tahlilde silahlı mücadele biçimi ve örgütlenmesine bağlanması ve buna tabi ele alınması devrimci çizgi ile reformist çizgi arasındaki ilkesel bir ayrım noktasıdır. Eğer bütün bu mücadele ve örgütlenme biçimleri silahlı mücadele prensibi temelinde ele alınmazlarsa, hepsinin son tahlilde burjuva reformist damga yemesi kaçınılmaz olacaktır. Proleter devrimci perspektif, en gerici kurumda örgütlenme anlayışını benimserken, parlamentodan kürsü olarak yararlanma amaçlı seçimlere girme siyaseti veya bu alanı kullanması, açık alan demokratik mücadele ve örgütlenmelerini kullanmayı istisnasız olarak benimsemesi vb. bütünüyle silahlı mücadele ve Sosyalist Halk Savaşı’nı geliştirme ya da ona hizmet etme temelinde ele almaktadır. mi ve örgütlenmesine bağlanması ve buna tabi ele alınması devrimci çizgi ile reformist çizgi arasındaki ilkesel bir ayrım noktasıdır. Eğer bütün bu mücadele ve örgütlenme biçimleri silahlı mücadele prensibi temelinde ele alınmazlarsa, hepsinin son tahlilde burjuva reformist damga yemesi kaçınılmaz olacaktır. Proleter devrimci perspektif, en gerici kurumda örgütlenme anlayışını benimserken, parlamentodan kürsü olarak yararlanma amaçlı seçimlere girme siyaseti veya bu alanı kullanması, açık alan demokratik mücadele ve örgütlenmelerini kullanmayı istisnasız olarak benimsemesi vb. bütünüyle silahlı mücadele ve Sosyalist Halk Savaşı’nı geliştirme ya da ona hizmet etme temelinde ele almaktadır. Nasıl ki, bu örgüt-örgütlenme ve mücadele biçimlerinin silahlı mücadeleden bağımsız ele alınması sakatsa, öyle de bu biçimlerin silahlı mücadelenin dar kavrayışına bağlı olarak reddedilmesi de sakattır. Temel sorun; bu mücadele ve örgütlenme biçimlerinin stratejik değerde mi yoksa taktik değerde mi ele alındığı ya da siyasi iktidar mücadelesinde bunlara biçilen rolün nasıl tarif edildiğidir.
mücadelenin tesir ve nüfuzu üzerine söylenen doğrulara tanıklık yapmakla birlikte, silahlı mücadelenin önemini çok daha güçlü ve ikna edici biçimde ortaya koymaktadır. Silahlı mücadele zemininde sürdürülen gerilla savaşının ya da savaşın gerilla savaşı biçiminin; en büyük teknoloji ve emperyalist ordular karşısında yenilmeyen ya da yenilgisi mümkün olmayan bir savaş biçimi olarak, dünya gericiliği ve onun uzantısı gericiliklere diz çöktürdüğü birçok tecrübeyle sabittir. Silahlı mücadelenin özgün bir biçimi olan gerilla savaşı örgütlenmesi taktiksel yenilgiler yaşasa da, bu yenilgiler savaş biçiminden kaynaklanan değil, insan unsurunun sübjektif hataları veya objektif şartların ürünü olarak gündeme gelen geçici yenilgilerdir. Gerilla savaşının en büyük emperyalist gerici ordular ve en muazzam teknolojileri ya da tüm teknolojik-taktik üstünlüklerine karşın üstün bir savaş biçimi olduğu emperyalist gericilerce de itiraf edilen bir gerçektir. Dolayısıyla devrimin silahlı mücadele esasına bağlı kalması veya silahlı savaş temelinde ele alınarak örgütlenmesi kanıtlanmış bir doğrudur.
Silahlı eylem ya da silahlı mücadelenin örgütleyici ve toparlayıcı gücüne işaret eden klasikler haklıydı. Günümüz şartlarında ise çok daha zengin mücadele ve silahlı mücadele deneyimleri vardır. Bu tecrübeler silahlı
Öte taraftan gerici iktidarlarca kontrol edilip, yasaklarla, baskılarla, cezalarla, katliamlarla vb. mümkün olduğunca sınırlanan örgütlenme hakkı ve ajitasyon-propaganda çalışmaları alanı, tabiatıyla sosyalist ve dev-
87
Sınıflar mücadelesi, çarpıtılmak istendiği sağ tasfiyeci barış içinde yaşama ölçülerine sığan uysallıkta asla değildir. Dünya ve coğrafyamızda cereyan eden günümüz gelişmeleri, sınıflar mücadelesinin keskinleşen sınıf çelişkileri ve çatışmaları temelinde devam ettiğini kanıtlamaktadır. Köklü düşmanlıklar temelinde seyreden sınıflar mücadelesi istisnasız olarak zor ve şiddet doğasına sahiptir, bu doğasına uygun ilerleyecektir. Bunu reddetmek, sınıf uzlaşmacılığı çizgisinde ilerlemek ve neo-liberal ideolojilere boyun eğmekten başka bir anlama gelmez. Devrim bir sınıfın öteki sınıfı zor yoluyla iktidardan alt ettiği bir şiddet hareketidir. Örgütlenmenin silahlı niteliğe oturması bir rastlantı değil; sınıf çelişkileri ekseninde karakterize olan sınıflar mücadelesinin nesnel zorunluluğudur. rimci güçlerin ya da devrimci sınıfların aleyhine, gerici iktidarların lehine eşitsiz bir durum arz etmektedir. Kısacası burjuvazinin kendi sınıf çıkarlarına uygun olarak nitelediği mevcut gerici koşullarda ve buradaki toplumsal koşullarda, devrimci propagandanın geniş kitlelere ulaşmasının yolları ve araçları esasta kısıtlıdır. Toplumsal kitleleri manipüle eden burjuva görsel basın ve medya açısından düşünüldüğünde bu durum açıkça görülebilir. Geniş toplumsal kitlelerin ideolojik, siyasi, kültürel şekillenişlerinde en etkili olan iletişim araçları; görsel medya, özellikle televizyon ve buradaki tek taraflı bilgilendirmeler, daha da doğrusu buradaki yalanlar, reklamlar ve diğerleridir… Geniş kitlelere esasta bura üzerinden ulaşıldığı ve kitlelerin esasta buradan etki altına alındıkları yanlış değildir. İnternet kullanımı geniş de olsa, TV kadar etkili ve yaygın değildir. Gazeteler de keza TV kadar etkin ve yaygın değildir. Sözlü açıklamalar, propagandalar veya şekillendirmeler de esasta TV üzerinden yapılmakta, radyolar TV’lerin yerini tutamamaktadır… Bu olanaklar esasta gerici sınıflar veya iktidarlarının denetimi ve kullanımında olduğundan, geniş kitlelere ulaşma konusunda da burjuvazinin devrimci sınıflara karşı tartışmasız biçimde avantajlı ol-
88
duğu açıktır. Bu koşullarda silahlı eylem ve mücadelenin, bu avantajı belli boyutta kırdığı veya sınırlılıkları yıkarak geniş kitlelere ulaştığı söylenebilir. Özcesi, gerici koşullarda silahlı eylem önemli bir örgütleyicidir, engellenemez bir örgütleme görevi icra eder. O halde örgütlenmede silahlı mücadelenin önemi büyüktür ve bu olanak diğer haklı gerekçelerden de destek alan isabetliliği bakımından tereddütsüzce kullanılmalıdır. Sınıflar mücadelesi, çarpıtılmak istendiği sağ tasfiyeci barış içinde yaşama ölçülerine sığan uysallıkta asla değildir. Dünya ve coğrafyamızda cereyan eden günümüz gelişmeleri, sınıflar mücadelesinin keskinleşen sınıf çelişkileri ve çatışmaları temelinde devam ettiğini kanıtlamaktadır. Köklü düşmanlıklar temelinde seyreden sınıflar mücadelesi istisnasız olarak zor ve şiddet doğasına sahiptir, bu doğasına uygun ilerleyecektir. Bunu reddetmek, sınıf uzlaşmacılığı çizgisinde ilerlemek ve neo-liberal ideolojilere boyun eğmekten başka bir anlama gelmez. Devrim bir sınıfın öteki sınıfı zor yoluyla iktidardan alt ettiği bir şiddet hareketidir. Örgütlenmenin silahlı niteliğe oturması bir rastlantı değil; sınıf çelişkileri ekseninde karakterize olan sınıflar mücadelesinin nesnel zorunluluğudur.
Soykırımcı, Katliamcı Bir Devlet Geleneği ve Dersim
Ezilen halkların, ulusların, azınlıkların ya da inanç gruplarının yaşam haklarını gasp ederek zulüm ve kan ile «muzaffer» olmaya çalışanların, sonsuz iktidar olma ve geleceklerini garanti altına alma düşleri, er ya da geç özgürlük kavgası veren halkların mücadeleleri karşısında, düş kırıklığına dönüşecektir. İflah olmaz karanlığın sahiplerinin yaşattığı acı ve ızdırap, insanlık tarihinin ilericiliğini temsil eden hükmünde kendisine dönmekte, zulüm ile sağlanmış gerici otoritelerinin köklü sorgusuna dönüşmektedir. Tarihte zulüm edenlerin karnelerinde, geçici hükümranlık ya da iktidar olma dışında başarı yoktur. Onların karnelerinde; avuçlarının içi mazlum halkların ve ulusların kanlarıyla dolu, ezilenlerin yaralarının sancıları üzerinde kurulmuş gerici “saltanatları” vardır. Ezilen halkların, ulusların, azınlıkların ya da inanç gruplarının yaşam haklarını gasp ederek zulüm ve kan ile «muzaffer» olmaya çalışanların, sonsuz iktidar olma ve geleceklerini garanti altına alma düşleri, er ya da geç özgürlük kavgası veren halkların mücadeleleri karşısında, düş kırıklığına dönüşecektir. İflah olmaz karanlığın sahiplerinin yaşattığı acı ve ızdırap, insanlık tarihinin ilericiliğini temsil eden hükmünde kendisine dönmekte, zulüm ile sağlanmış gerici otoritelerinin köklü sorgusuna dönüşmektedir. Tarihte zulüm edenlerin karnelerinde, geçici hükümranlık ya da iktidar olma dışında başarı yoktur. Onların karnelerinde; avuçlarının içi mazlum halkların ve ulusların kanlarıyla dolu, ezilenlerin yaralarının sancıları üzerinde kurulmuş gerici “saltanatları” vardır. Gericiliğin bu emeli karşısında, ezilen halkların ve mazlum ulusların mücadelelerinde simgeleşen, göğün berraklığı ve şafağın renginde karanlığı dehşete düşüren ışık vardır. Her insanlaşma kavgasının hiddeti, külün altında yatan ateşi harlamaktadır. Zulümden ancak ki bu ateş hesap sorar. Yani,
tarihin zulüm ve tiranlığından varlık zemini bulanlar, halkların katliamı üzerinden yol alanlar, tarihsel haksızlıklarla hesaplaşamazlar. Yaptıkları soykırım ve katliamlarla yüzleşemezler. Bu gerçek, genelde dünyada ve özel olarak Ortadoğu, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında, her an, egemenlerin uyguladığı zulüm ve döktükleri kan üzerinde pratikleşirken, faşist Türk hâkim sınıflar devletinin en yetkili ağızlarının, tarihteki katliamları “lanetleme” söylemleri üzerine vurgulanmalıdır. Seçim malzemesi, klik çatışması, siyasal rant malzemesi haline getirilmiş bu katliamlar, Dersim katliamı özgülünde her dönem farklı söylemlerle gündemleşmektedir. Kuşkusuz, 1937-38 yıllarında başlayıp bitmeyen Dersim Katliamı, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında tek katliam olmadığı gibi, sorgusu ve yargısı ile aynı damardan beslenen, aynı gerici sistemin kurumsal temsileri tarafından söylenen bir «özürle» sonlanacak bir mesele de değildir. Mesele, tarihsel olarak gerici bir egemenliğin sistemli olarak uyguladığı bir politikadır. İnsanlık tarihi, bu katliamlar ve soykırımlarla, gerici bir egemenlik çizgisinin
89
yarattığı gerçekler ekseninde bu politikalarla hesaplaşacaktır, hesaplaşmaktadır. Yani: Gerici egemenlikler iktidarında, işlenmiş katliam ve soykırımları incelerken, nedenlerini, niçinlerini, o egemenlik sisteminin politikalarında aramak gerekir. Halklara ve mazlum uluslara katliam politikası, gerici iktidarlarda kurumsal bir politikadır. Yoksa kurumların başına geçen farklı kişilerle özde farklılaşan bir durum değildir. Tarihimizi ilgilendiren bir örnek olması babında, Kürtler, tarihsel süreçler boyunca hep katliamlara uğramışlardır. Katliamlarla, soykırımlarla, halklarımızın yaşamında vuku bulan bu süreçlerin doğru değerlendirilmesi için; o dönemlerin egemeni olan devlet ya da imparatorlukların politikalarını incelemek gerekir. 1514 yılında Müslüman, Sünni-Kürt aşiretlerinin Yavuz Sultan Selim’le kurdukları ittifak ile öldürülen 700 bin Kürt ve Kızılbaş’ın neden, niçin ve hangi amaçla katledildiğini anlamak, nedenlerini objektif olarak ortaya koymak için, ait dönemlerin devlet politikalarını sorgulamak gerekir. Yazımızın konusu tarihsel süreç boyunca Kürt ulusu ve halkının uğradığı kıyımlar olmadığından, sadece bu genel vurgu ile yetinip, asıl konumuz olan Dersim gerçeğiyle devam etmek istiyoruz. Dersim Katliamı’nı yaratan nedenler ve tarihsel bağları; Roma-Bizans İmparatorlukları, Selçuklu, Osmanlı İmparatorlukları zamanında işlenen katliam ve soykırımlarda aramak gerekir. 1230’larda (kimi kaynaklar Roma-Bizans, kimi kaynaklar ise Selçuklu kuvvetleri olarak belirtmekte) Baba İlyas’ın katledilmesi, farklı mezhep ve uluslardan mazlumlara karşı işlenen ilk ve son cinayet değildir. Bu olaydan hareketle, 1239’da güçleriyle zalimin zulmüne karşı haklı tepkisini örgütleyen Baba İshak ve yanındaki halk, Selçuklu Sultanı ll.Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından Haçlı ordularının da yardımı alınarak, Kırşehir yakınındaki Malya Ovası’nda katledildiler. Baba İlyas ve Baba İshak’ın katledilmelerine vacip diyen zihniyet, yıllar boyunca Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında katliam naralarına dönüşmüş “tekleştirme zihniyetidir.” Şeyh Bedreddin, Torlak Kemal, Börklüce Mustafa,
90
inançsal, kültürel, ulusal, mezhepsel, siyasal olarak “tekleştirme” zihniyetine karşı, insanlığın ortak değerleri ve haklarını savunma mevzilerinde canlarını feda ettiler.
Gerici Egemenliklerin Dersim Seferleri, Mazlum ile Zalimin Çatışmasıdır 1937’de Dersim’de toplu bir katliam yapılmıştır. Bu katliam evrensel insan hukuku açısından bir soykırımdır. İnançsal, kültürel, ulusal, sınıfsal bir «soykırım» olmasının yanında, doğaya karşı da işlenmiş bir suçtur. Bu içerikteki katliam, Dersim coğrafyasında gerçekleştirilmiş ne ilk katliamdır ne de sonuncusudur. Dersim coğrafyasındaki katliamların tarihi, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi içinde başlamıştır. Ve bugün Dersim Katliamı’nı tarihsel gerçekliğiyle doğru anlamak ve buna uygun tavır oluşturmak açısından, kronolojik olarak tarihsel süreçte yaşananları incelemekte fayda vardır. Osmanlı yönetiminden önce, Dersim, Safevîlerin yönetimini kabul eden bir bölgedir. İslamiyet’in Alevi mezhebini o dönemlerde kabul eden Dersim halkı, Safevîlerle olan bu ortak özelliğinden kaynaklı, onlara bağlı ve onlarla barışık yaşamışlardır. Fakat 1514 Çaldıran Savaşı sonrası durum değişmiştir. Çaldıran Meydan Muharebesi’nin esas nedeni; Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle «Kızılbaş» olarak da ifade edilen, Alevi toplumuna karşı olan düşmanlıklarıdır. Ve 1514 yılında Safevîlerin yenilgisiyle sonuçlanan savaşta, bölge Yavuz Sultan Selim padişahlığındaki Osmanlıya geçmiştir. Özellikle 1511 Şah Kulu «isyanı» adı altındaki olaydan hareketle, bu dönemde Yavuz’un yağmacı ve katliamcı orduları Dersim’e seferler düzenlemiş ve katliamlar yapılmıştır. Bu ve sonrasında Osmanlı hükümranlığının gerçekleştirdiği katliamların temel nedeni; Dersim’in Osmanlı yönetimini kabul etmemesi, kendi bağımsız yönetimi altında yaşamak istemesi, Osmanlı’ya asker ve vergi vermemesidir. Ağır vergi koşulları ve Osmanlı’nın zulümkarlığına tavır alan Dersim halkının maruz kaldığı bu katliam; Yavuz Selim’in ordusuyla Anadolu’ya geçerken is-
tihbari çalışmalar sonucu tespit edilip katledilen 40 binin üzerindeki Alevi halkı ve ileri gelenlerinin süre giden katliamlarını teşkil etmektedir. «İsyan vardı, ordularımız isyanı bastırdı» safsatasıyla katliamları meşrulaştırma yaklaşımının kökleri, yaşanan katliamlar gibi bu tarihe dayanmaktadır. Oysa zalimlerin zulüm kusan otoritelerini kabul etmemek, zulmü besleyen, var eden araç, kurum ve bunların hukukunu tanımamak en değerli evrensel insani haktır. Hiçbir ulus, azınlık, etnik grup, mezhep, sınıf bu hakkını kullanmasından dolayı katledilemez, baskıya ve zulme tabi tutulamaz. Osmanlı İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü tüm coğrafyalarda ve sonrasında onun bu damarlarından beslenen “Türkiye Cumhuriyeti” devletinin; Anadolu ve Kuzey Kürdistan’da gerçekleştirdiği sayısız katliamları, «isyan bastırma» bahanesi altında gerçekleştirmesi, ne haksızlığa uğrayan ezilen halkların ve mazlum ulusların isyan hakkını kullanmasıyla meşrulaştırılabilinir ne de ezilenlerin isyan hakkı gayrı meşru görülebilinir. Çaldıran Muharebesi süreciyle Dersim’e sefer düzenleyen Osmanlı orduları, katliam ve yağmalara karşın Dersim’i teslim alamamış, Dersim’in barbarlığın otoritesine boyun eğmeme tavrından geri adım attıramamıştır. Bu durum Osmanlılar için yeni seferler vesilesidir. Osmanlı İmparatorluğu, 18. yy sonu ve 19. yy ilk yarısında Kürt coğrafyasında katliamlar üzerinden egemenliğini tesis ederken, önemli düzeyde Kürt beyliklerini merkezi otoriteye bağlamıştır. Ama Dersim onlar için çıbanbaşıdır. Müftülerince özel fetvalar çıkarılarak katledilmesi «helal» kılınmış, yaşam alanları, yurtluklarının yağmalanması «cennet yolu» olarak vaaz edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin merkezi politikasının sonucu olarak, kısa vurgularla Dersim’e düzenlenen seferleri, konumuzun anlaşılması için ifade etmek yararlı olacaktır. 1860 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nun Erzincan Ordu Müşiri Mehmet Derviş’in ordusuyla Dersim’e saldırısının gerekçesi; Dersim’i, merkezi Osmanlı Devleti’nin köle-
si haline getirmektir. Dört yıl süren savaşta Dersim direnmiş ve Osmanlı ordusu hiçbir şeye muvaffak olamadan büyük kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalmıştır. Bu yenilgiden sonra, Osmanlı Devleti 1875 yılındaki Osmanlı-Rus savaşında, Dersim’den yardım istemiş ve Dersim’i bu savaşın içine sürüklemek istemiştir. Osmanlı Devleti, silah ve cephane yardımı karşılığında Dersim’den istenen bu yardımla; bir taşla iki kuşu vurmayı planlamaktadır. Amacı; hem Dersim’deki savaş gücüyle Ruslara karşı avantajlı konuma gelmek hem de savaşta zayıf düşen ve Ruslarla düşmanlaşan Dersim’i güçsüz düşürüp kendisine bağlama hesaplarında avantajlı konuma gelmektir. O dönem Dersim merkezde hâkimiyet sürdüren Süleyman Ağa ve Kozıcan iradesi olan Şah Hüseyin inisiyatifindeki Dersim bileşeni bu oyuna gelmemiş ve Osmanlı Devleti’ne bağlılık reddedilerek, Ruslara karşı savaşa girilmemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu oyunlarını boşa çıkarma ekseninde işleyen süreç; 1864 yılından başlayarak, bölgede, Osmanlı Devleti’nin Dersim iradesi karşısında güç yitirmesi, hâkim olamaması tarzında gelişmiş ve Dersim teslim alınamamıştır. Bu gelişmelerin akabinde Osmanlı Devleti’nin Dersim’e düzenlediği yeni seferinin adı; Kürt İsmail Paşadır. 1876 yılında İsmail Paşa, cepheden savaş açmak yerine; bazı aşiretleri belirli vaatlerle direniş güçlerinden koparmayı hedefleyerek Osmanlı yönetiminin yanına çekme, hileler ve iç güveni zedeleme üzerine şekillendirmiştir. 12 taburluk orduyla bugünkü Hozat bölgesinde belirli denetimler kuran Kürt İsmail, gelişmelerden güç alıp Bahtiyar aşiretinin üzerine saldırınca ummadık bir direnişle karşılaşmış, kuvvetlerinin büyük çoğunluğu ölürken geri kalan kısmı esir alınmıştır. İsmail Paşa’nın yenilgisinin ardından bölgeye gönderilen Muhtar Ahmet Paşa da, Dersim direnişi karşısında aynı sonu yaşamıştır. Bütün bu seferlerle bölgede hâkim olamayan tiranlığın «barış» hilesinin elçileri; Ali Şefik Paşa ve ‘Bölgede Osmanlı’nın yaptıkları
91
suçtur’ kandırmacası ile güven olmaya çalışan atanmış Müşir Zeki Paşa’dır. Bu süreç yeni katliam planları yapan Osmanlı saltanatının, Dersim halkının duygularını okşayarak geçici sükûnet sağladığı dönemdir. Ama sürecin gelişimine nitelik veren, göreceli olarak sağlanan sükûnet değil, Osmanlı ile bölge halkı arasındaki çatışmadır. Osmanlı’nın ordu kumandanları ve atanmış memurları tarafından her fırsatta, Osmanlı’nın merkezi olarak belirlediği Sünnileştirme, ağır vergi hükümleriyle köleleştirme ve orduya asker için insan kaynağı haline getirme politikası uygulanmaya çalışılmaktadır. Uygulama pratiğindeki zulüm ve zorbalık, 1907’de Dersim’de yine haklı ve meşru bir direnişle karşılık bulur. Bu tarihte Osmanlı kuvvetlerinin başındaki Miralay Halis’in karşısında, dört bin kişilik bir kuvvete önderlik yapan Kureyşan aşiretinin reisi Ali Çavuş vardır. Şemkan aşiretinin kuvvetleriyle beraber harekete geçen Dersim güçlerine karşı, 1908’de yeni kumandan olan Neşat Paşa komutasında Değirmen dere mevkiinde yenilgiye uğrayan yedi taburluk Osmanlı güçleri, yeni katliamlar için sefere geçmişlerdir. Hozat ve Şavak mevkilerinde süren çatışmalarda Dersim güçlerinin Osmanlı’ya geçit vermeyen direnişleri, Osmanlı’yı daha kudurganlaştırmış, bunun üzerine ise Osmanlı Erzincan’dan 8. tabur ve 26 süvari alayını, Kemah piyade topçu alaylarından oluşan ordularını, Kelkit, Trabzon, Karahisar, Koçhisar, Hamidiye gibi merkezlerden toplayarak Tercan ve Pülümür’e göndermiştir. Dersim’de bulunan Neşat Paşa güçleriyle birlikte 22 taburluk Osmanlı ordusu, Dersim’i teslim alma seferlerine bir yenisini eklemiştir. Osmanlı Devleti’nin bu saldırısı Batı Dersim’de bir birleşme yarattıysa da, Doğu Dersim’de bir birleşme yaratamamış olması ilk başlarda Osmanlı kuvvetleri için bir avantaj oluşturmuş, fakat Ferhat, Koçan ve Karabal aşiretlerinin Keko ağa önderliğindeki direnişi Osmanlı kuvvetlerinin ilerleyişini engellemiştir. Mazlumun direnişi karşısında dağılan Osmanlı kuvvetleridir. Ama Keko ağanın bu muharebede ölmesi, Dersim güçlerinde savaşı yönetme zafiyeti doğurduğundan, Osmanlı güçleri Hozat’a kadar ilerleyebilmiş, gelen yeni güçle 35 tabura ulaşan Osmanlı ordusu ise
92
merkez üs olarak Seyit Rıza’nın köyü olan Ağdat’ı seçmiştir. Boşalan köyler, maddi varlıkları ve yiyecekleriyle yediden yetmişiyle dağlara sığınan bu halk gerçeği, Osmanlı ordusunun zulmünün sonucudur. Ama zulüm mazlumun karşısında bir kez daha müşküldür. Zulüm, Doğu Dersim’in de zulme karşı savaş mevzisinde yer almasıyla, bir kez daha yenilgiye uğrayacaktır. Keçelan, Lolan, Balan aşiret kuvvetlerinin Danzi ve Hersi mıntıkasındaki Osmanlı işgalci ordusuna baskını, Haydaran ve Demanan aşiretleriyle birlikte direniş hattına yeni bir moraldir. Haydaran Dağları’nda ve Ovacık coğrafyasında teslim olan Osmanlı güçleri, zulümlere ve kıyımlara teslim olmayan Dersim güçlerinin muzaffer duruşunun somut ifadesidir. Gerici Osmanlı geleneğinde zulüm ve hile yan yana olup birbirini hep beslemiştir. Direniş karşısında acze düşen Osmanlı, «saldırmayacağız ve kimseye dokunmayacağız» hilesiyle aşiret ileri gelenlerini etkilemiş, bazı aşiretler bu durumu kabul edip tarihsel olarak ihanet elbiselerini giymişlerdir. Osmanlı Devleti ‘Süreç, uzlaşma süreci’ dese de, bir yandan da gönderdikleri heyetlerin raporları doğrultusunda, Dersim’in imhasını planlamıştır. Osmanlı Mebusanı’nın Dersim’in ıslahatı ile ilgili müzakereleri; dördüncü ordunun, Müşir İbrahim “Paşa” komutasında harekete geçirilişi, yeni bir Osmanlı saldırısının verileridir. 30 Haziran 1909’da, Osmanlı’nın barış hilesine aldanmayıp bağımsız duruşlarını koruyacaklarını ilan eden Seyit Rıza ve diğer direnen aşiretler bu öngörülerinde haklı çıkmışlardır. Piyade taburlar, batarya topçu birlikleri, süvari alayları ve muharebe takımlarından oluşan donanımlı Osmanlı ordusu, 1909 ve 1912’de Dersim’e iki kapsamlı sefer daha düzenlemiştir. Fakat Seyit Rıza’nın önderliğinde gösterilen direniş Osmanlı’nın bu iki seferinde de sonuç almasına olanak tanımamıştır. Dersim’i katliam seferlerinde olan Osmanlı, 1914 yılında I. Emperyalist Paylaşım Savaşı patlak verdiğinde, Dersim aşiretlerinden, bir aymazlık örneği olarak yardım istemiştir. O
dönem Osmanlı ordularının kumandanı Enver Paşa, Dersim aşiretlerini ikna etmek için, belirli nüfuz sahibi Kürt beylerini harekete geçirdiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu yönetimiyle barışık yaşayan Hacı Bektâş-ı Velî evlatlarından Cemalettin Efendi’yi harekete geçirerek (Cemalettin Efendi Osmanlı himayesinde çalışan Alevidir), bölgeyi savaşa girmeye ikna için Alevi nüfuzunu kullanmak istemiştir. Bölgesel, ulusal, mezhepsel hak talepleri ve bugüne kadar Osmanlı’nın düzenlediği seferlerde doğan zarar ziyanların savaştan sonra ödeneceği yalanının da bölgede yoğun propaganda edilmesi, bir başka riyakârlıktı. Ama bütün bu hileli çalışmalar sonuç vermemiş ve Dersim esas güçleri bağlamında Ruslara karşı Osmanlı’nın yanında savaşa girmemiştir. Doğu Dersim aşiretlerinden bazı aşiretler Osmanlı’nın yanında savaşa girse de, bu Dersim aşiretlerinin tavrı bağlamında, esası teşkil etmemektedir. Ve Dersim, Rusların olası saldırısını hesaplayarak Munzur Dağı paralelinde bir savunma hattı oluşturmuş fakat Osmanlı ordularıyla Ruslara karşı savaşa giren aşiretler dışında (bunlar Doğu Dersim’deki bazı aşiretler ve Osmanlıların bazı vaatlerine kanarak Osmanlı’dan yana savaşa katılan Baban aşireti reisi Gül ağadır.) Ruslarla Dersim aşiretleri arasında bir çatışma yaşanmamıştır. Bu durumu da hazmedemeyen Osmanlı, 23 Nisan 1916’da Çerkez alaylarını da Dersim’e sevk ederek Pertek Çarsancak bölgesinde köyleri yakıp yıkarak yağmalamış, ele geçirdikleri çoluk, çocuk, kadın ve yaşlıları katletmiştir. Seferler ve katliamlar, Osmanlıları Dersim’de muzaffer kılmamıştır. Gelenekselleşen Osmanlı seferleri, gelenekselleşmiş bir direnişle geri püskürtülmüş ve Dersim teslim olmamıştır. (1)
Türkiye Cumhuriyeti Dönemi, Farklı Ulus ve Azınlıklara Karşı Yürütülen İmha Siyaseti, Bu Siyasetin Olgunlaşma Süreçleri ve Dersim Cumhuriyet döneminin farklı dil, din, mezhep, ulus, azınlık, sınıf ve halk katmanlarına yaklaşımı, Osmanlı’dan devralınan zihniyettir, daha kurumsaldır ve planlıdır. Dersim
özgülünde formüle edilen de, bu ırkçı anlayıştır. Ulus devlet, bu ırkçı zihniyet üzerinden şekillenmektedir. Hâkim etnik kimlikle kurulan ilişki ve onun devlet modelinde ifade ediliş biçimi; ırkçıdır, faşisttir. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı koşullarında, Misak-ı Millî siyasi deklarasyonunda millet kavramı; Kürt, Laz, Çerkez, vb. gibi çoğulculuğu içerirken, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte bu tek ulus (Türk), tek dil (Türkçe), tek din (Sünni İslam) gibi “tekleştirme” siyasetine evirilmiştir. Bu “tekleştirme” siyaseti, başta Kürt ve Ermeniler olmak üzere çeşitli azınlık ve uluslardan sosyal grupların, katledilmesinin ideolojik-siyasal özüdür. Ermeni Soykırımı bunun bir sonucudur. Kürt, Zaza, Ermeni ve mezhepsel olarak Alevi olan Dersim kıyımı, bu ırkçı faşist zihniyetin sonucudur. Bu ırkçı zihniyet Cumhuriyet dönemi “Türkiye”sinde ideolojik, siyasal perspektif olması bağlamında, esas itibarıyla Tanzimat Dönemi içinde şekillenmiştir. Tanzimat Fermanı (1839 Gülhane Hatt-ı Hümayun); dağılma sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu’nu ayakta tutma hamlesidir. Mali alanda, güce göre vergi, devlet harcamalarında kontrol, askeri alandaki düzenlemeler, ceza yargılamasındaki değişiklikler, can güvenliği, ırz ve namus dokunulmazlığı, mülkiyet hakkı, müsadere hakkı ve eşitlik ilkesi gibi meselelerde, Abdülmecit yönetiminde Batı (kapitalist) hukukuna entegre olma çabasıyla bir «yenilenme» refleksidir. Ama meselenin özü; mevcut haliyle varlığını idame ettiremeyen Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’nın desteğini alarak uluslararası boyutta ve iç meselelerde tıkanan sorunlarına bir çözüm üretmektir. Ama bu süreç kısmi olarak Osmanlı İmparatorluğu’na biraz daha yaşama soluğu vermişse de, esasta Batı (kapitalist) sermayesinin Osmanlı coğrafyasında kendini inşa etme süreci olarak gelişmiştir. İlk kâğıt paranın dolaşıma sokulması, Fransız Ticaret Kanunu’na göre kanun çıkarılıp ticaretin bu esaslara göre yapılması, yargılama ve ceza hukukunun Batı sermayesi ekseninde ele alınması ve en önemlisi, başta İngiltere olmak üzere ciddi borçların alınması,
93
bu sürecin ana başlıkları olarak sıralanabilir. Batı sermayesi bunu yaparken, aynı zamanda, padişah buyruğunda katı bir imparatorluk sistemi yerine, padişahın tek elden katı yönetimini daraltan ve sermayenin çıkarları ekseninde devlet kurumu olarak şekillenen yönetsel mekanizmaları tercih etmekteydi. “İlk Türk anayasalcı yönetim” olarak tarihte atfedilen Tanzimat Fermanı’nın özünde bu yatmaktadır. Yoksa Osmanlı padişahının kendi rızasıyla yetkilerini daraltıp, azınlık ve farklı dinlere mensup sosyal gruplara belli haklar içeren yukarda başlıklar halinde içeriğini ifade ettiğimiz Tanzimat Fermanı’nı çıkarması beklenemez. Yani fetihlerle fethettiği topraklarda kılıç zulmüyle toplumsal gelişimin karşısında tutunamayan Osmanlı İmparatorluğu, gelişen kapitalist üretimin sermayesi ve sanayisine yeniliyordu. 1876’lara kadar süren Tanzimat Dönemi bu içerikte gelişim göstermiştir. Kendi çıkarlarını tesis etme ekseninde varlığını örgütleyen Batı, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi iç çelişkilerinden kaynaklı olan sorunlarını daha da derinleştirmiştir. Derinleşen bu sorunlar, esasta iki siyasal sonucun keskin bir şekilde çatışmasıyla, toplumsal yaşamın gelişimine nitelik vermekteydi: Osmanlı zulmü altında yıllardır esir olan ulusların, bağımsızlık, kendi ulusal haklarına sahip olma mücadelesi ve ezilen halkların eskisi gibi yönetilmek istememe talepleri… Bu sosyal ve ulusal dinamiklerin karşısında, Osmanlı yönetimine muhalif ama Osmanlı geleneğini yeni sürece göre bir egemenlik olarak tesis etmeye çalışan anlayış da süreç içinde olgunlaşıyordu. İttihat ve Terakki Fırkası; Osmanlı İmparatorluğu’nu sona doğru götürdüğüne inandıkları Hamit yönetiminden kurtarmanın projesi olarak, 1889 yılında bu anlayışla kurulmuştur. Dönem itibariyle toplumsal yaşamda aydınlanma ve çağdaş devrimler isteme mücadelesi olgunlaşırken, İttihat ve Terakki Fırkası böyle bir ideolojik temelden yoksundu. Esasta bir takım askeri kadrolar ile Osmanlı yönetimindeki bazı devlet yöneticilerinin de desteğini de alarak Osmanlı İmparatorluğu’nu yaşadığı bunalımdan kurtarma maksadıyla kurulmuştur.
94
İttihat Terakki Fırkası Süreci ve Ermeni Soykırımı Burada İttihat ve Terakki sürecini ayrıntılı olarak inceleme durumunda değiliz. Konumuz bağlamında ifadelendirmek gerekirse, İttihat ve Terakki, Osmanlı geleneğinden köklü bir kopuş değildir. Osmanlı zihniyetine bağlı kalınarak, Osmanlı İmparatorluğu’nu “kötü” yöneticilerden “kurtarma” çalışmalarıdır. 1895 yılında Abdülhamit’e darbe girişimleri, toplumsal devrimin dinamikleri içinde örgütlenmeden çok Osmanlı Devleti’nin tebaası içinde gizli örgütlenmeleri ve süreç itibariyle özellikle Alman sermayesiyle olan ilişkileri, ittihatçıların niteliğine dair önemli verirlerdir. Yani çöküşe giden Osmanlı İmparatorluğu, İttihatçıların acılarını teşkil etmektedir. Zayıflayan ve irtifa kaybeden Türk hâkim sınıf egemenlik sistemi, ülkülerine uymamaktaydı ve yeniden tesis edilmeliydi. Fransız İhtilali’nde burjuvazinin sloganlaştırdığı ezilen yığınların ideallerini manüpilasyon ve tatmin aracı olarak ele alıp, 1908 “devrimini” örgütlemeleri, gelecekte sadece Türkler için bir Türkiye ideallerinin adımıdır. İkinci Meşrutiyet Dönemi ve Kânûn-i Esâsîye’nin yürürlüğe girmesiyle, ittihatçıların, farklı ulus ve azınlıklara, muhaliflere karşı yöntemleri, niteliklerinin dışavurumudur. Sopalı Seçimler (Şubat 1912’de yapılan meclis seçimlerinde yaşanan şiddet olayları, usulsüzlükler ve “TC”nin adaylarının tüm alanlarda seçimi “ kazanmaları”), Bab-ı Ali baskını (Balkan savasının yenilgisi üzerine milliyetçi politikasına yeni bir zemin bulan İttihatçılar,1913 yılında Enver paşa öncülüğünde Bab-ı Ali’de toplanan hükümet toplantısını basıp darbeyle hükümeti ele geçirmesi olayı), birçok muhalif aydın ve gazetecinin katledilmesi, 31 Mart Vak’ası’nda kullanılan şiddet ve 1915 Ermeni Soykırımı öncesi 1909 yılında iki aşamalı olarak gerçekleşen Adana katliamı, ırkçı Türk şovenizminin İttihat nazarındaki kurumsallaşmasıdır. İttihatçı Terakkiperver Partisi nazarında kurumlaşan ırkçı zihniyet; Türk-İslam sentezinden oluşan Turancılıktır. Bu konuda Türk milliyetçiliğinin kilometre taşı olarak kabul edilen Ziya Gökalp’in, İttihatçıların ide-
olojik mürşidi olduğunu belirtmek gerekir. Gerileme dönemi ile birlikte ‘Türk egemenliği tehlikededir’ sloganıyla sürece göre örgütlenen ırkçı şoven Türk milliyetçiliği, yine Gökalp’in deyimiyle ‘Şiddet yoluyla Türkiye’yi temizlemek gerekir’ felsefesiyle askeri hedefini belirlemiştir. Askeri model; yüzyıllardır militarizm ve fetihçi eğilimle beslenen, Osmanlı’nın hâkim ırkı olan Türklüğü daima bunun üzerinde ordugâhlaştıran yaygın savaşçı ve fetihçi ruh haliyle şekillenmenin mirasıdır. Bu miras Osmanlı İmparatorluğu’nu sarıp sarmalayan İslam öğretisiyle birleşmiş, gayrimüslimlere, farklı uluslara karşı, asimilasyon, jenosit, hep aşağı tabaka görme siyasetinin özünü teşkil etmiştir. İttihat’ın bir siyasal fırka olmasının yanında gizli suikastçı bir örgüt olarak örgütlenmesi; başından itibaren “vatanseverler” olarak motive edilen ve her türlü entrika, sahtekârlık üzerine şekillenen dayanışmacı komitacılığın, hiyerarşik olarak konumlandırılması, fırkanın kamuoyuna deklere edilen programlarının dışında, farklı din ve uluslara, ezilen azınlıklara karşı bir suç teşkilatı olarak kullanılması hedeflerinden dolayıdır. Ki İttihat’ın 1913’lerden sonra iktidarı almasından sonra bu eğilimleri daha açık olarak ortaya çıkmış olup, devlet sürecini merkezi olarak örgütlemeyi; geniş ölçekli kitlesel kıyımlar, cinayetler üzerine biçimlendirerek, örgüt içinde gizlilik, sadakat ve alışılmışın dışında bir disiplinle ele almıştır. Türk milliyetçiliğini despotik ve fanatik bir şekilde örgütleyen İttihatçılar, kitlesel katliamlar ve cinayetlerde birer suç makinesi olarak kullanabilecekleri insan unsurunu da genelde Osmanlı İmparatorluğu’nun hapishanelerinde yatmakta olan “suçlulardan” oluşturdu. İttihat ve Terakki Fırkası’nın bu ideolojik, siyasal ve örgütsel hedef ve konumlanışında, başta Ermeniler olmak üzere Rumlara ve diğer azınlıklara uyguladığı soykırım ve katliam, bazı uluslararası ve ülke içi gelişmelerde iyi birer gerekçe yapılarak, Türk “Cumhuriyet” sisteminin faşist özünü mayalamıştır. Her şeyden önce, gerileme dönemiyle birlikte fethettiği toprakları birer birer kaybeden Osmanlı İmparatorluğu, 1912 sonbaharında
yaşanan Balkan savaşı yenilgisiyle yeni bir krizle baş başadır. Osmanlı egemenliğinin Türk-İslam sentezli “demir yumruğu” altında asırlardır ezilen, başta Hıristiyan halklar olmak üzere, Bulgarlar, Sırplar ve Rumlar ayaklanmıştır. Fakat savaş Makedonya meselesi ile farklı bir boyut kazanmıştı. 1878 Berlin Antlaşması ile Türkler, Makedonya ve Ermeni reformlarını gerçekleştirmeye yanaşmıyordu. Türkler bu anlaşmanın hükümlerini yok saydığı gibi, 1912 yazında Üsküp ve Koçani’de iki büyük katliam yapınca, Rumlar ve Sırpların birleşik askeri gücü karşısında Osmanlı büyük bir yenilgi aldı. Balkan Savaşı yenilgisiyle boyutlanan gerileme dönemi, İttihatçılar açısından daha farklı bir korkunun büyümesine neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun giriştiği muharebelerde aldığı yenilgilerle karamsarlığa kapılan Türk tebaasının korkularını, ırkçı şoven dünya görüşlerinin zemini haline getiren İttihatçılar, mevcut gerilemenin sonucu olan dağılma krizini; kendileri açısından gelecek süreci örgütlemenin zaruriyeti haline getirmişlerdir. Kaygıların merkezinde özellikle Makedonya nezdinde yitirilen Balkan coğrafyasının ardından, hüküm sürülen coğrafyadaki başta Ermeniler olmak üzere ezilen uluslar ve azınlıklar meselesi vardır. Bu kaygı İttihat’ın ideolojik önderlerinden olan Abdullah Cevdet’in kaleminden çok açık deklere edilmiştir. “Bu tarakalar (top gürültüleri), bu darbeler bizi uyandırabilecek mi? Beni korkutan Bulgarların topları degil… Bana canım Çatalca’da, Edirne’de yangın varken, devletin hayatı tehlikede iken, hiç Anadolu düşünülür mü? Demeyin. Hayatımızın her anını Anadolu’dan alıyoruz. O bizim kalbimiz, kafamız ve havamızdır.(Türkiye’de Siyasi Partiler, Tarık Zafer Tunaya, Hürriyet Vakfı Yayınları) Yine aynı şahısın “Andonian” adlı eserinde verilen alıntı, konumuz açısından önemlidir. “Fakat çok daha etkili olanı bugün tekrar hayata geçirmeye çalıştıkları 23.maddeyi (Berlin paktının Makedonya’ya ilişkin bazı ulusal haklarını taahhüt altına alan ve Osmanlının daha sonra uygulamadığı karar. yn.),yarın 61.maddeye(yine aynı paktın Ermeniler ve diğer azınlıklara dair reformları taahhüt eden madde. yn.) benzer bir gayretin takip etmeye-
95
Osmanlı’da, fetihçilik; esasta, kılıçtan geçirme, yağmalama, zorla denetim altına alarak topraklarını kendine katma, zulümle yönetme biçiminde şekilleniyordu. 1908-1918 yıllarında (özellikle 1913 yılında) Osmanlı devlet aygıtına tam hâkim olan Jön Türkler tarafından, tarihsel bir sürecin ürünü olarak ortaya çıkan İttihat ve Terakki; Pan-Türkizm, Pan İslamizm gibi ideolojik dokularıyla Türk milliyetçiliği ekseninde monolitik diktatörial bir erk olarak siyasal hattını belirlemiştir. ceğini ve Doğu Anadolu’yla da alakalı olarak aynı şekilde bir müdahale hakkı iddiasının yapılmayacağını kim garanti edecek. Sadece Rumeli’yi düşünmemeliyiz. Aynı zamanda Doğu Anadolu’yu düşünmeliyiz. Zira Rumeli’yi bekleyen kaderden Anadolu’yu korumak mümkün olmayacaktır.” İttihatçıların kaygıları ve hedefleri açıktır. Hüküm sürdüğü coğrafyayı, Türk kimliği esasına göre homojen bir yapıya kavuşturmak, bunu gerçekleştirmek için hiçbir şiddetten kaçınmamak ve bunu gerçekleştirmek için de, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme yıllarıyla paramparça olmuş ruh halini kullanmak. İttihat’ın kuruluşu, Jön Türkler olarak birinci ve ikinci kongre tartışmalarında, Meşrutiyet’in ilanında, dahası 1908 Jön Türk devrimi ve sonrasında darbeci şekilde iktidarı daha sağlam olarak denetimi altına alma sürecinde, üstünde yürüdüğü temel zemin bu olmuştur. İktidarı aldıktan hemen sonra, Talat Paşa’nın inisiyatifinde, katliamcı Dr. Nazım ve Dr. Şakir denen bağnaz Türkçüler tarafından tasarlanıp, soykırımlar ve katliamlar uygulamasında bir aygıt olarak konumlandırılan, Teşkilât-ı Mahsusa’yı, rolü açısından burada kısaca vurgulamak gerekir. “Türk siyasi çeteleri sahneye 1914’te garp kıyılarında ortaya çıkarak 1915’te hapishanelerden bu gayeyle azad edilen mücrimlerle takviye edildikten sonra, İttihat ve Terakki Hükümetinin Anadolu’nun Aydın haricinde bütün vilayetlerinde Ermeniler aleyhindeki entrikalarını hayata geçirdiler. Ermeni sivil nüfusu köy ve kasabalardan “tehcir edildi” ve üniformalı jandarmaların refakati altında “temerküz” gayesiyle sevk edildi. Lakin yolda çeteler ortaya çıkıyor ve katliam başlıyordu.” (Arnold Toybee.The Western Question in Greece und Turkey, Boston. New York 1922.)
96
Osmanlı Türklerinin İmparatorluğu’nda, hüküm sürdüğü topraklarda, farklı din, ulus ve azınlıklara karşı uyguladığı tasfiye girişimi, Ermeniler nezdinde 1800’lü yılların ikinci yarısında bir dizi katliam ve cinayetler zinciri olarak süregelmiş ve bu süreç 1915 soykırımıyla doruk noktaya ulaşmıştır. 189496 Hamidiye Alayları’nın katliamları, 1909 Adana katliamı, süreç itibarıyla lokal saldırılar olup 1915 yılında soykırım biçiminde gerçekleştirilen vahşi yöntemli katliamların provası niteliğindedir. Osmanlı’da, fetihçilik; esasta, kılıçtan geçirme, yağmalama, zorla denetim altına alarak topraklarını kendine katma, zulümle yönetme biçiminde şekilleniyordu. 1908-1918 yıllarında (özellikle 1913 yılında) Osmanlı devlet aygıtına tam hâkim olan Jön Türkler tarafından, tarihsel bir sürecin ürünü olarak ortaya çıkan İttihat ve Terakki; Pan-Türkizm, Pan İslamizm gibi ideolojik dokularıyla Türk milliyetçiliği ekseninde monolitik diktatörial bir erk olarak siyasal hattını belirlemiştir. Herhangi bir hedefe göre belirlenen bir siyasetin, bir askeri planın, yöneldiği hedefe karşı galip çıkması için; bu hareketi kumanda eden liderlerin, iç ve dış koşulları, nesnel ve öznel güçleri, lehte olma durumunda etkili olarak harekete geçirmesi gerçekliği yönelinen hedefe karşı askeri ve siyasi olarak önemli avantajlar sağlayacaktır. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı koşullarının merkezindeki Ermeni meselesi gibi, gayrimüslim ve farklı ulus azınlıklara mensup halklara karşı “sorunu” şiddet yoluyla “çözme” konusu, İttihatçılar için uygun fırsattı. Ermeni Soykırımı planı, aslında 1876-1908 Abdülhamit döneminde tasarlanan ve İttihatçılara miras kalan bir plandır. Gerileme dönemiyle
mecalsiz kalan Osmanlı İmparatorluğu’na karşı, kendi haklarını ve kaderini eline almak isteyen, kölelik zincirlerini kırmaya çalışan her meşru talep sahipleri tez elden imha edilmeliydiler. Ki; Ermenilerin siyasal olarak ileri bir talepleri de yoktu. Sıradan insani haklar ekseninde şekillenen bazı talepleri olan Ermenilerin, soykırım biçiminde imhası “vacip” kılınmıştır. Bunun için askeri hazırlıkların yanında, iç kamuoyu ve uluslararası kamuoyunda katliama uğratılması kararı alınan Ermeniler hakkında bir yığın karalayıcı kampanyalar hazırlanmıştır. Teşkilât-ı Mahsusa’nın eylemlerinde ve katliam planlarının örgütlenmesinde, direk yer almış bir zabıtın ifadesi, konuya yeterince açıklık getirmektedir. “İstanbul’da bu muazzam cinayeti haklı göstermek için lazım gelen propaganda tamamen hazırlanmıştır. Ermeniler
bu gündem özel olarak ele alınan gündemlerden biridir. İttihat ve Terakki bu kongreye bir heyetle katılarak süreçte aktif rolünü ortaya koymuştur. Ermenilerden açık bir dille sadakat ve itaat istenmiştir. Kongre iradesiyle muhatap olan Ermeniler, bu yönlü olumlu fikirler beyan etseler de, bu yaklaşım Türk hâkim gücü açısından tatmin edici bulunmamıştır. Ve I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda bunun karşılığı; Ermeni soykırımı olmuştur. Osmanlı Devleti, Almanya’nın başını çektiği ittifak (Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan) devletlerinin yanında yer alarak savaşa girmiştir. Dahası, İttihat süreciyle Alman sermayesinin denetiminde olan Osmanlı, esasta Almanların çıkarları ekseninde savaşta yer almıştır. Ruslara saldıran Os-
Ve tarih, Türk egemenleri denetimindeki Osmanlı Devleti’nin Turancı, ırkçı zihniyetinin “hüneri” olarak bir insanlık ayıbını bu koşularda not etmiştir. Tahayyülü zor bir yıkıcılıkla, kitlesel bir kıyımla, gerici emellere uymayan her değeri imha etme şartlanmışlığıyla; bir ulusun mensupları (Ermeniler) ötekileştirilen, katline vaazlar verilen başka bir ulusun (Türkler) egemenlik sistemi olan devlet aygıtının gücüyle katlediliyordu. Ve bir ulus katledilirken, jenoside uğrarken, kanlı kemikleriyle asırlarca zalime hesap sorma bilincini, ölerek böyle tarihin sayfalarına düşüyordu.
düşmanla ittifak etmişler. İstanbul’da isyan çıkaracaklar. İttihat rüesasını öldürecekler ve Boğazı açmaya muvaffak olacaklar. Bu adi tezvirler, ancak açlığı bile idrak edemeyen avam kısmını ikna edebilirdi. Sancılarını bile hissetmezken insanları kandırabilirdi.” (Ahmet Refik Altınay, İki Komite İki Kıta, İstanbul, 1919, s.40) İttihat ve Terakki’nin, toplumun her hücresini, egemenlik anlayışına göre “tekleştirmesi” zihniyeti, insani değerler açısından artık bir travma halini almıştır: Olası Rus işgalinde, Ermeniler Rusları destekleyebilir. Osmanlı Devleti’nin parçalanması durumunda, Anadolu’da kurulması gereken Türk devleti arî Türk soyundan ve Müslim olmalıdır. Gayrimüslimler o coğrafyada hemen temizlenmelidir. 1914 yılında Erzurum Kongresi’nde
manlı, Sarıkamış bozgunuyla savaşta irtifa kaybetmiştir, bu süreç Almanlarla birlikte yenilgi sürecidir. Bu yenilgi süreciyle, insan kaynakları esasta Kürt aşiretleri, mahkûmlar, Kafkas ve Rumeli göçmenlerinden oluşan, Enver Paşa tarafından 1913’te İngiliz Elçisi Canning Stratford desteğiyle kurulan Teşkilât-ı Mahsusa’nın birçok savaşçısı, bölgede Ermenileri katletmeye başlamıştır. Bu pratik yönelim, merkezi devlet politikasıdır. Yoksa Teşkilât-ı Mahsusa’nın münferit “suçları” değildir. Şubat 1915’te Osmanlı ordusu içindeki Ermeni askerlerin silahsızlandırılması, 24 Nisan 1915 Ermeni ulusunun önde gelen aydın, siyasetçi ve sermaye gücü olan varlıklı unsurlarının tutuklanması kararı ve bu sürecin zirvesi olarak 27 Mayıs 1915 Tehcir Kanunu’nun çıkarılması, bu
97
katliamın yıllardır organize edilen bir devlet siyasetinin final oyunları olduğunun açık kanıtlarıdır. Alman devletinin de tarihsel “günahı” olan ve savaş koşullarında cereyan eden Ermeni soykırımı, kararlarla, kanunnamelerle, insan canına vahşice kıyan bir hal alırken, soykırıma uğrayan Ermenilerin malvarlıklarına da, idari kararnamelerle el konulmuştur.
katliam gibi bu katliam da Ermeni ve Rum katliamlarının gölgesinde kalarak gündemleşmemiş olsa da, Osmanlı ve İttihat ve Terakki’nin sistematik olarak hazırlayıp uyguladığı bir soykırımdır.
Ve tarih, Türk egemenleri denetimindeki Osmanlı Devleti’nin Turancı, ırkçı zihniyetinin “hüneri” olarak bir insanlık ayıbını bu koşularda not etmiştir. Tahayyülü zor bir yıkıcılıkla, kitlesel bir kıyımla, gerici emellere uymayan her değeri imha etme şartlanmışlığıyla; bir ulusun mensupları (Ermeniler) ötekileştirilen, katline vaazlar verilen başka bir ulusun (Türkler) egemenlik sistemi olan devlet aygıtının gücüyle katlediliyordu. Ve bir ulus katledilirken, jenoside uğrarken, kanlı kemikleriyle asırlarca zalime hesap sorma bilincini, ölerek böyle tarihin sayfalarına düşüyordu.
Yaşanan bu tarihsel olayları sıralarken, amaç; kronolojik olarak bazı veriler ortaya koymak değildir. Esas olan, neden ve sonuç ilişkisi içinde, tarihsel olayların anlamını çözmek ve neyin, nasıl ve hangi koşullarda olgunlaştığını kavrayabilmektir. Türk hâkim sınıf egemenlik sistemi “Cumhuriyet”in ilanıyla, yeni bir sayfa açma iddiasıyla Cumhuriyet öncesi insanlık ayıplarından kurtulmaya çalışsa da, tarihsel veriler ve gelişmeler “Türkiye Cumhuriyeti”nin bu insanlık ayıplarının, yani toprağa toplu olarak gömdüğü kanlı kemiklerin üzerinden doğduğunu ortaya koymaktadır. “Cumhuriyet”in ilanıyla merkezileşen devlet siyaseti; ezilen halklar ve uluslar üzerinde barbarlık olarak vukuu bulan egemenlik siyasetidir. “Cumhuriyetin” temelleri o kanlı tarihte atılmıştır. “Cumhuriyet” o kanlı tarihten beslenmektedir. Ve “Cumhuriyet” var olma koşulunu ve geleceğini, o kanlı tarihten aldığı ilhamla örgütlemiştir. Lakin katlettikleri mazlum halkların kan lekeleri taptaze yakalarında durdukları halde, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın yenilgisi ardından İttihat ve Terakkiyi feshederek Almanya’ya kaçan Enver, Talat ve Cemal Paşaların takipçileri ve silah arkadaşları; Müdafaa-i Hukuk, Karakol Cemiyetleri gibi örgütlülüklere dönüşerek “Kurtuluş Savaşı” olarak Türk ulusu hâkim sınıflar resmi tarihinde ifade edilen süreci örgütlediler. “Kurtuluş Savaşı’nın” içeriği ve muhtevası farklı bir inceleme konusudur. Kaypakkaya yoldaşın bu konudaki tezlerinin, konuya bütünlüklü açıklık getirdiğini vurgulamak yeterli olacaktır. Konumuz açısından anlaşılması gereken şudur. “Kurtuluş Savaşı” ve “Cumhuriyet”in kuruluşu sürecini örgütleyen kadrolar, İttihat ve Terakki ile Teşkilât-ı Mahsusa’nın kadrolarıdır. Kendisini o dönemlerdeki katliam ve soykırımlardan soyutlamak isteyen Türk egemenlik sisteminin çabası
Sözünü ettiğimiz süreçte, tarihin sayfası tabii ki salt Ermeni Soykırımı’nı not etmekle sınırlı değildir. 1914-1923 yılları arasında Osmanlı-Türk egemenlik sistemi, aynı ırkçı zihniyetinin bir ürünü olarak Rum nüfuzuna karşı da bir kampanya yürütmüş, yüz binlerle ifade edilen Rumlar katledilmiştir. 1914 yılıyla birlikte Osmanlı ordusu yetkililerince ve Teşkilât-ı Mahsusa örgütünce, Trakya ve Batı Anadolu başta olmak üzere Rumların yaşadığı topraklarda kitlesel kırımlar gerçekleştirilmiş, zorla çalıştırılmak üzere gençler toplatılmış ve götürülen iş sahalarında katledilmiştir. Dönemin Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa tarafından, bu katliamlar, Ermeni sorununun “çözüldüğü” aynı yöntemle Rum ve Yunan sorununu da “çözeceğiz” itirafıyla katliamın içeriğini ve hedefini deklare etmiştir. Kitlesel kıyım zincirinin bir halkası da 19141920 Süryani katliamıdır. Hakkâri, Van, Siirt, Adıyaman, Urfa, Malatya, Harput bölgeleri başta olmak üzere kitleler halinde Süryaniler yaşam alanlarından sürüldü, eş zamanlı raporlara göre 750 bin-1 milyon Süryani halkı katledildi. Osmanlı tarihinde birçok
98
Kemalist Diktatörlüğün Bir Niteliği Olarak; Cumhuriyet
Mustafa Kemal’in önderliğinde Amasya, Sivas, Erzurum Kongreleriyle başta Kürt aşiretleri olmak üzere, Anadolu’da farklı ulus, azınlık, mezhep, sınıf ve halk katmanlarının desteğini alarak, güdük bir anti-emperyalist savaş süreci sonrası 1920 “Cumhuriyet”inin ilanını hazırlayan Kemalist diktatörlük, “Cumhuriyet”in ilanıyla birlikte faşist özünü topluma dikte etmiştir. Kemalist diktatörlüğün ulus devlet modeli, Türk egemen sınıflarının ırkçı zihniyetidir. Dini dokusu Sünni-İslam’dır. Üniter devlet modeli ekseninde, farklı ulus, azınlık, mezheplere karşı “tekleştirme” siyasetinin hareket zemini; asimilasyon ve inkârdır. Kapitalist dünyanın bir parçası olarak ezilen sınıf ve halk katmanlarına karşı; baskı, sömürü ve işkencedir, katliamlardır. ise bu konuda beyhudedir. Başta Mustafa Kemal olmak üzere, Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Bekir Sam, Çerkez Reşit, Celal Bayar, Adnan Adıvar ve daha ismini belirtmeyi gereksiz gördüğümüz birçok “Türkiye Cumhuriyeti” kadrosu, İttihatçı ve Mahsusacı kadrolardır. Yine İttihat’ın ideolojik temellerini Türk ırkçılığı ekseninde şekillendiren Ziya Gökalp, Mehmet Akif Ersoy, Celal Nuri, Yunus Nadi, Velid Ebuzziya, Emin Yurdakul gibi “aydınlar”, bu sürecin savunuculuğunu üstlenmişlerdir. Siyasal, ideolojik ve “Cumhuriyet” projesiyle yapısal olarak şekillendirilen devlet zihniyeti, ulus kimliği babında, Türk olanların dışındaki ulus ve azınlıklarını, dinsel olarak Sünni-İslam dışındaki inanç guruplarını tasfiye etmeyi var olma amacı olarak belirlemiştir. “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” Bu sözlerin sahibi Türkiye “Cumhuriyeti”nin “muzaffer” komutanlarından İsmet İnönü’dür. “İsyan” bastırma adı altında Zilan deresini cesetlerle dolduran askeri hareketin ardından sarf ettiği sözlerdir. “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Hizmetçi olma hakkı, köle olma hak-
kı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsin” 19 Eylül 1930 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan bu konuşmanın sahibi, dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’tur. Ve bu ülkede günümüzde “Mahmut Esat Bozkurt Hukuk Ödülü” diye bir ödülün olduğunu hatırlatırsak, bu ırkçı ideolojik dokunun “Türkiye Cumhuriyeti” devletinde ne denli kökleştiğini ifade etmiş oluruz. Burada esas anlatmak istediğimiz, farklı kesimlerin söylemlerinden daha da çoğaltabileceğimiz yukarda verdiğimiz anlayışa denk alıntılar değildir. Sorun bir devlet geleneğinin kurumsal mantalitesidir. Bir devletin faşist niteliğinin; zulüm nişangâhından halklara kin ve öfke kusmasının realitesidir. Sorun “Türkiye Cumhuriyeti” devletinin egemenlik sistemi olan Kemalist diktatörlüğün, mazlum uluslara, ezilen halk sınıf ve tabakalarına karşı ne anlama geldiği sorunudur. Mustafa Kemal’in önderliğinde Amasya, Sivas, Erzurum Kongreleriyle başta Kürt aşiretleri olmak üzere, Anadolu’da farklı ulus, azınlık, mezhep, sınıf ve halk katmanlarının desteğini alarak, güdük bir anti-emperyalist savaş süreci sonrası 1920 “Cumhuriyet”inin ilanını hazırlayan Kemalist diktatörlük, “Cumhuriyet”in ilanıyla birlikte faşist özünü topluma dikte etmiştir. Kemalist diktatörlüğün ulus devlet modeli, Türk egemen sınıflarının ırkçı zihniyetidir. Dini dokusu Sünni-İslam’dır. Üniter devlet modeli ekseninde, farklı ulus, azınlık, mezheplere karşı “tekleş-
99
tirme” siyasetinin hareket zemini; asimilasyon ve inkârdır. Kapitalist dünyanın bir parçası olarak ezilen sınıf ve halk katmanlarına karşı; baskı, sömürü ve işkencedir, katliamlardır. “Cumhuriyet”; komprador sermayenin temsili babında Kemalist diktatörlüğün yönetim aracı olan Türk egemenlik sisteminin devlet niteliğidir. Komprador sermaye sürecini şu ana başlıklar ekseninde şekillendirme siyaseti benimsemiştir: a) Hakimiyeti Kemalist diktatörlük nazarında merkezileştirmek, hakimiyet güçleri kliklerini buna göre dizayn etmek; merkezileşen emperyalist sermayenin ihtiyacı, Kemalist diktatörlüğün projesidir. Tek kişilik yönetim, tek partili yönetim ile toplumsal varlıkları komprador sermayenin çıkarları ekseninde merkezileştirmek, komprador sermayenin varlık koşullarını örgütleme projelerini topluma dikta etmek; “Cumhuriyet”in ana eksenidir. Ta açık işgal dönemlerinde el altından emperyalist ve işgalci güçlerle görüşen M. Kemal, bu projenin maddi zeminin hazırlamıştır. 1919 Sivas Kongresi’nden hemen sonra kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, kurulacak “Cumhuriyet”in diktatörlük aracı olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin siyasal önceliğidir. Tekleşme, faşist Kemalist diktatörlüğün çıkarlarını temsil ettiği komprador sermayenin emellerine göredir. Eski bazı İttihatçıların tasfiyesi, halifeliğin kaldırılması, saltanatın kaldırılması, Çerkes Ethem olayı ve ardından Lozan Anlaşması; “Cumhuriyet”in niteliğinin belirlenmesi ve yönetsel erk bazında Kemalist diktatörlüğün kurumsallaştırılması evreleridir. b)Ezilen sınıf ve katmanları faşist yasa ve yöntemlerle baskı altına almak; uluslararası emperyalist sermayenin bir parçası olarak ilan olunan “Cumhuriyet”, “komünizm hayaletine” karşı donatılmaması, bu yönlü toplumsal dinamiklerin imha edilmemesi düşünülemezdi. Mustafa Suphi ve 15 yoldaşının Karadeniz’in karanlık sularında Kemalistlerce komplo ile katledilmesi, ezilen işçi sınıfı ve halk katmanlarının haklarını arama araçlarına karşı en ağır faşist yasalar ve yasaklamaların getirilmesi, “Türkiye Cumhuriyeti” devletinin çeşitli milliyetlerden ezilen
100
halklarımız karşısındaki faşist niteliğidir. c)Asimilasyon, jenosit ve katliam politikalarıyla farklı ulus ve azınlıkları, farklı din ve mezhep gruplarını “Türkleştirmek”: Komprador sermayenin temsilcisi Kemalist diktatörlüktür ve hâkim ulus Türk ırkçılığıdır. Türk-Sünni İslam sentezi karşıtı olan her insani değeri, zor ve baskı aygıtlarıyla asimile edecektir. Başta Ermeniler olmak üzere, Rumlar, Süryaniler, Çerkesler, “Cumhuriyet” öncesi süreçte katliam ve soykırımlarla susturulmuş ve kontrol altına alınmıştır. Açık işgal koşullarında çeşitli vaatlerle, Kürt aşiretleri üzerinden desteği alınan, Kürt ulusu, farklı ulus ve azınlıklar, asimilasyon ve jenosit siyasetinin, yöneldiği ana dinamiktir. “Cumhuriyet” öncesi dönemde Kürt ulusu veya bazı Kürt aşiretlerinin sahip olduğu bazı dini ve sosyal kurumların, “Cumhuriyet” süreciyle birlikte kapatılıp yasaklanması bu adımın başlangıcıdır. Kemalizm, farklı kimlik, ulus ve mezheplere temsil hakkını hiçbir zaman tanımamıştır. Türkçenin dışında dil konuşmak, türkü söylemek, tabiri caizse ıslık çalmak yasaktır. Kürt olmak potansiyel suçtur, Alevi olmak “günahtır”. Farklı kimliklerin mebusta temsil hakkı, merkezi otoritenin başı Mustafa Kemal tarafından belirlenmiştir. Diyab Ağa, Mazhar Müfit Kansu, Nafi Atuf Kansu, Tasin Banguoğlu gibi devşirme unsurlar üzerinden, Kürt, Alevi ya da farklı azınlıkların “temsil” hakkı biçimlendirilerek, her insani hak, asimilasyonun aracı haline getirilmiştir. Laiklik, devletçilik, milliyetçilik gibi Türk devletinin temel argümanlarını temsil eden ideolojik çizgiler, Türk-Sünni İslam kimliğine göre dizayn edilmiş, her aykırı fikir ya da kültür “tehlike” arz edilerek, baskı ve cebir şiddete tabii tutulmuştur. Kemalist diktatörlük, dönemi öz olarak bu sacayakları üzerinde inşa etmiştir. “İnkilab İlkeleri” olarak belirlenen gerici egemenlik sisteminin çıkarlarına karşı olan her şey, ağır askeri operasyonlar ve kitlesel kıyımlar sebebidir. Bu dönemin önemli bazı yasalarını ve uygulamalarını sıralamak konuyu daha açıklayacaktır:
Şeyh Sait’e karşı gerçekleştirilen askeri hareket sırasında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’nun (3 Mart 1925) üç maddesinden 1.maddesi şöyledir: “İrtica ve isyana ve memleketin nizam-ı içtimaisi (toplumsal düzen) ve huzur ve sükûnu ve emniyet ve asayişini, ihlale bahis (bozmaya yönelik) bilumum teşkilat ve tahrikât ve neşriyatı (örgütlemeleri, kışkırtmaları, yüreklendirmeleri ve yayınları),hükümet reisi cumhurun tasdikiyle ve re’sen ve idaren men’e mezundur(kendi başına yasaklamaya yetkilidir). İş bu ef’al erbabın (bu eylemleri işleyenlerin)hükümet İstiklal Mahkemesi’ne tevdi edebidir.” Kanun hükmü gayet açıktır ve sürecin ele alınış tarzıdır. Bu kanun, benden olmayanın katli vaciptir anlayışının, olağanüstü uygulanışıdır. Devletin birliği ve bütünlüğü üzerinden geniş yığınlara dikte ettirilen; hâkim elitin kendini var etme hamleleridir. Öyle ki kanuna “anayasaya aykırı” ve “temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik olduğu” itirazıyla muhalefet gösterenler çeşitli bahanelerle sonradan yargılanmış, (Atatürk’e İzmir suikastı gerekçesiyle) ve idam edilmişlerdir. İkinci siyasi parti olarak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın yedi aylık kısa bir zamanda Haziran 1925’te kapatılması, hâkim klikler çatışmasında Kemalist kliğin denetimini sağlamlaştırması açısından önemli bir veridir. Devamla “«Gayet mahremdir» ibaresi taşıyan Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı Kararnamesi” 1587 sayılı kanunla belirlenen “milli kültürümüze, ahlak kurallarına, örf ve adetlerimize uygun düşmeyen, kamuoyunu (devletin faşist niteliğini. bn.) inciten adların değiştirilmesi” hükmü, Türkçe olmayan tüm yer mahalle, köy, hayvan, insan isimlerinin yasaklanması tamimi olmuştur. Soy ve ırk tespitleriyle tek kimlik, tek ırk kavramının açıkça deklere edildiği 2510 sayılı 1934 tarihli İskân Kanunu’nun ve 1935 tarihli Tunceli Kanunu’nun katliamlar sürecinin hâkim güçler açısından yasal dayanakları olduğunu vurgulamak gerekir.
Güneş Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi Anlayışıyla Kurumsallaştırılan Asimilasyon, Soykırım ve Katliam Kemalist diktatörlüğün baş aktörü olan Atatürk “devrimlerinin” ideolojik hattını ve dokusunu anlama açısından bu iki teori önemlidir. Resmi devlet ideolojisi olan bu iki anlayış, Kemalizm’in ideolojik zemini olarak; ırkçılıktır, etnisitenin inkâr edilmesidir. Her iki teoride iki ana siyasal amaç vardır. 1) “Türkiye Cumhuriyeti”ni Türk egemen sınıflarının ırkçı şoven dünya görüşüne göre kurumsallaştırmada, ulus devlet olarak şekillendirmede tarihi bir referans oluşturmak. 2)Bütün uygarlıkların ve medeniyetlerin, tarih boyunca Türklerin eseri olduğu safsatasıyla, Türklerin neden hâkim güç olması gerektiğine sosyal zemin yaratmak. Bu ana siyasal amaçla, Atatürk tarafından ortaya atılıp, desteklenmesi, geliştirilmesi öngörülen, her iki teorinin tezleri, ırkçılığın, şovenizmin şizofren travmatik ruh halini, deşifre etmektedir: “Türkler brakisefal ve beyaz ırktandır. Orta Asya bu ırkın anayurdudur. Ve medeniyet buradan tüm dünyaya yayılmıştır. Sümer Uygarlığını, Mısır Medeniyetini Türkler kurmuştur. Maya, Aztek ve İnka uygarlıklarının yaratıcıları Türklerdir.” Yani Türk Tarih Tezi’ne göre, Avrupa’dan Çin’e kadar tüm coğrafya Türklerindir. Mısır ve Ege medeniyetleri, Hitit, Sümer, Etrüsk (İtalya’da yaşamışlardır) Rum, Yunan, Macar vs. halklar, Türk sayılmaktadır. Faşizmin temel temsilcisi M. Kemal’in bu tezleri savunan konuşmasını direk olarak aktarmak, daha açıklayıcı olacaktır: “Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. Diyarbakırlı, Vanlı, Trabzonlu, İstanbullu, Kürtler, Rumlar, Bulgarlar Makedonlar hep bir ırkın evlatları, hepsi aynı cevherin damarlarıdır.” Söylemdeki siyaset açık. Herkes geldiği “cevherin” damarlarına dönsün. Gönüllü dönenlere ödülümüz devşirilmiş insan kimliğidir. Gönüllü gelmeyenleri “imana” getirmeyi ırkçılıktan ilham alan süngülerimiz, “Allahın izniyle” “imana” getirecektir.
101
Temel amacı gericiliğin hâkimiyetini tesis etmek olan bu yönelimlere, toplumun belirli dinamiklerinden itirazlar yükselmiş ve Türk egemenlik sistemi tüm bu itirazları katliamlarla bastırmıştır. İdeolojik ve siyasal ekseni Kemalist diktatörlüğün resmi ideolojisi olduğu “Türkiye Cumhuriyeti”ni korumak olan anlayış; ezilen sınıf ve katmanlar, ezilen bağımlı uluslardan azınlıklara, Sünni-İslam dışındaki inanç ve mezheplere, katliam, kan ve gözyaşı olmuştur. Kurumsal olarak bir devlet politikası olan bu yönelimlere en demokratik araçla dâhil, kendi duruşu ekseninde itirazda bulunan birçok toplumsal grup, örgütlülük gibi sosyal bileşenler, acımasızca kitlesel kıyımlara tabi tutulmuş, yakalananlar “İstiklal Mahkemeleri” gibi olağanüstü koşullarda, olağanüstü yasalarla ve olağanüstü yetkiler kullanılarak idam edilmişlerdir. Tarihsel hafıza bazında da olsa Kemalist diktatörlüğün askeri seferlerle katliam düzenlediği, önemli olayları sıralamak gerekir: Güneş Dil Teorisi de; Atatürk’ün Anadolu ve Kuzey Kürdistan’da var olan tüm farklı ulus ve azınlıkların dilleriyle bir hesaplaşma ve o dilleri yok sayma teorisidir. Bilimsel bir değeri olmadığı halde, siyasal hedefini güçlendirmek için, Sırp asıllı Avusturyalı Hermann Kvergic’in “Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi” isimli yayımlanmamış derlemesi kaynak alınmıştır. Burada sorun bu araştırmanın bilimsel değeri değil, yabancı birinin verileri adı altında psikolojik üstünlük yaratma mantığıdır. Teorinin ana hattı; “Türkçe dünyanın asıl dilidir ve dünya dillerindeki birçok kelime Türkçeden türemiştir.” Amazon mu? Kıtayı keşfe giden Türk boyları ucu bucağı olmayan nehri gördüklerinde “amma uzun” demişler ve zamanla “amazon” olmuş. Ya Niagara Şelalesi’ne ne demeli. Bering Boğazı’ndan geçip sonradan Kızılderili olan Türk atalarımızın çağlayan suyun sesine “ne yaygara” demesinin zamanla yaşadığı şivesel değişimdir Niagara. Kuşkusuz bunların bir deli saçması olduğu, idealistçe bir düşünüş tarzının dahi savunamayacağı görüşler olduğu tartışmasızdır. Ama Türkiye-Kuzey Kürdistan sahasını Türkleştirmek, farklı ulus ve azınlıkların yaşam hakkı ve kültürlerini yok etmek isteyen Kemalist diktatörlük, bunu bir devlet ideolojisi olarak topluma dikte etmek istemiştir. Temel amacı gericiliğin hâkimiyetini tesis etmek olan bu yönelimlere, toplumun be-
102
lirli dinamiklerinden itirazlar yükselmiş ve Türk egemenlik sistemi tüm bu itirazları katliamlarla bastırmıştır. İdeolojik ve siyasal ekseni Kemalist diktatörlüğün resmi ideolojisi olduğu “Türkiye Cumhuriyeti”ni korumak olan anlayış; ezilen sınıf ve katmanlar, ezilen bağımlı uluslardan azınlıklara, Sünni-İslam dışındaki inanç ve mezheplere, katliam, kan ve gözyaşı olmuştur. Kurumsal olarak bir devlet politikası olan bu yönelimlere en demokratik araçla dâhil, kendi duruşu ekseninde itirazda bulunan birçok toplumsal grup, örgütlülük gibi sosyal bileşenler, acımasızca kitlesel kıyımlara tabi tutulmuş, yakalananlar “İstiklal Mahkemeleri” gibi olağanüstü koşullarda, olağanüstü yasalarla ve olağanüstü yetkiler kullanılarak idam edilmişlerdir. Tarihsel hafıza bazında da olsa Kemalist diktatörlüğün askeri seferlerle katliam düzenlediği, önemli olayları sıralamak gerekir: Şeyh Sait Katliamı (13 Şubat-31 Mayıs 1925), Reşkotan ve Raman Katliamı (9-12 Ağustos 1925),Sason ayaklanmasını bastırma adı altında gerçekleştirilen katliam (1925-1937), Birinci Ağrı Harekâtı ve kitlesel kıyım (16 Mayıs-17 Haziran 1926), Koçuşağı Katliamı (7 Ekim-30 Kasım 1926), Mutki Katliamı (26 Mayıs-25 Ağustos 1927), İkinci Ağrı Harekâtı ve katliamı (13-20 Eylül 1927), Bicar Tenkil Harekâtı (7 Ekim-17 Kasım 1927), Asi Resul isyanı bahanesiyle yapılan
katliam (22 Mayıs-3 Ağustos 1929), Tendürek Harekâtı (14-27 Eylül 1929), Zilan Katliamı (Haziran-Eylül 1930), Oramar katliamı (Temmuz-Ekim 1930), Üçüncü Ağrı seferi (Eylül 1930) Pülümür Harekâtı (Ekim-Kasım 1930)ve Dersim Katliamı (1937-1938) Kuşkusuz 1921’deki Koçgiri katliamıyla birlikte, özel nitelikleriyle hepsi tek tek ele alınıp incelenmesi gereken katliamlardır. Burada esasta Dersim Katliamı üzerinde duracağımızdan, konuyu o yönlü ayrıntılandıramayacağız. Temel öz şudur: Yeni kurulmuş bir “Cumhuriyet”, kısa bir tarihsel sürece bu kadar katliam yapmayı sığdırmışsa, orda egemenliği temsil eden kişileri tartışmak anlamsızdır. Bu bir devlet siyasetidir. Niteliği; faşist diktatörlüktür. Başkumandanı, Kemal Atatürk’tür.
1937-1938 Dersim Katliamı 1937-1938 Dersim Katliamı, Kemalist diktatörlüğün Dersim’i işgal etme, dağıtma seferidir. Osmanlı’dan alınan zihniyet, Kemalist diktatörlüğün ırkçı, soykırımcı laboratuarında yeni sürece göre biçimlendirilmiş ve yaşama geçirilmiştir. “Herkesin bildiği Sır: Dersim” kitabında Dr.Şükrü Aslan’ın, 1896’da Abdülhamit döneminde hazırlanan rapordan yaptığı alıntı çarpıcıdır: “Dersimlilerin inancı hâkim Müslümanlık inancından farklıdır. Bunlar Kızılbaş Alevileridir. Bu durum, bölgede devam eden(aç.)merkezi devlete karşı hoşnutsuz eğilimlerin temelini oluşturuyor. Uzun vadede Dersim’i kazanmak için buradan başlamak gerekir. Dersim’in çeşitli bölgelerinde tarikat evleri açalım. Ve Dersim’deki Kızılbaşlık kültürünü zaman içinde ortadan kaldıralım. Bunu yaparken ordularımızı Dersim’in sınırlarına kadar götürelim. O ara karakollar, kışlalar yapalım. Dersimlileri orada çalıştıralım. Bunların hepsini bir arada yaparsak, o zaman bu kültürden çok daha çabuk ve kolay ayırabiliriz.”(age.) 28 Ekim 1903 tarihinde Dersim Mutasarrıfı Arif Bey, İçişleri Bakanlığı’na ilettiği raporunda Dersim’in coğrafik konumu ve yaşayan halkın, dini, ulusal ve sosyal durumu hakkında ayrıntılı bilgi verdikten sonra, “reform”
adı altında yapılmasını önerdiği katliamın, hangi kademelerden geçmesi gerektiğini başlıklar altında iletmektedir. “Dersim dâhilinde merkezleri Ovacık, Nazimiye, Mazgirt, Çemişgezek’te bulundurulan 500 kişilik dört tabura ilaveten, iki tabur ve iki top eklenmeli, işe Mazgirt ve Hozat tarafından başlanarak cezalandırmaya devam olunmalı. İki koldan Ovacık taraflarına ulaşılırsa amaca ulaşılır. Bunun için ilk elden Dersimlilerin elindeki silahlar toplanmalı; askere gitmeyenler toplanıp uzaklara gönderilmeli; Seyit, Dede unvanı altındaki eşkıyalık fesat kışkırtıcılarını yakalayarak bir daha Dersim’e ayak basmaları yasaklanarak, İşkodra, Trablusgarp ve Fizan gibi yerlere sürülmeli; kalan vergiler toplanmalı” gibi askeri operasyonun başlıkları sıralandıktan sonra, yol, askeri karakollar inşası, süvari ve topçu birlikleri başta olmak üzere sürekli konuşlandırılmak koşuluyla, askeri birliklerin bölgeye sevk edilmesi” ivedilikle istenerek, rapor tamamlanmaktadır. 1906’da Celal “Bey”in raporu da yukarıdaki raporun bir nevi tekrarı niteliğindedir. Birbiri ardına yazılan bu raporlar Dersim’e düzenlenecek askeri katliam seferlerinin ön adımlarıdır. Ki 1907 Neşat Paşa harekâtı, Jön Türk Dönemi 1908 Dersim harekâtı, hemen akabinde 1909 harekâtı ve 1911-1912 harekâtı bu sürecin katliam seferleridir. Başlıklar halinde ifade edilen tüm bu seferlerde, Dersim teslim alınamamış, Dersim kendi değer yargılarıyla direnmiştir. Kemalist diktatörlük, aldığı bu mirasla Dersim’i çıbanbaşı görmeye devam ettiğinden, yeni dönem babında 1925 yıllarında, özellikle Kuzey Kürdistan coğrafyasında gerçekleştirdiği katliamlar serisine, en planlı, en kapsamlı ve en kıyımcı hareket olarak Dersim’i koymuştur. Takrir-i Sükûn yasalarıyla başlayan katliamları hazırlama süreci, Dersim nazarında özel “Tunceli” Kanunu’yla biçimlendirilmiştir. Toplam 38 maddeden oluşan ve mecliste olağanüstü koşullarda görüşülen kanunun, çıkarılış tarihi 1935’tir. Kanun, başından sonuna, gerçekleştirilecek askeri harekete olağanüstü “yasal” zemin oluşturmakta, gerçekleştirilmesi planlanan kitlesel kıyıma olağanüstü ortam yaratmak-
103
tadır. “Tunceli Kanunu”, Dersim Katliamı planının son halkasıdır. Kemalist rejim, 1920 yıllarının sonlarından katliam dönemlerine kadar hazırladığı raporlarda, Dersim jenosidini tamamlamak ve bölgeyi insansızlaştırmak amacıyla ayrıntılı raporlar hazırlamıştır. Hamdi “Bey”in raporu, “Dersim bir çıbanbaşıdır. Bu çıban okşamakla tedavi edilmez. Bu yarayı kökünden koparmak gereklidir” içeriğindedir. Bu anlayış, meclis kürsüsünde Atatürk’ün ajitasyona dökülmüş kin ve nefretidir. İsmet İnönü’de bu anlayış “Kürt himayesini dağıtın” biçiminde anlam bulurken, Fevzi Çakmak’ın dilinde ise “Dersimlileri askere almayın. Silah kullanmayı ve savaş tekniklerini öğrenirlerse bize saldırırlar” tanımımda ecelsiz bir korkudur. Jandarma Umum Kumandanlığı’nın “Dersim” adlı kitabı, bu hazırlığın raporlar halinde nasıl yapıldığına dair önemli bir kaynaktır. Kitap, MAH (Milli Amale Hizmeti adı altında 1927’de kurulan Milli İstihbarat Teşkilatı’dır ve adı 1965’te MİT olarak değiştirilmiştir) ve Birinci Umumi Müfettişlik raporlarına dayanmaktadır. Mesela 1930’ların başında Büyük Erkânı Harp Reis’inin Mütalaalarında Dersim şöyle tanımlanmaktadır. “Yüksek idare makamlarına adeta koloni idarelerindeki salahiyet verilmelidir. Dersim evvela koloni (sömürge) gibi nazarı itibara alınmalı” (Dâhiliye Vekâleti Jandarma Umum Kumandanlığı Dersim adlı eserinden aktarım). Yine aynı dönem raporlarında da, Dersim aşiretleri, aşiretler denetiminde ve denetimi dışında ikamet eden insan sayısı, bunların arasındaki husumet ve birlik olma durumu, bölgede mevcut silah gücü, yerleşim alanları, dağlık vb. olmak üzere stratejik bölgeler, Dersimlilerin gelenek ve görenekleri, konuştukları dil vb. gibi geniş envanterler yer almaktadır. Dersimlileri “Türklüğe yaklaştırmak ve kendilerinin aslen Türk olduklarını öğretmek lazımdır” diyen Ermeni soykırımının etkin isimlerinden Şükrü Kaya, Kemalist projenin asli unsuru olarak, bu sefer de Dersim katliamında rol almaktadır. 1931 yılında İçişleri Bakanı yardımcısı sıfatıyla Başbakanlığa Kasım 1931’de verdiği rapor daha çarpıcıdır. Dersim’i “ıslah” esasları maddeler halinde;
104
1-) Dersim’in ıslahı acil ve kesindir. Ertelenmesinde devletçe zarar vardır. 2-)Islahın sağlanması ve zararlarının tevkif ve yok edilmesi, Dersim sorununun bitirilmesi ancak; a-)silahların toplanması, b-)Aşiret ağalarının ve aşiret ağası olabilecek kişilerin Dersim’den uzaklaştırılması, 3-) Bunların uygulanması askeri bir harekâta bağlıdır. Bu askeri hareketin memleketin savunma sistemini gevşetmemesi ve bilhassa Doğu ve Güney’de tatbik edilen programı tehir etmemesi (tatbik edilen program başta Kürtler olmak üzere farklı kimliklerin zorla Türkleştirilmesi programıdır. abç.)ve devlet hazinesine ağır bir yük yüklememesiyle teklif edilmesi şarttır.(Şükrü Kaya’nın geniş raporu için bkz: Belgeleri ve Tanıklarıyla Dersim Direnişleri, S.158-168, M. Kalman) Rapor, “Lahika” adlı ekle, askeri ve idari açıdan “ıslah” adı altında planlanan Dersim Katliamı’nın akabinde, kalan sağların nasıl, hangi yöntemlerle nerelere sürgün edileceğini saptamış durumdadır: “Yaklaşık 90 aşiretten 347 önde gelen ailenin (3470 kişi) Batı’ya ve Trakya’ya sürgünü, ayrıntılarıyla,72 ailenin Tekirdağ’a, 38 ailenin Edirne’ye, 56 ailenin Kırklareli’ne, 65 ailenin Balıkesir’e, 73 ailenin Manisa’ya ve 34 ailenin İzmir’e iskânı öneriliyor, nakliye giderleri ve yol güzergâhları bile belirleniyor.(Jandarma Umumi Kumandanlığı, Dersim, S.83-121, sene 1932) Özellikle Dersim nazarında, Tunceli Kanunu, Genel Valilik ve yasak bölge uygulamaları, 1938 Dersim Katliamı için önceden yapılan planlardır. Bu planın başında, Türkiye “Cumhuriyeti” Devleti’nin kurucuları ve Kemalist diktatörlüğün baş “öğretmeni” M. Kemal Atatürk vardır. Plan, “yasal” dayanakları ve askeri hareket hazırlığıyla eşzamanlı işletilmektedir. Önce tarihle olan maddi ve manevi bağına yöneldiler. Küçük düşünüşleriyle büyük ve karanlık hesaplarını oynamaktı ilk sahne. Önce Dersim’in adı Tunceli yapıldı. Hemen
Bu hazırlıklar, Kemalist devletin Dersim’e yönelik stratejik bir programının sonucudur. Amaç; yıllardır kendi kültürleri, değer yargıları, yani kendisiyle yaşayan bir halkı teslim almak, Türkleştirmek ve nihayetinde faşist otoritelerini sağlamaktır. Temel strateji; mutlak hâkimiyettir. Bunun için her araç mubahtır. İlk kadın pilotla (Sabiha Gökçen) o toprakları bombalama övünçleri bundandır. Hesapları; son bir istila ile teslim alma düşleridir ve bunun için kuralsızlık, insani değerleri tanımamazlık “ilke” edinilmiştir. Ve her katliamda kullanılan Osmanlı hilesi burada da devrededir. Devletin tarihsel kini, defalarca seferler düzenlediği halde hükmedemediği haklı duruşu tarihsel intikam duygusuyla kuralsız bir yok etmeye dönüştürürken, “İsyan var. Şakiler ayaklandı.” gibi manipülasyonları katliamın hileli zemini yapmıştır. ardından idari organizasyon olarak, Birinci Genel Müfettişlik kapsamında bulunan Elazığ, Dersim, Erzincan ve Bingöl’ü içeren Elazığ merkezli Genel Valilik kuruldu. (Ocak 1936) Kemalist iktidarın faşist bekçisi Abdullah Alpdoğan, Dersim Valisi ve Kumandanı sıfatıyla katliamı yönetmenin başına atanmıştı. Elazığ’da İstiklal Mahkemesi kurularak, Dersim; “yasak bölge” olarak ilan edilmişti. Bu hazırlıklar, Kemalist devletin Dersim’e yönelik stratejik bir programının sonucudur. Amaç; yıllardır kendi kültürleri, değer yargıları, yani kendisiyle yaşayan bir halkı teslim almak, Türkleştirmek ve nihayetinde faşist otoritelerini sağlamaktır. Temel strateji; mutlak hâkimiyettir. Bunun için her araç mubahtır. İlk kadın pilotla (Sabiha Gökçen) o toprakları bombalama övünçleri bundandır. Hesapları; son bir istila ile teslim alma düşleridir ve bunun için kuralsızlık, insani değerleri tanımamazlık “ilke” edinilmiştir. Ve her katliamda kullanılan Osmanlı hilesi burada da devrededir. Devletin tarihsel kini, defalarca seferler düzenlediği halde hükmedemediği haklı duruşu tarihsel intikam duygusuyla kuralsız bir yok etmeye dönüştürürken, “İsyan var. Şakiler ayaklandı.” gibi manipülasyonları katliamın hileli zemini yapmıştır. Kısa vurgularla; Ermeni Katliamı, Rum Katliamı, Koçgiri, Ağrı, Zilan, Şeyh Sait Katliamı, Dersim’e uzanan katliamların yolu üzerindedir. Özellikle 1920-1921 Koçgiri Katliamı,
sosyal, kültürel, ekonomik ilişki babında Türk hâkim sınıflarıyla, özellikle Kürtler ve diğer ulus ve azınlıklar arasındaki ilişki açısından stratejik öneme haizdir ve katliam bölgesi olarak seçilmesi tesadüfî değildir. “Cumhuriyet”in ilk yıllarında bu stratejik konumundan kaynaklı Kemalist diktatörlüğün hedefi olan Koçgiri; Dersim katliamı planında ise, faşist devlet tarafından saldırı yaptırımı maddelerinden biridir. Kemalist diktatörlüğün Dersim’i işgal etme ve dağıtma girişiminde, öne sürdüğü gerekçeler komiktir, esas amaca hileli örtüdür. Koçgiri direnişinin önderliğinden Alişer başta olmak üzere, Dersim’in direniş geleneğine sığınan Koçgiri savaşçılarının teslim edilmesi, tüm silahların toplanıp devlete verilmesi, vergilerin verilmesi ve zorunlu askerlik gereği uygun yaşta olanların askere alınması, devletin tüm yaptırımlarına itaat edilmesi gibi başlıklar, devlet tehdidi ve saldırı zemini haline getirilmiştir. Zemini haline getirilmiştir diyoruz, lakin amaç yazımızın içeriğinde açıklamaya çalıştığımız gibi başkadır. Köklü talancı bir devlet geleneğinin faşist karakterinin kuşatma seferidir. Faşist Kemalist rejimin siyasi ve askeri hazırlığı; 1937 yılında Dersim’e kapsamlı bir katliamın, ilk değil ama yeni bir başlangıcıdır. 1936-37 kışında Dersim’e giriş çıkışlar yasaklanmış, kış boyu süren kuşatma doğa koşullarının elvermesiyle kanlı bir sürece evirilmiştir. Dededen, babadan beri hep gelip yakan yıkan, canlıdan yana her şeyi öldüren,
105
Havadaki gül kokusu; ateşin ve güneşin altında kavrulan ceset kokusudur artık o coğrafyada. Tarihsel kini; bir halkın en meşru yaşam hakkına kendisinden olmadığı için kusan bir egemenlik sisteminin canlıdan yana her şeyi yakmasıdır, yıkmasıdır... Bundandır ki tarihin belleği güçlüdür Dersim’de. Tıpkı direniş damarı gibi. Her anı katliam olan bu sürecin, niteliksel gelişim sürecini anlama babında bazı anları öne çıkarılacak olunursa; Alişer’in katledildiği 9 Temmuz ile Şahan’ın iç ihanetle katledildiği 28 Ağustos tarihleri arasındaki 1937 kıyımı özeldir. Özellikle 17-18 Ağustos günlerinde Bahtiyar bölgesindeki çatışmalarda Seyit Rıza’nın da yakınları yaşamını yitirdiği kuralsız bir katliam yaşanmıştır. 1938 yılının vahşi katliam zamanı ise, 22-28 Haziran Kalan bölgesi, 19-24 Temmuz Laç Deresi,15 Ağustos Xeç-Zımek toplu kırımıdır. Katliamın kapsamı bağlamında 1938 yılı öne çıksa da, 1937 yılı Dersim direnişi açısından kritiktir ve kırılma noktasıdır. Dersim direnişinin kurmaylığını yapan önemli önderler bu yıl katledilmiştir. Ve tarihe “Osmanlı hilesi” olarak geçen Seyit Rıza’nın yakalanıp idam edilişi bu tarihe denk gelip, Dersim direnişi açısından bir kırılma noktasıdır. ama bir türlü Dersimlinin maddi ve manevi dünyasında kalıcı bir otorite olamayan devletin askeri gücü, 4. Genel Müfettişlik emrindeki Seyyar ve Sabit Jandarma Birlikleri ile en kapsamlı katliam olarak Dersim’dedir. Açık katliam seferleriyle sürdürülen ve iki yıla yayılan sürecin her anı ayrı bir anlatım konusu ve ayrı ayrı zulüm bilançosudur. En yalın anlatım; Dünya Ana’nın mezar taşında tarihe düşülen nottur : “Biz cenneti de gördük, cehennemi de... Daha dün gibi aklımda çocukluğum. Yediğimiz ekmek de içtiğimiz su da tertemizdi. Havada gül kokusu vardı o zamanlar. Ne zamanki terk etti bizi peygamberleri başka olsa da o güzel insanlar... Ne zamanki çocuklar süngülendi ve ben kör olası gözlerimle gördüm, ne zamanki sürüldük o jar u diyar ülkesinden, dilini bilmediğimiz bu yaban ellere... İşte o zaman başladı bizim için cehennem...” Havadaki gül kokusu; barut ve kan kokusuna bırakmıştır yerini. Süngülerin uçlarında donup kalan sadece çocukların mahzun bakışları değil; ‘İnsanlığa, dostluğa, paylaşıma, sevgi değerine olan sadakatimle, ölürüm ama yine de sana boyun eğmem’ bakışlarıdır. Türk ve Sünni-İslam olanların dışındaki, ulus ve inanç gruplarının katliamı, Dersim prati-
106
ğinde, yeniden Kemalist diktatörlük tarafından sahneleniyordu. Kürt, Ermeni ve Alevi bileşeni, Dersim’i “çıbanbaşı” yapmıştır. Ulus, din ve vatan parçasını aşarak, acılarda kardeşlik üzerine şekillenen direniş, başlı başına bir anlatım, başlı başına bir inceleme konusudur. Havadaki gül kokusu; ateşin ve güneşin altında kavrulan ceset kokusudur artık o coğrafyada. Tarihsel kini; bir halkın en meşru yaşam hakkına kendisinden olmadığı için kusan bir egemenlik sisteminin canlıdan yana her şeyi yakmasıdır, yıkmasıdır... Bundandır ki tarihin belleği güçlüdür Dersim’de. Tıpkı direniş damarı gibi. Her anı katliam olan bu sürecin, niteliksel gelişim sürecini anlama babında bazı anları öne çıkarılacak olunursa; Alişer’in katledildiği 9 Temmuz ile Şahan’ın iç ihanetle katledildiği 28 Ağustos tarihleri arasındaki 1937 kıyımı özeldir. Özellikle 17-18 Ağustos günlerinde Bahtiyar bölgesindeki çatışmalarda Seyit Rıza’nın da yakınları yaşamını yitirdiği kuralsız bir katliam yaşanmıştır. 1938 yılının vahşi katliam zamanı ise, 22-28 Haziran Kalan bölgesi, 1924 Temmuz Laç Deresi,15 Ağustos Xeç-Zımek toplu kırımıdır. Katliamın kapsamı bağlamında 1938 yılı öne çıksa da, 1937 yılı
Teslim edilen bu tarihsel gerçek, haklı ve meşru bir direnişin düşman saflarında yarattığı etki değildir sadece. O kimsenin olmadığı sanılan ve insanlık hukukundan alınan haklı duruşla hitap edilen “boşluk”, beşeriyetin hafızasıdır. Haksızlığa ve zulme karşı diz çökmeme geleneğinin devamı, gelecek kuşaklara devridir. Bu söz insanlığa bu içerikle bahşedildiğinden dolayıdır ki, insanlığın cellâtlarının tüyleri diken diken olmaktadır. Ermeni Soykırımı, Rum-Süryani Katliamları, Kürt ulusuna uygulanan zulüm ve katliamlar ve konumuz olan Dersim Katliamı... Her biri farklı tarihsel süreçlerde yaşansa da, aynı devlet niteliğinin aynı politik yöneliminin yarattığı sonuçlardır. Büyük trajediler ve acıların yaşandığı bu tarihsel süreçler, aynı zamanda, ezilen halkların, kendi davalarına sahip çıkmalarının, güçlü dinamiklerinin boy verdiği süreçlerdir. Dersim direnişi açısından kritiktir ve kırılma noktasıdır. Dersim direnişinin kurmaylığını yapan önemli önderler bu yıl katledilmiştir. Ve tarihe “Osmanlı hilesi” olarak geçen Seyit Rıza’nın yakalanıp idam edilişi bu tarihe denk gelip, Dersim direnişi açısından bir kırılma noktasıdır. “Ben senin hilelerin ve yalanlarınla başa çıkamadım, bu bana dert oldu. Ben de size boyun eğmedim, bu da size dert olsun” (Seyit Rıza) İlgili tarihsel süreçte, Dersim ve Seyit Rıza birbirini bütünleyen olgulardır. Ve Seyit Rıza’nın yukarıdaki bu sözü, bir tarihin, bu tarihte yaşanan olayların dile getirilmesi iken bilinçli tercihin berrakça ifade edilişidir. Hile ve yalan; “görüşme” bahanesiyle çağrılıp 72 arkadaşıyla tutuklanması, kendi hukukları açısından dahi “adil” olmayan yöntemlerle “yargılanması” değildir. Hile ve yalan; Türk hâkim sisteminin Osmanlı’dan devraldığı ve süreklilik arz eden realitesidir. Seyit Rıza’nın dilinden dökülen bu sözler, gerici egemenliğin süreklileşmiş hileci ve entrikacı tarzına karşı bir duruştur. Ve boyun eğmeme geleneğinin temsili olarak düşmanının “hatıratı”dır Seyit Rıza. “Seyit Rıza sehpaları görünce durumu anladı. Asacaksınız dedi ve bana döndü, ‘Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin.”’Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk, ‘Kırk liram ve saatim var.
Oğluma verirsiniz’ dedi... Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi meydana ve boşluğa hitap etti:“Evladı Kerbelayıx. Bi hatayıx. Ayıptır, zulümdür. Cinayettir.” dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingene’yi (cellat yn.) itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekmeyi vurdu, infazını gerçekleştirdi.” (Sabri Çağlayangil, Hatıratım kitabı) Teslim edilen bu tarihsel gerçek, haklı ve meşru bir direnişin düşman saflarında yarattığı etki değildir sadece. O kimsenin olmadığı sanılan ve insanlık hukukundan alınan haklı duruşla hitap edilen “boşluk”, beşeriyetin hafızasıdır. Haksızlığa ve zulme karşı diz çökmeme geleneğinin devamı, gelecek kuşaklara devridir. Bu söz insanlığa bu içerikle bahşedildiğinden dolayıdır ki, insanlığın cellâtlarının tüyleri diken diken olmaktadır. Ermeni Soykırımı, Rum-Süryani Katliamları, Kürt ulusuna uygulanan zulüm ve katliamlar ve konumuz olan Dersim Katliamı... Her biri farklı tarihsel süreçlerde yaşansa da, aynı devlet niteliğinin aynı politik yöneliminin yarattığı sonuçlardır. Büyük trajediler ve acıların yaşandığı bu tarihsel süreçler, aynı zamanda, ezilen halkların, kendi davalarına sahip çıkmalarının, güçlü dinamiklerinin boy verdiği süreçlerdir. Söz konusu olan soykırım ve katliamlar; var olma harcı kan ve zulümle yoğrulan
107
“imparatorlukların”, stratejik egemenliğinin tesis edilmesi amaçlıdır. Bu egemenlik çizgisi, mazlum ulusları, ezilen halkları ve farklı inanç kesimlerini, tüm tarihsel kökleriyle imha etmeye, kültürel birikimlerini topyekûn ortadan kaldırmaya yönelirken, kendi gerici “değer” yargılarını da, ekonomik, politik ve kültürel olarak, zor-şiddet araçlarıyla kurumsallaştırmayı amaçlamıştır. Tarihin verili koşullarında, kapitalizmle bağımlılık ilişkisinde, bir ulus yatma projesi, yaşanan soykırım ve katliamların politik zeminidir. Sünni İslam-Türk ırkçılığı, bu sürecin ideolojik özüdür. Yapılanma, emperyalist-kapitalist sürecin, yarı sömürge niteliğine göre planlanmıştır. Söz konusu plan, basitten karmaşığa, yakın tehlikeden “uzak” tehlikeye, örgütlü olarak duran toplumsal dinamikten, tarihsel olarak “kullanılmaya” müsait olan güce, vb. gibi objektif ve sübjektif olgular hesaplanarak uygulanmıştır. İlk Ermenilerin seçilmesi tesadüf değildir tabii ki. Türk-Sünni İslam politik-ideolojisine göre şekillenmeye çalışan ve sermayeyi de bu kesimin egemenlik çizgisinde merkezileştirmek isteyen hâkim sınıflar; ulusal bilincin ilk uyandığı halklardan olması, örgütlü duruşları, üretim birimlerine ve ticarete hâkim olmaları gerçekliğiyle devletleşme sürecine ilk Ermenileri tasfiye etmekle başlamışlardır. Emperyalist-kapitalist yayılmacı sürecin referanslarıyla, gayrimüslimler (Asuri, Süryani, Ermeni, Yahudi, Rum), Alevi halkları, Kürt ulusu başta olmak üzere, azınlık halklar, katliam ve cebir şiddetle, Sünnileştirme ve Türkleştirme operasyonlarına tabi tutuluyordu. Ana kesitleriyle, Ermeni Soykırımı’ndan Dersim katliamına kadar, tarihsel kronolojisini ifade ettiğimiz bu süreç; “tek devlet”, “tek bayrak”, “tek vatan”, “tek ulus (Türklük)”, “tek inanç (Sünni-İslam)” zihniyetinin, Türk devleti nazarında inşa edilmesi sürecidir. Türk ırkçılığının “TC” bayrağıyla yaratılması; farklı millet ve inanç guruplarından olan ezilen kadim halkların, tüm kültürel-maddi birikimleriyle talan edilmesi üzerine bina edilmiştir. Bu sürecin mimarı olan Kemalist diktatörlük, Osmanlı devlet geleneğinden devraldığı,
108
fiziksel ve kültürel jenosidi, sistemli ve kapsamlı bir stratejik çizgi olarak uygulamıştır. Türk komprador burjuvazisi ve büyük toprak sahipleri sınıfının çıkarları, stratejik planlarla böyle icra ediliyordu. Stratejik bir plan dâhilinde, Türk olmayanlar, jenosit ile imha edilirken, katliam ve soykırımlardan kurtulanlar da, Türkleştiriliyordu. Ve bu süreçle el konulan maddi mal varlıkları, komprador burjuvazinin denetimine verilerek, palazlanmasının, sosyal, ekonomik zemini yaratılıyordu.
Dersim “İsyan” mı Değil mi Tartışması Üzerine Birkaç Söz Her şeyden önce bu tartışma üzerinden, faşist gericiliğin katliamına “meşruluk” kazandırmak, bir kavrayışsızlık sorunu değilse, küçük burjuva uzlaşmacı sınıf çizgisidir… Niyet ne olursa olsun, bu anlayış, katliam ve bu katliamları yaratanların varlıklarını güçlendiren bir anlayıştır. Öncelikle belirtmek gerekir ki; zulmün ve baskının en barbar araçlarla yaşam bulduğu her yerde, isyan etmek, insanın kendi kurtuluş davasını isyana dökmek en meşru haktır. Bu hakkını kullanan insanın uğradığı katliamı, “isyan etti” gerekçesi üzerinden açıklamak, katliam sahiplerinin yaklaşımlarına meşruluk kazandırmak, ezilen halkların ve insanlığın bakış açısı değildir. Gericiliğe karşı isyan etmek meşru bir haktır. Her gerici otorite gibi, faşist devletin, Dersim’de gerçekleştirdiği katliamı, bu hakkın kullanılması gerekçesi üzerinden açıklamak; ilerici insanlığı “isyan” hakkından mahrum bırakmaktır, ezilen halkları, gerici zorba egemenlikler karşısında silahsızlandırmaktır… Bu anlamıyla Dersim Katliamı tartışmalarında, “isyan” nitelemesini kullanmaktan kaçınan anlayış, bir yanıyla isyan etme hakkının meşruluğunu yadsırken, diğer yandan meseleyi sistem içinde kabul edilebilinir düzleme indirgemektedir. ‘Aman isyan dersek katliamı meşrulaştırırız’ korkusu, boş ve meseleyi sistemin istediği zeminde tartıştıran bir anlayıştır Dersim gerçekliği; Osmanlı’dan ve onun kanlı tarihi üzerinden şekillenen Türk devletinin merkezi otoritesiyle uzlaşmamış, kendi değerleriyle bağımsız yaşam çizgisinde bu
Her şeyden önce bu tartışma üzerinden, faşist gericiliğin katliamına “meşruluk” kazandırmak, bir kavrayışsızlık sorunu değilse, küçük burjuva uzlaşmacı sınıf çizgisidir… Niyet ne olursa olsun, bu anlayış, katliam ve bu katliamları yaratanların varlıklarını güçlendiren bir anlayıştır. Öncelikle belirtmek gerekir ki; zulmün ve baskının en barbar araçlarla yaşam bulduğu her yerde, isyan etmek, insanın kendi kurtuluş davasını isyana dökmek en meşru haktır. Bu hakkını kullanan insanın uğradığı katliamı, “isyan etti” gerekçesi üzerinden açıklamak, katliam sahiplerinin yaklaşımlarına meşruluk kazandırmak, ezilen halkların ve insanlığın bakış açısı değildir. Gericiliğe karşı isyan etmek meşru bir haktır. Her gerici otorite gibi, faşist devletin, Dersim’de gerçekleştirdiği katliamı, bu hakkın kullanılması gerekçesi üzerinden açıklamak; ilerici insanlığı “isyan” hakkından mahrum bırakmaktır, ezilen halkları, gerici zorba egemenlikler karşısında silahsızlandırmaktır… Bu anlamıyla Dersim Katliamı tartışmalarında, “isyan” nitelemesini kullanmaktan kaçınan anlayış, bir yanıyla isyan etme hakkının meşruluğunu yadsırken, diğer yandan meseleyi sistem içinde kabul edilebilinir düzleme indirgemektedir. ‘Aman isyan dersek katliamı meşrulaştırırız’ korkusu, boş ve meseleyi sistemin istediği zeminde tartıştıran bir anlayıştır. gerici otoriteye tabii olmamıştır. Bu anlamıyla merkezi devlet otoritesine tavır almıştır. Kabul etmeme, itaat etmeme, barbar devlet geleneğini reddetme, bir tavırdır, haksızlığa karşı bir isyan duruşudur. Bu duruş meşrudur, Dersim gerçekliğinin tüm insani değerleri nazarında en doğal hakkıdır. Barbarlığın bu duruşu, katliamla bastırma seferlerine karşı direnmek, bir başka meşruluktur ve bu öğe Dersim gerçekliğinin gerici devlet mekanizmalarına tavır alışıyla iç içe geçmiştir. Bu anlamıyla “İsyan mı?”, “Direniş mi?” ikilemi üzerinden tartışmayı ele almak ve “isyan” nitelemesinde faşist Türk devletinin katliamına “meşru” zemin sunup, “direniş” nitelemesinde katliamı lanetlemek doğru bir ele alış tarzı değildir. İnsanlığın hangi hakkının ne zaman kullanacağının kararını gerici barbarlıklar veremez. Bu tamamıyla gerici barbarlıkların uygulamalarına karşı, ilerici insanlığın duruma uygun duruşu meselesidir. İsyan etmek meşru bir haktır, direnmek meşru bir haktır. Ki bu iki olgu, birbirinin karşıtı değil, birbirini bütünleyen, tamamlayan olgulardır. Bu tarihsel doğruyu ve ezilen halkların meşru hakkını önemle vurgulayarak, Der-
sim özgülünü ifade edecek olursak; faşist devletin Dersim Katliamı, somut olarak var olan bir “isyanı” bastırmaya yönelik bir hareket değildir, faşist devletin bir istila hareketidir. Yazımızda gelişen süreçleriyle birlikte ele aldığımız gibi, Türk ulus yapısına göre “uluslaşma” sürecine girmeye çalışan Kemalist diktatörlüğün tüm toplumu “Türkleştirme” siyasetinin vahşi yöntemidir söz konusu olan. Bir an ve gelişen olaylara müdahale değil, askeri, hukuksal, sosyal ve siyasal olarak uzun bir tarihsel kesitte yapılan kapsamlı hazırlıkların sonucudur. Hangi olayın, askeri istilanın nedeni olduğu izafidir. Demenan ve Haydaranlı aşiretlerce, Dersim-Erzincan yolu üzerindeki tahta Pah köprüsünün yıkılması ve günlük mesaisi bölge sakinlerini taciz etmek olan karakollara karşı Dersimlinin tavır alması, askeri hareketin nedeni değil; yapılmış hazırlıkların uygulamaya geçirilmesi için bahane olabilir. Dersim Katliamı’ndan birkaç yıl önceden başlamak üzere, yapılan yollar, karakollar, hükümet konakları gibi kurumlar bu hazırlığın bir parçasıdır. Bu hazırlığı gören ve yaşayan Dersimlilerin, insan olma onurunu savunmak için, direnişe hazırlanmaları, en doğal haklarıdır. Evi, yurdu istilaya
109
Bu tarihsel doğruyu ve ezilen halkların meşru hakkını önemle vurgulayarak, Dersim özgülünü ifade edecek olursak; faşist devletin Dersim Katliamı, somut olarak var olan bir “isyanı” bastırmaya yönelik bir hareket değildir, faşist devletin bir istila hareketidir. Yazımızda gelişen süreçleriyle birlikte ele aldığımız gibi, Türk ulus yapısına göre “uluslaşma” sürecine girmeye çalışan Kemalist diktatörlüğün tüm toplumu “Türkleştirme” siyasetinin vahşi yöntemidir söz konusu olan. Bir an ve gelişen olaylara müdahale değil, askeri, hukuksal, sosyal ve siyasal olarak uzun bir tarihsel kesitte yapılan kapsamlı hazırlıkların sonucudur. uğramış, manevi ve maddi değerleri yakıp yıkılan Dersim, en meşru zeminde direnmiştir. Direnişin yanı başında ihanet de boy vermiştir. Ama sürece adını veren direniştir, boyun eğmemedir. Tarihsel hafızadan bir hatırlatma yararlı olacaktır: “Dersim’de kutsal yeminden sonra aşiretler direnme kararı alıyorlar. Ne var ki yeminden sonra buna sadık kalmayan Yusufan aşireti, olayı devlete bildiriyor. Gece yarısı önüne düştüğü askeri, çekemediği Demenan aşiretinin üstüne salıyor. Birlikler gece boyunca bölgeye en hâkim tepeler olan Demenan bölgesine kadar ulaştırılıyor ve asker silah yığınağı yapılıyor. Gün en yüksek tepelerde konumlanmış askerlerle Demenanlar arasındaki çatışmanın silah sesleriyle ağarıyor. Direnen Dersimlinin çığlığı, Demenanlı genç direnişçi İbiş’in mevzisinde çarpışarak söylediği koçaklamanın dizelerindedir: Aşiretler bize ihanet etti./Kimse yardımımıza gelmiyor./ama unutmayın./ bizi ezerlerse sizleri de Ermeniler gibi kesecekler./Gelin bu ihanetten vazgeçin. (aktaran M.Kalman, Dersim Direnişleri) Bu gibi örnekler çoğaltılabilinir. Meselenin özü, Dersim’de, iç ihanetle birleşerek katliama ve yakıp yıkmaya gelen faşist rejimin ordusuna karşı, sınırları zorlayan bir direniş vardır. “Dersim deki isyan ve şakilik çevre iller başta olmak üzere, her yanıyla saldırıya dönüşmüş bir tehlikeydi, onun için bastırdık” söylemi, tıpkı işin içinde Fransız ve İngiliz parmağı var yalanı gibi faşist Türk devletinin uydurmasıdır. Devrimci ve komünist hareket bu süreci bir direniş mirası olarak sahiplenecekse, ideolojik olarak hâkim sınıfların tüm kirli yaklaşım ve değerlendirmelerinden
110
arındırarak, çıplak olan devrimci gerçeklerle sahiplenmek zorundadır. Özcesi, “Dersim İsyanı” ifadesine karşı çıkmak; halkların, ezilen ulus ve zümrelerin baskı ve zulme karşı başkaldırısını meşru görmeyen ve hatta bastırılması gereken bir suç olarak gören sivil toplumcu burjuva anlayıştır. İsyan haktır ve bu hakkı kullanmak katliam ve kıyımdan geçirilmenin gerekçesi olamaz. Dahası, herhangi bir katliam ve kıyımı teşhir etme, halkların meşru mücadele ve direnişlerinden ödünler vermeyi gerektirmez, o direniş-isyan hakkını sulandırıp reformist tornadan geçirmeyi hiç gerektirmez.
Komünizmin Devrimci Yönteminin En İleri Mevzisi; Kaypakkaya Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında, Kaypakkaya önderliğinde, MLM yöntemle kaldırılan komünizm bayrağı, coğrafyamızda hüküm süren gerici devlet egemenliğine, cepheden bir devrimci cevap değildir sadece. Aynı zamanda, özellikle “TC”nin kuruluş sürecinden bu yana süregelen, reformist-revizyonist tezlere de köklü bir neşterdir. Devrimci-komünist yöntemlerle, komünizmin ideolojik, politik çizgisinin berraklığında toplumsal gerçeklere ulaşan Kaypakkaya, politik devrim çizgisine de ulaştığı bu sentezler ışığında işaret ediyordu. Dünyada, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, Kaypakkaya özgülünde ulaşılan bu bilimsel gerçeklik; materyalist tarih bilincinin niteliksel olarak doğruluşudur. Maoist hareketimizin yaratıcısı Kaypakkaya; geleneksel epistemolojiden, burjuva medeniyetçi-uygarlıkçı, Avrupa
Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında, Kaypakkaya önderliğinde, MLM yöntemle kaldırılan komünizm bayrağı, coğrafyamızda hüküm süren gerici devlet egemenliğine, cepheden bir devrimci cevap değildir sadece. Aynı zamanda, özellikle “TC”nin kuruluş sürecinden bu yana süregelen, reformist-revizyonist tezlere de köklü bir neşterdir. Devrimci-komünist yöntemlerle, komünizmin ideolojik, politik çizgisinin berraklığında toplumsal gerçeklere ulaşan Kaypakkaya, politik devrim çizgisine de ulaştığı bu sentezler ışığında işaret ediyordu. Dünyada, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, Kaypakkaya özgülünde ulaşılan bu bilimsel gerçeklik; materyalist tarih bilincinin niteliksel olarak doğruluşudur. Maoist hareketimizin yaratıcısı Kaypakkaya; geleneksel epistemolojiden, burjuva medeniyetçi-uygarlıkçı, Avrupa merkezli “aydınlanmacı” çizgiden, üretici güçler temelinde savunuya dönüştürülen kalkınmacı ezber reçetelerden, köklü bir kopuş ve aynı zamanda, felsefi, ideolojik, siyasal olarak, devrimci bir metotla stratejik bir meydan okuyuştur. merkezli “aydınlanmacı” çizgiden, üretici güçler temelinde savunuya dönüştürülen kalkınmacı ezber reçetelerden, köklü bir kopuş ve aynı zamanda, felsefi, ideolojik, siyasal olarak, devrimci bir metotla stratejik bir meydan okuyuştur. Bundan dolayı, Kaypakkaya’nın suyunu vererek çelikleştirdiği Maoist geleneğimiz, Ermeni, Süryani, Rum, Kürt, Alevi, Pontus soykırımları ve katliamlarına karşı, politik devrim çizgimizin berrak duruşu gibi, açık ve net durmuştur. Osmanlı, Jön Türk, İttihat ve Terakki ve bu sürecin “Cumhuriyet” dönemiyle merkezileşen Kemalist diktatörlüğüne karşı cepheden net duruş, bu bilimsel Maoist çığırımızın bayrağıdır. Kemalist diktatörlüğün mirasına “devrim” diye sarılan orta yolcu “solcular” ve küçük burjuva “aydınlanmacılar”, Kaypakkaya’nın bu gerici-faşist devlet geleneğinin tüm mirasını kökten reddetmesinin ideolojik duruşunda, yaşanan tarihsel gerçekle birlikte mahkûm olmuşlardır. Devrimcilerin ve komünistlerin, tarihin derinliklerinde birleşeceği miras, ezilen halkların, mazlum ulusların son derece haklı ve meşru isyanları ve kahraman direnişleridir. Maoistlerin bayraklaştıracağı miras budur. Kaypakkaya bu bayrağın en görkemli adıdır. Pir Sultanlar, Şeyh Bedreddinler, Şeyh Saidler, Seyit Rızalar özgülünde, sahip çıkılan; zulme karşı meşru isyan hakkıdır.
Kemalist diktatörlüğün, Kuzey Kürdistan ve konumuz özgülünde ele aldığımız Dersim’de gerçekleştirdiği soykırım ve katliamlara karşı, devrimcilik ve ilericilik adına alınan tutumlar kusurludur, problemlidir. Dersim direnişine önderlik eden Seyit Rıza’nın sınıfsal-toplumsal karakteri (feodal nitelemesi), Fransız ve İngiliz sömürgeciliği ile olan “ilişkisi”, üretim ilişkileri ve üretici güçlerin gelişimi karşısında feodal zihniyetle ayak diremesi gibi safsatalarla, ne bu direniş doğru ele alınabilmiştir ne de Kemalist diktatörlüğün katliam ve soykırımının özü kavranabilmiştir… “Barbar kabilelerin, uygarlık tarafından terbiye edilmesi” olarak alkışlanan bu katliamlara, Komintern’in de ortak olması, Kaypakkaya’nın, duruşuyla açtığı çığırın, ne kadar nitel olduğunu daha açık ortaya koymaktadır. Uluslaşma bilinci bugünkü düzeyde olmasa da, Osmanlı’dan Kemalist diktatörlüğe uzanan süreçte, istilacı-talancı ve yağmalayıcı gerici egemenliklere karşı meşru bir duruş vardır. Kendi ulusal kimliğini, bölgesel kimliğini ya da inançsal kimliğini koruma ve yaşama hakkı; tüm gerici egemenliklerin istila ve kendisine bağımlı hale getirme siyasetleri karşısında, en demokratik haktır. Bu hakkı, devrimci-komünist ideolojik bilinçle savunmaması, onun demokratik hakkını gölgelemez. Komünistler, ulusların kendi kaderleri-
111
Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasındaki figüranları olarak mevzilenen, faşist AKP/Erdoğan kliğinin, Ermeni Soykırımı ve Dersim Katliamı nazarında, faşist devlet geleneğinin tarihindeki katliamlarla yüzleşme söylemleri, yapılan yeni katliamların kahredici gerçekliğinde tuzla buz olmaktadır zaten. Roboski, Reyhanlı, Amed, Suruç, Ankara, Cizre, Silvan, Sur’da yaşanan devlet terörü ve yaşanan katliamlar, hem uygulanan faşist yöntemler anlamında hem de stratejik ele alış açısından, ecdatları Yavuz Selimleri, Ebussuud Efendileri aratır niteliktedir. Bu egemenlik çizgisi kandan beslenmektedir. Bu gerici egemenlik; ezilen halklara ve mazlum uluslara biat etme ve katletme dışında bir tercih sunmamaktadır. Yalan, hile ve entrikalarla, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da süren topyekûn savaş konsepti; katliamcı, soykırımcı faşist bir devlet geleneğinin devamıdır. Bütün bu toplumsal gerçeklere karşın, “çağdaş” Osmanlı olarak, emperyalist ve yerli sermayenin bekçisi pozisyonuyla nutuk atan faşist Türk devletinin mevcut merkezileşen temsilinin, “Dersimlilerden gerekirse özür dileriz” açıklaması, kendi egemenlik siyaseti için kullandığı manüpilasyondur. ni tayın etme hakkını, tam hak eşitliğini, her inancın, azınlığın özgür yaşam hakkını, ilke olarak savunurlar. Mazlum uluslara, farklı inanç guruplarına, cinslere, ezilen sınıflara uygulanan her türlü baskı, zulüm ve sömürü, komünistlerin gerici egemenliklere karşı savaş gerekçesidir. Tüm bu zulüm ve baskıya karşı, mazlum ulusların, inanç gruplarının direnişini, komünistler kayıtsız, şartsız desteklerler. Yine, Seyit Rıza’nın kaleminden Fransız emperyalistlerine yazdığı düşünülen, “yardım” mektubu, “dış güç kışkırtması” üzerine “TC”nin manipülasyonuna hizmet etmekten başka bir rol oynamamaktadır. Bu mektubun Seyit Rıza’nın yazıp yazmadığı, tarihin kapalı kapılarının arkasındaki bir meseledir. Nuri Dersimi’nin bu mektubu yazdığı, Seyit Rıza’nın değil Fransızca, Türkçeye dahi hâkim olmadığı savı, bu konuyu daha da belirsiz kılmaktadır. Ama Seyit Rıza o mektubu yazsa dahi, Dersim katliamı ve direnişi konusunda komünistlerin tavrı değişmez. Dersim direnişinin meşruluğu ve demokratik muhtevası; yayılmacı, işgalci gerici güçlere karşı yaşamlarını, değerlerini ve yaşam alanlarını savunma hakkıdır. Bu hakkın meşru niteliği hiçbir gerekçeyle karartılamaz.
112
Faşizm Kandan Beslenir, “Özür” Manipülasyondur Her şeyden önce, güncel politik gelişmelere göre, devlet cenahında hâkim olan AKP kliğinin dillendirdiği “özür”; ne yaşanan sürecin karşılığıdır ne de devletin yaşanmış kanlı tarihle bir yüzleşmesi, bir hesaplaşmasıdır. “Özür” ve “yüzleşme” adı altında, hâkim sınıflar arasındaki klik dalaşında, kanlı tarihi bir kliğe mal ederek, devleti aklama çabası olayın bir yanı iken, esasta katliama uğramış bir halkı, yaşanmış tarihsel gerçeklikleri yok sayarak sistemle uzlaştırmaktır. Klasik Kemalizm’i tasfiye ederek, Kemalizm’in ideolojik ve politik zeminini, kendi hâkimiyeti için tarihsel bir referans olarak alan AKP/ Erdoğan gerici kliği, klasik bir klik çatışması üzerinden hâkim hale gelmedi. Emperyalist hegemonyanın “yeni” süreci ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’da gelişen komprador tekelci kapitalizm, klasik Kemalist anlayışla egemenlik sürecini sürdüremezdi. İçte ve uluslararası alanda yaşanan ekonomik, politik ve ideolojik değişim, kendisine uygun gerici sınıf klikleri üzerinden egemenliğini tesis etmektedir. Türk gerici hâkim sınıflarında yaşanan “iktidar değişimi de”, bu sürecin sonucudur. Hâkim sınıflar cephesinde yaşanan bu klik değişimi, egemenlik kurma yön-
temlerinde bir değişiklik anlamına kesinlikle gelmemektedir. Türk ırkçılığı-Sünni İslam paradigması doğrultusunda, AKP/Erdoğan nazarında kaldırılan Selefi bayrağıyla, ezilen halklar ve mazlum uluslara karşı egemenliğini, ecdatlarının ruhuna Fatiha okurcasına, şiddet ve katliamlarla icra etmektedir. Özel savaş konseptiyle uygulanan faşizm, aynı içerikle tarihte yaşanan katliamları, daha stratejik bir plan dâhilinde uygulamaktadır. Uluslararası emperyalist yayılmacılık ve işbirlikçisi bölgesel gericiliklerin egemenlik çizgisi; kitlesel katliamlarla sağlanan egemenlik çizgisidir. Arap Yarımadası’ndan Ortadoğu’ya, Türkiye-Kuzey Kürdistan’dan Pakistan’a uzanan coğrafyalarda; bombalamalarla, kontra yöntemlerle, askeri operasyonlarla gerçekleştirilen kitlesel katliamlar ve sivil kıyımı, bir rastlantı değildir. Emperyalizm ve bölgesel gericilikler, egemenliğini böyle oluşturmaya çalışıyor. Türk gerici hâkim sınıflarının, böylesine topyekûn bir savaş konseptinin, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasındaki figüranları olarak mevzilenen, faşist AKP/Erdoğan kliğinin, Ermeni Soykırımı ve Dersim Katliamı nazarında, faşist devlet geleneğinin tarihindeki katliamlarla yüzleşme söylemleri, yapılan yeni katliamların kahredici gerçekliğinde tuzla buz olmaktadır zaten. Roboski, Reyhanlı, Amed, Suruç, Ankara, Cizre, Silvan, Sur’da yaşanan devlet terörü ve yaşanan katliamlar, hem uygulanan faşist yöntemler anlamında hem de stratejik ele alış açısından, ecdatları Yavuz Selimleri, Ebussuud Efendileri aratır niteliktedir. Bu egemenlik çizgisi kandan beslenmektedir. Bu gerici egemenlik; ezilen halklara ve mazlum uluslara biat etme ve katletme dışında bir tercih sunmamaktadır. Yalan, hile ve entrikalarla, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da süren topyekûn savaş konsepti; katliamcı, soykırımcı faşist bir devlet geleneğinin devamıdır. Bütün bu toplumsal gerçeklere karşın, “çağdaş” Osmanlı olarak, emperyalist ve yerli sermayenin bekçisi pozisyonuyla nutuk atan faşist Türk devletinin mevcut merkezileşen temsilinin, “Dersimlilerden gerekirse özür dileriz” açıklaması, kendi egemenlik siyaseti için kullandığı manüpilasyondur. Toplumda yaratmak istediği
karşılık; Birinci olarak; Kemalist diktatörlük, Osmanlı geleneğinden devraldığı zulümkarlığı, emperyalizmle bağımlılık ilişkisi içinde kendi egemenliğinde iktidarlaştırırken, süreç; kan ve katliamlarla dolu yıllar olarak tarihe geçmiştir. Bu sürecin sorumluları olarak şu ya da bu kişiyi öne çıkarmak, şu ya da bu burjuva partisini sorumlu tutmak, meseleyi kişiler üzerinden tartışmak, köklü devlet zihniyetini aklamak olur. AKP/Erdoğan üzerinden faşizm bunu yapmaktadır. Dersim Katliamı’nı CHP ve İsmet İnönü ikilemi içine hapsederek, asıl hesap sorulması gereken olarak, devletin katliamcı geleneğini örtmektedir. Bu zeminde CHP ile oy hesaplaşmasını yaparken, kendisini bu kanlı tarihten arınmış “yeni” bir sürecin temsili olarak sunmaktadır. Kuşkusuz tarihsel olarak CHP ve CHP’nin ilgili tarihlerdeki kurmayları, bu katliamların planlayıcıları ve uygulayıcılarıdır. Yeri gelmişken ifade edelim ki; CHP bugün de inkârcı, imhacı devlet siyasetinin ekseninde siyaset yapan gerici faşist bir partidir. Ama sorun CHP değil, CHP’ye rengini veren devletin barbar geleneği ve siyasetidir. Bunun adı devlettir, Kemalist diktatörlüktür. Bu diktatörlüğün kuramcısı Atatürk’tür. Ve bu kuramın eli kanlı katilleri İnönü’dür, Bayar’dır, Fevzi Çakmak’tır, Şükrü Kaya’dır, Alpdoğan’dır vs. Asıl hesaplaşma buradan yapılmalıdır ve buradan yapılacak bir hesaplaşma; Erdoğan, Davutoğlu gibi devletin kanlı sopaları iradesiyle olamaz. Çünkü onlar da devletin bu kanlı geleneğinin farklı egemen klik eksenindeki bir devamıdır, “yeni” sürece uyarlanmış katliamcısıdır. Sorunu, devletin kanlı tarihiyle hesaplaşmak değildir, “ileri” söylemlerle kendini bu kanlı tarihin vebalinden kurtararak halka sunma gayretidir. İkinci olarak da; tarih boyunca devletin kanlı sopasıyla hesaplaşmış, direnmiş Dersim coğrafyasını, uzlaşma zeminine çekmek, yıllardır insanlığın özgürlük kavgasına omuz veren Dersim’deki dinamiği sisteme entegre etmektir. Dün nasıl ki devlet öncelleri “Rayber” damarına sarılarak iç ihaneti örgütlemiş ve Alişer, Zarife, Şahan’ı katletmişse, bugünde “Rayber” damarı canlandırılarak bu süreç tamamlanmaya çalışılmaktadır. Politik olarak işletilen bu sürecin, kimi “aydın”, ”yazar”
113
Dersim coğrafyası tarihsel direngen duruşunun yanında, özellikle Maoist hareketin, gerilla savaşı alanı olarak örgütlenmesinden sonra, daha farklı boyutlarıyla gerici egemenliğin boy hedefi haline gelmiştir. Çünkü teslim olmayan, boyun eğmeyen, bunca iç ihanetlere rağmen gerici iktidarların esiri olmayan Dersim gerçekliği; insanlığın geleceğini özgürleştiren bir bilinçle, Kaypakkaya’nın kurucusu olduğu komünist partisinin şahsında ileri bir bilinçle buluşuyordu. Bu bilinç, kirli iktidarlara, halkın ve ezilenlerin düşmanına stratejik bir karşı koyuşla, gericiliğe biat etmemenin silahlarını savaş mevzisinde konumlandırılmasının bilincidir. tebaasında, “kardeşleşme” olarak işletilmesi, yaratılmaya çalışılan “asimilasyonun” bir ayağıdır. Acılarımız kardeş olsa da, tarihsel hafızamızdır ki; Şahan ile Hıdır aynı saflarda değillerdi. Seyit Rıza ile Rayber bir safta değildi. Biri direnişin görkemli bayrağı iken, diğeri ihanetin pis çukurunda, insanlığın lanetlediği gericiliktir. Asimilasyon ve gericiliğe entegre etmenin bu gibi politik ve kültürel yönelimleri, ezilen halklarımızın hakikatleri karşısında hükümsüz kalacaktır.
Hesaplaşma, İlerici İnsanlığın Tarihsel Hükmüdür “İleri demokrasi” söylemiyle, kanlı tarihle hesaplaşma, hâkim sınıfların tarih ve bugün özgülündeki gerici duruşlarına tezattır. Hangi riyakârlıkla yüzleşecekler? Ermeni Soykırımı’ndan Dersim’e oradan günümüze uzanan kanlı bir tarih; Maraş, Sivas, Çorum, Gazi, Ümraniye... Roboski, Suruç, Amed, Ankara... Zindanlarda, sokaklarda, amfilerde, dağ başlarında her karış toprağa ilerici insanlık idealinde aydınlanmış insanların kanlarını dökenler, yaptıklarıyla kendileri hesaplaşamazlar. “Dün” denip, muaf durulmaya çalışılan kanlı tarih, faşist diktatörlüğün eseridir. Ve katliamcı özleri dünün sorunu değil, bugün de gerici iktidarlarını korumanın temel biçimidir. Dersim ve Kuzey Kürdistan başta olmak üzere, en ufak toplumsal muhalefet, kitle tabanıyla imha edilmektedir. 1990 yıllarıyla beraber yakılıp yıkılan Kuzey Kürdistan coğrafyası, hala aynı uygulamalarla baş başadır. Kimyasal silahlarla kavrulan geril-
114
la cesetleri, sivil köylülerin bedenleri, aynı katliam geleneğin bugünkü resimleridir. Bu resim faşist egemenliklerin şu ya da bu kliğinin yüzleşeceği resim değil, ezilen sınıf ve emekçi halkların, boğazlanan mazlum ulusların hesap sormaları gereken resimdir. Yani barbarlığın zulmü altındaki diğer sosyal yaşam alanları gibi, Dersim’de de katliam miladı 1937-1938 değildir. Katliam devam etmektedir. Bunun nedeni insanlık tarihinde gizlidir. İnsanlık tarihi hep iki anlayışın temel çatışmasıyla ilerlemiştir. Bir taraf; insanın bir irade, özgün bir güç olarak kendi insani haklarını kullanarak, insanlaşma değerlerine emek verme bilinci iken, diğer taraf; insanı kendine yetmez aciz bir varlık halinde yönetilmeye muhtaç hale getirip, kendi çıkarlarına göre şekillendirme anlayışıdır. Yani ezenle ezilenin, sömürenle sömürülenin çatışması var olduğu sürece, insanlık, gericiliğin yönelimlerinden bu katliamları yaşayacaktır. Tıpkı tarihsel süreciyle Dersim’de olduğu gibi. Dersim coğrafyası tarihsel direngen duruşunun yanında, özellikle Maoist hareketin, gerilla savaşı alanı olarak örgütlenmesinden sonra, daha farklı boyutlarıyla gerici egemenliğin boy hedefi haline gelmiştir. Çünkü teslim olmayan, boyun eğmeyen, bunca iç ihanetlere rağmen gerici iktidarların esiri olmayan Dersim gerçekliği; insanlığın geleceğini özgürleştiren bir bilinçle, Kaypakkaya’nın kurucusu olduğu komünist partisinin şahsında ileri bir bilinçle buluşuyordu. Bu bilinç, kirli iktidarlara, halkın ve ezilenlerin düşmanına stratejik bir karşı koyuşla, gericiliğe
biat etmemenin silahlarını savaş mevzisinde konumlandırılmasının bilincidir. Faşist resmi ideolojinin, kan ve irin kokan çeperinde konumlanan farklı kliklerin, sözüm ona devletin kirli geçmişiyle “hesaplaşma” mahiyetiyle “demokrasicilik” komedisi sergilemeleri, “Dersim Katliamı” üzerinden nüfuz toplama gayretleri, bazı “ilerici-aydınlarımızın” başını döndürmüş olabilir. Ama en yalın ifade ile hatırlatalım ki; garp cephesinde değişen bir şey yok. Ezilen yığınların komünist ve devrimci irade ile birleşerek örgütleyeceği devrimci savaş gücü dışında, emperyalist kapitalist gericiliğe hesap soracak başka bir güç yoktur. Bu stratejik bakış açısından kopan her anlayış, öncelikle kendi altındaki halının rengine bakmalıdır. Hâkim gericilik kendisi açısından tehlikeyi daha ileri düzeyde fark etmiştir. Tarihsel olarak gerici sistemlerle var olan derin çelişki ve çatışma, insanlığın özgürleşme bilinciyle buluştuğunda, stratejik bir mevziiye dönüşecek ve hâkim gericiliğin iktidarına yönelecektir. Komünist partisinin devrimci gerilla savaşıyla, savaş yürütülen her alanda inşa edilen bu bilinçtir. Ve Dersim de bu alanların başında gelmektedir. Faşist gericilik bu nedenle Dersim’de katliam geleneğine, bir; tarihsel kininden kaynaklı, iki; daha ileri düzeyde bir karşı koyuş ve direnme gücünden kaynaklı daha kapsamlı devam etmektedir. Dersim; ilerleyen her zaman diliminde yakıp yıkılan, yerleşim alanları zorla boşaltılan, sürgün edilen, potansiyel olarak “tehlike” görülen, tanrı katında “katli vacip” olan bir coğrafya gerçeğidir. Sürgün ve katliamlarla
yok edilemeyen bir halk gerçeği, barajlarla, HES inşasıyla, yerleşim alanları daraltılarak yok edilmeye çalışılıyor bugün. Yönelim bu kadar kapsamlı. Askeri, siyasal, coğrafi, kültürel ve ideolojik hegemonya olarak örgütlenen bir yönelimdir söz konusu olan. Ve tarihsel olarak Dersim katliamının hesabını sormak, bugünü özgürleştirmek, insanlığın özgürleşme mücadelesinin sadece bir parçasıdır. İsimsiz insanlarımızın kanlı kemiklerinin gömülü olduğu her karış toprağın üzerinde bu bilinçle donanmış bayrağı dalgalandırmak aslolandır. Çözüm; gerici hâkim sınıfların şu ya da bu kliğinden medet ummakta değildir. Başta Genel Kurmay olmak üzere “yargılama” ve operasyon tutanaklarının açılması, Seyit Rıza başta olmak üzere idam edilen ve toplu olarak gömülenlerin mezar yerlerinin açıklanması, sürgün edilen ve kayıp edilenlerin açıklanması, tüm mağduriyetlerin karşılanması, Dersim’de katliam yapan ileri düzeydeki kişilerin isimlerinin yer ve kurumlardan çıkarılması (Sabiha Gökçan Havaalanı gibi) gibi istemler en insani istemlerdir. Bu istemlerin karşılanması üzerinden, Dersim katliamının vebalinden hâkim sınıfları kurtarmak, ezilen sınıf ve katmanların dünya görüşünün siyaseti değildir. Bu insanlık suçudur. Ve gerici barbarlık olan Türk hâkim sınıfları, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında işlediği bu suçların mahkûmudur. Hükmü; ezilen halkların tarihsel hesap sorma bilincidir. İnsanlığı bu bilinç özgürleştirecektir. *Yararlanılan kaynak: E. Xemgin, Kürdistan Tarihi, Cilt 3, Doz Yayınevi
115
100. Yılında Ermeni Soykırımı…
Büyük dram ve utançlardan kurtulmuş bir insanlık tarihinin yazılması için bilimsel niteliğiyle kuvvetli ve devrimci bir tarih bilincinin zorunluluğuna işaret ediyoruz. Bu bilinçle yol üstündeki kadavraları kitlelere bizzat anlatma ve bilgilendirme sorumluluğunu, ötelenemez ve ertelenemez bir görev olarak telakki ediyoruz. Öte taraftan Maoist komünistlerin hangi tarihsel mirasın savunucuları olduğu da stratejik bir husus olarak tarihsel kökleriyle izah edilmesi gereken önemli bir konudur. Günümüze de tüm yakıcılığıyla yankı eden ve tarihin karanlık sayfalarına geçmiş büyük insanlık dramları, insanın insana uyguladığı katliam, kırım ve kıyım felaketler, dünya gericiliğinin eseri olup, “zaman ilacına” yenik düşmeden tarihsel bellek kamasıyla derinden kazınması gereken son derece önemli tarihsel halkalardır. Tarihi unutanların tarih yazamayacakları açıkken, tarihsel haksızlıklara kayıtsız kalanların aktüel haksızlıklara kapı araladıkları unutulamaz… Tarihe bakmak, ondan öğrenmek ve ondaki mezalimi lanetlemek günümüzdeki barbarlığa set olmak için elzemdir. Evet, insanlığın yaşadığı en büyük felaketlerin başında soykırımlar gelmektedir. 1915 yılına damgasını vuran, gerçekleştirilmiş en büyük soykırımlardan biri olarak tarihe geçen Asuri-Süryani/Ermeni Soykırımı’nın 100. yıl dönümüne girmiş bulunuyoruz. Bu vesileyle, insanlığın utancı olarak gündeme gelen, gerici egemenlerin tarihi kana bulayan bütün zulüm, katliam ve soykırımları, Asurî-Süryani/Ermeni Soykırımı şahsında bir kez daha lanetliyoruz. Bu utanç gerici sınıflara has olup, onların insanlığa düşman yüzünü resmetmektedir. Büyük dram ve utançlardan kurtulmuş bir insanlık tarihinin yazılması için bilimsel
116
niteliğiyle kuvvetli ve devrimci bir tarih bilincinin zorunluluğuna işaret ediyoruz. Bu bilinçle yol üstündeki kadavraları kitlelere bizzat anlatma ve bilgilendirme sorumluluğunu, ötelenemez ve ertelenemez bir görev olarak telakki ediyoruz. Öte taraftan Maoist komünistlerin hangi tarihsel mirasın savunucuları olduğu da stratejik bir husus olarak tarihsel kökleriyle izah edilmesi gereken önemli bir konudur. Tarihi soykırımların yaşandığı söz konusu coğrafyalar ve bölgelerin ilk isimleri itibariyle Hay, Yüksek Ermenistan Platosu, Anadolu ve Mezopotamya, Batı Ermenistan, Türkiye-Kuzey Kürdistan şeklinde olması hiç de şaşırtıcı değildir. Zira bir yandan bu topraklar üzerinde kadim topluluklar ve uluslar yaşarken, diğer yandan da imparatorlukların egemenlik odağı olarak ele alındığı vurgulanabilir. Ve bu coğrafyaların yer aldığı bölge ve topraklar üzerinde yaşayan kadim halkların zabt-u rabt altına alınmasıyla ancak sürekli doğuya doğru gelişme trendi gösterebilecek, egemenlik odaklarının da stratejik yolları döşenmiş olacaktı. Nitekim söz konusu coğrafyaların büyük savaşlar ve kıyımların odağı olarak tarihe not düşülmesi esasta bu zeminde gelişmekteydi. Bu yüzden Anadolu ve Mezopotamya’nın tam
bir soykırımlar coğrafyası olarak ifade edilmesi yanlış değil, isabet olur.
Soykırımın bizzat örgütleyicileri ve önderlerinden birisi olan Talat Paşa’yı Berlin’de öldüren Erzincanlı Ermeni gencini mahkemede “bıraktıran” avukat Dr. Johannes Lepsius’dur. Nitekim Johannes, uzun süre halıcılık yapmış ve Ermenilerin ürettiği halıları alarak Alman sarayları ve devlet dairelerinde kullanılan halıları temin etmiştir. Böylece varlıklı hale gelen Johannes, Erzincanlı Ermeni genciyle bağ kurarak Talat Paşa’nın öldürülme planını devreye sokmuştur. Ermeni soykırımında planlama, organize etme ve uygulamada birer katil olarak kamuoyuna yansıyan ve lanse edilen Talat Paşa’nın öldürülmesinde, Johannes, bizzat Ermeni gencinin avukatlığını yapmıştır ve serbest bıraktırmıştır. Talat Paşa’nın mahkemeye çıkarılıp soykırımda Alman emperyalizminin rolünü deşifre etmesi ihtimali düşünüldüğünde atmosferin Alman gericiliğini zora
Bir iki önemli ayrıntının altını çizerek devam edelim. Asuri-Süryani/Ermeni Soykrımı’nda Osmanlı egemenleri içerisinde başat rolleri olan Enver ve Talat Paşaların bizzat Alman askerleri ile birlikte Güneybatı Afrika’daki Herero halkının katliamında da yer aldıklarını vurgulayalım. Alman emperyalizmi 19041908 yıllarında sömürgesi durumundaki Güneybatı Afrika’da bugünkü Namibya’da 90 bin kadar Herero ve Namaları soykırıma tabi tutmuştur. Alman emperyalizmi, Herero ve Namaları kıyımdan geçirirken, kızgın sıcak çöllerde aç-susuz bırakarak tam bir soykırım yaşatıyordu. Alman gerici sınıfları ordunun başındaki tümgeneral Lothar von Trotha, ‘Alman sınırları içindeki’ (zira işgal edip bizzat kendisi sömürgeci ya da dış güç olduğu halde kendi sınırları olarak görme yanılsamasına rağmen) ‘‘Her Herero silahlı ya da silahsız, Alman burjuvazisinin Asuri-Süryani/Ermeni soykırımının sığırlı ya da sığırsız bizzat örgütleyicisi ve bu anlamda soykırımın suç ortağı olkurşuna dizilecektir. duğu, bir çok burjuva tarihçi ve tutarlı aydın tarafından ileri Ne kadın alıyorum, sürüldüğü gibi, Rosa Luxemburg da aynı düşüncededir. ne çocuk. Halkının içine sürüp onları da öldürün” talimatıyla pervasız kıyımı tanıtlamaktaydı. Herero ve Namaların gerisokacağı açıktı. Talat Paşa’nın öldürülmeside kalan bugünkü torunları, Alman burjuvani ve öldürülmesinden sorumlu olan Erzinzisinin bunu bir soykırım olarak tanımasını canlı Ermeni gencin mahkemede bırakılmave özür dilemesini istemektedir. Günümüzsı gelişmelerini bu zeminde değerlendirmek deki Alman emperyalizmin Cumhurbaşkanı mümkün. Joachim Gauck’un 1915’i Ermeni Soykırımı olarak nitelemesine karşın 1904-1908’deki Alman burjuvazisinin Asuri-Süryani/Ermeni Herero ve Namalar’a yönelik soykırımı kabul soykırımının bizzat örgütleyicisi ve bu anetmeyen yaklaşımı ikiyüzlü bir tavır olup, sılamda soykırımın suç ortağı olduğu, bir çok nıf karakterinin belgesi durumundadır. burjuva tarihçi ve tutarlı aydın tarafından ileri sürüldüğü gibi, Rosa Luxemburg da 20. yüzyılın ilk soykırımı olarak da nitelenaynı düşüncededir. direbileceğimiz Güneybatı Afrika’daki bu kıyım içerisinde Enver ve Talat Paşa gibi tes1914-1915 Asuri-Süryani/Ermeni Soykırıcilli katliamcıların da yer alması göz önüne mı’na nasıl gelinmiştir? Bu süreçten önceki alındığında, Asuri-Süryani/Ermeni Soykırıkatliam ve kıyımlarını sırasıyla ifade edermı’na götüren süreçte tecrübesiz ve bilgisiz sek, 1871 ve 1895 Adana Kilikya bölgeolmadıklarını, hatta Alman gericiliğiyle sinde, 1896 Musa Dağı Antakya’da, 1898 birlikte önemli bir tecrübe kazandıklarını İstanbul’da, 1909 Adana’da yapılanlardır. söylemek mümkündür. Bu tarihsel süreçlerde ülkenin çeşitli bölge
117
Soykırımın gerçekleşmesi için bazı önkoşulların olması gerekir. Öncelikle insan hayatına gereken değeri vermeyen veya insan hayatını bencil hırs ve çıkarlarına tercih eden bir kültür olmalı. Üstün olduğu varsayılan bir ideolojiye sahip totaliter bir toplum da, soykırıma yönelik hareketlerin önkoşullarındandır. Ayrıca baskın olan toplum potansiyel kurbanlarını daha az insani görmelidir; “paganlar”, “ilkeller”, “yontulmamış barbarlar”, “kâfirler”, “yozlaşmışlar”, “dinsel sapkınlar”, “aşağı ırk”, “sınıf düşmanları”, “karşı-devrimciler” ve benzerleri… Tek başına bu koşullar faillerin soykırım yapılması için yeterli değildir. Bunu yapmak için -yani soykırıma kalkışmak için- faillerin güçlü, merkezi bir otoriteye ve bürokratik örgütlenmeye olduğu gibi, hastalıklı bireylere ve suçlulara da ihtiyacı vardır. Ayrıca faillerin kurbanlara yönelik bir karalama ve dehümanizasyon kampanyası yapması gerekir, bunlar genellikle yeni bir ideolojiye ve toplum modeline güven aşılamaya çalışan yeni devletler ya da yeni rejimlerdir. ve illerinde yapılan soykırım, 1914-1915’de çok daha kapsamlı olarak Osmanlı devleti hâkimiyetinde ülke çapında yapılan Ermeni soykırımıdır. Ki bu soykırımdan sonra sıra bu soykırımda kullanılan Kürtlere gelecekti… Nitekim geldi de. Dersim’de tüm acımasızlığıyla vahşi bir soykırım gerçekleştirildi, uygulandı. Daha önce diğer Kürt isyanlarında da aynı katliamlar gerçekleştirilmişti. Ancak Dersim’de yapılan kıyım, kıyım olarak katliam sınırlarını aşıp, güdülen amaçta da pratik uygulamada da tam bir soykırıma dönüşmüştü…
Katliam ve soykırım planlaması ve yöntemi şöyleydi; 1. Doküman toplama-arşivleme; yok edilmek istenen ulus, milliyet, grup, cemaat, inanç kesimi vb. hakkında birey ve coğrafi bilgilerin toplanması, 2. Nüfus düzenlemesi değerlendirme,
ve
politikasını
6. Askeri şiddetle yok etme, 7. Katletme, a- Katletmenin stratejisi b- Gönderme c- Sürgün(Tehcir) d- Açlıkla yok etme e- Zorla yaptırma (susuz bırakma gibi)
Soykırımı tanımlama ölçütleri ise şu şekildedir: Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsü’ne göre soykırımın tanımı sayılı maddeler çerçevesinde özetlenip yapılmaktadır. Bu tanıma göre soykırım; bir milletin, etnik, dini bir grubun veya bir ırkın tamamını veya bir bölümünü yok etmek amaçlı yapılan aşağıdaki davranışlardır. (1) Grup üyelerini öldürmek.
3. Bölge, şehir, kasaba, nahiye ve köyleri kategorilere ayırma,
(2) Grup üyelerine ciddi fiziki veya zihinsel zarar vermek.
4. Fonksiyon, görev ve sosyal konumuna göre değerlendirme,
(3) Grup üyelerini bilerek tamamen ya da kısmen fiziksel yok oluşa götürecek yaşam şartlarına tabi tutmak.
5. Sosyal, etnik, durumuna-çeşidine göre, a. Irka bağlı, biyolojik ayrım b. Değer, değersizlik
118
(4) Gruptaki doğumları kasıtlı olarak engellemek.
(5) Grubun çocuklarını zorla başka bir gruba transfer etmek. Genel anlamda ifade edersek, soykırım; milletin, ırkın ya da yukarıda vurguladığımız herhangi bir toplumsal kategorinin tüm üyelerinin kitlesel katliam ve kırımlarla yok edilmesi veya herhangi bir milletin son ferdine kadar yok edilmesi anlamına gelmez. Yukarıdaki evrensel kabul gören soykırım tarifi de bunu doğrulamaktadır. Ulusal bir grubun yok olması niyetiyle, grubun temel yaşam kaynaklarının yok edilmesi ve zorunlu yaşam gereksinimlerini karşılamama suretiyle ölmeleri hatta zarar görmeleri amacını taşıyan, çoğalıp varlıklarını devam ettirmemelerini hedefleyen çeşitli davranışlardan oluşan örgütlü ve planlı bir suçu ifade eder. Bu tür bir planın hedefi ulusal gruplara ait siyasi ve toplumsal kurumların, kültürün, dilin, milli hislerin, dinin ve ekonomik (iktisadi) varlığın tahrip edilmesi ve bu gruplara dâhil kişilerin bireysel güvenlik, özgürlük, sağlık, onur ve hatta yaşamlarının yok edilmesidir. Soykırımın gerçekleşmesi için bazı önkoşulların olması gerekir. Öncelikle insan
hayatına gereken değeri vermeyen veya insan hayatını bencil hırs ve çıkarlarına tercih eden bir kültür olmalı. Üstün olduğu varsayılan bir ideolojiye sahip totaliter bir toplum da, soykırıma yönelik hareketlerin önkoşullarındandır. Ayrıca baskın olan toplum potansiyel kurbanlarını daha az insani görmelidir; “paganlar”, “ilkeller”, “yontulmamış barbarlar”, “kâfirler”, “yozlaşmışlar”, “dinsel sapkınlar”, “aşağı ırk”, “sınıf düşmanları”, “karşı-devrimciler” ve benzerleri… Tek başına bu koşullar faillerin soykırım yapılması için yeterli değildir. Bunu yapmak için -yani soykırıma kalkışmak için- faillerin güçlü, merkezi bir otoriteye ve bürokratik örgütlenmeye olduğu gibi, hastalıklı bireylere ve suçlulara da ihtiyacı vardır. Ayrıca faillerin kurbanlara yönelik bir karalama ve dehümanizasyon kampanyası yapması gerekir, bunlar genellikle yeni bir ideolojiye ve toplum modeline güven aşılamaya çalışan yeni devletler ya da yeni rejimlerdir. M. Hassan Kakar’ın aşağıda tablo şeklinde gösterdiği gibi soykırıma tabi tutulanlara yönelik aşamalar ve özellikleri vurgulanırken, soykırıma karşı önlemlere dönük de bir açılım söz konusudur.
119
M. Hassan Kakar’ın aşağıda tablo şeklinde gösterdiği gibi soykırıma tabi tutulanlara yönelik aşamalar ve özellikleri vurgulanırken, soykırıma karşı önlemlere dönük de bir açılım söz konusudur. Aşama
Özellik
1- Sınıflandırma
“Bu erken aşamada alınacak başlıca İnsanlar “bizler ve onlar” önlem ayrımları aşacak evrensel kudiye bölünür. rumlar geliştirmektir.”
2- Simgeleme
“Nefretle birleştiği zaman “Simgelemeyle mücadele için nefret simgeler dışlanan grubun simgeleri ve nefret sözleri hukuki olagönülsüz üyelerine dayatırak yasaklanabilir.” labilir...”
3-Dehümanizasyon
“Bir grubun üyeleri diğer grubun insanlığını inkar eder. Grubun üyeleri hayvanlar, parazitler, böcekler ya da hastalıklarla özdeşleştirilir.”
“Yerel ve uluslararası liderler nefret söyleminin kullanımını lanetlemeli ve kültürel olarak kabul edilemez ilan etmeli. Soykırıma teşvik eden liderlerin uluslararası yolculukları yasaklanmalı ve yurtdışı finans kaynakları dondurulmalı.”
4- Örgütlenme
“Soykırım her zaman örgütlüdür... Özel ordu birlikleri ya da milisler genellikle eğitilir ve silahlandırılır...”
“BM soykırımsal katliamlara katılan hükümetlere ve kişilere silah ambargosu uygulamalı ve ihlalleri incelemek için komisyonlar kurmalı.”
5- Kutuplaşma
“Önlemler ılımlı liderleri emniyet altına almak ya da insan hakları gruplarına “Nefret grupları kutuplaştı- destek vermek şeklinde olabilir... rıcı propaganda yayınlar...” Radikallerin darbe yapmasına uluslararası yaptırımlarla karşı çıkılmalıdır.”
6- Hazırlık
“Kurbanlar etnik ya da din“Bu aşamada soykırım acil durumu sel kimlikleri nedeniyle beilan edilmelidir.” lirlenip ortaya çıkarılırlar.”
7- İmha
“Bu aşamada soykırımı yalnızca hızlı “Bu katillerin gözünde ‘im- ve yoğun silahlı müdahale engelleyeha’dır çünkü kurbanlarının bilir. Ağır silahlı uluslararası koruma insan olduğuna inanmaz- gücü tarafından gerçekten güvenli lar.” bölgeler ya da mültecilerin kaçacağı yollar yaratılmalıdır.”
8- İnkâr
“İnkâra cevap uluslararası ya da ulu“Failler... herhangi bir suç sal mahkemelerce verilecek cezalarişlediklerini inkar ederler.” dır.”
120
Önlem
Soykırım suçu, uluslararası ceza mahkemelerinin baktığı davalar arasındadır. Buna göre uluslararası ceza mahkemelerinin görevi, tüm toplumları ilgilendiren en ciddi suçlarla sınırlıdır. Bunlar; a. Soykırım suçu, b. İnsanlık suçları, c. Savaş suçları, d. Saldırganlık suçları.
politikalarından da bu temelde koparak ezilen ve sömürülenlerin kendi tarih okuması ve yazımına yönelmek durumundayız. Zira toplumları, ezilen ve sömürülenleri ileri-geri, ilkel-modern, barbar-çağdaş, yabanıl-uygar, medeni-ayaktakımı, çapulcu vb. sınıf orijinli argüman ve kategorilerle birbirlerine karşı kırdırtanlar da yine aynı şekilde emperyalist kapitalizmin ve onun her bir ülke ve bölgelerdeki işbirlikçi uşak rejimlerinin ta kendisidir. Ya da amiyane deyimle sahibinden ödünç alınmış bir politik argümandır. Çünkü sermayenin her şeyi ama her şeyi, kendi özel mülkiyet çıkarlarıdır, servetleridir, zenginliklerine daha fazla zenginlik katma güdüsüdür. Bu temeldeki özel mülkiyetlerini koruyarak daha da arttırma bencilliği ve ihtiraslarıdır. Bunun için de tabi ki en basit bir
Yukarılarda ifade ettiklerimizden hareketle en başta altını kalın bir şekilde çizelim ki, bütün kötülüklerin baş sorumlusu özel mülkiyet dünyasıdır. Bütün sınıflaşmaların, ataerkil erkek egemenliğinin, tekçiliğin ve ötekileştirmelerin temel kaynağı özel mülkiyetin imtiyaz haline getirilerek hayata geçirilmesidir. Özel mülDünyanın diğer özel mülkiyet ve azınlık diktatörlüklerinde kiyet ve her türlü imolduğu gibi Osmanlı ve faşist “TC” devleti ve tarihi de soytiyazın günümüzde kırımlar tarihi olarak karanlık-gerici dünyanın bir parçası emperyalist kapitalist durumundadır. Burjuva medeniyetçi paradigmanın ve onun egemen dünya sisuygarlıkçı ilerici-gerici temelindeki anlayış, çizgi, düşünce, temi olarak kendisini var ettiğini vurgulatarih, politika olarak tekçi ve ötekileştirici yöneliminin, ezilen yalım. O halde tarihve sömürülen yüz milyonların tarihi belleği, hafızası, kültürü ten bugünlere kadar ve medeniyetini yok ettiği nesnel bir gerçeklik olarak sabittir. süren hemen bütün baskı ve sömürünün özel mülkiyet çıkarartı-değer sömürüsünden tutalım da katları uğruna gerçekleştirildiğini ve hala deliam ve soykırımlara kadar hiçbir politikayı vam eden günümüzde de bu durumun baş gündem dışı ve gereksiz görmemektedirler. mimarının emperyalist kapitalist sistem Görmediler de. olduğunu belirtmek isteriz. Evet, günümüz dünyasında bütün sömürü ve zulümlerin, İlkel-komünal toplumun son evrelerinden inkâr ve imhaların, asimilasyonların, fiziki başlayarak köleci, feodal, kapitalist toplumve kültürel de dâhil katliam ve soykırımlasal sistemlerdeki özel mülkiyet dünyası ve rın baş sorumlusunun, emperyalist dünya sistemleri, sömürü ve zulümleri, katliam ve gericiliği ve dünya sistemi olduğunu hiç soykırımları tecrübe edinerek, içselleştiretereddütsüz ifade edebiliriz. Dolayısıyla ezirek bugünlere kadar gelmiştir. İçerisinden lenlerin tarih okuması ve tarih yazımı, her geçtiğimiz konjonktürde de dünya geneşeyden önce sömürücü zulümkar düzen ve linde kültürel soykırım başta olmak üzere sistemlerin tarih okuması ve yazımından fiziki baskı, katliam ve soykırımlar sürgit deteorik ve pratik düzlemde köklü ve stratejik vam etmektedir. Uluslararası emperyalist biçimde kopmak zorundadır. Bu bağlamkapitalizmin kara Afrika’da gerçekleştirdiği da burjuva medeniyetçi paradigmadan ve katliam ve soykırımlar, Sri Lanka’da Tamilonun uygarlık anlayışı, kültürü, çizgisi, idelere uygulanan katliam, Fil Dişi’ne yönelik olojisi, tarihi, tekçi, ulus devletçi, inanç ve katliam, Bosna-Hersek’teki katliam, Ruan-
121
da’da, Afganistan, Irak, Suriye, Ortadoğu, dört parçadaki Kürdistan’da, Halepçe, Şengal ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’da gerçekleştirilen inkâr ve imha eksenli asimilasyon ve kültürel soykırımlar, katliamlar hızından hiçbir şey kaybetmeden sürmektedir. Bu bilinçle, hangi gerekçelerle gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, Ermeni, Asuri, Süryani, Keldani, Rum, Arap, Êzidî, Türkmen, Kürt, Kızılbaş ve diğer katliamlar ve soykırımlarla ezen ve sömürenler asla masum gösterilemez. Modernleşme hamlesi adına modernleşme potansiyeli olan medeniyetler ve uygarlıklar, Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim toplulukları ve halkları kılıçlardan ve süngülerden geçirilmiş, biçilmiş ve kıyımlara tabi tutulmuş, üzerinde yaşanılan topraklar işgal ve ilhak edilip hallaç pamuğuna çevrilerek çoraklaştırılmıştır. Dünyanın diğer özel mülkiyet ve azınlık diktatörlüklerinde olduğu gibi Osmanlı ve faşist “TC” devleti ve tarihi de soykırımlar tarihi olarak karanlık-gerici dünyanın bir parçası durumundadır. Burjuva medeniyetçi paradigmanın ve onun uygarlıkçı ilerici-gerici temelindeki anlayış, çizgi, düşünce, tarih, politika olarak tekçi ve ötekileştirici yöneliminin, ezilen ve sömürülen yüz milyonların tarihi belleği, hafızası, kültürü ve medeniyetini yok ettiği nesnel bir gerçeklik olarak sabittir. Evet, bugün de uluslararası emperyalist tekelci sermayenin dünya sistemi, kendi özel mülkiyet eksenli sermayelerine uygun olarak Ermeni Soykırımı’nı çeşitli düzeylerde tanıma ve kabul etme durumundadırlar. Oysa bilinir ki mecalsiz ve yaşayan bir ölü olarak emperyalist kapitalizmin oyuncağı ve kuklası haline gelmiş bir Osmanlı devlet gerçekliğinde gerçekleştirilen Asuri-Süryani/Ermeni Soykırımı’nda kesinlikle Almanya, İngiltere ve Fransa emperyal devletlerinin rolü ve fonksiyonu söz konusudur. Taner Akçam’a göre Alman emperyalizmi ve yetkililerin 1915 baharından itibaren İttihatçı liderlerin Ermeniler için yaptıkları planlardan haberi söz konusudur. Alman emperyalizminin Bakü petrol bölgesine ulaşma yönelimi Pantürkizm’in kışkırtılmasına, BerlinBağdat demiryolu hattının güvenliği ve Alman burjuvazisinin Ermeni burjuvazisinin
122
yerine geçme girişimleri gibi olgular, Ermeni soykırımına giden yola döşenen taşlar olarak değerlendirilebilir. Kaldı ki, 1915 Mart’ında Zeytun’a Osmanlı birliklerini gönderme emrini bir Alman subay vermiş, Ağustos 1915’de Musa Dağı’na saklanan Ermenileri kuşatan Osmanlı birliklerine bir Alman komuta etmiş, Ekim 1915’de Urfa’da toplanan Ermeni sürgünlerin etrafının kuşatılmasını Suriye’deki Alman kurmay Eberhard Graf Wolffskeel von Reichenberg yönetmiş, Bağdat demiryolları şirketi ile Alman ordusu arasındaki ilişkileri sağlayan görevli Colonel Böttrich, şirketin bazı Ermeni işçilerinin tehcirine bizzat izin vermiştir. Yine sürgün kafilelerine saldırı için görevlendirilen sabıkalı timleri örgütleyen Miralay Seyfi’ye propaganda çalışmalarında yardım eden “Kayzer’in Casusu” Max von Oppenheim, “Türk hükümetine karşı tehlikeli bir ayaklanma içinde olan bir ahaliye biz yardım edemeyiz” diyen Osmanlı ordusunun Alman Genelkurmay Başkanı Schellendorf, “Ermenilerin şimdi az ya da çok kökleri kazınıyor. Bu katıca, ancak yararlı” diyen Kayzer’in muteber adamı denizci Humann, “Türkler, Ermenilere karşı mümkün olduğunca sessiz ve radikal şekilde yürüyor(bunların dörtte üçü bertaraf edilmiş durumda). Umarım bu dram yakında son bulur” diyen Amiral Suchon, sürgünlerin acıklı durumlarını anlatan raporları sümen altı etmekle meşgul olan Büyükelçi Wangenheim’dan bahsedebiliriz. Alman gerici burjuvazisi yetkilileri, Osmanlı İttihatçılarının Ermeni soykırımını aynı zamanda büyük bir dikkatle izlemiş ve seyreylemiştir. 1909-1917’de Almanya Başbakanı Bethmann Hollweg bir raporunda; “Bizim tek hedefimiz Türkiye’yi savaşın sonuna kadar kendi tarafımızda tutmaktır, bu arada Ermeniler mahvolur veya olmaz, fark etmez” demiştir. Nitekim bu politika gereğince 1915’de İstanbul’a Alman Büyükelçiliği’ne atanan Metternich, Ermeni tehciri hakkında gerçekleri fazla vurgulamaya ve rapor sunmaya başlayınca 1916’da apar-topar görevinden alınmıştır. Alman emperyalizmi, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın hemen akabinde İttihatçıların liderleri ve Ermeni
Ermeni, Kürt ve Dersim vb. ile Anadolu ve Mezopotamya’da gerçekleştirilen kırımdan geçirmeler, katliamlar ve soykırımlar, ‘feodalizme karşı bir uygarlık ve medenileşme, demokratikleşme (bazı sapkınlar tarafından hatta “devrimcileşme”) hamleleri ve girişimleri’ olarak asla selamlanamaz, ancak lanetlenebilirler. Bu temelde gerçekleştirilen kapitalist ulus- devlet konseptleri ve paradigmaları asla kabul edilemezler. Yüzyıllardır uygulana gelen bütün bu perspektif ve yönelimlerin devrimci ve komünistler tarafından kesinlikle lanetlenmesi, ezilen ve sömürülenlerin tarihi olarak kabul edilmemesi gerekmektedir. Bilinir ki Amerika kıtasında da kapitalist beyaz burjuvazi Amerikan yerlilerine karşı uygarlık ve demokratikleşme hamleleri adıyla katliam ve soykırım gerçekleştirdi. İngiliz, Fransız, Alman ve diğer emperyalist devletler dünyanın değişik bölge ve coğrafyalarındaki mazlum ulus, azınlık ve değişik inanç gruplarına mensup toplulukları bu temelde kırımdan geçirdiler. Zira onların birikimleri ve zenginlikleri; esas olarak “coğrafi keşifler” vs. denilen, sermayelerinin küresel egemenlik yönelimi üzerinden dünyanın hemen bütün coğrafyalarındaki bizzat yerlileri ve gerçek sahipleri olan kadim topluluklara mensup on milyonların kıyımdan geçirilerek zenginlik kaynaklarının gasp edilmesidir. soykırımının Osmanlı devletindeki baş mimarları arasında yer alan kanlı sürecin asli unsurları Enver, Talat ve Cemal gibi paşa takımına kol kanat germiş ve Kayzer’in mirasına sahip çıkarak bu katilleri korumuştur. Bu gelişmeler bile Ermeni soykırımında Alman emperyalizminin ve yetkililerinin bizzat içerisinde yer aldıklarını gösterir niteliktedir. Bu ve buna benzer çeşitli somut örnekleri çoğaltabilir, emperyalist kapitalizmin Ermeni Soykırımı’nda Osmanlı’nın bizzat suç ortağı olarak yer aldığını diyalektik materyalistler olarak daha fazla belgeleyebiliriz. Ermeni, Kürt ve Dersim vb. ile Anadolu ve Mezopotamya’da gerçekleştirilen kırımdan geçirmeler, katliamlar ve soykırımlar, ‘feodalizme karşı bir uygarlık ve medenileşme, demokratikleşme (bazı sapkınlar tarafından hatta “devrimcileşme”) hamleleri ve girişimleri’ olarak asla selamlanamaz, ancak lanetlenebilirler. Bu temelde gerçekleştirilen kapitalist ulus- devlet konseptleri ve paradigmaları asla kabul edilemezler. Yüzyıllardır uygulana gelen bütün bu perspektif ve yönelimlerin devrimci ve komünistler tarafından kesinlikle lanetlenmesi, ezilen ve sömürülenlerin tarihi olarak kabul edil-
memesi gerekmektedir. Bilinir ki Amerika kıtasında da kapitalist beyaz burjuvazi Amerikan yerlilerine karşı uygarlık ve demokratikleşme hamleleri adıyla katliam ve soykırım gerçekleştirdi. İngiliz, Fransız, Alman ve diğer emperyalist devletler dünyanın değişik bölge ve coğrafyalarındaki mazlum ulus, azınlık ve değişik inanç gruplarına mensup toplulukları bu temelde kırımdan geçirdiler. Zira onların birikimleri ve zenginlikleri; esas olarak “coğrafi keşifler” vs. denilen, sermayelerinin küresel egemenlik yönelimi üzerinden dünyanın hemen bütün coğrafyalarındaki bizzat yerlileri ve gerçek sahipleri olan kadim topluluklara mensup on milyonların kıyımdan geçirilerek zenginlik kaynaklarının gasp edilmesidir. Osmanlı ve “TC” de başta kendi gerici egemenlik paradigması olmak üzere, akabinde de emperyalist efendilerinden aldıkları icazetle aynı perspektif ve yönelimle kadim Anadolu ve Mezopotamya topraklarındaki toplulukları kılıçtan ve kırımdan geçirerek yaşamı çoraklaştırmıştır. Böylesi karanlık tarihi gerçekliklere rağmen bu bilinçle nasıl demokratikleşme ve uygarlaşma hamleleri olarak işgal ve ilhak, baskı ve zulüm, asi-
123
milasyon, inkâr ve imha, katliam ve soykırımlar meşrulaştırılabilir? Tüm diğerlerinde olduğu gibi gerici feodal-despotik Osmanlı İmparatorluk devletinin kıyımları nasıl bir uygarlık ve atılım hamleleri olarak telakki edilebilir? Emperyalist kapitalist dünyanın ve onun bir parçası haline gelen Osmanlı ve “TC”nin şimdiye kadarki bütün vahşetleri ve eylemleri nasıl alkışlanabilir? Jön-Türk, İttihat-Terakki ve Kemalist cumhuriyetçi tekçi burjuva faşist paradigma ile onların katliam ve soykırımları, sömürge ve ilhakçılıkları nasıl alkışlanabilir, desteklenebilir ve meşrulaştırılabilir? Tüm bu yaşanan katliam ve soykırımlar nasıl burjuva medeniyetçi paradigmayı ilerici kılabilir? Devrim ve sosyalizm nasıl yüksek düzeyde gelişmiş üretici güçler çerçevesiyle sınırlı tasavvur edilebilir? Bu şekilde gerçekleştirilen vahşetlerle burjuva cumhuriyetçi kalkınmacı stratejiler ve modeller nasıl ilerici devrimci görülebilir ve selamlanabilir? Katliam ve soykırımdan geçirilenlerin son derece haklı, meşru ve sonuna kadar demokratik direniş ve mücadeleleri nasıl burjuva cumhuriyet ve ulus-devletlere karşı ilkellik, gericilik ve barbarlık olarak telakki edilebilir ya da kabul edilebilir? Bütün bu yaşanan vahşetler, inkâr, imha ve kıyımlar nasıl ezilen ve sömürülenlerin tarihi olabilir? Hayır, asla olamazlar. Bunun için tersini söyleyip kendisine insanım, demokratım, ilericiyim, devrimciyim, sosyalist ve komünistim diyenin akıl tutulmasına girmesi lazım gelir. Bu insanlıktan uzaklaşarak tekçi faşist bir zihniyet gerektirir. Bunun için insanın kendisine ve tabi ki emeğine yabancılaşarak düşmanlaşması gerekir. Bunun için Osmanlı-Türk merkezi otoritesinden ve onların çizgisinden köklü ve bütünlüklü kopamayanların ancak pembe hayallerle çözümsüzlük olarak sunabilecekleri bu tür çeşitli versiyonerler ya da türevleriyle bilinçleri karanlık ve ufukları daralmışların saçmalıkları gündeme getirilebilir. Bütün bunlardan kaynaklı olarak emperyalist efendiler yaşanan bu gerçeklikleri örtbas etme ve yanılsama yaratmak için algı operasyonlarıyla küresel düzeyde manipülasyonlar yaratmaktadırlar. Uluslararası emperyalist sermaye grupları, aralarında-
124
ki rekabetlerinin bir parçası olarak Ermeni Soykırımı’na yaklaşmaktadırlar. Kâh biri kâh diğer uluslararası emperyalist sermayenin o dönemki derinleşme ve merkezileşmesine uygun olarak değişen yaklaşımlar sergilediği görülmektedir. Günümüz koşullarında da kimi ülkeler Ermeni Soykırımı’nı “kabul” ederken, (ABD emperyalizmi dahil olmak üzere) daha ziyade durumu idare etmek için taraflar -yani mağdur eden ile edilen- arasında tercih yapmak yerine pragmatik politika ve argümanlar kullanmaktan geri durmamaktadır. Ermeni Soykırımı için “büyük olay, acı olay” vb. kavramlarla süreci geçiştirmek istemektedirler. Bu temelde de basın ve medya aracılığıyla yoğun bir algı yönetimine başvurarak küresel emperyalist hegemonyanın bütün araçları kullanılmakta ve çeşitli manipülasyonlar eşliğinde tekelleşmeler yaratılmaktadır. Bu düzlemde ele alabileceğimiz feodal despotik Osmanlı devletinin İttihat Terakki, Jön-Türkçülüğünün devamı resmi Türk tarih tezi, Güneş Dil Teorisi, tekçi ve ilhakçı ulus devlet paradigması, inkârcı gericiliğin bütün türevleri Sabiha Gökçen gibi masum olarak doğan bir bebekten katil yaratan karanlık bir tarihe ve somut nesnel bir gerçekliğe sahiplerdir. Aynı şekilde özel konseptlerle “Enderûn Mekteplerinde” yetiştirilerek ezen ve sömüren iktidarların sadık birer koruyucuları haline getirilen farklı milliyetlere mensup nice insanların teorik pratik uygulamaları ve politikaları, onların özel suçları olarak telakki edilemezler. Elbette belirli bir yetişme durumu sonrasında artık insanlar farklılaşmış, azınlık ve onların özel mülkiyet temelindeki devlet iktidarı ya da organlarının bileşimi olan çarkın dişlileri haline gelmişlerdir. Yani düşmanlaştırılmış ve karşı-devrimcileştirilmişlerdir. Bu yönüyle de artık sömürü ve zulüm sistemlerinin bir parçası ve temsilcileri olarak yerlerini almışlardır, almaya da devam etmektedirler. Günümüzde Etyen Mahçupyan’ın Sünni-Türk İslam tekçi faşizminin yeniden yapılanmasında Başbakan Davutoğlu’nun başdanışmanı olarak görevlendirilmesiyle bu yönelim devam etmektedir. Siyasi kültürü itibariyle işbirlikçi, uşak ve “beyaz Türk” olarak efendilerine hizmet et-
Aynı şekilde özel konseptlerle “Enderûn Mekteplerinde” yetiştirilerek ezen ve sömüren iktidarların sadık birer koruyucuları haline getirilen farklı milliyetlere mensup nice insanların teorik pratik uygulamaları ve politikaları, onların özel suçları olarak telakki edilemezler. Elbette belirli bir yetişme durumu sonrasında artık insanlar farklılaşmış, azınlık ve onların özel mülkiyet temelindeki devlet iktidarı ya da organlarının bileşimi olan çarkın dişlileri haline gelmişlerdir. Yani düşmanlaştırılmış ve karşı-devrimcileştirilmişlerdir. Bu yönüyle de artık sömürü ve zulüm sistemlerinin bir parçası ve temsilcileri olarak yerlerini almışlardır, almaya da devam etmektedirler. Günümüzde Etyen Mahçupyan’ın Sünni-Türk İslam tekçi faşizminin yeniden yapılanmasında Başbakan Davutoğlu’nun başdanışmanı olarak görevlendirilmesiyle bu yönelim devam etmektedir. Siyasi kültürü itibariyle işbirlikçi, uşak ve “beyaz Türk” olarak efendilerine hizmet etmek için biçilmiş kaftan misalidirler bunlar. mek için biçilmiş kaftan misalidirler bunlar. Bu bilinçle ilerici, yurtsever, demokrat, devrimci ve komünistlerin bu kişilere yönelik mücadelesi, aynı zamanda onların sistemlerine ya da tersten ifadeyle bu temeldeki sisteme karşı mücadele de bu kapsamdaki böyle kişilere ya da kişiliklere yönelik mücadele muhtevası da taşımaktadır. Dolayısıyla sömürü ve zulmün kurulu düzenine karşı mücadele aynı zamanda onun her bir parçadaki bileşkesi ve uzantısına yönelik mücadele olarak da anlaşılmalı ve bu durum asla gözlerden ırak tutulmamalıdır. Kabul edilmeli ki kurulu düzene karşı mücadele de ilk olarak karşımıza çıkacak olanlar sistemin her bir andaki parçaları ve uzantıları olacaktır. Bu durum bir polis, bir asker, bir MİT ya da JİTEM veya devletin özel ve genel bir birim temsilcisi olabileceği gibi, bir cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, milletvekili, kalemini burjuva egemenlik mekanizması ya da efendisine satmış uşak medya mensubu, asla kendisi olamayarak kendisine sanatçı denen zevzek, herhangi bir uşak memur ya da her neyse toplum içerisinde belirli statükosu olan veya olmayan bir unsur olabilir. Kaldı ki işgal ve ilhak edilen, inkâr ve imhalarla soykırımdan geçirilen başka bir milliyete ya da inanca sahip olup da tekçi faşist Sünni Türk egemenlik sistemin bir paçası haline gelmiş bireylerin milliyeti ve inancına bakarak böyle bir kurulu düzene
ve sisteme hoşgörüyle yaklaşamayız. Bu durumu, sınıf farklılıkları ve tekçiliği, bunların dayandığı bütün üretim ilişkileri ve bu temelde üzerinden yükselinen tüm gerici değer ve geleneksel fikirlerden bağımsız ele alamayız. Onlar, yani düşmanlarımız ezilen ve sömürülenleri çeşitli argümanlar ve gerekçelerle fail olarak ilan ederlerse etsinler, biz devrimci komünistler de biliyoruz ki, ezilen ve sömürülenlere karşı baskı ve zulüm, inkâr ve imha, asimilasyon ve genel-özel politikalar, katliam ve soykırım uygulayarak kendi özel mülkiyet çıkarları ve gerici ideolojik politikalarını hayata geçirmektedirler. Düşmanlarımız, ezilen ve sömürülen kitleleri fail göstererek kırımdan geçirirken, bizler ise bütün bunlara hayır diyerek bizzat ezilen ve sömürülenlerin doğrudan savaşımıyla bu gerici diktatörlük sistemlerine karşı olduğumuzu ilan edip farklılığımızı ortaya koyuyoruz. Düşmanlarımızın ezilen ve sömürülenleri bir fail-suçlu görmesiyle, ilerici, yurtsever, demokrat, devrimci ve komünistlerin mağdur olarak görmesi birbiriyle kıyaslanabilir mi? Elbette hayır. Keza tüm eşitsizlikler ve adaletsizlikler, imtiyazlar ve tekeller temeli üzerinde yükselen baskı ve sömürü, asimilasyon, inkâr ve imha, katliam ve soykırımlara maruz bırakılan kesimlerin mağdur değil de suçlu olarak ilanı, hiç kuşku yok ki bir avuç azınlık egemenliğinin ağzından konuşmaktır. Zira biz-
125
ideoloji, kültür, örgüt Dünyamızda toplumların bağrında sınıfsız ve sömürüsüz bir ve politikalar itibariyle belirli hedef ve gerektoplum ve dünya tasavvuru babında çok daha ileri eğilimler çeleri söz konusudur. taşıyan nüfus bileşenleri, grupları ne yazık ki modernleşme Nitekim yaklaşık yüz projeleri ya da argümanları uğruna kırımdan geçirilmişler- yıl öncesindeki obdir. Ermeni Soykırımı’nı da bu kapsamda ele almak gerek- jektif verili koşulları mektedir. Ermenilerin ekonomik alt-yapı ve bunun üzerin- genel bir bakışla ele den yükselen üst-yapının çeşitli özellikleriyle yaklaşık yüz yıl aldığımızda üretimönceki verili objektif koşulları itibariyle o dönemde yaşanan den ticarete, sanattan siyasete, alt-yatoplumsal konjonktürde oldukça ileri nitelikli bir durumu söz pıdan üst-yapının konusudur. İşte bu niteliğinden ötürüdür ki, onları kendi özel hemen tüm özelliklemülkiyet dünyası ve çıkarlarına katmak isteyip de harekete rine kadar gayrimüsgeçen karanlık dünyanın zebanileri tarafından alt-yapı ve lim olarak nitelendiüst-yapı kurumları talan edilmiş, kendi gerici sistemi ve iliş- rilen Asuri, Süryani, Ermeni, Yahudi, Rum kilerine adapte edilerek biçimlendirilmiştir. ve benzerlerinin bariz bir üstünlük durumu toplum içerisinde buzat tekleştiren ve ötekileştirenler orta yerde lunmaktadır. Pek tabi ki bu durumun farkındururken, bir orman gibi kardeşçesine, tüm da ve bilincinde olan emperyalist kapitalizm farklılıkları ve renkleri tamamen kendi öz ve ve onun kuklası haline gelen Türk İslam ekiçerikleriyle kabullenerek bir arada yaşayan, senli Osmanlı feodalitesi ve devamı “TC” çok yönlü ve kültürlü seküler bir yaşam ve yarı-feodal/yarı-sömürge tekçi gericiliği, topluma karşı kimler daha yakın durmaktagayrimüslimlerin bizzat mallarına el koydır? Bu düzlemde modernite denilen şey de mak için türlü senaryolar ve politikalar yünedir ki? rütmüş, anayasal ve yasadışı türlü oyunlar çevirmişlerdir. Zira emperyalist efendilerine Dünyamızda toplumların bağrında sınıfsız yaranmak için palazlanmaları ve daha rave sömürüsüz bir toplum ve dünya tasavhat bir hareket alanı gerekmekteydi. Bunun vuru babında çok daha ileri eğilimler taşıiçin de belirli bir sermayeye ihtiyaçları söz yan nüfus bileşenleri, grupları ne yazık ki konusuydu ki, bu da Ermeniler başta olmak modernleşme projeleri ya da argümanları üzere gayrimüslimlerin ellerinde bulunuğruna kırımdan geçirilmişlerdir. Ermeni Soykırımı’nı da bu kapsamda ele almak gemaktaydı. Ve bu temelde başta topyekûn rekmektedir. Ermenilerin ekonomik alt-yapı seferberliğe geçilerek toptan çökertme ve ve bunun üzerinden yükselen üst-yapının genelin birer parçası olarak her bir bölge ve çeşitli özellikleriyle yaklaşık yüz yıl önceki yerelde operasyonlar düzenleyerek baskı verili objektif koşulları itibariyle o dönemde ve kırımdan geçirme, talan etme, bunların yaşanan toplumsal konjonktürde oldukça alt yapısını oluşturmak için özel yasalar ileri nitelikli bir durumu söz konusudur. İşte çıkartıp özel kanunlar ve yasalarla zorunbu niteliğinden ötürüdür ki, onları kendi özel lu vergilendirme, mallarına zorla el koyma, mülkiyet dünyası ve çıkarlarına katmak issürgün ve tehcir politikalarıyla toprağından teyip de harekete geçen karanlık dünyanın ve yerinden yurdundan alıkoyma ve göçertzebanileri tarafından alt-yapı ve üst-yapı me, çeşitli teorik ve pratik uygulamalarla kurumları talan edilmiş, kendi gerici sistemi asimilasyonlara tabi tutarak bellek yitimi ve ilişkilerine adapte edilerek biçimlendirilsağlama ve çökertme gibi ortaya konulan miştir. ve geliştirilen politikalar hiç tereddüde yer bırakmayacak nitelikteki pratik uygulamaKuşkusuz ki, Ermeni Soykırımı’nın en başta lardır. ekonomik özü ve bunun üzerinden yükselen
126
Türk hâkim sınıflarının tekçi Sünni-Türk İslam sentezli faşist niteliği, diğer ulus, azınlık milliyetler ve inanç gruplarına baskı, inkâr ve imha uygulamaktadır. Açık bir şekilde ifade edelim ki Asuriler, Ermeniler, Kürtler, Araplar, Süryaniler, Lazlar, Êzidîler, Rumlar, Çerkesler vb. ulus ve milliyetlerin yanı sıra Aleviler başta olmak üzere diğer inanç gruplarına uygulanan baskı ve şiddet, inkâr ve imha, katliam ve soykırımlar Osmanlı’dan “TC”ye ve bugünlere uzanan devletin egemen niteliğidir.
nı barbarlardı.” Tam da uymayanlar, katliam ve soykırımdan geçirildiler. İttihatçıların Asuri-Süryani/Ermeni Soykırımı tecrübesi, Rum ve diğer soykırımlar, Kürt katliamları, Êzidî, Keldani katliamlarıyla devam ettirildi. Koçgiri’deki kıyım da tarihe vurulan prangalara önemli bir örnekti. 1937-38 Dersim soykırımıyla “barbarlar” uygarlaştırılıyordu. Böylece Kürdistan’ın işgal ve tam manasıyla tamamlanmamış ilhakı emperyalistlerin çizdiği çerçeve perspektifiyle, Skys- Picotlarla tamamlanıyordu.
“Türk ulus devlet” paradigmasının kökleri oldukça eskilere dayanmaktadır. Kısaca değinirsek; Jön Türkler, dünyadaki kapitalizm koşullarında imparatorluğu güne uygun kurtarma stratejisi olarak ortaya çıktılar. “1908 Devrimi” denilen Kanun-u Esasîye sistemi, sermaye dünyasının o günkü koşullarına bir adaptasyon girişimidir. Tanzimat vb. girişimlerde o günlerin koşullarıyla alakalı uygulamalardır. Bu Türkçü İttihatçılar, imparatorluğu elbette kurtaramazlardı. İşte faşist Mustafa Kemal bu tecrübenin de birikimiyle gerici Jön Türkler ile İttihat ve Terakki’nin devamı, tam bir izleyicisi ve devamcısı olarak ortaya çıkmıştır. Sultan Vahdettin’in bu paşası, Jön-Türklerin yeni bir versiyonudur. İslam ümmeti, Türk milleti, Batı medeniyeti bayrağı altında bir ulus devlet projesi bayrağı kaldırılmıştır. Bu bayrağın sonuçlarını ne yazık ki inkâr, imha, sömürgeleştirme ve ilhaklarla, tehcir, asimilasyonlar, katliam ve soykırımlarla hep birlikte gördük. Bu bayrak altında ezilen uluslar, azınlıklar, ezilen inanç grupları, işçi ve emekçi (amele ve rençberler) yoksulları kapitalist uygarlık paradigması gereği ya ortadan kaldırılmalıydılar ya da hizaya getirilmeliydiler. Abdülhamid döneminde Teşkilat-ı Mahsusa önderliğindeki Hamidiye Alayları tamamen bu çizgi ve gayenin ürünü olarak organize edildi ve pratiğe geçirildi. 1925 Şark Islahat Kanunu, 1935 Tunceli Kanunu, Takrir-i Sükûn Kanunları, Olağanüstü Hal Kanunları, koruculuk vb. bütün bunlar böyle bir planın parçalarıydılar. Bu planda Sünni ve Türk olmayan herkesin bir tek hakkı vardı; biat etme, yani kölelik hakkı. Herkes Türkleşmeliydi. Buna uymayanlar, “medeniyet düşma-
Osmanlı’dan “TC”ye soykırım ve katliamlar, münferit ve tesadüfî, sadece bir kralın, bir bireyin, bir düzen partisinin asla özel ve şahsi bir tercihi değil, tüm Türk egemenlerinin tek ulus ve İslam devleti projelerinin ortak paydasıydı. Bu planda egemen sınıfların tüm blokları ve klikleri birleştiler. Tekçilik -tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek inanç- bugün de olduğu gibi dün de tüm Türk egemenlerinin ortak referansı ve yönelimiydi. Herkes Türkleştirilecek ve herkes Müslümanlaştırılacaktı… Türk ve Müslüman olmayanların her türlü varlığının talan edilmesi Tanzimat’tan bugüne Türk ulus devlet projesinin stratejik bir karakteristiğidir. Bunun biraz daha eskilere dayandığını da vurgulamak isteriz. Ve özellikle Osmanlı’nın II. Mahmut döneminde merkezileşmeci bir çizgi ve politika izlediğini ifade edelim. Bu durum yerel, bölgesel çizgi ve yönelimden daha fazla merkezileşmeci bir anlayış ile pratik politikalar gerçekleştirilmesi şeklinde kendini göstermiştir. Hem devlet ulusu hem de ulus devlet, homojen ulus projeleri vb. bunların tümü kapitalist pazarın ihtiyacı olan argümanlarıdır. Ulusal eşitsizliklere tam hak eşitliği zemininde son verme yerine anayasal burjuva devlet yurttaşları eksenindeki yönelim fiili eşitsizlikler ortamına rağmen hukuki sözde özgür yurttaş, kapitalist sömürüyü gizleyen bir perdedir. Ulus, bazılarının iddia ettiği gibi bir inanç birliği, bir zihniyet birliği değildir ya da eşitsizlik ve imtiyazlılık gerçeğine rağmen cins, renk ya da sınıfın kaynaştığı bir kategori de değildir. Emile Durkheimcı tek bir ulus yaratma zihniyeti Kemalistlerin,
127
Kapitalizmin ihtiyacı olarak vatan denilen pazar görülmek durumundadır. Bütün bu gerici tarih ve sözde uygarlıkçı burjuva medeniyetçi paradigma teşhir ve tenkit edilmesi gerekirken, ne yazık ki hala ondan çeşitli biçimlerde medet umanlar vardır. Bizzat sorunların kaynağı olan ve hala sorun yaratarak eşitsizlikler, inkâr ve imha, tekçi egemen ulus devlet konseptli projelere biat çağrıları yapılmaktadır. Buna paralel faşist “TC”ye “bu acılı tarihle yüzleşme” çağrısı yapılmaktadır. Yine uluslararası sermaye güçleri ve lobilerinden uzak durarak “barışçıl yol” ya da “pasif direniş” eksenli mücadele salık verilerek tam da emperyalist kapitalizmin hali hazırdaki eşitsiz, tekçi, düzen içi sınırlarına entegre olma çağrıları ve nakaratları yinelenmektedir. “Şıracının şahidi bozacı” misali tarih boyunca günümüze kadar bütün zulüm ve sömürü politikalarının bizzat yaratıcıları ve ortakları, kesinlikle çözüm projesi kapsamında görülemez, kabul edilemezler. Mussolinilerin de rehberiydi. Mussoli’nin bu temeldeki koorperatif çizgi ve pratik yönelimini herkese hatırlatmak isteriz. Zira bu faşiste göre ezen ile ezilen, zengin ile yoksul, proletarya ile burjuvazinin çıkarları bir ve aynıdır ve de koorperatif devlet anlayışı ve politikasıyla bu kaynaşma sağlanabilir. Türk ulus devletçi tekçi faşist Kemalizm’in egemenlik sistemi de “köylü milletin efendisi” yanılsamaları ile tam bir aldatma operasyonu ve büyük bir demagoji eşliğinde icra edildi. “Gericiliğe karşı Batılılaşma ve Modernleşme” hamleleriyle çökertme operasyonları devreye sokulmuştur. Kapitalizmin ihtiyacı olarak vatan denilen pazar görülmek durumundadır. Bütün bu gerici tarih ve sözde uygarlıkçı burjuva medeniyetçi paradigma teşhir ve tenkit edilmesi gerekirken, ne yazık ki hala ondan çeşitli biçimlerde medet umanlar vardır. Bizzat sorunların kaynağı olan ve hala sorun yaratarak eşitsizlikler, inkâr ve imha, tekçi egemen ulus devlet konseptli projelere biat çağrıları yapılmaktadır. Buna paralel faşist “TC”ye “bu acılı tarihle yüzleşme” çağrısı yapılmaktadır. Yine uluslararası sermaye güçleri ve lobilerinden uzak durarak “barışçıl yol” ya da “pasif direniş” eksenli mücadele salık verilerek tam da emperyalist kapitalizmin hali hazırdaki eşitsiz, tekçi, düzen içi sınırlarına entegre olma çağrıları ve nakaratları yinelenmektedir. “Şıracının şahidi
128
bozacı” misali tarih boyunca günümüze kadar bütün zulüm ve sömürü politikalarının bizzat yaratıcıları ve ortakları, kesinlikle çözüm projesi kapsamında görülemez, kabul edilemezler. Yüksek Ermenistan Platosu ve ondan çok daha öncesinden ise Hay olarak bilinen Batı Ermenistan coğrafyası, Anadolu-Mezopotamya ve şimdiki adıyla Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın kadim halklarına yönelik Asuri-Süryani/Ermeni Soykırımının 100. yılında komünistlerin görevlerinden biri de, yüz yıldır süren inkâra karşı çıkarken gerçekleri sürekli dile getirmektir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ve ardılı olarak devamında bugünkü Türkiye-Kuzey Kürdistan’da egemen güçler içerisinde yer aldığı İttihat ve Terakki örgütlenmesi ve Türk burjuvazisi tarafından gerçekleştirilen Asuri-Süryani/Ermeni Soykırımı’nı haklı çıkaracak veya izafileştirecek hiçbir gerekçe olamayacağı gibi, asla maruz gösterilemez. Aynı zamanda soykırım inkârı da insanlığa karşı işlenen suça ortak olma anlamında, aynı derecede bir suç olarak kabul edilmelidir. Soykırımın olmadığı ya da başka şekillerde, istenmeyen acı olay, felaket, tertele vb. denilerek iddia etmek veya tehcir nedeniyle meydana gelen kıyımların tarihsel özelliği olmadığı ve devletin, düşmanla işbirliği yapan isyancılara karşı giriştiği meşru müdafaanın olağan, normal sonuçları şeklindeki
Ezen ulus milliyetçiliğiyle ezilen ulus milliyetçiliği asla bir ve aynı görülemez, değildir de. Ezen sınıf Türk ulus şovenizminin, ezilen Ermeni ulusu ya da Kürt ulusuna yönelik faşizmi, inkâr ve imhası, katliam ve soykırımları hiçbir gerekçe ve doktirinle meşrulaştırılamaz. Bilinmeli ki ezen ulus şovenizmi faşizmin ta kendisiyken, ezilen ulus milliyetçiliğinin milli baskı ve zulüm koşulları altında gündeme gelmesi tamamen anlaşılabilir ve ehven yaklaşılır bir durumdur. Aynı zamanda ezilen ulusun son derece meşru ve demokratik kendi kaderini tayin hakkı görülmek ve kabul edilmek durumundadır. Peki, ezen ulusun milliyetçiliğinin (ki şovenizmi ya da faşizmi daha doğru ve yerinde bir nitelemedir) neresinde bir meşruluk ve demokratiklik bulunabilir? Asla bulunamaz ve bu yönüyle ezen ulus şovenizmi de hiçbir suretle selamlanamaz, diğer ulus ve azınlıklara uygulanan milli baskı politikaları kesinlikle en küçük bir içerik ve biçimde dahi olumlanamaz. Kaypakkaya yoldaşın Şeyh Said örneğinde izlediği politik tutum, biz Maoist komünistlere önemli stratejik bir referans ve rehberdir. savunular içerisinde olmak, düşünce özgürlüğü şeklinde tasavvur edilebilecek bir hak asla değildir ve büyük bir yalancılık eşliğinde yürütülen demagojik kuşatmadır. Bu tür iddialar, değerlendirmeler ve savunular açık ki tarihsel nesnel somut gerçekleri tersyüz eden ırkçılık, iftira ve suça teşvik suçu olarak görülüp değerlendirilmelidir. Ezen ulus milliyetçiliğiyle ezilen ulus milliyetçiliği asla bir ve aynı görülemez, değildir de. Ezen sınıf Türk ulus şovenizminin, ezilen Ermeni ulusu ya da Kürt ulusuna yönelik faşizmi, inkâr ve imhası, katliam ve soykırımları hiçbir gerekçe ve doktirinle meşrulaştırılamaz. Bilinmeli ki ezen ulus şovenizmi faşizmin ta kendisiyken, ezilen ulus milliyetçiliğinin milli baskı ve zulüm koşulları altında gündeme gelmesi tamamen anlaşılabilir ve ehven yaklaşılır bir durumdur. Aynı zamanda ezilen ulusun son derece meşru ve demokratik kendi kaderini tayin hakkı görülmek ve kabul edilmek durumundadır. Peki, ezen ulusun milliyetçiliğinin (ki şovenizmi ya da faşizmi daha doğru ve yerinde bir nitelemedir) neresinde bir meşruluk ve demokratiklik bulunabilir? Asla bulunamaz ve bu yönüyle ezen ulus şovenizmi de hiçbir suretle selamlanamaz, diğer ulus ve azınlıklara uygulanan milli baskı politikaları kesinlikle en küçük bir içerik ve biçimde dahi olumlanamaz. Kaypakkaya yoldaşın
Şeyh Said örneğinde izlediği politik tutum, biz Maoist komünistlere önemli stratejik bir referans ve rehberdir. Bunu daha da ayrıntılı açarak ilerleyelim. Maoist komünistler, 24 Nisan 1972’de Türkiye-Kuzey Kürdistan’da kaldırdığı komünizm bayrağıyla ülke devrimci hareketi tarihinde açtığı çığırla köklü ideolojik, siyasi ve kültürel bir kopuşu ifade etmektedir. Maoist hareketimiz, Ermeni, Kürt ve diğer katliamlarla soykırımlara bu keskin kopuş niteliğine uygun zeminde karşı çıkmış, Jön-Türkçü, İttihatçı ve Kemalist cumhuriyetçi faşist mirası tüm çürük kökleriyle reddetmiştir. Bu eksende Pir Sultanlar, Şeyh Bedrettinler, Babailer, Ermeniler, Süryaniler, Lazlar, Rumlar, Êzidîler ve Kürt ulusunun isyanlarının ilerici, demokratik ve devrimci miraslarına sahip çıkmış, çıkmaktadır. Bu, dünya ve Türkiye-Kuzey Kürdistan gerçekliğinde yeni nitel bir tarih bilinci ve tarihsel bir doğruluştur. Bu doğruluşun önderi ve komünizmin özüne sarılan İbrahim Kaypakkaya yoldaş, devrimci metotla geçmişi ve günün gerçekliklerini en ileri sentez olarak tarihte ilk kez formüle etmiştir. Kaypakkaya yoldaş, bizzat komünizmin bilimsel ideoloji ve perspektifi, felsefesi ve politikasına yaslanarak ezilen ve sömürülenlerin ilerici, devrimci ve komünist tarihini kendi tarihimizin geçmiş öncelleri olarak kabul etmiştir. Bu temelde
129
Tarih okumasını zamanın ruhuna ve özüne uygun olarak doğru yere oturtma uğraşı içerisindeyiz. Bu bilinçle on yıllardır Türkiye-Kuzey Kürdistan’da komünist örgütlenme ve mücadelenin ilk olarak Mustafa Suphiler tarafından taşındığını savunduk. Bu doğrudur da. Fakat yaşanan tarihi gerçeklikler komünist fikirlerin Mustafa Suphilerden önce coğrafyamızda taşındığını gösteriyor. Komünist Manifesto, Mustafa Suphilerden önce Ermeni komünist aydınlar tarafından çevrilmiş ve yayınlanması egemenlerce yasaklanmıştır. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da Komünist Parti Manifestosu’nu ilk çeviren Ermeni sosyalistlerinin, 15 Haziran 1915’de İstanbul’da asılan Ermeni sosyalisti “Paramaz” Sarkisyan ile 19 yoldaşının, yasaklı Türkiye Komünist Partisi’nin Ermeni üyelerinin, “TKP(ML)’den Maoist Komünist Partisi’ne Bu Tarih Bizim” diyerek komünizmin bayrağını nitel olarak ilerletmede öne çıkan Kaypakkaya’nın ardılları Orhan Bakır, Manuel Demir, Nubar Yalım, İmam Boztaşlarla daha fazla dalgalandıran Ermeni kökenli komünist ve savaşçı yoldaşlarımızın anısı önünde bir kez daha saygıyla eğilirken, tüm zulüm ve soykırımların hesabını sorma bilinciyle komünizm mücadelesini sürdürme kararlılığımızı ifade ediyoruz. komünist önder Kaypakkaya yoldaş, burjuva medeniyetçi-uygarlıkçı ve Avrupa merkeziyetçi üretici güçler temelli kalkınmacı ve ikameci-reçeteci bütün paradigmalara, onların tarih anlayış ve felsefesine köklü biçimde karşı çıkarak komünizmin bayrağını yükseklerde dalgalandırıyordu. Onun için tekçi faşist Sünni-Türk İslam devleti ile ufkunu revizyonist tezlerle karartmış ve yelkenlerini düzen içi-sistem içi tezlerle doldurmuş bilumum reformistler, komünist önder Kaypakkaya’nın görüşlerini itibarsızlaştırmak için elinden geleni ardına koymamıştır. Ama ezilen ve sömürülenlerin son derece haklı, meşru ve ilerici tarihi üzerinden yükselen Kaypakkaya yoldaş, doğrultusunda zerre kadar geri adım atmamış, şüphe duymadan kararlı çizgisini sürdürmüştür. Kaypakkaya’nın çizgisi, tezleri ve perspektifi bugün de üzerinde yükselmemiz gereken bilimsel temel ve yöntem olarak yolumuzu aydınlatmaya devam etmektedir. Nitekim komünist önder Kaypakkaya yoldaşın önderliğindeki bu nitel çıkış çok geçmeden karşılığını bulmuş ve Maoist komünist gelenek, Orhan Bakır, Nubar Yalım, Manuel Demir ve daha bir dizi Ermeni yoldaşlar ile buluşmuştur. Komünistler, tarihin devrimci mücadelede bir silah haline getirilmesini öngörürler ve bu temelde ezilen ve sömürülenlerin tarihinin ilerici yönlerini de kendi-
130
lerine referans alırlar. Bu temelde yol üstündeki soykırımcı kadavralara karşı da genetik kodları üzerinden yükselerek, mücadelesini doğru ve bilimsel olarak güncelleştirirler. Bu bilinçle tarihin ve insanlığın başına gelmiş en büyük felaketlerden biri olarak Ermeni Soykırımı’nı lanetlerken Ermenilerin ve diğer bütün ulus, azınlık ve ezilen inanç kesimlerine yönelik gerçekleştirilen kıyım, katliam ve tüm tarihi haksızlıkları kınıyor, güncel mücadele ve demokratik haklarının kararlı savunucuları olarak mücadelemizin görevleri görüyoruz. Tarih okumasını zamanın ruhuna ve özüne uygun olarak doğru yere oturtma uğraşı içerisindeyiz. Bu bilinçle on yıllardır Türkiye-Kuzey Kürdistan’da komünist örgütlenme ve mücadelenin ilk olarak Mustafa Suphiler tarafından taşındığını savunduk. Bu doğrudur da. Fakat yaşanan tarihi gerçeklikler komünist fikirlerin Mustafa Suphilerden önce coğrafyamızda taşındığını gösteriyor. Komünist Manifesto, Mustafa Suphilerden önce Ermeni komünist aydınlar tarafından çevrilmiş ve yayınlanması egemenlerce yasaklanmıştır. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da Komünist Parti Manifestosu’nu ilk çeviren Ermeni sosyalistlerinin, 15 Haziran 1915’de İstanbul’da asılan Ermeni sosyalisti “Paramaz” Sarkisyan ile 19 yoldaşının, yasaklı Türkiye Komünist Partisi’nin Ermeni üyele-
rinin, “TKP(ML)’den Maoist Komünist Partisi’ne Bu Tarih Bizim” diyerek komünizmin bayrağını nitel olarak ilerletmede öne çıkan Kaypakkaya’nın ardılları Orhan Bakır, Manuel Demir, Nubar Yalım, İmam Boztaşlarla daha fazla dalgalandıran Ermeni kökenli komünist ve savaşçı yoldaşlarımızın anısı önünde bir kez daha saygıyla eğilirken, tüm zulüm ve soykırımların hesabını sorma bilinciyle komünizm mücadelesini sürdürme kararlılığımızı ifade ediyoruz. Fiziki ve kültürel soykırımda kadın olmak ayrı ve başlı başına özel bir problemdir. Ermeni Soykırımı’nda Ermeni kadınlarına yönelik vahşetin boyutu oldukça derin ve gerçek manada insanlığı yok eden tam bir çökertme operasyonudur. Geride kalan Ermeni kadınlar ise aynı şekilde tüm tarihsellikleriyle birlikte tam bir kimliksizleşme ve cellâdına bütün yönleriyle teslim etme dayatmasıdır. Tarifsiz acılarla bir de utançlıklar eşliğinde celladına karşı çığlıksız boyun eğme ve paradoksal bir sendrom halidir. Adı-sanı, tarihi ve ulusal kimliği, inancı ve emekleriyle yaratılan değerlerinin buzlu sulara gömülerek tarihten topyekûn silinme ya da yok olma gerçekliği. Tam bir trajik durum gerçekliği… Hem var olan hem de olmayan gerçekliği… Onmaz acılarla yoğrularak kökten bitirilme gerçekliği ama aynı zamanda sürekli sineye çekilen ve bir parça ya da en küçük bir anın dahi hatırlanmak istememecesine nefretle karışık akan gözyaşlarıyla sel olup deryalaşarak kendinden geçiren ruh halleri… Sözün bittiği yer tam da bu durum olsa gerek. Soykırımda kadın olmak işte böylesi karanlık dehlizler içerisinde tüm dillerin varamadığı söylenecek sözlerin hala bulunamadığı bir durumdur. Bu düzlemde Soykırıma uğrayan ve kimliksizleştirilerek tam da ötekileştirilen kadınları bin kere, milyon kere anlamaya çalışmalı ve değerlendirme yaparken bu gerçek asla unutulmamalıdır. Ermeni Soykırımı, feodal despotik Osmanlı devletinin yaklaşık iki yüz yıla yakın çözülme- dağılma sürecinin son örneklerinden biridir. Bilindiği gibi Balkan toplulukları uluslaşma sürecine 19. yüzyıl başlarından
itibaren girerken, Ermeni ve Türklerin uluslaşma süreci ise daha gecikmeli başlamıştır. Kuşkusuz emperyalist kapitalizmin ve onun sermayeleşmesinin daha fazla merkezileşmesi ve yoğunlaşması yöneliminin ya da bağımlılık ilişkisinin sonucu olarak bu gelişmeler daha fazla uluslararası bir niteliğe de bürünmüştür. Bu temel, Türklerin ve Ermenilerin uluslaşma süreçlerinin de tamamen bu düzlemdeki ekonomik, politik ve stratejik yaklaşımların belirlediği bir süreci de doğurmuştur. Ermeni uluslaşması Türklerinkine oranla daha erkenken, yazık ki önce devletleştirilip sonra da bir uluslaşma gereği temelinde Türkleştirilmiş bir kimlik sıfatı-gömleği giydirilerek, yoğunlaştırılmış, kapsamlı ve stratejik asimilasyon temelinde bir Türk uluslaşması çizgisi ve politikası izlenmiştir. Bu durum, o zamana kadar uluslaşma sürecini tamamlayamayıp devletleşemeyen Ermeni ve diğer kesimlerin Türk ulus devlet paradigması-şemsiyesi altında ya tam asimilasyon ya da tam bir kök kazıma operasyonlarıyla soykırımdan geçirme yönelimini ortaya çıkardı. Bu düzlemde uluslaşma süreci, aynı zamanda kurbanlaştırılarak ortadan kaldırılması için hedeflenen kadim halkların ve ulusların da yok olma ya da kırımdan geçirilme sürecidir de. Bunda tam bir başarı yakalanamayınca yine aslında yok oluşun başka bir ifadesi olan tek bir kimlik altında yasal ya da anayasal, legal ya da illegal, açık ya da gizli tüm kökleriyle her şeyini başkalaştırarak, deyim yerindeyse katiline göre uydurulan bütünlüklü asimilasyon politikaları gerçekleştirilmiştir. Bundandır ki emperyalist devletlerin elinde çocuk oyuncağı ve tam bir kukla haline gelen İttihatçı katil Osmanlı devleti, başta Almanya olmak üzere bizzat emperyalist efendilerinin eliyle Ermenilerin hem uluslaşması hem de bu kapsamda ulusal temelde devletleşmesinin de önüne geçmekte gecikmedirler. Ermeni Soykırımı bir anlamda Türk ulus devletinin yolunu da döşedi dersek yanılmamış oluruz. Bunun bilinciyle Talat Paşa 1916’da, “Ermeni meselesi hallolunmuştur, artık öyle bir sorun yok” diyecek kadar çirkinleşerek ileri gitmiştir.
131
Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim halklarının, topluluklarının topraklarından koparılarak arazinin elverişli hale getirilmesi bizzat emperyalist devletlerin ekonomik politik konseptleriydi. Bu eksende Ermenilerin kendi kaderini tayin hakkı zorla ellerinden alınarak, bir bağımlılık, sömürge ya da yarı-sömürge vb. ilişkisi temelinde değil, tam bir çökertme ve göçertme konseptiyle ortadan kaldırılması operasyonlarına tabi tutuldular.
feodal dokusu ve çizgisine rağmen Türk egemenlerine yönelen meşru ve demokratik yanını desteklemiştik. Aynı şekilde milliyetçilik ve gerici dinsel doku ve çizgilerine karşın, çeşitli düzeylerde baskı ve sömürüye tabi tutulan, işgal ve ilhak altına alınarak katliam ve soykırımdan geçirilen ezilen milliyetler, çeşitli inanç grupları ve hareketlerinin Türk egemenlerine yönelik meşru ve demokratik yanlarını desteklemiştik. Şimdi
Komünistliğin doğru ve bilimsel bir gereği olarak burjuva cumhuriyetçiliği, kapitalist uygarlığı, kapitalist pazarın gelişimini burjuva aydınlanmacı çizginin kalkınmacı-ilerlemeci argümanlı uygarlık siyasetini ve paradigmasını reddetmiştik. İlericilik gericilik, laiklik anti-laiklik, devrimcilik yobazlık ayrımını üretici güçlerin gelişme seviyesiyle ele alan ve bu temelde kapitalizm ve emperyalizm karşısında bir demokrasi hamlesi yönelimiyle eğilenlerden olmadık. Bugün de Kürt Ulusal Hareketi’ne yön veren çizgiye karşı eleştirilerimize rağmen, onun bütün haklı, meşru ve demokratik taleplerine karşı kayıtsız kalmadık, kalamayız, kalmıyoruz da.
Bilinir ki, uluslar, ulusal baskı, ulusal eşitsizlikler, kapitalizmin gündeme getirip yarattığı olgulardır. Bunlar elbette sonsuz, sürekli kategoriler değil tamamıyla tarihsel bir durumun ifadesi ve gerçeklikleridir. Maoist komünistler, bu yaşanan olguların bilincindedirler ve ulusal eşitsizliklerin de amansız düşmanıdırlar. Şüphesiz ki Maoist komünistler ulusçu da değildirler ama başka ulusu ezen egemenlere karşı kardeşlik ve enternasyonalizm adına seyirci de kalamazlar. Ulusal hareketlerin dinsel, kültürel, federasyon, anayasal haklar biçimli yönelimlerinin kapitalizmin dışına çık-a-mayan gerçeğine rağmen, ezen ulus egemenlerine yönelen mücadelesinin meşru ve demokratik yanını görmekteyiz. Tam da bu perspektiften kaynaklı olarak günümüz koşullarında Kürt Ulusal Hareketi’nin genel çizgideki reformist kırılganlığına rağmen ortaya konan taleplerinin meşru ve demokratik bir yanının bulunduğunu ve bu yanı desteklediğimizi tarihimiz boyunca hep ifade ettik. Tarihsel sürecimizdeki ilk tavrımız da bu şekildeydi, bugün de böyledir. Dün Şeyh Said önderliğindeki Kürt Ulusal Hareketi’ne yön veren
132
de destekliyoruz. Bu destek basit bir olgu olarak tasavvur edilemez, tarihsel arka planı olan ideolojik politik bir dokuya sahiptir. Bu düzlemde ezen tekçi faşist Sünni-Türk İslam eksenli ulus-devlet konsepti ve diktatörlüğünü de lanetlerken ona karşı okun sivri ucunu yöneltmeyi de ihmal etmemiştik. Komünistliğin doğru ve bilimsel bir gereği olarak burjuva cumhuriyetçiliği, kapitalist uygarlığı, kapitalist pazarın gelişimini burjuva aydınlanmacı çizginin kalkınmacı-ilerlemeci argümanlı uygarlık siyasetini ve paradigmasını reddetmiştik. İlericilik gericilik, laiklik anti-laiklik, devrimcilik yobazlık ayrımını üretici güçlerin gelişme seviyesiyle ele alan ve bu temelde kapitalizm ve emperyalizm karşısında bir demokrasi hamlesi yönelimiyle eğilenlerden olmadık. Bugün de Kürt Ulusal Hareketi’ne yön veren çizgiye karşı eleştirilerimize rağmen, onun bütün haklı, meşru ve demokratik taleplerine karşı kayıtsız kalmadık, kalamayız, kalmıyoruz da. Karşı-devrimci taktikler ile tekçi faşist Türk egemenlik sistemi ve sözcüleri bugün ikili bir çizgi ve siyaset izleyerek ezilen ve sö-
mürülenleri manipüle etmek istemektedirler. Faşist devletin başına getirilen zat, bir yandan ‘Affedersiniz bana Ermeni dediler’ diyerek hala aynı zihniyetini korurken diğer yandan ise Ermeni soykırımı karşısında “üzüntüsünü” dile getirmekte ve yaşananlar karşısında Ermenilerin acılarını paylaştıklarını deklare etmektedir. Aynı şekilde Dersim meselesindeki “özürlerde” de görüldüğü gibi bir havuç siyaseti izlemektedirler. Bu yolla kendi Ermenisini, Kürdünü, Romenini, Alevisini yaratma planı uygulamaktadırlar. Bunun için bizzat Fethullah’ın finansmanında terbiye edilmiş Alevi konseptinin kumanda merkezlerinden İzzettin Doğan ile ortak mekanda Cami-Cemevi inşaat temelinin atılması, aynı şekilde İzzettin Doğan’ı Akil İnsanlar ekibine dahil etme pratikleri, Kırşehir’deki üniversiteye Hacı Bektâş-ı Velî ismini verme durumu, ‘Demokratikleşme Paketi’ adıyla köylere eski isimlerinin yeniden verilebileceği vb. girişimleri, tekçi faşist kurulu düzenin sistemine entegre etme politikaları olarak anlaşılmalıdır. Hali hazırda ortaya konan reformların açık bir şekilde sömürücü tekçi faşist sisteme entegre konseptli argümanlar ve uygulamalar olduğu yeterince açıktır. AKP iktidarı eliyle bizzat “Türkiyelileşme!” konsepti ve yöneliminin aldatıcı yanını yeterince görmek ve kavramak durumundayız. Tarihin her bir evresi ya da kendi verili koşullarında yaşanan kıyımların salt tarihte kalıp, tarih okumalarıyla sınırlı bırakılması anlayışı da oldukça tehlikeli bir yanlışı barındırmaktadır. ‘Yaşanan inkâr, imha, katliam ve soykırımlar mazide kalmıştır artık bu tür sorunlar tarihçilerin konusudur’ deniliyorsa, bunun ideolojik-siyasal arka planı ve günümüzdeki devamcılarının kimler, hangi sınıflar olduğu gerçeği örtbas ediliyor demektir. Zira tarihsel olaylar üzerine bugün sürdürülen her tartışma, günümüz toplumsal egemen güçleri ve iktidarlarının siyasi, ekonomik çıkarları temelinde yürütülmektedir. Ve bugün, dünün özü ve içeriğinden esaslı bir değişikliğin olmadığı gerçekliği göz önünde bulundurulduğunda, günümüz egemen sömürücü sınıfların ecdatlarını da bilmemiz doğru olandır.
Anadolu-Mezopotamya coğrafyasında Asuri-Suryani/Ermeni Soykırımı özgülünde yaşanan soykırımlarla tarihsel ve toplumsal yüzleşmenin ve hakların iadesi önündeki en önemli engellerden biri de Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki Sünni-İslam ve muhafazakâr çoğunluğun varlığı ya da iktidar olma gerçekliğidir. Önceki dönemlerin egemen sınıflar iktidarlarının gerçekleştirdiği soykırımlar, aynı coğrafyalarda ve aynı dönemlerde yaşayan Türk, Kürt, Alevi diğer milliyetler ve mezheplerden Müslüman ahalinin doğrudan ya da dolaylı katılımları söz konusu olmasaydı soykırımlar bu derece olanaklı olamazlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nda her sınıftan, her milliyetten ve değişik mezheplerden Müslüman kesimlerin büyük bir çoğunluğu, katliamlar ve soykırımlara doğrudan katılarak, soykırımların bir parçası olarak ya da onlara göz yumarak, sessiz kalarak, yerlerinden edilen Ermeni ve diğer komşularının mallarına ve mülklerine zorla el koyarak veya el koyulmasına sessiz kalarak, işlenen bu vahşi insanlık ve savaş suçunun suç ortağı olmuşlardır. Bazı Alevi, Kürt, Zazaların Müslüman köylerde veya tehcir yollarında çeşitli biçimlerde yardımda bulunmaları, bu gerçeği değiştirmemektedir. Bu bilinçle devrimci komünistlerin önemli bir görevi de, bu somut gerçeği tüm açıklığıyla ifade etmek ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’da yaşayan değişik mezheplerden Müslüman ve İslam eksenli nüfusa aktarmaktır. Bu eksende günümüzde Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki kitleler içerisinde tarihsel ve toplumsal bir yüzleşmeyi somutlaştırabiliriz. 1071 Anadolu istilasında, devrimci ve komünistlerin dayanacağı zerrece olumlu bir miras yoktur ve olamaz. Bu kapsamda 1920’lerdeki Kürtlerin kandırılması eksenindeki siyasetlerde de devrimin dayanacağı bir miras olamaz. Bu zincirin bir parçası olarak emperyalizm güdümlü AKP’nin 2023 planlı stratejisinde de devrimci, komünistler ve halklar için zerrece bir beklenti olamaz. Biz halkların devrimci ilerici mirasını sahipleniriz. Zira tarihimizde kahramanca ve onurla sahiplenebileceğimiz miraslar mevcuttur. Baba İshakların, Torlakların, Börklü-
133
Emperyalist kapitalist dünya sistemi ve onun stratejik uşakları her bir toprak parçası, ülke ve bölgedeki her türlü vahşeti ve çirkeflikleri tüm tarihsellikleriyle yine sahnededir. Dünya halkları, ezilen uluslar ve inanç gruplarının eşit, özgür ve gerçekten yaşanabilir dünyası son derece mümkündür. Bunun için başta Türkiye-Kuzey Kürdistan işçi ve emekçileri, ezilen ulus ve azınlık milliyetlerin son derece meşru ve haklı silahlı mücadelesi temelinde Sosyalist Halk Savaşı’nı yükseltelim. celerin, Pir Sultanların, Şeyh Bedreddinlerin, Celalilerin, Çakırcalıların, Karayılanların, Ermenilerin, Rumların, Êzidîlerin, Süryanilerin, Lazların, Koçgiri isyanının, Kürt Ulusal Hareketi ve azınlıkların zulme yönelmiş mücadelelerinin demokratik mirasını, Suphilerin, Kaypakkayaların komünist mirasını, Mahirler, Denizler, Mazlumlar şahsında bedellerle örülü devrimci hareketin kazanımları ve mirasını sosyalizm ve komünizm perspektifiyle sahipleniyoruz. Tekçi Osmanlı ve devamcısı “TC”nin, söz konusu sistemlerin egemen sınıf bloklaşmalarının ve kliklerinin hiçbir mirası bize ait değildir, olamaz, olmayacak da! Söz konusu egemenlerin mirası; Hamidiye Alayları ile ezilenleri katletmek mirasıdır. Köy koruculuğu ile Kürtleri birbirine kırdırma mirasıdır. Onların mirası; Asuri, Ermeni, Keldani, Süryani, Türkmen, Kızılbaş ve diğerlerine yönelik soykırım mirasıdır. Ermeni ve Rumları tehcir mirasıdır. Kürtlere inkâr, asimilasyon, imha ve katliam mirasıdır. Her milliyetten emekçilere azgın sömürü mirasıdır. Onların mirası; emperyalizme uşaklık mirasıdır. Bu mirasla “kardeşleşmek“ sağ tasfiyeci uzlaşma anlamına da gelmekle birlikte, suçtur. Ezilen milliyetlere yönelik sosyalist çözüm projemiz; yerinde kendi kendini yönetme perspektifidir. Bu perspektifle Maoist komünistler, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da azınlık milliyetlerin meşru, demokratik ve haklı taleplerini karşılayacak alt ve özgün programların oluşturulması, bu bölge ve alanlarda bu temeldeki programların siyaset olarak örgütlenmesi yöneliminin oturtulması görevini ortaya koymuştur. Bu kapsamda ilk olarak şimdiden özel yayınların çıkarılması, yayınların çok dilli hale getirilmesine ağırlık verilecektir. Ezilen milliyetlere mensup azın-
134
lıkların sorunlarında kendi kendini yönetme perspektifinin, bu kitlelerin yaşam alanlarında ve pratik örgütlenmelerinde dikkat edilecek ana unsur olarak işlenmesi ve işlerlik kazandırılması gerektiğini ve bu yönelime pratik çalışmalarımızda özel bir önem verilmesi gerektiğini belirtelim. Emperyalist kapitalist dünya sistemi ve onun stratejik uşakları her bir toprak parçası, ülke ve bölgedeki her türlü vahşeti ve çirkeflikleri tüm tarihsellikleriyle yine sahnededir. Dünya halkları, ezilen uluslar ve inanç gruplarının eşit, özgür ve gerçekten yaşanabilir dünyası son derece mümkündür. Bunun için başta Türkiye-Kuzey Kürdistan işçi ve emekçileri, ezilen ulus ve azınlık milliyetlerin son derece meşru ve haklı silahlı mücadelesi temelinde Sosyalist Halk Savaşı’nı yükseltelim.
Not: Tehcir (Deportation); tehcir veya zorunlu göç, politik, etnik veya dini bir topluluğu, devletin yasalarına dayanarak zorla başka yere götürmesi. Gidilen yerde bireysel yaşam hakkının kısıtlı olması, yaşam için gerekli olan gereksinimlerin sınırlı olması ve üretimden koparılması demektir.