HAYAL BİLGİSİ DERGİSİ 18. SAYI

Page 1


Hayal Bilgisi Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Yıl: 5 Sayı: 18 Eylül-Ekim-Kasım 2015 ISSN 2146-4294 Yayın Yönetmenleri Cihat Albayrak & Ayşe Ünsal Emektarlar Arif Onur Solak Cihat Şit Zeki Altın Kapak Levent Albayrak Tasarım/Dizgi Yunus Ünsal {05053590695} Yayın Türü Yerel/Süreli İletişim {05056351554} ayse-cihat@hotmail.com Yazışma Adresi Yukarı TOKİ, 4. Etap, K 1-213, D: 14 Erciş Van www.hayalbilgisi.com www.edebiyathaberleri.com Metamorfoz Yayıncılık Medya Reklam Organizasyon Matbaacılık Ltd. Şti. Süleymaniye Mah. Siyavuş Paşa Sok. No: 8 Şirin İş Merkezi K: 3 Süleymaniye, Fatih, İstanbul Yayıncı Sertifika No: 17186 Tel: 0212 522 4505 www.metamorfozyayincilik.com Baskı ve Cilt: Assum Basım Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 313-314-315 Topkapı - Zeytinburnu - İstanbul Tel: 0212 613 0001 – Gsm: 0533 091 8166 Matbaa Sertifika No: 30847 Üç ayda bir yayınlanır. Yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Abonelik Yıllık 40 TL (Kurum ve kuruluşlara: 100 TL)

Hesap Adı: METAMORFOZ YAYINCILIK MEDYA REKLAM ORGANİZASYON MATBAACILIK LTD. ŞTİ. Yapı ve Kredi Bankası, Mercan Şubesi, Hesap No: 94175687-TL TR25 0006 7010 0000 0094 1756 87

İnsan

B

enim adım Winston. Ve benim adım da Winifred. Biz 700 yıldan uzun zaman önce doğduk. Pasifik okyanusunun çok içlerinde bir adada yaşıyorduk. Bunca zaman boyunca pek çok insanla karşılaştık. Onlar çaldılar, yok ettiler. Ve her şeyi defalarca, hiç acımadan yok ettiler. Ve biz bunun olmasına izin verdik. Ve bu yüzden her şeyimizi kaybettik. Sevgili evimiz, ne yazık ki artık yok. Bir zamanlar her renkte çiçeğin açtığı o yer artık çorak ve ıssız. Bir zamanlar binlerce farklı türden kuşun sesleriyle dolan gökyüzüne artık sadece sessizlik hakim. Bir zamanlar fokların ve okyanus hayvanlarının dalgalarında dans ettiği yerde tüm yaşam sona ermek üzere. Galapagos, bizim o cennet yuvamız artık zavallı siyah bir noktadan, petrole bulanmış bir taştan ibaret. Tüm dünya artık sadece siyah ve petrole bulanmış bir nokta halini almış. Geriye sadece bu güzel yer kalmış. Ama engel olmak için bir şey yapmazsanız bu yer de siyah bir delik halini alacak. Çünkü insan hırsızdır, gece karanlığında gelir ve topraktan istediği her şeyi alır. Hayatta kalmak için kendi kuyruğunu yiyen bir yılanı andırır. Ama dünya insana ait değildir. O sadece küçük bir parçası. Yaşam ağını ören insan değildir. O içindeki iplerden biri. Hepimiz aynı havayı paylaşırız. Bereketli yeşil ormanın yükselen sisi, kayalık dağlardan gelen serin rüzgar, serinletici bir yağmurdan sonra yayılan toprak kokusu; bitkiler, insanlar ve biz hayvanlar için. Ama insan toprağa ne yaptığının farkında değil. Yaptığı şey sonunda kendine de zarar veriyor. Ve toprak sonunda yok edildiğinde ve hayvanlar ya sürüldüklerinde ya da öldürüldüklerinde, insanoğlu dünyaya yalnız başına hükmedecek. Ümitsiz ve perişan halde, o da sonunda dünya üzerinden silinecek. Ama bu bizim için geç bir teselli olacak. Çünkü kendinizi insanlığa karşı savunmazsanız, her biriniz sonunda yok olacaksınız. > 1899 doğumlu çocuk kitapları yazarı Erich Kästner Hayvanlar Toplantısı adlı kitabında nükteli bir anlatımla barış çağrısı yapmıştır. Dünya devletleri, siyasetçiler ve ordu ile genel anlamda yetişkinlere yönelik endişelerini yansıtmıştır. İnsanoğlunun kendi kendini yok etme güdüsüne karşı başlatılan bu nükteli ama anarşik başkaldırı, “hayvanların artık canına tak ettiği bir gün” başlar. Hayvanlar, insanlara başkaldırmak ve tüm yaratıkların çoğalıp yaşayabileceği bir dünyayı korumak için birlik olurlar. Sevimli Hayvanlar adıyla uyarlanan filmde ise, Dünya bencilce yaşayan insanların yaptıklarıyla hayvanlar için yaşanması neredeyse imkansız bir hal almıştır. Avustralya’da, insanoğlunun dikkatsizliği ve küresel ısınmayla aşırı sıcaklar birleşerek büyük yangınlar çıkarmaktadır. Kutuplarda da durum farklı değildir; buz kütleleri erimektedir. Bir taraftan da dünyanın başka bir bölgesinde denize dökülen petrol, bölgede yaşayan tüm canlıların hayatını bitirmiştir. Dünya’nın dört bir yerinde yaşanan bu durum sonucunda; kutuplardan Suşi, Galapagos Adaları’ndan iki dev kaplumbağa Winston ile Winifred, bir Fransız horozu Charles ve Avustralya’dan kanguru Toby ve Tazmanya canavarı Smiley, bir küvetin içinde okyanusları aşarak Afrika’nın en büyük deltası Botsvana’daki Okavango Deltası’na gelirler. Filmde iki kaplumbağa tüm hayvanlara yukarıda yer alan sözlerle seslenmiştir. Aradan neredeyse bir asır geçmiş olmasına rağmen, bu sözler günümüz Dünya’sı ve Türkiye’si için de geçerliliğini koruyor. İnsan, hayatta kalmak için kendi kuyruğunu yiyen bir yılanı andırıyor.


2

HAYAL BİLGİSİ’NDEN HABERLER

HB

H

ayal Bilgisi Edebiyat Dergisi Eylül 2015 tarihli 18. sayısından itibaren Metamorfoz Yayıncılık bünyesinde yayınına devam edecektir.

H

ayal Bilgisi Edebiyat Dergisi’nde eserleri yayınlanan ve edebiyathaberleri. com’da köşe yazarı olan Kevser Evsen, 2015 KPSS Türkçe Öğretmenliği branş sıralamasında Türkiye 1.’si olmuştur. Yıl boyunca hem edebi çalışmalarını sürdürüp hem de sınav sonucunda böyle bir başarı elde etmiş olması Hayal Bilgisi olarak bizleri çok mutlu etti. Edebiyat Haberleri ve Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi olarak, bu büyük başarısından ötürü Kevser Evsen’i tebrik ediyor, muhtemel öğretmenlik hayatında şimdiden başarılar diliyor ve hayırlı olsun diyoruz.

K

ültürel ve edebi çalışmalarımızı daha etkin sürdürmek maksadıyla Van Yazarlar ve Şairler Derneği’ni kurduk. Yayın yönetmenimiz Cihat Albayrak derneğin geçici yönetim kurulu başkanı oldu. www.yazarlardernegi.com adresinden derneğin şimdiden bölge halkına ulaşan faaliyetlerine ulaşabilirsiniz.

Sezai Karakoç İle Tanışmak İster Misiniz?

Yolunuz İstanbul’a düştü ve Türk Edebiyatı’nın en önemli şairlerinden ve fikir adamlarından Sezai Karakoç ile tanışmak istiyorsunuz; cuma günleri en uygun zaman! Sezai Karakoç ile İstanbul Fındıkzade’deki Diriliş Yayınları’nda görüşmek mümkün. Cuma günleri öğleden sonra, cumartesi günleri akşam geç saatlere kadar, diğer günlerde de bazen yine akşam geç saatlerde büroda oluyor. Tel: 0212 519 0457 Adres: Molla Gürani Cad. No: 57/1 Fındıkzade- Fatih

TYB İstanbul Şubesi: Anadolu Edebiyatının Kervansarayı Sultanahmet’te bulunan Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi, hemen her gün Anadolu’nun farklı şehirlerinden İstanbul’a gelen sanatçıları ağırlıyor. TYB İstanbul Şubesi Koordinatörü Şakir Kurtulmuş, güler yüzlü ve hoşsohbet bir edebiyatçı. Her gün farklı kişiler, TYB’nin Sultanahmet’teki çay kokulu şubesinde Kurtulmuş’un misafiri oluyor. Çaylar, kediler ve kitaplar sohbetlere eşlik ediyor. Kalabalık, gürültü ve insan aklının hayal edebileceği tüm kötülüklerin kolaylıkla bulunabileceği İstanbul’da, bu “kurtarılmış alan” huzur kaynağı. İstanbul’u ziyaret edecek takipçilerimize, TYB İstanbul Şubesini ziyaret etmelerini tavsiye ediyoruz. Adres:TYB İstanbul Şubesi, Kızlarağası Mehmed Ağa Medresesi, Divanyolu Caddesi, Hoca Rüstem Sokak, No: 6, Sultanahmet, İstanbul


3

YOL ARASI VİCDAN

HB

ABDÜLK ADİR ÜSTÜNDAĞ - Günaydın, Gülizar Nene. - Günaydın, Fazıl oğlum. - Nasılsın, benden bir isteğin var mı Gülizar Nene? - Elhamdülillah, bundan iyisi can sağlığı. Kolay gelsin sana işyerinde. - Sağ ol, sana da kolay gelsin fıstık kırarken.

F

azıl her sabah işyerine giderken, yolda mahallesinde oturan Gülizar Nene ile karşılaşır ve aralarında geçen diyalog hiç değişmezdi. Bu durum sürekli, hissiyatsız ve mecburi bir ritüel gibi görünse de Fazıl için, Gülizar Nene’nin “elhamdülillah” kelimesini her duyduğunda kısa bir süre de olsa yüreğinde fırtınalar koptuğunu hissederdi. Gülizar Nene, Fazıl ile konuşmak için yere bıraktığı fıstık çuvalını tekrar yüklenir ve konuşma esnasında bile elini bırakmadığı torunu Ahmet’in elini biraz daha sıkı kavrayarak yoluna devam eder. Fazıl ise yoluna devam ettiği esnada dönüp arkasına, Gülizar Nene ve torununa bir süre baktıktan sonra o da yoluna kaldığı yerden devam eder. Fazıl yıllardır aynı sahne ve diyalogları yaşamasına rağmen ilk kez arkasına dönüp onları bu denli süzmüş ve derince düşünmüştür. Kendisi de bu duruma şaşırmış ve Gülizar Nene’yi tanıdığı kadarıyla zihninde yaşamını gözden geçirmeye başlamıştır. Gülizar Nene; 72 yaşında, kısa boylu, esmer, başında genellikle yörük kadınlarında bulunan yeşil bir tülbent ve çenesinin altından hangi boya mensup olduğunu gösteren yeşil dövmelerin olduğu tam bir Osmanlı kadınıdır. Hafif kamburundan mı, yoksa aldığı terbiyeden mı bilinmez; yürürken sürekli başı aşağıda yürürdü. Sivri dilli olması ve doğruluktan taviz vermeyen bir kişiliği olduğu için mahallesinde pek kimse ile anlaşamazdı. Bir insanın doğruluktan taviz vermediği için kimse ile geçinememesi biraz enteresan ve enteresan olduğu kadar da yaşadığı mahalle için de utanılacak bir durumdu. Mahallesinde huysuz bir kadın olarak görüldüğü için, Fazıl dışında pek kimse yolda karşılaştığında hâl ve hatırını sorma gereği duymazdı. Fazıl’ın da yıllardır bilinçaltında ezber halinde çıkan, herhangi bir hissiyat içermeyen o cümleleri söylemek dışında pek yakın bir ilişki içerisinde bulunduğu söylenemezdi. Bu durumu Gülizar Nene’nin umursadığını da söylemek doğru olmazdı. Öksüz, yetim ve epilepsi hastası olan torunu Ahmet’in sağlık ile fiziksel ihtiyacı dışında beşeriyete dair ne bir hayali ne de bir arzusu bulunmaktaydı. Zira o, günümüzdeki insanların anlık hevesleri ve çıkar ilişkilerini bir türlü zihnine ve vicdanına kabul ettirememiş bir insandı.

Bundan dolayı çevresine, gönül hanesine kimseyi yaklaştırmıyor ve bu yönde herhangi bir arzu içerisinde bulunmuyordu. Gülizar Nene, günümüzdeki her insanlık karesinin Arabıydı. Çağımıza dair çekeceğiniz her insanlık fotoğrafının Arabî olacak bir kadındı o. Gülizar Nene, Güneydoğu ve Gaziantep’te maddi açıdan sıkıntı yaşayan ailelerin kadın fertlerinin mali açıdan ailelerine destek sağlamak için yaptığı bir iş olan fıstık kırma işiyle uğraşıyordu. Mahallesince huysuz olarak görüldüğü için kimse yardım etme gibi bir çaba içerisine girmiyor ve bu çaba içerisinde bulunan az sayıdaki komşusunun yardımlarını ise geri çeviriyordu. Fazıl, Gülizar Nene ile karşılaşmasının üzerinden 10 dakika gibi kısa bir süre geçmesine rağmen, onunla ilgili her detayı en ince ayrıntısına kadar zihninde kara bir tabloya çizmeyi başarmıştı. Özellikle zihninde Gülizar Nene’nin fıstık kırarak, kendisinin ve torununun tüm ihtiyaçlarını kimsenin yardımını almadan karşılamasını müthiş bir saygıyı hak ettiğini düşünüyordu. Kendisini Gülizar Nene’nin yerine koyduğunda ise; bu kadar zorluk ve sıkıntı içinde asla dik duramayıp hemen pes edip ve büyük bir tevazu ile yaşamını devam ettiremeyeceğinden emin. Bu kısa empati sürecinden sonra hafif bir şekilde başını sola doğru hayıflar şekilde oynattıktan sonra düşünmeye kaldığı yerden devam etti. Kendi kendisine, “böyle güzel insanlara toplum olarak neden daha fazla destek olmayız ki! Günümüzde böyle insanların varlıkları gün geçtikçe azalıyor ve bu konuda toplum olarak elimizden geleni yapmıyoruz” dedi. Toplum olarak böyle devam edildiğinde, ilerde yaşanılması güç bir toplum haline dönüşeceklerini düşündü. Zira bu tür insanları memleketlerin ormanları gibi görüyordu. Onların varlıklarının tükenmesi, o memlekette yaşayan insanların nefessiz kalması demekti, ona göre. Bu düşüncelerini biraz daha ileri götürerek, Gülizar Nene’yi yücelten cümleleri dudaklarında mırıldanmaya başladı: “Evet! El Buruni ve Galilei haklıydı.


4 HB

Dünya kendi ekseni etrafında doğudan batıya doğru dönüyordu. Ayrıca dünya kendi ekseni etrafında döndüğü gibi güneşin etrafında da dönüyordu. Evet! El Buruni ve Galilei bunu söylerken de haklıydı. Bilim yüzyıllar sonra onların bu söylediklerini de doğruluyordu. Ama bilim, Galilei ve El Buruni’nin atladığı bir gerçek daha vardı. O da, Dünya’nın fizik kanunları ve yasaları dışında Gülizar Nene gibi insanların hatırına da döndüğü gerçeğiydi.” Fazıl, zaman geçtikçe çağının insanları ile Gülizar Nene arasındaki uçurumu zihninde artırıp, çağının insanları ve kendisinin içindeki aciz durum ile yalan üzerine kurulmuş yaşamını vicdanına kabul ettirmeye çalıştı. Bu durum karşısında farkında olmadan adımları eskiye oranla daha hızlı atmaya ve nefes alıp vermesi daha da hızlanmaya başlamıştı. Fazıl, adeta Gülizar Nene üzerinden kendini hipnoz edip, günah çıkarma seansı yapıyordu. Bu hipnoz esnasında tek amacı, kan pompalamak dışında bir işlevi daha olması gereken kalbinin içinde bir yerlerde saklanan vicdanını ortaya çıkarıp onu çarmıha germekti. Vicdanının ortaya çıktığını fark eden Fazıl, onu boğazından tuttu ve bir zamanlar babasının ona nasihat verirken söze başladığı gibi başlayarak, içindeki tüm eksik kalan yönlerini haykırmaya başladı: “Bizler gece işimize giderken komşumuzun kapısının önüne geldiğimizde adamlarımızı biraz yavaşlatır, parmak uçlarında yürüyüp komşumuzun çocuğu uyanmasın diye hassasiyet gösteren insanlardık. Ne oldu bize böyle! Bazen baş parmağımı olan gücümle insanların şah damarına koymak istiyorum. Tanrı orada mı? Oradaysa hala yaşıyor mu? Oysa ki yeryüzünde bazı insanlar Pilatus’un Sion Dağı’nın eteğinde Tanrıyı çarmıha gererek öldürdüğünü sanır. Tanrı elbette ki basit Romalı bir komutanın elinde çarmıha gerilerek öldürülecek değil. Ama her sabah Gülizar Nene’yi bir elinde fıstık çuvalı diğer elinde hasta torununu görünce, çarmıha insanlığın gerileceğinden hiç bir şüphem kalmıyor. Gülizar Nene’yi yıllardır tanırım, bir gün dahi halinden şikayet ettiğini görmedim. Her sabah karşılaştığımda “bir isteğin var mı” soruna verdiği, “elhamdülillah, bundan iyisi can sağlığı” cevabı beni bulunduğum yere çiviler ve dakikalarca kendime gelmeme mani olurdu. Nasıl olabilirdim ki zaten! Bizler müdürlerinin maymunları, patronların maymunları, eşlerinin maymunları, medyanın maymunları, paranın maymunları ve dahi her şeyin maymunu olan bizler, ne anlar ki Gülizar Nene’nin tek kelime ile eşref-i mahlûkat olma hikayesini! Onun şarklı sesi, bize az sonra benden bir şey mi isteyecek korkusu dışında bir anlam ifade etmeyecek her zamanki gibi... Ve ben onun “elhamdülillah” kelimesi ile yüreğimde fırtınalar estiren tevazusunun gerçek manasını hiç bir zaman anlayamayacağım. Tıpkı şair olup ve adı Cahit olan-

ların neden 47’sinde öldüğünü anlamadığım gibi... Neyse, bu sabah da tüm yolu vicdan muhasebesi yaparak geçirdik. Sen bunları bırak da öğlene kadar elindeki iki raporu bitirirsen iyice müdürün gözüne girersin. Hatta bu hızlı ay sonunda Hasan’ın yerine terfi bile alırsın belki.”

TARARDIN ACILARIMI MUZ AFFER DEVELİ

sözüm ne gümüş ne de altın yıkamıyor artık duvarlarını pencereler kokulu silgisini kaybetmiş küçük bir çocuk ve ağlıyor durmadan nergisler orada - bana deme lütfen - evet tabii ki de duyuyor onlar nergisler de sır saklar bilmiyorsun terkedildiğinde solar en cıvıl renginden onlara vermiştim sırrımı gözleri üç yudum elif beyazı idi yağmur ayrılığın okuduğu hikâye köklerinden söküyor ağaçlarımı/saçlarımı /-dökülüyor yüzüm ve külüm tarardın acılarımı uzadıkça uzardı gece uzadıkça uzardı saçların oysa mavi idi rengi sevmek omzumda


5

ANLAMSIZ

HB

AHMET K ANTER

Y

okluğa anlamsız bir şekil daha çizdi. Akıldan Yokluğa Şekiller Dizisi’nin kimbilir kaçıncısını! Sağına soluna baktı varlık âleminin: Yoğun kalabalık! Mutlu yüzler, gergin yüzler, yüzünü kaybetmiş düşsüz yüzler… Kendine bir baba aradı içlerinden; bulamayınca anne, derken kardeş. Seçemedi. Hem o kadar çoktular ki. Aklı karıştı. Kimi hangi dünyanın parçası yapmalıydı? Bilemedi. Yokluğa sığındı. Belli ki varlık aleminden hayır yoktu bugün de.

Ceketinin yan cebinden bir avuç sigara izmariti çıkarıp saçtı yere. İçlerinden en pahalısını ve en uzununu aradı gözleri. Güneş oturduğu bankı esir etmiş gibiydi ve onun buna aldırış ettiği yoktu. “İşte bu zengin işi” deyip yaktığı sigarasını derince içine çekerken anlamsız kalabalığa küçümsercesine baktı. Banka yaslanırken yeniden başlayan sırt ağrısına güldü, sigarasının dumanına, zengin işi dinlencesine, kalabalığın bunca varlığından ortaya çıkan anlamsızlığa, hiçliğe, piçliğe, itliğe, kopukluğa ve varlığa çizilen şekillerin kalabalık kadar anlamsız oluşuna. Daha gülelecekti de dibine küçük bir veled oturdu, derken onu kaçırırcasına uzaklaştıran yapma sarı anasına içerlemesi engelledi. Anasının elinden tutup çekiştirdiği veledin tatlı suratına, yürüyüşüne, kısa kesilmiş moda işi saçlarına, başındaki orijinal kanarya kepine, varlığa, yokluğa, itliğe, piçliğe dalıp gitti; sigarası da ha bitti ha bitecekti. Bu izmaritler de adamı hep yarı yolda koyardı hani. İçinden sayıp sövdü zengin işi izmarite. Kadına ve bir bankı minik bir veledle paylaşamayışına. Deniz önünde, boğaz dibinde, adalar, vapurlar ve dünyanın başkentinde tüm hazları insan olmanın. Yarı çıplak kadınlardan taşanlar gözlerinin önüne sunulmuştu. Mavi gök ve denizi mavinin. Üşümemek oradaydı. Yaz güneşi tam tepesinde. Bir bankı vardı en önemlisi. Kurum kurum kurulduğu köşkünde etrafına saçtığı ihtişam oradaydı. Tüm bu görkemin, nimetlerden örülmüş bu taze günde ceplerinde boy boy, çeşit çeşit izmaritler ve kalabalığı seyredebilmenin eşsiz ayrıcalığı… Ara ara sırtına saplanan ağrıyı saymazsa hayat ona güzeldi. Hem bu kadar kusur… Onunla aynı işi yapan kimse de yoktu ki üstelik… Şükretmeliydi. Kara kartal kepini siper edip günün ortasında bankına uzanabilmek kaç kişiye nasip olurdu ki. Bu eşşoğlusunun kalabalığının çalışmaktan canı çıksındı. Ruhları kalmamış bu gereksiz şekiller tam bir karmaşaydı. Hani benzini dök üstlerine, alttan ver ateşi gitsin diyeceği geliyor insanın. Kolunu yastık yapıp, kartal kepini yüzüne kapattı. Yatağında derin bir uykuya dalmadan önce giden veledi düşündü. Ardından aklıyla yokluğa anlamsız bir şekil daha çizdi: Bir karenin üstüne bir üçgen. Göğe uçan bir duman püfür püfür. Anlamsızdı.


6 HB

HÜKÜM - YÜKÜM C İ H AT Ş İ T uzun sürmeye gelmedim bir fragmanın da özetiyim atlanmamalıyım zira kesik kesik geçmeyin beni hızlı oynatılmaya da vakti yok ömrümün iki eşit mesafeden dizin beni varsa kurşunlarınıza çekiçten sağlam dillerinizle şimdi çekiştirebilirsiniz beni boğazlarken birbirinizi kafalarınız diriliyor ve ruhlarınız canlanıyor mu size ödül de veriyorlar mı bilmem karıştırdığınızda kalpleri yüreğinizi ve cüretinizi tarttığınızda ölçüde ve hesabınızda hatanız var öyle göstermiyor musunuz kan akıtışınız kan akışınızı hızlandırıyor standarda uygun musunuz bilmem ve sizde size çizilen prosedüre sizin isminiz yalan mı doğrulara doğranacaksınız değil mi tezgah çok sizde ya, birinizde veya diğerinizde yürüyerek de ulaşacağınız iblisleriniz var kıtalar arası vahşi sevdalarınız ve taze kanlı vârisleriniz yaratıcı cellatlık atölyeleriniz bile var uğurdan uğura koşuyorsunuz geleceğiniz bir lokma insan eti dikeni burnunda soluyan neslin kızamık yürekli efendileri her cümlem feryat içinde fırınlanmış ve pişmiş saydığınız sözlerinizle hükmünüz kadar ruhsuzlar ve çabalarınız kadar yarınsızlar var ihtiva eden bütün sebeplerinizle şimdi beni iki çeşit mesafeden dizin kurşunlarınıza

Aynı Allah’a İnanıyoruz

AT İ L L A H A N E R D A Ğ

çocuk çocuk hareketler yapma deme bana ayaklarımla ninniler söyleyip salladığım çocuklarım var içimde erkek halimle huzura aş ermişim şehirde bir damla huzur kalmamış bayram sabahı öpecek anne baba eli bulamamışım açıp bir şarkının eline tutulmuşum ağlaya ağlaya öpmüşüm para pul deme bana ateşle yanan her şey imitasyondur aslında sen hiç mutluluğun yandığını gördün mü sana cennette bir gece uyumanın sırrını verebilirim hatta cenneti öpmek ister misin bu gece annen uyuduğunda git onun ayağının dibine bir yer yatağı ser orada uyu, sabah uyandığında öp onun ayağının altını cennet değil mi orası oysa insan meleklerden bile üstünken biz neden sevdiğimize insan değil de melek deriz ki ne kadar saçma değil mi sanırım insan olamıyoruz bu kısacık dünyada kimse kimseyi uzun ömürlü sevemiyor, çok çabuk sıkılıyoruz gençlik uykuya âşık dere otu gibi büyürken ben bir pahalı restoranın tam göbeğinde denizi gören bir masanın tepesine çıkıyorum ayakkabılarımı çıkarıyorum sonuçta yemek yeniyor orada ve bağırıyorum şu denize tüm silahlarımızı atıp yaşasak ya doğurup sokağa bırakılan çocukların anne babalarını da denize atsak ya sevgiyi piç edenleri de o denizde boğsak ya iki dakika bırakın o çatalı bıçağı elinizden ellerimizi açıp dua etsek ya sonuçta aynı allah’a inanıyoruz insanca


7

BİR MEKAN OKUMA DENEYİMİ: Atölye Tasarlanmamışlar

HB

EM İN E KÖS EO Ğ LU B Ü Ş R A D İ L AV E R O Ğ LU

Atölye Fragmanı

E

traf haddini aşmış, kafasına estiği gibi kompozisyon oluşturmuş (oluvermiş) imgelerle dolu Olric, görebiliyor musun? Sence bu cüreti nereden buluyorlar? Hem bu kadar doğal, hem tesadüfi olup hem de görmezden geliniyor olmanın acısını böyle mi çıkarıyorlar Olric? “Tasarlanmamışlar”, yoksa hayata böyle mi tutunuyorlar? Haydi biz de onlara tutunalım o zaman…

TASARIM?

Türk Dil Kurumu sözlüğünde “tasarım” şöyle tanımlanıyor: * Zihinde canlandırılan biçim, tasavvur. * Bir sanat eserinin, yapının veya teknik ürünün ilk taslağı, tasar çizim, dizayn. * Bir araştırma sürecinin çeşitli dönemlerinde izlenecek yol ve işlemleri tasarlayan çerçeve, tasar çizim, dizayn. * Daha önce algılanmış olan bir nesne veya olayın bilinçte sonradan ortaya çıkan kopyası. Doğan Hasol’un Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü’nde (2014) ise şöyle bir tanım karşımıza çıkıyor: “Alışılagelmiş günlük nesnelerden, mobilyadan, mimarlık ve peyzajdan kentsel planlamaya kadar uzanan ve insan yaratıcılığına dayalı olarak çevreye estetik bir uyum getirmeyi amaçlayan üretim etkinliği; tasarımlama işi, dizayn.”

sonuç ürününün kendisinden önce varlığına ilişkin zihinsel bir eylemin tarifidir. Bu anlamda en başta zihinde oluştuğu iddia edilebilir. Tasarlanan şey, fiziksel dünyada karşılığını buluyorsa katman artarak, üretim sürecine dönüşecek, ortaya çıkan ürün de bir tasarım ürünü olacaktır. Bütün bu süreç bu nedenle tasarım ürününün kendisini tasarımın kendisinden önce tasarımcının algısına, bilincine, üretim süreçlerine bağımlı kılar. Tasarım ürünü bu nedenle, modern dünyada, tasarımcının kendisinden bağımsız düşünülemez. Varlığı yalnızca kendine, belki tasarımcısına gönderme yapar. Biz biraz biçimin peşinden gidelim. Peki ya ortada “tasarım algısı yaratılan süreç” yoksa? Ama biçim estetiği içeren ürün varsa? Bu “ürün” tamamen rastgele / amaçsız / birden fazla özne tarafından / istenmeden / farkında olunmadan oluşturulmuşsa / oluşmuşsa? Ortaya çıkan “ürün”; defolu / alışılmadık / kirli / arızalı / tercih dışı / eski ise? Sürpriz yumurta farkındalığı ve şaşkınlığı oluşturuyorsa? Biz bu “ürünü” nereye koyalım / konumlandıralım?

BURAYA!

Anlıyoruz ki, bizi şu kavramlar karşılıyor: Zihindeki bir kopya, zihindeki biçim, sürecin çerçevesi, taslak çizim, estetik uyum amaçlı üretim etkinliği… Ancak henüz ürün değil… Alpay Er (1989), Herbert Simon’dan (1969) bir alıntı yapıyor: “Mevcudu, tercih edilen duruma dönüştürmek amacıyla eylemde bulunan herkes tasarım yapar.” Oldukça kapsayıcı bir tanım. Tek bağlayıcısı “tercih”. Tercih’i de açmak gerekir mi? Biraz duralım. Alpay Er devam ediyor: “İsim olarak ‘tasarım’, kullanıcının ‘ürün’ veya ‘hizmet’ olarak algıladığı; fiil-eylem olarak ‘tasarım’, tasarımcının bu algıyı yarattığı süreç.”

Tasarımın planlanmış, tasarımcının kendisine bağımlı varlığı, kendi karşıtını, öngörülemeyen ve merkezinde bir tasarımcının bulunmadığı bir eylemde bulur. Bu eylem bir açıdan modern dönemde ortaya çıkan tasarım fikrinin kırdığı, zanaat olgusudur. Zanaat, sözlük anlamıyla öğrenimle birlikte, deneyim, beceri ve ustalık gerektiren iştir. Bu nedenle zanaat, aktarılabilir. Bu iki eylem arasındaki ilişkiyi Benjamin’in roman ve destan karşılaştırmasıyla daha anlaşılabilir hale getirebilmek mümkündür. Sözlü ve aktarılabilir olan destan, bir kişinin zihninden çıkan, basıldığı sürece değişime açık olamayan romandan oldukça farklıdır. Roman sözlü edebiyattan gelmez, destanda ise anlatıcı hikâyesini deneyimden çekip alır. Bu deneyim kendi yaşantısından ya da kendisine aktarılan herhangi bir yaşantıdan gelebilir, ama anlatıldığı sürece o anlatıcının deneyimi haline gelir. (Benjamin, 2000)

Ürün ve hizmetin tanımı, eylem olarak tasarım’ın tanımında saklıdır. Her ürün değil; tasarımcısının bu algıyı yarattığı sürecin sonucu olan ürün. Üstelik ortada bir de bu algıyı yaratan ve ürün oluşturan bir tasarımcı var. Bu çerçeveden bakıldığında tasarım kelimesinin anlamının merkezinde, katmanlaşan bir eylem ağının olduğu görülebilir. Tasarım, tasavvur edilen,

Tasarımı bu anlamda görece kısıtlı bir öngörünün, deneyimin sonuç ürünü saymak mümkündür. Tasarlanmış ürün, tasarımcının kendisine gönderme yapan değiştirilemez ve özel varlığıyla, deneyimin değişken, uyum sağlayan tavrının karşısında durur. Deneyim sözlük anlamıyla denemek, sınamak demektir. Özü itibarıyla deneyim tekrardan gücünü alır.


8 HB

Deneyimin yaşam içindeki akışa verdiği yön, yumuşatma anlamıyla bir çeşit temrindir. Deneyim kendiliğindendir. Çünkü üzerinde yürünen patikanın gücü, uçaktan seyredileninkinden farklıdır. Uçak yolcusu yalnızca patikanın manzara içinde kendisine nasıl yol açtığını görebilir. Ama ancak yolu yürüyerek kat eden kişi, buyurabileceği güç hakkında fikir sahibi olabilir. (Benjamin, 2000) Şehir de böyle bir deneyim alanıdır. Deneyimlenen öznenin algısı şehrin dinamikleri ile iç içe geçer. Kenti bir güzergâhlar bütünü olarak ele alırsak, bir güzergâhla ilişkilenen her deneyim, yalnızca görünenden hareketle değil, duyarlı bir biçimde birbirine eklemlenen sekansların ardışıklığıyla bellenenden hareketle oluşturabilmemizi sağlar. (Baudrillard, 2011) Burada mekân yaratılan ile en başta var olan arasında çeşitli kontrastların ortaya çıktığı mekândır. Bu iki eylemin birlikteliği mekânın kendi gerçekliği ve algısal gerçekliğinden bir deneyim doğar. Bu deneyimin kendiliğindenliğinden doğan şey, tasarımın biricik doğasından ayrılır. Bu anlamda kent artık bir belgesel gerçeklik içinden değil de, Vertov’un sine-gözüne gönderme yapan, mümkün olduğunda anlatısal, mümkün olduğunca ‘olduğu gibi’ olmalıdır. (Baker, 2001) Kamera bir film çekimi için sokağa çıktığında, sokak onun için bir laboratuvar alanıysa, karşısında duran insanların olağanlığından söz etmek mümkün müdür? Aynı biçimde tasarımın, yalnızca kendi varlığına gönderme yapan oluş biçimi, yaşamın kendi akışı içinden bir temrin sayılabilir mi? Vertov, bu düşünceden yola çıkarak ürettiği sinema manifestosunda zaten mümkün olmayan bu laboratuvar ortamından vazgeçiyor, kameranın gözü taklit etmesine karşı çıkıyor, bunu da bir çeşit montaj tekniğiyle, farklı perspektiflerin bir araya gelişiyle zamandan ve uzamdan bağımsızlaştırıyordu. (Vertov, 2007) Bu bir anlamda kameraya da kendi bağımsızlığını vermek sayılabilir. Tasarım da bu bağlamda yaşantının olağanlığıyla, ardışıklığı ve yeniden üretilme haliyle ters düşüren şey deneyimden, akıl aktarımından yoksunluğudur. Tasarım ürünü, temrinin kusurlarını yumuşatarak devam eden bir süreçten geçmez. Kolektif değildir. Temrin ise Benjamin’in tanımıyla eşyayı uzaklığın, soyutlamanın imkânlarıyla değil ama kaydederek, suretini çıkararak, tekrarlayarak tanıma isteğidir. (Benjamin, 2000)

Deneyimin baş döndürücülüğü karşılığını bu atölyede imge avında bulur:

Etrafımızdaki tüm gerçek “ürünler” (nesne, mekan, nesne parçası, mekan parçası, nesneler, mekanlar, bir araya gelmiş / bir arada duran bütün bu şeyler)

gerçek oldukları kadar zihnimizde yeniden oluşan imgeler iseler (sadece biz onları görebildiğimiz için ve görebildiğimiz şekilde görebildiğimiz için)? Böyle bir şey var ve biz onları görebiliyoruz diye sevinebiliriz! İşte imge avı! ‘Tasarlanmamışlar’ atölyesi bu anlamda mimarlığın kentteki yaşama biçimi için yeni olanakları, yaşamın kendisinde, olağanlığında, eşyaya işleyiş biçiminde aramak fikrinden yola çıkmıştır. Katmanları deneyimin doğasından çekip almak, deneyimin şaşırtıcı, öngörülemeyen doğasının özünü yakalamak ve her temaşa edişte yeniden onun bir parçası olmak bu çalışmanın üzerine temellendiği zemindir. Etnik bir grubun yoğun olarak yaşamasıyla bilinen, kentin sanayi, desantralizasyon süreçlerinden kalıntıların güçlü biçimde hissedildiği, Hasköy, bu anlamda seçilen mekândır. Hikâyesi Benjamin’in romanına değil, ama destanına benzetilebilir. Cepheler, yapıların yan yana gelişleri, mekânsal boşluklar mükemmel olma iddiasını taşımadan, kendiliğinden şekillenirler. Pencerelerin, kapıların üst üste bindiği cepheler, renklerin uyum sorunu yaşamadan birleştikleri bir kolajın parçaları haline gelirler. İçinden geçerken, cephelere bakarken biliriz ki, ne pencere pencere olmak iddiasındadır, ne kapı kapı olmak. Kapı kapı olmayı bırakıp, pencereye dönüşebilir, pencere varlığından vazgeçebilir. Hiçbir mimari eleman kendi olmak iddiasını taşımaz, bir kolektivite içinde bütün olarak varlıklarını sürdürebilirler. Tasarlanmamışlar bu kendinden başka her şeye gönderme yapan varlığın keşfi için bir olanaktır. Şehrin dinamiklerinin özellikle İstanbul gibi büyük bir kentte, birkaç parametre ile kavranamayacağını, deneyimin doğasına ilişkin özün yine onu deneyimleyen özneye geri iade edilmesiyle bir parça kavranabileceğine ilişkin bir keşif alanıdır.


9 HB

ÖĞRENCİ ÇALIŞMALARI:

1.

BÜŞRA DOĞAN ENES SİVRİ Maket ile soyutlama Atölyede buldukları malzemeler ile.

2.

DEFNE YILMAZ Maket ile soyutlama.

3.

MAHİR İPEK FATİH VOLKAN TOKMAK Photoshop kullanarak dijital soyutlama

ZINEB HAMAM

DİLAN İŞSEVER

DANIA SAOUD

tasarlanmamislar.wordpress.com

ÖRNEK FOTOĞRAFLAR

Kaynaklar Baker, U., ‘Simmel Üzerine’, Körotonomedya. Çevrimiçi kaynak:[http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,221,0,0,1,0]. Ulaşım Tarihi: 15.08.2015 Baudrillard J. vd., 2011. Tekil Nesneler Mimarlık ve Felsefe. YEM Yayınları, İstanbul. Benjamin, W. 2000. Son Bakışta Aşk. Metis Yayınları, İstanbul. Hasol, D. 2005. Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü. YEM Yayınları, İstanbul. Vertov, D., 2007. Sine-Göz. Agora Kitaplığı, İstanbul. http://www.tusiad.org.tr/_ _rsc/shared/file/AlpayER-8TK.pdf


10

BEZ BEBEK

HB

M U A L L İ M AY H A N B İ N G Ö L

Ç

ocukken ninem ne zaman sandığını açsa bana bir şeker verir, ben de sakızlı şekeri ağzımda dolandırır dururdum bitene kadar. Ama ninem sandığı her açışında saçları kıvır kıvır, lüle lüle sanki hakiki insan saçıymış gibi bir bez bebek çıkarırdı. Ninem, bu bez bebeğe teskereden dönen bir oğluna sarılır gibi sarılır, öper; “anacığım, canım anacığım” der dururdu. Sanki onunla konuşurmuş gibi, yüzü ve gözleri canlı bir insanla konuşur gibiydi. Onu öper koklardı. Gözleri yaşlanırdı. Ninemin gözyaşlarını görünce ağzımda dolanan şeker boğazıma düğümlenirdi. Şekerin tadı ağzımda ekşir, acır; yüreğime bir sızı olur inerdi.

Kendi kendime, “ninem niye anacığım der bu bez bebeğe” der, bir türlü anlamazdım. En azından, “yavrucuğum, bebeğim” diye severlerdi kızlar kadınlar bebeklerini. Ninem neden “anacığım” diye severdi bilmez, bu duruma bir anlam verip çözemezdim. “Yoksa ninemin annesi bu bez bebek mi” diye düşünürdüm. Ta ki o akşama kadar! Üçüncü sınıfa gidiyordum. Ödevlerimi yapıyordum. Gaz lambasını sofranın ortasına koydum. Birden dış kapıyı biri “tık tık, hu hu!” diye seslenerek vurdu. İçeriye ninem yaşında bir nine geldi. Ninemin “ahretlik” dediği komşu gelmişti. Patates közlemesi sobanın fırınından çıktı. Meşe külünle yıkanmış mısır göcesi sobanın üzerinde kaynadı. O zamanlar, “uyutmaz geceleri” diye yaşlılar pek çay içmezdi; dağ çayı, zaten sobanın üstünde sürekli kaynardı.

Dersi bitirdim, sobanın yanında kedimle biz ikimiz onları dinlemeye başlamıştık. Annem de bize hizmet etmekteydi. Dedemle babam yatsı namazına gider, oradan da köy kahvesine çay içmeye giderlerdi. İki ahretlik sohbete başlamışlardı; memleket, düğünler, bayramlar derken memleketten göç durumlarını anlatmaya başlamışlardı. Ninem anlatıyordu. “Babam savaşta ölmüş. Ben de gemiden Anadolu’ya indiğimiz gün annemi kaybettim. On üç yaşındaydım. Annemin dayımla nereye gittiğini bilmiyorduk. Dedem bir koldan, amcam bir koldan günlerce dayımı ve annemi aradık durduk. Lakin bulamadık. Beni amcam ve dedemle buraya yerleştiler. Annemden kalan bana bir bez bebek; saçlarını kendi saçlarından ke sip yapmıştı. Bez bebeğimden başka bir hatırası yok annemim. Annem zaten babamım ölümünden sonra iyice hastalanmıştı. Ben yıllar sonra duydum. Göçün ikinci yılında annem ölmüş. Kabri başına gitmek nasip oldu. Orayı gittim başında Yasin okudum, ağladım durdum. Ne zaman şu sandığı açsam onu öperim, ağlarım; yılların gözyaşı bu bez bebeği de neredeyse çürütecek.” O akşam ninemin bez bebeği, niye “anacığım” diye sevdiğini anlamış oldum. Ninemin göç hikâyesini öğrenmiş oldum. Ninemle ahretliği “bu günümüze bin şükür” deyip durulardı ara sıra. Anlattılar da anlattılar, ağladılar bizi de ağlattılar. Anne ve memleket sevgisinin ne olduğunu iliklerime kadar işledim o akşam.

Kendisine Kitap Okuyan Çocukların Saçlarını Ücretsiz Kesen Berber ABD’de berber olan Courtney Holmes, çocuklar için ne yapacağını düşünürken aklına parlak bir fikir gelmiş. Çocukların saçlarını bedavaya kesiyor ama bir koşulla: Saç kesimini hak etmek için çocukların ona bir kitaptan öykü okuması gerekiyor. “Çocuklarımıza yardım etmek istedim, çevreme yardım etmek istedim, çocukların kitap okumalarını ve güzel bir saç tıraşıyla okula gitmelerini güvence altına almak istedim.” Görsel: Radikal


11

BURNU KANAYAN DÜNYA

HB

M E H TA P A LTA N

İ

nsanoğlu, doğru ya da yanlış olanı değil; illa ki kendi istediğini dikte ettiren yaramaz bir çocuk duruşundadır çoğu zaman! Dünyayı sadece kendisinin zanneden ve istediği olmayınca her türlü kötülüğü kendinde hak görenler; vahşete kan kardeş edilen çocuk ölümleri; sömürmek için işgalin ezberlettiği kuralları cömertçe yerine getiren gölgeler; hastasını iyileştirmedi diye öldürülen doktorlar; küçük gelinlerin avuçlarındaki kına kurumadan, ölümün kuyusunda türkü türkü mayalanan anlar ve eğitim/ öğretim yuvasına gittiği halde insansızlık kokan hayallerini önce okullarda gerçekleştiren caniler! Bu saydıklarım ve sayamadıklarımın hepsi, cehaletin kanatlarına sığınan çiğ kıvranışlardır. Peki, bu anların bir silgisi var mı? O kötülükleri daha olmadan silecek olan bir silgi. Evet var! Cehaletin de kötülüğün de çetelesi tutulan kirli anların da silgisini kalbinde saklayan hazine, elbette ki çocuktur. Hayat bize vermek istediği mesajları her zaman kitaplarda ya da kuralların sunî bahçesinde saklamaz! Bazı anlar vardır ki sizin çığlık çığlığa mayaladığınız baharı, birkaç saniyenin şefkatinde sessizce verir. Çünkü hayat bilir, avaz avaz bağıranların sığ seslerinde değil; erdemli bir duruşun sakin kalabalığında sesini besleyenlerce doğar en insanî hazineler. Kısa bir süre önce kızımın da eğitim/öğretim gördüğü Kaymakam Özgür Azer Kurak Ortaokulunda idim.Okul Aile Birliği Başkanı Şerife Hanım’ın karıncaları kıskandıracak odasında beklerken, beşer dakika ara ile kapıyı tıklatıp giren kız öğrencilerin kâğıt peçete alma yarışı dikkatimi çekti. Beni ayağa kaldıran insan oluşum mu idi, anne oluşum mu yoksa yazarlığın verdiği gözlem fanatikliği mi idi bilmiyorum. Okulun koridoruna çıkmam ile beni oraya çivileyen karenin kölesi olmuştum o an. Evet, kölesi diyorum… Çünkü sahiden bazı anların kölesi olmak, insanı gerçek özgürlüğe ulaştıracak anları doğurur. Okulun koridorunda beni oraya bağlayan kare, bir kız çocuğunun telaşlı kıpırtısı idi. Adını sonradan öğrendiğim Eylül’ün gözlerinden yaşlar akıyordu. Bir eli ile kanayan burnunu kâğıt peçete ile tıkıyor diğer eli ile de okulun paspası ile oracığı temizliyordu. Canı yanan bir insan önce canının acısını dindirir. Ama bu çocuk, hem acısını dindirmeye çalışıyor hem de okul paspasını bir ileri bir geri iterek burnundan akan kanları temizlemeye çalışıyordu. Eylül, yaşamdaki tüm bencilliklere, kirlenmişliklere inat; okul koridorunda “insanın” onurunu kurtarıyordu belki de! Tesadüfen yanımda bulunan okulun Rehberlik Öğretmeni Nuray Hanım ile kız çocuğunu yanımıza çağırdığımızda, gerçeği onun ağzından duymakla şaşkınlığım katmerlenmişti. “Ne yapıyorsun orada?” sorumuzun karşılığı “Bur-

numdan akan kanı temizliyorum.” cümlesi ile bitiyordu. O an aklımın kıvrımları kalbimin ıslak duvarlarında umut ninnisi söylemeye başlamıştı bile. Düşünsenize canı yanan bir çocuk, canının acısını en kutsal duygu ile yıkıyor, arındırıyordu. Bu duygunun adını sizler koyacaksınız bence. Herkesin ağzından farklı bir kelime çıkıyor şu an biliyorum. Fakat şunu da biliyorum, o farklı kelimelerin birleştiği tek bir yer var. Erdem! Erdem demişken aklıma Soma faciasında sedyeye yatırılırken sedye kirlenmesin diye “çizmelerimi çıkartayım mı?” diyen işçi geldi. Devletin malına sahip çıkışın, insanî duyarlılığın, bilinçaltındaki şartsız sahiplenişin adı idi o işçinin hareketi. Bir an için Türkiye’de o ya da şu nedenle yürüyüşler yapılırken veyahut spor müsabakalarında istedikleri sonuç alınmadığında, devletin malına verilen şımarıkça zararlar geldi aklıma! Sonra da Eylül adlı kız öğrencinin canı yanarken bile kirletmek istemediği okul koridorundaki o kare… Sevgili Eylül ile tanışma isteğimi okul Müdürü Hikmet Bey’e ilettiğimde gerekli ortamı sağlamıştı bile. Eylül’e sorduğum ilk soru “Sana biri mi söyledi orayı temizlemeni?” demek oldu. “Elbette hayır” dedi. “Okulumuz çok büyük, okul görevlileri zaten gerekli temizlikleri yapıyor. Her şeyi onlara yıkmanın bir anlamı yok. Okul bizim evimiz gibi. O an çevreci duyarlılığımın da etkisi oldu. Hem bu çok özel bir hareket değil ki! Herkes böyle düşünüyordur. Arkadaşım Berfin de benim gibi duyarlıdır.” Eylül’ü dinlerken kalbimin gamzeleri halay çekiyordu sanki. “İnsan bencilliğinin” iflas ettiği anlardan biriydi bu an! Neden mi? Düşünsenize karşınızda onure edilen bir çocuk var ve o kendini anlatırken en yakın arkadaşını da mutlaka olaya dâhil ediyordu. Bu durumda Eylül’ün okuldaki “Çevre Gönüllüleri” oluşumunda onları motive eden Ceren Öğretmen’i mi, birebir okulu mu, Eylül’ün ailesini mi, yoksa Eylül’ün ta kendisini mi tebrik etmek gerekirdi bilmiyorum. Çünkü hepimiz de biliyoruz ki bu anlamdaki duyarlılıklar artık o kadar azaldı ki! Ve içinden gelmeyene bazı şeylerin öğretilemediğini o kadar iyi biliyoruz ki. Ah be çocuk! Hep söylüyor ve yineliyorum; dünya sizlerin yüzü suyu hürmetine dönüyor… Senin ödülünü “zaman” verecek sana. Bekle…


12

MEVZUBAHİS

HB

Ye t e r l i z a m a n , i m k a n y a d a p a r a n ı z o l s a ; i l k o l a r a k n e l e r i d ü z e l t i r, k i m l e r e n e y a r d ı m d a b u l u n u r, h a n g i i y i l i k l e r i y a p a r d ı n ı z ? (Mevzubahis sayfamızda, sosyal medya hesaplarımızda sorduğumuz sorulara aldığımız cevapları yayınlıyoruz. Her yaş g r u b u n d a n ve m e s l e k te n k iş i n i n c eva pl a r ı n a ye r ve r iyo r uz.) Şakir Kurtulmuş / İstanbul Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi Koordinatörü

Üniversite kurardım. Dürüst, idealist, nitelikli hocalarla; idealist, hevesli öğrencilerin buluştuğu, özgür düşüncenin hakim olduğu, koridorlarında ve sokaklarında sadece bilginin değil, inceliğin, ruhun, esinin, açık fikirliliğin, tartışmanın serbest dolaşımda olduğu bir dünya. Dünya içinde dünya. Bunun gibi üniversiteler, okullar, enstitüler. Bu benim hayalim...

Atillahan Erdağ / Manisa Seslendirme Sanatçısı

Organizasyoncu bir abim, var ondan palyaço kıyafeti alabilirim bir günlüğüne, yüzümü de benim yeğen Azra boyar, sabahtan akşama kadar sokakta çocukları güldürebilirim mesela. Borcu harcı yüzünden yüzü gülmeyen insanları bulurdum tek tek, yardım ederdim onlara. Zaten ben bu yardımı yapmayacaksam, Allah bana asla mal mülk vermesin. Ben pazarda gezmeyi çok seviyorum, ses gürültü var ama yaşlı amca teyze arıyorum. Cidden yüklenmiş bir yaşlı kestirdim mi gözüme, “hop amca yardım edeyim” diyorum. Bazen gaspçı zannetseler de alıyorum sevabımı.

Arif Onur Solak / Yalova Şair

İmkanımın yettiği ölçüde, özellikle çocukların ve yaşlıların hayallerini öğrenip hayallerine katkıda bulunmak isterdim. Çünkü çocukların ve eleğini asmış yaşlı insanların yüzüne düşen mutlulukta pay sahibi olmak büyük bir manevi yatırım olsa gerek.

Aycan Solak / Yalova Sağlık Memuru

Bir zamanlar arabamız yokken ellerimizde poşetlerle durağa kadar yürür ve otobüsün gelmesini beklerdik. Durakta beklerken hep tanıdık biri arabasıyla geçse de bizi evimize götürse diye beklerdim, zor gelirdi çocukken taşımak. Bu sebeptendir ki otobüs duraklarında elinde yükleriyle bekleyen kişileri evlerine bırakmanın manevi hazzı büyüktür benim için... Ayrıca mesleğim nedeniyle bulunduğum hastane ortamında yardıma ihtiyacı olan o kadar çok insan var ki... O sıkıntılı anlarında küçücük bir gülümsemeyle onlara yardım etmek, yol göstermek ve bunun sonucunda da dualarına nail olmak gerçekten çok güzel.

Emine Köseoğlu / İstanbul Akademisyen

Param olsaydı yürüme ve görme engellileri düşünürdüm önce. Karşıdan karşıya geçilemeyen refüjleri onlar için düzeltirdim. Ankara’da Sincan-Kayaş arası çalışan banliyö treni duraklarına asansör yaptırdım. Bol bol çeşmeler yapardım, kurtlar kuşlar içsin diye...

Ayşe Arıkan / Ankara Çini Sanatçısı

Yanlış dilleri, yanlış yargıları ve algıları değiştirirdim. Okumayı sevdirir, kitaplar dünyasıyla tanıştırırdım insanları. Bol bol kitap alır, hediye ederdim. Hayali bile güzel…

Öncelikle çok ciddi, nitelikli kitaplar basan; sadece şiir, öykü kitapları çıkaran ayrı ayrı yayınevleri kurardım. Her bir yayınevi kendi konseptinde profesyonelce yayın yapacak, sanat ve edebiyat kitapları yayınlayacaklar. Ayrıca bu kitapların satışını da çok ciddi manada yürütecek bir ekip ve kuruluş oluştururdum. Öğrencilere okuyacakları kitapları yine bu yayınevleri bünyesinde kurulan bir başka kurumun organize ettiği okuma grupları oluşturur ve okumaya önem veren, azimli gayretli gençlerin okuma imkanlarını sağlayacak genişletecek bir ağ oluştururdum. Buradan öğrencilerin bu kitapları ücretsiz temin etmelerini sağlardım.

Erdal Şahin / Van Yazar


13 HB

Türkiye’nin en büyük online “şair değerlendirme platformunu” kurardım. Bir okul gibi, genç sairler belirli kriterlere göre bu sitede yayınladıkları şiirlerine dönüt alabilirlerdi. Şiirin, öykünün otoriteleri tarafından eserlerini değerlendirme fırsatı bulabilirlerdi. Param olsaydı, “bir yıldız da sen tut!” adlı, yetim çocuklara aile olmayı hedefleyen sekiz yıllık bir hayalim var. Bu projemi gerçekleştirirdim.

Sınırsız imkanlar elimde olsa tüm dünyadaki yetim ve kimsesiz çocuklar için tüm eğitimlerini, barınma ihtiyaçlarını karşılayacak büyüklükte eğitim ve yaşam merkezleri kurmak isterdim.

Faruk Çavuşoğlu

Görme Engelli kardeşlerimize gönüllü olarak her gün kitap okumak isterim...

Tunay Özer / Ağrı Devlet Memuru

Memuriyet işimi bırakır, vaktimin çoğunu edebiyata ayırırdım. Bir de Hayal Bilgisi’ne maddi destekte bulunurdum.

Hüseyin Karataş

Köy okullarının eksiklerini giderirdim.

Abdullah Ötgün / Konya Öğrenci

“O paradan derhal kurtularak kendimi düzeltirdim” gibi ilk bakışta ilgi çekici gibi gelen saçma bi cevap vermeyeyim. Kedilere arabaların çarpmaması için tüm arabalara kedilerin algılayıp kaçacakları bir sinyal gönderen bir aparatın geliştirilip takılması için harcardım paramı.

Muhammed Emin Metin / Erzurum Aşk’ı, Mevlana’yı, dini kapitalizmin pazarına düşürüp “merdivenaltı edebiyatı” yapanlara ve bundan geçinen yayınevlerine bir daha kitap yazmamaları, yayınlamamaları için, yıllık aldıkları ücreti verirdim.

Her ay çocuk yuvasından rastgele seçtiğim birkaç çocuğu mevsimine göre baştan aşağı giydirir, doyurur, onlarla bütün gün vakit geçirip eğlenir, görmek istedikleri bir yer varsa götürür ve bir sürü oyuncak alırdım. Engelliler için kütüphane açardım. İşitme engelliler için tiyatro hazırlardım.

Kesinlikle bir kütüphane kurardım. Ancak çocuklar için. Çünkü büyükler kitaplara olan ilgilerini zaten yitirmişken, çocuklarımızı yakalamalı diye düşünüyorum.

Aybüke Bykn / Çanakkale Öğretmen

Sena Karataşlı

İnsanların niye birbirini öldürdüğünü anlayamadığım bir dünyada, parayla sağlanabilseydi barış ortamı oluşturmak isterdim.

Özlem Aydın Gümüş / Çankırı Türkçe Öğretmeni

Emre Gürkan Kanmaz / İstanbul Kitapçı

Adige Batur / Gaziantep Şair

Ücretsiz şiir, makale, deneme ve roman atölyesi kurar ve eğitim vermelerini sağlardım. Ortaokul ve lise çağındaki gençlere yönelik düzenli edebiyat yarışmaları yapar ve ödüllendirirdim.

Kevser Evsen / Yozgat Türkçe Öğretmeni

İhsan İpek Cankurt / Diyarbakır İnşaat Ustası-Diyarbakır Yazarlar ve Şairler Derneği Başkanı

Tüm fakir ailelerin askere gidecek evlatlarının bedelli parasını öderdim.


14

Çocuk Atölyesi’nden Özlem Özyurt ile Çocuk Edebiyatını ve Atölyeleri Konuştuk

HB

Ayşe Ünsal & Cihat Albayrak

Çocuk edebiyatının çocuk gelişimindeki önemi nedir? 14 yaşına kadar çocuklar edebiyat aracılığıyla yaşamı ve varlıkları tanırlar. Hayali şeyleri severler ancak o sevdikleri hayaller içinde bir taraftan da yaşamın gerçekliğini ararlar. Doğru kitap, çocuğun düşünme, sorun çözme ve yaratıcılık gücünü önemli ölçüde artıracaktır.

ağır bastığına gelirsek… Son yıllarda sadece çocuk kitabı yayıncılığıyla uğraşan yayınevlerinin, çeviri kitapların ve çocuk kitabı yazarlarının hızla artmasıyla güzel şeylerin olmaya başladığına inanıyorum ve umudumu hiç kaybetmiyorum.

Ülkemizdeki çocuk edebiyatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Çok fazla yayıncı ve eser var. Maaşlı yazarlar, birbirinin kopyası denilebilecek kitaplar kaleme alıyor. Bu durum Kitaplarla çocuklara ideolojileri, yaşam eser niteliğini ve ulaştığı kitleleri nasıl etkitarzlarını mı empoze ediyoruz yoksa hayal güçlerini geliştirip düşünme yeteneklerine liyor? katkıda mı bulunuyoruz? Ülkemizde hangisi Saptamalarınızda haklı olduğunuz noktalar var. Ancak durumun bu kadar da kötü olduğunu düşünmüağır basıyor sizce? İdeal olan elbette ikincisi… Çocuk kitapları çocuğa belli bir ideolojinin görüşlerini empoze etmeye çalışmamalıdır. Mutlaka yeni yaşantılar sunmalı ancak bu yazarın otoriter yaklaşımından arınmış olmalıdır. Çocukların düşündüğümüzden çok daha zeki olduklarını, belli erdemlerin ve dünya görüşlerinin zorla empoze edildiği kitapların okuma alışkanlıklarını olumsuz etkileyeceğini unutmamalıyız. Ülkemizde hangisinin

yorum. Oldukça kaliteli çocuk kitapları yayımlayan birçok yayınevi bulunuyor. Burada seçicilik ailelere ve eğitimcilere düşüyor. Zaman içerisinde doğru yayınevini, kitabı ve yazarı mutlaka keşfedeceklerdir.

Sizce çocuklara yönelik eserlerde bir denetim mekanizması olmalı ve eserleri genel ahlak/şiddet/din/ideoloji/yaş gibi bağlamlarda


15 HB

uygun olup olmadığına göre değerlendirmeli mi? Her gün onlarca çocuk kitabının çıktığı bir ortamda, çocukların gelişimlerine uygun olmayan eserlere maruz kalmaları nasıl önlenebilir? Bu şekilde bir otoriter bir yaklaşımın doğru olacağını düşünmüyorum. Bu noktada biraz da edebiyat eleştirmenliği alanı devreye girmeli. Çocuk edebiyatına ilişkin eserlerin eleştirel açıdan ele alınması çok daha fazla önem kazanmaktadır.

Yetişkinlerin çocuklar için yazması oldukça zor bir süreç olsa gerek. Yazma sürecinizi bizimle paylaşır mısınız? Neler sizin için önemlidir, nelere dikkat edersiniz? Hani hayatta yapmadan içinizin rahat etmeyeceği şeyler vardır ya… Çocuklar için yazmak, onlarla birlikte yeni hikâyeler keşfetmek, onların rengârenk hayal dünyalarına giriş yapmak benim için öyle bir şey! Çocuklara yönelik gerçekleştirdiğimiz atölyelerde onlarla bir arada olmak, yazma sürecinde bana çok şey katıyor. Onlarla birlikte zaman geçirmeden onlar için bir şeyler yazmak çok da mümkün olmasa gerek…

Eğitim kurumlarında, edebi eserler sizce yeterince etkin kullanılıyor mu? Çocuk edebiyatı; eserler ve yazarlar eğitim sürecine Çocuklara yönelik atölyeler gerçekleştirdiğinizi biliyoruz. Bu atölyeler çocuklarda nanasıl daha etkin dahil edilebilir? sıl karşılık buluyor? Son yıllarda çocukların okullardaki kütüphanelerde zaman geçirdiği derslerin sayısının arttığını gözlemliyorum. Bu sevindirici bir gelişme. Yaratıcı yazma, okuma gibi dersler de uygulanmaya başladı. Renkli ve çeşitli okuma listeleri oluşturuluyor. Yazarlar sık sık okullara davet ediliyor. İmkanları daha geniş olan özel okullar bu konuda biraz daha yaratıcı olabiliyorlar.

Çocuklara yönelik eserlerin büyük çoğunluğunu hikayeler/masallar oluşturuyor. Şiir yok denecek kadar az. Bunun nedeni ne ve sizce tür çeşitliliği daha fazla olmalı mı? Aslında çocukların neredeyse hepsinin şiire karşı ilk tepkisi olumludur. Şiir dinlemekten, okumaktan ve ezberlemekten zevk alırlar. Okul öncesi çağlarda çocuklar, ritimli sözlere ilgi duyduklarından şiirlerden çok hoşlanırlar. Şiir, sözcüklerin büyüsünü ve dilin matematiğini kavramalarında önemli bir araç ve ne yazık ki çocuk edebiyatı önemsenmemiş bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Şiir okumanın belli tekniklerle verilememesinden dolayı, çocuk şiiri duymamakta, şiirler çocukta bir anlam ifade etmemektedir.

4 hafta 2’şer saatten oluşan bir uzun atölye dışında dönem dönem ikişer saatlik kısa atölyeler de düzenliyoruz. Temel amacımız katılımcıların hayallerindeki karakteri, macerayı, sıradışı ya da oldukça sıradan bir öyküyü yaratmak için izlenebilecek yolları hep birlikte keşfetmek. Bunu zaman zaman eğlenceli oyunlar ve okumalarla, zaman zamansa daha ciddi fikir alışverişi yoluyla gerçekleştiriyoruz. Yazılan metinleri okuyup üzerinde konuşuyoruz. Aynı zamanda yazdığımız hikâyeyi resimliyoruz. Tabii yazar adayı isterse… Katılımcıların atölye çalışmaları sırasında yazdıkları ve çizdikleri eserleri sonrasında bir araya getiriyoruz. Editoryal ve tasarım sürecinden geçirip bir kitap halinde basılmasını sağlıyoruz. Sonuçta ortaya genç yazar adaylarının ilk kitapları çıkmış oluyor. Atölyemiz 9-12 yaş grubuna hitap ediyor. Bu yaş grubunda çocuklar zihinsel olarak hızlı bir gelişim gösteriyor. Sosyal olarak arkadaş edinme, grupta fark edilme, sorumluluk alma, kabul görme gibi duygularının gelişmesi için önemli bir yaş aralığı. Katılım tahmin ettiğimden daha umut verici düzeyde. Aileler grup içi faaliyetlerin çocukları için öneminin farkındalar ve bunun için hafta sonlarında fedakârlık edip çocuklarını atölyeye getiriyorlar.


16

Türkiye’nin En Genç Yazarlarından Ahmet Can Altıok’a 8 Soru

Bu kadar genç yaşta edebiyata okumaya ve yazmaya heves duymanızın nedenleri nelerdir? Bizatihi yazıya başlamamdaki neden şudur diyemem ama edebiyata ve yazıya olan merakımı dile getirecek olursam, sebebini tek çocuk oluşuma dayandırabilirim. Çünkü yalnız olmak veya kendi semasında tek yıldız olmak insanı erken olgunlaştırır ve yalnızlık bir insanın üretim fabrikasıdır. Çok küçük yaşlarda babamın teşvikleriyle okumaya başladım. Okudukça başkalarının gözünde kendimi görmeyi öğrendim, bir süre sonra da yazmaya başladım. Tabii şiire gelecek olursak; şiir, insanın kendi şuur altında sair fi’l-menam, yani uyurgezer olarak dolaşması anlamına geldiği için şiir ile biraz geç tanıştım diyebilirim

HB

nen şu cümleyi yazmıştı: “Unutma, yazanlar her gün okuyanlardır.” Onlar sayesinde kitaplarla tanıştım. Böyle bir aile ortamında yazarlığa adım atmış olan biri günlük sosyal hayatında ne gibi olumsuzluklarla karşılaşabilir ki?

Neden şiir türüne odaklandınız? İlerde başka türlerde de azmak ister misiniz? Öncelikle Berçem, temellerini henüz 15 yaşındayken attığım yaşanmış gerçek bir hayat hikayesiydi. Bir şiir kitabı olacağı muhayyilemden hiç geçmezdi. Roman olarak kaleme almıştım çünkü. Lakin şuan piyasadaki Berçem bir şiir kitabı. Yani şiirden önce nesir ile ilgilendiğimden, ileride şu türde yazmayı düşünüyorum diyemem.

Yazarlık sosyal hayatınızı, aile ilişkilerinizi, Size neler ilham verir? Yazılarınızda nelerden besleniyorsunuz? okul hayatınızı nasıl etkiledi? Henüz öğrenciyken yazarlık unvanını taşımanın elbette hem okul hayatında hem de sosyal hayatta avantajları var. Aileye gelecek olursak; yazdıklarımın ilk okuyucusu annem, hangi konuda olursa olsun her türlü desteği esirgemeden veren babamdır. Kalemi elime ilk aldığım zaman, babam bana yazılarımı yazmam için bir ajanda hediye edip ilk sayfasına da ay-

İlham sadece şiir içindir bence. Nerde, ne zaman, ne şartlarda geleceği hiç belli olmuyor. Yüreğin/yürektekilerin taştığı demdir şiir. İlhamın belli zaman dilimleri yok yazmak için ama duygu yoğunluğunun yaşandığı bazı zaman dilimleri vardır ve bazen o vakitler insana ilham verir. Bunlardan biri de gecedir. Gece, şairlerin kustuğu vakit olduğu için zifiridir. Geçmişi unutma-


17 HB

yı güçleştiren zamandır. Duyguların manifestosudur. Bana ilham veren tek vakittir gece. Geçmişi bir mıh gibi akıllara kazıyan gecede yazılanlar genelde yine geçmişten/geçmemiş geçmişlerden, anılardan ve sarılan yaraların tekrar kanadığından beslenerek yazılır.

Kitap seçerken ve okurken neleri önemsiyorsunuz? Kitapevlerine gidip de ayakta üç beş dakika bakıp aldığım kitaplar hiç yok denecek kadar azdır. Genelde önceden gerek anlattığı konu itibari ile olsun gerekse o kitabın yazarı hakkında olsun teferruatlı bir şekilde araştırıp bilgi edindikten sonra almaya karar veririm. Ayrıca şunu da söylemeliyim, muhteva açısından pek sağlam olmayan bir eserin bile üslubu iyiyse, dil sade yalın ve anlaşılır bir şekilde kullanılmışsa dikkatimi cezbeden kitaplardan olur.

HAYÂ L DEFTERİ’NDEN ŞİİRLER

Adem Turan’a ait Hayâl Defteri adlı eser 2. baskısı ile Okur Kitaplığı’ndan çıktı. Kitap, Eski Tarih Şiirleri ve Yeni Tarih Şiirleri adlı iki ölümden oluşuyor. Eseri oğlu Ali Fuad’a ithaf eden şair; sırasıyla Hasan Aycın, Mustafa Kara, Mükremin ve Efrahim Yeşil için birer şiire yer veriyor kitabında. Kısa Tarih Şiiri, Ayna, Su Selâmı eserde öne çıkan şiirlerden birkaçı.

* Kendinizi yazarlık konusunda ya da kişisel hayatınızda eleştirdiğiniz yönleriniz nelerdir? Hem yazarlık konusunda hem de kişisel hayatımda diye ayrım yapmadan bu vatanı yarınlara taşıyacak neslin namzetlerinden biri olarak özeleştiri yapacak olursam; eksiğim, kusurum, hatam yeteri kadar okumamaktır. Şunu belirtmeliyim ki, saatçi vitrinine bakıp zamanı söyleyemediğiniz gibi okumadan da ne tarihinizden haberdar olursunuz ne de geleceğinize yön verebilirsiniz. Okumak bundan dolayı çok önemlidir. Ve ne kadar çok okursak okuyalım, yeteri kadarına hiçbir zaman ulaşmış olamayız. Vatanını, bayrağını yarına taşıyacak olan neslin temellerinin çok sağlam olması gerekir ki, yıkılmadan hasar görmeden bu topraklar var olabilsin. Onun için diyorum ki, her şeye rağmen okumak!

Kitaptan seçtiğimiz mısralar: zaman bir zincir biçiminde, buruşuk tenime dokunuyor ve dokuyor alnımı ve çizgilerimi * sonra üşümeyi ve yalnızlıkları bırakarak ardımızda, çocukla ablamıza gittik el ele düşlerimizi vermeye * orada, uzandığı yerde o çocuk hâliyle geceyi gökyüzüyle kıyaslıyor gökyüzünü aşağıdaki ırmakla * ben bu taşları bu kuyuya atıyorum, işte bakın portakal rengi üçgenlerimi atıyorum hani şu, babamın gidip de gelmeyişleri var ya onları da atıyorum daha başka ne olsun ki, uzandığım sedirden başladığım hayata bakıyorum buğulanan gözlerle * daha kapıdan girer girmez, toprağın hakkını soruyorlar bana, içimdeki canı yok olmanın sırrını geldiğim şehri soruyorlar, eski gülüşlerimi, düşlerimi, saati ve suları gizlice birbirine yaklaştıran tılsımı soruyorlar * bir suyun başında durunca insan önce selâm vermeli derdi, annem bense ruhumun ürperdiğini duyardım o an verdiğim selâmın karşılığını beklerken * bense durdum ve bekledim beklemeyi bir duâ bildim, bir ibadet


18

GÜZ UZAK DE VRİM HORLU bir gün senlen toprak yoldan güze giderken dudağında pamuk tarlası vardı yumuşak beyaz uzun bir cümle güldün sen biraz asfalt çatlaklarında yeşil otlar asfaltın altı toprak yol altımızda güz uzak bir gün senlen mantı yaptık kuşlara kuş bu canı yok mu canı çeker yazık dedik elinde un uzun uzun mesela bir paragraf kadar sustun pencereyi itip kafasını içeri uzattı rüzgâr namahrem bilir mi bilmez ne namus vardır bunda ne ar olsun dedin un elimizde güz uzak bir gün senlen deli deli konuştuk bir senlen yalnız kalmış gibi tutuşmuş yanmış gibi kan kızıl sarılıp soruştuk ben senin çiçekli küsüşünü sen benim densiz densiz gülüşümü uzadıkça göğü deldi muhabbet boş ver dedin dil ağzımızda güz uzak bir gün senlen oturup bakıştık kirpiklerimiz birbirine deydi öyle yakındık kör kör kara kara perde perde baktık içimizde derde kasvete sen çocuklu bir anneydin ben kasketli baba elimde bir kilo meyve poşetiyle gelmiştim sana ulan ne hayaller dedik dedik bakıştık kur gitsin dedin dün karşımızda güz uzak ve ben uyudum gürül gürül akıp giden saçlarına sarılarak

HB

SESSİZ HARFLER KOROSU BE Y Z A ALİOĞLU bir diyâr öteden sürülen bakışların altında gölgesinde titreyen yarım ağız söylemler içinde sessizliğe yüz tutmuş kuş yüreği bir düştür ki ilmeği kaçmış ömrün canevinden vurulmuş dumanlı türküsünü dudak arası mırıldanmak bir seyyah inadıyla yürüyen sabır mahcup belirsizliğiyle taşınan hüzün veda eder gibi bakan iki göz arasında seher vakti selam verircesine yüreğin en ince meselesi duruyor sözünü unutmuş ipeksi ses kadife bir tebessümün ardında gözüken huzuru kaçmış kambur bekleyiş üşümüş cazibesini yitirmiş cümleler boğazda öpülesi yüzüne kayan yıldızları kondurmuş gibi parlıyor gözbebekleri gizlense de yaralı yanı dur der gibi konuşamadıkları göğsümde bir yetimden alıntılıyorum sıfatına yakışacak tüm mutlulukları ve ben buradayım bozuk bir dalgınlık binmiş omuzlarıma yine bana düşüyor unufak olmak lügate yeniliyor alfabedeki ünlüler ait olma çabası var tedirgin benliklerde oysa içimde biriktirdiğim sessiz harfler korosu hiç sıkılmadan bağırsam, keşke


19 HB

ŞEHİRDEN AYRILIŞ H A K K I AY TA Ç

Diyarbakır’a ithaf olunur… balığın sırtına yüklerim ayrılığın surlarını kalkan balığı olur korur şehzadelerimi surlar tek sığındığım liman olur kadim burçlar zoraki ayrılık içten getirir serzenişleri topraktan, kumdan bizi aldatan seraptan fayda görmedik ki medet umuyoruz gökteki buluttan, akan nehirden, bekleyen denizden ne yüzgeci olan bir balığım, ne de gemisi olan bir denizci geçmeliyim bu denizi geri dönmek için yeryüzü hep ihanet sarmalında tuttu bizi yolculuk artık şehri denizler ötesine götürmede yeni güvenli bir liman, ötelerin ötesine bir avuç yerde yaşatmak imkânsızlaşınca kadim tarihi atıyoruz en yorgun burçtan kendimizi soruyoruz hangi cenaze bizim gibi sıcak içsek bu nehri gidermez susuzluğumuzu ana kucağı dicle’den geçer tahtadan beşikler taşır sırtında ümmetin yetimlerini en sessiz haliyle ölü bir deniz olur, gidişin hazin melodramına yere düşen gözyaşları sökülüp alınmıştır topraktan heybeye doldurulmuştur hüzün kokan hatıralar bir gün insanca bir yaşamın sürdüğü diyarlar elbet bir gün bir gün gün gün gün hayat bulacaktır bu yerlerde

SARIL YÜKÜNE M E R VA N S ÖY L E M E Z yüreği de burkar sözcüklerden kendine en çok yükken ve ezilirken insanın hatırla ey bilmezlik bir mezar ziyareti kimsesizliğini meâli okunan o kitabın ağırlığını duy dilinde diz kapaklarındaki kabuklarda ara geçmişini ve incinen derisinde ayaklarının geçmeyen şeyler de dahil mâziye bilmelisin ellerin aşinaysa hâlâ bir bilyeye çocuk sayılırsın çocuksun boynunda hissediyorsan korkularından yadigâr izini bir muskanın sevin bir cami izdihamı çocukluğu kadar masallardaki gibi iyimser değil yaşamak bir kerede ve soluksuz yaşamalısın üç kez tekrarlanan sonları bekleme yaşamak bir dil sürçmesi kadar hassas sırtla çocukluğunu ve kabuklarını yaralarından arta kalan hadi annene sarılır gibi yarana sarıl annesiz ve duasız geçen günlermiş mazi anne deyince en çok yüreği burkar insanın çığlık yeşili annemsi bir burkma sarıl yüküne sarılır gibi annene topla şu vişne çürüğü dağınık yazgını yırtık nüshalardan şu dar libaslı âlemden sıyrıl annene sarılır gibi yarana sarıl


20

HATIRA ESRİKLİĞİ

HB

T U N AY Ö Z E R bir nehri iniyoruz seninle zaman usul usul yosunlanan bir kıyı biz seninle bir kenti eskittik yolların süreği kalbimizden geçiyor şimdi tutup eski bir öyküyü kenarından perde yapıyoruz yeni zamanlarla aramıza vedaları hüzünlerle sarmaladık gerekçesiz takvimler çağından geliyoruz zaman gergin bir ip şimdi üstünde yaşananların resmigeçidi bir sokağı boyuna yürüyoruz gibi geçiyoruz günlerin içinden sonuna gelmeden karanlık iniyor erkenden başlangıçlar ise birer hatıra esrikliğinde

Sakın Yere Bir Şey Dökme | Will Wiles İçerden “artık uyumayacak mısın, geç oldu?” sesi geliyordu en son, kitabın bitmesine az kalmıştı. Kafamın içinde sona az kalmışken cevabını beklediğim sorularla birlikte yer döşemelerinin başına başka bir şey gelecek mi sorusu da vardı. Kahramanımız taksiye binip yola koyulduğunda ve kitapta endişe edecek başka bir şey kalmadığını ifade eden son yazısına geldiğimde derin bir nefes aldım. Hayatımda ilk defa başkasının evinde duran yer döşemelerini dert edindim. Bu “yerleri yeni sildim, oraya basma!” gibi bir şey değildi. Ve bahsettiğim başkası, sanıyorum hayatta bile değil, bir kitabın iki kapağının arasında yazarının onu rahatlatması için çabalayan bir kahraman. Neden bahsettiğimi, Koton Kitap’tan 2014 yazında Türkiye’deki okurlarıyla buluşan Will Wiles’ın Sakın Yere Bir Şey Dökme adını taşıyan kitabı açıklasın. Bir mimarlık ve tasarım gazetecisi olan ve önde gelen İngiliz tasarım dergisi Icon’un editör yardımcılığını yapan Wiles’in ilk yazarlık deneyimi olan roman, hayatını kusursuzluk üzerine kuran Oskar’ın, o yokken dairesine göz kulak olması ve kedilerine bakması için çağırdığı arkadaşının başından geçen trajikomik olaylar dizisini anlatıyor bize. Titiz ev sahibinin evin her yerine bıraktığı notlar kahramanımızın aklını kaçırma sınırına gelmesine yol açıyor. Sizce iyi bir kitabın ölçütü nedir? Duraklar yaptıran kitaplar iyi kitaplardır bana göre. Durup düşünme ihtiyacına iter sizi. Kendinizi sorgularsınız, etrafınızdaki insanları, çevrenizle iletişiminizi, duruşunuzu, tavrınızı, doğruları yanlışları.

Kalbinizi fetheden bir aşk hikayesinden daha fazlasını sunar size iyi hikayeler. “Senin bir beynin vardı” der “okudun bakalım ne anladın, ne işe yaradı okudukların, hayatında bi’şeyler değişecek mi?” Kitap size sıkı ve sıra dışı bir gerilim sunarken o gerilimin içinizde eğlenceli bir şekilde olayların kopuşuna da şahit oluyorsunuz. ‘Şanssızlığın bu kadarı’nda öyle ki; kahramanımızın neredeyse ölen kadının kanının “yere damlamasa bari” paniğinde gülme krizine girmeniz kaçınılmaz benden söylemesi. İnsanın aklını kaçırmasının çok uzak bir ihtimal olmadığını anlayacağınız roman, 2012’de National Book Awards finalistleri arasına girmiş, Waterstones 11 ve Betty Trask ödüllerine layık görülmüş. Kusursuzluk takıntınız var mı? Bu kitap tam size göre, okuyun ve kurtulun! Takıntılarınızdan özgürlüğünüze adım atın! Çünkü kusursuzluk saldırgandır! Sayfalar postitlerle rengarenk olmuşken, işaretli yerlerden bazılarını buraya iliştiriyorum. * Mobilyalar böyledir. Amacına göre kullanılıp zevk alındıkça bu deneyimi özümser ve ortama yansıtır ama yalnızca uyandırdığı etki için alınıp da bir köşeye atılırsa melankolik titreşimler yayar. Müzelerdeki eşyalar (“bu koltuğa oturmayınız”), tarif edilemeyecek kadar trajiktirler, tıpkı bir yaşlılar evinin ziyaret edilmeyen sakinleri gibi. Akortsuz kemanlar ve savaş sonrasının banliyö meyhanelerine “karakter” katmak için kullanılan kalın ciltli kitaplar, hayvanat bahçesinde kafese kapatılmış pumalar gibi, kendilerine zorla yüklenmiş rollerine huzursuzca kısılıp kalırlar. * Avrupa’nın gökyüzü Amerika’nın gökyüzünden daha yaşlıdır;Avrupa’nın bulutları oralardan buralara uzanırken yorgun ve perişan düşerler. * Kedilerle yaşamanın zor, rahatsız edici olduğunu söylerler. Ben hiç külfetli bulmadım onları. Yaşamdaki bütün karmaşanın nedeni insandır.


21

RÜZGAR

HB

E S R A PA K

Sevgili Gülcan Tekdemir’e “İnanalım soğuk mevsimin başlangıcına…” Furuğ Ferruhzad

K

adın, oturduğu pencere kenarındaki yataktan başını kaldırdı kapının gıcırtısına, günlerdir verdiği ilk tepkiydi, yerde yatan kedi mırıldandı tanıdık bir ayak sesiydi. Ayak sesi, kadına yaklaştı, hüzünle gülümsedi yüzüne bakarak, akşam soluyordu ve o umarsızca (içinden), kadına yanaşarak, yıllardır neredeydin, dedi. Gülümsedi kadın, kediye inat, ben sendeydim dedi. Camın önüne düşen mevsime değişken yapraklar kımıldandı. Rüzgara da aldırmıyordu kimse, oda da şöyle bir vınladı. Ayak sesi, kadının yüzündeki gölgeleri seçmeye çalışıyordu, uzak öyle uzaklara bakıyordu ki sanki yanı başında yabancıydı. Hala kapı eşiğinde bekliyordu. Odaya girse yılları taşıyacaktı o güne, girmese bir kedi mırıltısı hatıra kalacaktı yüreğine. Bilenmiş ustura üzerinde yürümek gibiydi. Kadın, kafasını geri eğdi rüzgara, ayak sesinin unutmaya çalıştığı kahverengi gözleri parladı, ayak sesi bir kaç adım attı yıllara inat gözleri dolarak, eskisi gibi tam yanına oturdu, ellerini onun dizlerine bırakarak. Saçlarının ve o hiç değişmeyen parfümünün(Amazone) kokusunu genzinde hisseti.

Kadın uzaklara daldı, kimsenin gidemeyeceği zamanlara... Ayak sesi her şeye inat, işte geldim diyordu gülüşüyle, geldim dünün gitmesi gerekti. Kadın ayak sesinin yüzüne eğdi gözyaşlarını, oradan aldı ellerine, ordan yüreğine serpti, içi kanayarak. Yüzüne baktı uzunca; hala orda mıyım diye. Düşündü, kurdukları salıncakları, düştükleri bahçeyi, gülüşleri, incinişlerini. Birbirlerini kaldırışlarını, mektupları, yanlış adres insanları... Çürümüştü çoktan hüzünlü yazdan kalanlar. Ben hep senin gezdiğin sokaklarda insanlarda anlarda kaldım, sende kaldım dedi. Ayak sesi sonsuz bir özlemle sarıldı. Ellerini alıp eskisi gibi avucuna sakladı kadının. Başını göğsüne yasladı ve bir şiir mırıldandı. (Geyikli Gece, Göğe Bakalım - Turgut Uyar, Yalnız Bir Opera - Murathan Mungan) Radyo da şarkı çalmaya başladı. (Minor Empire- Keklik Dağlarda Çağılar, Neşet Ertaş- Yalan Dünya, Yenitürkü- Rüzgar) artık ne kedi, ne rüzgar, ne de zaman kimsenin umrundaydı... Şiir bitti, şarkı geçti, ay belirginleşti, sonra bitti, başlamıştı bir kere... Yerlerinden hiç kımıldamadan yıldızları izliyorlardı. Kadın, ayak sesinin omzunda uyuya kaldı. Odanın penceresi rüzgardan çarptı. Ayak sesi, yüreğine yüreğini armağan edip gitti. Bu sefer vedalaşmamışlardı. Zaten yağmur başladı.

Kitap Okuyanlara Ücretsiz Yolculuk Romanya’nın Cluj şehrinde yaşayan Victor Miron, birini kitap okumadığı için eleştirmektense kitap okuyanları ödüllendirmenin daha önemli olduğu görüşünü savunarak uğraşları sonucu; Belediye Başkanı Emil Boc’u kitap okuyan yolculardan yolculukları için ücret almama konusunda ikna etti.


22

Eyyüp Altun İle Eserlerini ve Tarihi Romanları Konuştuk

HB

C İ H AT A L B AY R A K

Sona ve Kızıl Topraklar adlı kitaplarınız, 1915 olaylarını temel alarak yaşanmış bir aşk öyküsü etrafında tarih dersi veriyor diyebiliriz. 1915 olayları üzerine ciddi çalışmalar yapmış olduğunuzu biliyoruz. Bu araştırmaların birikimini ‘tarihi roman’ türü ile okura sunmanızın sebepleri nelerdir? Bu romandaki öncelikli amacım edebiyat dünyasına özgün bir eser kazandırmaktı. Ancak toplumun 1915 Ermeni meselesinde bir alt yapıya sahip olması gerektiği yönündeki düşünceyi de önemsiyordum. Çünkü 1915 Ermeni meselesi günümüz Kürt sorunuyla önemli oranda benzeşiyordu. Hem bir dönemi aydınlatma, hem de romanda yeni bir üslup yaratma gibi zor bir yolu seçtim. Başarılı oldum mu sorusunun yanıtını kuşkusuz okurlarım verecektir.

manlar böyle değil. Roman, çocuğunu kaybetmiş bir annenin acılarını size en etkili biçimde aktarır. Siz de onunla aynı acıyı yaşarsınız, hatta o anneyle birlikte ağlarsınız. Böylece savaşın insan bedeni ve psikolojisi üzerinde yarattığı tahribatı birebir duyumsarsınız. Yani tarihi romanlar insanın günlük acısını merkeze koyarak olayları anlatır. Tarihi romanlarda insanlı tarih vardır; tarih kitaplarında ise insansız tarih. Bu nedenle geçmişi daha iyi anlayabilmek için profesyonel düzeyde yazılmış tarihi romanların orta ve yüksek öğretimde ders olarak okutulması fikrine katılıyorum. Bu durum tarihi daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Özellikle tarih fakültelerinde tarihi romanların okutulması, ardından konunun tartışılarak içselleştirilmesi gerekir. Bu durum olaylara insani bakmamızı kolaylaştıracaktır.

Eserinizi çok uzun bir sürede yazdığınızı biliyoruz. Eserin mevcut durumunu alması için Eğitim kurumlarında, tarih öğretiminde tari- yaptığınız çalışmalar mı uzun sürdü? Bu kadar uzun sürmesinin nedeni neydi? Üzerinhi romanlar kullanılabilir mi? de olumlu ya da olumsuz etkileri sizce neler Buna evet demekten kendimi alamıyorum. Tarih ki- oldu? tapları savaşlarla ve yarattığı siyasal sonuçlarla ilgilenir. Örneğin, “ikinci dünya savaşında 60 milyon insan öldü” der geçeriz. Ya da savaş sonrası bir devletin üçe bölündüğünü haberlerde duyar geçiştiririz. Ancak o savaşların insan üzerinde yarattığı derin tahribatı düşünmeyiz. Fakat bir edebiyat türü olarak ro-

Bir roman yazmaya karar vermiş iseniz, işe konu seçimiyle başlarsınız. Ardından konuyla ilgili kitapları veya yayınları toplarsınız. Sonrasında da bunları okursunuz. Bu süreç tamamlandıktan sonra işlemeyi tasarladığınız tarihsel dönem gözlerinizin önünde


23 HB

şekillenir. Tarihi romanlar iyi çalışılmadan yazılamaz. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Bir kere konunun yaşandığı tarihi dönemin ortamıyla günümüzün ortamı aynı olmaz. Siz romancı olarak o ortamı olduğu gibi günümüze aktarmak zorundasınız. Örneğin “Hıdır Ağa sigarasını çakmağıyla yaktı” gibi bir cümleyi romana koymadan önce o dönemi iyi araştırmanız gerekiyor. O yıllarda sigara veya çakmak var mıydı? Ya da insanlık sigarayla tanışmış mıydı? Sadece bunu araştırmak bile sizin birkaç gününüzü alabilir. Böyle yüzlerce ayrıntı var. Ayrıca dekoru iyi betimlemek zorundasınız. Mimari yapı, ev düzeni, o dönemdeki insanın yaşam tarzı, dönemin özelliklerini yansıtan araç gereç, kullanılan kap kacak vs. Bunun dışında, yurt içi ve yurt dışı bazı geziler bile yapmanız gerekebilir. Öte yandan dönemin ruhunu iyi aktarabilmek ve tarihi gerçeği ortaya koymak için yığınla eser okumanız gerekiyor ki bu bazen birkaç yıl sürebilir. Sonuçta araştırmaya dayanan bir konu seçmişseniz gereğini yapmak zorundasınız. Gerek Sona, gerek Kızıl Topraklar; ikisinde de uzun süren araştırmalar yapmak durumundaydım. Bu iki kitap sekiz-on yılda ancak tamamlandı. Bilirsiniz, bazı yemekler geç pişer. Tarihi romanlar tıpkı geç pişen yemekler gibi uzun sürede kıvama gelir.

Ülkemizde çokça tartışılan bir konuyu işlediğiniz için mutlaka kitaplarınızı okuyanlardan pek çok olumlu ve olumsuz eleştiriler almışsınızdır. Okur eleştirilerinden biraz bahseder misiniz; bu gibi konularda hala kemikleşmiş refleks yargılar mı harekete geçiyor? Çoğunlukla kitleler tarihi konuları pek bilmezler. İnsanların kafasında önceden bazı kalıplar oluşmuştur. Anlattıklarınız o kalıplar içine girmiyorsa bir güzel eleştiri alırsınız. Eminim Ermeni meselesinde herkesin bir görüşü vardır. Ama çoğu insan dönemi anlatan herhangi bir kitap okumadan bu görüşleri edinmiştir. Buna rağmen döneme ait yargıları mevcuttur. O yargılara uygun bir eser ortaya koymamışsanız eleştiriye, hatta hakarete uğrarsınız. Aslında bunu o kadar önemsemiyorum. Ama aydın olduğunu söyleyip bu konuda kitap karıştırmayanların eleştirilerini kabul etmiyorum. Her iki kitapta da lehte ve aleyhte birçok eleştiri aldım. Ermeni olduğumu söyleyenler de oldu. Ermeni düşmanı olduğumu söyleyenler de. Bazıları da Ermenileri sinsice bir yöntemle sempatik göstermeye çalıştığımı söyledi. “Hadi oradan Ermeni uşağı” diyenler çıktı. Çok kötü bir roman yazmışsın diyen de oldu, hiçbir kitaptan bu derece keyif almadım diyen de. Kulaktan dolma ortalama bilgiye sahip olanlardan olumsuz, akademik kariyeri olan, konuyu şöyle böyle irdelemiş olanlardan ise olumlu eleştiriler aldım. Ancak lehte ve aleyhte eleştiri yapan okurlarımın birçoğundan kitabımın akıcı olduğu ve kurgusunun çok iyi olduğu yönünde övgüler aldığımı söyleyebi-

lirim. Kürt sorunuyla 1915 Ermeni sorununu başarılı bir şekilde karşılaştırdığımı söyleyenler de çıktı. Yüz yıl önceki bu meseleyi işleyen romanımın günümüz etnik sorunlarına ışık tuttuğumu söyleyenlerin sayısı da az değil…

Edebiyat ve kitaplarla olan ilişkiniz ne zaman başladı? Süreç içerisinde ne gibi çalışmalar yaptınız? Yazın dünyasına ortaokulun ikinci sınıfında ilgi duymaya başladım. Yazdığım bir kompozisyonun beğenilmesi ve Türkçe öğretmenimden (Makbule Hanım) aldığım övgü edebiyata ilgimi artırdı. İlk ciddi deneyimimi 25 yaşında yaşadım. Dört yüz sayfalık bir roman yazdım. Fakat roman bittikten bir ay sonra yaktım. Sonrasında kısa öyküler yazmaya başladım. Ancak bunları yayınlayamadım. Hala bir köşede duruyorlar. Ardından şiir yazmaya başladım. Elliye yakın şiir karaladım. Bir süre sonra şiirin benim işim olmadığını anladım ve bir daha yazmamaya karar verdim. Bu arada bol bol okuyordum. İçerik bakımından birbirinden farklı kitaplar daha çok ilgimi çekiyordu. Sadece bir düşünce kalıbı içinde gezinmedim. Aşağı yukarı her düşünsel akımdan kitaplar okudum diyebilirim. Bu yıllarda Ermeni asıllı anneannemin yaşamı ilgimi çekmeye başlamıştı. Aile büyüklerinden onunla ilgili anlatılar dinliyor, kayıtlar tutuyordum. Sonra gördüğüm her yaşlı insana Ermenileri sormaya başladım. Kırka yakın, olayı birebir anımsayan ya da babasından dinlemiş yaşlı insanla konuştum. Anneannem Sona ve Ermenilerin içinde yer aldığı resim yavaş yavaş gözlerimin önünde canlanıyordu. Bu arada ninem Sona’yla ilgili bir şeyler karalamaya başlamıştım. Amacım onun hayatını kaleme almaktı. Ancak dönemi iyice okumadan bunu yapamayacağımı anladım ve konuyla ilgili kitapları araştırmaya koyuldum. Bulduğum kitapları yaklaşık bir buçuk, iki yılda okuyup bitirdim. Hem okuyor hem not alıyordum. Sonrasında o notlar romanımın köşe taşları oldu. Böylece 2003’te yazımına başladığım Sona’yı 2008’de tamamlayabildim. Kızıl Topraklar ise 2009 ile 2015 arasında tamamlandı.

Okurlarınızı bekleyen başka eserleriniz olacak mı? Gelecekte yayınlamayı düşündüğünüz kitaplar ya da yapmayı düşündüğünüz çalışmalardan bahseder misiniz? Hâlihazırda yazıp tamamladığım ama hala içime sinmeyen bir romanım var. Onun üzerinde çalışıyorum. Öte yandan yaklaşık altı yıldır yazdığım çeşitli içerikteki yazılarımı yayınlamayı düşünüyorum. Ancak yazıların güncellenmeleri gerek. Bir yandan da bunlara çalışıyorum. Yani önümüzdeki iki yıl içinde bunlardan birini mutlaka yayınlayacağım.


24

İdil Pişgin ile Çocuk Kitapları ve Çocuk Edebiyatı Hakkında Konuştuk

HB

AY Ş E Ü N S A L

2014 kışında doğan ve bizim de tanışmaktan büyük mutluluk duyduğumuz bir çocuk kitabınız var; Thui Başka Renkte Büyümek. Çocuklar için yazmak kolay değildir. İlk kitabınızın nasıl ortaya çıktığından biraz bahseder misiniz? Yeniden çocuk olmayı istediğim, çocuk kalmayı özlediğim bir dönemdi. İdil bir kitap yazsa, nasıl bir kitap yazardı, diye düşündüm ve masanın başına geçtim. Önümde duran kimya ders notlarını bir kenara ittim. Bir periyotta soldan sağa gittikçe atom hacminin küçüleceğini bilen milyonlarca kişi vardı. Peki ya bir defterde soldan sağa doğru yol alan bir kalemin neler yazabileceğini bilen kaç kişiydik? Bu soruya yanıt bulmak için gece lambasını yaktı ve ilk cümlesini yazdı İdil. Etrafında çocuk var mıydı? Hayır. İdil çocuklaşmak için yazdı. İlk kitabını kimseye değil, yalnızca kendisine yazdı.

Kitabınızın karakteri Thui’nin eğlenceli bir büyükbabası var. Onun için her zaman iyi bir dinleyici ve yol gösterici... Sizin hayatınızda da öyle bir karakter var mı? Hikayede endişe içinde yaşayan, başarısızlık kaygısı duyan Thui de bendim; tüm problemleri şakaya vurarak alt eden, hayal gücünün zenginliğini vurgulayarak

Thui’ye yol gösteren büyükbaba da…

Yazmak eyleminin İdil Pişgin’deki karşılığını merak ediyoruz. Edebiyata olan ilginiz ne zaman başladı? Ve kendinize en yakın bulduğunuz tür nedir desek? Yazmak, susmanın en güzel şeklidir. Ben sustuğum her anda içimden yazıyorum. Kendimi tanıdıkça edebiyata olan ilgim arttı. Üniversite yıllarımda kaldığım odanın duvarlarını süslüyordu şiirler.

İlk kitabınızdan da görüyoruz ki başarılı bir çocuk edebiyatı yazarısınız. Çocuk edebiyatı üzerine eser vermek kolay değil diye başlamıştık söze; bu yönde yazma tutkunuzun kaynağında neler var? Aslında ne siz ne de ben… Çocuklardan başka kimse duymuyor, sorgulamıyor, merak etmiyor. Yalnızca çocukların başka renkte büyümeye cesareti olduğuna inanıyorum. Bu sebeple kalemim hiç durmadan çocuk yanıma hitap etmek istiyor.

İdil Pişgin’in hayal gücünü neler besler? Kapalı kapılar ardında çalan bir müzik… Anlam yüklenmemiş bir fotoğraf…


25 HB

Gün yüzüne çıkmaya utanıp sıkılan eski bir şiir…

ve geriye demlenmesi kalmış. Sofraya servis edileceği zaman elbette gelecek.

Pek çok okuyucuya ulaşabilecek güzellikte bir kitap Thui; okurlarınızdan nasıl geri dö- Lise yıllarında şiirle alakadar olduğunuzu öğreniyoruz özgeçmişinizden; şimdilerde nüşler aldınız? şiirle aranız nasıl? Çocuklara kitabımı beğenip beğenmediklerini sorduğumda, küçük bir tebessümle karşılaşıyorum. Bu benim için kitabıma dair kurulan birçok cümleden çok daha anlamlı… Olumlu, olumsuz aldığım bütün eleştirileri ceplerime doldurdum. Doğru bildiğim yolda yürüyorum. Bazen sendeliyorum ve hemen ceplerimi yokluyorum. Aldığım bütün yorumların bende saklı olduğunu bilmek heyecanımı her daim taze tutuyor. Bu benim en büyük zenginliğim.

“Yaş almak kaçınılmaz ama büyümek isteğe bağlıdır.” diye bir sözü var Bob Monkhouse’un. Büyümek nedir? İnsan gün gelip de büyüyorsa, neden büyüyor sizce? Büyümek bir zorunluluktur. Çoğu kez kölelik… Büyümek soyut bir zamana boyun eğmektir. En hızlı büyüyen insan başkasının hayatını yaşayan insandır çünkü bir insanın yaşı, kendi hayal gücünde yazılıdır.

Yeni kitabınızın yolda olduğu müjdesini aldık. Yeni kitaptan ufacık bahsedebilir misiniz? Serinin ikinci kitabında Thui ilkokula başlamaktadır. İlk kitapta Thui’nin özgür büyümesi için çaba sarf eden büyükbaba, bu kez Thui’nin de dahil olduğu eğitim sistemine karşı mücadele vermektedir. İlk zamanlarda diğer çocuklardan daha farklı bir duruş sergileyen Thui, zaman geçtikçe hızla değişmeye ve diğer çocuklara benzemeye başlar. Thui’deki değişimi aile içerisinde en çok hisseden kişi büyükbabasıdır. Belirli kalıplar içerisine sokularak alınan eğitimi doğru bulmayan büyükbaba, bu kitapta da küçük numaralarla Thui’ye doğru yolu gösterme amacındadır. Ben keyif alarak yazdım, umarım sizler de beğenerek okursunuz.

Farklı türlerde eserler gelecek planlarınız dahilinde var mı? İdil Pişgin’in hayalini kurduğu gelecekte başka neler var? Tabii ki. Beş yıl önce ilk cümlesini yazmış olduğum bir roman çalışmam var. Son noktayı koymuş olsam dahi emeğimi sunmak için biraz daha beklemekten yanayım. Düşünün ki çay suyu kaynamış, altı kısılmış

Dürüst olmak gerekirse mutluyken şiir yazamıyorum. Tamamlayamadığım şiirlerim var. Arkasını getiremediğim bir sürü dize… Demek ki şiir yazmayı beceremediğim kadar mutluyum şimdilerde.

İdil Pişgin hangi yazarları takip eder? Şu an yol arkadaşınız olan kitabı öğrenebilir miyiz? Şu an bana eşlik eden kitap bir baba-oğul ilişkisini işliyor. Gerçek ile düşü, abartı ile yalınlığı, eğri ile düzü dengede tutmayı başarmış bir kitap… Daniel Wallace’ın kaleminden Büyük Balık…

İdil Pişgin’in ilk 10’u: 1. Orhan Pamuk - Sessiz Ev 2. Latife Tekin - Aşk İşaretleri 3. Yaşar Kemal - Bir Ada Hikayesi Dörtlemesi 4. Ahmet Ümit - Patasana 5. Kemal Demirel – Piyano Piyano Bacaksız 6. George Orwell - Hayvan Çiftliği 7. Paulo Coelho - Simyacı 8. Khaled Hosseini - Uçurtma Avcısı 9. Jose Mauro de Vasconcelos - Delifişek 10. Anthony Burgess - Otomatik Portakal


26

KEDİYE YAZIK

HB

EMRE GÜRK AN K ANMA Z

K

ediye yazık. Bu yaz gününde, gün boyu başka kimseye değil. Sokağımızdaki insan harici tek canlı olan, şu zavallıya. Bazen düşünüyorum, hangimiz hayvanız, bunu kestirmek güç. Kendimize gelince en soğuğundan, en çekicisinden limonatalar, kolalar, türlü meşrubatlar alırken, zavallıcığa tek damla suyu çok görüyoruz. E, ne anladım bu işten? Bu gariban da bu sokağın bir sakini değil mi? Bekir’in kahvede tavla oynarken ayağınıza sürünürken, bundan dolayı da severek şans getirdiğine inanırken iyiydi. Çoluğunuza çocuğunuza oyalansın diye kucaklayıp elden ele dolaştırırken iyiydi. Fare vakalarında dükkanlarınıza davet edip, kahramanlık etmesine müsaade ederken iyiydi. Şimdi ne oldu da bir damla suyu çok görür oldunuz? Yaz, tıpkı kış gibi çetin geçecek. Başından belli. Hadi, bir şeyler yapın lütfen. İnsanlığınızı doktora gösterin, ilaç filan yazsın. Günde iki kez aç karnına için. Sonra sokağımızın emektar sakinine gereken özeni, saygıyı gösterin. Çok mudur bu istediğim? Bakın, elimdeki bu tas şimdiyle birlikte üçüncü oldu bugün. Az sonra da şehriye çorbasının içine ekmek içini bastığım gibi gidip vereceğim cancağızıma. Ne oldu, külfet mi bu söylediklerim size? Yoksa çorba verecek gönlünüz de mi yok? E, oldu olacak geberip gitsin, deyin, olsun bitsin. Nankör deyip geçmeyin. Biraz da siz gönlünüzü verin. Ve unutmadan söylemeli, çocuklarınıza söyleyin… Kediler aslında lazerden nefret ederler!

6 Mayıs 1966’da Erciş’te dünyaya geldi. Tarihi Atatürk ve Erciş Lisesi’nden mezun oldu. Vatani görevini Eğirdir Dağ ve Komando Okulu Komutanlığı’nda yaptı. Her ne kadar işletme fakültesi mezunu olsa da başta şiir olmak üzere, yazın alanında ilerlemeyi ilke edinen şairin, birçok yarışmada derece alan şiirleri; edebiyat dergileri ile antoloji kitaplarında yayımlanarak yerel ve ulusal radyolarda seslendirildi. Şiirin yanı sıra vecize ve anı dallarında kaleme aldığı eserleri yine Türkiye çapında birçok ödüle layık görüldü. Beşi şiir, dördü roman, vecize, deneme ve çocuk serisi olmak üzere toplam dokuz adet basıma hazır kitabı bulunan Arlı, kurucusu olduğu Başkent Şairler Platformu başkanlığı ile Kültür Ajanda Dergisi yazarlığı ve Sosyal Medya Editörlüğü görevlerini sürdürmektedir. Ankara-Altındağ Belediyesince düzenlenen Hamamönü Söyleşilerine katıldığı; Pulsuz Mektuplar ve Şiir Otağı isimli iki ayrı programın moderatör-

lüğünü yürüten şair; başta kayak ve taekwondo sporları olmak üzere; kaligrafi, ebru ve fotoğraf sanatları ile ilgilenmektedir. Ankara’da ikamet etmekte olup, evli ve üç çocuk babasıdır. En son, acılar ülkesi kardeş Bosna-Hersek’e giden şair, buradaki edinimlerini Kültür Ajanda Dergisi Bosna Özel Sayısı’nda neşretmiştir. Başkent Şairler Platformu’nca düzenlenen Vefa Konulu Şiir Yarışması’nın galası, Uçan Kitaplar isimli kitap kampanyası ve ll. Ankara Şiir Günleri programlarını içeren üçlü bir proje ile yeni şiir kitabı ve albüm çalışmasını birlikte yürütmektedir.

Vanlı Yazarlar ve Şairler | 2

Ömer Faruk Arlı

Yusuf Aras Barış Kul Ahmet Kurbani İsmet Tunç Ömer Faruk Arlı Fesih Yıldız Ahmet Poyrazoğlu Cengiz Alper Abdurrahman Adıyan Lütfi Demir Hikmetullah Yetkin Kadir Cesur Abdulsamet Acar Mehmet Bülbül


27 HB

TOLSTOY HAKKINDA BİLMEDİKLERİNİZ

Ü

nlü Rus yazar Tolstoy, ilginç yaşam öyküsü ile edebiyat tarihinin en önemli isimlerinden biri.

> Tolstoy, zengin bir ailenin çocuğu olarak Rusya’nın Tula şehrindeki Yasnaya Polyana adlı konakta doğdu. > Çok küçük yaşlarında önce annesini, sonra babasını kaybetti. > Fransızcasını ilerletmiş, Voltaire’i ve J. J. Rousseau’yu okumuş, bu iki yazarın kuvvetli etkisinde kalmıştır. > Asalet unvanlarından, lüksten sıkılıyordu. > Köyünde bir okul kurdu. Bu okul, öğrenim, eğitim bakımından yepyeni bir kurumdu. > Huzura kavuştuğuna kanaat getirdikten sonra, 1862’de evlendi. > Tolstoy evlendiğinde karısı Sophie Behrs 16 yaşında idi. > Bu evlilikten 12 çocukları oldu; bu çocuklardan 5’i öldü. > Karısı, eserlerini yazmasında en büyük yardımcısıydı. Hatta Savaş ve Barış’ın düzeltmelerini 12 kez yapıp yazmıştır. > Geniş halk yığınlarının, özelikle Rus köylüsünün yoksul, perişan durumu onu çok üzüyordu. > Bütün servetini köylülere dağıttı. > Anna Karenina, Savaş ve Barış, Diriliş gibi dünya edebiyat tarihinin en önemli eserlerine imza atmıştır. > Hıristiyan anarşizminin geliştirmeye çalıştığı kitabı “tanrının egemenliği içimizdedir” kitabıyla yeni bir Hıristiyanlık akımı tanımlaması Ortodoks kilisesi tarafından aforoz edilmesine sebep oldu. > Tolstoy, ömrünün son yıllarını büsbütün derbeder bir şekilde geçirdikten sonra, bir küskünlük sonucunda, evini bırakıp yollara düştü. > Astapovo tren istasyonunda ölü olarak bulundu. > Ölümüne zatürrenin sebep olduğu bilinmektedir. > 82 yaşında vefat etmiştir. > Polis, cenazesine katılmak isteyenlere ulaşımı sınırlandırmak için çalıştı ama binlerce köylü cenazesinde sokakları doldurdu.

Türkiye’nin önde gelen online kitap satış platformlarından kitapyurdu.com yazarların en çok okuduğu kitapları listelemiş. Buna göre yazarların en çok okuduğu kitaplar ve kitapyurdu. com’daki toplam satış adetleri: 1-Saf ve Düşünceli Romancı - Orhan Pamuk (749 adet) 2- Son Oyun - Ahmet Altan (1212 adet) 3- Şah ve Sultan - İskender Pala (21667 adet) 4- Yedinci Gün - İhsan Oktay Anar (4676 adet) 5- Devlet-i Aliyye ve Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar 1 - Halil İnalcık (3072 adet) 6- Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali (45493 adet) 7- Od - İskender Pala (20553 adet) 8- Nar Ağacı - İskender Pala (18214 adet) 9- Aşkın Gözyaşları - Tebrizli Şems - Sinan Yağmur (37168 adet) 10- Beş Şehir - Ahmet Hamdi Tanpınar (3792 adet) 11- Sultanı Öldürmek - Ahmet Ümit (9173 adet) 12- Genç Bir Romancının İtirafları - Umberto Eco (364 adet) 13- Serenad - Zülfü Livaneli (8325 adet) 14- Kış Günlüğü - Paul Auster (787 adet) 15- Efsane & Bir Barbaros Romanı - İskender Pala (14725 adet) 16- İskender - Elif Şafak (8612 adet) 17- Mel’un & Bir Us Yarılması - Selim İleri (429 adet) 18- Az - Hakan Günday (2325 adet) 19- Kardeşimin Hikayesi - Zülfü Livaneli (10224 adet) 20- Ruhi Mücerret - Murat Menteş (5576 adet)


28

KOCA BEDENLİLER VE YOLCU

HB

C İ H AT Ş İ T

B

ir zamanlar ömür kiralama ofisine giden bir adam fakir sınıfına ait bir ruhsat edindi gerekli mesuliyetleri kabul ve beyan etti, ölüm gelip çatana değin yolculuk etmeye karar kıldı. Bu adamın adı Yolcu’ydu. İlk zamanlar kendi kisvesine sığamayan koca bedenlileri gördü. Koca bedenliler, insanlar. Bir çocuk olarak çok şey idrak edemedi. Sütünü ve mamasını veriyorlardı ve adı on beş sene boyunca çocuk kaldı. On beş sene sonra merak ve tereddüt içinde koca bedenlilerin içine tüneyen şeye eğildi, ruha. Geldiği yerden gelen ve yolculuk süresince bedenlere hapsolan onlara kocaman varlıklar olduğu hissi veren ruha. Ruh bedenlerden taburcu olmayı beklerken yolcu onların Habil’den mi Kabil’den mi olduğunu anlamaya çalışıyordu. Eğildiği ve düşündüğü ve gördüğü gün adı yetişkindi Yolcu’nun. Yolcu ahir zaman denilen zamanda kesmişti biletini. Evvela yakın zamanda kurulan devasa yapıtlarla karşılaştı. Koca bedenliler hummalı bir çalışmanın içerisindeydi bu yerlerde. Bu yapıtların billboardlarında “Bu fabrikanın bütün masrafları şersever koca bedenliler tarafından karşılanmıştır” yazıyordu. Biraz sonra yolcu bunların ahir zamanın en büyük yapıtları olan “kin fabrikaları” olduğunu öğrenmişti. Koca bedenlilerin beyinleri her gün yedi-sekiz saat ameliyat ediliyordu. Ameliyatı yapan doktor dünyanın en meşhur nörobilimcisiydi, adı Bay Televizyon’du. Koca bedenliler zaman dilimleri boyunca sorgulamayı, öğrenmeyi kendileri için karar verecek olan yetkililere teslim etmişlerdi. Bütün yetkililerin “kin izi” alınmıştı ve onlar kin fabrikalarının acenteleriydiler. Koca bedenliler birbirlerini daha rahat tanımaları için ırklar halindeydiler. Ama bu suiistimal ediliyordu kara yürekli şövalyelerce. İki adet bol kanlı dünya savaşı yaşattırmışlardı birbirlerine koca bedenliler. Bazıları bütün servetlerini yanlış olan davalar uğruna heba ediyorlardı. Gerçeğini öğrenmeye aciz olduğu bir dinin şehidi olmak için çabalayanlar mı dersin ırkdaşlarına tapulu saydıkları topraklar için uzun vadede kin borsasına yatırımlar yapanlar mı dersin türlü türlü müstakil beyinli koca bedenliler vardı. Saymakla bitmez hengameleri. Mesela bir kesim koca bedenli küçük görmeye alışmıştı. Etrafında yürüyemeyen konuşamayan engelli bedenlere sahip sesli harfler var iken onlara bakıp bir ders çıkarmıyorlardı. Peşinden çok koştukları bir şey vardı. Bu şey yazılıydı ama kimi koca bedenlile-

rin fantezilerine göre. Sık sık tekerrür ettiğinden dem vuruyorlardı. Aslında o da kin fabrikasının alternatif enerji kaynaklarından biriydi. Buna onlar “tarih” diyordu. Kiminin ele almasıyla “kin tarifi” oluveriyordu. Koca bedenlilerin en sık sarıldıkları demir eşyalarının adı “silah”tı. Bu aletler bu alemin yolcularına en rahat bilet kesme yöntemlerinden biriydi. Kredi kartı gerektirmeyen, temassız, tek çekişli çok sıkışlı pos makinesi mahiyetindeydiler ve hemen hemen her evde bundan bir tane vardı. Sevinirken ve savaşırken sık kullanırlardı. Koca bedenliler çok boş işlerle uğraşıyorlardı. Çoğu şeyi bölüşemiyorlardı. Allah’ın adaletini ise başaramıyorlardı pay etmeyi. Koca bedenli olmayanlar vardı elbette bunların içinde. Gelmiş geçmişlerdi bile. Yolcu, onların sözlerini inceledi. Buda diyordu ki “Varmaktansa yolculuk etmek yeğdir”. Heraklitos “Bana göre bir insan iyiyse bin insandır” diyordu. Koca bedenliler girmekten imtina ettikleri bol sayfalı saraylarda (kütüphane) gizliyorlardı bu sözleri. ‘Karanlık yüreklileeeer’ diyordu Yolcu, o sırada bir söz daha ilişti gözlerine Konfüçyüs’ten “Karanlığa söveceğine kalk bir mum yak”. Yolcu artık dayanamadı, kaçmaya çalıştı ve ayaklarına bir Sokrates sözü dolandı “Kaçarak değil kalarak özgürlük”. Yolcu durdu ve ahir zamanda yaşlandı. Bundan sonra adı “ihtiyardı”. İyi şeyleri görmek için vakti daralmıştı. Koca koca yürekli birisini tanıyordu ismen. Keşke görmek de nasip olsaydı diyordu Yolcu. Kardeşiydi ve aynı zamanda ümmetindendi. Efendisinin şu sözünü kalbine astı yolcu “Alimlere sorun, hekimlerle konuşun, fakirlerle oturun”. Yolcu ömür kiralama ofisinden aldığı bilette fakir olarak yolculuk etmeyi istemişti. Hekim ve Alim aramaya başlamalıydı. Derken yolcuya ayrılan sürenin sonuna geldik. Yolcunun adı artık “ölü” oldu. Hekim ve Hâkim’e ve Âlim’e hesap vereceği vakit gelmişti. Ama ön duruşma için bekletilecekti elbette. Ön duruşma bir köyde yapılıyordu. Bu köy define-i ruhtu. Çürük beden arşiviydi. Bu köyün adı Tahtalı Köy’dü. Birkaç maddeyle yolcu bu köyü imgeleştirip özetlesin size; *Tahtalı Köy Kanunlarının (TKK) ilgili müeyyidelerine göre suçların geriye yürütülebilirliği mümkündür hatta şarttır.*Tahtalı Köy Anayasası irade-i hürriyeyi esas kılmakla beraber sorumlulukların self servis alındığını tarafınıza hatırlatmaktadır. *Tahtalı Köy mimarisi kişinin geçmişine göre değişmektedir. Geniş ve süit kı-


29 HB

vamında yerlerin fiyatı bir adet taksitlendirilmiş ömürdür. *Tahtalı Köy’ün muhtarı yoktur. Geriye dönük iletişimler için PTT acenteliği aramayınız. *Tahtalı Köy konakları yazlık ve kışlık olarak asla düşünülmemelidir. Geri dönüşü olmayan biletlere sahip olduğunuzu unutmayın ve bu biletler için Sayın Azrail’in herhangi bir başvurunuza ihtiyaç duymadığını da aklınızdan çıkarmayın. *Tahtalı Köy servislerimiz tek yönlü (geliş) her salise mevcuttur. Kalkış yeri Dünya’nın herhangi

bir yeridir. Koltuklarınız sigortalıdır ve kesinlikle iki kişiye aynı koltuk satılmaz rahat olun ve kasmayın. Bir şahadet süresince süren yolculuğunuzda konforunuz elbette önemlidir. *Tahtalı Köy yolculukları kesinlikle bagaj kabulü olmadan gerçekleşmektedir. Uygun ve markasız kefen yolculukta en sık tercih edilen üsttür. *Tahtalı Köy’e vardıktan sonra çeşitli hesap kesimleri yapılmaktadır. Bu işlemlerden sonra kendi peronlarınızda kıyameti beklemeniz zaruridir.

Türkiyeli Şairler Norveç’e Göç Ediyor

Genç Öykücüye Yazı Hayatında Yol Haritası Necip Tosun’un genç öykücülere tavsiyeleri sosyal medya üzerinden devam ediyor.

Ş orveç’te yayınlanan her kitaptan devletin 1000 N adet satın alarak kütüphanelere bıraktığı iddiası bir süredir sosyal medyanın gündemindeydi. Ülkem-

izde, destekli kişisel yayıncılık yapan yayınevi yetkilileri ve şairler bu haberin ardından oldukça heyecanlanmış ve ülkemizde de Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın benzer bir uygulama yapması yönünde çağrılarda bulunmuşlardı. Son haberler ise, edebiyatımız için oldukça önem arz ediyor. Sosyal medya hesaplarından, Türkiye’de kitaba değer verilmediğini, bir Japon yılda 10 kitap okurken, 10 Türk’ün yılda bir kitap okuduğunu ifade ederek, ilgisizliğe isyan eden beş şair, Norveç’e göç etmeye karar verdiklerini ilan ettiler. Norveç’e vatandaşlık başvurusunda da bulunacaklarını belirten Türkiye Şairler Sendikası üyesi şairler, Türk şiirini Norveç’te temsil edecekler. Türkiyeli şairlerin yoğun ilgisi ile karşılaşan Norveç’in, bu uygulamadan vazgeçip geçmeyeceği ise merak konusu... (Haber asparagastır.)

unu gördüm, sadece ürün yayınlamak ve güzel öyküler yazmak yeterli değil. Yazar, edebiyatını kötü eleştirmenlerin kucağına teslim etmemeli, iyi kuramsal yazılarla edebiyatını güçlendirmeli ve ürün verdiği alanda da söz sahibi olmalı. Bu anlamda her öykücünün bir öykü davası olmalı. Öykü davasından kastımız poetik bilinçtir. Elbette iyi öykü yazmak için, iyi bir kuramsal altyapıya sahip olmak işin olmazsa olmazı değildir. Ama iyi öykü yazmanın yolunun da yaptığı işe kafa yormaktan geçtiği herkesin malumu. Kuşkusuz öykücünün temel görevi öykü yazmak, öykünün iyi örneklerini vermektir. Ancak edebiyat davasının nitelikli eleştiri ve kuram yazılarıyla desteklenmesi gerekir. Edebiyat tarihine baktığımızda bu gerçekliği net bir şekilde görürüz: Virginia Woolf, T.S. Eliot, Octavio Paz, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sezai Karakoç, Rasim Özdenören, Tahsin Yücel, Ahmet Oktay, Tomris Uyar… Dikkat edilecek tek husus, öykülerinizin, eleştiri/kuram/inceleme yazıları altında ezilmemesi, öykücü kimliğinizin hep ön planda tutulmasıdır.


30 HB

RUNİK AYNA KAÇINCI DÜNYA HARBİ H A K A N İ S FA Ş A H İ N GÖZLERİN I.

lüperni bitti, sırada sakin bir ürperti boynuzların boynuma geçmiş terleyen bir ağaç gibi tehlikeli bak görüyor musun? ağlıyor bize lanetli bir peri

yakıyorum şeker kabuklarını ve park salıncaklarını bir daha uyanmak yok bu dünyada şu iki tarçınlı savaşçıyı yuvarlıyorum ihanete bize yetiyordu suyun hışırtısı, kilimin dokunması yetiyordu bize, ikimize puslu küpler ve silindirik hayatlar bakalım eski bir anının yanında nasıl durduğuna aynamızın tırnağımı öptüğünde anlamsız çalan o müzik şimdi içimde onca şeyle birlikte müzik yapar gibi, kemikleri kırıyor el sallıyor karşı kıyıdan biz ikimize derin uyuşmuş gövdem ve küflü yanlarım iyiyim bırak beni kısık ateşte yaksınlar mutluluğumuzu bırak beni senden sonra suyu küstürdüm, ışığa küstürdüm kurumuş inciri, kuşlara II. gergedan bir ceylanı sana benzettim bu gece nasıl da kırılganmışsın öyle hızla açılan yavaşça su dolan bir hendeğe düşmüş gibisin beni hatırlamıyorsun? beni hatırlamıyorsun içimden böyle geçemezsin, kırılmadan III. gergedan dil bitti, kelime bitti alnın kırışıklıkları anın şırıltıları hıçkırıklarla vuruldu adını yeniden yaratıyorum yeşil bir boynuzla

Z E K İ A LT I N

/modern masala giriş / o zırhını kuşandı, geldi ve akşamdı sirenler çocukların ağızlarında misilleme gönderilen kuşlar vardı gökyüzünde ve dublin’den yola çıkan ömrümüz çok hızlı soramadım ben hiçbir şey sana bugün önce durdurdum kendimi kendimi siper ederek gövdeme oysa bu cebelleşme arasında herkes kendi derdinde kuryeye vermeliyiz bence önem arz eden korkularımızı sarıp sarmalamadan üşümemeliyiz kış aylarında yine kış aylarında -kış ayları: aralık, ocak, şubat mart mart mı? mart yok çünkü o ilkbaharöyle bir rüzgar gülü işte kapımızda bizi bekleyen mevsim terennümleri sürmanşette her şeyi ifşa edilen halkımız bunu bilmesin sakın bunu bilmesin çünkü bilmek bir sorumluluk hakkıdır bilmelisin /modern bir masaldan çıkış/ oylumlu bir düş kurmak için oyulan hayallerin iskelesine yanaşan korsan gemileri gibi yanaştı mavi boncuk gözlerin ben şiiri unuttum çok vahşice şiir beni aldı benden hayallerim krallık kuramadım ne ortadoğu’da ne de o deli gözlerinde hiçbir zaman devr-i daim düzene ilk başkaldırışım değildi bu ama bir ilkti senin için girmem bir harbe koca bir dünyayla bir tarafım surlarını güç bela korumakta -kalbim bir tarafım içten içe bir mağlubiyete hazırlanmakta -kalbim


31

RUHUMA SERPİLEN KÖY NAĞMELERİ

HB

YA Ğ M U R D U R U K A N

K

alabalık insan topluluklarından, bitmek tükenmek bilmeyen motorlu araç seslerinden, yüksek beton yığınlarından, kısacası şehrin merkezinden uzak, yeşilin bağrına, temiz havanın hükümdarlığına, sevgi ve kardeşliğin yalansız toprağına bir kez daha süzülmek istedim. Benim için huzurun temsili olan, yaşamın hakikatine kavuştuğu tek yer… Gerçek özüm, köyüm… Girişte yine çakıllı yollar, hayat kaynağı tarlalar, yüzlerinde gönülden tebessümü eksik olmayan güzel insanlar karşılıyor bizleri. Güneşin en tepede seyrini, yoğun sıcağın körpe bedenimi kavurmasını, ılık rüzgarın saçlarımı okşamasını seviyorum çünkü burada gerçek kimliğime kavuştuğuma inanıyorum. Köyümün cıvıldaşan kuşlarını, gürül gürül akan soğuk deresini, mutluluk şarkısı söyleyen sevimli ördeklerini hiçbir şeye değişmem, bunu biliyorum. Velhasıl kelam bu topraklar, çok emek lakin az aşa, bol huzur ve gerçek yoldaşa sahip olmak demek. Şehirler belki sayıca çok fazla insan barındırabiliyor bağrında, doğru. Fakat sahip olduğu onca varlığa rağmen mutlu olmayı bilen, gerçek huzuru tadabilmiş insan sayısı o kadar az ki! Çeşit çeşit oyuncak, televizyon ve bilgisayarlara mahkûm edilen çocuklar teknolojiyle avutuluyor, mutluluğun maddiyattan ibaret olduğuna inandırılıyorlar. Oysa... Oysa köylerde bir parça kuru ekmeğin adını mutluluk koymuş olan çocuklar var ama ne yazık ki bunun bilincine varabilen kimseyi göremiyorum! Belki o eller tozlu topraklı, belki üzerlerine giyecek pahalı kıyafetleri yok, belki sahip oldukları tek eğlenceleri tahtadan yaptıkları küçük kağnıları; lakin saflıktan ışıldayan temiz yürekleri her şeye değer… Samimiyetsiz samimiyetlerden uzak bir yer burası, hem de fazlasıyla uzak. Bir yanda hayatın ağır yükünü korkusuzca omuzlayan erkekler, diğer yanda ise saçlarında geceyi saklayan güçlü kadınlar. İnandığım bir şey varsa o da; her ikisi de birer savaşçı ruh…

Köyün kalbine yaklaştıkça, kavurucu sıcağa aldırış etmeden, ailelerinin refahı için canını dişine takıp çalışan yurdum insanlarıyla karşılaşıyorum. Parmaklarında manikür yerine nasır bulunduran kadın gibi kadın, ana gibi analar ellerindeki kazmaları olanca gücüyle toprakla buluşturuyor; sıcak ve yorgunluktan bitap düşmüş, uzun kavakların gölgesine sığınan birkaç erkek ise ellerindeki su testilerini kaldırarak bir nebze de olsa serinleme çabasında. İşte o zaman anlıyorum; insan ekmeğini en güzel taştan çıkarıyor. Vermiş olduğum selamı, beni şaşırtmayarak içtenlikle karşılıyorlar. Kolaylık ve sabır dileyerek ayrılıyorum yanlarından. Bir kez daha emin oluyorum; şükredecek ne çok şeye sahip olduğumuzdan. Yeşiliyle, toprağıyla, havasıyla, suyuyla doğanın yeniden hayat bulduğu bir yerdeydim ben. Belki burada yaşam yeterince adil olmayabilir, ya da yeterince kolay… Lakin; ben asıl ne kadar zengin olurlarsa olsunlar hiçbir zaman bu güzelliklerin zevkine varamayacak, hayatın bu manzarasına şahit olamayacak insanlar için üzülüyorum. Çünkü gerçek zenginlik gönülde. Gönlü zengin olanın dünyası da zengin olur çünkü. Gerçek zenginlik bencilliği bir kenara bırakmayı gerektirir. Tıpkı gördüğüm insanlar gibi… Buradaki insanlar aynı zamanda bizler için, ülke ekonomisi için, tüm insanlık için çalışıyorlar. Şanslı olduğuma inanıyorum, öyleyim de… Çünkü ben hayatın tüm bu gerçekleriyle, tüm güzellikleriyle erkenden yüzleşmiştim. İşte oracıkta kabul olmayı fazlasıyla hak eden masum bir dua kopuverdi yüreğimden: “Allah herkese bakmayı değil de görmeyi, hayatı gerçekleriyle yaşamayı ve bir de bu manzaranın tadına bakmayı nasip etsin!” Olduğum yerde öylece derin düşüncelere dalmışken aynı zamanda gün batımına şahit olmanın verdiği keyifle bir tebessüm yerleştirdim yüzüme. Zamanın burada böylesine hızlı akması şaşırtmıştı beni. Ve emin olduğum diğer bir şey ise, buradan uzun bir süre daha ayrılmak istemediğimdi…


32 HB

ZAMAN İÇİN BİLİRKİŞİ RAPORU S E D AT İ P E K

nereye gitsem o ağrılı zaman, o kadran ben çocukluğu kum saati bilirdim bir duvarda asılıymış oysa -her saat başı gonk ve kederdönülmez akşamın ufkundayım ah o şarkı ve keman bir sefer tasıyla dönüyor evlere yaşlı akşam biraz da zamanın aklıyla kararttık kağıdı zigon bir sehpadan telgraf tellerine ah akar zaman dağ dağa kavuşmaz, insan insana kanar bunu bilir bunu söylerdi nenem diline akrep soktu da bir ayna bıraktı ardından nereye baksam o ağrılı zaman,o katran güneyde gül ektiğim bahçe, şimdi doğuda küf ve irin ah dünya her yerin intihar motifi senin her yanın çulsuz imge ve kezzap haşim’den tanpınar’a şiirim flu ve siyah balkondan kuyuya sarktı o dilsiz yelkovan

Edebiyat Haberleri tarafından yapılan iki anketin sonuçlarını ilk kez Hayal Bilgisi’nin 18. sayısında yayınlıyoruz. 1 Eylül 2015 itibariyle anketimize toplam

340 kişi katılmıştır. “Yaşayan en iyi roman yazarımız kimdir?” sorusunu yönelt-

tiğimiz anketimizde, Orhan Pamuk %13 oy ile ilk sırada yer almıştır. “Hangi edebi

türdeki eserleri daha çok okuyorsunuz?” sorusunu yönelttiğimiz anketimizde ise,

edebi roman %37 oy ile ilk sırada yer almıştır.


33

BANA MÜSAADE

HB

SALİHA GÜNGÖR

Çocukların ağlamasına müsaade ediliyor Allah’ım. Ve gündüzlere giden tüm otobüsleri kaçırıyorum. Merhamete ayırdığım, vicdan ile sınırlı kalan son biletim de yanıyor böylece. Bildiğim tüm şiirleri unuttuğum halde ismimi unutmayı beceremiyorum, yük olmaktan kurtulamıyorum. Annelerin üzülmesine müsaade ediliyor Allah’ım. Düzenim bozuluyor, benden içre olana küsüyor, yetim sofralarına kuruluyorum. Mataramdaki suyu umursamıyorum da erzağımdaki öksüz lokma canımı sıkıyor. Hangi durakta ineceğimi unutuyorum. Geç kalıyorum yaşanmışlığa. Şehirlere müsaade ediliyor Allah’ım. Biri metroya yetişiyor, huzursuz. Çocuk beton hapsinde, bir moda dergisi sehpa üzerinde. Toprak yolun özlemi, baba yüreğinde. Fazla kalabalık şehir, fazla tenha gönül. Herkes yalnız kalmışken samimiyeti erteliyorum. Konuşmalara müsaade ediliyor Allah’ım. Derdin derman olduğunu unutuyorum. Büyük harflerin uğultusu hevesimi yontuyor, nefretimi onarıyor. Kırılıyorum. Yalanlar söyleniyor, methiyeler düzülüyor. Gönül taşlıyor, gözler “dostum” diyor. Çelişki ve insan, maskeler, her köşede maskeler... Korkuyorum.

Wattpad’den Roman Oldu: Edebiyatta Wattpad Etkisi

S

on zamanların bağımsız yazarlar platformu olan Wattpad’den her gün yeni yazarlar doğuyor. Günde en az 150 bin hikayenin paylaşıldığı sosyal medya platformu Wattpad’den paylaşılan hikayeleri kitaba dönüştürülen pek çok yazar var. Pek çok yayınevi içeriğini önemsemeden, hiçbir kritere göre değerlendirmeden Wattpad romanları basmaya başladı. Önemli yayınevlerinin de ya doğrudan kendi isimleri altında, ya da bünyelerindeki alt yayınevleri üzerinden çok sayıda Wattpad romanını okura sunması, okurun nitelikli esere ulaşmasını daha da zorlaştırıyor. Reklam kampanyalarının çok niteliksiz eserleri çok satar hale getirmesi ve pek çok yayınevinin sadece kâr odaklı yayın yapması edebiyatımızın baş etmesi gereken en büyük sorunlar arasında... Özellikle genç okurlar tarafından yoğun bir ilgiyle takip edilen Wattpad hikayelerinden, çok okunan ve yayın evleri tarafından kitaba dönüştürülen eserlerin öne çıkanlar: Büşra Küçük - Kötü Çocuk Serisi / Tuğba Sayın - İstanbul / Işıl Parlakyıldız - Ali’m / Emine Can - Alayına New York / Özlem Türk - Annemin Gelini Olur Musun / Merve Akıncı - Şahmelek / Betül Güçlü - Süper Dadı / Sena Yavuz - Küçük Hırsız / Burcu Büyükyıldız - Çilek Mevsimi / Aydan İnan - Ben Baba Olamam

Ağıtlara müsaade ediliyor Allah’ım. Cennet, sadrı genişleyen bir annenin her köşesindedir diyorlar, anlıyorum. Topraktan evvel gönüllere gömülüyorlar. Ustaca kaçıyorum. Bir mısrası eksiliyor şiirin, arıyorum. Şairlere müsaade ediliyor Allah’ım. Amatör dertliler melâl ile dertleşiyor. Büyüdükçe büyüyor yaralar. Her şeyi anlıyorum. Fuzûlî sunuluyor kederlere, Gâlib Dede’yi buluyorum, zâtım hoşnut kalıyor. Hûd Suresi dedikçe şiir, öksüzce ihtiyarlıyorum. Söz hakkı istiyorum kalbimden. Bulmalara müsaade ediliyor Allah’ım. Yaralı bir dünyanın sağ kalan yolcusu değilim, biliyorum. Yoğun acılar paylaştırılıyor günlere. Yanılıyorum. Tüm saatlere sığıyorum. Aramak kaidesidir yaşamın. Ölmek kaidesidir aramanın. Özlemlere müsaade ediliyor Allah’ım. Avucumda büyüyen dualar yaklaşıyor şükrüme. Hakikati arıyorum, yoruluyorum gerçeğin eşiğinde. Bâki kalan kubbeyi hasretle süslüyorum. Yazılacak en güzel şiirin bu dünyaya ait olamayacağını biliyorum. Gitmelere müsaade ediliyor.

Türkiye’de İnternet Üzerinden En Çok Satılan Kitap

B

ir çok kitap satış sitesi, kitapların satış rakamlarını paylaşmasalar da, çok satanlar sayfaları bu konuda ipucu veriyor. Bunun yanında, Türkiye’nin en büyük kitap satış sitelerinden Kitap Yurdu, kitapların satış rakamlarını paylaşıyor. Kitap Yurdu’ndaki satış rakamlarına göre, bir kitap, sadece Kitap Yurdu üzerinden 45493 adet satılmış. Popüler pek çok eseri ve yayınevini, yüzlerce arama ile inceledikten sonra, bizim ulaştığımız sonuca göre, Türkiye’de internet üzerinden en fazla satılan kitap, Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan Sabahattin Ali’ye ait Kürk Mantolu Madonna. Yakın zamanda telif sorununun ortadan kalkmasıyla birlikte onlarca yayınevi tarafından basılan Küçük Prens ise, şu anda Kitap Yurdu’nda toplamda 24500 adet satılmış. Kısa süre sonra, Kürk Mantolu Madonna’yı tahtından edecek tek kitap şimdilik Küçük Prens gibi görünüyor.


34

YAZ GELSİN

HB

S E Y R A N TA N K U Ş

tabiatı sert bir ömrün ılımlı iklime kavuşma sevdası kavuşursa yaşam olsun kavuşmazsa şiir hayat kımıldamadan duruyor aramızda gökyüzü nefesini tutmuş kuşlar kanat çırpmaktan yorgun yaşamıyormuş gibi oturuyorum pencerenin önündeki taburede tütünü ciğerlerine çeken ben değilim kimden yadigâr ölüyüm zehirli sarmaşık zaman dolanmış mevsimlere çoktandır yağmur da yağmıyor bir rençperin elleri gibi çatladı toprak sanırım dünya yaşlanıyor bir erik ağacının dallarına kuruyorum saati baharla beraber uyanmak için biliyorum birazdan şubat gidecek az sonra mart gelecek sorun değil nisana da ben giderim zaten mayıs şairlerin elinde rehin gün sayıyorlar haziranda ölmek için ömrüme son dua yaz gelsin oldum olası karmaşık bir ruh taşırım sorsalar filmlerle bile kavgalıyım çoğu kimse görmez içimi sert kabuğumun altında içli bir ceviz sandığım kırsalar dağılırım toparlayamam hüzün bağlarımı asma yapraklarına düşer gözyaşlarım üzüm gözlü de değilim ki

olumsuz düşüncelerimin kıyısına köşesine olumlu düşünce örneklerinden tabelalar astım ‘lütfen yeni sönmüş bir hüznün küllerine basmayın’ fırtınasından yılgın rüzgârın kuru gazellere tutunduğu gibi tutundum kendime ilk işim kafatasıma karanfil ektim bahar yeniden göç etti düşüncelerime mis kokuyor tebessümlerim uzattım ayaklarımı keyfimin üstüne sevgilim aşk bize gelsin karşılıklı iki fincan muhabbet içeriz yıldızlı günlerin altında çoğalıp güneşli bir gecede tükeniriz ah bu karanfil kokusu delirtti beni ağır romantik kriz yaşıyorum toplandık bekleme kurulumla iğne deliğinden geçirdik kalbimi sevmece usulü kar manzaralı pencereme papatya desenli perdeler diktik kalemim kağıdım hikayem bi cümle dizildik ‘üstüm başım ıhlamur kokusu’ yâr gelsin yaz gelsin * ey çığlığımı çalan martı güvenme üstünde uçtuğun denize mavi dalgalı çarşafın altında birbirini yutanlar var yıldızları çalınmış gök kubbe kurşun yemiş yavrusunun üzerine abanan bir anne gibi abanıyor üstüme


35

YAHU NİYE HERKES BÖYLE

HB

AHMET UĞUR SOLAK

P

erdeden sızan ışıkla beraber, doğan güne gözlerinden sızan karanlıkla uyandı. Hala ne olup bittiğini anlamayıp, hatta öğrenemeden terk edeceği yeryüzünde, ne olup biteceğini planlayan insanların yorgunluğu vardı üzerinde. Gözlerini hafifçe kaküllerine doğru kaldırdığında nefesi, gövdesine doğru indirdiğindeyse kalbi hızlandı. Başında siyah, büyük ve oldukça kavisli bir fötr şapka; gövdesinde de bacaklarına kadar sarıp sarmalayan, yine siyah bir palto vardı. Bir hışımla yatağından doğrulup ürkek gözlerle odayı kolaçan etti. Çıt yoktu. Kitap okumak için başucunda bulundurduğu, uzunlamasına sopa işlevi görmesi için gece lambasına uzandı. Diğer odaları kontrol etmek pek akıllıca gelmese de, bulunduğu yere hapsolmaktan daha makul bir fikir olduğunu düşünüp ayaklandı. Önce mutfak, oturma odası derken tüm evi yaklaşık on dakikada gezdi. Kimse yoktu. Birilerinin bu kombini uyurken üstünde deneyip, beğendikten sonra üstünde kalmasının bir sakıncası olmayacağına kanaat getirdiklerini düşündü. Saçmaydı. Ama neden? Perdeyi aralayıp pencereden dışarı baktığında ise ellerini sıkıntıyla başına yaslayıp dehşet içinde geriledi. Herkes aynı kıyafetleri giymişti. Siyah palto ve fötr şapka. Önce bunun kendisine yapılan bir şaka olduğunu düşünse de, aynı kıyafetlerle apartmanın kapısından çıkan Salim Bey’in en anlaşamadığı komşusu olduğunu ve bu yüzden böyle bir şakaya tenezzül edip yanaşmayacağından emin olduktan sonra içinde bulunduğu bu garip durumun şaka götürmez bir gerçek olduğu hususunda karar kıldı. Tekrar aynı soruyu sordu. Neden? Kim tüm halkı bir palto ve fötr şapka giydirip sokağa çıkarırdı. Bir hışımla elindeki gece lambasını bırakıp dışarı fırladı. Şehrin merkezinde, en işlek caddesinde bir oraya bir buraya koşturdu. Bu oyuna gelmeyen birilerini aradı. Bulamadı. Sonra aklına okullar, çocuk parkları geldi. Çocuk parkları son üç beş yıldır zaten boştu. Bir ilkokulun duvarından bahçesini gözlemledi ve aradığı farkındalığı orada da bulamadı. Küçücük çocuklara palto giydirmişlerdi. Komik ve acınası tabloyu vakur bir ifadeyle seyretti. Kimse konuşmuyordu ve başları önlerinde öylece yürüyorlardı. Sonunda dayanamayıp orta yaşlı, güzel yüzlü bir adamı durdurdu: “Yahu niye herkes böyle giyinmiş?” Boş gözlerle adamla bir süre bakıştılar. Kimsenin yaşanan bu krizden, içinde bulunduğu trajikomik olaydan haberi yoktu. Peki kendisi uyanır uyanmaz nasıl farkına varmıştı? Onu diğerlerinden ayıran özellik neydi? Bu sefer de bir rüyada olduğunu düşündü. Ama kendisine hala boş gözlerle bakan adamı daha

fazla tutmak istemediğinden üzerinde durmadı. Rüyada bile olsa bir insanı meşgul etmenin hoş bir tarafı yoktu. “Herkes bir palto ve fötr şapka giymiş. Sanki haberleri de yok gibi. Korkmaya başladım.” Adam önce eliyle şapkasını yokladı, sonra dehşet dolu gözlerle üzerindeki paltoya baktı. Etrafını da gözlemledikten sonra bir iki adım geriledi. Sanki bir saat önce kendi yaşadığı şoku bu adam daha yeni yaşıyor gibiydi. “Bekle!” der gibi elini kaldırıp meydanda bir iki tur attı. Kan ter içinde gelip beş dakika önce sorduğu soruyu yineledi: “Yahu niye herkes böyle giyinmiş?” Çıldırdığını düşündü. “Bana değil onlara sor.” demekle yetindi. Korku içinde ki adamla ayrılıp şehir meydandaki uyardıkları diğer insanların kendileri gibi ilk anda aynı tepkileri verdiklerini gördükten sonra bunun sonunun nereye varacağını düşündü. Milyonlarca insan bariz bir oyunun içindeydi ve durum basitçe anlatılmadan, kimse farkına varmıyordu. Birileri bu toplumu, insanları istediği gibi düzenlemiş, tek tip dizayn etmişti ve herkes halinden memnun görünmek için kendisini bile göremiyordu. Ama mutlaka durumun ne kadar vahim olduğunu fark edip uyananlar olmalıydı. Olacaktı da. “Ben bu oyunu bozarım” tavrıyla yerinden fırlayıp, meydandaki tüm mağazaları gezdikten sonra nihayet bir megafon buldu. Yüksekçe bir taşa çıkıp akciğerlerini yırtarcasına bağırdı şehre: “Yahu niye herkes böyle giyinmiş?”

Yayınevlerinin Bu Yaptığına Dolandırıcılık Denir!

S

osyal medyada sürekli reklamları dönen bazı yayınevleri, “Kitaplarınızı Ücretsiz Basıyoruz”, “Kitap Baskı Ücretlerini Kaldırdık”, “Kitabınızın Ücretsiz Yayınlanmasını İstemez Misiniz?” gibi sloganlar ile kitap dosyası yayınlanmaya hazır binlerce kişiyi hedef alıyor ve bu kişilerin kitap hevesini kabusa dönüştürüyor. Bu yayınevleri kendilerine ulaşan kişilerden öncelikle kitap dosyalarının tamamını ya da bir bölümünü göndermelerini istiyorlar. Gönderilen dosyanın kalitesi ne olursa olsun, yayınevi yetkilileri eser sahibini pohpohluyor ve kitabın mutlaka basılması gerektiğini söylüyor. Kitabın basımını ücretsiz yapacaklarını; ancak dağıtım, tanıtım gibi masraflar için yazarın “destek” olması gerektiğini söylüyorlar. Neticede, kaç adet bandrol alındığı, başka bir deyişle kaç adet basıldığı belli olmayan, ancak genellikle 500 ya da 1000 adet basıldığı yazarına söylenen kitaplar için, eser sahipleri 2500 TL’den başlayan paralar ödüyor. Kitaptan 10-50 adet arası eser sahibine gönderilirken, geriye kalan kitapların yüzünü gören olmuyor. Dağıtıma gönderildiği söylenen eserler belirli şehirlerde birkaç kitapçı dışında hiçbir kitapçıda ya da zincir mağazada bulunamadığı gibi, tanıtım da sosyal medya paylaşımlarından ibaret kalıyor. Aynı yöntemi kullanan pek çok yayınevi olduğunu belirtmekte fayda var.


36

İNCİR ÇEKİRDEĞİ İYİLİKLERİ

HB

KE VSER ESEN

U

yandığında üstündeki yorgunluğu hala atamamıştı. Ama kalkması gerekiyordu.Yarın bayramdı ve ailesini çok özlemişti. Hemen yataktan kalktı. Dün valizlerini hazırlarken unuttuğu şu hep sonradan çıkan eşyaları da yerleştirdi. Hızla üstüne rahat bir şeyler giydi.Ve bir yıldır kendisine evini açan gönül insanına sarıldı. Can yoldaşı da hazırlanmış kapıda bekliyordu. Tam o sırada gözüne valizler ilişti. İşin en sevmediği kısmı burasıydı işte. Şimdi bunları durağa kadar nasıl taşıyacaklardı? Aslında yarısına kadar doldurulmuş şu üç torba kitap olmasa sorun değildi. Ama o kitaplar çok önemliydi. Girdiği sınavın cevap anahtarı yayınlanmıştı. Artık ihtiyacı da yoktu bu kitaplara. Çok rahat birine kargoyla yollayıp kurtulabilirdi. Ama o zaman tek bir kişi faydalanmış olurdu. O ise notlarını çoğaltıp birçok insana ulaştırmak istiyordu. Böyle çelişkileri hiç sevmiyordu. Niyeyse önüne de hep böyle yol ayrımları çıkıyordu. İyi bir insan olmayı istemek hiç kolay değildi. Sonu gelmeyen uzun bir yoldu iyilik. Ulaştığını sandığında yanıldığın, bazen ayağının kaydığı ve en başa tekrar geldiğin bir yol. Bu düşüncelerle başını kaldırdı ve“Elif yenge!” dedi, “şunları durağa kadar götürmemize yardım eder misin?” Kadın bir ona baktı bir temizlenmek için ayağa kaldırılmış ve temizliği bitmemiş eve… “Ah! Güzel kızım, ah!” dedi. Bayram temizliği çilesinin içine bir de valiz taşıma çilesi girmişti. Katlanılır gibi değildi. Hızlı bir şekilde valizleri taşımaya başladılar. Apartmandan çıkartıp ilerlediler. Yolun karşısına geçtiler. Durakta beklemeye başladılar. Terminal yarım saat uzaklıktaydı. Ve şu an kırk dakikaları vardı. Onlar sabırla bekledikçe araba inadına gelmiyor gibiydi. Aslında dolmuşların daha sık geçtiği bir durak vardı ama biraz uzaktı. Bu valizlerle gidilmesi de imkansızdı. Ha geldi ha gelecek derken yirmi dakika beklediler. Araba uzaktan görünmüştü. Şu an binse bile yetişmesi çok zordu. Adama rica etse arabayı hızlı sürer miydi acaba? Otobüs onlara doğru yaklaştı. Onlar da tam valizleri otobüse taşımak için eğildiler. Ve adam gözlerine baka baka bomboş otobüse onları almadı. Basıp gitti. Kız şok olmuştu. Anlamadı önce el salladı. “Durunn!” diye bağırdı. Otobüs çoktan kaybolmuştu bile. “Allah seni bildiği gibi yapsın” dedi, ağlamaya başladı. Zaten bir yıldır hapis hayatı gibi ders çalışıyordu. Bunalmıştı. Şimdi bayramı bile ailesiyle geçiremeyecekti. Bu bileti bile zor bulmuştu. Yiyecek miydi o torbalar otobüsünü? Hem o otobüs onun muydu? Ne olmuştu yani iki valiz üç torbayı görünce? Parası olsa zaten taksiye biner giderdi. Bu valizle ne

yapmalıydı, uçarak mı gitmeliydi? Halk otobüsü niye vardı, niye? Ağzına kadar doluyken, kımıldayacak kadar yer yokken yolcu almayı bilirlerdi. Ama şimdi bomboş otobüse alınmamıştı. Ağladıkça kafasına sorular üşüşüyor. Sorular üşüştükçe ağlıyordu. O sırada arkadaşı annesini arıyordu. “Anneni arasan ne olacak, on beş dakika kaldı zaten.” diye düşündü. Arkadaşı yanına geldi, onu sakinleştirmeye çalıştı. “Tamam, üzülme!” dedi, “babamın bir işi çıkmış eve gelmiş, arabasıyla geliyor, yetiştirecek bizi.” Buna da inanamadı. Olabilir miydi bu? Allah bazen olmazları olduruyordu. Gözyaşlarını sildi. Gelen arabaya valizleri yerleştirdiler. Allah onun iyi niyetine rahmet etmiş, onu kurtarmıştı. Bakalım o adam bir gün çok sıkıştığında ve ona yardım edecek birisi tarafından yüz üstü bırakıldığında onu kim kurtaracaktı? Bu arada arkadaşının babası da söyleniyordu. Neden bu vakte kaldıklarını anlamıyordu. Ama ona laf anlatmaya bile mecali kalmamıştı. Terminale geldiler. Hızlı bir şekilde arkadaşıyla eşyaları indirdi. Merdivenlerden indiler. Peronlara gidene kadar araba kaçabilirdi. Kız eşyaları arkadaşına bıraktı ve koşmaya başladı. Arabanın kalkacağı perona gitti. Otobüsü görünce rahatladı. Muavine telaşla, “otobüs kalkıyor mu? Eşyalarımı taşımamı bekler misiniz?” dedi. Adamlar hiç bekleme niyetinde değildi. “Bu otobüsün müşterisi misiniz? Biletinizi görelim.” Kız ne anlatıyordu, bu adamlar ne soruyordu. Telaştan kafası karışmış, karman çorman olmuştu. Şimdi bilet neredeydi, nasıl bulacaktı? Tam o sırada imdadına oradaki bir adam yetişti. “Siz daha demin arayan beklememizi söyleyen kişi misiniz?” “Evet,evet o benim. Bekliyorsunuz değil mi?” Kız bir an önce gidip eşyalarını taşıma derdindeydi. Adamlar ise işi yokuşa sürüp duruyordu. “Emanette mi?” dedi biri. Kız sinirlendi. “Ya yok ne emaneti, hemen alt katta!” dedi. Zor zekat adamları beklemeye ikna ettikten sonra koşarak tekrar arkadaşının yanına gitti. İki valizi alıp taşımaya başladı. Normalde kimseye çarpmamaya ayrı bir özen gösterirken şimdi çarpa çarpa gidiyor, özür bile dileyemiyordu. Tek hedefi şu otobüse yetişmekti. Peronun yanına geldiğinde ikinci kez hayal kırıklığına uğradı. Araba yoktu. İki saat dil döktükten sonra bunlar da beklememişti. Oraya oturup saatlerce ağlamak istedi. Sağına soluna baktı, bir iki adım ilerledi. Sonra arabanın karşıda beklediğini fark etti. Rahatladı.


37 HB

Gitmemişlerdi! Hızla valizleri yetiştirdi. Arkadaşı da diğerlerini getirdi. Doğru düzgün sarılamadan arabaya biniverdi. Ama yıllardır her derdinde yanında olduğu için kardeşi gibi olan dostuna minnet doluydu kalbi. Yerine oturduğunda baştan aşağı ıpıslak olmuştu. Hiç bu kadar koşuşturduğu bir gün hatırlamıyordu. Koltuğa oturunca kendi gibi oradan oraya koşuşturan bir sıcaklık üstüne üşüşüvermişti. İyice sıcak basmıştı. Yanındaki kadın nereye gittiğini sordu. “Kayseri, ya siz?” dedi. Kadın, “ben de Maraş’a gidiyorum” dedi. Otobüs Kayseri üzerinden Maraş’a gidiyordu. Birden aslında kendisinin Kayseri’de inmeden Maraş üstündeki yol ayrımında inebileceğini fark etti. Abisi de gelir onu oradan alırdı. Ne güzel olmuştu! Hiç in bin yapmadan evine gidebilecekti. Muavinle bunu konuştu, ek para ödedi. Sonra da ardına yaslandı. İyice sakinleşmişti. Normalde yatıp uyurdu ama yaşadıkları tekrar aklına geliyordu. Düşündükçe yine ağlamaya başladı. Aslında o kadar büyük bir şey yaşamamıştı. Zırt pırt her şeye ağlayan biri de değildi. Ama çok zoruna gitmişti. Tam on yıl önce liseyi okumak için evden çıkmıştı. On yıldır koşuşturuyordu. Ne için? Altı üstü bir meslek sahibi olacaktı? Sanki on yıldır yaşadıkları birleşmiş tek bir düğüm şeklinde boğazına oturuvermişti. Hem kendi yaşadıkları bir yana, halkı düşünüyordu. Neden başında “halk” kelimesi yazan her şeyde bir bozukluk vardı. Hastaneye gidiyor hasta olduğuna pişman oluyordu. Devlet yurtları desen insanı okumaktan hatta hayattan soğutmaya yeterdi. İşte böyle şeyler yaşadıkça insanlar sertleşiyor, kemik yığını gibi oluyorlardı. Kendisi de kaskatı kesilmişti. Yetimler geldi aklına, savaştan kaçıp gelenler… Onlar ne yapıyordu? “Allah’ım” dedi, “sen beni böyle merhametsiz, zalim biri yapacaksan he-

men şuracıkta canımı al. Beni güçsüz insanlara kol kanat geren biri eyle.” Tatlı bir gülümseme bu düşüncelerden kendisini sıyırdı. Hemen yan koltuğun pencere kenarında oturan genç bir kadın ona gülümsemişti. Bu gülümseyişe kaşlarını çatarak cevap vermek mümkün değildi. Birden hayatın ördüğü duvarları yıkılıverdi, yumuşadı. O da gülümsedi. Kadınla sohbet ettiler. Bir kızı bir oğlu vardı. Oğlu çok afacan ve yaramaz gibiydi. Kızının ise konuşma bozukluğu vardı. “Talafon, avat” gibi kelimeler kullanıyor, konuştukları biraz anlaşılmıyordu. Annesi onun tercümanı gibiydi. Ve kızına büyük bir sevgiyle muamele ediyordu. Kızı “büyüyünce her şey zor. Ev al, araba al.” dedi. Annesi ona sarıldı, öptü. Şefkatle, “o ne ki, sen daha anne olacaksın” dedi. Bu nasıl zıt bir hayattı. Bir sabahki adamı düşündü, bir de karşısındaki kadını. Sürekli soru soran, ilgi bekleyen bir kız çocuğuna bıkmadan büyük bir sevgiyle nasıl cevap veriyordu. O kızına öyle bir değer veriyordu ki takdir etmemek mümkün değildi. Kızı için bir şey yapabilir miydi acaba? Bu kadın böyle gayret ederken ona yardım eden kimse olmamıştı herhalde. Kızının düzeltilemeyecek bir bozukluğu yoktu ama araştırmak lazımdı. Kadının telefon numarasını aldı. Bu yaz yoğun olduğunu ama kendisini eylül-ekim gibi arayacağını söyledi. Kadın çok mutlu oldu. Peki, arayacak mıydı gerçekten? Arayacaktı. Dünyayı değiştiremezdi, savaşları bitiremezdi, kahraman da değildi. Ama karşılaştığı insanlara yardım edebilirdi. Kendi dünyasını ve çevresindekileri değiştirebilirdi. Gücünün yettiği kadar. Bu sırada muavin yaklaştı. İneceği yere geldiklerini söyledi. Sohbet ettiği kadınla vedalaştı. Arabadan indi. Yol kenarına oturdu. Abisini beklemeye başladı.

Kitabınızın Sayfalarını Koparıp Yiyebilirsiniz!

İçilebilir Kitap’la Tanıştınız mı?

W

aterisLife, milyonlarca insanın bilinçsizce içtiği kirli sularda bulunan bakterilerden dolayı ölmesine karşı önlem almak isteyerek bir inisiyatif başlattı. Maliyetsiz üretimi ve sürdürülebilir yapısıyla bir çeşit devrim niteliği taşıyan ‘Drinkable Book’ adını verdiği özel bir kitap yaptı. Her sayfası 5 bin litrelik arıtma kapasitesine sahip Drinkable Book’un sayfaları kirli su için filtre görevi gören özel bir kağıttan oluşuyor ve üzerine dökülen sudaki bakterileri öldürüyor. Ayrıca, her bir sayfanın üzerinde konuyla ilgili bilgilendirici yazılar bulunuyor.

T

asarımcı Nick Bampton’ın yeni tasarımı sıra dışı bir kitap; sayfaları baharatla kaplı ve yenilebiliyor! Yenilebilir kağıttan yapılan sayfalardan birini koparıp tavaya atıyorsunuz, sayfa sıcaklıkla beraber çözülüyor ve yemeğinizin tadı tuzu oluyor. Özellikle seyahatlerde kullanılmak amacıyla tasarlanan bu ürün bir Japon firma tarafından piyasaya sürülmüş.


38

ŞEKER DÜRÜM

HB

C İ H AT A L B AY R A K

B

irer ayağı olmayan iki tavuk gördüm bugün. Ötekilerin arasından hemen fark edilen iki tavuk, arkadaşımın bahçesinde. Bu iki tavuğa, yürüme engelli pek çok insandan daha fazla üzüldüm. Çünkü ilk kez tek ayağı ile hayatta kalmaya çalışan tavuk görüyordum. Arkadaşım, onlara sonsuz özgürlük tanıdım, kümeste sadece o ikisi kesilmeyecek, dedi. Kümeslere dadanan hayvanlardan mı kaynaklandı diye merak ettim, sordum. Öyle değilmiş. O ikisi henüz civciv iken, arkadaşım ailesiyle bir süre tatile çıkmış. Bu arada, kümesteki hayvanları akrabalarına teslim etmişler, onlar dönünceye kadar bakması için. Akraba, kendi kümesindeki hayvanlarla arkadaşımın civcivleri karışmasın diye, birer ayağına ip bağlamış. Bu ipler zamanla ayaklarını sıkmış ve kangren olan ayakları maalesef kopmuş. Kümesin öteki sakinlerine ayak uydurmaya çalışan bu iki sakat tavuk, bana bir öğrencimin hikayesini hatırlattı. Bazen hiç kimse suçlu olmamasına rağmen, ortada bir günah vardır. Ve o günah birilerinin canını fena halde yakar. Ne arkadaşım, ne de akrabası suçlu olmamasına rağmen, tavukların ayaklarını kaybetmiş olması günahtı. Tam da bunun gibi, öğrencim de kimseye ait olmayan bir günah nedeniyle acı çekiyor hala. *** Üç yıl önce babam hayatını kaybetti. Çalışmak için başka memleketlere gitmişti ve bir gün bir telefon geldi. Amcam anneme “başımız sağ olsun” dedi. Cenazesi gelmedi. Nasıl öldüğüne dair bir haber de… Beş kardeşiz. Büyük bir köyde yaşıyoruz. Evimiz, iki amcamın evi ile yan yana. Babamın öldüğüne inanamıyorduk, çünkü öldüğünü ya da ölüsünü görmemiştik. Kardeşler arasında en büyük bendim ama ben de henüz çok küçüktüm. Annem, bizimle çok fazla konuşmuyordu. Amcalarım evimizin önünde duruyor, anneme bağırıyor ve ellerini sallıyorlardı. Çok geçmedi, bir sabah uyandığımızda, annemizi evde bulamadık. Tıpkı babam gibi, o da gitmişti. Evin her yeri temizlenmiş, çamaşırlarımız yıkanmış, birkaç ay yetecek kadar tandır ekmeği, birkaç gün önceden salonun köşesine dizilip üzerine bir bez örtülmüştü. Her şey güzeldi ama annemiz yoktu işte. Aradık, kardeşlerimle el ele bütün köyü aradık. Amcalarım, babamın ölüm haberinden beri bize yabancı gibi davranıyorlar. Onlara da sorduk ama bir şey bilmediklerini söylediler. Annemin gidişine de üzülemedim. Gitmesini amcalarım mı istemişlerdi, kendisi mi gitmek istemişti bilmiyordum. Okuma

yazması olsa, bir mektup bırakırdı belki de. Annem de gidince, kardeşlerimin tek umudu ben oldum. Tandırda ekmek yapmayı biliyordum ama yemek yapamıyordum. İlk günlerde küçük kız kardeşlerim ağlayınca, kesme şekerleri ıslattığım lavaş ekmeklerin arasına koyup yediriyordum. Adlarını şeker dürüm koyduk. Erzağımız bitince yapıyorum sık sık. Amcalarım ayda bir gün, bizi bir ayın yarısında tok tutacak kadar erzak alıp, balkonumuza bırakıyorlar. Yemek yapmayı öğreniyorum. Ve daha pek çok şeyi. Karanlıkta yaşamayı mesela. Karanlık dediysem, geceleri kastetmiyorum. Annem ve babam gittiğinden beri, rüyalar dışında günün her saati, her dakikası karanlık bizim için. Ve bu karanlıkta, artık hiçbir insana güvenemiyorken, hareket etmek, yaşamaya çalışmak çok zor. Bahçemizdeki küçük barakaya bağlı olan köpeğimizi, annem gittikten birkaç gün sonra, evimizin kapısına bağladım. Gece geç saatlerde balkonumuza kadar gelip içeriyi gözetleyen adamlardan bizi koruyabilecek olan yalnızca köpeğimiz kaldı. Bir de dualarımız… Adamlar, kapının önünde duruyor ve sırıtıyorlardı. Evimizde çalınacak hiçbir şey yoktu ama o adamlar hırsızlardı. Gözlerimin içine bakıyor ve her defasında çocukluğumu biraz daha çalıyorlardı. İki küçük erkek kardeşim, okula gitmeye devam ettiler. Köyde ortaokul olmadığı için taşımalı olarak ilçedeki başka bir okula gittiler. Kız kardeşlerimle birlikte, onların okuldan dönmesini heyecanla bekledik. Öğrendiklerini anlatmalarını istedik. Ama erkek kardeşlerim, günden güne daha sinirli, daha ilgisiz olmaya başladılar. Öteki çocukları kıskanıyor ve bu yüzden de neredeyse her gün kavga ediyorlardı. Öğle yemeklerinde okulda dağıtılan yiyeceklerden çantalarına saklayıp bize getiriyorlardı. Sonra bir çift kullanılmış ayakkabı getirdiler bir gün. Benim içindi. Anlamıştım, yüzüme bakamamışlardı. Kardeşlerim ilk kez o gün hırsızlık yapmışlardı. Annemin ve babamın artık olmamasına en çok o gün üzüldüm. Ayakkabıları hiç giymedim, kardeşlerime de hiç hırsız demedim. Gün geçtikçe eve daha geç saatlerde gelmeye başladılar; yüzlerinde kesikler, elbiselerinde kan lekeleri görüyordum. Günün birinde, takım elbiseleriyle bir bayan bir erkek öğretmen geldi. Adımı söylediler, benim dedim. Öğrencimizmişsin, dediler. Öğrenciydim, evet. Ama onun öncesinde bir çocuk, bir evlattım. Çocuklu-


39 HB

ğum çalınmıştı. Küçük bir yetişkin olarak öğrencilik benim için çok uzakta kalmıştı. Anlattım onlara, öğrencilik benim neyime, dedim. Üzüldüler. Utandılar da biraz sanki. Ellerinden ne gelirse yapacaklardı, söz vermişlerdi. Ama dönmediler bir daha. Sonraki yıl başka öğretmenler geldi. Hikayemizle onları da üzdüm. Onlar da gelmediler. Gelip giden takım elbiselilere alıştım, ümidimi kestim. Erkek kardeşlerim bir süre sonra ortadan kayboldu. Köylüler, hırsızlıktan yakalanıp hapse atıldıklarını ya da İstanbul’a çalışmaya gittiklerini söylüyorlardı. Üç kardeş; ben ve iki kız kardeşim yalnız kalmıştık. *** Köyü ve tanıdığım herkesten daha yetişkin olan bu kız çocuğunu ilk kez eşimle birlikte ziyaret ettiğimde, ailesinin çeşitli nedenlerle okula göndermediği bir kız çocuğu ile karşılaşacağımı zannediyordum. Oysa, bizi sarsan bir hayat hikayesi ile karşılaşmıştık. Aynı gün bütün köyü gezecek ve aileleri ikna ederek çocuklarını okula göndermeye ikna edecektik. Yanımızda bir düzine çikolata vardı. O, hikayesini anlatırken, eşim poşetteki tüm çikolataları iki küçük kardeşe dağıttı. Konuşmasını hiç bölmeden uzun süre dinledik onu. Başımızı sallayarak ya da basit sözcükleri tekrar ederek onu anladığımızı ifade edemezdik. Onunla empati kurmayı denemedik bile. Evden ayrılırken, ona güven vermek istedik. Elimizden geleni yapmalıydık. Sadece tebessüm ederek uğurladı bizi. Dönünce, neler yapabileceğimizi çok uzun süre düşündük. Anne ve babası olmayan, amcalarının ise görmezden geldiği bu çocuklar için yapabileceğimiz neredeyse hiçbir şey yoktu. Çünkü amcaları, üç kız kardeşin köyde gezmelerine bile izin vermiyordu. Öyle ki çocuklar ilçe merkezini bir kez bile görmemişlerdi. Yetkililere bilgi verirsek ve çocuklarla ilgili bir işlem yapılırsa, amcalarının hesap soracağı ilk adres okulumuz ve dolayısıyla biz olacaktık. Gıda ya da giysi yardımı götürmek istedik ancak yanlış anlaşılmaktan korktuk. Daha önce bu gibi durumlarda defalarca hedef haline geldiğimiz için ne yapacağımızı bilemedik. Böyle böyle aradan birkaç yıl geçti. Okulumuzdaki öğretmenlerle tekrar köyleri dolaşmaya karar verdik. Ellerimizde devamsız öğrenci listeleriyle köylere gittik. Döndüğümüzde, o kızımızın yaşadığı köye giden iki öğretmen arkadaşım, hocam yardımın gerekiyor, dediler. Hikayeyi anlatmaya başladılar, ben tamamladım. Onu, arkadaşlarımız da tanımış, onlar da ne yapabileceklerini bilememişler ama bir şey yapmadan da duramamışlardı.

Beni yaralayan ise, onun arkadaşlarıma “sizin gibi çok öğretmenler geldi, çok ümit verdiler ama hiçbiri geri dönmedi” demiş olmasıydı. Bu kez korkmamalı ve elimizden geleni yapmalıydık. Arkadaşımızın eski model arabasında dört kişiydik. Ben, eşim ve iki genç öğretmen arkadaşım. Bir bahar günü, arabaya sığdırabildiğimiz kadar yiyecek ve elbise aldık. Köy yolu boyunca büyük bir su kanalı bize eşlik ediyordu. Yol kenarlarında yeşermeye başlayan buğday tarlaları, her renkten sonsuz sayıda çiçek… İyilik yapmak insanı özgürleştiriyor. O gün dört özgür öğretmen, gürültüyle yol alan arabamızla onun evine gittik. Poşetleri arabadan eve taşırken, küçük kız kardeşler bize yardım etti. Aradan çok uzun zaman geçmiş olmasına rağmen bizi hatırlıyorlardı. Amcalarının ve yengelerinin bakışlarına rağmen bütün poşetleri içeri taşıdık. Oturduk bir süre, özür diledik. Ve söz verdik, gene geleceğiz dedik. Yine gülümsedi bizi uğurlarken, ancak bu kez sağ olun öğretmenim dedi başını önüne eğerek. Çocuklar bizi hatırlayacaklar, bekleyecekler ve biz gene gideceğiz. Bu kez daha büyük mutluluklarla ve günah yapan hiç kimseden korkmayarak. *** Kız kardeşlerim bana artık “anne” diyorlar. Karşı çıkmıyorum. Gündüzlerimiz hala çok karanlık. Köpeğimizin yavruları oldu. Minik dört yavruyu akşamları içeri alıyoruz. Kardeşlerim onlarla oyuncak gibi oynuyor. Masallar uyduruyorum sonra, bizden daha kötü durumda olan çocukların hikayelerini anlatıyorum onlara. Böylece şükrediyorlar. Kızmadan, küsmeden büyüyorlar bana anne diyen kardeşlerim. Bayram yaklaşıyor. Onlar gene gelir mi, bilmiyorum. Gelseler, ellerinde poşetler olmadan, sadece gelseler ve kardeşlerimle birlikte ellerini öpsek öğretmenlerin, yeter bize.


40

POSTA KUTUSU

HB

AY Ş E Ü N S A L

Canım Yasemin, Bu mektup ellerine ulaşsın isterdim ya da bundan önce yazdıklarım. Evet, bundan önce yazdıklarım aslında. Umudunu kaybetme diye, yalnız değilsin diye, belki bi’gün yine görüşebiliriz diye. Bıraktığım bahçelerde kaldı adın, bahçenizdeki çeşmeden yanaklarımızdan akıta akıta, kana kana içtiğimiz sularda kaldı yüzün… Tırnaklarımızın arasından toprak, başımızın üstünden gökyüzü, eksilmeseydi keşke. O yılların taşıdığı anlamıyla çağırsalardı bizi. Bahçede toprağın üstüne serdiğimiz örtüye, poşetlere doldurduğumuz oyuncaklarımızı dökerdik ya, sonra oynar oynar yorulur uzanırdık sırtı soğuk toprağa. Hayaller kurardık, gökyüzüne serer serer hava kararınca toplardık hayallerimizi. Dünya güzeldi o zamanlar gözümüzde, her şey yolundaydı, herkes bir aradaydı. Bi’şeyler yolunda gitmedi mi, babaannemin tespihlerini kapar gelirdim yanına, büyüklerimizin dediği gibi, dua çözerdi her şeyi, Allah’ı anmak yeterdi. Şükretmek lazımdı ve de bugünümüze; Allah daim etsin diye. Sonra ne oldu; geç mi kaldı dualarımız, yoksa şükrümüz mü azaldı? Yetişemedik bi’şeylere. Babanı kaybettin önce, limon arabasının tekerlek sesi ıssız kaldı. Babaannem gitti sonra. Araya kocaman bir şehrin yolları girdi sanki. Bir telefon, bir karşılaşma beklerken önümüzden sınavlar geçti. Büyük okulların kapılarında buluşacakken, düğününden bile habersiz kalıverdim. Küçücüktün daha, hayallerin bıçak gibi kesildiğinde sen daha çok küçüktün Yasemin. Ömrümün ilk arkadaşı, çocukluğumun masum yüzü. Uzaktan haberlerin geldi hep, ben seni bulmaya çalışırken. Sonra duydum ki aynı şehrin nefesi uzanmıyormuş bile artık yüzümüze. Üç çocuk yetiştiriyordun en son o çocuk halinle. Çok geçti öğrendim şiddetin seni de bulduğunu. Bırak erkek demeyi, ne insanlığa ne de en vahşi hayvanlığa yakıştıramadığım bir insan parçasıymış kaderin. İnsanın kendi canı yandığında da nefesi bu kadar mı? Çaresi yok mu artık insan yetiştirmenin… Hibrit tohumlar gibi, devamı yok iyinin, vicdanlının, inançlının sanki. İnsanın umudunu çürütmesi nefeslerini kaybetmesi gibi. Hani dermanın olmaz göğüs kafesin kaldırmaz ya içindeki havayı; kalbimin dermansızlığı bu. Dünya kocaman bir boşluk şimdi, yara bere içinde ve küçücük. Çünkü değerli olan şeyler kocaman yapardı yeryüzünü, hayal ettiklerimiz, geleceğin heyecanı… Hepsi bitmiş gibi şimdi, sen toprağa karışınca dünya azalıvermiş gibi. Acısından ölen insanlar, içlerindeki çocuktan kurtulup da büyük adam olamadı diye dünyaya zor gelenler, giderken küçücük yapıyor buraları. Anlamsız, çelimsiz. Öyle alelade. Bir büyüseydik geçerdi içimizden. Nerden bilelim… Büyüdük. Sen acıdan canına kıydığında hepimiz büyük adamlar olduk. Birdenbire. İçimden kopup gidiyor bi’şeyler. Ve kalbi tükendiğinde ölüveriyor insan. Dua ediyorum, biliyorum binlercesi de… Ama yanlışın çaresi yok. Yanlış insanların, dünyada panzehiri olmayan zehir gibi dolaşan onca yanlış insanın çaresi yok. İnsanlar ne şiddete ne kana doyuyor! Dünyayı kendisinin sananlar bitmiyor Yasemin. Yanılgılar karın ağrısı oluyor hepimize. Geç kalmışlıklar, keşkeler, uzanamadıklarımız. Güneş kendi kendine doğup batıyor da sen bize sor. Artık aydınlıklar da karanlık. Yüzümüzde her şey kiracı, acı da, mutluluk da; tıpkı kendisi gibi insanın. Dua ediyorum arkandan, daimi hayatında mükafatın bol olacaktır diye inanıyorum sadece. Biraz olsun hafifliyorum. Dünya bu kadar çünkü. Sen çocuklarında yeniden yeşereceksin, çünkü onları sen yetiştirdin. Unut acılarını, ağrıyan acıyan yerlerini, bitmeyen korkularını, mutsuzluklarını; hepsini unut. Ebedi huzura kavuşurken sen, yüzüne bakamayacak bir insana daha sahip oldu bu topraklar. Ve bütün insansızlığımıza rağmen yağmaya devam ediyor yağmur. Kalbini serinletir gibi…



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.