HAYAL BİLGİSİ EDEBİYAT DERGİSİ SAYI 4

Page 1


Cihat Albayrak Bir Gereksinim Olarak 'Delilik' Müzeyyen Çelik Dünya'da Bir Melek: Kozmo Ayşe Ünsal Delilik Halleri Hakan Bilge Delilik İle Aşk Aynı Şey Şakir Taş Gü(N)llük Sinan Gözen Kısa Kısa Nezihe Altuğ Boşluktaki Nokta Medhi Akan dosya:

Laminarya ŞAİRLER: Arzu Eşbah / Soprah Sepehri /

“DELİLİK”

Ali Berkay Bircan / Yusuf Bal / İnci Erkan Taş / Sıraleyna Sevgili / Emre Gürkan Kanmaz / Nazlı Hamurcuoğlu / Esra Pak / Mehdi Akan

sayı

4.


Hayal Bilgisi

Hayal Bilgisi Kültür Sanat Ve Edebiyat Dergisi

İÇİNDEKİLER

Yıl: 1 Sayı: 4

∞ SOPRAH SEPEHRİ – ADRES

TEMMUZ 2011 Yayın Yönetmeni

(ÇEVİRİ: NİHAN IŞIKER)

∞ ALİ BERKAY BİRCAN

Cihat Albayrak

– AH SAF ÇELİŞKİ

Öykü Editörleri

∞ YUSUF BAL

Müzeyyen Çelik

Esra Dülger Şiir Editörleri Mehdi Akan Gülşen Çağan Deneme Editörü Ayşe Ünsal Kapak Tasarım/Dizgi Sinem Doğan Çizimler Esma Kılıç Web Durkaya İpşir Baskı Form Ofset

– RA

∞ İNCİ ERKAN TAŞ

– BAHARA ÖZLEM

∞ SIRALEYNA SEVGİLİ

– MASAL PERİSİ

∞ EMRE GÜRKAN KANMAZ

– N’ABER?

∞ NAZLI HAMURCUOĞLU

– GÖNÜL GÖZÜM MİYOP

∞ ESRA PAK

– İKLİMLER

∞ CİHAT ALBAYRAK

– BİR GEREKSİNİM OLARAK ‘DELİLİK’

∞ MÜZEYYEN ÇELİK

– DÜNYA’DA BİR MELEK: KOZMO

∞ AYŞE ÜNSAL Yayın Türü Yerel / Süreli

– DELİLİK HALLERİ

∞ HAKAN BİLGE ISSN: 2146-4294 İletişim adresleri editor@hayalbilgisi.org facebook.com/hayalbilgisi www.hayalbilgisi.org Dergimizde yayınlanan yazılardan, yazarları sorumludur. Dergimize yazılarınızı göndermek için iletişim adresimize e-mail atabilirsiniz.

– DELİLİK İLE AŞK AYNI ŞEY

∞ ŞAKİR TAŞ

– GÜ(N)LLÜK

∞ SİNAN GÖZEN

– KISA KISA

∞ NEZİHE ALTUĞ

– BOŞLUKTAKİ NOKTA

∞ MEHDİ AKAN

– LAMİNARYA


Hayal Bilgisi

Değerli Hayal Bilgisi Okurları, Hayal Bilgisi ekibi olarak 4. sayımızı sizlerle buluşturmanın sevincini yaşıyoruz. Her yeni sayı ile birlikte bünyesine yeni kalemler katan dergimiz, tasarım olarak da daha iyi bir noktaya ulaştı. 4. sayısında Hayal Bilgisi’nin dosya konusu: Delilik! Deliliğin Eğlenceli Olabileceğini Hiç Düşündünüz mü? Hemen her gün, ötekilerin cesaret edemediklerine cesaret edebildiğimiz için ‘deli’ olarak tanımlanıyoruz bir çoğumuz. Bir edebiyat dergisi çıkaracağımızı söylediğimizde, aynı etiketlemeye maruz kalmıştık. Bugüne kadarki gayretlerimiz, bu etiketlemenin haklılık payını artırmış görünüyor. Bu yüzden biz, bu sayımızda, deliliğin tanımını yapmaya çalıştık. ‘Bir gereksinim olarak delilik’ kavramı üzerinde durduk. Cihat Albayrak, ‘Delilik Eğlencelidir’ diyerek başlıyor yazısına. Nedenleri ve sonuçları ile bu kavram üzerine derinlemesine bir yazı sunuyor Albayrak. Delilik ile deha arasındaki ince çizgide bir karakterin öyküsünü dinliyoruz Müzeyyen Çelik’ten. Çelik, öykülerinde kullandığı dil ve üslup ile konuya olan hakimiyetini pekiştiriyor ve yeni sayıda da adını Hayal Bilgisi ile eşleştiriyor. Hakan Bilge, sinemada ‘aşkın delilik halini’ inceliyor. Ayşe Ünsal, aynı paralelde bir deneme ile yer alıyor bu sayıda. Bu sayıda, Soprah Sepehri’nin Adres adlı şiirini Farsça aslından çeviriyor Nihan Işıker. Arzu Eşbah ikinci kez dahil oluyor Hayal Bilgisi’ne, ‘Kadın, Şehir, Tanrılar’ adlı şiiri ile. 4. Sayısında Hayal Bilgisi’nin okuruyla buluşturduğu isimler şöyle: Arzu Eşbah / Soprah Sepehri / Ali Berkay Bircan / Yusuf Bal / İnci Erkan Taş / Sıraleyna Sevgili / Emre Gürkan Kanmaz / Nazlı Hamurcuoğlu / Esra Pak / Cihat Albayrak / Müzeyyen Çelik / Ayşe Ünsal / Hakan Bilge / Şakir Taş / Sinan Gözen / Nezihe Altuğ/ Mehdi Akan Bir delinin gözlerine dikkatle bakmayı deneyin; sizden çok daha fazla şey gördüğünü, çok daha fazlasını bildiğini fark edeceksiniz...

Gelecek sayıda buluşmak üzere…

Cihat Albayrak

Yayın Yönetmeni

1


Hayal Bilgisi Arzu Eşbah – Kadın, Şehir, Tanrılar şimdi şehri uyuyorum ve o gün’ah ile beni uyuyor içinde umursuyorum adımlıyorum adımın mânâsını saklılarınızı sorguluyorum sayıklamaları ve aşk’ı ve zamanı.

vakitlerden; serzenişle direniş kucaklıyorum acemice rüzgârı bekleyen yara’yı her şeyin bir sebebi olmalı diyor annem ve bedeli bir daha avuçluyorum yangını, uçurumları bir daha korkma diyorum içimdeki telâşa bu sadece aşk !

ormana açılan kapıyı dar zamanlar bekliyor az ötemizde. sızı nöbette bense dağları özlüyorum… dağları! kaybolduğum patikaları dahası uzak coğrafyalara çisil çisil yağmayı -en çok dağları boyuyorum düşlerimde bir de yelesi aklımı sınayan o yılkı’yıbulutları azat ediyorum insafa geliyor gelin’cik sancısı içime içime akıyorum ya aklıyorum usulca ırmakları

bedel ödüyorum şehre anne yani büyüyorum bu kadar yakınken bile ölüme

her neyse.

bir yalandan geriye ne kalır söyle söyle kasımpatı; 2


Hayal Bilgisi sen de kırgınsın mısın benim kadar şehre uyandığım rüyayı ezberle o halde sahnedeyim işte… kendimle ve şehri ifşa ediyorum yaslanıp göğsüme ben’imle birlikte sen de dinle;

kadın;

eğiliyorum zamana saçlarımdan dökülen hazana usulünce uzaktan bakıyorum işte isli öykülere -sen de öyle bakyüzüm kapılara dökülüyor yaprak yaprak yaşamak ne kadar ucuz k/ederi ne kadar pahalı.

dönüyorum derinliğime bir avucum yerde bu kertede diğeri gökte şükür düşer nefsimize diyor içimin en kadını edeple kaderse; puslu bir varak değil sadece bize

şehir;

gölgelerin aczine acıyorum o söylendikçe kimliğime ki söyleniyor dilinde onlarca yalancı tövbe ‘o’ diyorum ya anla şehir işte –görmezden geliyorum-

emir kipli cümleler kuruyorum ihânete yataklık eden sokağa bir avaz olup susuyor kadınlarım ışıkların topal öyküsüne tecrit edilmiş caddelerden geçiyorum hiçbir yere varmayan kesik çizgilerden sessizce kaçıyorum yüksek evlerin alçak öznelerinden fahişeler şehri sahipleniyor kapısız bir avluda köşe başlarında mezar kazıcılar sansarlar iş başında -şehir kibirli ve kirlidönüşüyor hançeri tutan el’e 3


Hayal Bilgisi hançerse usulsüz ölüm tacirler dile geliyor; satılık kaldırım taşları bile

ah! diyorum; ayaklarıma dolanıyor camekânların ıskalanmış hayatı bağ bozumlarını eteklerimden silkeliyorum kadehlere sokak lambalarını kucaklayan karanlık bile saklanıyor çaresizce sessizliğine reddediyorum yanaşma sabahları ağırlayan kırağıyı şaraba peşkeş çekilen masayı, kırık bacağı, uğursuz zarları dahası baş ucu kayıplarını... anahtarı, kapıyı, kargaşayı ve ucuz ayakkabılarını kahramanların reddediyorum kuşların kanatlarını hiç saymıyorum –bu başka bir hikâyedinle sadece serçenin ağıdını.

nasıl da kırgın bir damla su’yum kendime kuraklığım susuyor serçe sus dedikçe es’lerde

yalnızlığına söyleniyor eksik bir balkon terazinin kayıp kefesinde öylesine anlatıyorum ona bir’ başınalığın kutsallığını cumbaları es geçiyorum bu mevsimde ki mevsim sadece kaygı

uyudum ve uyandı içimin farkındalığı ulu mezarlara vardım düşümde dile geldi kefenlere dargın ölüler birer birer ve gönlümüzde hala şehir dediler sustum... korkmadım da sadece sustum yalandı ağladığım aynalarda korktuğum külliyen yalan çocukça bir oyundum sizce aynanın arkasına sarkan oysa ölülerle yüzleştim sır’ın gerisinde kendimle ve şehirle; 4


Hayal Bilgisi duruldu gece günü soyundum aydınlıktı ve ben karanlığa mum’dum yola koyuldum usulca… uzundum yol kadar yolcu kadar ulu ve tutkulu yolculuk kadar

ki; her köşe başı yeni bir kuruntu… durdum sordum; şehir işte dediler... sustum

tanrılar;

şehre baharı getirmedi hiç bir tanrı o yüzden iki göğsümle emziriyorum yalnızlığı tanrılarınız çırılçıplak görüyorum! çırılçıplak ve çorak üstelik ağır aksak dahası uzak dahası korkak nefsime saklıyorum kilide uzayan yolları yollar da şadırvan kadar kadim ve yasak

-düşündüm de; uzun uzun mesellere yazmadılar çıplaklığımı nasıl da seviyordum yalın ayaklarımı ateşle avutmayı

taziye evlerine uğramadı oysa şehrin tanrıları iğde çiçeklerinin yasını tutmadılar hiç işte bu yüzden inkâr ediyorum sırsız aynaları istilâ eden güyâ bahar’ı

ve yine de aşk;

hızla koşuyorum kendime -şehirden bin fersah derineyakaladığım ilk cümleden gözlerime atlıyorum sahi; gözlerim gök’ yüzüme nasıl da yakıştı değil mi anne acı bize ne kadar alıştı

aşk mı ?

5


Hayal Bilgisi Sohrap Sepehri – Adres (Farsça aslından çeviren: Nihan IŞIKER) Seher vaktiydi ‘‘Dostun evi nerede?’’diye sordu atlı Gökyüzü duraksadı Dudağındaki ışık dalını Kumların karanlığına bağışladı yolcu Parmağıyla kavağı işaret etti ve dedi: Ağaca varmadan Tanrı’nın düşünden daha yeşil bir bahçe sokağı var Orada sadakatin kanatları kadar mavidir aşk Sokağın sonuna kadar gidersin ardından büluğ başlar Sonra yalnızlık çiçeği semtine yönelirsin Çiçeğe iki adım kala Yer mitolojisinin ölümsüz fıskiyesinin dibinde durursun Şeffaf bir ürperti sarıverir seni Bir hışırtı işitirsin fezanın akışkan samimiyetinde Bir çocuk görürsün Çıkmış yüksek bir çamın tepesine Kuş yavrusu alıyor ışığın yuvasından İşte ona sorarsın Dostun evi nerede?

6


Hayal Bilgisi Şiir Hakkında: Dünya çapında tanınan İranlı yönetmen, senarist ve yapımcı Abbas Kiarostami, 1987’de çekmiş olduğu bir filmine Sohrab Sepehri’nin ‘‘Adres’’ şiirinde geçen ‘‘Dostun Evi Nerede?’’ mısrasını vermiştir. Bu film Locarno Uluslararası Film Festivali’nde,‘‘Sanat Sinemaları Konfederasyonu Ödülü, Ekümenik Jüri Özel Mansiyonu, Barclay Jürisi Ödülü, RCC Uluslararası Sanat Sinemaları Konfederasyonu Ödülü’’ almıştır.

Sohrab Sepehri (1928-1980) İranlı modern şair ve ressam olan Sepehri İsfahan’a bağlı Kaşan’da dünyaya geldi. İran şiirinde ölçüye bağlı olmayan “Yeni Şiir” akımının beş ünlü şairinden biridir. Sohrab’ın şiirlerinde insancıllık hakimdir. Doğayı sever ve şiirlerinde sıkça yer verir. Şiirlerinde dikkati çeken ilk özellik resim ve görüntü öğelerini sıkça kullanmasıdır. Sohrab’ı bir cümleyle tanımlayacak olursak; ‘‘O resimleriyle şiir yazar, şiirleriyle resim yapar.’’

Kullandığı kelimeler ilk bakışta çok yalın gözükse de bir o kadar derin anlam içermektedir. Kelime fazlalığını deniz seviyesine indirmeye çalışan Sohrab modern İran şiirinde minimal öğeleri kullanan ilk şairdir diyebiliriz. Minimal sinemanın dünyadaki en önemli ismlerinden İranlı sinema yönetmeni Abbas Kiarostami bir çok filminde Sohrab’ın şiirlerinden mısralar kullanmıştır. Kiarostami’nin çokça ödül alan “Dostun Evi Nerede?” filmi adını Sepehri’nin “Adres” adlı şiirinden almıştır. 2005 Fecr Film Festivalinde de “Suyu Bulandırmayalım” adlı şiiri başka bir filme isim olmuştur.

Sepehri, Mısır, Pakistan, Hindistan ve Japonya ve Avrupa,’da bulundu. Hindistan’da Doğu bilgeliği ve Japonya’da Zen-Budizmle tanıştıktan sonra kendine has bir üslup elde eden Sohrab’ın bu tarzını şiir ve resimlerinde görmek mümkün.

İlk şiir kitabı ‘‘Rengin Ölümü’’ 1951’de ‘‘ Rüyaların Yaşamı’’ 1953’te, ‘‘Güneşin Göçüğü ve Keder Doğrusu’’ da 1961’de yayımlandı. Bu eserlerinde modern İran şiirinin kurucusu Nima Yuşic’in etkisi olduğu söylenmektedir. 1967’de yayımlanan Suyun Ayak Sesi, Yolcu, Yeşil Hacim adlı eserlerinde kendi kimliğini hissettirmiştir. 1977 yılında bu yedi kitabı ‘‘Biz hiç,biz bakış’’adlı şiir kitabıyla birlikte ‘‘Sekiz Kitap’’ adı altında yayımlanmıştır.

Şiirleri Fransızca, İngilizce, İspanyolca, İtalyanca, İsveççe, Rusça, Hırvatça ve Türkçe gibi birçok dile çevrildi.

Kelime gürültüsü yapmadan, hayatın çocuksu yanını en yalın ifadelerle adeta şiirle resmeden Sohrab Sepehri 1980’de Tahran’da lösemi nedeniyle öldü.

7


Hayal Bilgisi Ali Berkay Bircan – Ah Saf Çelişki

giden yare üzülür yare giden surlar yıkılır yıkılırlar taşların altında hep insanlar kalır. köşke çekilen şah düşer kurşun sahibine döner celladı ve şeddeyi hatırlamaz.

nipnikotin ya da yoksunluk belirtilileri üç nokta komayı uzatmaktır ki ölüm vardır vücut yıkanır uçurumdan düşmek bulutların kaybınadır.

gitmek sadece cam değil tüm şehirler aynıdır mutlaka arkadaşlar ve gidenlere el sallanır bana gelir ancak ve ancak eksikler iyi bu kalemi kırıp, infazı ertelemektir.

bir katil söyleyecektim, tabanca durdu, öldü. ellerim de ki: tetiği ben çekmedim. sen aynaya gidersen sen sana gelir gerisi de gelir; herkesin silahı kendine görünmez.

tüylerim kabarıyor, ürperiyorum “ol” diyor, kalkıyorum ve ölüyorum kaldıramazsam ellerim nasırlı değil tersine paranoya eksiksiz oldu sırtımdaki bıçakla bakıyor ki çırpınıyorum evladı olmak zordur, babalar oğullarına benzer soldu yüzüm, cekedimi alıp çıktım.

8


Hayal Bilgisi Yusuf Bal - Ra kemik taraklarınla tararken saçlarını ben buradayım, duyma sesimi tunç üzerinde kızartıyorum dilimi içimden geçirip sen

sol kaburga kemiğinden bırak yarama hüznü bulutların kıvrımlarıyla yürü bana bir şiir gibi cevapsız suallerin çıkmazında görürken

yağmur bulaşan kaygan sokaklarda

heykeller kırılıyor tut ellerimi,

süreceğim kendimi

yarılan sularında kızıl denizin

öyle tek başına münferit

kaleler eriyor; ömür bu sensiz geçen

yürü, ben acı;

kırmızı akan nehrin koynunda hüzün

bu gün güneş doğmadı ra

üstüme çöken siyah bulutların arasından

tüm resimler param parça

boğuluyorum içimde sen

İnci Erkan Taş – Bahara Özlem Avuçlarımda hala sonbahar hışırtısı! Eylül’den kalma bir hüzün düşüyor şimdilerde sol yanıma. Ve hala bahar gelmiyor benim şehrime. Her sabah bir salkım yüzünü gösteriyor güneş, öğleden sonraları gözlerine yaş kaçmış bir İstanbul oluyor burası. Çamlıca’da çam kokularını bekliyorum oysa ben, Hani yüzünü gösterse bahar bir tatlı huzur alıp geleceğim Kalamış’tan. Ya da Pazar günleri Kadıköy’e inip bir kaç yaralı martı iyileştireceğim. İskeleye adalardan bir vapur yanaşacak, bir yar getirecek belki de bana... Şimdilerde gökyüzü hiç çıkartmıyor grili elbisesini ve Üsküdar’a inerken başlıyor bir yağmur. Gece olunca hala İstiklal’de kestane tezgâhlarında ellerini ısıtıyor kimsesiz çocuklar. Ben de onlar gibi üşüyen bir çocuk oluyorum, Göçmedikçe şehrime kırlangıçlar. Hani mevsim böyle olunca dostluklar bile kurak! Bir duvarın arkasına saklanmış neşemiz. Annem neye dokunsa ellerinin hüznü bulaşıyor sanki Babamın omuzları biraz daha çöküyor. Bahar olan bir mevsimde sevdiğim o adam da yok işte! Cümle ayrılıklar kırılıyor içimde. Susuyorum Ne kadar şiir yazsam yokluklara, o kadar üşüyecek sözcükler. Şimdilerde ne yana baksam boynum bükük, ne kadar yazsam fazlaca buruk. Maviliğini kaybetmemiş bir gökyüzünün altında ben yine umutsuz bir çocuğum. Galiba özledim çok! Bahar olan bir mevsimde sevdiğim her şeyi O yüzden susuyorum şimdilerde. Hangi vakit karşıma çıkarsa bahar O zaman süslü harflerle şiirler yazacağım sizlere. 9


Hayal Bilgisi Sıraleyna Sevgili – Masal Perisi En derin acılar ve en derin yaralar Bir tutam özlemle başlar Bir parça matem ve yasla büyür akıl Olgunlaşır tüm duygular Sarsıntı geçirmiş ruh ve beden Ayakta kalma mücadelesini öğrenir Düşünce bilenir beynin astarında Ve merhamet yayılır acıdan sonra Büyüyen gül bahçesinin içinde Bahçıvanın kollarında açar en narin ifadeler Gül yüze gülerek bakınca Sonra susar dil, susar gün ve gece Sahibine yetişecek bir hece arar akıl Sonra derin bir yalnızlık sarar, korkuyla karışık insanı Ağlar bakışlar, yas tutar yaşla dolu kirpikler Ve yeşerir göğün indinde bir masal perisi Tutar ellerinden kör gecenin Tutar dillerinden kör sabahın Gül düşünür Gülen yüzde düşünce ürür Sonra bir masal perisi okşar tenleri Her yer, her şey suspus olur Beyaz bir gölge siner tenden içeri Beyaz bir sayfa açar ruhun en derin yerine Masal perisi… Açıp okumaya başlarsın acıyla doğan Sabahların kapalı zarfını Açarsın içinde dünden ve yarından öte Bu günden ve zamandan bağımsız ifadelerle karşılaşırsın Bir gün acının en derin yerindeyken, kendine sığınmışken Hiç ummadığın bir anda, hiç ummadığın birinden Bir mektup alırsın Gül bahçesinin bahçıvanı olduğunu anlarsın. 10


Hayal Bilgisi Emre Gürkan Kanmaz – N’aber? Caddelerin hoşuma gitmiyor! Çünkü ben foseptik değilim, Çünkü bir çiçeğin köpüklü ağzı gibi baştanbaşa bir şehri Yenileyemem. Küfrü bizzat öteleyemediğin gibi Beni de çekemiyorsun Biliyorsun Çünkü ben inşaat değilim, Çivilerden betonlardan yani kütlelerden amne harcırahı Kesemem. Kilitli taşların fazla itici! Çünkü yolların bir yere gitmediği Aşikar olsa da bir öyküdür tutturmuş gidiyoruz Sahi Nedir filmleri kitapları büyülü kılan? Bir yılan? Bir fizan? Hafızan? Viyadüklü kalbin tıkanıyor! Çünkü fasiküller aşkına zımbalanan sesin Kırışıyor. Çünkü körelen bir törpü gibi ellerini ellerim Yıpratıyor. Çünkü kalın yazılan harfler eksik klavyende N’aber? Galiba hoşuna gitmiyorum!..

11


Hayal Bilgisi Nazlı Hamurcuoğlu - Gönül Gözüm Miyop eğer camdan aşağı bakarsan çünkü hadi farz edelim meğer ben varmışım aşağıda hele bir de atlarsan devrilirse boyun çok katlı ve kapıcılı bir apartman gibi küt diye kalbim küt küt diye atıyor işte öyle camdan atlar gibi durmadan yalvarıyorum ama hep yukarıdan bakıyor bana tanrı. hiç haberin yok araya hiç reklam almadan izliyorum oysa seni film bitecek de ışıklar yanacak diye ödüm kopuyor; karanlığı çok yakıştırıyorum çünkü sana. eğer yüzüme bakarsan birikmiş karlar görürsün el değmemiş. birikmiş sevgi görürsün bugün yüzünü görmemiş. dirilmiş bir ölü görürsün ölüm uykusundan yeni uyanmış, gözleri şiş şiş. şairin teki demiş ki ‘o değil de satırlar keserken böyle habire kelimeleri bu şiirle biz nereye kadar’ demiş.

12


Hayal Bilgisi Esra Pak - İklimler Yedi ayrı iklimden yedi bütün akşam oluyordu “hissinden”... Beni sorma! Bende karşılığın yok. Camlara sıfır kilometre bile değil kıyılarım. Ve binlerce “kimsesiz” iklim, Nasıl da gülüyordu derinden. Sekizinci iklim yok, açan her çiçek kokusuz taşa benziyor, Arkama bakarsam -sobeDalımı kırarsan -ladesDokuzuncu iklimi anam doğuruyor. Hepimiz sağır baykuş demleri... Son iklim, Gözlerinden akvaryuma sallanan japon balığı nefesi. Kısa aralıklarla bulutları delip geçen uçak misali gökyüzünde, Ve herkes şizofren bir bahar bulur içinde Kanayan her iklim derdine son çare.

13


Hayal Bilgisi Cihat Albayrak – Bir Gereksinim Olarak ‘DELİLİK’ İnsan, hayatına dahil etmek istemese de, bi çok şeyin hep yanı başında olmasına ihtiyaç duyuyor. Kötü, iyiyi ortaya çıkarmak için uğraşlarımıza iliştirilmiş bir fon gibi; ya da, ahlak… Delilik, cevap bulan bir ihtiyaçtır. Yüzyıllardır bütün bilgi birikimimizi aktarıyoruz. Bir düşünsenize; bize nasıl yaşamamız gerektiğini salık veren ‘Hayat Bilgisi’ kitaplarımız var. Davranış kalıplarıyla büyüyoruz. Her şeyin en doğrusunu bilenleri model alıyoruz kendimize. Ahmet Öğretmen kadar çok okuyor, Selma Abla kadar efendi oluyoruz ‘dost meclislerinde’. Birçoğumuz, hayatlarını, hep ‘yarını’, ama hep yarını bekleyerek geçiriyor. Ve aslında hiç de heyecanlandırmıyor bizi, hep yeniden yaşamak, tekerrür ediyormuşuz gibi yaşamak başkalarının hayatlarını. Denenmiş, tecrübe edilmiş bütün hayal kırıklıkları, bütün platonik aşklar ve sevgi sözcükleri, kanayan dizlerimiz ve kırmızı kurdeleli karneler… Aynadaki adamın, ‘kendimiz’ olduğuna inandıramıyoruz kendimizi bir noktada. Ve tam da o anda ihtiyaç duyuyoruz deliliğe! Yani evet, hep vaktinde girilmelidir sınavlara ve hep vaktinde bitirilmelidir mesailer. Yani iki kere iki hep dört edecektir ve zengin kız, fakir ama gururlu delikanlıya kaptıracaktır gönlünü. Yani bütün olağanlığı ve olağandışılığıyla hayat üzerine düşeni yapacaktır payımıza düşen an’lar boyunca. Ama biz hep farkında olduğumuz, hep tahmin edebildiğimiz gün ve gecelerimizde, yanlış olanların, ya da yanlış kabul edilenlerin, yanı başımızda durmasını isteriz artık. Delilik, hayata katlanabilmek için geliştirilmiş bir alternatif tıp yöntemidir sanki. Düşünürken, okurken, çözümler üretirken, sevebilme yeteneğimizi kullanırken, bize bütün samimiyetiyle eşlik eden şey bir parça deliliktir ve biz onu, sadık bir hizmetkâr gibi alet ederiz eylemlerimize… Delilik eğlencelidir! Katlanılmaz hale geldiğinde etrafımızda olup bitenler ve dahi biz kendi kendimize katlanamaz oluverdiğimizde, ‘uydum hazır olan deliliğime’ der gibiyiz! Delilik, bir parça tebessümün önşartı çoğu zaman… Adına tevekkül diyebileceğimiz bir huzur an’ı belki de! Elden ne geliyorsa, hayata sunmak, işe yaradığını hissetmek… İçinden geldiği zaman ve inatla aklına aslında hiçbir şey gelmeden sokak ortasında kahkaha atmak gibi; konuşman gereken en mühim yerde susmak gibi… 14


Hayal Bilgisi Delilik bir kimlik karmaşası sanki. Farkındalıklarının da farkında olabilmeli insan. Yani, öz muhasebesini yapabilmeli. Bakışlarında, hem hiçbir mana bulamadığımız, hem de çok şey anlatıyor deyip takıldığımız insanlar deliler. Sandığımızdan faha fazlasını biliyorlar. Bir filmde aynen şöyle diyordu başrol oyuncusu, gözlerimizin içine bakarak: ‘Ben deli değilim, yalnızca herkesin gördüğünden daha fazlasını gördüm’. Bir başka örnek olan Matrix’te, bir çocuk yalnızca zihin gücüyle, demir bir kaşığı eğebiliyordu. Tıpkı bunun gibi, kimisi güneşe dokunacağına inanıyor, kimisi dağları kaldıracağına… Belki de doğru olan budur. Yani haklıdırlar! Yani, sadece ‘delirince’ anlayabileceğimiz gerçeklerdir bunlar belki de! Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’de yarattığı karekter, bu bakımdan oldukça yerinde bir örnektir. İnsanları bir adım öteden izlemekten büyük zevk alan, yalnızlığı bir gölge gibi takip eden karakter, şehri bir canlı varlık, bir arkadaş olarak kabullenir, evlere isimler verir, onlarla sohbet eder, sokakların kimliklerini oluşturur. Kişinin ruhunu özgürleştirmek için baş vurduğu bir araç olan delilik, toplulukların kişiye dayattığı/kabullendirmeye çalıştığı bir araç aynı zamanda. Gitgide yalnızlaşıyoruz. Derin bir yalnızlık doğuruyoruz gelişmişliğimizle. Hep ertelenen hayallerimiz, en uzak mesafeleri doğuruyor dostluklarımıza, aşklarımıza. Birbirini anlamayan insanlar topluluğu oluyor adına toplum denen mekanizma. Ve ‘delirmiş bu adam’ diye tanımlamaya başlıyoruz biz, bizim gibi olmayanları, bizim gibi yaşamayanları; yani, ötekileştirdiğimiz herkesi ‘deli’ olarak tanımlıyoruz! Özlediğimiz, yapmaya çekindiğimiz, hayalini kurduğumuz, cesaret edemediğimiz, korktuğumuz, aşık olduğumuz, nedeni her ne olursa olsun gerçekleştiremediklerimiz, karşımızdaki insan(lar)da vücut bulunca, biz bir tepki/savunma mekanizması oluşturuyor ve ‘deli’ diyerek tatmin ediyoruz bencilliğimizi… Delilik işte tam da bu yüzden gerekli. Toplulukların, hayatı yaşamaları gerektiği gibi yaşayamamaları gerçeğinin üzerini kapatmak için uydurdukları bir yama; bütün düşünen usları, ‘kötü örnek olmamaları üzere’ silikleştirme projesi… Bu bir emirdir: Delir! Vaktinden çok sonra değeri anlaşılan düşünürler örneğin! Peygamberler, bilim adamları… Sokrat örneğin, Hallac-ı Mansur mesela, Halil Cibran… Toplulukların delilik algısı… Sevgilinin, maruz kaldığı bir ilan-ı aşk karşısında dilinden dökülen iki kelime: Delisin sen! Ya da, bir itfaiyecinin, alevler arasına dalıp, bir çocuğu yangından kurtarmaya çalışması; izlemekle yetinen onlarca kişinin arasından: Delirmiş olmalı! Okuyan, düşünen, cesaret eden, kalıpların dışına çıkmak için çabalayan, yani bizim yetindiklerimizle yetinmeyenlerdir deliler… Sinemada, deli figürü olay örgüsü içerisinde, iyi ve kötü karakterler arasında bir denge unsu15


Hayal Bilgisi ru ve senaristin vücut bulan sesi olarak ‘doğruları’ ifade etmesi üzere yaratılmıştır. Aslında esas karakterlerin çok da itibar etmediği ancak zihinlerinde ‘ya haklıysa’ düşüncesini doğuran replikler ile dahil olurlar filmlere. Edebiyatta ise geçmişten bugüne deliliği konu alan eserler ile karşılaşırız. Halil Cibran’ın ‘The Madness’ (Delilik) adlı eseri, Bukowski’nin Sıradan Delilik Öyküleri, Erasmus’un Deliliğe Övgü’sü bunlardan yalnızca bir kaçıdır. Delilik, oldukça çekici bir konu olarak yansımıştır eserlere. Burdan hareketle, toplumsal kimliğin izin vermediği şeyleri yapabilmek için bir alternatif yol yaratma çabasıdır delilik belki de… Yazılmaması gerekenleri yazmak, yapılmaması gerekenleri yapmak için bir haklı neden: Delidir, ne yapsa yeridir! Toplumsal bir mutabakatla üzerinde konuşulmaması gerekli bulunan, bilinçli sessizliklerde, toplumun geri kalanının bakmaya, gidip görmeye çekindiklerine cesaretle dahil olabilen kişidir deli. Delilik yalnızca hastane koridorlarında değil, ya da sürekli alınması gereken haplarla… Sokaklar, apartmanlar, okul sıraları, fabrikalar, deliler ve deliliklerle dolu. Yaşam, bir hastalıktan öte, bir yaşam biçimi olarak doğuruyor deliliği ve bu deliliğin karşısına da kendi hekimlerini çıkarıyor; işverenler, yöneticiler, siyasiler, bürokratlar, ve benzerleri… Şikayet etmenin çok kolay olduğu anlarda susmaktır belki de delilik; yani ‘ruhun üşümesi’.. Delilik bir gereksinimdir. Çünkü bir doğal sonuçtur; zira çoğu zaman ondan uzak durmaya çalışarak, ona yaklaşmış oluyoruz…

Müzeyyen Çelik - Dünya’da Bir Melek: Kozmo Bu köşeye her gün oturduğumda insanlar görürüm. Sabah başlarım görmeye insanları. Onlar bakarlar ama görmezler. Sayısız insan geçiyor önümden; bana acıyarak, tiksinerek ya da yadırgayarak bakmalarını önemsemeyecek kadar olgunlaştım. Onların akıllı kalmalarına şaşıyorum esasında. Bugün 29 Mayıs 11 Pazar. Bahar daha gelemedi bu şehre. Birçok insan hala ceket ya da yağmurluk giyiyorum diye hayıflanıyor. Evimden çıktım ki çoğu kişi bir evim olmadığını sanır. Köşeme geldim. Saat 06:30. Güneş henüz kokusunu toprağa salmamış ki yağmur ben buradayım diyor. Gece boyu yağmıştı. Su nasıl bir şey anlamadım ben. Lisede, üniversitede kimya dersinde gördük ama öyle değil. Su bambaşka. Tanımlayamadım ben suyu. Yadırgandım hep. Hocalar anlamadılar beni. Sığ düşünüyorlardı. Kendileri de farkındalardı ama işin içinden çıkamadılar bence. Olsun. İşin içinden çıkamayınca kaçmak en akıllıcası ben beceremedim. Kaçmak bana göre değil. Su çok farklı bir şey. İki hidrojen bir oksijenle açıklanamayacak kadar değişik. Sabah evden çıkarken babamın bana lisede hediye ettiği gömleği giydim. Onda babamın kokusu var, yıllardır yıkamıyorum. Babamın elinin kokusu çıkmamalı. Bu pantolonu üniversitede kavga ettiğim bir arkadaşımdan çaldım. Canımı çok acıtmıştı. Onun da canı acısın istedim. Çaldım. Şimdi ona duyduğum kini her gün yaşıyorum. Ayaklarıma hiç çorap giymem yaz kış terlik giyerim. Bu terliklerin üstünde “Nasa” yazıyor. Astronomi okumayı ben istedim. Herkes ‘matematik oku’ dedi. Babam 16


Hayal Bilgisi çabuk iş bulmam için ‘matematik öğretmeni ol hiçbir şey olamazsan ama önce mühendislikleri seç’ diyordu. Benim gözüm yükseklerdeydi. Uzaya gitmek isterdim hep. Uzaylılar var zaten. Ben gördüm. Cin de çağırırdık lisede ben gördüm onları da. Cin de var uzaylı da var. Her iddiasına varım. Ben gördüm diyorum ya gördüm. Daha nasıl inandırayım. Bu sabah herkese bunu anlatmayı görev edindim kendime. Simitçi daha gelmemiş. 12 dk sonra gelecek. Çay ocağı da 13 dakika sonra açılacak. Yeni çırak biraz gevşek gerçi ağırdan alıyor. Börekçi bugün biraz daha geç açar. Pazar diye. Sonra saat 10’a kadar başka kimse dükkanı açmaz. Bugün bu caddede nöbetçi eczane de yok. Onlar da açmaz. Hastalıklı insanların onların peşlerinden koşmasından iğreniyorum. Hepsi aslında zehirliyor. İnsanlar ne zaman yüzünü doğaya dönecek. Kanserden hepimiz ölünce mi? İşte ayaklarınıza bilmem ne derisinden çizmeler geçiriyorsunuz ne oluyor. Yine eczane peşindesiniz. Ben yıllardır terlik giyiyorum ama hasta olmam. İnsan doğaya ait bir varlıkken siz koparmaya çalışıyorsunuz. İnsan üşümekten hasta olmaz. Yediğinizde içtiğinizde hayır yok sizin. Ben bitmiş bir adamım ne bulursam yerim bana bakmayın siz. Önemsizim ve de ben. Sizler önemlisiniz. Sofranızda salata olmasın en ufağından bir örnek. Sonra gidin ot kapsülleri yutun. Aktara girdim sordum geçen gün. ‘Beni akıllandıracak ot var mı’ dedim. Korktu benden. Yok dedi. Yanımda bacakları ince sırtı geniş bir kadın da raflara bakıyordu. ‘Bunların hangisi daha hızlı zayıflatır’ diye sordu. Adam sarı kaplı olanı işaret etti. Bir gözü de bendeydi. Hırsızlık yaparım ya da birine zarar veririm diye korkuyordu. O an dedim ki ona, ‘ben kendimden başkasına zarar vermem! Halimden belli olmuyor mu?’ Adam şaşkın bana bakarken kadın elindekinin fiyatını sordu. ‘70 lira’ dedi. 70 tane lira. 140 tane simit. 30 kuruştan 233 bardak çay içerim. Bu kadın zayıflamaz ki. Kilo verse bile yine alır. Ne kadar iştahlıydı bir görseniz. O kadar yemeye bünye nasıl dayansın yağ yapıp duracak tabi. Bir de ne önemi var ki zayıflar daha mı şık ölüyor? Sağlıklı olunacakmış. Sağlıklı ölünüyor mu peki? Zaten neydüğü belirsiz bir zamanın akışında sürükleniyoruz. Her şey yalan hepsi boş. ‘Sen nasıl bir delisin’ dedi geçen delinin biri. ‘Yüzün çok anlamlı’ dedi. ‘Ben o anlamı çözerken delirdim’ dedim. ‘Sen gerçek bir delisin’ dedim sonra ona. ‘Benim gibi bir deliye cesaret edip de soru sorabiliyorsun. Bu anlamlı ve haşin yüze kimse dikkatle bile bakamaz. Kendi acı gerçeklerini görüp anında yüz çevirirler. Kokuyorum diye kimisi de ben geçerken burnunu tıkar. Yıkanmak iyi güzel de. Sürekli kirleniyoruz zaten. Neden yıkanayım ki. O insandan yoksun yüzleri gördükçe kirleniyorum her gün.’ Nasıl bir dünyaya kaldık biz. Çocukların kimisinin bakışında bile bir hırs, her istediğini ele geçirme arzusu var. Nasıl olur? Daha onlar çocuk. Kindar bakıyor çoğu. İnanamıyorum. Anneler çocuklarını yolda sürüklüyor hep. İnsanlar bir yerlere yetişmek zorunda. Yavaş yavaş yürüseler kötü mü ya! Bebekleri de torbaya koyuyorlar. Bebek insanın en iyi saklanacağı yer annesinin göğsü. Anne göğsüne hasret bu çocuklar besbelli yüzlerinden. Başka bir çapa aitler. -Yeter hırslarınızdan bıktım. Şu yüzlerinizi bi sıyırın. Dayanamıyorum. Öleceğiz hepimiz. Durun artık. Şehrin Kozmo adlı delisi yine aynı köşesinde ve mıntıkasında mesaisine başlamıştı. Her sabah gelir orda yer içer bazen bağırır, bazen insanlara sorular sorar bazen de bir köşeye siner ağlardı. Kendi kendine konuşmalarını birisi dinlese bir profesör kürsüde ders anlatıyor sanır17


Hayal Bilgisi dı. Kimseye zararı dokunmazdı ama. Esnaf ona simit alır , çay verir yemek verir sahiplenirdi onu. Bir keresinde bir delikanlıya ‘o kız çok masum ona yalan söyleme’ diye saldırmıştı ama yine canını acıtmamış da sarsmıştı sadece. Herkes hakkında bir şeyler bilirdi ama kimsenin esas hikayeden haberi yoktu. Sürekli aynı şeyleri giyerdi. Sadece kışın sırtına yeşil bir parka alırdı ki o da çok eskiydi. Yaz kış demeden yalınayaktı. Sarı terliklerinin içinde siyah ayakları kışın mosmor olsa da sağdan soldan verilen ayakkabılara kıyafetlere meyletmezdi. Kimi günler insanların yüzüne dik dik bakar kimi günler de kendi kendine şarkılar mırıldanır danslar ederdi. Yetenekli bile denebilirdi dansta. Neydi bu Kozmo efsanesi. Esnaftan kimisinin çırakları bir gün bunun peşine düşmüşler gecenin bir vakti eve dönerken. Ne yapmış etmiş izini kaybettirmiş. Çocuklara da köpek saldırmış peşindeyken bunun. Aniden de ara sokaktan bir araba hızla geçmiş yanlarından, arabanın ışığından gittiği tarafı da görememişler. Sanki hepsi planlıydı diye anlatmışlar. Korkmuş bunlar. Geri dönmüşler ama yanaşamadılar uzun süre Kozmo’ya. Bu bazen put gibi durgun olur. Saatlerce ayakta bekler. Yeni yetme gençlerin kimisi de karşısına geçer buna dil çıkarırlar. Deli deli kulakları küpeli derler bu hiç oralı olmaz. Kımıldamaz bile. Bazen de caddede ayda yürüyormuş gibi zıplaya zıplaya yürürdü. Bir ara da bisiklet bulmuştu. Ona binerdi. Defalarca dönerdi kendi etrafında. Kimse anlamaya çalışmazdı. Deli ya! Geçen sene Kozmo’ya bir kadın her öğlen yemek getirirmiş. Bu da kadını görünce kaçarmış. Kadın her zaman oturduğu yere sefer tasını bırakır gidermiş. Kadın gözden kaybolunca bu da gelir yemeği yermiş. Sefer tasını da olduğu yere koyarmış. Annesi dedi esnaf ama kimse onun hakkında net bilgiye sahip değildir. Bu civarın neşesidir aslında. Güler yüzlüdür de. Çocuklara öyle şefkatle bakar ki korkmaz çocuklar ondan. Onca hırpaniliğine pisliğine rağmen korkmazlar. Saçı sakalı birbirine karışıktır çoğu zaman ama uzunluğu değişmez. Tırnakları kirlidir ama biçimlidir. Ah Kozmo! Bu yüzün dünyamıza fazla insancıl. “Ben Eren Haznedar, namı diğer Kozmo. Lise’yi birincilikle bitirdim. Hep bambaşka baktım dünyaya. Bazen içime kapanıktım bazen de şen şakrak. Kimse tam anlamıyla çözemedi beni. Kimse anlayamadığı için de köklü dostluklar kuramadım hiç. Kaçtılar benden. Kendi gerçekliklerini söyleyen bir aynaydım ben. Evet bir akışın içinde belirsizliğe doğru sürükleniyoruz. Tutunacak dalımız yok. İnanmak evet inanmak diyorlar. İnanmak kolay mı? Gerçekten düşünmeden inanılır mı? Kendimi gizlerken diğer insanlardan apayrı bir dünya kurmuşum içimde fark etmeden. Ne diyordum lise. Liseden sonra babam adamakıllı meslek sahibi ol dedi. Demiryollarında makinistti babam. Kısa mesafelere beni de götürürdü bazı zamanlar. Gece tren karanlıkta kayarken yıldızlara merak saldım ben. Hiç uyumazdım. Takip ederdim. Bilinçaltıma öyle bir yerleşmiş ki yıldızlar. Liseden sonra Uzay Bilimleri okuyacağım dedim. Herkes karşı çıktı. Umrumda olmaz. Kazandım. İstanbul’a gittim. Astronot olmak istiyordum. Uzaylılar var çünkü. Şaşırmak istedim ben. Kainatın şaşırtmacaları yetmedi bana. Hep daha fazlasını istedim. Okul tam bir hayal kırıklığıydı. Hayal kırıklıklarına dayanamam ben. Dayanamadım da. Üçüncü sınıfta okulu bıraktım. Babam çıldırdı. İstanbul’a geldi. Günlerce beni ikna etmeye çalıştı. Olmaz dedim. Bırakacağım dedim. Kaydımı almaya okula gidecekken peşimden gelmiş. Öğrenci İşleri’nin önünde karşıma çıktı. Sertti babam. Herkesin içinde bana bir tokat attı ki sormayın. Sendeledim yere düştüm. Dünyam karardı. Bütün o kalabalığın ortasında bunu bana nasıl yapar. Ayağa kalktım arkama bakmadan kaçtım. Günlerce ortaya çıkmadım. 18


Hayal Bilgisi Eski kaldığım mahallede küçük bir cami vardı siz deyin mescit oranın kadınlar bölümüne girdim saklandım. Kimse de uğramadı. Aç susuz ağladım, dua ettim, düşündüm. Ellerim titremeye başladı. günler sonra imam beni buldu. Hastaneye kaldırdılar. Polis geldi kimseyle konuşmadım. Cebimden kimliğim çıkmış. Annemi buldular. Annem perişan olmuş. Yanıma geldi yüzüne bakamadım. Başka bir keder var gibiydi yüzünde. Eren ne yaptın oğlum ben ikinize birden nasıl dayanayım. Baban bir hastanede sen bir hastanede. Mahvettiniz beni oğlum diye ağlıyordu. Doğruldum usulca sordum ki yüksek sesle konuşmaya mecalim yoktu. Anne ne oldu dedim. Babam ben kaçtıktan sonra felç geçirmiş. Bilinci de kapalıymış. Buna bile üzülmedim. Beni herkesin içinde tokatlamamalıydı. Öyle sandım işte ben.Üzülmedim sandım ama içime öyle oturmuş ki hastane sinir krizleri geçirdim. Sonra ilaçlar, psikiyatrlar, şoklar. O ilaçlar beynimi öyle uyuşturdu ki. Günlerce düşünemedim. Donuktum , herhangi bir duygu yoktu içimde. Titriyordum ama. Kendime ciddi ciddi ‘delirdin işte oğlum’ dedim. Hep hayırlı olsun. Babam biraz toparlayınca ambulansla memlekete götürmüşler. Malulen emekli olmuş. Annem benim peşime düştü sonra. Ben onunla da konuşmadım. Konuşmak çözüm değil. Bir şey değişmiyor. Anlamıyorum dünyayı. Bulutları anlamıyorum. Yıldızları anlarım diye okula gittim. Olmadı. Bu anlayamamam yüzünden delireceğim. Delirdim bile. Annem beni de aldı sonra. Babam konuşamıyordu, yürüyemiyordu ben de pelte gibi etrafta dolaşıyordum ya da köşelerde büzülüyordum. İçimde mantıklı biri her şeyi düşünse ve anlasa da olmuyordu. Bir şeyler eksikti. Evde duramadım daha fazla. Madem deliyim tüm sokaklar benim! Köşeme gidip hayatı öldürüyorum şimdi. Katilinim ey hayat! Kozmo dediler bana. Kozmonot olacaktım ben. Çocuklara anlatmıştım onlar taktı bana bu ismi. Ne de olsa her delinin bir lakabı olur. Benimki havalı oldu. Senelerdir gelirim buraya. Buranın tescilli delisiyim ben. Anlamadıklarımı anlıyor muyum hayır? Evlere sığamıyorum. Yalnız görüyorum artık yüzlerde yalanları, bakışlarda kıskançlıkları, ihanetleri, hırsları. Anlamıyorum ve de evet bunları. Ölmeyecek misiniz ey insanlar! Kozmo 31.05.11’de sabah 07:30’da her zamanki köşesinde içine büzülmüş şekilde ölü bulundu. Onu ilk çayevinin çırağı gördü. Kozmo diye seslendi. Ses gelmeyince sarstı. Kozmo yana düştü çırağın ayaklarının dibinde yığıldı. Çırak polisi aradı. Kozmo ambulansa alındı devlet hastanesinin morguna kaldırıldı. Yapılan tetkikler için caddedeki mobese kameralarına da bakıldı. Kozmo iki elini de gökyüzüne açmış bağırıyordu. Ne dediği net olarak anlaşılamıyordu. Ellerini göğsüne birleştirmiş ve köşesine gidip oturmuştu. Bundan başka da görüntü yoktu. Kozmo yeri zor doldurulur bir boşluğu da giderken bırakmıştı.

19


Hayal Bilgisi Ayşe Ünsal - Delilik Halleri

“Kadın duştan çıktı ve masanın üzerine bırakılmış sandviçle bir fincan çayı gördü. Ekmeğin içi çıkarılmıştı. Kadın bunu fark edince ağlamaya başladı. Gülriz Sururi’nin son kitabı “Seni Seviyorum”un kahramanı Sahra satırlarda, kitabı okumakta olan bense yatağımda ağlıyorduk. Ekmeğin içi çıkmış diye. Onu seven adam bu detayı atlamamış diye. Böylece “seni seviyorum” dedi diye. (…) “Delice değil mi? Kadınsı bir sersemlik hatta!” Ben bu satırları okurken yağmur deli deli çarpıyordu kendini kaldırımlara… Durdum, yağmurun altında ıslanan hayatı izledim… Okuduğum satırların ıslaklığını taşıyordu yüreğim… Yağmurdan koşarak kaçan insanların aklıselimliğine(!) değil, yağmurda dans edenlerin deliliğine dokunuyordu elleri kalbimin… “Delilik” dedim, “çocukken içimizden geldiği gibi yapılan ne varsa, hepsinin adı değil mi aslında?” Bir çocuğun her şeye sevinebilen hali değil mi hayatın ‘biz büyürken iyileştirdiğini söylediği’? Oysa çoğumuzun içinde hala ‘zillere basıp kaçma isteği… El değmemiş delilikler aradığımız…’ Tek kişi olmamızı bekleyen hayata kendimiz olma cesaretini gösterirken ruhumuz, en çok aşık değil miyiz ve de… En çok… Büyürken çoğumuzun elinden düşürdüğü bu ‘çokluk’ aşkla gelivermiyor mu yeniden? Alice Harikalar Diyarında filminde bir sahnede, ‘Şapkacı’ karakterinin büyüyen Alice’e söyledikleri geliyor aklıma bunları düşünürken, “Sen çok daha fazlaydın. Sen daha çoktun. Çokluğunu kaybetmişsin!” Böylesi ‘çok’ doğarken ana rahminden, nasıl oluyor da sevinebilmekten korkar hale gelecek kadar eksiliyoruz? Olması gerekenlere kim inandırıyor bizi? Ne zaman öğretmeye başlıyorlar bize boyun eğmeyi, alttan almayı, teslim olmayı, birilerine yaranmayı? Kimin kuralları bu giyinip dolaştığımız? Önümüze koydukları kalıplara bakıyorum şimdi, kenarımızdan köşemizden kesilip içine sığmamız istenen kalıplara... “Orada dur!” diyen seslerle çevrili sınırları, “burada sus!” “Çok fazla gülme, her şeye sevinme! Delice şeyler söyleme! İnsanların anlayacağı şekilde konuş!” Duvarlarının dili bunları öğütlüyor habire… Yalancı ödüllerle kandırıyor ruhları; azalttıkça artan ödüllerle… Renkli ne kadar fırfırı varsa ruhumuzun tedavülden kaldırmaya çalışıyor… Ta ki biz bir gün, sevdiği adam ekmeğin içini çıkararak “seni seviyorum” dedi diye ağlayan kadının gözlerindeki nemi taşıyıncaya dek… O yüzden ‘delilik en çok aşkla kardeş’ diyor içimdeki ses… Geldiğinde bizi sarsıp tüm kalıpları yıktırıyor… Olur olmadık şeylere gülüp, insanların anlam veremediği inceliklere gözyaşı döküyoruz… İçimizde renkli kalemlerini elinden alıp küstürdüğümüz çocuğa rengarenk balonlar verip hayata döndürüyoruz… Eksilen ne varsa tek tek topluyoruz yerden. İnsanların bakışlarından soyunup, kendimiz olduğumuz kadar aşık, içimizden geldiği gibi hareket ettiğimiz ölçüde deli oluyoruz… İmkansızlık 20


Hayal Bilgisi tohumlarını ayıkladığımızın farkına bile varmadan ‘olmaz’ları ‘olabilir’ yapıyoruz… Yani “gerçekçi olup imkansızı istiyor” halde buluyoruz kendimizi… Hafızamızın alamayacağı kadar ayrıntıyı nasıl olup da hatırlayabildiğimizi açıklayacak bir akıllı yok, aşıkken. Ve bahçedeki erik ağacının çiçeklenmesine her bahar hayret edip sevinen insanlar giderek artıyor mu bilmiyorum. Kurumaya çalışan menekşeyle konuştukça canlanacağına inanan daha kaç kişi olabiliriz? Güneş doğmuş mu diye telefon ekranına bakan uyandığında ya da? “Seni seviyorum” demenin her gün bin türlüsüyle karşılaşıp, aynı anda ağlayıp gülebilmeyi başaran kaç insan tanıyoruz? Uçağı kaçıracağı umurunda olmadan karşısındaki sevgili yüzün seyrine devam etmeyi ne olarak tanımlarsınız? “Uçuyorum” dediğinizde içinizdeki duyguyu tarif edecek bir akıllı lisanınız var mı? Okuduğumuz kitabın ellerimize gönderilme vaktinin “tam zamanı” farkındalığını taşıyanlar el kaldırsa da saysak veya… Dünyayı bir tebessümün bile değiştirecek gücü taşıdığına kaçımız inanıyoruz? Sokak ortasında en deli ve en çocuk halimizle karnımız ağrıyıncaya kadar gülebilecek kimler var şimdi bu yazıya gözü değenler arasında? Eksiklerimi toplarken yerden velhasılı; çocukluğum yeniden, ayaklarına kırmızı rugan ayakkabılarını geçirip “ben buradayım!” diyor... Bayram şekerine benzettiği buluta el sallarken yüreğimin eli, hayallerim boyumu aşıyor… Ha bu arada unutmadan; biliyorum, o menekşe kurumayacak!

Hakan Bilge - Delilik İle Aşk Aynı Şey

Bu yazıda, Godard’ın yapıtlarını kalkış noktası yaparak “yabancılaşan” aşk ve aşk ilişkilerine, “aşkın delilik hali”ne bakacağız…

Fransız Yeni Dalga’sı (Nouvelle Vague) ile birlikte kadın imajı da değişip dönüşmüştür. En genel anlamıyla insan-öznenin düşünce ve eylem yapısının karmaşıklığı À bout de souffle’da (1960) Patricia’nın da (Seberg) içinde bulunduğu o geniş halkanın bir uzantısı. Cinslerarası ayrışma birinin “ölen”, diğerinin “öldür(t)en” olmasından kaynaklanmaktadır. Aşırı sevgi ve bağlanmanın beraberinde ölümü de getirebildiği düşünüldüğünde Patricia’nın eyleminin nedenselliği iyice bulanıklaşmaktadır. Bataille cinselliğin/erotizmin ölümü de içerdiğini söylerken haklıdır. Aynı kişiye yönelik farklı duyguların bir arada beslenebilmesi olgusu freudyen bir konu. “Anal devre”de olası saplanmanın/takılmanın (fixation) veya bu devreye gerilemenin en belirgin ruhsal dışavurumu aynı kişiye karşı hem hırçın, sert duygular geliştirmenin ve hem de o kişiye dönük sevgi beslemenin bir arada bulunmasıdır. Patricia, Michel’e (Belmondo) sevgi beslemiştir; fakat bu sevgi saldırganlıkla birleşip Michel’in ölümünü hazırlamıştır. Histerik bir şekilde sevgi ve nefret duyguları yer değiştirmiştir. Bertolucci’nin Ultimo tango a Parigi (1972) adlı yapıtında da benzer bir ruh hâliyle karşılaşırız. Bu filmde tensel aşk ölümle tebdil edilir. Tensel arzunun saplandığı yer ölüm çukurudur. Kadın (Schneider) kendisini cinsel olarak özgürleştiren erkeği (Brando) öldürür. Patricia da Michel’i ihbar ederek ölümü21


Hayal Bilgisi ne dolaylı da olsa sebep olmuş olur. Erotizm, karşılığını aşkta lâyıkıyla bulamamış birliktelik ölümü zaruri kılmıştır.

Pierrot le fou’da (1965) Pierrot kameraya dönerek: “Aklı fikri eğlencede.” der sevgilisi Marianne (Karina) için. Marianne ise: “Kiminle konuşuyorsun?” diye sorar kendisine. Ve aldığı yanıt: “Seyirciyle...” olacaktır.

Rollerine “yabancılaşan” karakterlerdir karşımızdakiler. Bu sinemada yabancılaşma (alienation) sürekli tekrarlanan bir öge. Gündelik yaşamdaki yabancılaşma onun filmlerinde “rol yapan” insanlara da sıçramıştır. Yabancılaşma sürekli ve her yerdedir. Karakterler salt “öteki”ne değil yaşamlarına, dünyaya ve kendilerine de “yabancılaşmışlardır”. Pierrot le fou’da Marianne “dünyanın dışında” olduklarını itiraf edecektir. Godard insanın evrensel ve trajik yalnızlığının en çarpıcı ressamlarından biri olmuştur. Bu filmde aşk üzerine ilginç bir replik var. Marianne şöyle der sevgilisine: “Delilik ile aşk aynı şey. Bir daha asla âşık olmamaya karar verdim. Çok kötü bir alışkanlık çünkü.”

Pierrot cephesinde de kompleks bir durum söz konusu. Seyirciye şöyle içini döker Pierrot: “Marianne ne zaman dese: “Ne güzel bir gün!” diye; acaba gerçekten ne düşünür? Tek bildiğim onun, “Ne güzel bir gün!” dediği. Gerisi gizem. Gerçi bunları çözsem de ne fayda! Hayaller kurarız, sonra o hayaller yaşantımız olurlar. “Ne güzel bir gün!” aşkım; hayalleri, sözleri ve ölümleri ile. Ne güzel bir gün bu, aşkım. Ne güzel bir gün, yaşadığımız bu gün.”

Pierrot bıkkın ve umutsuz yüz ifadesini (Bogart’ın “tipik” mimiklerini anımsatır) sonuna değin muhafaza edecektir. Buna karşılık sürekli umuttan dem vurur. Ama umutsuzluk da diline pelesenk ettiği karşı-sözcüktür. Umutsuz ve karamsardır; hassaten kadınlar söz konusu olduğunda… Marianne’in, öncelleri gibi parayla ve birdenbire öyküye dâhil olan sevgilisi ile kaçıp da Pierrot bir başına kalakaldığında, umutsuz ve karamsarlığın rengi daha da koyulaşmıştır artık. Kadın, erkek için her iki rol modeli ile de anlaşılmazlığını, gizemini korur. Sevimli, konuşkan bir sevgili iken de; erkeğini terk eden, entrikacı bir femme fatale iken de… Godard’ın 60’larda çektiği ve kadın-erkek ilişkisinin doğasına değgin en karamsar ve en nitelikli filmidir belkide bu. 22


Hayal Bilgisi

Pierrot le fou’nun romantik söylemin doğaya dönüş tezini gündeme getirmesi için 60’lı yıllar uygun bir seçim miydi sizce? Biraz tuhaf gelebilir; fakat modern (ya da postmodern) uygarlığın baskıcı, sıkıştırıcı, yabancılaştırıcı, anlamsız görüntüsü, ki Pierrot aslında burjuva sınıfından kaçmak, Civilisation du cul’dan kendisini ayırmak istiyor, burada yeterli bir neden olarak karşımıza çıkıyor. Yine de bunun bir düş olmaktan öteye gidemediğini belirtmeliyiz. Kaçış, ama nereye? Bu da romantik mitlerin çoktan sona erdiğini ancak anımsamamıza yarıyor. Bu minvalde özünde karamsar gibi görünen Godard temaları da hemen kendilerini belli ediyorlar. Aslında her karamsar düşünceyi gerçekçi olarak algılama eğilimi daha mantıksal sonuçlar üretmemize yardımcı olacaktır. Pierrot le fou’daki karamsar kıvılcımları –elbette sanatsal (artistik) gerçekliğin izin verdiği ve mümkün kıldığı ölçülerde– “gerçekçi” düzlemlerde okumak daha sağlıklı. Bu kaçış düşüncesini Pierrot’nun Johnny Guitar’ı (1954) refere etmesi ile de ilişkilendirebiliriz. Zira salt “gerçekçi” düzlemde “okumak” yeterli olmayabilir. Nicholas Ray’in bahis konusu yapıtı (Truffaut’nun Tirez sur le pianiste filminde de bu filme dair bir sitayiş ile karşılaşırız.) western peyzajı üzerine kurulu ve şiirsel diyaloglarla örülü. Western peyzajı doğaya dönüş düsturunu kuvvetlendiren bir imge öncelikle. Hollywood’da sansür mekanizmalarının dominant varlığının yönetmenleri çeşitli temaları western dekoru içerisinde betimlemeye yönelttiğini söylemeliyiz. Hawks’un Rio Bravo’sundaki (1959) kasaba şerifinin (Wayne) savaşımı içsel-cinsel bir savaşım olduğu gibi; Zinnemann’ın High Noon’u da (1952) Anti-Komünist McCarthy döneminin “insan avı”na yönelik bir filmdi. Johnny Guitar ise western dekoruna karşın, hatta bireysel mülkiyeti vurgulayan ekonomik içeriğine karşın, yolları ayrı düşmüş iki kadim sevgilinin yeniden kavuşması ile ilgili bir filmdir. Hollywood ustaları düşüncelerini yansıtabilmek amacıyla nasıl başka uzamlara taşınıyorlarsa, Godard kahramanları da sözde doğaya taşınıyor/sığınıyorlar. Deniz kıyısında, ağaçların içinde el değmemiş gibi duran, bozulmamış izlenimi veren doğa aslında hiçbir zaman bir kaçış yeri ol(a)mayacaktır. Zaten Pierrot le fou’nun bâkire doğasına eni sonu gangsterler de sızacaktır. Öte yandan bu sözde bâkireliğin uzamında Marianne’in sürekli sıkılmaktan dem vurması, Pierrot’nun da başını kitaplardan kaldırmaması her şeyi birebir açıklıyor. Teknolojik imgeleri ile de uygarlık hemen yanlarında pusuda bekliyordur… Alphaville, Godard’ın kadınları anlamadığının bir başka itirafı. Pierrot le fou’da düşüncelerini alter-egosu Belmondo kanalı ile dışavuran yönetmen; Alphaville’de Ajan Caution (Constantine) aracılığı ile klasik görüşlerini yansıtır. Bir sahnede Caution tuhaflığı fark edip oteldeki kadına şöyle soracaktır: “Tam olarak nesin sen?”

Aldığı yanıt ironiktir: “Baştan çıkaran kadınım, üçüncü sınıf.” Godard, klasik noir’ın femme fatale şablonuna yine itibar etmemiştir. Hollywood’a, anaakıma 23


Hayal Bilgisi (mainstream), ortajen izleklere, konvansiyonel anlayışa dair hangi eleman varsa tek tek alaşağı edilir. Baştan çıkaran, erkeğin kontrolünü yitirmesine neden olan, onu felakete ama en iyisi ölüme sürükleyen meşum dişi; mutasyona uğramış, karşımızda durmaktadır. Programlanmış, salt belirli sözcükleri tekrar eden bir android… Natacha da benzer biçimde, arada hafıza kayıplarına uğrayarak devreleri karışan bir robotu andıracak denli sahtedir. Zaten kimliği ve anıları da silinip süpürülmüştür. “Âşık olmak… O da ne?” diye sorar mesela… Godard, Le petit soldat (1963) ya da Pierrot le fou’da olduğu gibi Alphaville’de de Karina’nın yüzüne, bakışlarına, gözlerine, duruşuna, yürüyüşüne özenle eğilir. Karina, Godard sinemasında sürekli tartışılan kadın kimliğinin fetiş nesnesidir. Erkek tarafından arzu edilebilirliğini üst seviyede korumaktadır. Dişiliği, tavırları, konuşması ve gülüşü ile yine cezbedicidir; fakat o sahicilik duygusundan uzaktır... Karina’nın Godard yapıtında “özne” olup olmadığı sorusu tartışmaya açıktır. Onun yapıtları için bu sahneler ilâ absürd ve grotesk sözcükleri birer klasiktir. Bütün bu kurmaca (fiction) gerçeklik içinde izlediğimizin bir film olduğunu anımsamakla kalmayız sadece; yanı sıra ekranda salınan figürlerin yapaylığını ve giderek bir kapalı kutu olan insan doğasının gizemliliğini, anlaşılmazlığını fark ederiz. Yönetmen aynı konuya hiç üşenmeden defaatle değinmiştir. Tam bu noktada, “Godard sinemasında kadın neden nesne konumundan sıyrılamıyor?” diye sorabilirsiniz. Bu hemen başka bir soruyu kendiliğinden icat edecektir: “Bir yönetmen, anlamadığını itiraf ettiği kadını neden özne olarak sunsun ki?”

Pierrot le fou’yu bir anti-film, tiplemeleri de polisiye filmler ile kara film’lerdeki şematik Hollywood karakterlerinin ironisi kabul ederseniz, özne-nesne ikili karşıtlığından söz açmanızın pek bir anlamı kalmayabilir; fakat Godard sineması için kadının anlaşılamazlığı, ele geçmezliği, derinliğine nüfuz edilemeyişi, hülâsa bir muammadan mürekkep oluşu zaten geçerli bir klişedir; durmaksızın tekrar edilen bir laytmotiftir (leitmotive). Kadın tabiatının anlaşılamazlığının ucu, sinema sanatının insanı tam manasıyla, hiç olmazsa belirli açılardan, yani gerçekçi düzlemde (elbette “sinemasal gerçeklik”ten bahsediyoruz) tasvir edip edemeyeceği sanatsal sorununa değin götürülebilir, ki bu edebiyatın da klasik sorunlarından biri olagelmiştir. Postmodern anlatı geleneği bu düşünceyi sorunsallaştıran ironik metinlerle (text) hâlen mesai harcamaktadır. Godard’ın da bir yaratıcı yönetmen (auteur) olarak sinemasal anlatımın kendi iç sorunlarını kuşatan, durmaksızın kafa yorduğu, görsel gramerinin bir kodu hâline getirdiği bir mesele bu. Zaten Godard stilinin, hiçbir stili olmamasından kaynaklı olduğunu belirten bizatihi yönetmenin kendisi. Arayışın, deneyişin, keşfin; kısacası olanakların sinemasıdır onunki… Yalnız şunu ifade etmekte fayda var: Pierrot le fou’da maestro, Karina’ya ilginç bir şekilde, erkeği kendisinden daha iyi tanıdığını söyletir. Erkek, kadın için anlaşılmaz (absurd) veya karmaşık (complex) bir varlık değildir. Asıl mesele erkeğin kendisini anlamlandıramaması, tanımlayamamasıdır. Kadın, erkeği ondan daha derinlemesine kavradığının bilincinde olandır. Bande à part (1964) buna koşut analizlere girişir. Sonuç şudur: Erkek kadını nasıl görüyor ise kadın da erkeği o şekilde görüyordur. Bunu söyleyen yine Karina’dan başkası değildir! Fakat yönetmenin ciddiyeti öykünün sonunda kendi kendini imha edecektir. Onun i24


Hayal Bilgisi çin “gerçek” hâlâ uçucu, ele avuca sığmaz, buharlaşabilen, ulaşılamayandır. “Gerçek” ya da “anlam” “mutlak” değildir; değişir, dönüşür, başka formlara bürünür, evrilir. Aynı durum genelde sinema sanatı, özelde ve dolayısıyla anti-gerçekçi Godard sineması için de geçerlidir. Godard, sinema ve yönetmenlik sanatı üzerine bir başka etüt çalışması niteliğindeki Passion (1982) filminde çığırından çıkmış insan ilişkilerini bir kez daha dile getirmeyi denemiştir. Aşk ve sevgi kavramlarının içinin boşaltıldığı, insan duygularının otomatikleştiği, döngüsel bir kaosun dünyasıdır bu. Godard, Passion’da çekilen aynı adlı filmde kullandığı fantastik-epiktarihsel dekorların içine cinsel imgeler de sıkıştırarak güncel, modern ve rutin insan ilişkilerini iyice groteskleştirerek sinemanın anlatım olanakları ve kıstaslarını da sorgulamaya çalışır. Yanı sıra birbirlerini hırpalayan, birbirlerine eziyet eden histerik çiftler, amaçsız ve kararsız bir şekilde umutsuzca salınmaya devam ederler.

Serseri Âşıklar’a bakarak noktayı koymaya çalışalım… Aşağıdaki ironik, ciddi olup olmadıkları pek de anlaşılamayan ifadeler Parvulesko isimli ünlü bir yazar rolündeki Melville’in gazetecilere verdiği yanıtları oluşturuyor. İronik bir renk taşısalar da bu ilk filmindeki tümceler, yönetmenin yapıtı hakkında total bir fikir edinmemizi sağlayacak ölçüde güçlü ipuçları taşıyor.

Patricia soruyor: “Kadınların modern toplumda oynadığı bir rol var mı sizce?” Parvulesko yanıtlıyor: “Eğer güneş gözlüğü takmış, şeritli bir elbise giymiş ve cazibeliyse, evet var.” Soru: “Kadınlar erkeklerden daha mı duygusallar sizce?” Yanıt bu kez belkide filmin finaline ışık tutacak cinsten; ama son kertede ironik: “Duygu sadece pek az kadının karşılayabileceği bir lüks.” Aslında bütün bu soruların filme gönderme yaptığını anımsatmaya gerek var mı? Bir gazeteci: “Bay Parvulesko, ya Rilke’nin ‘Modern yaşam kadın ve erkeği hızla birbirinden ayırmaktadır.’ sözü?” Yanıt: “Rilke büyük bir şâirdi. Muhtemelen doğru söylemiş olmalı.”

Yoruma gerek var mı?

25


Hayal Bilgisi Şakir Taş - Gü(n)llük 02.09.2002 Ne çok kendi’me bulaşıyorum. 10.12.2002 Tenhalaşırım ümidiyle gecenin koynuna sokuluyorum. Karşıma sen çıkıyorsun. Bir çığlık oluyorsun mısralarımda. Çağa ninni düşüyor çığlığım Zamansız yaklaşıyor kıyıma; gün Baldırsan bir sessizlik oluyorsun lisanımda Ve ne zaman düşünsem seni Söndüresim geliyor güneşi. 29.12.2002 Jhon Stuart Mill “Ne zor şeydir sevilen birini katletmek!” 30.12.2002 Şu kitaplardan sıkılmaya başladım iyice; hangisini açsam bana bir şeyler anlatıyor kendimden. Benim dışımda başka şeyler anlatan bir kitap okumayacak mıyım? Ne yalan söyleyeyim, kendime anlatıldıkça seni daha çok özlüyorum. 03.02.2003 Yeni günün çıkınında kendime ait bulabileceğim bir şey var mı, merak ediyorum. Varmış; acı. Şimdi acıyan yerlerimi kim öpecek. 27.02.2003 Yazılacak ne çok hayatımız var bizim; yeter ki âdemde biraz yazma iştiyakı olsun. Hep müellifler mi yazacak! Üzerimize bastıran şu karanlığı bir dağıtabilsek, gözlerimizdeki yaramaz perdeleri bir kaldırabilsek, hüzün değmiş kalbimize sahip çıksak, biraz gayretle ruhu konuşturabilsek belki, o zaman yazarız bir şeyler. Ya kaydetmeye değer bir hayatımız yok, ya korkulacak kadar kötü bir yaşamımız veyahut hatırlamaya korktuğumuz bir geçmişimiz olduğundan olacak ki yazamıyoruz. …./3. 2003 Bir rüya gördüm; ne sor, ne anlatayım. Uyudum. Uyandırdın; gül çehrenle… Güldüm sen(ey)le…

26


Hayal Bilgisi …../3. 2003 Zaman çabuk geçiyor. Her vakit ömrümüzden en değerli saydığımız şeylerden bile alıp götürüyor hoyratça. Kimse karşı duramıyor. Durmadı, duramazdı da. Ancak filmlerde geçebildik zamanın önüne. Tuhaf olan, filmlerde zamanın önüne geçerken ve bu yolla tatmin olurken insanoğlu, yine o an için zamanın geçip gitmesidir. Doludizgin yaşama isteyişi, güzel/çirkin için verilen savaşım beyhudedir artık. Vakit geçmiş, gemi çoktan yol almıştır. Velhasıl, gidiyoruz hayata. “Hayat” olmasa da gittiğimiz… Neyseki “tatminciyiz”, fazla ziyanı yok kadim olanın, geçenin… Bırakalım kendimizi seyrine şu dünyanın da isteğince çevirsin bizi çekip. Büyüyoruz.Acılarımız,üzünçlerimiz,sevinçlerimiz, birikimlerimiz,korkaklığımız (çünkü çocuklardır en cesaretli olan), ihanetlerimiz, basitliğimiz/sıradanlığımız artıyor,büyüyor. Gülüp geçiyoruz onca olup bitene. …./3. 2003 Bir gün ki,”iyi” ile “kötü” izdivaçta. Ey hayat, kaç yüzün var! …../3. 2003 “Aşk, yaşamın tam şeklidir.” Belki de kendimi yarım hissettiğim içindir, o’na hissettiklerim. Hangi insan kendini tamamlayacak insanı bulmak istemez. Hele bir de şairse o kişi… Şunu unutmamalı ki, bir şairin en iyi besini “aşk”tır. Bir “şiir” ancak aşk ırmağından besleniyorsa “şiir”dir. Aşktır; şairi besleyen, ayakta tutan, şaire yol gösteren, şairin şiirine can veren. Çünkü “Aşk hayatın içimizde gülümseyen yüzü”dür, diyor Tanpınar. Mezkur şair Huzur’unda “Vücutlarımız, birbirimize en kolay verebileceğimiz şeylerdir; asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip oradan tek ruh olarak çıkmaktır” diyor. Bir aşkın olabilmeye çalışmak, şiir aynama diğer ruh parçamı da bulup eklemek ve bu aynada tek parça görünmek benim de hakkım değil mi sevgili? “Aşk, hislerin kelimelerle israfı değil, sevgilinin ruhundaki fırtınaya olduğu gibi kendini teslimidir” diyor Tanpınar. Şimdi, hangi aynaya bakmalı; hangi fırtınaya kapılmalı… En çok aşktır, faşizmin düşmanı. Hiç ayrım yapan bir “aşk” görmedim. Afrodit’i bir çobana ilk güzel seçtirten de bir “aşk” değil miydi… 16.03.2003 Filistinli çocuklar annesiz kalmasın, babasız büyümesin diye direniş gösteren Amerikalı bayan Coli, Şaron’un magandalarınca dozerlerin altında çiğnendi. Özgürlük çiğnenirken sadece izlemek, ne kötü şey… 05.04.2003 Günlerdir sayfalar dolusu mektup yazdım. Kime mi; bilmiyorum. 20.12.2003 Bir köylü dilberin tebessümüne tanık oldum; sevgiliye uzanan her dokunuş kadar sıcacıktı. Ölümsüzdü. Mânanın en ağır, safça terrenümüydü. Anladım ki “zambaklar en ıssız yerlerde a27


Hayal Bilgisi çar.” Maddiyatın sevgiye müdahalede aciz -bazı- kaldığını gördüm. Doğruldum. Gırtlağıma sinen nikotini aksırarak; ey saf sevgiye sataşan iblis, biliyorum güçlüsün, ama uğrama otağına, girme şu insanların dünyasına, demek istedim. Dilim, dilim dilimdi sanki… Yutkundum. Elim, cebimde üşüyen, bir türlü çıkarıp boynumdaki kravatı söküp atmaya gücü yetmedi. Son bir çare, elbet senin de hükmedemeyeceğin kapı vardır, demek istedim ki; hiçbir kapı bulamadım o an. Aksırdığım nikotini tükürmeden yutkundum. Yürüdüm, kravatımın çizdiği istikamete doğru. Hiçbiri yalan değildi; yalan olan gördüğüm dilberdi… …../…./2003 Ece Ayhan’ın Fayton’uyla Cemal Süreya’nın Aşk’ına gittim. Muhteşem bir yolculuktu. 12/23/2003 Ey huzur, hangi cehennemdesin?

Sinan Gözen – Kısa Kısa Ölüm - Kalım Meselesi Çok kısadır süresi, dünyasal yaşamın. Hatta doğmadan ölenler görülmüştür bazen. Bu yüzden koşmaya gerek yoktur. Siz öylece kalsanız bile, bir yürüyen merdiven gibi hayat sizi sona getirecektir... Sigortalar atar bazen aldırmayın, bütün bunlar şeytan işidir. Yukarıya çıktıkça, uzaktan bakılan bir resim gibi görürsünüz dünyayı, bütün detaylarıyla. Ve acı çekersiniz, çünkü biliyorsunuzdur artık geri dönemeyeceğinizi. Sona gelindiğinde acının çığlığından boşanırsınız, soğuk mermerlere döner yanaklarınız... En çok sevdiğiniz karşılar sizi. Sonra gökyüzüne ekersiniz ellerinizi, yeşermenizi beklersiniz. Ve son olarak oksijen olursunuz dünyaya. Eskiden ‘geçim’ derdiydi insanın komplesi... Şimdi o da ‘geçti!’ “Hiç unutmam!.. Bir keresinde” diye başlar hep bireysel ve bir o kadar da geçmiş anılar. Evet, aslında hangi birimiz unuttu ki yaşadıklarını! Belki iyi, belki kötüydü. Hep beğendik bir şeyleri... Çünkü insanın kişiliğinde var bu ‘beğenmek’ ve ‘beğenilmek’ güdüsü. Bir adam bir kadını, ya da bir kadın bir adamı… Bir giysiyi mesela, ya da bir arabayı. Beğendiği şeyin üstüne titrer veya o şeyi gebertene kadar zarar verir. Hiç rahat bırakmaz onu, her iki koşulda da. Hiç unutmam... İki - üç yaz önce aldığım bir saat vardı. Hep temizlerdim onu, silerdim, masaya koyarken çizilmesin diye çok dikkat ederdim. Çok fazla önem gösterirdim yani. Bir gün durdu ‘O’. Takılan bütün pillere rağmen çalışmadı. Öldü... Öldürdüm. Şimdi, ya unutacak insan yaşadıklarını -hiç olmazsa unutmaya çalışacak- ya da öldürmeyecek insan, yaşadıklarını!

28


Hayal Bilgisi Döngü Üzerinde yaşadığımız dünya alışılagelmiş bir biçimde dönüşüne devam ediyor yine. Onu döndüren kendisi değil, insanlar aslında. Bunun en iyi ispatını kırmızı balonlar yapabilir. Hatta balonların kırmızı olmalarına gerek yoktur bile. Bilirsiniz, kırmızı her zaman cezbedicidir. Aklı alır, gözleri sarhoş eder hoş bir biçimde. Yapay bir formda evrene sıralanmış saçma sapan gezegenler, uzayda dipsiz bucaksız bir trafik oluşturuyorlar. Kainatın sorduğu sorulara sadece kalorifer böcekleri cevap veriyor artık. Yaşam kısıtlanıyor, renkler boyut değiştiriyor. Ve şimdi artık iyi bir yaşam sürmek için hayatı yirmi beş saat yaşamak gerekiyor. Yirmi beşinci saat –son bir saat yani- başkalarının kendimiz için çalışmasını sağlamalıyız.

Nezihe Altuğ – Boşluktaki Nokta Sarhoş olacak kadar dudağına içki değmiş kadın değildi. O defter, o günlük sarhoş etti onu. O defter döndürdü başını. Eğilip alır almaz, “Bak ne göstereceğim sana” dercesine açılıverirdi avucunda, gözlerinin önüne bir küçücük görünüm serdi, renkli kalemlerle çizilmiş beylik mi beylik bir görünüm… “Çamurdan geçilmeyen bir gece kondu sokağının burnu sümüklü çocuğuydum. İşte böyle yağmurlarla yunup da geldim sana, ömrümün ortasında seni buldum. O sokağın dışına çıkabilmek benim için mucizeydi. Oysa şimdi buralarda kafesimi nasıl genişletiyorum. Bu sabah sana yazmaya başlamadan önce, görkemli bir yapının çevresini saran geniş ıssız bahçede yalnız dolaştım. Kauçuk ağaçları var en çok. Dev ağaçlar. Her yanı asfaltlamamışlar, toprağı diri bırakmışlar. Çimlerde, ağaçlarda, toprakta dün geceki yağmurun belli belirsiz ıslaklığı… Havada, parça bulutlar, tiftiklenmiş pamuk yığınları. Birden seni soluduğumu sandım. Uzanıp ağacın birinden yaprak kopardım. Bizim palamutları andıran küçük meyveleri de vardı ağacın. Bir iki tane de onlardan aldım. Eğildim, iki yaprak çim değdi elime. Parmaklarım ıslandı. Sen, hep sana, hayat kadar kötü davranan kadınları sevdin. Sakın benden de bunu isteme ne olur… Yapamam. Sen, beni hiç tanımadığım bir kentin, tek odalı rutubet kokan bir evinde, aşkıma ve ölümüme terk etin. Beni soluksuz bıraktın… Ama benim o kırılgan öfkem yalnızca kendi yüreğimi kanattı; senin yüzündeki o kutsal; ama o artık durmadan kanayan ışığı değil… İsyanlarımın çığlığı bu, kimsesiz ömrüme saplandı hep, senin özgürlüğün, benim tutsaklığımdı hep… Bir tek biri daha takılıyor düşünceme: “Yemyeşil bahar.” Bir yabancı film adımıydı acaba? Film dedim de aklıma geldi, bu sabah yolda bir afiş okudum: “Hayatınız sizin filminizdir.” Böyle bir anlamı vardı yazının. Geçenlerde okuduğum bir dergide, Avrupa görmüş ressamlarımızdan biri, “Her insan, kendi hayatının filminde başrol oyuncusudur” diyordu. Floransa, Rönesans, katedraller, sessiz kent, bozulmamış doğa, asfalt yememiş, örtülmemiş toprak parçaları ve daha pek çok şey; hepsi güzel, hepsi anlamlı. Ama nedendir bilmiyorum, artık hiçbir şey beni kolay sevindirmiyor. Yine çocukluğuma gidip geldim. Yoksa yaşlandım mı? Daha doğrusu ihtiyarladım mı? Geride kimleri bıraktım? Küçük kulaklarım için küpeler aldım. Oysa baş aşağı çevrilince kar yağdıran saydam prizmalardan istiyordum. Bulursam alacağım. Küçük sevinçler, kırık mutluluklar... Gene deftere çevirdi gözlerini, avucunun içinde bükülmüştü, bu kez kendiliğinden açılmadı. 29


Hayal Bilgisi Kırmızı kaplı bir defterdi. Üst yanında bir bankanın beş harflik adı, alt yanında bir tarih yazılıydı. Gözleri tarihin üstünde durdu, kapandı. Elli dörtten elli çıktı dört kaldı dedi. Tam dört yıllık. Dört yılda hiç eskimemişti. Yaldızı parıl parıldı hala “Zavallı çocuk” diye söylendi. Hiç kuşkusuz bir kız çocuğu yitirmişti defteri. Gelip arar mıydı acaba? Aranmayacak defter değildi. Arardı. Gittiği yollardan koşa koşa geri dönerdi. Hemen yanına yaklaşır, “Kırmızı kaplı bir cep defteri gördün mü hanım teyze?” diye sorardı. Ne derdi o zaman; içi burkuldu. Avucunda defteri bütün gücüyle sıktı. O gün bu gündür o defter oldu. Pek de istemiyordu sahibi olduğu kız çocuğunun dönmesini… Avucunu, yavaşça içindekini kaçırmaktan korkar gibi açtı. Defterin kırmızı kabına dikti gözlerini. Yepyeni bir oyuncağa bakan küçücük bir çocuk gibiydi. Elleri titriyordu. Sayfaları çevirmeye başladı. Bu kez de, dik bir okullu yazısıyla çizilmiş satırlar çekti dikkatini. Sökmeye çalıştı. Her gün bir iki satır karalanmıştı. Neredeyse birbirinin aynıydı bütün yazdıkları: Hepsi de; havayla, dersler üstüneydi: “Bu gün, yine bana hiç bakmadı, hiç konuşmadı, benimle…” “Bugün, hiç derse kalkmadım. Hava güzel.” “Hava gene kötü…” “Notlar gene kesat, yazılı berbat.” Defterdeki satırlar birbirine girdi okuyamaz oldu. “Zavallı çocuk, zavallı çocuk” diye söylendi. “Tembelmiş ama iyi çocukmuş.” Gözlerini ovuşturdu, çevresine baktı. Birden kafasında bir şimşek çaktı. Günlerdir sana yeniden yazmamı istiyorsun benden…” (…) Sana neyi anlatayım… Her küflü oda bir aşk, her sevda da bir ayrılığı yaşar. Birlikteydik ama yalnızdık… Diye yazıp kapattı küçük kendine ait olmayan o kırmızı cep defterini. İşte böyle doktor bey hiç konuşmuyor, her gün aynı saatte bu küçük deftere aynı şeyleri yazıyor. Sadece yazarken göz bebekleri oynuyor. Yazdıktan sonra bir noktaya bakıyor. Neden acaba doktor bey? “O, katatonik şizofreni, sizi duyar; ama duymaz gibi yapar… Defterinde yazdıklarıyla yaşar…” dedi doktor. “Her şeyi duyuyordum. Birlikteydik, ama yalnızdık ve yalnızlıklarımız bize ait olmayan bir boşluktu… Kendi başına umutsuzca büyüyordu. Gururumdan akan o kimsesiz kan, sanki hep bir boşluğa yazılıyordu, onun için susuyordum, bir noktaya bakıyordum aşkım için... Onlar da bana, deli diyorlardı. Asıl, beni görmeyen onlar, deli değilim… Ben! Sizce… Deli miyim ben?” Ne demişti, Nietzsche “Müziğinin sesini duyamayanlar, oynayanları deli sanıyorlar…” Doktor konuşmasına devam ediyordu. “Kata tonik şizofreni yaşayan hastanın geldiği son nokta diye tabir edebileceğimiz psikomotor semptom. Hastaların günlerce hatta aylarca aynı şekilde kaldıkları ve en fazla öne geriye sallanarak hareket ettikleri görülmüştür. Bakışları sabittir, konuşmazlar, sessiz ancak ürkütücü görünürler, ulaşılmak istememe ve kendini dışarıya kapatma durumudur… Aslında algıları açık ve beyin fonksiyonları normal olan hastalar, içinde bulundukları durumu sadece kendi zihinlerinde canlandırdıkları şekilde algılarlar. Örneğin aylarca bir bankın üzerinde yanında, birden fazla kişinin olduğunu sanarak düşmek üzereymiş gibi oturabilirler. Önemli adli psikoloji alanına giren davalarda en çok taklit edilen rahatsızlıktır da…” -Hasta neyiniz oluyor? -Sevgilim, doktor bey! 30


Hayal Bilgisi Mehdi Akan- Laminarya

Ne Vakit Gözlerine Baksam Hayatın Ne Vakit Kurcalasam Yaşamdan Damağıma Sızan Düşünceleri Anlıyorum Vakitsiz Geldiğimi Anlıyorum Vaktinden Önce Gideceğimi Gözlerinde Yaşamın Sırrına Ermeden Gideceğimi Anlıyorum

Az Önce Birini Gördüm, Kirli Kefeniyle Karşımdan Geçti İnsanların Omuzlarına Yatırılmış Sessiz, Sedasız Ve Kıpırtısız Gözlerimden Geçti Sustum; Bakakaldım Az Önce Bir Masal Tanrısı Masalımızın Bittiğini Haykırdı Gökten İnen Melekler Sol Tarafımdan Bir Can Çıkardı Evet; Az Önce Kirli Kefeniyle Sözlerimin Neminde Boğulan Birini Götürdüler Omuzlar Üzerinde

Çok Önce Sermiştim Gözlerime Seni Çok Önceleri Senden Gelen Ayak Seslerinden Aşk Akıtmıştım Geceye Az Önce Bir Ölüyü Çıkardılar Gönül Evimden Kirli Kefeniyle Ruhumdan Söküp Aldılar Şahit Oldum Omuzlarında Taşıdılar Tabutsuz Cesedini

Laminarya! Sen Gözyaşının Olduğu Her Yerdeydin Sen Esaretin, Acının Ve Kaybın Olduğu Her Yerdeydin

Engin Denizler Beklemekte Beni Uçurum Uçurum Açılan Düşler Beklemekte Beni Zehir Zehir Büyüyen Zamanlar Özlemekte Laminarya Sert Ve Soğuk Kayalar Beklemekte Dön Desem; İçimde Ölme Desem Zamana Saçılan Tohumları Düşünce Düşünce Yeniden Canlandır.. 31


Hayal Bilgisi Gördüm Enkazının İzini Gözlerinin Morunda Taşıyan Bir Seni Gördüm Düşünce Çağlayanlarından Düşüp Kemiklerini Kıran Bir Seni Gördüm Bir Sese Bir Ağıtla Tapınan Ben Bir Seni Gördüm Bağışla Beni Ey Kalbim Senden İzinsiz Düştüm Ben Bu Ölgün Sevdaya Bağışla Beni Laminarya! Senden Af Dilemeden Omuzlarda Taşıtmak İstemezdim Ben Seni!

Biliyorum, Ben Gözlerimin Uçurumundan Seni Salmadan Gelemem Dünyaya Bağışla Beni Anne Senden Gördüğüm Ne Varsa Bir Bir Gidecek Bir Bir Yok Olacak Beni Dünyaya Getirmek İçin Savaştığın Onca Acı Onca Zaman Laminarya, Sen Sarıl Cansız Bedenime Sarıl Ki Ruhumdan Düşmesin Dudak İzin Ayağının Tozuna

Su Damarı Bulamıyorum Bedenimde

Olmasın İstedim Gitme İstedim Az Önce Seni Götürdüler Omuzlar Üzerinde Kirli Kefeninle Susuzluktan Kavrulan Toprağa Eni Boyu Sana Eşit Bir Mezara Doğru; Kefenin Kirliydi Toprakla Temizlemek İstediler Seni Toprakta Yeniden Yeşertmek İstediler Beni Üzerine Atılan Topraktan Acı Damlıyordu Kör Bir Çapayla Dövdüler Sonra Toprağını Sonra Üzerime Kefen Geçirip Senden Sonra Benim Senden Kopmamı İstediler İstedim Laminarya

_ Nazire Yaptı Yaşam İkimize; Bize Bizle Karşılık Verdi, Sevdiğim.

32


Hayal Bilgisi

Kitap istemek iรงin: editor@hayalbilgisi.org


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.