Biz Kimiz?
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları 2012 yılından itibaren eğlenerek bilimi sevdirme misyonu ile hizmet vermekte olan bir oluşumdur. YouTube kanalımız ve web sayfamızda içerik üreterek eğlenceli bir şekilde bilimi sevdirmeye çalışıyoruz. Youtube: Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları Web Sitesi: cilginfizikcilervbi.com
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları Şimdide E - Dergide Her ay çıkarmayı planladığımız e - dergimizle, bir önceki ay içerisininde web sitemizde yayınlamış olduğumuz yazılarımızı, bir arşiv niteliğinde e - dergi severlere ücretsiz olarak sunacağız. Dergimizde; haberler, fizik, biyoloji, kimya, astronomi, matematik, bilim insanları, röportaj ve daha fazlası gibi bir çok kategori bulunmakta. Eğlenerek öğrenebileceğiniz bir çok konuda yazı dolu e - dergimiz sizlerle. Umarız keyifle okur ve geri dönüş yaparsınız. #BilimleKalın Ailemize katılıp, Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları yazarı olmak ister misiniz? Başvurmak için kendinizi anlatan kısa bir yazı ile birlikte en az 300 kelimelik bir deneme yazısını mail olarak bize atabilirsiniz.
Çıkmış olduğumuz bu zorlu yolda, siz de bize destek olup, katkılarınızla bu aydınlanma yolunda gücümüze güç katabilirsiniz. Yapacağınız her katkı, karanlık yolda bir meşale olarak destek olacaktır. Önümüzü ve geleceğimizi daha iyi görebilmek ve içerik üretebilmemiz için bir meşale de sen yak! Şimdiden teşekkür ederiz. Destek için: https://kreosus.com/cilginfizikcilervbi Reklam ve sponsorluk için: info@cilginfizikcilervbi.com mail atabilirsiniz.
1
Bilim Dolu Yolculuğa Çıkmak için Haydi Sayfayı Çevir!
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
İçindekiler Çernobil’in Reaktörüne Çelik Kalkan (3) Dünya Çapında En Az 70 Koronavirüs Aşısı Geliştiriliyor (5) Ay’ın İlk Defa Boşluksuz Tam Bir Jeolojik Haritası Yapıldı (6) Trafikte Erkek ve Kadın Sürücüler Arasındaki Risk Farkları (7) Alzheimer`ı Görmek İster misiniz? (9) Rüzgar Enerjisinde Yeni Rekor (11) Bilimin Karanlık Yüzü – Işın Savaşları (12) Dört Temel Kuv vet ; Varoluşun Yapı Taşları (15,) Sicim Teorisine Genel Bir Bakış (19) Korona Virüs Hakkında Her Şey! (22) Bu Alet Ne İşe Yarıyor? (28) Virüsler Hayvanlardan İnsanlara Nasıl Sıçrar? (29) Bir Annenin Kızını Doğurduğu Yaş ile Kızının Anne Olması Arasında Şaşırtıcı Bir Bağ Bulundu (32) Toprağın 10 Kilometre Altında Yaşam İzleri (33) Dünyanın En Gürültücü Balığı: Cynoscion Othonopterus (34) Vegan Diyet, Dünya Nüfus Artışını Beslemeye Çözüm Olabilir (35) Doktor Karıncalar (37) Koku Hakkında Ne Biliyoruz? (38) Vahşi Hayvanların Şehir Hayatına Uyum İçin Turbo Evrim (41) Mutant Bakteriyel Enzimler Plastik Atıkları Birkaç Saat İçinde Parçalayabilir (43) Deodorantların Doğuşu ve Terin Nasıl Bir Kusur Haline Geldiğinin Tarihsel Hikayesi (45) Marsa Gitmek Neden Bu Kadar Önemli? (49) 2017 Yılının En Önemli Keşfi (53) Einstein’ın Evreni (Çekiç, Tüy Ve Bowling Topu) (54) Pi Sayısı Nedir? (56) Matematikle Özgürlük Ve Mutluluğa Ulaşma (59) Bir Bilim Kadını: Dedektif Jale İnan (61) FBI, Einstein Hakkında 1.400 Sayfalık Bir Dosyaya Sahip (63) Rosalind Franklin: DNA’nın Karanlık Leydisi (66) Nikola Tesla ve Metalaşmamış Bilim (69) Prof. Dr. Celal Şengör Röportaj (71) Yarı Robot İnsanlar (80) Güneş Enerjisinden Yararlanmanın Geldiği Son Boyut (84) Mühendisler Ahtapottan Esinlenip, Kamuflajlı Robotlar Yapacak (85) Avrupa`dan Sıcaklara Doğal Çözüm, Sünger Binalar (87) Tren Yollarına Neden Taş Dökülür (88)
2
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Haberler
Çernobil’in Reaktörüne Çelik Kalkan Dünyanın en büyük nükleer kazasının yaşandığı Ukrayna’daki Çernobil santralindeki reaktörü dev bir kalkanla örtme çalışmaları başladı. Beton ve çelikten yapılan yerine konulduğunda 1986’daki patlamada çatısı havaya uçan reaktör enkazının üzerini kaplayacak. Patlamada radyoaktif maddeler havaya karışmış ve Türkiye ve Avrupa genelinde bir kamu sağlığı krizi yaşanmıştı. Kalkanın gelecek 100 yıl boyunca yeni radyoaktif madde sızmasını önlemesi planlanıyor. 275 metre genişliğinde ve 108 metre uzunluğundaki kalkanın maliyeti ise 1,6 milyar dolar. Projeye öncülük eden Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, şimdiye kadar karada inşa edilmiş en büyük mobil yapı olacağını söylüyor. Hidrolik krikolarla hareket ettirilen yapının nihai pozisyonuna beş günde geleceği belirtiliyor. 3
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Haberler
‘Mücadelede sonun başlangıcı’ Daha sonra “lahit” adı verilen bir beton koruma duvarının içinde bulunan reaktörü güvenli bir şekilde parçalama ve hala içeride bulunan büyük miktarlardaki radyoaktif maddeyi emniyet altına alma çalışmaları başlayacak. Uzmanlar reaktörün lahitin altında çökmesi durumunda daha fazla nükleer malzemenin açığa çıkmasından korkuyor. Reaktörün etrafında hala yoğun radyoaktif madde bulunduğundan, kalkanın uzak bir yerde inşa edilmesi gerekti. Ukrayna Çevre Bakanı Ostap Semerak reaktörü örtme operasyonunun başlamasını “1986’daki kazanın ortaya çıkarttığı sonuçlarla mücadelede sonun başlangıcı” olarak tanımladı. Çernobil Santrali’ndeki patlama, tarihteki en kötü nükleer faciaydı. Faciada ölenlerin sayısıysa tartışmalı. 2005’te Birleşmiş Milletler destekli Çernobil Forumu’nun raporuna göre kazada 50’den az kişi öldü. Çoğu kazanın hemen ardından hayatını kaybetse de bazıları 2004’e dek yaşadı. Forum radyasyonla temastan ölenlerin sayısının en nihayetinde 9 bini bulabileceğini söylerken, Greenpeace bu sayının 93 bini bulabileceğini savunuyor. Yazan: Selim ÖZTEMEL
Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/cernobilin-reaktorune-celik-kalkan/ 4
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Haberler
Dünya Çapında En Az 70 Koronavirüs Aşısı Geliştiriliyor Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, en az 70 potansiyel koronavirüs aşısı şu anda geliştirilmekte, 3 çalışmada ise klinik çalışmalar başlamış durumda. DSÖ, 11 Nisan’da, koronavirüsü durdurabilecek aşılar yapan çok sayıda şirketi gösteren güncellenmiş bir listesini yayınladı.Araştırmacılar aşı geliştirmek için yarışken koronavirüs ise yayılmaya devam ediyor.An itibari ile Koronavirüs 2 milyondan fazla insanı enfekte etti. Dünya çapında ise 156.000’den fazla insanın ölümüne sebep oldu. Aşı geliştirme çabaları, ilaç devlerinden küçük biyoteknoloji şirketlerinden akademik merkezlere ve kar amacı gütmeyen gruplara kadar bir dizi kuruluşu içermektedir. Yeni bir aşı geliştirmek tipik olarak pahalı, karmaşık ve uzun bir süreçtir ve bir aşının güvenli ve etkili olup olmadığını belirlemek için yüz milyonlarca dolar ve yıllarca test gerektirir. Covid-19 pandemisi, SARS ve MERS salgınlarından sonra 21. yüzyılın üçüncü koronavirüs salgını olmakla beraber koronavirüsler için hala onaylanmış aşı bulunmamaktadır. Çinli biyoteknoloji şirketi CanSino, deneysel aşısı için insan denemelerinin ikinci aşaması üzerinde çalışıyor, ABD merkezli biyoteknoloji girişimleri olan Inovio Pharmaceuticals ve Moderna, insan testlerine başladı. 5
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Haberler
Johnson & Johnson ve Sanofi gibi büyük şirketler de aşı geliştirmek için çalışmaları hızlandırmış durumdalar. ABD Ulusal Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü müdürü Anthony Fauci, ABD’nin hala bir koronavirüs aşısı görmekten en az 12 ila 18 ay uzakta olduğunu ve bazı uzmanların bu son tarihe ulaşmaya çalışmanın bile riskli bir plan olduğu konusunda uyardığını söyledi. Özgün Çeviri: Şinasi AYGÜN Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/dunya-capinda-en-az-70-koronavirus-asisi-gelistiriliyor/
Ay’ın İlk Defa Boşluksuz Tam Bir Jeolojik Haritası Yapıldı
İnsanlık tarihinde, Ay’ın bir bütün olarak, ilk kez Jeolojik Haritasını görüyorsunuz. Bu jeolojik harita Dünyanın uydusunun bilinen tüm yüzey yapılarını ve peyzaj formlarını tek bir haritada gösteriyor. Ay hakkında ayrıntılı jeolojik bilgi içeren tam bir harita ihtiyacı Ay`a bir üs kurma inşası için gerekliydi. Bu nedenle NASA, Lunar Planet ve ABD Jeoloji Araştırma kurumundan bilim adamları , Dünya uydusunun bilinen tüm yüzey yapılarını ve peyzaj formlarını gösteren Ay’ın Birleşik Jeolojik Haritasını el birliğiyle oluşturdular. Bilim insanları, haritayı oluşturmak için ayın her bir bölgesini altıya bölerek üzerinde detay çalışması yaptı. Uyduların yardımı ile oluşturulan bu haritalar ve Apollo misyonlarında elde edilen verilerine dayanan bu haritalandırma çalışması 6
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Haberler
çalışması yıllarca devam etti . 2013 yılında yayınlanan haritalar ilk olarak mevcut standartlara göre yeniden değerlendirildi ve daha sonra genel bir harita oluşturmak üzere birleştirildi. Araştırmacılar ayni zamanda harita üzerine, Ay yörüngesi hakkında da yeni veriler ekledi. Yeni harita ilk kez ayın sadece son yıllarda keşfedilen manzaralarını gösterdiği için, en güncel verileri içeriyor. Böylelikle Ayın jeolojik faaliyetlerinden kaynaklanan krater jantları, çukurlar, çatlaklar ve asteroit etkilerinden kaynaklanan yüzey değişimleri, haritada yer almaktadır. ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu`ndan Corey Fortezzo’ya göre “on yıllardır süren çalışmaların sonucu olan harita”, “aydaki belirli yerlerin keşif bilgilerini ay yüzeyinin geri kalanına bağlayarak yeni bilimsel çalışmalar için önemli bilgiler sağlayacaktır.” Gelecekte, jeolojik ay haritası, planlanan “ İnsanlı Ay Görevleri” misyonlarına bilgi sağlanmasında yardımcı olacak ve en uygun iniş yerini belirlemek içinde kullanılacaktır. Çeviri: İ. KAYA Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/ayin-ilk-defa-bosluksuz-tam-bir-jeolojik-haritasi-yapildi/
Trafikte Erkek ve Kadın Sürücüler Arasındaki Risk Farkları
Bu araştırma, Londra’daki Westminster Üniversitesi’nden Rachel Aldred liderliğindeki bilim adamlarının 2005’ten 2015’e kadar çeşitli İngiliz kaza istatistiklerini analiz ettiği bir çalışmadan ortaya çıktı. Örneğin, erkek bir sürücü tarafından öldürülme riskiniz, kadın bir sürücü tarafından öldürülme riskinin yaklaşık iki katıdır. Erkekler araba kullanıldığında, diğer yol kullanıcıları, iki kat daha fazla ölüm tehlikesi altındadır. 7
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Haberler
Trafik kazası istatistikleri genellikle bütün insan hayatı için riskin ne kadar büyük olduğunun analizini verir. Ancak, Westminster Üniversitesi araştırmacıları bu kez başkaları için riskin ne kadar yüksek olduğunu analiz ettiler. Bu, istatistiksel ortalamaya dayanarak, direksiyonun arkasındaki erkeklerin, başkaları için kadınlardan çok daha fazla ölçüde büyük bir trafik riski oluşturduğunu göstermektedir. Yaralanma Önleme dergisinde yer alan makalelerinde, araştırmacılar verileri ayrıntılı olarak yayınladılar. Verilerden çıkan sonuçlar: Veriler 1 milyar kilometre baz alınarak verilmiştir. Erkeklerin sürücü olarak dahil olduğu kazalar, 1 milyar kilometre başına 3,93 ölüm Kadınların sürücü olarak dahil olduğu kazalar, 1 milyar kilometre başına 2,01 ölümdür. Bu farklılıklar motosikletler için daha da net: Burada oran, Erkekler tarafından kullanılan motosikletlerde, her milyar kilometrede 8,18 ölüm, Kadınlar tarafından kullanılan motosikletlerde ise, milyar kilometrede 0,68 ölümdür.. Cinsiyet farkı özellikle kamyonlarda daha da belirgindir.. Erkekler tarafından kullanılan kamyon kazalarında, 1 milyar kilometre başına 17,25 ölüm Kadınlar tarafından kullanılan kamyon kazalarında ise 1 milyar kilometre başına 4,64 ölüm gerçekleşmektedir. Önemli ölçüde daha fazla erkek motosiklet ve kamyon kullandığından, her iki taşıma şekli de genellikle ölümcül kazalarda, arabalardan daha tehlikelidir. Sokaklardaki en az ölümle sonuçlanan ulaşım tarzı bisiklet. Burada ortalama milyar kilometre başına bir kişi ölüyor. “ Çok bilen çok yanılır “ sözünü erkek sürücülere bir kez daha hatırlatıyoruz. Trafikte daha dikkatli olmaya davet ediyoruz….
Özgün Çeviri : İ. KAYA Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/trafikte-erkek-ve-kadin-suruculer-arasindaki-risk-farklari/ 8
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Haberler
Alzheimer`ı Görmek İster misiniz?
Fotoğrafa iyi bakın. Şuan da 19. cu kromozomu görüyorsunuz. Bu 19. cu kromozom 864 harf uzunluğunda ve bu alzheimer hastalığı da sadece 334. cu harfin A (nükleotidin Adenin) olması gerekirken, mutasyona uğrayıp yanlışlıkla G harfi (Guanin) olmasi ile oluşuyor. İşte bu 19. cu kromozomun, üzerindeki beyaz leke APOE geni. Bu genin öyle küçücük durduğuna bakmayın. 3 çeşidi var ve her ne kadar karaciğere ve diğer organlara lipoprotein alımından sorumlu olsa da, vucüdun olmazsa olmazı olsa da, kalp hastalıklarından tutunda alzheimera kadar sorumlu olan gen bu işte. Bu genomdaki çeşitlilik mutasyondan kaynaklanıyor. Bu mutasyondan kaynaklı genlerden hangisine sahip olduğunuz ve hem anne hem babadan ikisinden de aynı mutasyonlu genleri alıp almadığınızla, sağlığınız çok yakından ilgili. Konumuz Alzheimer olduğuna göre muhattabımız olan gen APOE4. En kötü alt grupta işte zaten bu. Hem alzheimer hem sinir yavaşlatması ya da arteriyoskleroza, bileşsel işlev bozuklukları gibi bir çok kötü diye nitelendirebileceğimiz hastalıklarımı© USC Stevens Neuroimaging and Informatics zın sebebi. Şimdiye kadar hep bu gene sahip kadınların, yine bu gene sahip erkeklerden çok daha fazla alzheimera yakalanma riski olduğundan bahsedilmiş, oranlar abartılmıştı. Los Angeles`ın Güney Kaliforniya Üniversitesi`nden Arthur Toga ve ekibi, farklı coğrafyalardan özellikle Kuzey Amerika ve Avrupa`dan 55-85 yas aralığında, toplamda 58 bin kadın ve erkekten oluşan 27 ayrı çalışmanın verilerini inceledi, değerlendirdi. DNA analizlerinden her bireyin genomundaki APOE geninin çesitlerini ortaya koydu. APOE4 gen variyantına sahip insanların, Alzheimer hastalığından diğer gen variyantlarına sahip olanlardan çok daha fazla etkilendiğinin kesin olduğunu dile getirdi. 9
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Haberler
Genelde her zaman kadınların daha çok risk altında olduğu yanılgısı son veriler ile değiştirildi. Dolayısıyla, APOE4 Alzheimer geni olan kadınlarda, aynı genetik ön yüke sahip erkeklerden daha fazla etkilenme olasılığı sadece 65 ila 75 yaş arasında bir zaman aralığı var. Araştırmacılar, 55-85 yaş arasındaki daha büyük yaş aralığına sahip tüm deneklerin verilerine dayanarak, “JAMA Nöroloji” dergisinde hastalık riskinin cinsiyetten bağımsız olduğunu kanıtladı. APOE4 genine sahip hem kadın hem de erkekler, APOE4 geni bulunmayan kişilere göre yaklaşık üç kat daha fazla risk altındalar. Bu genden bir tane bulunan insanlar hafif kognitif bozuklukların olduğu demans riskini çok daha fazla taşıyorlar., Eğer genomda APOE4 gen kopyasından iki adet var ise o zaman alzheimer hastalığı riski çok daha yüksektir. Bununla birlikte, bu genetik yaygınlığa sahip 65-75 yaş grubundaki insanların oranı, kadınlarda 4,4 oranında iken, erkeklerde ise 3,1 oranında olduğu belirtildi. Araştırmacılar ufak bir oran farkı da olsa neden kadınların biraz daha fazla alzheimer hastalığına yakalanma riskinin olduğunu kesin olmayan veriler ile şu şekilde açıklamaya çalışıyorlar: “Kadınlar erkeklere göre daha çok yaşıyor, menopoz sürecinde ki hormon değişiklikleri beyin işlevleri üzerinde olumsuz etki yapıyor ve bu da alzheimer hastalığını tetikliyor, olabilir.” Yine de Alzheimer demansı denilen sadece bir APOE4 genomuna sahip kadınların, neden yine bu genoma sahip erkeklerden çok daha fazla korunmasız olduğuna açıklık getiremediler. Görünüşe göre, 65 yaşından önce, genetik bakımdan alzheimera yatkın kadınlarda hastalığın görünmez süreçleri denilen kanıksanmış unutkanlıklar meydana gelir ve sonuç olarak, bazı vakalarda demans görülür. Bu nedenle, APOE4 genotipine sahip kişiler gelecekteki araştırmalarda Alzheimer ilaçlarının araştırılmasını kolaylaştırabilirler. Ayrıca, kadınların erkeklerden daha demans geliştirmelerinin nedenini bulmalarına yardımcı olabilirler, deniliyor. Özgün Çeviri: İ. KAYA Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/alzheimeri-gormek-ister-misiniz/
10
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Haberler
Rüzgar Enerjisinde Yeni Rekor İskoç Doğu Sahillerinde rüzgar enerjisi için öyle bir paneller kuruldu ki, bunun enerji üretiminde, devrim yarattığını söyleyebiliriz. Aberdeen limanının yakınlarında, Danimarkalı firma MHI Vestas tarafından yapılan tesislerde, elektrik üretimi her biri 8.8 megavatlık bir nominal değere ulaştı. Bu bir evin bütün gün kullandığı elektriğin bir kaç saniyede, sadece bir kanadın hareketiyle, üretildiği anlamına gelir ki, yeni bir dünya rekoru kırıldı demektir. Her bir Türbin`in uzunluğu 260 metre, Kanat uzunluğu ise bir Airbus A380 kanat açıklığı kadar (80 metre). Rüzgar Enerjisinde Temmuz 2018 de faaliyete geçen bu tesis sayesinde, rüzgar enerjisi endüstrisi, son on yıl içerisinde açık deniz tesislerinin performansını neredeyse üç katına çıkardı. Ve gelişme devam ediyor: Tüm üreticiler şu anda en az on megavatlık kapasiteye sahip tesisler üzerinde çalışıyor. Örneğin, ABD’li General Electric, gelecek yıl 12 megavatlık bir prototip kurmayı planlıyor. Kurulacak Türbin, ile 16.000 hanenin ihtiyacını karşılayacak elektrik tedarik edebilecektir. Türbinin kanat uzunluğunu 107 metreye çıkarmayı hedefliyorlar. Buradaki teknik sorunları aşabilmek, kanatların sağlamlığını sağlayabilmek. en hafif bir esintide bile elektrik üretebilmek için teknolojik gelişmeleri zorlayarak, harika işler çıkardıklarını söyleyebiliriz. Teknolojiye ve bilime yatırım yapan gelişmiş ülkelerde artık tamamen, elektrik üretimi sorun veya tehlike olmaktan çıkacak, enerji üretiminde diğer ülkeler bağımsız olacaktır, deniliyor. Özgün Çeviri: İ. KAYA Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/ruzgar-enerjisinde-yeni-rekor/ 11
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Fizik
Bilimin Karanlık Yüzü – Işın Savaşları Bilimin Karanlık Yüzü nedir? Bilim: insanların ölümüne sebep olan, yeni silahların üretimini sağlayıp ülkelere daha kolay demokrasiyi getirmesinin önünü açan, en basit kuramlarda bile kendi içinde anlaşamayan dogmatik bir yapıdır(!) Bilimin kirli ellerine örnek vermek gerekirse; 2. dünya savaşında Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları sonucunda binlerce insanın ölmesini söyleyebiliriz. Burada nükleer gücün zararını açıkça görebiliyoruz! Ya da bir başka örek, “bilimci” Nazi doktorlarının deneklerin rızası alınmadan hatta onları buna zorlayarak, bilim için yaptıkları deneyler… Bu deneylerden bahsetmek gerekirse; Alman Nazi Mihver ordularının askeri personelinin sağ kalmasını kolaylaştırmayı hedefleyen deneyler: Hipotermi tedavisi için dondurulan insanlar pardon Yahudi esirler! Ya da deniz suyunu içilebilir hale getirmek için faydalanılan eşcinsel denekler… Alman askerlerinin yaralanmalarına ve hastalıklarına çare bulmak için ilaç geliştirme amaçlı çeşitli deneyler yapıldı. Bu deneylerde toplama kampında ki esirlerin tifüs, sıtma, sarıhumma, bulaşıcı hepatit, tüberküloz gibi hastalıkların tedavisinde denekler, fosgen ve zehirli hardal gazına maruz bırakılarak bağışıklık sistemlerinin vereceği tepki gözlendi. Bu deneylerde kullanılan Sülfa (sülfanilamid) ilaçlarının dozunu ayarlayabilmek amacı ile yanlış dozdan yüzlerce insan öldü. Bir diğer örnekte, düşmanı etkisiz kılmak adına geliştirme çalışmaları yapılan kimyasal kitle imha silahları… Siyanür ve çeşitli zehirli gazlar kullanılmış, bunun yanında 12
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Fizik
sinir gazını geliştirmişlerdir. Bu da Nazi dünya görüşünün ırki ve ideolojik öğretilerini ilerletmek ve hakimiyetini sağlamak için yapıldı! Peki, gerçekten de bilim bu mu? Bu kadar kötü bir şey mi? Bunları mı hedefliyor? Tabi ki hayır! Buraya kadar okudunuz zırvalar bilim adına bir rezalettir! Bilimin Karanlık Yüzü diye bir zırva yoktur. Bilim: tıbbi kaynaklarla insanları iyileştiren, bebek ölümünü azaltan, toplumu bağnazlıktan ve örümcek kafalardan kurtarıp aydınlanmanın önünü açan, bilginin oluşumunu, korunmasını ve iletişim araçlarıyla aktarımını sağlayan, doğa ile mücadelede bize avantaj sağlayan ve en önemlisi ne olduğumuzu, evrenin ne olduğunu, evrenin sınırlarını vb. soruları cevaplayan bir kuramsal sistemdir.
Peki, bu kadar kirli ve çirkin olaylar nasıl oluyor? Bu “Bilimin Karanlık Yüzü”nden kötü sonuçlar doğurmasından değil birilerinin kötü emellerine malzeme olmasından kaynaklanmaktadır. Nükleer enerjinin keşfi ile bu enerji; tıpta, endüstride, tarım sanayisi ve gemi sanayisinde kullanılmaya başlandı. - Tıpta, hastalıkların teşhisi ve tedavisinde kullanılan araçlar, nükleer enerji ürünüdür. Yine besin ve tıbbi ürünlerin sterilizasyon için suyun ve malzemelerin yaş tespitinde kullanılmaktadır. - Tarımda, böcekler ile mücadele ve daha iyi mahsul üretmekte kullanılmaktadır. - Denizaltı ve uçak gemilerinde, sivil olaraktan buzkıran gemilerde gelişmiş bir nükleer enerji kullanımı vardır. Evet, artık bu yazının çıkış noktasına gelebiliriz; ABD´nin 2014’te Basra Körfezi’ne kullanmaya başlayacağı Lazer Silah Sistemi (LaWS) haberi! LaWS tan bahsetmemiz için öncelikle “L” den yani lazerden bahsetmemiz gerekir.
Nedir bu lazer? Lazer; şiddetli, koherent ve tek renk ışık elde etmek için geliştirilmiş optik düzeneklerdir. Lazer İngilizcede Laser (Light Amplification by Stimulated Emission of Radiation) dan gelir. ”Uyarılmış radyasyon yayılımı ile ışığın güçlenmesi” anlamına gelir.
Nerede kullanılır ve ne ise yarar peki bu lazer? Lazer ışınları atmosferden etkilendiği için, bu ışınların özel lifler içinde iletilmesi gerekir. Bu şekilde ışık hızında çok büyük verileri, çok uzun mesafelerde ve ışık hızına yakın taşıyabiliriz. Bu sayede foto diyot ile televizyon, müzik seti vb. aletlerinin kumandalarında ve kendiliğinden çalışan lambalar vb. araç gereçlerde lazer teknolojisi kullanılmaktadır. 13
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Fizik
Tıpta da lazer teknolojisi ilerlemiş durumda. Yırtılan göz retinasını acısız ve kansız bir şekilde dikilmesini sağlanır. Çürük dişlerin tespitinde ve dolgusunda kullanılır. Kanserli bölgeler açık ameliyat yapılmadan ışınlama ile tedavi edilir. Cam plastik metal gibi maddelerin kesimi de nükleer enerjinin bir diğer kulanım alanıdır. Her faydalı teknolojik gelişme, insanlık adına kötü sonuçlar doğuracak şekilde kullanılabileceğini görebiliyoruz. ABD LaWS´ı 2011’de denemelerini yapmaya başladı ve 2012’de insansız uçakları yakarak düşürmeyi başardı(!) Şimdi ise 2014’de göreve başlayacak olan lazer silahlı gemiler Basra Körfezi’nde yerini aldı. Görevi İran’dan gelecek saldırı botlarına karşı savunmakmış(!) 32 milyon dolara mal olan bu projede bir atış bir doların altında mal oluyor. Bu proje savunma teknolojisine yönelik tasarlandı(!) Ancak kuşkulanacak nokta şu ki ABD’nin savunma sistemine katığı her silah bir tür askeri üstünlük sağlıyor. Tahmin edeceğimiz gibi bu silahların üretimi temelde savunmadan çok saldırıda avantaj sağlamayı taşıyor İyi bir bilimsel gelişme, tarihte benzerlerini görebildiğimiz gibi, yine çıkar amaçlı kullanım sebebiyle yine Bilimin Karanlık Yüzü olup insanların ölümüne yol açabilir ve görünen o ki öyle de olacak. Tanıdık geldi mi bir yerlerden? Dün Hiroşima ve Nagazaki olanlar, bugün bizi Basra Körfezi’nde bizi bekliyor olmasın? Her defasında bu veya bunun gibi tabloların ortaya çıkmaması için bilimi aydınlanmacı bir anlayışla sahiplenmek gerekir. Ancak bu şekilde bilimi “kirli emellerden” kurtarabiliriz. Sizce de zamanı gelmedi mi?
Yazan: Selim ÖZTEMEL Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/bilimin-karanlik-yuzu-isin-savaslari/ 14
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Fizik
4 Temel Kuv vet ; Varoluşun Yapı Taşları
Gözlerinizi kapatın ve hayal edin ; bir saniyede neler değişebilir ? Ya da çok daha kısa sürede , örneğin bir göz kırpma sürecinde ? Gündelik hayatlarımız için sanki bir saniyenin hiçbir önemi yokmuş gibi gözükür. Ancak bu pek gerçekçi değildir. Örnek vermek gerekirse , bir saniye içerisinde yüzlerce hayat son bulurken , yüzlerce yeni hayat başlar. Kimilerimiz bir saniyelik bir gecikme sonucu hayatımızı şekillendirebilecek önemli bir sınavı veya toplantıyı kaçırabiliriz. Ya da bir saniyelik fark ile dünya şampiyonluğu unvanını ya da olimpiyat madalyasını elde edebiliriz. Bu konuda gündelik hayata dair örnekleri arttırmak mümkündür . Ancak bilimsel bir gerçek var ki , o da ” büyük patlaması sonrası ilk saniyede ” var oluşun temellerinin atılmış olmasıdır.
Radikal Değişim Yaklaşık yüz yıl öncesine kadar fizik dünyasında ” evrenin statik olarak sonsuz ve durağan ” olduğu görüşü kabul görüyordu. Ancak 1929 yılında uzak galaksileri gözlemleyen Edwin Hubble bu durumun böyle olmadığını gösterdi. Edwin Hubble’ın gözlemlerine göre : Diğer tüm bulutsular bizden hızla uzaklaşıyordu. Yani evren ” durağan ” değil, genişliyordu. Daha sonrasında fizikçilerin ” evrenimizin 15
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Fizik
bir başlangıcı ” olduğunu anlamaları çok sürmedi . Sonuçta gözlenen her galaksi bizden hızla uzaklaşıyorsa ve biz bu filmi geri sararsak , her galaksi daha öncesinde tek bir noktada bulunmuş olmalıydı. Daha sonrasında , evrenin temellerinin başlangıç anından hemen sonra atıldığını düşünen fizikçiler , odaklarını gökyüzüne yani geçmişe çevirdi.
Bir Saniye 13,7 Milyar Yılı Belirleyebilir ! Büyük patlamadan çok kısa süre , evrenin şuan ki “konumunda” olmasını sağlayan ve var oluşumuza giden yolda ki kelebek etkisinin ilk kanat çırpışı sonucu doğanın 4 temel kuvveti oluştu ; Kütle çekim , Elektromanyetik Kuvvet , Zayıf ve Yeğin nükleer kuvvetler . Güneşimiz gibi yıldızların , Dünyamız gibi gezegenlerin oluşmasını sağlayan temel kuvvet kütle çekim , Şehirlerimizin aydınlatılması , telefonlarımızın ve bilgisayarlarımızın çalışmasını sağlayan Elektromanyetik kuvvet , bedenimizi oluşturan parçacıkları bir arada tutan güçlü nükleer kuvvet ve füzyon tepkimelerini oluşturmaya olanak sağlayan zayıf nükleer kuvvet. Aynı zaman da temel kuvvetleri taşıyan bazı temel parçacıklar vardır. Bunları “bozon” olarak adlandırıyoruz ; - Kütle çekim -> Graviton - Elektromanyetik kuvvet -> Foton - Güçlü nükleer kuvvet -> Gluon - Zayıf nükleer kuvvet -> Z , W+ ve W
KÜTLE ÇEKİM 17. yüzyılın sonlarına doğru Newton , matematiksel olarak kütle çekimin nasıl işlediğini göstererek büyük bir başarı elde etti. Hatta bu öyle bir başarıydı ki Newton’ ın kütle çekim teorisi insanlığı Ay’a çıkardı ve bu teori hala kullanılmaktadır. Ancak Newton’ın teorisi bazı şeyleri açıklayamıyordu ; Merkür’ün yörüngesi gibi ya da uzaktan kütle çekimin nasıl etki ettiğini . Daha sonra 1915 yılında Genel Görelilik Kuramı ile sahneye Albert Einstein çıktı ve ” Newton’ın “ Her bir noktasal kütle diğer noktasal kütleyi, ikisini birleştiren bir çizgi doğrultusundaki bir kuvvet ile çeker “ diyerek tanımladığı kütle çekim tanımını : Kütle çekim bir kuvvet değil, kütlenin yani enerjinin düzensiz dağılımının yol açtığı “ uzay-zaman eğriliğidir”. Diyerek değiştirdi. Kütlesi olan her şey uzay-zaman dokusunu büker. Yıldızların ve gezegenlerin kütlesini düşününce en güçlü temel kuvvetin kütle çekim olması gerektiğini düşünebilirsiniz. Ancak bu durum gözüktüğü gibi değildir. Olayı mikro seviyede ince16
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Fizik
lersek , yani atom altı parçacıkları hesaba katarsak , bu tarz parçacıkların kütleleri çok çok küçük olduğu için kütle çekim kuvveti “ihmal edilebilecek” seviyede güçsüzleşir. Dolayısıyla henüz bir “graviton” gözlenebilmiş değil , ancak fizikçiler kuantum mekaniğine sırtlarını yaslayarak bu parçacığın “görülmemiş” olmasını şimdilik pek umursamıyorlar.
ELEKTROMANYETİK KUVVET Tarih boyunca bilim insanları , bazen cevaplayamadıkları sorular için birleşik kuramlar öne sürmüşlerdir. Örnek vermek gerekirse ; kimyacılar ısının tıpkı madde gibi bir şey olduğunu öne sürmüşler . Hatta buna ” flojiston ” adını vermişler. Tabii ki bu yaklaşım yanlıştır. Fizik tarihinde de bu tarz birleştirme çabaları olmuştur ; ışığın , ses gibi madde içindeki titreşim olduğunu öne sürmüşler ( eter teorisi ). Bu durumun da ilk olarak ünlü Michelson-Morley deneyi ve Einstein’ın bilime sunduğu katkılar doğrultusunda yanlış olduğunu biliyoruz. Ancak her birleşik kuram yanlış olacak diye bir zorunluluk yoktur. James Clerk Maxwell 1860 ‘lı yıllarda , Coulomb , Hans Oersted ve Mıchael Faraday gibi fizikçilerin zamanında elektrik alan ve manyetik alan üzerine yaptığı çalışmalarda onların fark edemediği bir şey fark etti ; Elektrik ve manyetik alan birbirlerine dönüşebilen ve ayrı olarak düşünülemeyecek iki farklı olguydu. Bu durumu matematiğe döken Maxwell , böylelikle fizik tarihindeki ilk birleşik kuramı keşfetmiş oldu. Ancak Maxwell bu kuramın ne gibi getirileri olabileceğini göremeden öldü. 1892 yılında Hendrik Lorentz , Maxwell’in çalışmaları doğrultusunda elektromanyetik alan içerisindeki yüklü bir parçacığa etki eden kuvveti hesaplamayı başardı. Ancak elektromanyetik kuvvetin etkileri , 20. yy’da Max Planck’in “kara cisim ışıması” ve Einstein’ın ” fotoelektrik etki ” makaleleri doğrultusunda temelleri atılan kuantum fiziğiyle birlikte daha da net anlaşılacaktı. Hatta elektromanyetik kuvvetin etkilerini mikro seviyede inceleyen kısıma şuan ” kuantum elektrodinamiği (QED) ” diyoruz. Elektromanyetik kuvvet , elektronları atom çekirdeğinin yörüngesinde tutar ve atomların birbirleriyle bağ ( kovalent , iyonik bağ ) yapmasını sağlar.
GÜÇLÜ NÜKLEER KUVVET Şu an biliyoruz ki , hadronlar temel parçacık değildir , kuarklardan oluşurlar. Örneğin proton iki yukarı kuark (+ 2/3 yüke sahip ) ve bir aşağı kuarktan ( -1/3 yüke sahip) oluşurken , nötron ise iki aşağı kuark ve bir yukarı kuarktan oluşmaktadır. Güçlü nükleer kuvvet , protonlarla nötronların içindeki kuarkları bir arada tutar. Bu kuvvetin taşıyıcısı olan bozona “gluon” diyoruz. 1973’ te David Gross , David Polizer ve Frank Wilczek yeğin kuvvetin şaşırtıcı bir özelliğinin bulunduğunu gösterdiler : İki kuark arasındaki çekim kuarklar birbirlerinden uzaklaştıkça 17
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Fizik
artıyordu. Bu durum da tahmin edebileceğiniz üzere , iki kuarkı birbirlerinden uzaklaştırmak giderek daha fazla enerji gerektirir , öyle ki , sonunda başka kuarklar elde edersiniz. Bunu ufak bir düşünce deneyi ile anlatalım : Elinizde bir lastik olduğunu düşünün ve bu lastiğin iki ucu ( A ve B dersek bu uçlara ) birer kuarkı temsil etsin . Siz lastiği yeterince güçlü bir şekilde çekerseniz , lastik kopacaktır ve elinizde iki lastik kalacaktır( Uçları A – A’ ve B-B’ olan ). Ancak hiçbir zaman tek başına A veya B ucuna sahip olamazsanız . Bu durumu , S ve N kutuplarına sahip olan bir mıknatısı ikiye bölme şeklinde de hayal ederek mantığınıza oturtabilirsiniz. Buradan çıkarılacak sonuç şudur : Hiçbir zaman boşlukta tek başına bir kuark göremezsiniz ; Kuarklar ve gluonlar daha ağır parçacıkların ( proton , nötron .. ) içinde kalırlar.
ZAYIF NÜKLEER KUVVET Yeryüzünde dolaylı yoldan pek bir rolü olmasa da zayıf kuvvet yine de yaşamın varlığı için önemlidir : Güneşin parlamasını sağlar. Güneş enerjisi protonların helyuma dönüşmesinden kaynaklanır ki bu da bu protonlardan bazılarının nötronlara dönüşmesini gerektirir ve bu da zayıf nükleer kuvvet sayesinde olur. Yani füzyon tepkimeleri için zayıf kuvvet hayati önem taşır. İsminden de anlaşılacağı üzere aşırı zayıf olan bu kuvvet , 10^-18 metre çok kısa mesafelerde etkisini gösterir. Bu kuvvetin taşıyıcıları ; Z , W+ ve W- bozonlarıdır. Ayrıca zayıf kuvvet diğer üç kuvvete göre biraz gariptir. Diğer kuvvetlerin hiçbiri etkileşime girdikleri parçacıkların kimliğini değiştirmez. Ancak zayıf kuvvet için bu geçerli değildir. Örneğin ; Bir fermiyon “W” bozonu yayarak başka bir femiyona dönüşebilir.
Yazan: Alper KİRLİOĞLU Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/4-temel-kuvvet-varolusun-yapi-taslari/ 18
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Fizik
Sicim Teorisine Genel Bir Bakış
İnsanoğlu soyut düşünmeye başladığından bu yana maddeyi anlamaya çalışmıştır. Bu konu anlaşılmaya çalışıldıkça karmaşıklaşmıştır. Hayal edin her yerde kımıl kımıl titreyen iplikçikler. Bu iplikçilerden oluşan atom altı parçacıklar. ‘‘Sicim’’ adı klasik yaklaşımda ‘‘sıfır boyutlu noktalar’’ şeklinde tarif edilen atom altı parçaların aslında ‘‘ bir boyutlu ve ipliksi varlıklar’’ olabileceği varsayımına dayanır. Sicim kuramı belirli bir şekilde titreşen ipliksilerin, kütle ve yük gibi özelliklere sahip parçacıklar gibi davrandığını söyler. 1980lerde fizikçiler, sicim teorisinin doğadaki başlıca dört kuvvetin (yer çekimi, elektromanyetizma, güçlü kuvvet[kuvvetli nükleer güç], zayıf kuvvet[zayıf nükleer güç]) ile maddenin tüm bir kuantum mekaniği modelini (Fizikte Birleşik Alan Teorisi) birleştirme potansiyeline sahip olduğunu fark ettiler. Kuramın temeli, gerçekliğin bileşenlerinin rezonans frekanslarında titreşen ve Planck uzunluğunda ( mm) sicimler olduğudur. Bu fikir henüz deneysel olarak gözlenmeyip matematiksel bir modeldir. Ve bu model 6 yeni boyut daha önerir, fakat bu boyutları standart anlamdaki mekân ve zaman boyutları değil, bunlara bağlı alt boyutlar gibi tanımlar. Bildiğimiz 3 uzay ve 1 zaman boyutu üzerinde dairesel olarak katlanmış fazladan boyutlardır.
Bu boyutları neden mi fark etmiyoruz? Bir örnekle açıklayalım. 19
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Fizik
Örneğin 2mm bir misine uzaktan bakıldığında onun tek boyutlu görürüz. Lakin bu misinanın üstünde olan bir mikro organizma için iki boyutlu hatta üç boyutludur. Evreni açıklayan iki temel kuram yani Einstein’ın yıldızlar, galaksiler gibi çok büyük boyuttaki cisimleri açıklayan göreliği ve atom, atom altı parçacıklar gibi küçük boyutta ki cisimleri açıklayan kuantum mekaniği vardır. Her iki kuramda aynı evren, açıkladığına göre birleştirilmelidir. İşte bu teori parçacık fiziğinde kuantum mekaniğini ile Einstein ile genel görelik kuramını birleştiren bir teoridir. Sicim teorisi membran(İnce zar) teoremi (M-Kuramı) olarak adlandırılmaktadır. Bu teoride parçacıkların sicim değil de, bir membran gibi olduğu ve farklı boyutlarda büzüştüğü düşünülmektedir. Tabi bu gibi faktörler de bu teorinin ispatlanması-gözlenmesinin pek olası olmamasına sebep oluşturuyor. Pek çok fizikçide bu yüzden bu teoriyi kabul etmemektedir. Çünkü bu zarlar ışığın en küçük dalga boyundan bile küçük olduğu için görüntülenmesi, ölçülmesi günümüzde pek mümkün değil ve başka bir ispat yolu da bilinmiyor. İki parçacık belli bir konumda ya da noktada çarpışmak yerine sicimlerin etkileştikleri an ve konum artık tek nokta değil bir yüzey olduğundan belirsizdir. Bu yüzden o tekil noktanın hesaplanmasında oluşan sonsuzluk problemi ortadan kalmış oluyor. Bu sonsuzluktan ‘‘renormalizasyon’’ denen yöntem ile ortadan kaldırılır. Ama Standart modelle genel göreliğin birleştirilmeye çalışıldığında bu yöntemle işe yaramaz. Temel parçacıklar, yani fermiyonlar ve bozonlar olmak üzere ikiye ayrılır fermiyonlar (örneğin elektron) maddeyi oluşturan öğedir. Bozonlarsa (örneğin Higgs bozonu) kuvvet taşıyıcılardır. Wolfgang Pauli’nin ilkesine göre, aynı kuantum özellikleri taşıyan iki fermiyon bir arada bulunamazken, bozonlar için böyle bir sınırlama yoktur. İki katının birbirinin içinden geçememesinin nedenin temelinde fermiyonların birbirini itmesi olayı yatar. Her bir sicimin titreşim kipi farklı ve farklı kuantum özelliklerine sahiptir. Yalnızca bozonik kipleri aldığımızda kuantum mekaniği ile sicim kuramı tutarlı olması için 26 boyut gerekir. (25 uzay, 1 zaman) Ve her bozona ya da fermiyona karşılık gelen aynı kütleye sahip fermiyon ya da bozon geliyorsa bu simetriye “süpersimetri” denir. Ancak kütlelerinin aynı olması yüksek enerjilerde aralarındaki simetrinin kırılmış olması durumunda geçerli olur. Bu nedenle kuramsal parçacıkların adlarının önüne süper takısı eklenmesinin sebebi bozon ve fermiyonların karşı guruptan eşlerinin daha ağır olması gerektiğindendir. Örneğin bu kuramda kuarklarla beraber skuarklar; fotonlarla birlikte fotinolar gereklidir. Bu durumda otomatikle standart modeldeki parçacık sayısını iki katına çıkarmaktadır ve henüz süpersimetri çifti gözlemlenememiştir. Bunun getirdiği sebepte süpersimetrinin kırılmış olma olasılığıdır. Ancak çok yüksek enerjilere ulaştığımızda bunları gözlemleyebileceğiz. Yüksek enerjilerde kuram süper simetrikken düşük enerjiler20
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Fizik
de gözlemlenmemesi suyun farklı fazlarına benzetilebiliriz. Ama henüz gözlemlenmemiş olmasına rağmen kuramsal fizikçilerinin çoğunluğu matematiksel güzelliğinden dolayı süpersimetrinin varlığına ikna olmuş durumdadırlar. Eğer sicim teorisinde süpersimetri kabul edilirse, kuantum mekaniği ile tutarlılık için 10 boyut (9 boyut, 1 zaman) olması gerekir. Yani bildiğimiz 4 boyuta 6 boyut daha eklenmesi gerekir. Peki, bu mümkün mü? Ve bu çok boyutta oluşan evrenlerin bazıları bize benzerken, büyük kısmının şekillerinin bile evrenimize hiçbir benzerliği yoktur. Yani standart model içermemektedir. Evreni verecek olan 6 boyutlu uzayı nasıl seçileceği, Sicim Teorisi’nin en derin problemlerinden biri. Ve bir gün sicim teorisi daha iyi anlaşıldığında bu problemin de çözüm bulacağı öngörülmektedir.
Yazan: Selim ÖZTEMEL Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/sicim-teorisine-genel-bir-bakis/ 21
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
Korona Virüs Hakkında Her Şey !
SARS, MERS, Domuz ve Kuş Gribi, ve son olarak da Korona virüs yani SARScoV-2 yani Covid-19 hastalığı
Peki Virüs nedir? Virüsler çok küçük infeksiyöz birimler olup bir dizi özellikleriyle diğer m.organizmalardan farklıdırlar.Hücre yapısına sahip olmayıp sadece proteinler ve nükleik asitten yani RNA yada DNA’dan ibarettirler. Kendilerine ait metabolizmaları bulunmayıp, çoğalmaları için canlı bir konak hücrenin sentez etkinliklerine bağımlıdırlar. Bu bağlamda, virüsler , kendilerine ait genetik bilgiyi, yani DNA yada RNA sını konak hücrenin içine sokmak suretiyle normal hücre metabolizmasını ele geçirirler. Elegeçirilen konak hücre virusün genetik bilgisini okur ve bir fabrika misali yeni virüsler üretmeye başlar. Virüsler insanlar dışında bakterileri ,bitkileri ve hayvanları da enfekte edebilmektedir.
Virüsler nasıl keşfedildi? Mikrobiyologlar, virüsleri görmeden çok önceleri dolaylı da olsa saptamışlardı. Virüsler bilim insanları tarafından bir bitki hastalığının araştırılması sırasında keşfedilmişlerdir. Virüslerin keşif hikayesi 1883 de tütün mozaik hastalığının etkenini araştırmakta olan Alman bilim insanı Adolf Mayer ile başlar. Bu hastalık tütün bitkisinin büyümesine engel olarak, yapraklarda mozaik görünümünde 22
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
beneklenmeye yol açmaktaydı. Mayer bu hastalığın bulaşıcı olduğunu, hasta yaprakların özsuyunu sağlıklı bitkilere püskürtüp, onların da enfekte olduğunu gözleyince fark etti. Hastalık oluşturan özsu içerisinde bir mikrop bulma amacıyla yaptığı incelene,sonuç vermedi. Mayer bu durumda hastalığın mikroskop ile gözlenemeyecek düzeyde küçük bir bakteri tarafından oluşturulduğu sonucuna vardı. Bu hipotez on yıl sonra bir Rus bilim insanı Dimitri Ivanowsky tarafından, hastalıklı tütün yapraklarından elde edilen özsu bakterileri tutabilecek bir filtre düzeneğinden geçirilerek denendi. Filtrasyon sonunda özsu hala mozaik hastalığı olşturmaktaydı. Ivanowsky, tütün mozaik hastalığına bakterilerin neden olduğu hipotezine saplanmıştı.’’Belki, bu patojen bakterinin filtreden geçecek kadar küçük olmalıdır’’ şeklinde bir fikir yürütüyordu. Ya da hastalığı oluşturan etken filtrede tutulamayan bir toksindi. Bu son fikir 1897’de, Hollandalı bir botanikçi olan Martinus Beijerinck, hastalık yapıcı etkenin çoğalabildiğini kanıtlayınca geçersiz oldu. Beijerinck, süzüntüyü bitkilere püskürttü ve bitkilerde mozaik hastalığı oluşunca onların özsuyunu da başka bitkileri enfekte etmek için kullandı.Bu işlemi birkaç kez tekrarladı. Patojenin bu seri işlem sonunda etkisinin kaybetmeden hastalık yapmaya devam etmesi ancak çoğalması ile açıklanabilirdi. Aslında,patojen ancak enfekte ettiği konakçı bitki içinde çoğalabilmekteydi. Bakterilerin tersine, mozaik hastalığının bu gizemli etkeni deney tüpleri ya da petri kaplarındaki besi yerlerinde üretilmemekteydi. Ayrıca, bu patojen bakterileri genelde öldüren alkol ile inaktive edilememekteydi. Beijerinck bakteriden çok daha küçük ve basit yaıda, çoğalabilen bir partikül düşünüyordu.Şüpheleri 1935’de Amerikalı bir bilim insanı olan Wendell Stanley şimdi tütün mozik virüsu yani TMV olarak bilinen bu bulaşıcı partikülü kristalize edince doğrulanmış oldu. Sonuçta, TMV ve diğer birçok virüsü elektron mikroskobu ile görmek mümkün oldu.
Virüsler ne kadar küçüktür? En küçük virüsler sadece 20 nm çapındadır.Bir toplu iğne başına milyonlarcası sığabilir. En büyük virusler bile ışık mikroskobuyla çok zor gözlenirler. Stanley’in bazı viruslerin kristalize edilebileceği buluşu ilgi çekici ve şaşırtıcıydı. En basit hücreler bile düzenli kristaller halinde toplanmazdı. Ama virüsler hücre değillerse o zaman ne idiler? Onlar protein ve bazen zar yapısında bir kılıf içinde yer alan nükleik asitten oluşan hastalık yapıcı partiküllerdir.
Virüslerin genetik materyaline nedir? Bilim insanları genleri genellikle, çift sarmal DNA’dan oluşmuş yapılar olarak tanımlarlar ancak birçok virüs bu ‘’geleneğe’’ uymamaktadır. Genetik materyalleri 23
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
virüsün tipine bağlı olarak; çift sarmal DNA, tek sarmal DNA, tek yada çift sarmal RNA dan oluşabilir.Bir virüs , genetik materyalini oluşturan nükleik asit tipine bağlı olarak DNA yada RNA virüsü olarak tanımlanır.
Zorunlu hücre içi paraziti olarak Virüsler Virüsler zorunlu hücre içi parazitleridir; yani sadece bir konakçı hücre içinde çoğalabilirler.İzole edilmiş bir virüs dış ortamda çoğalamaz, aslında uygun bir konakçıyı enfekte etmedikçe hiçbir şey yapamaz.Virüsler, metabolik enzimlerden yoksundur ve kendi proteinlerini sentezlemek için normalde canlı hücrelerde bulunan ribozom gibi organeleri ve diğer unsurları yoktur. Her bir tür virüsün, parazitik olarak enfekte edebileceği sınırlı tipte konakçı hücre vardır.Buna virüsün konakçı sınırı denir.Bu konakçı özgüllüğü virüsün tanıma sistemlerindeki evrimleşmeyle bağlantılıdır. Virüsler konakçı hücrelerini, hücrelerin dışındaki özgül reseptör proteinlerle kendi üzerlerindeki proteinler arasında oluşacak anahtar-kilit ilişkisine benzer etkileşimler sonucu tanırlar.Bazı virüslerin konakçı sınırları genetik yapılarında meydana gelen mutasyonlar ile birkaç hücre türünü kapsayacak ölçüde genişleyebilir. Örneğin, domuz gribi virüsü hem domuzları hem de insanları enfekte eder.Kuduz virüsü de rakun, kokarca, köpek ve insan da dahil olmak üzere birçok memeliyi etkilemektedir.Diğer yandan bazı virüslerin konakçı sınırı o kadar dardır ki, sadece bir türü etkilemektedir. Örneğin bazı virüsler sadece E.coli bakterisinin parazitidir. Ökaryotların virüsleri genellikle dokuya özgüldürler.İnsan soğuk algınlığı virüsleri diğer dokularla ilgilenmeden sadece üst solunum yolunu döşeyen hücreleri enfekte ederler. AİDS hastalığını yapan HIV virüsü ise ,özel bir tip akyuvardaki reseptöre bağlanmaktadır.
Koronavirüs nedir? Virüsler hakkında genel bir bir bilgi edindik gelin şimdi Dünya sağlık örgütünün artık bir salgın olarak tanımladığı etkeninin SARS-CoV-2 virüsü olan COVİD-19 hastalığına yakından bakalım. Koronavirüsler, 1960’lı yıllarda keşfedilen hayvanları ve insanları enfekte edebilen çok geniş bir virüs ailesidir. Tek sarmallı RNA virüslerdir. Corona kelimesi Latince’de taç anlamına gelmektedir. Bu virüslere mikroskopla bakınca gözlenen aura şekli ya da güneşin etrafındaki corona tabakasına benzer haleden ötürü bu isim verilmiştir. İlk olarak 2002 yılından itibaren görülmeye başlayan yeni Korona virüs türleri, ağır solunum yolu enfeksiyonu olarak görülmeye başlanmıştır. SARS-CoV (Severe Acute Respiratory Syndrome Coronavirüs), (Ağır Akut Solunum Yetmezliği Sendromu) 24
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
ve Ortadoğu Solunum Sendromu Mers tespit edilen Coronavirüs enfeksiyonlarıdır. Bugüne kadar onlarca korona virüs çeşidinden 6 tanesinin insanlarda bulaşıcı olduğu tespit edilmiştir. Son olarak, yeni Korona virüs olarak COVID-19, Çin’in Wuhan yerleşim bölgesinde Aralık 2019’da tespit edilmiştir.
COVİD-19 ‘un kısa tarihi Tarihler 8 aralık 2019 gösterdiğinde Çinde sebebi bilinemeyen Pnemoni vakaları görülmeye başladı.Çin 31 Aralık 2019 Dünya Sağlık Örgütüne bu vakaları bildirdi. 4 gün içinde sayı 44 e yükseldi.1 Ocak 2020 de salgını kaynağı olduğu düşünülen Wuhan deniz ürünleri marketi kapatıldı. 7 ocakta yeni korona virüs izole edildi. 11 ocakta korona virüse bağlı ilk ölüm gerçekleşti.12 ocakta virüsün tüm genomu sekanslanarak genetik yapısı ortaya kondu. 13 ocakta Çin dışında ilk vaka görüldü. 20 ocakta sağlık çalışanlarında ilk vakalar görülmeye başladı.23 Ocakta Çin karantina ilan etti ve 11 milyon insanın yaşadığı Wuhan kenti karantina altına alındı. 30 Ocakta dünya sağlık örgütü ‘’halk sağlığını ilgilendiren acil durum’’ ilanı yaptı. 8 Ocakta Cenevrede WHO tarafından konunun uzmanları tarafından bir toplantı düzenlendi.Toplantıya sağlık bakanlığımızı temsilen Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji öğretim üyesi Prof.Dr Alpay Azap da katıldı.Bu toplantıda yeni korona virüsün adının SARS-CoV-2 ve yaptığı hastalığın COVID-19 olarak adlandırılmasına karar verildi.
COVİD-19 nasıl ve neden çıktı? Çinde hijyen koşullarına uyulmadan hayvanlarla yakın temasta bulunulması ve pek çok farklı canlı türünün besin olarak tüketilmesi. Ayrıca geçmişte yapılan araştırmalar SARS benzeri korona virüs taşıyan yarasa popülasyonun Çinde yoğun olarak bulunduğunu göstermiş ve olası bir salgının bu bölgeden çıkacağı işaret edilmiştir.
COVİD-19’un belirtileri 1-Kuru öksürük: Virüs alt ve üst solunum yollarını etkilediği için en sık görülen belirti. 2-Yüksek ateş: Virüsün yol açtığı tahribatlar ve vücuda verdiği zarar nedeniyle aynı şekilde kuru öksürük gibi en sık görülen bir diğer belirti yüksek ateş. 3-Boğaz ağrısı: Yüksek ateş ve kuru öksürüğe oranla daha az görülse de solunum 25
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
yollarına bulaşan virüsler bulaştığı bölgede ağrıya neden oluyor. Boğaz ağrısı da bu hastalığın belirtileri arasında gösterilebilir. 4-Nefes darlığı: Hastalığın ölümcül sonuçlar doğurmasında ki en büyük etkenlerden biri de oluşturduğu nefes darlığı. Özellikle solunum problemi olan hastalar, virüs nedeniyle artan nefes darlığına bağlı olarak yaşamlarını yitirebiliyor. 5-Yorgunluk: Virüsün vücutta oluşturduğu genel tablo nedeniyle hasta kendisini yorgun hissedebilir, kas ve eklem ağrıları yaşayabilir. 6-Baş ağrısı: Üst solunum yollarına etki eden virüsün nefes darlığı, boğaz ağrısı ve diğer belirtiler nedeniyle oluşturduğu etki dönem dönem baş ağrısıyla da baş gösterebiliyor. 7-Nezle ve ishal: Virüsün en az görülen belirtileri ise nezle ve ishal. Bu belirtiler çok az sayıda hastada ortaya çıkıyor.
COVİD-19’un Tedavisi Nasıl Yapılıyor? Korona virüs hastalığı(COVID-19) olan çoğu kişide hafif seyirli olduğundan hastalar ilaç tedavisine gerek duymadan iyileşebilir. Ancak bazı belirtileri azaltmak ve hastayı rahatlatmak için, hastaya ağrı kesici ve ateş düşürücüler, öksürük ilaçlarıyla bol sıvı desteği ve istirahat önerilir. Ek hastalığı ve durumu ağır olanların hastanede yatarak tedavileri gerekebilir.
COVID-19 Nasıl Bulaşır? Virüs, tıpkı soğuk algınlığında olduğu gibi damlacık yoluyla bulaşabildiği için, hava yoluyla bulaşabilir. Hasta olan bir kişinin ağzını kapatmadan hapşırmasıyla, ya da eline hapşırdıktan sonra dokunduğu bir yere başkasının dokunmasıyla, ağzına, yüzüne veya gözüne enfeksiyonlu elini sürmesiyle de bulaşabilir. O yüzden hasta olan kişinin 1.5 metre uzağında durmak önemlidir.
COVID-19 ne kadar sürede bulaşır? COVID-19’un bulaştırıcılık süresi kesin olarak bilinmemekle birlikte hakkında araştırmalar sürmektedir. Toplumdaki hastalık, kaza ve sağlıkla ilgili durumların dağılımını, görülme sıklıklarını ve bunları etkileyen belirteçleri açısından virüs incelendiğinde ortalama kuluçka süresinin 5-6 gün ila 14 güne kadar uzayabilen bir süreç olduğu tespit edilmiştir. 26
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
COVİD-19’dan korunmak için neler yapılmalı 1-Öncelikle ellerinizi sabun ile en az 20 saniye ovalayarak yıkayın ya da alkol içeren el dezenfeksiyonunu kullanın. Çünkü ellerinize bulaşmış olan virüsler bu basit yöntemle temizlenir ve etkisiz hale gelir. 2- Soğuk algınlığı belirtileri olan; öksüren ya da hapşıran kişilerle aranıza 3-4 adım, ortalama 1 metre mesafe koyun. Çünkü virüs damlacık yoluyla bulaştığı için, eğer hasta olan kişiye çok yakınsanız, COVID-19 virüslerini nefes yoluyla da size bulaşabilir. 3- Bulunduğunuz ortamı sık sık havalandırın. 4-Kıyafetlerinizi 60-90 derece sıcaklıklarda deterjanla yıkayın. 5- Ellerinizle ağzınıza ve burnunuza dokunmayın. 6- Öksürme, hapşırma sırasında ağız ve burnunuzu tek kullanımlık mendille kapatın, mendil yoksa dirseğin iç kısmını kullanın. 7- Yurt dışı seyahatlerinizi iptal edin ya da erteleyin. 8- Kapı kolları, armatürler, lavabolar gibi sık kullandığınız yüzeyleri su ve deterjanla her gün temizleyin. 9-Tokalaşma, sarılma gibi yakın temaslardan kaçının. 10- Hiçbir kişisel eşyanızı (Havlu gibi gündelik eşyaları) ortak kullanmayın. 11-Bol sıvı tüketin, dengeli beslenin ve uyku düzeninize dikkat edin. 12-Yurt dışından dönüşte ilk 14 günü evinizde geçirin. 13-Soğuk algınlığı belirtileriniz varsa, yaşlılar ve kronik hastalarla temas etmeyin, maske takmadan dışarı çıkmayın. 14-Ateş, öksürük, nefes darlığı gibi şikayetleriniz varsa, maske takarak bir sağlık kuruluşuna başvurun. Yazan: Şinasi AYGÜN Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/korona-virus-hakkinda/
27
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
Bu Alet Ne İşe Yarıyor?
Bu aletin ne olduğunu pratikte öğrenmek istemiyorsanız evde kalın! Günümüzde entübasyon, hava yolunu sabitlemenin standart yöntemidir. Anestezi, bilinç kaybı veya akut solunum bozuklukları olan hastalar için anestezi, yoğun bakım ve acil tıpta kullanılır.
Entübasyon laringoskop, anestezi veya ventilasyon tedavisinin bir parçası olarak endotrakeal entübasyon için bir yardımcı olarak kullanılır. Macintosh spatula kesiti ters çevrilmiş bir “Z” ye benzer. Dil, “Z” nin geniş alt dudağı tarafından yerinde tutulur. Spatula, uzunlamasına yönde hafifçe kavislidir ve böylece dilin şeklini takip eder. Umarım, evde kalırsak entübasyon laringoskopunu tanımayacağız. Yazan: İ. KAYA Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/bu-alet-ne-ise-yariyor/ 28
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
Virüsler Hayvanlardan İnsanlara Nasıl Sıçrar?
Bu sorunun cevabını iyi anlamak, aynı zamanda virüslerden korunmak için insanoğlunun yapacağı ilk adımdır. Mevcut korona salgınının kökleri, vücudumuza giren birçok virüs gibi hayvanlar alemindedir. Aynı şekilde, yarasalarda gelişen SARS-CoV-2 patojenin de daha sonra muhtemelen başka bir hayvan yoluyla insanlara atladığını tahmin ediliyor. Sorulması gereken soru ise; Tür bariyeri üzerinde böyle bir sıçrama nasıl meydana geliyor? Yeni korona virüsü gibi zarflanmış virüsler neden bu kadar salgın eğilimlidir? Covid-19, İspanyol gribi veya HIV gibi hastalıklar insanlık tarihindeki büyük pandemiler çoğunlukla, hayvanlardan insanlara sıçrayan patojenler tarafından tetiklendi. Virüslerin neden olduğu bulaşıcı hastalıklar söz konusu olduğunda, bunun hayvanlardan bulaşma oranı yüzde 70’ten bile fazladır. Çoğu grip virüsü kuşlardan kaynaklanır, HIV maymunlarda yaygın olan bir virüse bağlıdır ve Ebola ve yeni korona virüsü SARS-CoV-2 yarasalarda gelişmiştir. Virüslerin hayvanlardan insanlara atlamasının sebebini 3 adımda açıklayabiliriz…
İlk Adım: İletişim Bu virüsler insan vücuduna nasıl giriyor ve hayvan konakçılar hiçbir hastalık belirtisi göstermese bile neden bizi hasta edebiliyor? Tür bariyerinin üzerinden atlamak için en önemli ön koşul gayet açıktır: Virüs veya virüsün taşıyıcısı insanlarla temas etmelidir. Bu nedenle, özellikle insanlar ve hayvanların bir araya geldiği yerlerde, yeni virüs enfeksiyonlarının ve salgınlarının artması tesadüf değildir. Bu, birçok çiftlik hayvanının bulunduğu kırsal 29
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
alanlardaki risk değil sadece, aynı zamanda Çin’in 60 milyon nüfusa sahip Wuhan şehrindeki pazar gibi canlı ve ölü vahşi hayvanların satıldığı pazarlarda da bu risk fazlaca mevcuttur.. İnsanların daha önce el değmemiş alanları istila ettiği veya vahşi hayvanların yaşam alanlarını yok ettiği her yer, virüsün bulaşma riskinin ilk adımı olan iletişimin gerçekleşmesi için zemin hale gelir. Çünkü bu, insanlar ve vahşi hayvanlar arasında aniden, parazitlere ve patojenlere atlama şansı sunan yeni temas yaratır. Aynı zamanda yakın çevremizde ve şehirlerimizde, günümüze adapte olan ve örneğin idrar veya dışkı yoluyla bize virüs bulaştırabilen birçok hayvan mevcuttur. Bunun bir örneği, Almanya’daki Hanta virüsünü de iletebilen kırmızı farelerdir.. Bu fareler tehlikeli Hanta virüsünü, insanlara elle temas olmadan bile bulaştırabilir. Bunun icin enfekte hayvanların idrar, dışkı veya tükürüğü bile yeterlidir.
İkinci Adım: Yerleştirme Noktası Başarılı bir sıçrama için ikinci ön koşul, insan hücrelerinin virüsün binişidir. Virüsler kendilerini çoğaltamazlar, ancak konakçılarının hücre makinelerine bağlanmak ve kilit anahtar sistemi gibi uyumlu olmaları gerekir. Bunu yapmak için, önce hücre ile kenetlenmek ve nüfuz etmek zorundalar. Bunun içinde virüsün, insan hücresindeki belirli yerleştirme noktalarının kilidine, bir anahtar gibi uyan bir yüzey proteinine ihtiyacı vardır. Virüs, hücrelere ancak bu bağlanma yerinin yapılandırması eğer tam olarak uyuyorsa saldırabilir. Korona virüsü durumunda, bu gibi çıkıntı yapan taç proteinlerinin bir kısmı bu görevi üstlenir. Bu protein üzerindeki bağlanma yeri o kadar mutasyona uğramaktadır ki artık hava yollarımızın ve akciğerlerimizin hücreleri üzerindeki bir reseptöre mükemmel şekilde kenetlenme bilmektedir. Bu yüzden bu virüs öksürük ve zatürreyi tetikler. Aynı şekilde, keneler tarafından bulaşan TBE virüsü gibi diğer virüslerle, yüzey proteinleri sinir sisteminin hücreleri üzerindeki yerleştirme bölgelerine bağlanır ve bu yüzden bu virüs menenjite neden olur. Bir virüsün mutasyonu yüzey proteinlerinde ne kadar kolay olursa, bu patojenin yeni bir konakçıya 30
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
konakçıya adapte olma olasılığı o kadar artar. Çünkü bazen bağlanma bölgelerinin yapısındaki küçük değişiklikler yeni tür hücrelere erişmek için yeterlidir. Bu konuda özellikle yetenekli “şekil değiştiriciler”, zarflanmış virüslerdir. Zarflanmış virüsler, genetik materyalleri etrafında protein açısından zengin kapsülle birlikte, ek bir kabuğa sahip olan korona virüsü gibi virüslerdir. Bu virüs zarfı, özellikle değişken yüzey proteinleri ile kaplı bir zardan oluşur. Bu nedenle, hayvanların çoğunun zarflı virüsler tarafından tetiklenmesi ve uyumu tesadüf değildir. Korona virüsünde, dış yüzeyindeki çemberinden çıkıntı yapan bazı taç proteinleri insan hücreleri ile kenetlenmeyi başarması, insanı virüsün yeni konağı yapmıştır.
Üçüncü Adım: İnsandan İnsana Bulaşma Bir hayvan virüsünü bir pandeminin potansiyel bir tetikleyicisine dönüşmesini sağlayan bir adım daha vardır: Bu adımda virüsün insan hücrelerinde çoğalabilmesi ve daha sonra kişiden kişiye atlaya bilmesidir. Yaygın olan ve birçok insanı hasta eden, ancak bu adımı atamayan viral patojenler vardır. Bu, örneğin Hanta virüsüdür. Aynı zamanda TBE virüsü veya dang hummasına neden olan virüs için de bu durum geçerlidir. Onun için bu virüsler, pandemiye dönüşmemiştir. Ne yazık ki durum, mevcut koronavirüs SARS-CoV-2, Ebola veya birçok influenza varyantı için farklıdır: Bu virüsler artık hayvan taşıyıcılarına ihtiyaç duymaz, ancak doğrudan insandan insana bulaşabilir. Bu mümkündür, çünkü patojenler soluduğumuz hava ile kan, tükürük veya diğer vücut sıvıları aracılığıyla dış dünyaya ulaşır ve daha sonra diğer insanlar tarafından emilebilir. Covid-19 patojeni SARS-CoV-2 maalesef özellikle insandan insana bulaşma da “çok yönlüdür”. Öksürürken, hapşırırken, nefes alırken ve konuşurken hatta enfekte hastaların dışkılarında da damlacık enfeksiyonu ile bulaşır. Ek olarak, bu virüs birkaç saat ila günlerce pürüzsüz yüzeylerde deforme olmadan durabilir ve bu da enfeksiyon riskini artırır. Daha da kötüsü, 2003’te yaygın olan SARS virüsünün aksine, bu virüs ilk belirtiler ortaya çıkmadan önce enfekte olan tarafından, ilk başlarda hiçbir belirti göstermediği için, çevreye salınır. Bu yüzden koronavirüs enfeksiyonları ateş ve öksürük gelişmeden önce genellikle bulaşıcıdır ve onun için yayılır. Bu durum, patojeni bu kadar başarılı ve mevcut pandeminin tutulmasını çok zorlaştırır. Çeviri: İ.KAYA Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/virusler-hayvanlardan-insanlara-nasil-sicrar-2/ 31
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
Bir Annenin Kızını Doğurduğu Yaş ile Kızının Anne Olması Arasında Şaşırtıcı Bir Bağ Bulundu
Araştırmanın sahibi McGill Üniversitesi`nden (Montreal, Kanada) Olga Basso ve ekibi. Araştırma başlığı ise, “Üreme, sosyal, kültürel ve biyolojik faktörlerden etkilenir.” oldu. Araştırma için doktorlar, 43 yaşından büyük olan Abd ve Porto Riko`dan yaklaşık 43 bin kadının bilgilerini kullandı. 1970’ ler den beri kadınların ilk çocuklarına doğum yapma yaşı birçok toplumda artmıştır. Kızının doğumunda annenin yaşının artması, kızının çocuk sahibi olmaması olasılığını arttırıyor. Kısacası, Doğumdaki annenin yaşı ile kızının çocuksuzluğu arasında yakın bir ilişki var. 20 ila 24 yaşındaki doğum yapmış kadınların kızları ile karşılaştırıldığında, 30-34 yaş arası doğum yapmış kadınların, kızlarının yüzde 30 daha yüksek oranda çocuksuz olma riski var. Daha yaşlı annelerde bu değer daha da artarak, yüzde 40’a yükyükseliyor. Babanın yaşının etkisi ise ya çok az ya da hiç etkisi yok, denile bilinir. İstatistiki analizlerde, kardeşlerin sayısı, doğum sırası, kızının medeni durumu, anne-babanın geliri ve eğitim düzeyi de dikkate alınmıştır. Bu demektir ki, yaşlı bir kadın bir kız çocuğu doğurduğunda, kızının çocuksuz kalması olasılığı daha fazla. İnsan Üreme dergisindeki Kanadalı ve Amerikalı doktorlara göre bu risk, genç annelerinkinden yüzde 40’a kadar daha yüksektir. Eğer bunun yeni nesil kadın doğurganlığı üzerinde olumsuz bir etkisi varsa, bu ilişkinin nedenlerini açıklığa kavuşturmak önemli olacaktı. İşte bu araştırma da bunun için yapıldı. Kadının gebelikte ve hamilelik döneminde kızının daha sonraki cinsel işlevlerini nasıl etkileyeceği bilinmemektedir. Bilim insanlarına göre yaşlı kadınların döllenmiş oositlerindeki bazı gen aktivitelerinin genç kadınlarınkinden farklı olduğuna dair belirgin işaretler var. Bu da doğrudan veya dolaylı olarak doğurganlığı etkileyen epigenetik değişikliklerden kaynaklanabilir. Eğer çalışmanın sonuçları doğrulanırsa, analık yaşlılığa ertelenirse, iki olumsuz sonuç doğurur: Birincisi, gebe kalma olasılığı azalır. İkincisi, bir sonraki kız kuşağın üreme oranı azalır. Çeviri: İ. KAYA
Kaynak: cilginfizikcilervbi.com/bir-annenin-kizini-dogurdugu-yas-ile-kizinin-anne-olmasi-arasinda-sasirtici-bir-bag-bulundu/
32
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
Toprağın 10 Kilometre Altında Yaşam İzleri Pasifik Okyanusu dibindeki depozitolar, organizmaların on kilometre derinlikte hayatta kalabileceğini göstermektedir. Dünya üzerindeki yaşam daha önce bilinenlerden daha yaygın olabilir. Pasifik`in dibindeki çamur volkanlarında yapılan bir incelemede, mikroorganizmaların deniz tabanının 10.000 metre altında geliştiği sonucuna varılmıştır. Bu derinlikte, daha önce yaşam limiti olarak kabul edilen 122 santigrat derecesi aşılmamıştır. Bilim dergisi ABD Ulusal Bilimler Akademisi`nden Oliver liderliğindeki uluslararası bir ekibin hesapları ve incelemelerinin sonucu Bilim dergisi PNAS`de yayınlandı. Araştırmacılar Pasifik tektonik Filipin plakasının altında hareket eden ve suyu manto içine alan, Batı Pasifik bölgesindeki Izu-Bonin-Mariana yitim bölgesinden tortularr, çekirdekleri inceledi. Alan Japonya’dan 2800 kilometrelik bir mesafede, Guam’ın Marianas adasının güneyinde, yaklaşık 11,000 metre derinliğinde dünyanın en derin okyanus alanlarını içeriyor. Bölgedeki bir fenomen, çoğunlukla serpantin içeren büyük çamur volkanlarıdır. Mineral ile su teması üzerine mantoda yumuşak kaya oluşuyor. Serpantin derinliklerinde parçalanır, suyla karıştırılır ve düşük yoğunluğundan dolayı sert çamur olarak deniz tabanına yükselir. Çamur, süreçlerin izlerini derinliklerinde arşivleyen kayaları da kapsar. Araştırmacılar, böyle bir çamur volkanından, Güney Chamorro’nun denizden 2000 metre yukarısına çıkarılan, matkap çekirdeklerini analiz ediyorlardı. Çekirdeklerde farklı derinliklerde organik maddeler buldular. Kökeni belirsiz, ancak analizler, proteinler, lipidler ve nükleik asitler gibi bakteriyel maddelere çarpıcı paralellikler gösterdiğini fark ettiler.. Bu bir organizmanın dolayısıyla bir yasam olduğunu gösterir. Bir sonraki adımda, araştırmacılar burada yaklaşık 3000 metre derinliğinde denizin hangi derinlikte, yani 122 derece santigrat derece altında hesapladılar – bu sıcaklık yaşamın sınırı olarak kabul edilir. Deniz tabanındaki derinlik, basınç ve sıcaklık dışında, kayaçların iletkenliği ve yoğunluğu da göz önüne alındı. 33
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji Bu nedenle, Marianen Vorbogen (Forearc) ‘da 122 derecelik maksimum derinlik, deniz tablasından yaklaşık on kilometre altındadır. Ekip, “Bu nedenle, dalma bölgelerinin alt bölgelerindeki mikropların ömrü bu derinliğe ve ilgili basınca kadar dayanıyordu” diye ekliyor. Orta Atlantik Sırtında Atlantis masifi için gösterilen önceki hesaplamalardan çok daha derinde yasam olduğu ve tamamen farklı koşullara hakim olduğu bilim insanları tarafından görüldü. “Yeryüzünün yüzeyine bağlantısı olmadan Marianas Vorbogen gibi deniz tabanının altında derin bölgede yaşayan mikroplar, tanınmış eko sistemler ile çok az benzerlik gösteren bir sisteme sahip olabilir.” Bremen Üniversitesi Kai-Uwe Hinrichs için çalışma, tüm ülke çapındaki deniz altlarında, organizmalar yaşadığı, varsayımını doğruluyor. Bilim insanları, organik maddenin kökenini açıkça söylemezseler de, jeokimya uzmanı bir organik olduğu ve bunun için derin biyosferde yaşıyor olabileceği, dile getirildi. Özgün Çeviri: İ. KAYA Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/topragin-10-km-altinda-yasam-izleri/
Dünyanın En Gürültücü Balığı: Cynoscion Othonopterus
Bu balıkların çıkardıkları sese göre cüsseleri çok ufak. 10 cm boyları var ve sadece Kuzey Kaliforniya Körfezinde yaşıyorlar. Nisan, çiftleşme ayı olduğundan tam da bu ayda öyle bir gürültü çıkarıyorlar ki, sanki yanınızdan kamyon geçiyor. Hatta balıkçılar bu gürültüyü su üstünden bile duyabiliyorlar. Toplamda 20 bin kilometrekarelik bir yaşam alanları var. Aşırı avlanmadan dolayı soyu tükenmek üzere olan hayvanlar sıralamasında, kırmızı listedeler. Seks sırasında aşırı gürültücü olmaları, aynı alanı paylaşan diğer canlılarında yaşam kalitesini düşürüyor.Bu sesler 177 desibele kadar çıkıyor. Çiftleşme sırasında bu kadar küçük bir alana toplanan 1,5 milyona yakın balığın aynı anda gürültü 34
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
çıkarmasını su altına konulan mikrofonlar ile gözlemleyen bilim insanları, bu çiftleşme çağrılarını bilimsel bir makale ile yayınladılar. Teksas Üniversitesi`nden Brad E. Erisman ve California Üniversitesi`nden TimothyJ. Rowell, Şarlatan balığı denilende bu balıkları inceleyen iki bilim insani. Verdikleri demeçlerinde, makineli tüfeğin çıkardığı sese benzer bir ses çıkardıklarını ve şimdiye kadar su altında duyulan en büyük gürültünün bu olduğunu açıkladılar. Özellikle dişi balıkların inanılmaz gürültücü olduklarını ve dünyanın en gürültülü balıkları ünvanını hak ettiklerini dile getirdiler. Özgün Çeviri: İ.KAYA Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/dunyanin-en-gurultucu-baligi/
Vegan Diyet, Dünya Nüfus Artışını Beslemeye Çözüm Olabilir Atalarımız, protein ihtiyacını karşılamak için doğadan hayvan avlayıp yemişler. Bu gerçekten kabul edilir. Tıpkı bitki ile beslenmek kadar normal ve sağlıklı olarak kabul edilmiştir.. Sorun ve kabul edilemez olan ise yiyeceğimiz hayvani kendimizin beslenmesi ve 2050 yılında yaklaşık 10 milyara ulaşacağı tahmin edilen dünya nüfusunun beslenmesi kaygısı. İşte tam burada bilim insanları çok zekice bir karşılaştırma yapmışlar. Hayvan besleyip, oradan protein ihtiyacını karşılamak için bir hayvanın beslenmesinden soframıza gelene kadar ki süreçteki masrafı ve aynı besini bitkisel beslenme ile karşılaştırması. Sonuçlar çok şaşırtıcı ve umut verici. Etten alacağımız bir kg`lık protein ihtiyacı için bir hayvanin 21 kg protein yemesi gerekli. Ayrıca bu hayvanlara yedirdiğimiz yemler, pekala bizimde protein ihtiyacımızı karşılayacak, yiyebileceğimiz besinler. Kasaya, elimizdeki varlığımız olan 21 kg yatırıp, 1 kg alacak kadar saçma bir yatırım sistemi ile besleniyoruz. Hayvan besiciliği için ayrılmış topraklar, beslediğimiz hayvanlar tarafından havaya salınan metan ve sera gazları çevre kirlenmesinde çok büyük rol oynuyor. Sera etkisi yaratan, bütün dünyanın iklimini değiştiren gazların salınımının tam üçte biri, yetiştirdiğimiz hayvanlardan gelmektedir. Bir taraftan çevre için doğayı kirletmeyelim diye araba kullanmayı asgariye indirmek 35
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
için kampanyalara katılmak, daha sonrada akşam yemeğinde güzel bir biftek yemek, insanoğlunun kafa karışıklığının en büyük göstergesi olsa gerek. Zira, arabanın çıkardığı zehirli gaz, yemek için beslediğimiz hayvanların çıkardığının yanında hiç kalır. Yeraltı su kaynakları dahil olmak üzere, enerji tüketimi, beslenen hayvanların besin tüketimi kısacası, bu iş için ayrılmış kaynaklar, bu konuda yatırımımız ve alışkanlığımızın bize zarardan başka bir şey kazandırmadığını gösteriyor. Araştırma, Ulusal Bilimler Akademisi Tutanakları raporundan Rehovat (İsrail)`deki Weizmann Bilim Enstitüsü`nden Ron MIlo ve ekibinin çalışmasıdır. Birçok bilim adamı gelecek nesillerin nasıl daha verimli beslenebileceğini araştırıyor. Çalışmalar gösteriyor ki, üreticiden tüketiciye kadar ki ürünün izlediği yolda en büyük bir sorun, besinlerin yüzde 30 ila 40’ının bozulmakta olduğu. Sığır eti bu kayıp da en büyük miktar ile başı çekiyor. Milo ve meslektaşları başka bir soruyu daha araştırdı: et ve hayvansal ürünler olmasaydı ne kadar yiyecek üretilebilirdi? Bunu yapmak için, sığır eti, domuz eti, tavuk, süt ve yumurta üretimi için kaynak gereksinimlerini değerlendirdiler. Sonuçlar şöyle : Sığır maliyeti en büyügü olduğu için karşılaştırma da ki oranları düşündürücü. Sığırdan 4 gram üretmek için gerekli olan enerji ve yüzeyden, benzer protein ve kalori içeriği ile bitkisel gıdalar, 100 gram üretebilir. 96 gramlık fark, araştırmacılar beslenme kaybını göz önünde bulundurmaktadır. Bu kayıp domuz eti için yüzde 90, süt ürünleri için yüzde 75, tavuk için yüzde 50 ve yumurtalar için yüzde 40’tır. Verilerden, araştırmacılar, ABD’de vegan bir yaşam tarzına geçişte, şu anda yaklaşık 323 milyon nüfusu olan Amerika`nın, bu nüfusuna ek olarak 350 milyon insanın daha beslenebileceğini hesaplıyor. Dünya çapında düşündüğümüzde açlığa çözüm olacak kadar büyük bir miktar demektir. Halk bilinçlendikçe özellikle gelişmiş ülkelerde, hayvansal ürünlerin tüketiminde önemli azalmalar olduğu saptanmıştır. Beslenme zincirimizde, artık atalarımızın avlanması kadar masum ve akıllıca olmayan, protein ihtiyacımız için hayvancılık yapma alışkanlığımızdan vazgeçmemiz gerekli. Yoksa et yiyeceğiz derken, ne içecek suyumuz, ne soluyacak havamız ne de ekeceğimiz toprağımız kalacak. Sokrates`in dediği gibi, Hayvanları yeme arzumuzu sürdürdükçe, mutluluğu elde etmek, adil bir toplum yaratmak için gereken şartları sağlamak mümkün olmayacak. Özgün Çeviri: İ. KAYA
Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/vegan-diyet-dunya-nufus-artisini-beslemeye-cozum-olabilir/
36
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
Doktor Karıncalar Würzburg Üniversitesi`nden (Almanya) Erik Frank ve meslektaşları, Fildişi Sahili`ndeki milli parkta Megaponera Analis denilen bir karınca türünün davranışlarını gözlemlediler. Bu karıncaların özelliği kolonilerinde 900 ile 2300 karıncadan oluşması ve sık sık Termitlerin saldırısına uğramaları. İşte ne oluyorsa bu savaş esnasında oluyor. Savaşan karıncalar, termit karınca atakları sırasında cereyan eden ciddi yaralanmalara maruz kalıyor. Saldırıyı geri püskürtmek için termiklerin üzerine giden karıncalar bazen bir bazen de birden fazla bacağını kaybediyor. Hemen yaraları temizlense ve tedavi edilse, normalde yaşama şansı sadece %20 olacak bu karıncaları, arkadaşları hemen yuvaya taşıyıp, tedavi ederek, yaşam şansını %90`a çıkartıyor. Yaralanan karınca “imdat, yardım” demek adına bir kimyasal salgılıyor. Kimyasal çığlık da adı verilen bu feromon salgısını takip eden cankurtaran karıncalar yaralıyı buluyor. Yaralının hala kurtarılabilir olduğunun bir göstergesi de hareket halinde olması olduğu için, yaralı karınca bacaklarının üzerinde devamlı hareket halinde kalmaya özen gösteriliyor. Çünkü iki bacağından daha çok bacağını kaybeden karıncalar, yuvaya taşınmayıp, ölüme terk ediliyor. İyileşme şansları olmadığı için. Yuvaya taşınan yaralı karıncanın yaraları önce iyice temizleniyor ve tedavi başlıyor. Bu tedavi olmadan çoğu karınca bacak kaybından kurtulamaz ve yaranın enfeksiyon kapmasından dolayı ölür. Koloninin büyüklüğüne göre, cankurtaran karıncaların müdahalesi ve daha çok yaralıyı kurtarma oranı da değişiyor. Alman biyologların bu araştırması “ Kraliyet Topluluğu B Bildirileri” dergisinde yayınlandı. Erik Frank, “Karıncaların açık yaralarla maruz kaldığı sağlık risklerini inceledik ve karıncaların bu riskleri azaltmak için mekanizmalar geliştirip geliştirmediğini öğrenmek istedik,” diyor Daha önceki araştırmalar, dört veya beş sağlam bacakla hafifçe yaralananların bir gün sonra tekrar mobil ve kullanıma hazır olduğunu göstermişti. Şimdi ise biyologlar araştırmalarında, yuvadaki yaralara hemen müdahale edildiğini ve iyice temizlendiğini gözlemlemişler. Hasta bakıcı karıncalar, muhtemelen yaraları antimikrobiyal maddeler içeren bir salgı salgılayarak, yaşamı tehdit eden enfeksiyonları önlüyor. Doktor karıncalar yarayı nasıl tanıdıkları ve tedaviyi ne zaman durdurabileceklerini nasıl bildikleri ise henüz bilmiyoruz. Çeviren: İ. KAYA 37
/ Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/doktor-karincalar/
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
Koku Hakkında Ne Biliyoruz? Fil memeliler arasında en uzun buruna ve koku alma reseptörlerine sahiptir. Bununla birlikte, bugüne kadar canlılar alemindeki en iyi koku alıcısı olup olmadığı şimdiye kadar araştırılmamıştı. İyi bir buruna sahip olmak hayvanlar için çok önemlidir. Koklama duyusu, hayvanların kendilerini yönlendirmelerinde, tehlikeleri erken fark etmelerinde, yiyecek bulmalarında ve doğru partneri seçmelerinde en büyük yardımcılarıdır. Çoğu hayvan insanlardan çok daha iyi koku alabiliyor. Sadece memelilerin mükemmel bir koku alma organı olduğu miti ise çoktan çöpe atıldı bile. Sürüngenlerin, kuşların ve hatta balıkların da inanılmaz hassasiyette kokuları algılayabildikleri artık biliniyor. Hayvanlar alemindeki en uzun burun kesinlikle fillerdedir. Bilim insanlarının yaptığı son çalışmalarda, fillerin koku alma reseptörleri için gerekli olan fonksiyonel genlerin çoğuna sahip olduğu görüldü. Örneğin, fillerde yaklaşık 2000 civarında iken, fareler, sıçanlar ve köpekler sadece yarısı kadar koku alma reseptörlerine sahip. İnsanlarda durum ise daha vahim. Sadece yaklaşık 350 koku alma reseptörümüz var. Bu arada, memeliler arasındaki koku alma reseptörüne ihtiyaç duymayan canlılarda vardır. Buna en güzel örnek yunuslardır. Koku duyusu yerine yunusların mükemmel ultrasonik sensörleri bulunur. 38
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
Farklı koku alma reseptörlerinin sayısı, canlıların burunlarıyla kaç farklı kokuyu tanıyabileceği hakkında bilgi verir. Ancak canlıda bu sayının çokluğu burnun hassasiyetinin artışı mı demektir? Bu konu hakkında henüz yeterince bir çalışma yok. Yinede bilinen bir gerçek, her bir koku alma reseptörünün hassasiyeti ve belirli kokular için uygunluğu (kokuya özgül reseptör oluşu), koku alma hücrelerinin sayısı kadar eşit derecede önemlidir. İşte tamda burada koku alma reseptör sayısı şampiyonumuz sürpriz bir canlı. Birincilik, bir milyar koku alma hücresi ile, Avrupa yılan balığına aittir. Avrupa yılan balığındaki reseptörlerin ne kadar çok olduğunu daha iyi anlayabilmek için gelin, hayvanlarda koku alma reseptörleri oranlarına bakalım Örneğin, Alman çoban köpeğinde 200 milyon, insanda ise sadece 20 milyon koku alma hücresi bulunur. Bilim adamları, yılan balığı burnunun hassasiyetini konusunda araştırma yaptılar. Konstanz Gölü’ndeki su miktarının üç katındaki bir göle bir damla parfüm damlatığınızda bile bunu Avrupa yılan balığının hemen algıladığını hesap ettiler. Bu olağanüstü koklama duyusu, yılan balığının avını karanlık suda avlamasına yardımcı olduğu gibi, çiftleşme ve yumurtlama için atalarının kullandığı sulara dönüşü için yolunu bulmasına yardımcı olur. Bu göç sırasında binlerce kilometre yüzmelerine rağmen hedefledikleri yeri hiçbir zaman şaşırmazlar. Avrupa yılan balığı, kokunun sadece havada değil su altında da çalıştığını, bizlere etkileyici bir şekilde kanıtlar. Bu durum aynı zamanda evrim sürecinde kokunun karada değil, aksine: İlkel denizlerin karanlığında, dünyadaki tüm yaşamın başladığı yerde geliştiğini gösterir. Bütün omurgalıların hayatta kalan son atalarından biri balçık yılan balığıdır. 300 milyon yıldır 2000 metreye kadar derinlikte neredeyse tamamen karanlıkta yaşıyor. Bu yılan balığı tüm balıklarda ve hatta insanlarda bulunabilen koku alma reseptörleri ile aynı olan tam on gene sahiptir. Ayrıca zebra balığı gibi en gelişmiş balıkların da 100’den fazla farklı kokuyu alma reseptörü olduğu biliniyor. Evrim sürecinde sudan karaya çıkışta hayvanların hayatta kalabilmesi için kokuyu almalarındaki hassasiyetlerini koruma ve geliştirmeleri çok daha önem kazandı. Dolayısıyla kokular yaşamları için giderek daha önemli hale geldi. Çünkü kokular, rüzgar tarafından kulağa ulaştırabileceğinden çok daha fazla anlam ve bilgiyi buruna taşırlar. Bu bilgiler hayvanları, düşmanlarını algılama ve tehlikelere karşı uyarabilir, yiyecek kaynaklarını ve suyu gösterebilir ve üremede eş seçimi hakkında bilgi verebilir. Dolayısıyla hayvanların bu önemli gereksinimlerini karşılamak için, kokuyu alma reseptörlerinin sayısı zamanla sürekli arttı. Sadece kartal örneğinde olduğu gibi daha iyi gözlere, primatlar ve insanlar örneğinde olduğu gibi daha karışık ve iyi beyine sahip olanlarda kokuyu alma duyusu daha az önemli hale geldi. 39
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
Sonuç olarak, kokuyu alma reseptörlerinin sayısı sıçanlarda ve farelerde, köpeklerde ve kedilerde 1.000’den fazladır. Bu sayı iyi bir beyin gelişimi yakalayan maymunlarda yaklaşık 550’ye ve insanlarda yaklaşık 350’ye kadar düşüyor. Sayılar açısından, köpeğin kokuyu algılayan hücre miktarı insanlardan çok fazladır. Ancak, sadece bu rakamlara bakarak koku performansını pek tahmin edemeyiz. Burada devreye kokuyu algılayan hayvanın o kokuda ihtiyacını, tehlikeyi veya çiftleşmeyi algılıyor ve ihtiyaçlarına cevap veren kokusu olması, kısacası o kokunun hayatında yeri olması çok önemli. Örneğin, muz maymunlarda ve insanlarda kokusuyla heyecan uyandırırken, köpek bu kokuya karşı ilgisizdir. Hatta köpeklerde, bir muzun insanlardan daha kötü koktuğu algısı vardır. Koku tanımlama testlerinde, insanlar ve maymunlar genellikle eşit derecede performans gösteriyor. Koku moleküllerindeki başarı algılaması, koklayanın günlük yaşamında o kokunun ne kadar önemli olduğu ile ilgilidir. Pratik yapmak koklama duyusunu mükemmelleştirir. Köpeklerin büyük bir burnu olmamasına rağmen geniş burunlu bir insandan çok daha fazla ve sık koku hücresi içerir. Koklama esnasında koku algısı dakikada 300 kata kadar artabilir ve böylece en küçük miktardaki kokuyu bile analiz için burnunu bir laboratuvar gibi kullanabilir. Aynı zamanda, içine çektiği hava, içerdiği koku molekülleri ile birlikte, hayvanın burnunda bir tür “koku alma nişinde” toplanır. Bunun için koku molekülleri kokuyu alma hücreleri ile uzun süre temas halinde kalabilir. İnsanlarda ise durum farklıdır, her nefes verişinde burnunu tamamen boşaltır. Bununla birlikte, kokulara bilinçli yaklaşma ve devamlı koklama alıştırması yapma, süper buruna sahip olma yolunda çok önemli bir katkı sağlar. Birçok hayvan doğumdan sonra kördür ve ilk nefesten gelen kokuların tespitine bağlı hareket eder. Annenin göğsünü bulması, diğer türleri tanıması veya kendisini doğru bölgeye yönlendirip hareket etmesi koklama duyusuna bağlıdır. İnsanlar ise genellikle sadece bilinçaltında kokuları algılar ve onlara günlük hayatında fazla dikkat etmezken, bu köpeklerde, kedilerde veya farelerde tamamen farklıdırlar. Erken yaşlardan itibaren dünyayı burunlarıyla “görür”, pratik yapar. Kısacası burunlarını eğitirler ve koklama konusundaki tecrübeleri ileride hayattaki başarılarını belirler. Parfümlerin kokusunu veya şarap kokusunu algılama mesleğinde çalışan insanlar örneğinde olduğu gibi, saatlerce kokular ile uğraşmak ve günlük uygulamalarla yoğun ve bilinçli koklamanın, biz insanoğlunu da süper burun haline getirebileceğini göstermektedir. Bununla birlikte, insanın köpek kadar mükemmel bir buruna sahip olup olamayacağı ise tartışmalıdır. Özgün Çeviri: İ.Kaya Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/koku-hakkinda-ne-biliyoruz/ 40
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
Vahşi Hayvanların Şehir Hayatına Uyum İçin Turbo Evrim Dünyada her iki kişiden biri şehirde yaşıyor. Metropoller sadece insanlar için değil, hayvanlar içinde çok cazip. Ancak sadece adapte olanlar, gökdelenlerin arasında ilerlemeye devam edebiliyorlar. Güvercinleri, tilkileri, kertenkeleleri, kelebekleri, fareleri, tahtakuruları vs. kentlerdeki yaşam vahşi hayvanların gelişimini nasıl etkiliyor? Kanada ve ABD’den araştırmacılar, konuyla ilgili 192 ayrı çalışmayı inceledi ve “Bilim” dergisinde büyüleyici örnekler sundu. Buna ek olarak,: kentlerde evrimin tam olarak nasıl gerçekleştirdiğini bilmek istiyorlardı. Bu konuda örneklerde, kanıtlarıyla birlikte yazıda yer alıyor. Zaten ilk yerleşime geçen insan toplulukların çiftçilikle uğraşmasından dolayı, yaklaşık 12.000 yıl önce fareler ve sıçanları yerleşim yerlerine çektikleri biliniyor. Bugün, tüm insanların yüzde 55’i şehirlerde yaşıyor ve sayı yükseliyor. İnsanları takip eden hayvanlar, vahşi doğada kendi türlerinden farklı olarak yaşıyor: Kapalı zeminler, izole yeşil alanlar, daha yüksek sıcaklık, daha fazla hava, ışık ve gürültü kirliliği var. Birçok türün alışık olmadıkları bu şartlara adapte olması ve vahşi doğada yaşayan kendi türlerinden farklı evrimleşmiş olmaları kaçınılmaz bir sondu. Doğada başarı sözcüğü “Evrilmeyen, devrilir.” prensibi ile kentlerde yaşamaya devam etmek için ortam koşullarına uyum sağlamaları çok önemliydi. Kasaba gibi küçük ölçekli yerleşim yerlerinde türlerin çeşitliliğinin azaldığını ve istilacı türlerde ise tür çeşitliliğin arttığını Toronto Airport Üniversitesi araştırmacıları dile getiriyorlar. Kentlerde gerçekleşen hızlı evrimin çok farklı sebepleri 41
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji olabilir. Buralardaki vahşi hayvanların evrimi, kendilerini izole etmiş, küçük gruplarda bile kendi aralarında gen değişikliği ile gerçekleşiyor olması dikkat çekiyor. Her kentte koşullara göre, farklı gruplar ayni türden olsalar dahi, farklı gen değişiklikleri ile, genetik materyallerinde kendilerine özel avantaj sağlayan mutasyonlara sahipler. İşte bu konuda ilginç örneklerin bazıları : 19. Yüzyılın başlarında sanayileşmenin yoğun olduğu dönemlerde, kentsel kirlilikten dolayı ağaç kabuklarında koyulaşma olmuştu. Şehirlerde yaşayan kelebekler ve güveler ise bir mutasyon geçirerek, kanatlarını kondukları ağaçlarda, kendilerini yiyecek olan düşmanlarına açıkça görünmemek için kanatlarını da koyu renge dönüştürdü. Böylece kirli ağaçlarda kamuflajlarını daha iyi gerçekleştirdiler. Araştırmacılara göre kentsel kirlilik, mutasyon oranını daha çok artırıyor. Bununla ilgili ellerinde kanıtlarda mevcut. Porto Riko şehrinde, Anolis cristatellus kertenkeleleri, şehir yaşamına uyum için yapay yüzeylere daha iyi tutunabilecekleri, daha uzun bacaklar ve parmak lamları geliştirdiler. Bu değişim kendi türlerinin öteki bölgelerde yaşayan üyelerinde görülmüyor. Amerika kasabaları ve şehirlerinde, insanların kendilerine sunduğu büyük ayçiçek çekirdeklerini daha iyi yiyebilmek için gagalı hayvanlar, gaga formlarını geliştirdiler. Yiyecek formu ve büyüklüğüne uygun mükemmel gagalara sahip olan mutasyon ile uyumu başardılar. Araştırmacılar, “Vahşi hayvanların genetik ayarlamalarının, tipik olarak böcek ilacı kullanımı, kirlilik, yerel iklim veya kentin fiziksel yapısındaki değişikliğe tepki olarak geliştiğini ” söylüyor. Geniş caddeleri ve devasa binaları ile kentsel yaşam, birçok hayvan hayatını ve mutasyonlarını, türlerinin öteki bireylerinden, ayırıyor. Böylece, New York’taki beyaz ayaklı farede olduğu gibi, fare gruplarının bireysel popülasyonlarını, bir basamak öteye taşıyor. Şehirdeki vahşi hayvan evrimleri konusunda daha çok araştırma, gelecekte de kent yaşamında, daha iyi sürdürülebilir hayat ve parklar konusunda yardımcı olabilir. Özgün Çeviri: İ. Kaya Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/vahsi-hayvanlarin-sehir-hayatina-uyum-icin-turbo-evrim/
42
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
Mutant Bakteriyel Enzimler Plastik Atıkları Birkaç Saat İçinde Parçalayabilir The Guardian’a göre, endüstriyel geliştirme şirketi Carbios için çalışan araştırmacılar, plastik şişeleri geri dönüşüm için sadece birkaç saat içinde parçalayabilen mutant bir bakteri enzimi ürettiler. Geliştirilen enzim, PET plastik şişeleri kendi kimyasal kompozitlerine ayırabiliyor ve daha sonra yeni şişeler yapmak için tekrar kullanılmasını olası kılıyor.
“Termomekanik” bir işlemden geçen geleneksel geri dönüştürülmüş plastik, yeterince yüksek kalitede değildir ve çoğunlukla giyim ve halı gibi diğer ürünler için kullanılır.Bu nedenle yeni geliştirilen bu enzim plastik materyallerin geri dönüşümü konsunda bir dönüm noktası olma potansiyeli taşıyor. 43
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Biyoloji
Carbios, teknolojinin geliştirilmesine yardımcı olmak için Pepsi ve L’Oreal gibi büyük endüstri liderleriyle ortaklık kurmuş durumda. Keşfi açıklayan bilimsel bir makale ise Nature dergisinde yayınlandı. Yeni enzim ilk olarak 2012 yılında geri dönüştürülmüş yaprak yığınında görülmüştü. “PET hidrolaz” adı verilen enzim sadece 10 saat içinde PET polimerlerinin yüzde 90’ını parçalayabiliyor. Carbios baş bilim şefi Alain Marty “aslında bu enzim bulunalı uzun zaman oldu ve tamamen unutulmuştu, ama en iyisi olduğu yeni farkettik” ifadelerini kullandı.Ayrıca Alain Marty, araştırmacılar 2021’de malzemenin “endüstriyel ve ticari potansiyelini” test etmeyi umuyorlar.’’Hedefimiz büyük endüstriyel ölçekte 2024, 2025 yılına kadar faaliyette olmaktır’’ temennisinde bulundu. Özgün Çeviri: Şinasi AYGÜN Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/mutant-bakteriyel-enzimler-plastik/
44
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Kimya
Deodorantların Doğuşu ve Terin Nasıl Bir Kusur Haline Geldiğinin Tarihsel Hikayesi Endüstri çağına kadar terlemek insanoğlunda bir kusur görünmüyordu. Kelime anlamı koku giderici olan Deodorant üreticilerinin bunu topluma kabul ettirmek için önce terin bir kusur olduğu vurgulanmalıdır. Bunun için reklamlarda önce erkeklere ve özellikle kısmen şüpheli yöntemlerle de daha sonra kadınlara yüklenmiştir.. Zaten insanlığın başlangıcından bu yana, kendisini düzenli aralıklarla yıkaması gerekiyor. Sadece sağlık uğruna değil, aynı zamanda birlikte yaşamak da bunu gerektiriyor. İşte bu nedenle deodorant ve sabun firmaları kendi yararlarına olacak şekilde, hijyen algısını önemli ölçüde geliştirildi. Günümüzde, deodorantlar kapsamlı kişisel bakım için olmazsa olmazlardandır. Fakat bu algının normalleşmesi tarihi, aynı zamanda uzun bir yolunda hikayesidir. Bronz Çağı’nda insanlar kendilerini çoğunlukla ot ve su ile temizlerken, Romalılar, temizliğini zeytinyağından sert sabunlar ile yaptılar. Ancak bu sert sabunlar, uzun süre lüks bir ürün olarak üst sınıfın ayrıcalığı olarak piyasadaydı. Halkın karşılayabileceği ilk sabun ürünleri ancak sanayi devriminin ardından ortaya çıktı. Ancak burada dikkat edilmesi gereken şey ise : Halka sunulan sabunların birçoğunun genellikle kurşun ve arsenik içeriyor olmasaydı. Bu da kullanan halk için, genellikle sağlıksız görünen soluk bir ten rengine sahip olmak demekti.
İlk seri sabun üretimi Bugünde var olan en eski sabun markasının üretimi 1898’de başladı. ABD’de piyasaya çıkan bu sabun hala satışta ve ismi “Palmolive” dir.. Adından da anlaşılacağı gibi, palmiye ve zeytinyağından oluşuyor. 45
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Kimya
Asıl rekabet, 1900’lerde çeşitli sabun üreticileri arasında başlıyor.. Herkes ürünlerini sadece erkeklere veya sadece kadınlara değil, herkese satmak istedikleri halde; rekabette öne çıkma fırsatları hiçte bekledikleri gibi değildi. En iyi reklamı veren.Palmolive “Kahramanlar için sabun” başlıklı afişleri ile reklama ağırlık vermesi 1918 yılında başlıyor. Kahramanlar için sabun, Yunanlıların ve Romalıların kahramanları bile kendilerini palmiye ve zeytinyağı ile yıkadılar. Modern insan hiçbir şekilde bundan daha aşağı olmamalıdır, sloganı afişlerde vurgulanıyor iken bile, talep istenilen ölçünün çok aşağısında kalıyordu. Biri çıkıp, sadece kirle değil, aynı zamanda bakterilerle de savaşma fikrini ortaya çıkarana kadar bu böyle devam etti. Bakterilerle de savaşma fikri ise Deodorantın doğuşuna sebep oldu..
Deodorant dünyayı nasıl fethetti? “Ter kokusu aşkı bitirir.”….
46
Bu söz, 1958`de tarihin ilk deodorant reklamının sloganıdır.Bu deodorantın terdeki bakterilerden kaynaklanan kötü kokulara karşı yardımcı olduğu vurgulandı. Bakterilerle savaşmayan ama ter önleyici bir şeyler içeren bir üründü. Terlemeyi önlüyordu. Afişteki bu sloganla sadece kadınlara yönelik krem şeklinde sürülen “Anne” isimli deodorantın yukarıdaki görselde gördüğünüz gibi kadınların, erkekler tarafından ter kokularından dolayı tercih edilmeyeceklerini düşünmelerini sağlayıp, ,kaygı ve tedirginlik yaratmak ve böylelikle satış patlaması sağlamak için tasarlanmıştı. İstedikleri satış patlaması gerçekleşmedi, insanlar deodorantlara çok az ilgi gösterdi. Kimse çok terlediğini kabul etmiyor ya da çok terleyenler eski usül olan koltuk altları-
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Kimya
na bez parçası yapıştırıp, teri önleme yolunu seçiyordu. Bu tedbirler tamamen yeterli görülüyordu. Deodorant üreticileri ve reklam ajansları buna karşı bir taktik geliştirme için kafa yorarken, çözüm, Amerikalı lise öğrencisi Edna Murphey’nin bir basit buluşuyla geldi. Babası bir cerrahtı. Babasının ameliyat sırasında elinin terlemesini önlemek, ameliyat aletlerini daha iyi kavrayabilmesini sağlamak için bir sıvı geliştirdi. Kapı kapı dolaşıp ürününü pazarlamaya çalışsa da başarılı olamadı. 1912’de Atlantic City’de düzenlenen bir ürün fuarına katıldı ve nihayet ilk alıcılarıni buldu. Bu alıcılar deodorant üreticileri idi. Murphey`nin ürettiği sıvı bakterileri öldürmesinin yanı sıra sağlığa da zararlı bir sıvıydı. Deodorant üreticileri bu zararı gidermek için laboratuvar çalışması yapmak yerine paralarını, pazarlamayı güçlendirmeye harcadı. Belkide ürünün bazı olumsuz özellikleri göz önüne alındığında, bu oldukça gerekliydi, ancak halkı, ürüne talep konusunda ikna etmek zordu. Reklamlarda “Odorono”, deodorant olarak adlandırdıkları bu deodorant, ter üretimini üç güne kadar durdurabilir denildi. Ancak ana bileşeninin – alüminyum klorürün – asitle bağlanmış olduğu reklamlarda hiç vurgulanmadı. Kullanıcıların giysileri soldu ve cildi tahriş oldu. Daha da kötüsü, “Odorono” kırmızı renkteydi. Deodorant kıyafet üzerinde leke bıraktı. Satışlar düştü. İnsanların, terin sorun olup olmadığı konusundaki bu son kararsızlık döneminde Murphey çok önemli bir karar vererek, reklam ajansı J. Walter Thompson Company’yi kiraladı ve eski Dini Kitap satıcısı James Young’la anlaştı.İlk reklam kampanyasında insan aklına hitap etti. Bir doktoru ayarladı ve reklam filminde oynattı. Doktor “Odorono” geliştirildiğinden, ter bezlerinin deodorant tarafından bloke edilmesi tıbbi olarak zararsızdır, diye demeçler verdi. Doktorun bu konuşmasından sonra satış rakamları çok arttı ve dünya çapında »Odorono« satıldı. Ama başarı uzun sürmedi. Takip eden yıllarda satışlar yine düştü. Young nedenini bilmiyordu ve şok edici bir gerçeği ortaya çıkaran birkaç pazar araştırması yaptı: Katılımcıların üçte ikisinden fazlası »Odorono« gibi bir ürüne ihtiyaç duymadıklarını düşündüğünü söylüyordu. Bu, Young’a yeni reklam kampanyaları için yeterli malzemeyi sağladı.Reklamlarda korku ve endişe daha çok yansıtılmalıydı. Artık ter lekelerinin ve ter kokusunun bir sosyal sorun ve utanç verici bir durum olduğunu vurguladı. Bu nedenle, hoş olmayan bir koku almamak ve terlememek için insanın mümkün olan her şeyi yapması gerektiği söylenerek, terleme bir kusur haline getirildi. Normalde insan teri kokmaz. Nemli ortamda bakteriler ile birleşince koku yapar ve bu da sadece yıkanma ve klasik bir sabun kullanımı ile önlenirken, böylelikle deodorantlar, temizliğin vazgeçilmezi olduğu algısı oluşturulmaya çalışıldı. Başarılı olan bu kampanya sayesinde toplumda, artık ter yavaş yavaş bir sorun haline gelmeye başladı. Reklamlar daha bir saldırgan olmaya başlamıştı. Özellikle reklamlarda oynatılan kadınlar ter kokusunun bir sorun olduğunu öne sürüyor, kimsenin hakkınızda 47
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Kimya
açıkça konuşmadığı halde rencide edici sözlerin arkanızdan fısıldandığını dile getiriyorlardı. Bu yaratılan algı, böylelikle çoğu insanın asla böyle düşünmeyeceği bir şeyi, kusurlu hale getirdi. Bu saldırılar hemen karşılık bulup, deodorant firmalarına çok para kazandırmadı. Bilakis, reklamların göründüğü “Bayanlar Ana Sayfa Dergisi” okurları aboneliklerini iptal ettiler. Hatta James Young ayrıca kaleme aldığı anılarında, reklam ajansı çalışanlarının, onu kampanyasıyla tüm Amerikalı kadınlara hakaret etmekle suçladığını yazdı. Zamanla bu algı operasyonu çok başarılı oldu. Bir duş ve bir sabunla tertemiz olabilen insan, deodorant ve parfüm sektörüne yılda 73 milyar dolar gibi müthiş bir miktar ödeme ile kapitalizme maalesef burada da yenildi. Anlatım, tarihçi Richard Hemmer ve Daniel Meßner`a aittir.
Düzenleyen ve Çeviren: İ.Kaya Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/deodorantlarin-dogusu-ve-terin-nasil-bir-kusur-haline-geldiginin-tarihsel-hikayesi/
48
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Astronomi
Marsa Gitmek Neden Bu Kadar Önemli?
Marsa Gitmek Neden bu kadar Önemli? Bu soru yeni keşifler üstündeyken sıkça sorulan bir sorudur. NASA, Ay’a gidiş için hazırlık yaparken beli bir kısım bu durumu eleştiriyordu. Bazı bilim insanları!’da olayı ‘‘Ay’a gitmek bir avuç kum getirmekten başka neye yarar.’’ diye özetliyordu. Oysa bilimin en önemli konularından biridir evrenimizi keşfetmek ve bunu en iyi deneylerle desteklemek. Sovyet Kozmonotu olan Yuri Alekseyeviç Gagarin’in uzaya çıkmasının ardından soğuk savaşın rekabetçi anlayışının getirisiyle ABD olayı bir adım daha yukarı taşıyacaktır.
Ay’a Yolculuk NASA Uzay Yarışının bir parçası olarak 1969- 1974 arası Apollo Projesi gerçekleştirmiştir. Apollo ismi, Yunan tanrısı olan Apollon’dan gelmektedir. Roma mitolojisine ise Apollo olarak geçmiştir. Apollo mitolojide müziğin, sanatların, güneşin, ateşin ve şiirin tanrısıdır. Ayrıca kehanet yapan, bilici tanrıdır. Aynı zamanda kâhinlik yeteneğini diğer insanlara da transfer edebilir. Mitolojideki en önemli tanrılardan biri olan Apollon, Anadolu kökenlidir. Ama ne yazık ki bu keşif Anadolu’dan çok ama çok uzak başka bir kıtadan gelecektir.
49
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Astronomi
Apollo 11 Ay’a yolculuk çok sancılı başlamıştı 27 Ocak 1967’de Apollo 1’in fırlatılış provası sırasında 3 astronotun (Virgil Grissom, Edward Higgins White ve Roger Chaffe) ölümüne sebep olan bir kaza gerçekleşti. Daha sonra Apollo 7-8-9-10 uzay yolculukları yapıldıktan sonra sıra ona gelmiştir. O artık insanın yuvadan başka bir yere ayak basacağı anın efsanesi olacaktır. Apollo 11; Neil Armstrong, Micheal Collins ve Edwin Eugene “Buzz” Aldrin Jr. ile 20 Temmuz 1969 günü saat 20:18’de (Eşgüdümlü Evrensel Zaman (UTC)) Ay’a inişini gerçekleştirdi. İnişten 6 saat sonra, 21 Temmuz günü 01.56’da da Neil Armstrong Ay’a ayak basan ilk insan olmuştur. Ve: ‘‘That’s one small step for [a] man, one giant leap for mankind.’’ ‘‘(Bir) insan için küçük, insanlık için dev bir adım.’’ Sözünü söylemiştir ki bu söz bu olayın önemini çok açık anlatmaktadır. Sunay Akın’ın da bir şiiri ile bu tarihi olayın önemini pekiştirmek istiyorum. AY ÇÖREĞİ Hayallerin yolunu gösterir gerçeğin pusulası Uzay aracından Armstrong’un. Ay’la indiği merdivenin basamağında durur, Kül Kedisi’nin düşen ayakkabısı. Bilmeden dünyayı uzaydan ilk kez Gagarin adlı bir sosyalistin seyrettiğini, yaptığı çöreği Ay’ a benzetmeye çalışıyor bir fırın işçisi. Karnındaki kabloyla gemiye bağlı astronot uzay boşluğunda doğacak bir bebek gibidir, tarih boyunca yakılan onca kitabın sancısıyla… 50
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Astronomi
Ay’a gittik de ne mi oldu. Evet, bir avuç kum getirdik ama sürtünmesiz ortamda iki farklı ağırlıkta iki cismi serbest bırakarak aynı anda düştüğünü gördük. ‘‘Dünyanın Doğuşu’’ atlı fotoğraf çekildiğinde bu soluk mavi gezegen, yani evimiz karşımızdaydı. Ve haritalarda ki gibi ülke ülke bölünmüş de değildi. Bir bütündü. Tarihin bir cilvesi de 68 kuşağı dünyayı sarsan yıl olarak özgürlük anlayışının parladığı yıldır. Ve belki de en önemlisi artık yuvamızdan başka yere gidebileceğimizin ispatı olmuş olmasıdır. Belki İnsanlık tarihi için uzak ama Dünya tarihi için çok yakın bir tarihte bundan 65 milyon yıl önce dünyadaki ekosistemin başına gelenleri biliyoruz. Dünya’ya düşen bir gök taşının nasıl bir felakete yol açtığını ve o zamanın dünyanın efendisi olan dinozorları nasıl tarihten sildiğini de. Biliyoruz ki bir gün hayat kaynağımız olan güneş hidrojeni helyuma çeviren nükleer füzyonu tükenecek ve önce kırmızı dev sonra da beyaz cüce olacaktır. Bunun içinde 1 milyar 750 milyon yıl ile 3 milyar 250 milyon arası bir zamanımız olduğu öne sürülüyor. Olası dünyanın sonu senaryoları hep dışarıdan da değil. Bizde gün geçtikçe dünyayı daha yaşanmaz hale getiriyoruz. Küresel ısınma gittikçe artıyor, buzullar eriyor, atmosfer deliniyor dünya nüfusumuz kontrolsüz artıyor vs… Kısacası evimizi tüketiyoruz… En kısa zamanda yeni bir yaşanabilir bir yer bulmalıyız ya da yaşanabilecek bir yer kurmalıyız. Burada da en yakın yer olan güneş sisteminin dördüncü gezegeni Mars gezegeni bize gülümsüyor. Marsa gitmek için daha ne bekliyoruz.
Marsa Gitmek İnce bir atmosferiyle Dünya’da ki gibi vadi, çöl, volkan ve kutup bölgeleri ile yerbenzeri bir gezegen. Ayrıca dönem periyodu ve mevsim dönemleri de Dünya’da kine çok benzer. İki adet de uydusu var. Ve Ruslar bu şirin gezegene yolculuğumuzu 2016 – 2020 yılları arasında düzenleneceğini iddia ediyor. Daha önce de insansız araçlar gönderdik. Ve bunun en meşhuru da Mars Keşif Programı’nın Phoenix robotik uzay gemisidir.
Marsa Gitmek ne kadar sürdü? Daha önce Mars’a gönderilmiş keşif araçları ve süreleri: - Viking 1(1976) => 335 gün - Viking 2(1976) => 360 gün - Mars Reconnaissance Orbiter (2006) => 210 gün 51
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Astronomi Phoenix Lander (2008)=> 295 gün Curiosity Lander (2012)=> 253 gün
Peki, neden bu kadar uzun sürüyor? Mars’ın Dünya’ya 55 milyon km uzakta olması bile yeterli fakat olay bu kadarla da yetinmiyor. Bizim bir mekiğimiz saate 20.000 km hızla yol alsa 115 günde varması gerekiyor fakat yolculuk çok daha uzun sürüyor. Bunun sebebi Dünya’nın da, Mars’ın da Güneşin etrafında dönmesi. Biz direk nişan alıp oraya gittiğimizde Mars çoktan orayı terk etmiş oluyor. Bu sebeple günleri ve Mars’ın yörüngesini hesaplayıp Mars’ın geldiği yere uzay aracımızın nişanlanması gerekiyor. Ve bu yüzden yolculuk biraz daha sıkıcı ve uzun oluyor. Ama her şeye değer bir yolculuk olacağı kesin. Daha yolculuktan önce Mars’a ayak basan ilk insanlar olabilmek için 80 bini aşan bir başvuru var. Ve bu kızıl gezegen belki bir gün evimiz olacak. Belki de hiçbir zaman olmayacak ama bir şey kesin evreni daha iyi anlayacağız ve çözmeye bir adım daha yaklaşmış olacağız. Bu yüzdendir ki 1 milyar Euro para harcanmış 10 yıllık bir proje olan Rosetta Projesi 7 milyar km yolculuktan sonra 67P/Churyumov-Gerasimenko adlı kuyrukluyıldızı üstüne indirilmiştir. Ve çok geçmeden bize müthiş haberler göndermeye başladı. Veriler üstünde yapılan araştırmalar sonrası kuyruklu yıldızın yüzeyindeki ince toz tabakada basit organikler olduğu belirtiliyor. Bu moleküllerin metan gibi basit organikler olabileceği belirtiliyor. Organik bileşikler karbon içeriyor ve karbon içeren “organiklerin” Dünya’da yaşamın temelini oluşturduğu biliniyor. Ve buda uzayda da yaşamın başlamış olabileceği fikrini güçlendiriyor. Ne dersiniz belki bir gün yeni evimizi ziyarete bile gelebilirler? Yazan: Selim ÖZTEMEL Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/marsa-gitmek-neden-bu-kadar-onemli/
52
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Astronomi
2017 Yılının En Önemli Keşfi Elbette “Yerçekimi Dalgalarının” Keşfinden bahsediyoruz. Einstein bundan 100 yıl önce bu kuramının ispatlanacağına dair hiç umudu yoktu. Ta ki Ağustos 2017`de Avrupa Gözlemevi ESO çarpışan iki nötron yıldızına teleskoplarını çevirip, inceleyene kadar. Öyle bir enerji açığa çıktı ki, tıpkı Einstein`ın öngördüğü gibi, tüm evren yerçekimi dalgalarıyla kaplı. Uzayda eğer bir bölgede tıpkı nötron yıldızlarının çarpışması ya da iki karadeliğin birleşmesi gibi büyük olaylarda yerçekimi, açığa çıkan muazzam enerjiden dolayı, ışık hızıyla yerçekimi enerji dalgaları yayılıyor. Bu dalgaların önemi ise denize konulan ve batmayan bir parçanın bozulmadan ilerlemesi gibi, dalgalar üzerinde bulunan mesajda bozulmadan ilerleyebiliyor. Hatta, Einstein, bu şiddetli patlamalar sonucu yayılan yerçekimi dalgalarının uzay dokusunu bazı yerleri gerdiğini ve bazı yerleri ise sıkıştırdığını dile getirmişti. Şimdi Einstein haklı çıktığına göre, o zaman evrenin ilk oluşum anında ki mesajlar, hiç bozulmadan evrende yerçekimi dalgaları ile dolaşıyor demektir. Büyük patlama anında neler yaşandığını ve evrenimizin şimdiye kadar ki hikayesini yerçekimi dalgalarına bakarak, bulabiliriz. İşte bu astronomide bir devrimdir. Nerede ne zaman ne oldu, hangi karadelik ne zaman oluştu ya da birleşti? Karanlık evren dediğimiz teleskoplarımızın daha göremediği yerlerde neler oluyor? Bu soruları görüş açımıza kadar gelen yerçekimi dalgalarına bakarak anlayacağız demektir. Yazan: İ. Kaya Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/2017-yilinin-en-onemli-kesfi/ 53
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Astronomi
Apollo 15 astronotları 1971 Temmuzunda Ay yüzeyinde bir deney yaptılar. Yaptıkları bu deneyde atmosfersiz ortamda serbest düşmeye bırakılan kuş tüyü ve çekicin aynı anda yere ulaştıklarını gözlemlediler. Zaten bu sonuca ulaşacaklarını Galileo’dan beri biliyorduk. Galileo havada kalma süresinin sürtünmesiz ortamda kütleye bağlı olmadığını bize matematiksel olarak ispatlamıştı. Günlük hayatta yani sürtünmeli ortamda algımıza ters gelen bu deneyin bir benzerini 2014’te Brian Cox’un sunduğu “İnsanlık Evreni” isimli belgesel için NASA’nın Cleveland’daki Uzay Güç Merkezinde tekrarlandı. Peki, bunun sebebi neydi? Neden farklı kütleli bu iki cisim aynı anda yere ulaşıyordu? İsaac Newton’ göre aynı anda düşmelerinin sebebi, maddeler üzerine anlık etkide bulunan ve aşağıya doğru çeken temas gerektirmeyen bir kuvvetten olmasıdır. Tıpkı mıknatısın çekmesi ya da itmesi gibi. Albert Einstein’a göre bu düşüşün sebebiyse; maddeler uzay-zaman dokusunu bozduğundan küçük kütleli maddelerin büyük kütleli maddelerin büktüğü yolu izlemesinden dolaydır. Bu olayı anlamak için şöyle basit bir deney tasarlayabiliriz. İyi bir şekilde gerdirilmiş bir çarşafın (buradaki çarşaf uzayı temsil etmektedir), merkezine büyük kütleli bir madde koyarsak, çarşaf biraz içeri çöker. Yani kütlemiz uzayı bükmüş olur. Ardından bu çarşafa bilyeler atarsak maddelerin hareket davranışlarını anlamış oluruz. 54
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Astronomi
Einstein’ın, Newton’un kütle çekimine karşı çıktığı ilk konuda Kütle Çekiminin anlık yani sonsuz hızda olamayacağıdır. Örneğin Güneş bir anda kaybolsa bile biz bu olayı ancak sekiz dakika sonra anlardık. Dünya bu sekiz dakika boyunca yörüngesinden sapmayıp, normal dolanım hareketinde devam ederdi. Yani çarşaf düzleşene kadar. Einstein’ın ikinci büyük fikriyse, dünya üzerinde gözlem yapan bizlerin maddeleri yere düşüyor gibi görme sebebin aslında bir illüzyondan ibaret olduğudur. Mesela dünya üzerinde duran Newton ile uzayda 1G ile ivmelenen Newton’un yaptıkları deneyde her olay ve sonuç aynı olacaktır. Bu yüzden yaptıkları deneylerle kendilerinin Dünya’da mı uzayda mı olduklarını belirleyemeyeceklerdir. O yüzden bu iki durum birbirine denktir. Bur durumda olay yorumu gözlemcinin hareketine göre değişim göstermektedir. Cox’un yaptığı deneyde eğer arka planı görmeseydiniz top ve tüyün yere düştüğünü söyleyemezdiniz. Bu yüzden de Einstein’a göre, kütle çekim kuvveti diye bir kuvvet yoktur. Yazan: Selim Öztemel Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/einsteinin-evreni/
55
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Matematik
Pi Sayısı Nedir? Ya içindesindir çemberin ya dışında demiş şair. Oysa çemberin dışına çıkmak imkansız, her şey onun içinde yer alır. Tarihte dönem dönem kendisine farklı tanımlamalar yapılsa da pi sayısı aslında çemberin çevresinin çapına bölümüdür.
Peki, bu sayıyı matematikteki onca orandan ayrı kılan ne? Adı, Yunanca çevre anlamına gelen (περίμετρον)“perimetier” kelimesinin ilk harfinden gelir. Sembolü olan “π” de Yunan alfabesinin 16. Harfidir. Kendini asla belirli bir sıra ile tekrarlamayan rakamların oluşturduğu“pi” yeterli uzunlukta yazıldığında, her rakam dizisini pi içinde bulabilirsiniz. Doğum gününüz, telefon numaranız, şifreleriniz rastgele yazacağınız herhangi bir numara bu sayının içinde bir yerdedir. Hatta her harfe bir numara vererek kodlarsanız; isminiz, ilk söylediğiniz kelime, en çok sevdiğiniz roman, aşık olduğunuz kişi, dostlarınız herkes her şey yani bütün hayat baştan sona bu sayının yani çemberin içindedir. Bu esrarengiz sayı Babilliler tarafından M.Ö. 2000 yıllarında π=3,125; Antik Mısırlılar tarafından π =256/ 81 yani yaklaşık 3,1605 olarak kabul edilmiş, Eski Yunanda ise √10 ya da 3,162 olarak kullanılmıştır. Arşimed (Archimedes) ise (M.Ö. 287- 212) 3+ 10/71 ile 3 + 1/7 arasında olacağını hesaplamıştır. M.S. 500 yılı civarında ise Pi sayısı 3, 1415929 olarak kullanılıyordu.Tarihin farklı dönemlerinde bilim insanları tarafından farklı değerlerle yorumlanan pi sayısının 1424 yılına gelindiğinde virgülden sonraki 16 basamağı doğru olarak biliniyordu. 56
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Matematik
1596 yılında Alman Ludolph van Ceulen, Pi’nin virgülden sonraki 20 basamağını hesapladı ve bu sayı Avrupa’ da Ludolph sabiti olarak kabul görüldü. Günümüzde ise en uzun pi hesaplama rekoru Fabrice Bellard tarafından hesaplanmış olup 2 trilyon 700 milyar rakamdan oluşuyor.
Pi Sayısı Sembolu “ π” sembolünün yaygın olarak kullanılmaya başlanması ise İsviçreli matematikçi Leonard Euler’in 1737 yılında yayınladığı eserinde, daire çevresinin çapına oranını bu sembolle ifade etmesiyle başladı. Daha önce de kullanılmış olsa da Leonard Euler’den sonra gelen tüm matematikçiler bu sembolü benimseyip kullanmıştır.
Pi Sayısını Ezberlemek mi? Günümüze yaklaştıkça “Pi” sadece matematikte sıkıcı bir sayı olarak kalmayıp her alanda karşımıza çıkmaya başlamış,rakamlarını ezberlemek pek çok kişinin ilgisini çekmiş hatta bu konuda bir yarış bile oluşturmuştur. Bu alan da Dünya rekoru ise pi’nin ilk 67 890 rakamını ezberlemiş olan Lu Chao adındaki bir Çinliye aittir. Guinness Dünya rekoru olarak kayda geçen bu olay 24 saat 4 dakika sürmüştür.
Pi Sayısı ve Sanat Kendini edebiyatta da gösteren “pi”sayısı İngilizcede “pilish” adı verilen bir teknikle şiir ve yazı yazmayı doğurmuştur. Bu tekniğe göre Şiirde arka arkaya gelen her kelimede ki harf sayısının pi sayısındaki sırada olması gerekir. Örnekte ki şiirin başlığındaki 5 kelimesinde harf sayısı 3,1415 olarak hemen görülür. İlk bölümleri aşağıda verilen bu şiirin geri kalan kelimelerinin de pi ile nasıl uyuştuğunu kendiniz de görebilirsiniz.
57
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Matematik
One A Poem A Raven Midnights so dreary, tired and weary, Silently pondering volumes extolling all bynow obsolete lore. During my rather long nap the weirdest tap! An ominous vibrating sound disturbing – my chamber’s antedoor. “This”, I whispered quietly, “I ignore”.
En uzun philish metini aynı yazar tarafından yazılmış olup 2010 yılında yayınlanan “Not a wake” kitabıdır ve pi’nin ilk 10 000 rakamına karşı düşmektedir.
Pi Günü Matematikte sıkça karşımıza çıkan onun dışında resimde, şiirde hemen her alanda örneğini gördüğümüz bu özel sayı için 14 Mart pi günü olarak kabul edilmiş, her 58
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Matematik
alanda örneğini gördüğümüz bu özel sayı için 14 Mart pi günü olarak kabul edilmiş, her sene İngilizcede pi’nin okunuşu turta anlamına gelen “Pie” olduğu için turta yenerek kutlanılmaya devam edilmektedir. Yazan: Selim ÖZTEMEL Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/pi-sayisi-nedir/
Matematikle Özgürlük Ve Mutluluğa Ulaşma Bu çok iddialı bir söz gibi gelse de, tanınmış Avusturyalı matematikçi ve yazar olan Rudolf Taschner`in son kitabında yer alıyor. Kitap, okullarda matematik eğitimi ve eğitim kalitesini yükseltecek öneriler ile dolu. Bir makale formunda, yazar kitabında, matematiksel düşünceleri ve bunların toplumsal önemini inceleyerek, matematik eğitiminin amaç ve pratiklerine eleştirel bir bakış getiriyor. Taş devri, antik dönem veya Orta çağda da olsa, sayıların daima güç ve mülkleri temsil ediyordu. Kabile erkekleri, kendine ait olanın ve karşıt kabilelerin elindeki gücü karşılaştırarak, bir kavganın değerli olup olmadığına karar verebiliyorlardı. Bu karşılaştırma, daha sonraki temel işlemlerin veya hatta kredi ve borç kavramının kökenleri ve ticari muhasebe olacaktı. Orta çağa kadar sadece birkaç kişi gerçekten sayma işlemini yapabiliyordu. Onun içinde 17 torba buğdayın fiyatını hesaplamak için bir denetçiye gidilir, bu prosedür izlenmeden alışveriş yapılamazdı. Matematik bilmemek, halkın boynunda bir prangaydı. Bu anlamda, yazara göre, matematik özgürlüğe katkıda bulunur. Bugün özgür olmak isteyenler, matematik işlemlerinde tamamen dijital cihazlara güvenmemeli. Elbette kullana bilinir. Fakat hesaplamanın sonuçlarının nasıl ve ne kadar man59
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Matematik
tıklı olabileceğini anlamalı, dijital cihazdan çıkan sonuçları, mantık süzgecinden geçirip, kontrol edebilecek kadar matematiğe de hakim olmalı.
Taschner’e göre, matematik eğitimi üç direğe dayanıyor olmalıdır. 1. Direk: Öncelikle, herkesin modern dünyada yolunu bulması gereken pratik temel becerilerinin üzerine gidilmelidir. Bunlara kaba hesaplamalar dahildir; Ekleme, çıkarma, çarpma ve bölme gibi temel işlemleri anlama (sadece otomatikleştirmek değil); kesirler, oranlar, yüzdeler ve değişkenlerin kullanımı. Bir soruyu çözmede aranılan yolları ve bu yolların, kendini çözüme ne kadar yaklaştırdığını ya da uzaklaştırdığını bir çocuk görmeli. Muhakeme budur. İşte ilk yapılması gereken, bilgi vermek yerine çocuğun muhakeme gücünün gelişmesini, sağlamaktır. 2. Direk: Daha ziyade, öğretmeye burada başlanılmalıdır. Kültürel bir varlık olmamızda matematiğin önemi belirtilmeli. Matematik eğitimi neden önemlidir? Bu sorunun cevabını, kendi görüşlerimiz ile çocuklara sunarken, en azından önemli matematikçilerin düşüncelerini anlamaya başlamaları, sağlanmalıdır. 3.cü Direk: Üstün yeteneklileri ve Bilime kazandırılacak öğrencilere “Matematik, bilimin kapısıdır. Bu kapıyı açmadan yürüyemezsiniz.” diye açıklanmalıdır. Böylelikle, diferansiyel matematik, cebir, geometri artık matematiğin günlük hayatta ve bilimde ne ise yarayacağını bilen bilinçli öğrenciler için, kabus olmaktan çıkacaktır. Özgün Çeviri : İ. KAYA Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/matematikle-ozgurluk-ve-mutluluga-ulasma/
60
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Bilim İnsanları
1943 yılında Berlin’de bir sığınakta doktora tezini tamamlamaya çalışan bir kadın. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi ideolojisi altında Avrupa’daki diğer kentlerde olduğu gibi bombalar düşerken herkes sığınakta korku içerisinde bombardımanın geçmesini bekliyordu. O ise bir köşede masaya oturmuş sakin bir şekilde tezi için gerekli fotoğrafların köşelerini kesmekteydi. Kendisini zerre kadar ilgilendirmeyen bu kanlı savaşın ortasında kalmış ve eğitim savaşı vermekteydi. Nazi ideolojisini hiçbir zaman benimseyip sindirememiş olan bu güzel bilim kadınımız Jale İnan’dır. Prof. Dr. Jale İnan 1 Şubat 1914 yılında İstanbul’da bir köşkte dünyaya gelmişti. Babası müzeci ve arkeolog Aziz Ogan, annesi ise tam bir sanat aşığı Mesture hanımdı.
Öğrenimi Lise öğrenimini Erenköy Kız Lisesinde tamamladığında, babasının yolunu izleyerek arkeolog olmayı kafaya koymuştu. Ama o yıllarda ülkemizde arkeoloji eğitimi veren herhangi bir kurum bulunmamaktaydı. Jale Ogan matematik derslerine yardımcı olan üniversite öğrencisi Mustafa İnan’la o yıllarda tanıştı. İlerde kocası olacağı Mustafa İnan’ın yardımıyla liseyi iyi derecede bitirdi. Jale Ogan Almanya’ya arkeoloji okumak için burs başvuru yaptı fakat bir türlü cevap gelmedi. O da İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde eğitime başladı. Müjdeli haber 4 ay sonra geldi ve Alexander von Hümboldt Vakfının bursu ile 61
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Bilim İnsanları
Almanya’ya gitti. Eğitimini Berlin ve Münih Üniversitelerinde tamamladı. 1943 yılında Prof. Dr. Rodenwalt’ın yanında “KunstgeschichtlicheUntersuchung der OpferhandlungaufrömischenMünzen” adlı teziyle doktorasını tamamlayıp Türkiye’ye döndü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Eski Çağ Kürsüsünde Prof. Dr. Clemens Emn Bosch’un asistanı olarak atanandı. Jale Ogan ilerde TÜBİTAK’ın kurucusu olacak Mustafa İnan ile 1944 yılında evlendi.
Artık Bir Bilim Kadını İstanbul Üniversitesi Klasik Arkeoloji Kürsüsünün kurulması çalışmalarına 1946 yılında katılmıştır ve kürsünün ilk asistanlığını Prof. Dr. Arif Müfit Mansel’in yanında yapmıştır. Arif Müfit Mansel’le birlikte Türk Tarih Kurumu adına Antalya’nın Side ve Perge antik kentlerinde kazılar yaptı. Kazılardan çıkan eşsiz eserlerden dolayı Antalya Müzesi iki defa genişletilmek zorunda kalmıştır. 1940’lı yıllarda iki ana kazının dışında Kremna ve Pamphylia Selukeia’sında kurtarma kazıları yaptı ve buraları tarihi eser kaçakçılarının yağmasından kurtardı. Yaptığı bu kazılar, özellikle son 25-30 yıldır, yöre halkının gelir düzeyinin yükselmesine de vesile olmuştur.
Dedektif Jale İnan 1980 yıllında Perge’de bir Herakles (Herkül) heykelinin parçasını bulur. Ama heykelin belden yukarısı yoktur. Heykelin üst bölümünün ABD’ye kaçırıldığı söylentileri dolaşır. Jale İnan, bir dedektif gibi çalışmaya başlar ve izini bulur. Hemen konuyla ilgili makale yazar ve bu iki parçanın birbirine ait olduğunu öne sürer. Yıllar süren ısrarlı çalışmaları sonunda 1990 yılında Boston Metropolitan Müzesi’nden aldığı alçı kopyasıyla iki parçanın birbirine ait olduğunu kanıtlar. Meslek hayatı boyunca arkeolojiye ve bilime ışık tutmuş olan Prof. Dr. Jale İnan 7 Şubat 2001’de hayata gözlerini yummuştur. Ömrünü Arkeolojiye adayan Jale İnan mesleğiyle ilgili: “Kazıbilimini kitaplardan değil, kazı yaparak öğrenileceğine inanırım, en büyük arzum ve dileğim iyi arkeologlar yetiştirmektir.” demiştir. Yazan: Selim ÖZTEMEL Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/bir-bilim-kadinin-hayati/
62
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Bilim İnsanları
FBI, Einstein Hakkında 1.400 Sayfalık Bir Dosyaya Sahip. Dünyaca ünlü fizikçi, ırkçılık, milliyetçilik ve nükleer bombalar konusunda çok açık ve keskin ifadeli, cesaretli bir şekilde fikirlerini söylüyordu. Bu durum FBI başkanı, J. Edgar Hoover’a karşı derin bir güvensizlik demekti. Aralık 1932’de FBI kendisine gizli bir dosya açtığında Albert Einstein zaten dünyaca ünlü bir fizikçiydi. Kendisi ve eşi Elsa anavatan Almanya’ dan yeni ABD’ye göç etmişlerdi ve Einstein zamanının toplumsal kaygılarından söz ediyordu. Diğer şeylerin yanı sıra, ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı halkla konuşuyor, röportajlar veriyordu. 18 Nisan 1955’te öldüğü sırada, FBI dosyasında 1.427 sayfa yer alıyordu. Hoover, adamın muhtemelen bir komünist olduğunu, bunun yanı sıra ise kesinlikle “aşırı bir radikal” olduğu kanaatine vardılar. Einstein, kendisi hakkında böyle söylendiğini, bilseydi, muhtemelen yüksek sesle gülerdi. Evde Naziler’den çok daha kötü şeyler duymuştu. Ne bürokrasi ne de Nazilerden korkmadı, istemediği hiçbir şeyde iş birliği yapmadı. 1901’de “Yetki şımarık gerçeğin en büyük düşmanıdır” dedi.
Günümüzde birçok bilim insanları da kesinlikle aynı fikirde. ABD’de, ulusal bilim bütçesindeki kesintileri ve Trump yönetiminin bilime karşı söylemleri, bütçe kısıtlaması bilim insanlarını ve halkı protesto yürüyüşü yapacak şekilde, harekete geçirdi. Bilim adamları, öğretmenler ve diğer bilim destekçileri, ocak ayında, kadınlar ise mart ayında benzer şekilde Washington’da bir protesto gösterisi düzenliyorlar. Hareket büyüdü ve dünyada metropol şehirlerde de 63
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Bilim İnsanları
yüzlerce protesto gösterileri düzenlenmesi bekleniyor. Protestocular, “bilimin temsil ettiği her şey için yürüyoruz.” diyorlar. Toplumun her katmanında kanıta dayalı karar verme, akıl, açık görüşlülük için haklarını arıyorlar. Tıpkı Einstein gibi. Protesto 170’den fazla bilimsel organizasyonun desteğini alsa da, katılımcı bilim adamları arasında ateşli tartışmalar devam ediyor. New York Times, bir jeoloğun protesto yürüyüşü hakkında, “Şüpheli bir jeolog” yazdığı gibi, diğer bilim insanları hakkında da “Bilim adamları, sadece […] kültür savaşlarında kaybeden başka bir gruba hizmet etmektedir.” yorumuyla protestolara karşı manşetler atmaktadır. Einstein’ın isyankar yaşamı düşünüldüğünde, “Bilim için yürüyüş” destekçileri, şimdiye kadar yaşayan en büyük bilim adamlarından birinin düşünceleri doğrultusunda, hareket ettiğini, söyleyebiliriz. Einstein’ın itaatsiz tavrı on beş yaşındayken okulu terk etmesine neden olmuştu, bu yüzden doğduğu ülkenin vatandaşlığından 17 yaşındayken vazgeçti. Artık otoriter Alman okulları ve nefret ettiği militarizmle hiçbir ilgisi olsun istemiyordu. Bunun yerine Einstein İsviçre’deki Zürih’teki Politeknik’i ziyaret etti ve bir İsviçre vatandaşı oldu. Mezun olduktan sonra, 1905’te görelilik ve kuantum teorisi üzerine yaptığı devrimci çalışmayı yazdığı sırada da Bern’de bir patent bürosunda çalışıyordu. Einstein, Berlin Üniversitesinde ünlendiği yıl olan 1914`e kadar Almanya’ya dönmedi. Daha sonra güneş tutulması gözlemlenerek muhteşem bir şekilde 1919 yılında teyit edildi ve o zamandan beri evren anlayışımızı şekillendiren Görelilik ve Yerçekimi hakkında fikirlerimiz gelişti. Almanya`da 1920 yılında teorileri için “Sahte haber” başlığı atılmaya başlanmıştı bile. Einstein aldığı sayısız ölüm tehditlerine karşı tek yaptığı tedbir, yolda yalnız giderken kalabalıktan uzak durmaya çalışmaktı. Hatta, Görelelik kanunlarını, Nazi partisi ve destekçileri “Yahudi sapıklık” olarak kınadı. Ancak tehditler onu susturmadı. Bunun yerine, dünyadaki istismarlara karşı konuşmak için yeni keşfedilen şöhretini defalarca kullandı. “ Bir zamanlar, kötülüğün karşısında kötülük, düşündüğüm için, kendimi onların suç ortaklıkları gibi hissettim” dedi. Einstein, 1933’te Londra’ daki Royal Albert Hall’da “Bilim ve Medeniyet” isimli konuşmasında, militan milliyetçiliği kınadı. 1929’da milliyetçiliği “İnsanlığın Kızamıkları” olarak nitelendirdi. Ayrıca kapitalizmi sorguladı.1931 yılında yazdığı “şiddeti (…) sosyal sınıf farklarını sebep gösterilmesine rağmen ben yine de haklı bulmuyorum Herkes tanrısallaştırıldı, bir kişi olarak, kişiliğe ve emeğe saygı yok sayıldı.” dedi. Irkçılıkla mücadele etti. 1937’de Afrika kökenli Amerikalı şarkıcı Marian Anderson, Einstein’ın yeni memleketi olan Princeton, New Jersey’de bir otel odasından yoksun ve yalnız bırakıldığında ve Einstein ve Elsa evlerine davet etti. 64
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Bilim İnsanları
Einstein atom bombası projesinde rol oynamadı. Fakat 1945 yazında, Başkan’a, Manhattan Projesi bilim adamlarıyla görüşmeyi tavsiye eden bir mektup daha yazdı. Roosevelt mektubu okuyamadan önce 12 Nisan’da öldü. Einstein Japonya’nın Hiroşima kentine bir atom bombası düştüğünü, ağustos ayında öğrendiğinde, sadece fısıldayarak: “Aman Tanrım.” diyebildi. Hayatının geri kalanında yorulmadan, ısrarla, nükleer silahların uluslararası denetim altında tutulmasını savundu. Atom çağında, savaşın bir çeşit delilik haline geldiğini savundu. Sadece Einstein’ın bugünkü siyasi atmosferinde ne söyleyeceklerini tahmin edebiliriz. Ancak daha hükümet darbesi dönemine olan tepkisini biliyoruz: 1950’lerin anti-komünist histerisi içinde olan halk ve politikacılar, Einstein`a “herhangi bir entelektüel” deyip, küçümsediler. Einstein hakkında, Washington Post ve New York Times da dahil olmak üzere ülke çapında gazetelerde öfkeli yazılar yazıldı, gururuna ve onuruna saygısızlık edildi. Einstein, vicdan ile eğitimi harmanlamış, prensipleri ve öngörüleri ile de unutulmaz bir bilim insanidir. Kişisel hırsları asla vicdaninin önüne geçmediği, her alanda açık fikirli ve cesur olduğu için hala gelmiş geçmiş, en büyük bilim insanları arasında yer almaktadır. Bu sonsuza kadar da böyle devam edecektir. Özgün Çeviri: İ. Kaya Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/einstein-hakkinda-1-400-sayfalik-bir-dosyaya/
65
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Bilim İnsanları
1953 yılında Nature dergisinde DNA’nın ikili sarmal yapısı makalesi yayınlandığında genetik şifrenin yapısı gün ışığına çıkmıştır. Bu büyük keşfin kâşifleri James Watson ve Francis Crick sansasyonel bir etki yaratmıştır. Ve kuskusuz Nobel ödülünü bu büyük başarılarıyla (!) elde etmişlerdir. Lakin genetik şifrenin yapısının çözümlenmesindeki en önemli pay sahibi olan Rosalind Franklin resmen bu basarinin gölgesinde kalmıştır.
Rosalind Elsie Franklin kimdir? 25 Temmuz 1920 de Londra’da doğmuştur. O dönemlerde kadınların daha çok yönlendirildiği botanik ve biyoloji dersleri yerine fizik ve kimya eğitimi verilen nadir okullardan biri olan St. Paul kız okulunda okuyarak çalışkanlığıyla on plana çıkmıştır. Franklin 15 yaşına geldiğinde ne olacağını artık biliyordu: O artık bilim insani olacaktı. Bankacı olan babası Franklin ise kızının yardım kuruluşlarında sosyal güvenlik uzmanı olarak çalışmasını istiyordu. Buna rağmen eğitimini 1941 yılında Newnham kolejinde tamamlamıştır. 1945 yılında da Cambridge Üniversitesinde fizik ve kimya dalında doktora derecesi almıştır. Daha sonrasında Fransa’ya giden Franklin 1947-1950 yılları arasında Devlet Kimya Hizmetleri Merkez laboratuvarında X ışınları kristolografi yöntemi üzerine çalıştı. Bu yöntem, kristal içindeki atomların dizilişinin belirlenmesini sağlar. Kristale gönderilen x ışınlarının dalga boyları kristal içindeki atomların arasındaki uzaklığa yakın olduğundan x-ışını bu atomların dizilişine göre değişik açılarda farklı şiddetlerde kırınıma uğrar. Böylelikle kristaller içindeki elektron yoğunluğunun resmi çıkartılarak 66
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Bilim İnsanları
kristaldeki atomların konumları, boyutları, kimyasal bağları gibi kristalin yapısal özellikleri saptanabilir. (Tuz, metal, mineral gibi birçok organik ve inorganik madde kristal yapıda olduğundan birçok bilimsel alanda kristolografi kullanılmıştır. Bu yöntem halen yeni maddelerin ve benzer özellikler gösteren maddelerin atomik yapısının bulunmasında kullanılmaktadır.) ROSALİND FRANKLİN VE DNA 1950 yıllarında King’s College London da Tıbbi Araştırmalar Konseyi biyofizik komitesinde araştırmacı olarak DNA üzerinde kristolografi çalışmalarına başladı. Aynı üniversitede Maurice Wilkins de DNA molekülünün x-ışını kırınımı analizi yapmaktaydı. Franklin ve doktora öğrencisi Gosling, DNA’nın iki formunun olduğunu keşfetti: nemin yüksek olduğu (ıslak) koşullarda DNA fiberi uzun ve ince, kuru koşullarda ise kısa ve şişman halde bulunuyordu. Bu formlara sırasıyla ‘B’ ve ‘A’ formları adı verildi. Wilkins B formu, Franklin ise A formu ile çalışmalarına devam ettiler. Franklin 6 Mart 1953’te Crick ve Watson modellerini tamamlamadan bir gün önce Acta Crystallographica dergisinde DNA’nın ikili sarmal yapısı hakkında makale yayınlandı. JAMES WATSON VE FRANCİS CRİCK Linus Pauling bazı protein çeşitlerinin sarmal yapıda olduğunu göstermişti ve çalışmalarını DNA molekülü üzerinde devam ettiriyordu. Bu dönemde DNA’nın şeker-fosfat zincirine eklemlenmiş dört temel bazdan oluştuğu biliniyordu. Bazı proteinler de sarmal yapıda olduğu gösterildiğine göre DNA da sarmal olabilirdi ancak nasıl bir sarmal olduğu araştırma konusuydu. Ocak 1953’te Pauling DNA’nın üçlü sarmal bir yapıda, temel bazların ise dışarda durduğu bir modeli sundu. Ancak bu model doğru değildi. Bunun üzerine 1953 yılının Ocak ayında, Pauling’in doğru olmayan modeliyle King’s College’e giden James Watson, yardım almak istediği Wilkins’i ofisinde bulamayınca Franklin’e giderek Pauling hatasını düzeltmeden işbirliği yapmaları gerektiğini söyler. Bu konuşma esnasında Franklin’in, elindeki verileri nasıl yorumlaması gerektiğini bilmediğini iddia eden Watson’a sinirlenmesi üzerine geri çekilen Watson, Wilkins’i bulur. Bundan sonra olacaklar ise DNA tarihini değiştirecektir. Franklin’in X isini kırınımı ile fotoğraflamış olduğu DNA molekülü ile ilgili çalışmaları Wilkins tarafından Watsona verilir. Böylelikle Watson ve Crick DNA’nın sarmal yapısını inşa etmeye başlamış olurlar. Crick’in tez danışmanı olan Max Perutz, Franklin’in Tıbbi Araştırmalar Konseyi biyofizik komitesine ziyaretinin raporunu Crick’e verir. Franklin’in kristolografik hesaplamalarını da içeren bu rapor, kırınım fotoğrafının ardından Franklin’in haberi olmaksızın Cambridge ekibinin DNA bulmacasını çözmesini sağlayan ikinci büyük katkı olur. 67
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Bilim İnsanları
Franklin’in Acta Crystallographica’da iki A formu makalesinin çıkmasından bir gün sonra, 7 Mart 1953’te Watson ve Crick modellerini tamamlarlar. VERİLMEYEN NOBEL ÖDÜLÜ Rosalind Franklin’in ölümünden 4 yıl sonra Watson, Crick ve Wilkins DNA’nın yapısını çözdükleri için 1962’te Fizyoloji ve Tıp Nobel ödülü aldı. Wilkins ise DNA kırınım çalışmalarını başlattığı için Nobel ödülüne dâhil edildi. Rosalind Franklin yaptığı çalışmalarla DNA’nın ikili sarmal yapısında öncü olmuş olsa da her zaman yapılan konuşmalarda gölgede bırakılmıştır, ismi anılmamıştır. İkili Sarmal isimli kitabında Rosalind Franklin’i anlatan James D. Watson Rosalind Franklin’den en yakınlarının dahi hitap etmediği şekilde ‘Rosy’ olarak bahsetmesi ve huysuz bir kadın olarak resmetmesi, Franklin’in yakın arkadaşı Anne Sayre tarafından eleştirilmiştir. Boğaziçi Üniversitesi’nde konuşma yapmak için gelen James Watson, yine Rosalind Franklin’i ters ve soğuk bir insan olarak nitelendirdikten sonra “Franklin çalışmalarından dolayı yeterince ödüllendirildi mi” sorusuna “başarısızlık için ödüllendirilmezsiniz” şeklinde bir cevap verdi. Rosalind’e haksızlık yapıldığı eleştirileri ile Watson aynı fikirde değil. “B form resmi 8 ay masasının üstünde durmuş ama ondan bir şey çıkaramamış. Sarmal bir modeli baştan reddettiği için doğruyu bulamamış. Doğruyu biz bulduk.” diye cevap veriyor. Rosalind’e kredi veriyor ama Nobel’i hak etti denemez demiş olduğu söyleniyor. Watsona tepki gösteren Franklin in arkadaşlarının yorumlarına göre Franklin’in hayat dolu, enerjik, kapalı kapılar arkasında oturmayı sevmeyen, kararlı, tutkulu ve tam bir bilim aşığı olduğu ve Nobel ödülünü hak edenlerden birinin de Franklin olduğu söyleniyor. Yazan: Selim ÖZTEMEL Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/dnanin-karanlik-leydisi/
68
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Bilim İnsanları
10 Temmuz 1856 yılında Hırvatistan’ın Smiljan şehrinde doğan Nikola Tesla, küçüklükten beri rüzgar, nehirler ve şimşeklerden etkilenmiş ve merak etmiştir. Ve bu onu ‘‘Şimşeklerin Efendisi’’ yapacaktır. Kariyerine 1881 yılında Budapeşte şehrinde bir Amerikan telefon şirketinde elektrik mühendisi olarak başlamıştır. Bir gün arkadaşı ile parkta yürürken yere çizdiği yeni elektrik motoru fikri, İndüksiyon Motoru patentine dönüştü. Ve bu müthiş fikir günümüzde aletlerden tertibatlara, arabalara endüstriyel sanayilere kadar her yerde kullanılmaktadır. Tesla bu buluşu için; “Alternatif akım için ürettiğim ilk motor zihnimde canlandırdığımla aynıydı. Zihnimde gördüğüm resimleri ürettim ve tam beklediğim gibi çalıştı.” demiştir. 1884 yılında 28 yaşında cebinde Edison’a patronunun referans mektubu ve az bir parayla Amerika’ya taşındı. Mektupta, ‘‘İki büyük adam biliyorum biri sizsiniz diğeri de bu genç adam’’ yazılıydı. Edison onu işe aldı ve daha sonra şirketin jeneratörlerini 50.000$ ikramiye karşılığında yeniden tasarlamasını istedi. Tesla çok kısa zamanda harika bir iş çıkardı ve hakkı olan parayı Edison’dan istediğinde Edison’un parayı vermemesi üzerine Tesla şirketten istifa eder ve akım savaşlarına gidecek ilk gerginlik başlamış olur. İlerleyen yıllarda Tesla; Edison’un Doğrusal Akımına(DC) karşı, Alternatif Akımı(AC) keşfeder. Alternatif Akımın genliği ve yönü periyodik olarak değişen olması daha cazip olmuştur. Milyoner bir girişimci, Tesla’nın icatlarının uzun mesafe güç iletimini başarabileceğini düşünerek patentleri 60.000$ ve Westinghouse Şirketinde yüklü bir hisse (%40) karşılığında satın alır. AC başarılı olursa Tesla 69
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Bilim İnsanları
Tesla zengin olacaktır. Ve bunu önlemek için Edison bir karalama politikası yürütür. Hatta AC’nin kontrol edilemez ve öldürücü olduğunu göstermek için maymun fil vs gibi canlılara AC vererek öldürdüğü de söylenir. 1895’de Tesla’nın laboratuvarında yangın çıkar ve her şey kül olur. Ama o bu karanlıktan daha aydınlanmış olarak çıkar. Tesla, kompleks bir jeneratör ve trafo sistemi tasarlayıp mühendisliğini yapar. Ve 1896’da ilk uzak mesafe AC hidroelektrik santrali devreye girer, böylece Buffalo şehri aydınlanır. Niagara Şelalesi’nden saniyede 3 milyon litre suda 2,4 milyon kilowatt elektrik üretir, ama Tesla daha büyük bir hayalin peşindedir, dünya çapında iletilebilen kablosuz enerji. 1899 yılında Colorado çayırlarında kablosuz enerji deneyleri yapmaya başlar. Onun büyücü olduğunu ve tanrının işine karıştığını düşünenler olmuştur, hatta uzayla iletişime geçtiği dahi iddia etmiştir. Bunların sebebi, Tesla’nın zamanının ötesinde bir dahi olmasıdır. 1898 de uzaktan kumandayı icat eden Tesla, 2 metreden kontrol edilebilen bir gemi ile gösteri yapar. Tesla’nın bir mekanik osilatör, yani deprem makinesi yaptığı da iddia edilir. Prensip, her şeyin rezonans frekansı olduğu ve bir osilatör gibi dış kuvvetle uyarı artırılırsa her malzeme parçalanabilir. Tesla’da inşat halinde bir binada bunu kullandığını söyler: “Birkaç saniyede binanın titremeye başladığını hissettim. On dakika daha devam etseydim binayı ve sokağı yıkabilirdi. Aynı cihazla Brooklyn Köprüsünü 1 saatten kısa bir süre içinde East Rivera indirebilirdim.” 1909’da Nobel ödülü radyonun icadı sebebiyle ünlü bilim adamlarından Marconi’ye verilir. Ancak Marconi’nin Tesla’nın patentlerini kullandığı çok sonra anlaşılır. Ve patentler gerçek sahibine verilir. Tesla bu durumla ilgili; ‘‘Marconi iyi bir dost, 17 adet patentimi kullanıyor, bırakın devam etsin” demiştir. Garip takıntıları olan Tesla güvercinlerle dostluk kurduğunu hatta bir tanesi ile ilişkisinin olduğunu söylemiştir. İnsanlarla el sıkışamayan aşırı titiz ve hayatında ki her şeyin üçün katı olmasına takıntısı olduğu da yine garip takıntılarından biridir. 7 Ocak 1943 itibarıyla, yirmi altı ülkede kendisine ait üç yüze yakın patenti bulunmakta olan büyük deha son yıllarını New Yorker Otelde tek başına geçirmiştir. Tabi ki oda numarası gene üçe bölünebilir olmalıdır; 3327. 7 Ocak 1943 yılında New Yorker Oteli’nde hayatını kaybetmiş ve öldükten sonra otel sahibi bu odayı ona ithaf etmiştir. “Para insanların kendine biçtiği kıymete haiz değildir. Benim bütün param deneylere yatırılmıştır. Bunlarla yeni keşiflerde bulunup insanoğlunun yaşamını biraz daha kolaylaştırmasını sağlıyorum’’ diyen bu deha bilimin metalaşmasına karşı tepkisini örnek yaşamıyla göstermiştir. Yazan: Selim ÖZTEMEL Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/nikola-tesla-ve-metalasmamis-bilim/ 70
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Röportaj
Prof. Dr. Celal Şengör Röportajı
Sayın Prof. Dr. A. M. Celal Şengör ile Anadoluhisarı’ndaki evinde, Türkiye’de ve Dünya’da bilim hakkında röportaj yaptık. (Selim Öztemel) Merhaba hocam, röportaj teklifimizi kabul etiğiniz için teşekkürler. (Celal Şengör) Ne demek efendim, ben teşekkür ederim. (Selim Öztemel) İlk soruyla başlayalım. Bilim Nedir? (Celal Şengör) Bilim ifadeleri gözlemle yanlışlanabilecek bir düşünce sistemidir. Mesela sen diyebilirsin ki dünya tepsi gibi düzdür. Bunun böyle olmadığını gözlemle sınayabilirsin. Gözlem bunun yanlış olduğunu gösterdi diyebilirsin. Bilimsel ifadelerin gözlemle yanlışlanabilir olması lazım. Bu bize bilimsel ifadelerin gerçekle temasa geldiklerini gösteriyor. Birisi geliyor diyor bu A’dır ama birisi gidiyor bakıyor A değildir diyor. Dolaysıyla iki kişi arasında ortak bir komünikasyon yolu açıyor. Ortak bir haberleşme, ortak bir dil oluşmasına sebep oluyor. (Selim Öztemel) Peki, bu niçin önemli? 71
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Röportaj
(Celal Şengör) Bilim ifadeleri gözlemle yanlışlanabilecek bir düşünce sistemidir. Mesela sen diyebilirsin ki dünya tepsi gibi düzdür. Bunun böyle olmadığını gözlemle sınayabilirsin. Gözlem bunun yanlış olduğunu gösterdi diyebilirsin. Bilimsel ifadelerin gözlemle yanlışlanabilir olması lazım. Bu bize bilimsel ifadelerin gerçekle temasa geldiklerini gösteriyor. Birisi geliyor diyor bu A’dır ama birisi gidiyor bakıyor A değildir diyor. Dolaysıyla iki kişi arasında ortak bir komünikasyon yolu açıyor. Ortak bir haberleşme, ortak bir dil oluşmasına sebep oluyor. (Selim Öztemel) Peki, bu niçin önemli? (Celal Şengör) Bertrand Russell çok güzel bir lafı var. “İnsanların bildiği ve bilimin bildirmemiş olduğu hiçbir şey yoktur” yani biz ne biliyorsak bilimden gelmiştir. Bunun dışında hiçbir bilgi kaynağı yoktur. Dolayısıyla biz rahat yaşayabilmek için, çevremizi bilebilmek için, çevremizle temasa geçebilmek için bilim yolunda gitmek zorundayız. Bilimi kullanmak zorundayız. Bilim bir araçtır. Çevremize ulaşabilmemiz için, çevremizi kullanabilmemiz için, çevremizde emniyetle yaşayabilmemiz için bu araç gereklidir. Ama birde bilimin başka bir cephesi var. O da Merakı tatmin eder. İnsanlık soru sorar. Şimdi ben neden bilim yapıyorum. Merak etiğim için, Beni çok ilgilendirdiği için. Ben bugün hiçbir şekilde çalışmaya ihtiyacı olan bir adam değilim. Evimde otururum ama bilim yapıyorum çünkü bazı şeyleri merak ediyorum. Zaten bilimin en önemli dürtüsü meraktır. (Selim Öztemel) Bilim insanı nasıl olmalıdır? (Celal Şengör) Bilim adamı öncelikle meraklı biri olmalıdır. İkinci bilim adamının elinde ya kendinden kaynaklanan ya da çevresinden kaynaklanan imkânlar olmalı. Bilim adamı dediğiniz kişi bir kütüphaneye yakın olması lazım. Ciddi kütüphanelerin olması lazım, ciddi laboratuvarların olması lazım. Fakat bunların hiç birinin olmadığı yerde de bilim adamı olur. Belki deneysel fizik yapamaz ama teorik fizik yapar. Einstein örneği çok meşhurdur. Wilson teleskopunu gezerken müdür, Einstein’ın eşine iftiharla anlatıyormuş: “Efendim biz bu teleskopla kâinatı inceliyoruz”. Elsa Einstein’da fazla tahsili olmayan bir kadın oda “a ne enteresan benim kocam onu bir kurşun kalemle bir zarfın arkasında yapıyor.” demiş. Dolaysıyla bilim her şekilde yapılır türüne göre. Ama asıl olan merak olması lazım. Bir de düşüncesini zincirleyebilecek bir lüzumsuz inançlarının olmaması lazım. (Selim Öztemel) Bilim; türümüzün devamlılığı için, yani hayatımızı sürdürebilmemiz için bu kadar önemli olmasına rağmen neden bilim karşıtlığı da bu kadar çok? 72
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Röportaj
(Celal Şengör) Efendim bu tamamen cehaletten kaynaklanıyor. 20 y.y. da bilim o kadar hızlı ilerledi ki, halk ile koptu. Bugün bir teorik fiziği, halktan birisine kabaca anlarısın ama detaylarını gösteremezsin çünkü matematik bilmez. Biyolojiden kabaca bahsedebilirsin ama detaylarını anlatamasın dilini bilmez. Jeolojiyi anlatamasın, hayal edemez. Böyle fikirler yok kafasında. Dolaysıyla birde dünyadaki insanların büyük çoğunluğunun saçma sapan inançları var. Bu inançlar bilimle çatışıyor. Çatıştığı zaman daha kolay bulduğu, çocukluğundan beri duymuş olduğu ve kendisini içinde şartlamış olduğu inancını tercih ediyor. Ve bu yüzden bilimi anlayamıyor. Anlayamadığı zaman korkuyor da. Bir atom bombası ve böyle bir şey benim başıma gelirse diye patlıyor ödü patlıyor. Bir salgın hastalık çıkıyor. Bir taraftan bilimden yardım istiyor kurtulayım diye, bir taraftan bunu da bilim adamları yaptıysa acaba diyor. (Selim Öztemel) Tamda yeri gelmişken bu soruyu da sorayım. Bilimle din uzlaşır mı? (Celal Şengör) Hayır! Hiçbir şekilde. Tarihte hiçbir din bilimle uzlaşamamıştır. (Selim Öztemel) Peki, o zaman bu din adamları neden bilim ve dini bu kadar uzlaştırmaya çalışıyor? (Celal Şengör) Aksi taktirde ellerinde tutunacak bir şey kalmayacak. İşsiz kalacaklar. Bilimi içinden doğurmuş bir din vardır. O da Yunanlıların dinidir. Ama bilim bir kere doğduktan sonra o dinde geri çekilmiş, çocuk masalları haline gelmiştir. Bir dinin en şerefli kendine bulacağı yer çocuk masallarıdır. Ve Yunan dini onun için hala eğitimden kullanılan bir dindir. Yunan mitolojisi anlatılır çocuklara. Öteki dinler gerçek oldukları iddiasındalar. Ama her seferinde de gerçekle çatışıyorlar. Onun içinde saygın bilim adamları arasında birkaç istisna dışında (çocuklukta çeşitli dini eğitim almış veya travmalar yaşamış) bilim adamları arasında dindar adam çok az gördüm. Çelişiyor çünkü. (Selim Öztemel) Peki, bu çelişkiye örnek verebilir misiniz? Örneği Big Bang den dolayı Big Crunch olması bekleniyor ama 2012 de yapılan gözlemlerle evrenin ivmelenerek genişlediği ortaya çıktı ve bu durumda bilimsel gözlemlerimiz Big Crunch asla gerçekleşmeyeceğini ön gördü. Ama kutsal kitaplarda Big Crunch olacağı fikrinin bulunması burada bir çelişki oluşturuyor. Sizde buna bir örnek verebilir misiniz? (Celal Şengör) Çelişkiler kabul edilmiyor değil. Bilmedikleri için mesela Kuran’da diyor ki, dağlar karaların destekleridir, çivileridir. Aksine dağlar depremlerin en 73
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Röportaj
çok oldukları yerdir. Karaları en çok sallayan yerlerdir. Dolaysısıyla Kuran’ın, yahut İncil’in, yahut Tevrat’ın bilimle bağdaşmaları mümkün değil. Çünkü yazıldıkları dönemde bilim yok ortalıkta. Bilmeleri mümkün değil. Dolayısıyla bunların tanrının vahisi oldukları hiçbir şekilde belli değil. Kaldı ki tanrının varlığı belli değil. Varlığı kendi içerisinde tutarsız. Ben bir keresinde yazmıştım. Hem her şeyi biliyor, hem günah işleyebiliyoruz. Nasıl oluyor bu iş ve bir de bizi cezalandırıyor. Madem benim yapacağımı biliyorsun niye mani olmuyorsun sadist misin sen? Müthiş, korkunç çelişkilerle dolu ama bunun böyle olması kaçınılmaz. Çok ilkel insanlar tarafından icat edilmiş. (Selim Öztemel) Ama çağın ilerisi bir hareket değil midir? (Celal Şengör) Değil, çünkü o çağlarda çok daha ileri adamlar var. Porfirios (MS 234-305) okuyorsun Hristiyanlıkla dalga geçiyor. Bir arkadaş geçenlerde bana söyledi. Yeni bir çalışma var. Eğer Hristiyanlık olmasaydı, sanayi devrimi 7. yüzyılda başlıyor, 18. yüzyılda yerinde. Bin sene geri çekmiş. Net zarar. Dinler ilk icat edildikleri zaman faydalı. İnsanlığın mağara çağları zamanında ama iş Hristiyanlık ve Müslümanlık icat edildikleri çağda hepsi geri bir düşünceydi. Çağ daha ilerdeydi. (Selim Öztemel) Türkiye’de bilim ne durumda? (Celal Şengör) Türkiye’de bilim çok kötü durumda. Çünkü kültürde merak öğesi yok. Millet merak etmiyor. Hâlbuki merak etse çok şey öğrenecek. İkincisi bilimin değerini anlamış yönetimler yok. Dolaysısıyla hiçbir destek bulmuyor. Üçüncüsü Türkiye’de aristokrat sınıfı yok. Uzun zamandır zengin olan grup olsa bunun içinden merak eden bir iki adam çıkar. Ve o parasını filan kullanarak bilim yapmaya başlar. Türkiye’de zenginlere bakıyorsun daha ikinci nesil. Uzun zamandır zengin olan adam yok. Bu yüzdende zengin daha çok zengin olmaya çalışıyor. Aç çünkü. O doyguya ulaşmamış. O yüzden çok zor Türkiye gibi yerde bilimin gelişmesi. (Selim Öztemel) Tabi burada bilimin gelişmesinde üniversiteler ne gibi rolü var? (Celal Şengör) Üniversite yok Türkiye’de en büyük sıkıntı bu. 3 tane harp okulu var çok kaliteli okullar. Kendi dallarında çok iyi adam yetiştiriyorlar. İyi düşünen adam yetiştiriyorlar. Onun dışında bir tane üniversite yok. Ne Bilkent Üniversitesi, ne İstanbul Teknik Üniversitesi, ne Yıldız Teknik Üniversitesi bir felaket. Hiç biri üniversiteye benzemiyor. (Selim Öztemel) Bunun bir sebebi de YÖK olabilir mi? 74
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Röportaj
(Celal Şengör) Hayır. Tam tersi. YÖK biraz disiplin getirdi. Mesela YÖK’ten önceki yayın durumu bakın bir felaket. Hiçbir zorlama yoktu. YÖK en azından merkezi koordinasyon sağladı. Bugün 174 tane üniversite var. Bunları nasıl koordine edeceksin hele hiçbir bilim, hiçbir üniversite geleneğinin olmadığı bir yerde. YÖK bir yerde fayda sağladı. Ama YÖK başındaki bir kişi hariç, Prof. Dr. Kemal Gürüz’ün dışında ötekilerin hiç birinin amacı bilim yapmak değildi, politikti. Hepsi kendilerine çalıştılar. Prof. Dr. İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi’ni kurmak için kullandı. Bilkent Üniversitesi’ni kurmakta amacı kendine mezar taşı dikmekti. Üniversiteyle alakası yok. Mesela, Prof. Dr. Mehmet Sağlam geldi tamamen politik. Zaten yerini yaptı hemen politikaya geçti. Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan geldi. Bir faciaydı. O da gitti büyükelçi oldu. Yani kendi adamları tarafından büyükelçi yapıldı. Bir tek Prof. Dr. Kemal Gürüz gerçek bir YÖK başkanıydı. Çok iyi şeyler yapmak niyetinde idi. Ona da politikacılar izin vermedi. (Selim Öztemel.) Dünyada bilim ne durumda? (Celal Şengör) Dünyada bilim zor durumda. Çünkü giderek daha az para veriliyor. Her taraf daha az para veriyor. Hele hele saf bilim. Mesela bilimi anlayan politikacı sayısı 19.yy gibi değil. Politikacı kalitesi çok düştü 20.yy da. En kaba tabiriyle ayak takımı politikacı oldu. 19. yy batkımızda çeşitli yerlerde çok üst adam var. Bir örnek vereyim. Büyük bir jeolog olan Eduard Suess (1831-1914) ben hoca olmak istiyorum diye başvuruyor üniversiteye. “Hadi oradan diyorlar senin doktoran değil, üniversite diploman bile yok” diyorlar. O da bakanlığa gidiyor. O zaman Avusturya İmparatorluğu’nun bakan Kont Leo Von Thun Hohenstein bir aristokrat ve şatosunda aileye ait 10.000 ciltlik 500 yıllık bir kütüphane var. Bu adama gidiyor Suess ve yayınlarını gösteriyor. Adam bakıyor “tamam, düşüneyim bakayım ne yapabilirim diyor.” Suess’ü tekrar çağırıyor ve diyor ki “ben kanunu inceledim. Ve sizi kanuna göre doçent olarak atayamam ama profesör olarak sizi atamamın önünde bir engel yok. Ve sizi kafadan profesör atıyorum” diyor. Şimdi bu eline aldığı bilgiyi değerlendirebilecek kalitede bir adam. Şimdi sıradan bir adamı düşünün orada. Eğer bu damda bir cevher yoksa aldığı kültürle Suess’ü kafadan profesör atama cesareti gösteremez. Dolayısıyla, yöneticilerin bilimi direk bilmesi lazım. Bilim kültürünü, geleneğini bilmeleri lazım. Bunu bilen bir çevrede yetişmiş olmaları lazım. Bugün öyle değil ki. Barack Obama’ya bak kim bu adam. Nereden çıktı kardeşim. Tony Blair’a bak. Bir de öte taraftan Bertrand Russell meşhur filozof. Onun dedesi (John Russell) çok önemli bir politikacı. İngiltere’ye birçok özgürlükleri getirmiş biri. Bunlar hepsi yüksek sınıftan aristokrat. 20.yy kimler var politikacı! Adolf Hitler. Herifin hiçbir tahsili yok. Mahvetti Almanya’yı. Benito Mussolini gene aynı. Josef Stalin 21 milyon adam öldürdü. Bu adamlarla büyük toplumlar yönetemezsin. Bu adamlar 75
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Röportaj
bilimi anlayamazlar. Bilimi bunlar hizmetçi zannederler. Sıkıntı buradan kaynaklanıyor. Türkiye’de bilimi anlamış bir adam var M. Kemal Atatürk. Çünkü Atatürk çok iyi okumuş bir adam. Çok meraklı bir adam. Ailesi okumuş değil ama kendisi bir deha. O deha olduğu zaman tabi her şeyin önüne geçiyor. (Selim Öztemel) Peki, bu kadar iyi bir örnek yakın tarihimizde varken neden kullanılmıyor? (Celal Şengör) Anlayamıyorlar. Atatürk’ü anlamak kolay değil. Onu bir tek Hasan Ali Yücel anlamıştır. Kendi arkadaşları bile anlamamıştır. Şimdiki yöneticilerin Atatürk’ü anlamları düşünülemez bile. (S. Ö.) Hasan Âli Yücel demişken Köy Enstitülerini de unutmamak gerek. (Celal Şengör) Evet, o güzelim yapıyı yok ettiler. Tam halkı ayaklandırabilecek, ayaklandırmaktan kasıt eğitebilecek. Ayakları üzerine kaldıracak bir sistemi yok ettiler. Aptalca sebepler yüzünden. (Selim Öztemel) Evrim kuramı da diğer kuramlar gibi bir bilimsel bir kuram iken neden toplumdan bu kadar tepki alıyor? (Celal Şengör) Çünkü direk yaratılış efsanesine çomak sokuyor. İbrani dinler ya da semitik dinlerde Tevrat İncil ve Kuran sıradan birbirinden türeme kitaplar. Tevrat’ta Ortadoğu din geleneğinden türüyor. Sümerliler ve Akatlardan vb. geliyor. Ve bunun bir geleneği var. Yaratılış nasıl oldu, İnsan topraktan yaratıldı falan filan. Bilim diyor ki evrim teorisiyle bu böyle değilmiş. Bir kere yaratılma mevzubahis değil. Canlılar evrilerek oluşuyorlar. İngiltere’de bu teori halkın birçoğunun çok tutucu ve çok dindar olduğu bir dönemde ortaya çıkıyor. Onun için Darwin’e, Charles Lyell “ ne anlatırsan anlat da insanı katma işin içine” diyor. Türkiye’de de karşı olunmasının sebebi tamamen din ve cehalet. Çünkü en ufak fikri yok biyoloji hakkında. Biz bir televizyon programı yapmıştık Siyaset Meydanı (14 Mart 2009) Ali Kırca davet etmişti. Orada ki cehaleti gördüm korkunçtu. Yani inanılır gibi değil. Sen bu adama değil evrimi gravity bile anlatamasın. Modern gravity sor bakalım anlıyor mu? (Selim Öztemel) Bilim topluma inmeli mi, inebilir mi? (Celal Şengör) İnmeli aksi taktirde bilim ortadan kalkar, toplum boğar bilimi. İnmeli fakat bu nasıl inecek? 76
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Röportaj
Ancak çok iyi bir eğitile inecek. Müzeler olmalı, bilim merkezleri olmalı, çocukların gidebileceği yerler olmalı. İmam mekteplerini artırarak bilimi topluma indiremezsin. Tam tersine bunları azaltacaksınız ve bilim müzelerini artıracaksınız, doğa tarihi müzelerini artıracaksınız, bilim merkezi yapacaksınız, çocukların gidip oynayabileceği ve bilim göreceği yerler yapılmalı, kütüphaneleri bilimle donatacaksınız. Koskoca kütüphane neden burada? (A.M. Celal Şengör’ün kendi kütüphanesi) Çünkü Türkiye’de benim güvenebileceğim kütüphane yok. Kendi üniversitem mesela felaket. İTÜ adam gibi kütüphanesi yok. ODTÜ’nün yok. Sizin üniversitenin vardı bir zamanlar bitti. (İstanbul Üniversitesi) Almanlar buradayken sizin üniversite mükemmeldi. Hep derlerdi İstanbul Üniversitesi 2. Dünya Savaşında en iyi alman üniversitesiydi(!) Yani benim jeolog olmama sebep sizden mezun bir öğretmendi. Nuriye Güney zoolojiden mezun sizin oradan. Nuriye hanımın yayınları vardı. Benim ortaokulda hocam aynı zamanda üniversite de hocaydı. Kelebekçiydi. Not: Prof. Dr. A. M. Celal Şengör Yayınlarını gösterdi.*
(Selim Öztemel) Türkiye’den Nobel Ödülü biri çıkar mı? (Celal Şengör) Çıkar ama bağımsız olması lazım. Devlete bağlı olursa zor. Prof. Dr. Aziz Sancar neden yurt dışına gitti? Burada olamayacağı için. Bağımsız değil çünkü orada da alacağı ödeneklere, alacağı araştırma paralarına bağlı. Orada üniversite kafasını fazla ütülemiyor. Burada üniversite kafasını ütüler, para vermez. Zaten yok ki derler çünkü politikacılar para vermez. Türkiye’den Nobel ödülü birinin çıkması için bağımsız olması lazım. Herhalde ben Cumhuriyet tarihinde fen alanında en çok ödül almış adamım. Bunun sebebi de bağımsız olduğum için. Bu kitapların hiçbiri devlet parasıyla alınmadı, kendi cebimden verdim. (Selim Öztemel) Özelikle TÜBİTAK’ın ödülleri ve kaynakları görüyoruz. 77
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Röportaj
(Celal Şengör) Bütün bu kurumları yöneten insanlar tamamen baştaki kişilerin adamları olarak oraya getiriliyor. Kişilerin ne ciddi bir tahsilleri ne de görgüleri yok. Sen Doğu Karadeniz dağlarında büyümüş köylü çocuğunu birden bire alıp getirip kritik yerlere yerleştirirsen olmaz bu iş. (Selim Öztemel) En son yeni yetişen meraklı genç nesillere ne tavsiye edersiniz. (Celal Şengör) Kendi başınıza okuyun. Kitap bulun okuyun. Bir kere dil öğrenin, en önemlisi dil öğrenmek. İngilizce ile başlayın, Almanca öğrenin, Fransızca öğrenin mümkünse Rusça öğrenin. Yani bu dilleri öğrenin. Ama İngilizce, Almanca, Fransızca olmadan hiçbir şey olmaz. Bir tek İngilizce yetmiyor. (Selim Öztemel) Almancanın özellikle bilimde bir ağırlığı var. (Celal Şengör) Evet kesinlikle. Bütün klasikler Almanca, Fransızca da öyle. Hele biyolojide. Sen bir Jean-Baptiste Lamarck kendi dilinden okuyamıyorsan, Jacques Monod okuyamıyorsan olmaz. Bunların hepsi tercüme dilmiş adamlar ama kendi dilinde okumak başka. Okuyacaksın bol dil öğreneceksin ve mümkün olduğu derecede kendini dışarı atacaksın. Dışarı gideceksin. Türkiye’de bir şey olmaz. Yalnızca Türkiye’de değil geri kalmış toplumlarda bir şey olmaz. Bir mısırlı vardı niye Kahire’de oturuyor, mesela Muhammed Abdüs Salam. Bunun en büyük sebebi de dindir. Mesela Abdüs Salam’ın mezarını parçaladılar. Mezhebi değişik diye. Dini falan da değil (!) kendi aralarında bile anlaşamazlar çünkü objektif bir şey yok. Ne dedik bilimin vazifesi ne seninle benim aynı dili konuşmamıza imkan veriyor. Gerçekle temasa geliyor. Şu masanın üstünde bir kutu var. Sende görüyorsan evet diyorsun. Ama şimdi ben sana bu masanın üstünde 15 melek dans ediyor. Sabaha kadar kavga edelim bir sonuca varamayız. Ortaçağda Paris üniversitesinde bir doktora tezi var. “Bir iğne ucunda kaç melek dans eder.” Şaka değil. Doktora tezi ya. Uydurma bir şey test etmen mümkün değil. Test olmayınca hiçbir şey olmaz. (Selim Öztemel) Dil öğrenmemin en kötü yanlarından biri de ülkemizde yayın sıkıntısı, çeviri sıkıntısı ve ayriyeten yasaklanan kitaplarında basımının bulunmamasıdır. (Celal Şengör) Bir kere çeviriler çok kötü Türkiye’de. (Selim Öztemel)TÜBİTAK basımı eski kitapların basılmaması ve toplatılması gerçeği de var. Zaten nadir yayın evleri var. (Celal Şengör) Benim yeni bir kitabım çıktı İTÜ’den (YAŞAMIN EVRİMİ Fikrinin Darwin Döneminin Sonuna Kadarki Kısa Tarihi) 78
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Röportaj
Selim Öztemel) Son olarak da bilimin son zamanlarında aşırı dallanmasından dolayı sizin gibi birden fazla disiplinle ilgilenen insan sayısı gittikçe azalıyor. (Celal Şengör) Evet, gittikçe azalıyor. Dallanmasının önüne geçilemez bu kaçınılmaz bir şey. Bilim bazıları için bir meslek haline geliyor. Bu daha ziyade teknisyen tipinde insanlar oluyorlar. Benim gibi bilimi keyif için yapan adamlar azalıyor ama göreli olarak azalıyor. Ötekiler çok artıyor çünkü. Fakat dünyada benim gibi adamlar her zaman var. Dolayısıyla bunlar politik olarak bastırılmazsa ki bu ihtimal dâhilinde. Bu Rusya’da oldu, Almanya’da oldu. Hitler beğenmediği insanları attı üniversiteden, Stalin bir de öldürttü. Yani bu şekil bu işler olmazsa, bilim her zaman devam eder. Zaten bilim eğer çökerse insanlığın sonu felakettir. (Selim Öztemel) Çok teşekkürler hocam. (Celal Şengör) Rica ederiz efendim.
Tarih: 24.12.2015 Röportajı Yapan Seliö ÖZTEMEL
79
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Teknoloji
Yarı Robot İnsanlar
“Daha Az İnsan Olmaktan Korkmanıza Gerek Yok” Bu iddialı sözlerin sahibi renk körü olan sanatçı Neil Harbisson`a ait. Kendisi dünyanın ilk yarı robot insanı. Önce, renkleri duyabilmek için beynini kalıcı olarak yapay sensörlere bağladı: Şimdi sadece renkleri değil, aynı zamanda titreşim şeklinde kızılötesi ve UV ışığı da duyabiliyor. Bu durumun kendisini çok özel yaptigini ve pozitif bir etki olduğunu dile getiriyor. Şimdi de zaman algısını bir implant ile değiştirmek istiyor. Harbisson, tamamen renk körü kılan nadir bir retina hastalığı olan, akromatopsi ile doğdu: Dünyayı sadece siyah beyaz görüyordu. “Çocukken renklerin varlığını görmezden gelmeye çalıştım çünkü benim için hiçbir anlamı yoktu fakat bu durum gün geçtikçe hayatımı zorlaştırdı. Musluğun hangi tarafının sıcak veya soğuk su ile işaretlendiğini göremedim. Ulusal bayrakların çoğu bana aynı görünüyordu. Ve büyük şehirlerde yolumu bulamadım, çünkü metro haritaları benim için ayrılmaz bir gri tonlar karışıklığındaydi. ”İngiltere’deki Dartington Sanat Koleji’nde çalışırken, ışık dalgalarının frekansını alan bir anten yapildi. 2004’te doktorum, ses frekanslarını kafamda titreşimler olarak hissede bilmem için sistemi kafama yerleştirmeye beni ikna etmeyi başardı” diyor.
Dünyada böyle bir operasyona giren ilk kişi sizsiniz. Ne içine girdiğinizi biliyor muydunuz? 80
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Teknoloji
Bu sanat projesine 19 yaşında başladığımda, tehlikelerin olduğu açıktı. Bedenim implantı reddedebilir ya da beynim yapay duyu uyaranlarını göz ardı edebilirdi. Ancak dağcılar da Everest’e tırmanmanın tehlikeli olduğunu biliyorlar ama bu onları durdurmaya yetmiyor. Sonunda her şey yolunda gitti. Sadece zaman zaman anten ağrısından muzdaripim, işte o zaman bir antenim olduğunu hissediyorum. Ağrı kesiciler ile idare ediyorum.
Projeye bilim adamları eşlik etti mi? İspanyol nörologlar beynimin yeni girdiye nasıl uyum sağladığını görmek için beyin taramaları yaptılar. “Normal” insanlarınki gibi görünmüyor: görme ve duyma sırasındaki beyin aktivitem karıştı. Seminerinizde söylediğin gibi, beyninizin antene kalıcı olarak bağlanması iki ay sürdü. İnce titreşim farklılıklarını gölgelere çevire bilmeniz ise üç yılınızı aldı. Neden sadece görme yeteneğinizi başka yollarla geliştirmeye çalışmadınız? Antenin avantajı, sıradan insan gözünden bile daha fazlasını algılaya bilmemdir. Aldığım birçok renk sizin için görünmez. Kızılötesi ve ultraviyole ışığı düşünün. Bu şekilde güneşte çok zaman geçirmenin güvenli olup olmadığını biliyorum. Gelecekte, X-ışınları ve radyo dalgaları da cihaza eklenecek. Ayrıca, anten gözlerime bağlı değil. Gözler genellikle yaşla birlikte kötüleşirken, teknolojik ilerleme ekstra duyu organımın her zaman daha iyi çalışmasını sağlar. Tamamen kör olsam bile hala renkleri görebilirim.
Dünyanızda ten rengi olmadığını söylediğinizde, her zaman çok alkış aldınız. Cilt renklerinin frekansları bana turuncu görünüyor: çok koyu ciltler için koyu ve çok açık ciltler için açık turuncu bir ton. Farklılıkları neredeyse hiç fark etmiyorum. Anteniniz İnternet aracılığıyla Uluslararası Uzay İstasyonunun kamerasına bağlanabiliyor. Uzayda ışık dalgalarını bu şekilde algılayabiliyorsunuz. Orası karanlık değil mi? Hiç de değil. Uzayı devasa bir renk patlaması olarak deneyimliyorum. Esas olarak ultraviyole ve kızılötesi spektrumda hareket ederler, bu yüzden sıradan insanlar tarafından görülmezler. Renk miktarı o kadar ezici ki, başım dönmüş ve hasta hissetmeden ona iki saatten fazla “bakamıyorum”. İzlenimler kitlesine alıştığımda, uzaya kalıcı bir bağ kurmak istiyorum. O zaman onu keşfetmek için bir astronot olarak uzaya gitmem gerekmiyor, ancak Dünya’dan gözlemleyebiliyorum. 81
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Teknoloji
Son zamanlarda akıllı dünya dışı yaşam arayan organizasyon SETI ile temas kurdum. Projeleriniz uzaydan toplanan tüm verileri analiz edecek insanlardan yoksundur. İnsanlar karşılık gelen sensörleri implante ederse, alanı duyusal astronotlar olarak keşfedebilirler. Örneğin, cyborg (yarı robot) meslektaşım Moon Ribas, ayağındaki bir sensörden aydaki depremleri algılayabiliyor. Kendimizi bir tür olarak yeniden tasarlamak aynı zamanda çevre için bir nimettir.
Yapay zeka ile olan algınızı geliştirmek yerine neden yapay anlamda bir organ istediniz? Ne fark var ki? Yapay zeka bana sadece çevremdeki renkleri verirdi. Yapay bir organ ise beynimi zekamla kendim geliştirmeme teşvik eder. Anten bana renklere ait titreşimler veriyor ve bu titreşimleri yorumlamak beynime kalıyor. Teknolojiyi bedenime entegre ettiğimden itibaren daha zeki oldum. Antenin sanal veya artırılmış gerçeklikle ilgisi yoktur; Ben buna “açıklanmış gerçeklik” diyorum. Aslında sürekli etrafımızda olan, ancak sıradan duyularımızla algılayamadığımız bir gerçeği ortaya çıkarıyor. Kızılötesi ve ultraviyole ışınları zaten var, ancak sadece teknoloji tarafından tanınabilirler. Gelecekte daha da fazla yapay duyu organlarının olacağına ve çevremizin daha gizli yönlerini bize göstereceğine inanıyorum. Zaten başka yapay duyularınız var. Dizinizdeki bir implant ile Dünyanın manyetik kuzey kutbunun nerede olduğunu görebilirsiniz. İçinde Bluetooth teknolojisine sahip bir dişle, konuşarak Mors kodları gönderebilirsiniz. Programlarınızda başka neler var? Şu anda 24 saat boyunca sıcaklığı başımda hissedebilecek bir güneş saati olan bir tür kafa bandı üzerinde çalışıyorum. Beynim bu tür bir zaman algısına alıştığında ise dönme hızını ve dolayısıyla zaman algımı değiştirmek istiyorum. Bir durumda istediğimde, ısı noktasının daha yavaş dönmesine izin verir ve zamanın daha yavaş geçtiği yanılsamasını hissederim. Aynı zamanda denge duygumu geliştirmek için sırtımda bir kuyruk yerleştirmeyi de düşünüyorum. Bir gün mizah anlayışımı kontrol edebileceğim bir organ oluşturmayı umuyorum. Sonra hayattaki her şeyi komik bulabilir ve gülerek ölebilirim. 82
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Teknoloji
İnsanlar neden teknolojiyi, vücutlarına implant etmeyi düşünmeli? Yıllarca hiç kimsenin aynı duyu organlarından aynı bilgileri almayı sıkıcı bulmaması beni her zaman çok şaşırtıyor. Vücudunuza basit bir sensör eklediğinizde, fark edilmeyen ama her zaman orada olan yeni bir anlam ve böylece bir gerçeklik elde edersiniz. Kendimizi yeni bir tür olarak yeniden tasarlamak çevre içinde bir nimet olabilir. Gezegeni binlerce yıldır ihtiyaçlarımıza uyarlıyoruz. Örneğin, dışarısı karanlıkken bile aktif olmak istediğimiz için, çok sayıda diğer hayvan türü için yıkıcı olan yapay ışığı icat ettik. Yaz günlerinde serin ve soğuk kış akşamlarında kendimizi sıcak tutmak için klima ve ısıtma cihazları geliştirdik. Karanlıkta görmemize ve vücut sıcaklığımızı kendimiz kontrol etmemize izin veren yapay organlar tasarlarsak, dünyayı rahat bırakabilir ve çok fazla enerji tasarrufu sağlayabiliriz. İnsan olmayan duyularım ve organlarım var. Bu yüzden yüzde 100 insan hissetmiyorum. Daha az insan olmak korkacak bir şey değildir. Normal bir insanın yapamayacağı şeyleri yapabilirim. Ve bunu muazzam bir zenginlik olarak görüyorum. Meraklılarına Neil Harbisson biyografisi : 1982 doğumlu İngiliz sanatçı, 2004 yılında kafasına bir anten yerleştirdi: kafatasının arkasına tutturulmuş ve alnın üzerine doğru eğilen bir tür metal hissedici. Işık dalgalarını yakalayan ve frekansları beyne titreşim şeklinde ileten, eyeborg olarak da bilinen küçük bir kamerası var. Harbisson, farklı dalga boyları ile 360 gölgeyi tanıyabilir ve renklerin doygunluklarını yoğunluğuna göre okuyabilir. 2012’deki bir TED konuşmasında, duyusal deneyiminin implantla nasıl değiştiğini anlattı. İlk başta frekansların renk adlarını ezberlemek zorunda kalmış ancak zamanla her şey şimdi hayallerindeki gibi algıya ve duygulara dönüşmüş. Tonları renklerle ilişkilendirdiğini, örneğin telefon zillerinin ona yeşil renk verdiğini anlatıyor. Harbisson, İngiliz pasaportunda “Eyeborg” ile resmedildiğinden, Harbisson hükümet tarafından tanınan ilk cyborg (yarı robot) oldu. Cyborg Vakfı ve Transspecies Society’nin kurucu ortağı olarak, 2010’dan beri cyborg haklarını temsil ediyor ve insan dışı kimlikleri ve yeni duyu ve organların gelişimini teşvik etmek istiyor. İngiliz sibernetikçi Kevin Warwick’e göre, bir kişi biyolojileri, özellikle sinir sistemi teknoloji ile birleştiğinde bir cyborg (yarı robot) olur. Bununla birlikte, tanım tartışmalıdır çünkü sınırlar modern tıbbın olanaklarıyla giderek bulanıklaşmaktadır. Yazan: İ. KAYA Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/yari-robot-insanlar/ 83
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Teknoloji
Güneş Enerjisinden Yararlanmanın Geldiği Son Boyut
Araştırma sahibi Güney Çin Teknoloji Üniversitesi bilim insanları. Çinli bilim insanları, güneş ışınlarından elektrik üretmek için kullanılabilecek bir pencere camı malzemesi geliştirdiler. Artık alışık olduğumuz gibi, evimize giren güneş ışınlarının sıcaklığından korunmak için perdemizi ya da panjurumuzu kapatıp, klimamızı açmaya gerek kalmayacak. Bu yöntem evimizin içini kararttığı içinde ekstra ışık yakmak zorunda da kalmayacağız. Bu buluş cama, film gibi kaplanıyor. Film ısıyı kapalı tutup, aynı zamanda da hala ışığın eve girmesini sağlıyor. Araştırma, “Joule” dergisinde yayınlandığında büyük ilgi görmüştür. Araştırma ekibinden Hin-Lap Yip, bu alternatif güneş enerjisi filmlerine, “ organik fotovolttaik” ismini verdiklerini belirtti. Pencereleri elektrik jeneratörlerine ısı yalıtım malzemesi olarak dönüştürmek için mükemmel bir yöntem olduğuna bilim insanları hem fikirler. Bu buluş da, bilim adamlarının zorluğu, binanin aşırı ısınmayacağı şekilde yansıtılması için ışık miktarını ayarlama ve pencereden hala yansıtılması gereken ışık miktarını dengelemek idi.. Bunu yapmak için, daha önce bu görevlerden bireysel olarak sorumlu olan malzemeleri bir araya getirdiler. Farklı amaçlar için farklı dalga boyları kullandılar.. Kabaca özetlemek gerekirse ; Prototip film, yüksek enerjili UV ışığını ve bina ısıtmasının ana nedeni olan kızılötesi ışığın çoğunu yansıtır. Kızılötesi ışık ise bu yansıtılan ışığı elektriğe dönüştürür. Aynı zamanda, güneş radyasyonu görünür kısmı prototip film ile parlayabilir, böylece onunla hazırlanan bir pencere hala saydam olabilir. Evinizin ısıdan yalıtımını sağlarken, aynı zamanda ışığınız ve güneş enerjisinden üretilmiş elektriğiniz olabilir. Çeviri: İ. KAYA Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/gunes-enerjisi/ 84
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Teknoloji
Mühendisler Ahtapottan Esinlenip, Kamuflajlı Robotlar Yapacak
Hayvanları doğal ortamlarında gözlemek için, bilim adamları bazen robotlar kullanır. Fakat yine de bu konuda acemice kamuflaj yapılmış olduğu için, görünür ve böylece hayvanları korkutur. Ahtapotlar, daha iyi kamuflaj yapabilmemiz için harika yollar gösterdiler. Ahtapotlar sadece akıllı sayılmakla kalmaz, aynı zamanda kendilerini mükemmel biçimde kamufle edebilirler. Bilim adamları hayvandan birkaç hüner alarak yeni, bir materyal geliştirdiler. Yeni kamuflaj ile hayvan gözlemleri daha kolay olabilir. Fakat aynı zamanda askeri uygulamalar da kullanımı mümkün olduğundan sonuçlar heyecan yarattı. New York, Cornell Üniversitesi’nden James Pikul liderliğindeki bilim insanları, silikon içinde esnek, ancak gerilebilir bir lif ağını geliştirdi. Silikon cilt şişirilirse görünür şekle gelen robot yaptılar. Araştırmacılar “Science” dergisine sonucu paylaştılar. Makaleye göre; Sistem, şişen nesnenin, şişirilmeden önce etrafına sarılan bir balona benzer şekilde çalışılıyor. İtalya’nın Pisa kentindeki Sant’Anna İleri Araştırmalar Okulu’ndan Cecilia Laschi, “Bilimsel” bir yorumda “Sonuçları etkileyicidir. Örneğin, hayvan araştırmalarında robotlardaki bu teknolojilerin uygulama alanlarını çok geniş. Yumuşak robotlar, çevreye uyum sağlayarak kendilerini gizleyebilirler. Bu, onların doğal yaşam alanlarında birçok türe yakınlaşmalarını sağlar. Kamuflaj, aynı zamanda askeri robotlarda da kullanıla bilinir.” yazdı. Suni kamuflaj üretiminde önemli bir iş birliği ortağı, Woods Hole’daki (Massachusetts, ABD) Deniz Biyolojik Laboratuvarından Hanlon ve ekibi,. ahtapotların, kendilerini gizlemek için çevreye uyum sağladıklarında, derisindeki değişimin, 85
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Teknoloji
neler olduğunu araştırdı. Böylece, Hanlon ve ekibi ahtapot derisinde papillerin (kabarcıkların), siğil benzeri yapılarının işleyişini açıkladılar. Bu yapılar, ahtapotu, kaldırıp alçaltabiliyor. Hanlon`un yaptığı açıklamaya göre, “kabuksuz yumuşakçalar olan ahtapotların, temel savunmaları şekli, değişen derisidir.” Bundan ilham alarak mühendisler, üç boyutlu bir yapıya dönüşebilen iki boyutlu bir materyal geliştirdiler. Pikul, “Mühendisler yumuşak, esneyebilen malzemelerin şeklini öğrenmek için çeşitli yollar geliştirdiler, ancak kolay, hızlı, güçlü ve kontrol edilmesi kolay bir hale getirmek istediler ve bunun için ahtapotlar ilham oldu” dedi. Bu malzeme, şişirildiğinde iki farklı yapıya sahip olan bir membran (bazal zar) oluşturur: Saf silikon yüzeyleri önemli derecede gerginken, iplik örgüsüyle olanlar oldukça sağlam dururlar. Elyaflar ahtapot kaslarının görevlerini devralır, silikon deriyle kıyaslanabilir. Hava pompalanırken, yapay papillalar (kabarcıklar) kurulur. Lifler ise yapıya şekil ve istikrar verirler. Pikul ve meslektaşları ilkeyi diğer uygulamalara aktardılar. Böylece uygun şekilde kesilmiş örgülü bir bitki kurdular. Şişirildiğinde, yaprakları taklit eden bir yüzeyden bir yüzey daha yükseliyor. Mühendisler, hatta taş şekillerini bu şekilde yeniden üretebildi. Bundan sonra doğal ortamdaki canlılar çok daha iyi gözlemlenecek. Askeri alanda ise bu teknoloji, ordulara üstünlük kazandıracaktır. Ayrıca, ahtapotların ve bazı canlıların kamufle olabilmek için kullandığı başka bir özellik olan “renk değiştirme” ye de baktılar: Mühendisler, bundan da ilham aldılar. Bu efekti, ışık yayan, akımın tek yönde akmasına izin veren bir yarı-iletken elektronik devrelerden (diyotlardan) yapılan, gerilebilir bir ekranla elde etti. Özgün Çeviri: İ. KAYA Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/kamuflajli-robotlar/
86
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Teknoloji
Avrupa`dan Sıcaklara Doğal Çözüm, Sünger Binalar
Sıcaklığın her yıl daha da çekilmez boyutlara gelmesi, özellikle yaşlılar ve çocukları olumsuz etkilemesi üzerine harekete geçen, Avrupa Belediyeleri, gölgesinde serinlik verecek ve nemi absorbe edecek ağaçların oluşturduğu şehir planlamaları ile değişikliğe gidiyor. Simülasyon destekli planlamada kullanılacak ağaçların uygunluğu test edilerek, binaların çatı ve duvar çevresini yeşillendiriyor. Yeşil çatılar ve cepheler binalarda doğal klimalar gibi çalışıyor. Gölge sağlıyor ve şehrin nemini tutuyor. Yeşillendirilmiş ve çimlendirilmiş sünger çatılar ise yağmur suyunun düz çatılara oranla çok daha yavaş akmasını sağlıyor. Böylece sarmaşık ve çimlerin çatıda tuttuğu yağmur suyu binalara serinlik veriyor. Bu şekilde binaların serinletilmesinin normal klimalara göre en büyük avantajlarından biri de normal klimalar bina sıcaklığını şehre yönlendirirken, bu sistemde ise böyle bir sıcaklık yönlendirmesi söz konusu değildir. Aynı zamanda bu işlem için ekstra enerji ihtiyacına da gerek yoktur. 2019 yılı itibariyle mimarlar, bina planlarında bu sistemi göz önünde bulundurmakla yükümlü olacaklardır. Thuringian Sürdürülebilirlik ve İklim Korumasi Enstitüsü, gelecek yıllarda artan sıcaklık ve kuraklığa dayanıklı, gölgeleriyle klima görevi sağlayacak ağaç türlerini seçti. Geleceğin ağaçları, Kahverengi bakla biçimli meyveleriyle tarla akça ağaçları ve robinya ya da akasya ağacıdır. Ayrıca şehirlerde kamu binaları ve kütüphaneler, sıcaktan bunalan vatandaşlara, soğuk odaları ile dinlenme hizmeti verecek şekilde dizayn edilecek. Hava durumuyla ilgili serinletilmiş yerler ve bu yeni ekilecek ağaçların yoğunlukta olduğu güzergahlar ile eczane ya da arkadaş ziyaretine en kestirme, gölgenin en çok 87
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları
Daha Fazlası yerden gitme konusunda da iklim optimizasyonlu rotaları gösteren bir uygulamanın telefonlara uygulanması düşünülüyor. Geleceğin evlerini şimdiden planlayan Avrupa, en az enerji ihtiyacı ve en doğal çözümler ile yine farkını bu projeyle göstermiş oldu. Özgün Çeviri: İ. KAYA Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/avrupadan-sicaklara-dogal-cozum-sunger-binalar/
Tren Yollarına Neden Taş Dökülür Tren yolundan geçen herkes tren raylarının arasında ve altındaki çakılları görmüştür.
Peki, neden bu çakıllar vardır? Bu çakıllar trenden raylara gelen yükü geniş alana dengeli ve eşit dağıtmayı sağlar. Bu paralel döşenmiş rayların toprakla direk temasını önler böylece rayları dondan, çamurdan ve çürümekten korur. Yağmur sularının dışarı atılmasını kolaylaştırır. Yazan: Selim ÖZTEMEL Kaynak: https://cilginfizikcilervbi.com/tren-yollarina-neden-tas-dokulur/ Not: Çılgın Minikler YouTube Serisi 1. Bölüm 88
Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları