Devrimci Cephe
İÇİNDEKİLER
3
Yeni bir yayınla yeniden MERHABA... - Bedir Aydın
5 6
Irak’ta Yeni Hükümet Sadr’a Emanet - Feza Yılmaz
7 9
Amerika Irak Kürtlerini kendi tarafında tutmakta zorlanabilir. Türkiye’nin Irak Kürtlerine güvence olması için de önce kendi Kürtleriyle sorununu bitirmesi gerekir. Kendi evindeki kavgayı çözemeyene başka kavgada aktör rolü verilmez.
Brezilya’da Sermayenin “Solcu” Başkanı
Dilma Roussef, Bulgar göçmeni bir ailenin iktisatçı kızı. 1964’te diktatörlük döneminde gerillaya katılmış ve mücadele vermiş. 1970’de yakalanıp işkence görmüş ve 72’ye kadar hapis yatmış.
Avrupa’da Sınıf Mücadelesi Yükseliyor
Fransa genel grevi öncesi Avrupa Sendikalar Birliği tarafından Ekim ayı başında Brüksel’de yapılan büyük mitinge tüm Avrupa ülkelerinden sendikalar yüz binlerce işçi ile katıldılar.
Bizim Şairimiz Enver Gökçe
Enver Gökçe, devrimci şiirin bu halk ozanı, şiirlerini bir halk ezgisine dizeler katar gibi, kelimelerden doğaçlama türküler çıkarır gibi, mülksüzlerin tüm sadeliği, hırçınlığı ve kavgacılığıyla yazdı şiirlerini.
10
Toplumun Vicdanı Olarak Tecavüz - Ayşe Baran
12 23
Gelinen Aşamanın Suni Denge Analizi ve Çıkarımlar - Ali Efe
- Devrimci Cephe Aylık Siyasi Dergi Aralık 2010 Sayı : 1 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : Okan Duman 2
Dünyanın bütün dillerinde en kolay öğrenilen kelime, çünkü bir insanın karşısındakine verebileceği en kolay ve en güzel şey merhaba... paylaşılması kolay bir gülücük gibi....
Tecavüz cennetidir bu topraklar zira; tüm toplumun susarak, üstünü örterek, tecavüze uğrayanları bir de kendisi cezalandırarak, intihara zorlayarak, bizzat öldürerek, resimlerini ayrıntılarını şehvetle yayınlayarak katıldığı bir toplu mütecavizlik ayininin devasa kilisesidir.
Türkiye devrimci hareketi yığınları devrime kazandırabilmek için her tür mücadele ve örgütlenme tarzını denedi, ancak yığınları sokağa ve devrime yöneltemedi.
Ekim Devrimi Ruhuyla Yine Devrim, Yine Sosyalizm - Onur Yücel
Ekim Devrimi’nin öğretileri ve devrimci ruhuyla, bu yüzyılda da emperyalizmin karabasanı olmaya devam edeceğiz.
Adres : Bülbül Mahallesi Küçük Şişhane cad, No:3-5 Daire 4 Beyoğlu/ Taksim Basım Yeri Gün matbaacılık reklam film basım yayın san limited sirketi 5 yolmahallesi Akasya sokak No 23/a Küçükçekmece Istanbul Tel : 212 426 63 30
Devrimci Cephe
Yeni bir yayınla yeniden MERHABA... Bu kelimeden güzeli var mı?
Dünyanın bütün dillerinde en kolay öğrenilen kelime, çünkü bir insanın karşısındakine verebileceği en kolay ve en güzel şey merhaba... paylaşılması kolay bir gülücük gibi.... Geçmiş ve gelecek; gelecek uzun sürer; geçmiş de... Çünkü geçmiş o uzun geleceğin içinden hiç eksilmez... Her devrimin diyalektiği gibi her yeni gün de geçmişin diyalektiğidir. Yanlışları ve yanılgıları biriktirmektir de geçmiş bir anlamda; yanlışlardan ve yanılgılardan, doğruları doğurtmaktır devrim... Ve işte dünden bugüne her yeni gün yeniden doğan bir itiraz ve başkaldırıdır. Kesintisiz ve sürekli devrim yürüyüşünde her gün kusursuz bir gündür itiraza ve yeniden başlamaya... O yüzden Tarihimiz; Bedrettinlerle başlayan zorlu yolda Mustafa Suphi ve 14 arkadaşının Karadeniz’in karanlıklarını aydınlatmaları, Kızıldere`de Mahir, üniversitelerde Deniz, kırlarda İbo`dur, işkencelerde ser verip sır vermemedir, zindanlarda meşale olanlar, ölüm oruçlarında ölümü kepaze edenler ve düşman karşısinda inancın simgeleri Agitler, Niyazlar, Sinalar; Bedrilerdir. Orhan`dır umudun sesini haykıran tarihe ve bizlere. Tarihten aldığımız birikimle birlikte yaşama hazır ve basit yanıtlarımız yok, çünkü hayatı derinden kavramaktır devrimcilik... hayata ve geleceğe duyulan derin bir inançtır... Tarihten bize kalan çok güçlü bir gelenek ve yaratılan değerlerdir rehberimiz yarınlarda.... Bu yüzden tarihimiz yeni değil, yeniden merhaba derken o geçmiş tarihin üzerinde yükseliyoruz. Gelecek onurlu günlerin habercisidir bu geçmiş aynı zamanda, işte biz o geçmişte acıları, sevinçleri, dostlukları, yoldaşlıkları, yenilgileri, zaferleri yaşadık. İhanet tohumlarının ekildiği süreçlerden de geçerek bu günlere ulaştık. Hiçbir zorluk umudu tüketmedi, aksine karşılaştığımız her zorluk, geleceğe olan inanç ve geçmiş değerlerimize olan bağlılığımızı daha da güçlendirdi. Bu tarihi inançla yoluna devam edenlere, onu sahiplenenlere, bu değerlerin kirletilmesine, yok edilmesine yönelik çokça oyunlar oynandı. Ancak tarihten aldığımız haklılığımız ve inançla bunun karşısında set oluşturma çabamızda geri kalmadık. Her şey bitti dendiği, hâkim sınıfların bitirdik, yok ettik, üç beş kafadar, atomlarına kadar parçaladık, kökünü kazıdık dediği dönemlerde bile daha güçlü ayağa kalkmasını bildik ve şimdi de dosta düşmana karşı dimdik ayaktayız. Ancak gelecekte bizleri daha da çetin ve zorlu günler bekliyor. Bu zorlukların ve sıkıntıların bilincindeyiz. Bugüne ka-
dar halkın onurlu kavgasının sevinci, hüznü, sesi, kulağı, gözü olmaya çalıştık, bundan sonra da aynı kararlılık ve inançla bu görevimizi sürdürmeye devam edeceğiz. Bunun getirdiği, getireceği sorumluluk ve bedellerin bilincinde olmanın adımlarıyla yürüyoruz. Kapitalizmin çöküşünü durduramayacaklarını iyi bilen emperyalistler, çöküş sürecini uzatabilmenin ince hesapları içerisinde. Afganistan, Irak halkı nezdinde tüm Ortadoğu ve dünya emekçi halklarına saldırmanın ve açık işgalin sonuçları ortada. Bu yaşanan karmaşıklık ve kargaşa döneminde, sadece dünya devrim deneyleri içerisindeki devrimci örgütlerin mücadele tarihlerini diyalektik-tarihsel materyalizmin bilinci ve yöntemleri ile ele almak değil, dünyayı, yaşamı kısaca her şeyi bu bilinç ve yöntemlerle değerlendirmek devrimci olmanın zorunluluğudur. Bugün içinden geçtiğimiz süreçte hâkim sınıflar arasındaki çelişki ve çatışmalarda iktidar boşluğu yeniden şekillendirilirken, liberaller ile ulusalcı blok diye ifade edebileceğimiz blok arasındaki saflaşmayı iyi görmek zorundayız. Bu kavgada, “demokratikleşme” ile “gelenekselciler” diye adlandırılan iki grup (ki her iki kesim de büyük yalan ve demagojiyle solu ve emekçileri kendi aralarındaki dalaşmanın figüranı yapma çabasındalar) vardır. Ama unutmamak gerekir ki, bu onların kavgası ve bu iki kesim arasındaki çatışmanın faturası ve sonuçları yine sola ve emekçilere çıkarılacaktır. Bunu iyi görmek ve bunun figüranı olanlarla aramıza kalın çizgiler çizen olmak zorundayız. Bununla birlikte bu ikiyüzlü yalancıların yüzlerindeki maskelerini de düşürmek zorundayız. Keza aynı noktada Kürt ulusunun özgürlük mücadelesi konusunda da aynı çatışma görülmektedir, değişen tek şey söylemlerdir. Bu konuda ideolojik ve stratejik bir değişim söz konusu değildir. AKP “demokrasi, açılım, barış” vb söylemleriyle, özünde Kürt sorununa bir çözüm üreteceğinden değil, sahte söylemlerle, demagojiyle zaman kazanma çabasında ve asıl hedef olarak da Kürt özgürlük hareketini tasfiye planlarının hazırlıklarını yapmaktadır. Bunlar karşısında bugün Kürt ulusunun özgürlük mücadelesinin geldiği aşama ve yarattığı sonuclar açısından, bu mücadele sahiplenilmeden, aradaki mesafe giderilmeden, bu topraklarda demokrasi mücadelesinden bahsetmek kendini kandırmaktan öteye gitmeyecektir. Bugüne kadar yaşanan deneyler ve birikimlerden sonuç çıkarmak, yarına daha sağlam adımlarla yürümeyi de sağlayacaktır. 3
Devrimci Cephe Bu ifade, bir yanı ile de yaşama-doğaya dair olan her şeyin kendi aralarında, geçmişle, bugünle ve tabii ki gelecekle bağlarını da belirtir. Yaşanan yenilgilerin ve gerilemelerin arkasına saklanan, varolan koşullara teslim olan ya da sistemin çizdiği sınırlara hapsolan değildir. Yaşadığımız sürecin ilişki ve çelişkileri ele alındığında, gelişmeler ve olaylar dizgesi incelendiğinde karşımıza çıkan devasa tablonun hiç de basit olmadığı görülecektir. Zira yaşam denen zenginliğin karmaşık gelişmeler, çelişkiler, gel-gitler, gerilemeler, ilerlemeler içeren bir bütünlük taşıdığı açıktır. Tüm bunların somut gerçekçi analizlerle değerlendirilmesi, teorinin gerçek gücünü ortaya çıkarmak bizlere daha güç katacaktir. Sınıflar savaşının gerçeği olan zaferler ve yenilgiler arasındaki diyalektik bağın bilince çıkartılamayışının yanında, bilincimizin, yenilgiler karşısında sergileyeceğimiz pratiğe yön verip verememesi önemlidir. Bizi belirleyen, yenilgiler karşısındaki tavrımızdır. Tavrımız ise ya diyalektik-tarihsel materyalizmden yoksun düşünce yapısının yönlendirdiği pratik olan yenilginin kabullenilmesi, düş kırıklığı, yılgınlık psikolojisi şeklinde karşımıza çıkan küçük burjuva tavırlarla mücadele kaçkınlığı olacak, ya da diyalektik-tarihsel materyalizmi kavramış, sömürü ortadan kalkmadığı sürece sınıflar savaşının ve de devrimci mücadelenin süreceği gerçeğini anlamak, devrimci mücadele var olduğu sürece yenilgi ve zaferlerin de var olacağı gerçeğine göre davranmak olacaktır. Zaferlerde mücadeleyi sahiplenip yenilgi dönemlerinde mücadeleyi, örgütü, yoldaşlarını terk ederek sömürü çarkından medet umar hale gelme acizliği gösterenler, bilmelidirler ki, ilk önce kendi gerçekliklerine ihanet etmektedirler... Yenilgi dönemlerinde mücadelenin daha çok sahiplenilmesi gerektiği içselleştirilmeli, bütün bunlarla birlikte yenilgiyi yaratan şartların temeline derinlemesine inerek yenilginin nedenleri ortaya çıkarılmalıdır. Bu nedenler etkisizleştirilerek yenilgilerin nedenlerine karşı verilmiş olunan mücadelenin teorik-pratik birikimi bilince dönüştürülmüş, mücadelenin önü açılmış olacaktır.
4
Altını çizmenin zorunluluk olduğu yer; yaşadığımız yenilgi ve olumsuzlukların nedenlerini bulup, bu nedenlere karşı verilen mücadelenin devrimci birikim ve bilinç olarak kazanıma dönüştürülmesi sorunudur... Sonuçlara ve bu sonuçları keskinleştiren etkilere saplanıp üzerine gitmek, mücadele edilmesi gerekli olan bu sonuçları yaratan nedenleri unutmamak, unutturmamak önemlidir. Sonuçları yaratan nedenleri, yaşanan süreci ve o süreci belirleyen unsurları ele almak gerekir. Sorunların kaynağına, yaşam bulduğu-beslendiği derinliklere inmek doğru yaklaşım olacaktır. Bu anlayışla Devrimci Cephe dergisi, toplumsal hareketin merkezi olmaktan çok bir köprü olma amacını taşımaktadır. Toplumun her kesiminde, Kürt ve çeşitli azınlıkların, işçi, memur, öğrenci, kadın, işsiz, varoşlardaki yoksul halkın yani tüm toplumun sistemden kaynaklı sorunlarının farklı öncelikleri olsa da, ortak paydaları bu sistemde düğümlenmektedir ve sistemle mücadele her kesimin ortak sorunudur. Tüm bu kesimlerin farklı yönelim ve gelenekleri olsa da bir araya gelme zorunluluğu ortadadır. Devrimci Cephe aynı zamanda bu birlikteliğin bir parçası, toparlanma noktası olabilmeyi amaçlıyor... Sistemin sahipleri, aralarındaki tüm çatışma ve çelişkilere rağmen ezilenler karşısında, ezilenlere yönelik tek vücutlar, bunun karşısında biz de birlik-dayanışma ruhuyla sol emekten yana olan toplumun her kesiminin birlik ruhunu yeniden inşa etmek zorundayız. Bitmedi o kavga, sürüyor ve sürecek, yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek...
Bedir Aydın bediraydin@devrimcicephe.org
Dış Haberler
Devrimci Cephe
Irak’ta Yeni Hükümet Sadr’a Emanet
Feza Yılmaz fezayilmaz@devrimcicephe.org
Irak’ta seçimlerin üzerinden 7 ay geçmesine rağmen hükümet bir türlü kurulamamıştı. Mart ayında yapılan seçimlerde İyad Allavi’nin Irakiye koalisyonu 325 koltuktan 91’ini kazanırken Nuri el Maliki’nin Hukuk Devleti koalisyonu 89 koltukta kalmış, Şii grup Irak Ulusal İttifakı 70 milletvekili, Kürt partileri ise 43 milletvekili çıkarmıştı. Hiçbir grup tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde edemeyince, koalisyon görüşmeleri büyük hız kazandı. ABD, başını Mukteda el Sadr’ın çektiği direnişçi Şiilerle yapılacak koalisyona şiddetle karşı çıkarak Allavi ile Maliki’nin ortak hükümet kurması için baskı yapmayı sürdürüyordu, çünkü el Sadr ile ittifak yapılması emperyalizmin bölgedeki gücünün azalması ve İran’ın elinin güçlenmesi anlamına gelecekti. En büyük desteğini ABD’den alan Allavi, hükümet kurma çalışmaları kapsamında geçmiş aylarda çeşitli bölge ülkelerini ziyaret etti. Hatta Suriye’yi Allavi’yi desteklemeye ikna etmek, kendi tarafına çekmek için, emperyalizm Hariri cinayeti konusunda uluslararası alanda Suriye’yi suçlamaktan vazgeçme tavizini vermeye hazırdı. Lübnan Hariri cinayetinde Suriye’nin dahli olmadığına dair açıklamalar yaptı, Türkiye’den heyetler gitti geldi.
ikna etmek de, emperyalizmin güçlerini konumlandıracağı bölgesel yerleşkesinden olması anlamına geliyordu. Mukteda’nın Kerkük’ün Kürtlere verilmesi konusunda öteden beri dile getirdiği görüş, yeni hükümet formülüne Kürtlerin sıcak bakmasında önemli bir manivela oldu.
“açılım”ın sadece hükümetin kendi inisiyatifi olduğunu, emperyalist güçleri ve bölgesel aktörleri içermediğini belirtmiştik. Sonuçta öngörülerimiz haklı çıktı, sonrasında hem hükümet, hem de türküyle kürdüyle tüm liberaller bu “açılım”ın tutmadığını ikrar ettiler. Bununla birlikte gene dedik ki, emperyalizmin bölgesel politikaları açısından devletin KürtlerAllavi kanadı koalisyonda yer almamayı le barışması bir zorunluluktur. Ve gün geçti ancak cumhurbaşkanlığı karşılığında kabul devran döndü bu arada. Dün tutmayan açılım edeceklerini söyledi, Kürtler rest çekerek bugün yapılabilir hale geldi. cumhurbaşkanlığı bizim hakkımızdır, siz de parlamento başkanlığıyla yetinin, dedi. Öngörülerimiz gene isabet kaydetti, emCumhurbaşkanlığı sorunu da Irak Kürtleri- peryalist planlar açısından Kürtlerle yeniden nin Allavi’den uzaklaşarak Maliki-Sadr ce- yapılanma olmazsa olmaz bir ihtiyaç haline phesine yaklaşmasının önemli bir nedeni- geldi. Barış konusunda mevcut iktidarı aşan ydi, çünkü Allavi cumhurbaşkanlığının bir uluslararası aciliyetin varlığını, inkârcı Kürtlerden alınarak kendisine verilmesinde AKP hükümetinin yerine devreye bizzat devısrarlıydı. let güçlerinin girmesi, örneğin Öcalan’la Neticede bu yazının yazıldığı sırada, pazarlıkları bizzat devlet unsurlarının yapması açıkça göstermektedir.Meseleyi emperyalizmin İran karşıtı bölgesel politikaları ve somut olarak Irak üzerinden okumayı sürdürelim. Emperyalist güçlerin tüm çabalarına karşın Irak Kürtleri yeni hükümete onay verdi. Bu elbette Iraklı Kürtlerin emperyalist güçlere sırt çevirdiği anlamına gelmez, ama kimseden yumurtalarını tek bir sepete koymasını beklemek de doğru değildir. Bu durumda Türkiye, Irak Kürdistan’ı açısından bir referans noktası olamazsa,
Öte yandan bölgesel rolü çok büyük olan İran da devreye girdi ve Şii lider Mukteda el Sadr ile Maliki’nin yan yana gelmesinde katalizör rolü oynadı. Türkiye’den Erdoğan ve Davutoğlu’nun oynamaya çalıştığı rolü İran Devlet Başkanı Ahmedinecad da oynadı ve Suriye’ye giderek önemli bir gövde gösterisi yaptı. Irak’taki ittifak konusunda hem Suriye hem de Hizbullah’ın onayını aldı. Sadr’ın Mehdi ordusunun ezilmesi için Amerikan güçleriyle işbirliği yapan ve Sadr’ın İran’a sürgüne gitmesine neden olan Maliki ile Sadr arasında aşılmaz sanılan bir husumet vardı, ancak İran politika sanatının tüm inceliklerini kullanarak olmazı oldurdu.
Mukteda’nın desteğiyle Maliki’nin hükümeti kurarak tekrar başbakan olacağı belli oldu, Talabani cumhurbaşkanlığını sürdürecek, Allavi tarafına da parlamento başkanlığı kaldı. Diyebiliriz ki İran bu hamlede emperyalist güçleri geri püskürttü.
Amerika Irak Kürtlerini kendi tarafında tutmakta zorlanabilir. Türkiye’nin Irak Kürtlerine güvence olması için de önce kendi Kürtleriyle sorununu bitirmesi gerekir. Kendi evindeki kavgayı çözemeyene başka kavgada aktör rolü verilmez.
Irak’taki bu süreç ve Kürtlerin aldığı tutum Türkiye’yi özellikle ve birebir ilgilendiriyor. Irak’ta hükümet oluşturulurken Davutoğlu’nun orada olması tesadüf değil.
Süreç Mukteda’dan, dolayısıyla İran’dan yana (unutmamalı ki, Mukteda el Sadr İran’ın Kum kentinde ayetullah olma eğitiminden geçiyor) akınca, geriye bir tek Kürtleri ikna etmek kalıyordu, Kürtleri Maliki-Sadr ittifakına
Konuyu şöyle açalım: Geçen sene AKP “Kürt açılımı”nı başlatıp gerillaların Habur’da karşılanmasına izin verirken, liberaller Kürt’üyle Türk’üyle hep birlikte sevinç kutlamaları yaparken, biz bu sürecin tutmayacağını, tutamayacağını, çünkü bu
Bu yüzdendir ki, KCK davasında düşmanlığını iyice açığa vuran, “tek dil, tek millet, tek devlet” diyen Erdoğan’ın ağzından konuşan, tüm anayasa değişikliği çalışmalarını seçimden sonraya öteleyen mevcut iktidar, dümeni onun elinden alan devlet güçlerinin Kürt barışına doğru rota çevirmesiyle bir anda ne olduğunu şaşırmıştır. Anlaşılan o ki, Kürt sorunundaki Aşıti rüzgârları TC’nin halaylarında değil, güneyli Kürtlerin “gowend”lerinde esmeye başlayacaktır.
5
Devrimci Cephe
Brezilya’da Sermayenin “Solcu” Başkanı Dilma Roussef, Güney Amerika’nın en büyük ve en kalabalık ülkesinin ilk kadın devlet başkanı seçilerek tarihe geçti. İlk “sosyalist” kadın başkan Dilma Roussef, koltuğu Devlet Başkanı Lula de Silva’dan devralıyor. Dilma Roussef, Bulgar göçmeni bir ailenin iktisatçı kızı. 1964’te diktatörlük döneminde gerillaya katılmış ve mücadele vermiş. 1970’de yakalanıp işkence görmüş ve 72’ye kadar hapis yatmış. Seçim kampanyasında hem sendikal kökleriyle halk arasında çok popüler olan Lula’nın halefi olmasının hem de darbe mağduru-solcu-kadın imajını süsleyip püsleyip sunmasının başarısındaki rolü çok büyük. Bir yandan Castro ve Chavez gibi solcu liderlerin Brezilya’nın “ilerici” dış politikasını övmesi de yoksul kitleler nezdinde Lula ve Dilma’nın temsil ettiği hareketi daha güvenilir kılıyor. Latin Amerika’da yükselen sol eğilim Brezilya’yı da etkisi altına almıştı, ancak Brezilya BRIC -Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin- adlı yeni ekonomik gücün içinde yer alması ve hem ekonomik hem diplomatik açıdan dünya çapında bir aktör olduğunu kanıtlamasıyla öteki Güney Amerika ülkelerinden farklı. Lula döneminde yeni sömürgeciliği tanımlayacak politikalarla tarım işletmeleri, işlenmemiş ürünler, madencilik sektörleri kazançlı çıktı. Çok uluslu şirketler ve bankalar büyük gelirler elde etti. Lula’nın temsil ettiği “sol” zihniyet, Topraksızlar Hareketi örneğinde olduğu gibi asıl olarak ezilenlerin örgütlenmesini bölmeyi ve yozlaştırmayı amaç ediniyordu, bunu da büyük ölçüde başardı. Lula’nın halefinin ondan daha farklı davranacağını ve pazarladığı “sosyalist” adının hakkını vereceğini düşünmek için bir neden yok. Zaten Güney Amerika’da yükselen sol ve askeri diktatörlüklere karşı kesin tavır alış, Brezilya sağında Lula’nın 2014 ve 2018 seçimlerinde başkanlığa geri döneceği korkusu yarattı. Belki de öteki BRIC ülkesi Rusya’daki Medvedev-Putin ikilisi örneğini Brezilya’da da göreceğiz. 6
Vive la Résistance Fransa’da sendikalar emeklilik reformu adıyla emeklilik yaşının 60’dan 62’ye yükseltilmesini getiren yasaya karşı Ekim ayı boyunca defalarca genel greve gitti. Ulaşım ve eğitim felce uğrarken sendikalara öğrencilerden de destek geldi. Tüm ülke durmadan, uyumadan, yılmadan eyleme kalktı. Yollarda barikatlar kuruldu, öğrenciler ve emekçiler polisle çatıştı. Halkın büyük kısmının da desteklediği eylemlere damgasını lise öğrencileri vurdu. Kendilerine “işçilerin askeri” adını veren genç militanlar hemen her şehirde sokağa çıktılar ve polisin gaz bombalı terörü
karşısında sokaktaki araçlarla barikatlar kurarak polisle çatıştılar. Liseler ve üniversiteler işgal edildi; havaalanlarında grev nedeniyle uçaklar kalkmadı, çöpler toplanmadı, 12 petrol rafinerisindeki grev nedeniyle akaryakıt sıkıntısı son haddine ulaştı. Bütün bu karmaşa içinde Sarkozy de geri atmadı ve Fransız Parlamentosu emeklilik yasa tasarısını kabul etti. Sendikalar ve öğrenciler eylemlerin kazanana kadar süreceğini söylüyor. Ancak derler ki Fransa’da liseliler, üniversite öğrencileri ve demiryolu işçileri bir araya gelirse yenilmezlermiş. Önümüzdeki günler sınıfın gücünü Fransa’da bir kez daha göstermesine gebe.
Avrupa’da Sınıf Mücadelesi Yükseliyor Bu fırtınadan en az bir şey öğrenmiş olalım, kapitalizm hiçte gözümüzde büyüttüğümüz kadar güçlü değil, sınıf 11 gün boyunca düzenin bekçilerini epeyi bir hırpaladı.
Devrimci Cephe Üst düzey yöneticilerin aldıkları “fahiş” ücretleri eleştirmenin ötesine gidemediler.’ (Ağustos 2009) Sendikalar bu konuda yalnız da değildiler, sınıfın politik önderliklerinin perspektifleri hala 89 duvarın yıkılışında kalmıştı. Bu durumda sınıfın tepkileri kendi içine yöneldi, ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Yunanistan kıvılcımın çakmasından hemen sonra ise, sendikalar çekildikleri sığınaklarından başlarını çıkarmak zorunda kaldılar. Fransa genel grevi öncesi Avrupa Sendikalar Birliği tarafından Ekim ayı başında Brüksel’de yapılan büyük mitinge tüm Avrupa ülkelerinden sendikalar yüz binlerce işçi ile katıldılar. da katıldı. ‘Tasarruf tedbirlerine hayır, öncelikle çalışma’ sloganı ile yapılan miting, Avrupa Birliği ülkelerinde, tasarruf önlemeleri adı altında hükümetlerin sosyal haklara karşı başlattığı saldırıları protesto edildi. Brüksel’de yapılan ve tüm ülkelerden gelen sendikaların katıldığı merkezi eylemin yanı sıra, Helsinki’den Lizbon’a, Dublin’den Bükreş’e kadar pek çok şehirde de çeşitli eylemlilikler yapıldı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yükselen protestolar, krizin sonuçlarının çalışanların üstüne yıkmak isteyen hükümetlerin tasarruf önlemlerine yöneldi.
Ekonomik kriz, Avrupa’da işverenlerin işçi sınıfına yönelik saldırılarını hızlandırdı, tarihte belki de ilk defa işçi sınıfı krize karşı adeta sessiz kaldı. Milyonlarca işçinin işinden olmasına karşın bir iki cılız protestonun dışında direnişin ortaya çıkmaması özerinde durulmaya değer bir konu. Ancak krizin aşıldığı söylentilerinin ortaya çıkmasından sonra birdenbire sınıfın canlanması da bir o kadar düzen yanlılarını şaşırttı. Deyim yerinde ise kıvılcımı ilk çakan Yunanistan işçi sınıfı oldu. Devletin batmakta olduğu çığlıkları ile yürürlüğe konmak istenen hakların tırpanlanması hamlesine sınıf, kendinden beklenmeyen bir hız ve şiddette cevap verdi, genel grev ile hayat durdu. Bir anda parlayan direniş kıvılcımı hemen diğer ülkelere yansıdı, İtalya,
İspanya’da yükselen protestolar Fransa’da 11 günlük genel grevle doruk noktasına çıktı. Hemen ardından Almanya’ya sıçrayan bu dalga bir anda tekrar sönümlendi. Bir kez daha neden böyle oldu sorusu ile karşı karşıyayız. Sendikaların Konumu Krize karşı sendikaların duruğu belli ölçülerde de olsa her iki soruya cevap bulmamızı kolaylaştırabilir. Krizle ilgili ilk tespitlerde şunlara dikkat çekmiştim. ‚Ekonomik krizin giderek daha çok ağırlığını hissettirmesi ile çalışanlar arasında hoşnutsuzluk tırmanırken, sendikaların tepkileri cılız kalmaya devam etmekte. Toplumsal olaylar içindeki etkinliklerini önemli ölçüde kaybetmiş olan sendikal hareket, daha başlangıcından beri krize ekonomik düzeni sorgulayan bir tavır koyamadılar.
Sendikalar bu tedbirlerin yeniden bir krize neden olabileceğini, Avrupa Birliği para birimi olan Euro’nun artan işsizlikle birlikte değer kaybedeceğine belirtiyorlar. Avrupa sendikaları birlikte aşağıda ki önlemlerin alınmasını talep etmekteler, - Bankaların da içinde yer aldığı mali işlemlerden alınacak ek vergilerle kamu sektörünün yapması gereken yatırımların karşılanması - Avrupa çapında bir endüstri politikası geliştirilmesi, vergi politikalarının şeffaf hale getirilmesi, üretimin çevreye zarar vermeyecek şekilde yapılmasının sağlanması Buna karşın Avrupa Birliği yönetimi, serbest pazar ekonomisi kurallarını, sosyal haklardan daha öncelikli görmeye devam etmekte. 7
Devrimci Cephe
Nereye? Uzun bir süre sessiz kalan sınıfın sesini yükseltmesinin ardından sendikalar alelacele bu harekete sahip çıkmaya kalktılar. (Bizde ki tekel direnişine sahip çıkma gibi) Brüksel mitingi bunun uç noktası oldu. Ancak sendikaların yukarda belirtilen tavır ve davranışları, sınıfı bir adım ileri götürmek yerine direniş kıvılcımının üstüne atılan kum oldu, korlaşma önlendi. Burada bir kez daha belirtmekte yarar var, sınıfın direnişin yaygınlaşmasını engelleyen tek neden sendikaların düzen içi tutumları olduğu iddia edilemez. En temelli neden sınıfın iktidar perspektifinin olmayışıdır. Ancak gırtlağına dayanan bıçağa karşı sınıf kendini korumak için bir silkelenmiştir. Üstelik sendikalar kendi sığınaklarına çekilip fırtınanın dinmesini beklediği bir sırada yaşanıyor bu silkelenme. Düzen içi sendikalardan daha fazlasını beklemek hayal olur demekte işin kolaycılığı olur, sorun tam bu kendiliğinden sıçrama momentlerinin yaratacağı olanakları görmek ve bunları düzene karşı hareket geçirmenin nasıl yapılabileceğidir. Sınıfın bir anda kopardığı fırtına sonrası bunları görmek, söylemek kolay, hatta ucuzdur da. Ama bir tek bu perspektife sahip olmamız gerektiğinin hatırlatılması da bence bir zorunluluk. Bu fırtınadan en az bir şey öğrenmiş olalım, kapitalizm hiçte gözümüzde büyüttüğümüz kadar güçlü değil, sınıf 11 gün boyunca düzenin bekçilerini epeyi bir hırpaladı. Fransa’da genel grevin 11 değil 22 gün sürdüğünü düşünün bir. Bunun için ilk hedef, iktidar perspektifine sahip olmaksa, ikinci hedef düzeni değiştirmek için sınıfın kendiliğinden silkinmelerini beklemek yerine, o ortamı hazırlamaya yönelik çalışma yapmak olmalıdır.
8
İLK ADIM
Enver Gökçe
Bir mermi de benden aslanım, Bir mermi de benden. Bir mermi de benden zafer topları Mukaddes namlular! Daha gelmesin mi bahar, Daha gülmesin mi ağlayanlar? Yıllardır kan içinde, sargı içinde Unuttunuz mu Sevmesini şakalaşmasını? Çekik gözlüler, Kıvırcık saçlılar, ablak yüzlüler! Küller mi saz beniz etti sizi Yabani güller, dost bakışlar, otlu çiçekler! Ve sizler : Adana, Aras pamuğu kadar Sevdiğim yüzler! Yayla türkülerim kadar Memleketlilerim kadar Sevdiğim yüzler! Altıya mı değdi yaşlarınız Otuz dokuz doğumlu çocuklar? Ömrünüz, gözleriniz, uykularınız Sığınaklarda geçti harp boyunca. Oylum oylum ateşleri gördünüz mü, Cepheden dönenleri sordunuz mu? Tanır mısınız Ay nedir, gün nedir, elma nedir? Güneşi gözlere doldurmak güzelken Hey küçük kardeşler hey Görün ne hale koydular dünyamızı.
Şimdi zafer topları gürlüyor Avrupa’da. Ve deniz ötesi kıtalardan Şarkılar... Şimdi kazaska oynuyor Avrupa. Şimdi silah yerine bayrak tutanlar... Hiçbirini tanımadığımız, Oyunlarını bilmediğimiz Mişiganlılar, Oksfortlular, Ukranyalılar Şimdi, göz aydın etme zamanıdır. Yeni bir dünya doğuyor. Şorul şorul giden kan pahası. Müjdeler, müjdeler olsun Yeni bir dünya doğuyor Zincir seslerinden Verem basillerinden uzakta... Büyük ölülerini bağrına basıp Yaralı insanlarımız Kahramanlarımız konuşuyor : “Benim olsun, senin olsun, bizim olsun, Hani kardeşlerimiz vardı ya Bu dünyada. -Kız kardeşlerimiz, annelerimiz, şairlerimizDumdum kurşunuyla vursalar da Her zaman böyle döğüşeceğiz : Gırtlak gırtlağa, diş dişe, tank tanka Demokrasi için, Eşitlik ve hürlük uğruna” Bir mermi de benden aslanım Bir mermi de benden Bir mermi de benden Zafer topları, mübarek namlular!
Devrimci Cephe
Bizim Şairimiz Enver Gökçe (Erzincan 1920-19 Kasım 1981) biz olmasak gökyüzü, biz olmasak üzüm, biz olmasak üzüm göz, kömür göz, ela göz; biz olmasak göz ile kaş, öpücük, nar içi dudak; biz olmasak ray, dönen tekerlek, yıkanan buğday, ayın onbeşi; biz olmasak taşova’nın tütünü, kütahya çinisi, yani bizsiz anne dizi, kardeş dizi, yar dizi güzel değildir. 19 Kasım 1981’de Ankara’da gözlerini kapayan büyük devrimci şair Enver Gökçe 1920’de Erzincan’a bağlı Kemaliye’de doğdu. O dokuz yaşındayken ailesi Ankara’ya göç etti. İlkokuldan itibaren edebiyat ve şiire ilgi duyan Enver Gökçe Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Üniversitede okurken sosyalizmle tanıştı. Dönemin Halkevi dergisi Ülkü’de çalışırken şair Arif Damar’la ve şiir dünyasının etkili isimleriyle tanıştı. Şiirle haşır neşir olurken Aşık Ali İzzet, Aşık Veysel, Habib Karaaslan gibi halk ozanlarıyla ilişki kurarak şiirinin yönünü halk edebiyatına çevirdi. Bir yandan şiir yazarken pek çok halk öyküsünü, masalını, bu arada da Dede Korkut masallarını derleyerek Türkçeye kazandırdı. Üniversite yıllarından itibaren şiir diline hâkim olan “halk ozanlığı” onu bitirme tezi olarak Eğin türkülerini derlemeye sevketti. Enver Gökçe’nin şiire en büyük katkısı, toplumcu edebiyatın iki önemli özelliğinin, yani topluma hitap edebilecek samimi dili kurmanın güçlüğüyle popülizme kayarak kendi ideolojik konumunu yitirme tehlikesi arasında, bir sentezin peşinde koşmak, koşarken yeni olanaklar aramak olmuştur.
Tutukluluğu sırasında ve mahkûmiyet sonrası tutulduğu İstanbul Sirkeci’deki Siyasi Şube, Sansaryan Hanı’nın tabutluklarında iki yıl süresince çok ağır işkence gördü.
bakışını şöyle anlatır: “İyi bir sanatçı olmak için önce, kendini halkını sevmesi daha doğrusu bu halkın içinden bu halkın en devrimci sınıfına bağlılık göstermesi içtenlikle bunu yapmak şarttır. Hayatı tüm yönleriyle seveceksiniz. İyilik kötülükleriyle, pisliğiyle, fakat seveceksiniz. Suyunu, dağını, toprağını, çevreyi de kendisi kadar her şeyini seveceksiniz. Bunu sevdiğiniz bir sürede, bunları yapıtlarınıza geçirebildiğiniz ölçüde büyük ve yol gösterici olacaksınız.”
Fiziksel ve psikolojik sağlığını önemli ölçüde yokeden, pek çok şiirinin Enver Gökçe, devrimci şiirin bu halk ve ünlü destanı, Yusuf İle Balaban’ın ozanı, şiirlerini bir halk ezgisine dizeler kakaybolmasına neden olan tutuklu- tar gibi, kelimelerden doğaçlama türküler luk, hapislik ve sürgünlerin sonunda çıkarır gibi, mülksüzlerin tüm sadeliği, (1959) bu kez de işsizlik ve yoksulluk yakasına yapıştı. İstanbul ve Ankara’da yaşadığı acı deneyimler onun çok zor koşullar altında yaşamak zorunda kalacağı köyüne gitmesine neden oldu. Ağırlaşan hastalığı nedeniyle tekrar Ankara’ya dönmek zorunda kaldı. Kısa bir süre Bulgaristan’da tedavi gördü (1977). Son yıllarını Ankara’daki bir huzurevinde tamamladı. Enver Gökçe, 19 Kasım 1981’de yeğeninin Ankara’daki evinde öldü. Şiire,
hayata
ve
mücadeleye
Gel günlerim gel de dol Gel Aydınlım İzmirlim, Gel aslanım Mamak’tan Erzincan’dan Kemah’tan Düşmanlar selâm ister Gözden, gezden, arpacıktan! Döğüşe çekişe madde Vuruşa vuruşa madde Ve zaman değişe değişe Yosun titreşe, yeşilleşe Işık dura değişe
hırçınlığı ve kavgacılığıyla yazdı şiirlerini ve mülksüzlerden aldığını gene onlara armağan etti, ama bu hırçınlığa müzik ve ruh ekleyerek…
Zaman akar, zaman geçer, Zaman zindan içinde; Biz mapusta gürül gürül yatardık Yılan çıyan içinde. Getirdiler ite kaka bir yiğit, Ayak çıplak Ak bir mintan içinde. Zaman zaman içinde Işık duman içinde
Enver Gökçe 1951’de TKP Tevkifatı’nda tutuklandı ve mahkemede en yüksek cezayı alanlar arasında yer aldı. 9
Devrimci Cephe
Toplumun V icdanı Olar ak Tecavüz
Ayşe Baran
Hemen her gün bir tecavüz vakası okuyoruz cennet yurdumuzda. Cennet evet, bir tecavüz cenneti… Baba kızına tecavüz eder, dayı yeğenine, asker Kürt kızına, polisler gözaltına aldıklarına, tüm bir şehir halkı küçücük kızlara tecavüz eder, hem de yıllar boyu… Bütün bir toplum olarak gözlerimizi, kulaklarımızı, hatta hukuku kaparız kadın bedeninin, ruhunun parçalanmasına.
Sincan’da tecavüz, Habertürk’te teşvik, mahkemede tahliye! gili soruşturmada cezaevi savcısının tecavüzü normal bularak kovuşturmaya yer olmadığına karar verdiği ortaya çıkar, ne kıyamet kopması, küçücük bir haber olarak yer alır basında.
Siirt’te tüm şehir halkı katılmıştır iki küçük kıza tecavüz edilmesine, bizzat iştirak ederek ya da suskun kalarak. Konuyu araştırmaya giden gazeteci, kızların okuduğu lisede oğlanların yılışık yılışık gülerek „ellere var da bize yok mu“ diye şarkı söylediklerine tanık olur, kıyamet falan kopmaz. Tecavüze uğrayanlara „ruh ve beden sağlığı bozulmamıştır“ diye rapor verir adli tıp, kıyamet falan kopmaz. Sanıklar kısa süre sonra serbest kalır, kıyamet kopmaz. Mardin’de 12 yaşında onlarca kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç‘ye hâkim „göster nasıl yaptılar“ diye sorar, gene kıyamet kopmaz. Sanıklara ödül gibi cezalar verilir, tabii gene kıyamet kopmaz. Antalya’da 15 çocuk tutuklunun bir başka tutukluya tecavüz etmesiyle il10
dan da gözlerimizi, kulaklarımızı, hatta tüm gözeneklerimizi açarız şehvetle bizim değil ötekilerin başına gelenlere. Ayşe Düzkan’ın deyimiyle „seyirlik“tir çünkü tecavüz. İkiyüzlü toplum anlayışımız hem görmezden gelmemizi, hem de gözlerimizi ardına kadar Avcılar’da ahlâk polisi gözaltına açmamızı normalleştirir; ikiyüzlü ve erkek aldığı Azeri uyruklu kadını ormana egemen hukuk sistemimiz ev içi tecavüze götürüp defalarca tecavüz eder, polisler- uğrayan kadınları kocalarının yanına geri in görev yeri değiştirilir sadece, tahmin ettiğiniz gibi gene kıyamet kopmaz. Tecavüz cennetidir bu topraklar zira; tüm toplumun susarak, üstünü örterek, tecavüze uğrayanları bir de kendisi cezalandırarak, intihara zorlayarak, bizzat öldürerek, resimlerini ayrıntılarını şehvetle yayınlayarak katıldığı bir toplu mütecavizlik ayininin devasa kilisesidir. Bir yandan gözlerimizi, kulaklarımızı, hatta tüm gözeneklerimizi tıkarız neyse ki kendi başımıza, kızımızın başına gelmeyen bu „çirkinlik“lere, bir yan-
Devrimci Cephe göndererek, erkeklere verilen cezalarda haksız tahrik indirimi uygulayarak, kadınları tecavüzcüleriyle evlendirerek, failleri gizli tutup kurbanları afişe ederek, kadın örgütlerinin davalara müdahil olma taleplerini geri çevirerek normalleştirir. İkiyüzlü medya kullandığı dille erkek şiddetini meşrulaştırır, normalleştirir.
Cennet yurdumun batısında tecavüzlerin üstünü örterken Kürt illerindekileri olanca azgınlığıyla manşet manşet baş sayfaya taşır. Savaşın aracıdır çünkü tecavüz canım ülkemde; egemen sınıfın aracıdır, ezmenin aracıdır, sömürgecinin aracıdır çünkü tecavüz…
Öyle normalleşir ki tecavüz, üç yaşından itibaren beş yıl boyunca dedesinin, dayısının ve dayısının bir arkadaşının tecavüzüne maruz kalan çocuğun annesi bile sesini çıkarmaz. Öyle normalleşir ki, dört kişinin tecavüzüne uğradıktan sonra içlerinden biriyle evlendirilerek kâbuslardan kâbus beğenen Fatmagül’ün hikâyesi, kurbanı en ağır cezaya reva gören ikiyüzlülüğümüzün yansısını aynada bize göstermesi gerekirken, medyanın şehvetli çığlıkları eşliğinde seyirlik ve histerik bir gösteriye dönüşür. Kalubeladan beri hem gözünü kapayıp hem parmaklarının arasından seyreden “ahlâk”ımız, mevcut iktidarın hayatın her alanında bezirgânlığı, buna bağlı olarak her şeyden daha fazla isteme arsızlığını teşvik etmesiyle iyiden iyiye azgınlaşır, fütursuzlaşır. Gün geçtikçe daha çok kirlenen vicdan, beyazlığını kaybettikçe her iki manada da “ak”lanır. Savaşın ve yoksulluğun zaten artırdığı gündelik şiddet bir kısır döngüyle kadına yönelik şiddeti azdırırken, Hüseyin Gülmez’lere sahip çıkan, Halis Toprak’ın torunu yaşındaki kız çocuğuyla evlenmesini “yasal” tecavüz olarak görmey-
en, tecavüzcüleri serbest bırakan zihniyet, uygulamalarıyla, daha doğrusu uygulamamalarıyla vicdanları köreltir, şiddeti normalleştirir. Gericiliğin; kadına sahip olunan bir mal gibi yaklaşan, kendisi çok eşli olan, kürt kadınlarının kuma olmasını öneren, kadınla erkek eşit değildir diyen temsilcileri eliyle çok eşliliğe, çocuk evliliğine, cariyeliğe getirdiği meşruiyet sonucu kadın ölümleri, nefret suçları, taciz ve tecavüz görünmezleşir; imamın yaptığı cemaate örnek olur. Kadına yönelik suçlar öyle normalleşir ki, tecavüz üzerinde gülünecek bir şaka haline gelir; şişme bebekler yapılır, hatta külotlar satılır. Tecavüz bir maç skoruna dönüştürülerek sözde gülünecek bir parodiye dönüşür. Maçlarda bu konuda “esprili” sloganlar atılır. Kadının nesne olma gerçeği en aşırı biçimine bürünür: saldırganlık nesnesi olma. Tecavüzün böyle sıradanlaştı-rılması, normalleştirilmesiyle toplum vicdanında her gün başka bir gedik açılır; çorap burnundaki küçücük bir deliğin aniden kocaman olması gibi, vicdan da böyle böyle içindeki kara deliğin yuttuğu bir hiçlik haline geliverir.
11
Devrimci Cephe
Gelinen Aşamanın Suni De Devrimimize Mahir Çayan tarafından kazandırılan suni denge kavramı, yığınların ağır sömürü ve siyasal baskı koşullarına karşın sisteme karşı başkaldırma bilinç ve davranışına geçemeyiş durumunu tanımlamak için geliştirilmiş bir kavramdır. Suni dengenin epistemolojisine bakıldığında en önde görülen Che’nin “kararsız denge” kavramıdır. Che’de bu kavramın tam bir açıklaması bulunmamakla beraber genel kabul gören açıklama oligarşinin toplum ölçeklerinde devasa düzeye getirdiği baskı ve terör aracı olarak devlet zoru karşısında yığınların korku içinde bastırılmasını ve bunun bir sonucu olarak devlete karşı bir başkaldırı sürecine geçememelerini anlatır.
Bu olgunun tarihselliği, Mahir’de “kitlelerin devlete başkaldırma geleneğinin olmayışı” şeklinde belirtilir. Bu belirlemenin epistemolojik arka planında ise Kıvılcımlı’nın Türkiye üzerine derinlemesine yaptığı tarih ve toplum analizlerinin olduğunu söylemek mümkündür. Kıvılcımlı, Osmanlının devletleşme sürecinde yerel üretici sınıfın göçebe sosyalizmi kurgulu devlet sınıflarına tabiyet ilişkisinin organik, içsel, gönüllü olduğunu gösteren özgün bir tarih tezi sahibidir ve bu temel saptama itibariyle
ist kuşağı ise en derin düşün davranış içindedir.
Türkiyeli yığınların s ilişkin ise şu konu öne çıka hareketi yığınları devrime k mücadele ve örgütlenme ta sokağa ve devrime yönelt siyasal tarzlarını anlama ve kitlesiz bir devrimciliğin ne e
20’li yılların sosyalist kuşağı en yoğun davranış halindeyken bile derin düşünceler içindedir; 60’lı yılların sosyalist kuşağı ise en derin düşünce halindeyken bile yoğun davranış içindedir. Kararsız denge ve suni denge kavramları arasında gözetilmesi gereken ve olasıdır ki Mahir’in belli bir ölçüde başkalaştırılmış bir kavram kullanmasına neden olan en önemli fark şudur: kararsız denge, yukarıda tarif edildiği üzere, verili aşamada halk ve devlet güçleri arasındaki ikincinin lehine büyük bir dengesizlik halini ifade ederken. yani siyasal durumun bir tür fiziksel tarifine denk gelirken, suni denge bu fiziksel dengesizlik haline ek olarak yığınların sisteme tabiyet bilinçlerini ve bu bilinç gereği sistemle ve devletle içsel bir bağlantı halini de ifade eder. Yani ezilen yığınların sisteme tabiyeti kararsız dengede yığınlara kendi dışlarından dayatılan, dışsal bir olgu iken, suni dengede bu dışsallığı da neredeyse örtük hale getirecek kertede içsel, yığınların kendiliğinden bilinçlerinde verili olan bir olgudur.
12
Mahir’in ve Kıvılcımlı’nın Türkiyeli kitlelerin devrime kazandırılması için önerdikleri mücadele tarzları ve strateji dizilmeleri klasik olandan farklılık gösterir. Her ikisi de Türkiyeli yığın bilincindeki bu çarpık şekillenmeyi devrimden yana bükebilmek için öncü-vurucu güç tarzlarının gereğini işaret ederler. Bu yazıdaki amacımız Türkiye devrim tarihi üzerine çözümlemeler yapmak değildir ama yukarıdaki saptamamızın kabulünü kolaylaştırabilmek için bu konuda geçerken bir dipnot düşmekte yarar bulunmaktadır: Kıvılcımlı ve Mahir’in siyasal pratik tarihimizdeki konum ve genelde algılanış farklılıkları her ikisinin de temsilcisi oldukları kendi kuşaklarının tipik karakterlerini apriori taşımalarından kaynaklanır; 20’li yılların sosyalist kuşağı en yoğun davranış halindeyken bile derin düşünceler içindedir; 60’lı yılların sosyal-
Türkiye devrimci hare kazandırabilmek için örgütlenme tarzını de sokağa ve devrim
içkin kılınamadığı için Türkiy ve kitlesiz devrimciliği bir k inde taşımaya mahkûm kald
Kitlesiz devrim tarzı ke olgu değildir. Bilinçle kavram ektirir. Türkiyeli yığınların siy devrimci çalışmamızın ve ta ka gündemine alınmalıdır ve
Devrimci Cephe
enge Analizi ve Çıkarımlar
nce halindeyken bile yoğun
siyasal davranış tarzlarına arılmalıdır: Türkiye devrimci kazandırabilmek için her tür arzını denedi, ancak yığınları temedi. Türkiyeli yığınların algılama çabası, sınıfsız ve eleştirisine ne özeleştirisine
eketi yığınları devrime her tür mücadele ve enedi, ancak yığınları me yöneltemedi.
ye devrimci hareketi sınıfsız kader gibi yıllardır beraberdı.
endiliğinden aşılabilecek bir mayı, bilinçle yönelmeyi geryasal tarzlarını kavrayabilmek aktik tartışmalarımızın mutlae Türkiye devrimci hareketi
Ali Efe aliefe@devrimcicephe.org
doğrudan bu içeriğiyle verili suni denge sürecinin güncele ilişkin somut politik karşılıklarını bulmayı başarmalıdır. xxx Türkiye devrimci hareketi, nihai bilanço yenilgi üzerinden ifade ediliyor olsa da, özellikle 60’lardan 90’ların ortalarına kadarki mü-
Kitlesiz devrim tarzı kendiliğinden aşılabilecek bir olgu değildir. Bilinçle kavramayı, bilinçle yönelmeyi gerektirir. Türkiyeli yığınların siyasal tarzlarını kavrayabilmek devrimci çalışmamızın ve taktik tartışmalarımızın mutlaka gündemine alınmalıdır ve Türkiye devrimci hareketi doğrudan bu içeriğiyle verili suni denge sürecinin güncele ilişkin somut politik karşılıklarını bulmayı başarmalıdır. sağlık, geçim, barınma gibi en temel istek ve ihtiyaçlarına karşı o kertede yabancılaştı ki özellikle metropol alanlardaki halk sınıfları gözündeki “kerim devlet” meşruiyetini sağlayan içsel algı ağırlıkla tahrip oldu.
cadelesiyle, Kürdistan devrimcileri ise, zaman zaman düşük konjonktürler yaşasalar da, özellikle 90’ların başlarından günümüze kadar gelen özgürlükçü mücadelesiyle Türk devlet yapısının sömürücü ve sömürgeci yüzünü, emperyalist ve faşist karakterini halk kitlelerinin gözünde oldukça net bir şekilde açığa çıkarmayı, bu zorba aygıtı oldukça hırpalamayı başardılar. Diğer taraftan 24 Ocak’tan bu yana reel ekonomiyi uluslararası pazarın gereklerine göre şekillendirmeye çalışan, ama bu pazarın rekabetine güç yetiremeyip üretim temelinden giderek sıyrılan ve ticaret süreçlerine doğru savrulan sermaye yapılanmasıyla bağlantılı olarak Türk devlet yapılanması üretici sınıfların
Özellikle 93’te Türkiye finans kapitalinin gündemine getirilen yeniden yapılanma süreci ve bu sürece dayanak kılınan sömürgecilik esaslı düşük yoğunluklu savaş, kurumsal baskı ve terörün yanı sıra çeteleşmeler ve çıkar klikleşmeleri sonucunda devlet halk nezdindeki bütün itibarını yitirdi. Devlet yapılanması öylesine derin zaaflar içindeydi ki, bu dönemde sol varlığından ziyade yokluğuyla bile halktaki bu bilinç değişimine yardımcı oluyordu, çünkü devlet özellikle metropol emekçilerine ve kent yoksullarına yönelttiği faşist yaptırımlarını gerekçelendirecek bir neden olarak ideolojik ve politik bir “komünizm” umacısı gösteremiyordu. Solun yokluğunda halk ve devlet doğrudan karşı karşıya kalmış durumdaydı. Bu süreç Türkiye’deki yapısal suni dengenin kararsız dengeye doğru evrildiği bir bağlamı bize vermekteydi. Ne ki, Türkiye devrimci hareketi aldığı ağır darbelerin yol açtığı güçsüzlükle, Kürt devrimi 13
Devrimci Cephe ise geliştirmeye çalıştığı ulusal özgürlükçü mücadelenin kendiliğinden kısıtlıkları itibariyle toplumda biriken özgürlükçü, değişimci basıncı siyaseten değerlendirme başarısını gösteremediler. Devrimimiz açısından daha kötüsü, anılan nispi kararsız denge süreci devleti doğrudan karşısına alan ve onun verili statükosuyla çatışmanın temsilciliğini yapacak devrimci öncünün emekçi kitlelerle buluşmasında yeni bir evre oluşturabilecekken, Türkiye devrimci hareketi 80’lerden bu yana süren ideolojik ve politik kırılmasının bir sonucu olarak bu devrimci taktiğe yönelmeyi ısrarla reddetti, yönelmeye çalışanları ise mahkûm ve tecrit etme yolunu seçti. Ve hâlâ bu yolda… xxx
Emperyalizmin kendisini tercih etmesinde önemli rol oynayan bezirgân yapısallığının bir diğer tezahürü olan arsızlığıyla AKP ülkedeki egemenliğini kendi becerisi sanarak efendisine pay sahipliği dayatmaya kalkmış ve bölgede hâkimiyet rolüne soyunmuştur.
Uluslararası emperyalizmin BOP süreci, geleneksel Türk devlet yapılanmasını ılımlı islam ve devletçi Kürt’le harmanlama ihtiyacını öne çıkartınca, Anadolu topraklarının binlerce yıllık tefeci bezirgân birikiminin yeni biçimlenişi olarak yeni Türk burjuvazisinin ve onun siyasal aygıtı AKP’nin rüzgârı esmeye başladı. 24 Ocak sürecinde TC’nin geleneksel devletçilik felsefesi parçalanmıştı. Şimdi ise, kuruculuktan kaynaklı devlet hâkimiyetini sürdürmekte ısrarlı kadim devlet sınıfları geleneğinin parçalanmasına sıra gelmişti, çünkü onun laisist ve kemalist Türkçü eğilimleri emperyalizmin bölge için öngördüğü şekilde geleneksel TC’nin ılımlı islam ve devletçi Kürtle işbirliğinin önünde ideolojik ve yapısal bir engel oluşturuyordu. Emperyalizm, AKP’ye verdiği açık destekle, pratik gelişmesi Ergenekon davaları ve yargı düzenlemeleri şeklinde tezahür eden bir süreçte TC’nin yeniden yapılandırılmasında oldukça önemli bir yol kat etti. Kendi iktidar sürecinde, yeni Türk burjuvazisinin tüccar gelenekleri itibariyle toplumdaki değişimci birikimi devletin ve sistemin yeniden yapılandırılmasına altlık yapmayı büyük oranda başardı. Her ne kadar TC’nin ılımlı islamla reorganize edilme süreci hâlâ işlemekte olan ve henüz tamamlanmamış bir süreç durumunda olsa da, yığın-devlet ilişkisi bağlamında yeni bir
14
evreden söz etmeyi gerekli kılmaktadır. Türkiye devrimci hareketinin 90’ların başlarına kadar sürdürülebildiği devrimci savaş ve sonrasında özellikle düşük yoğunluklu savaş sürecinde Kürt özgürlük hareketinin geliştirdiği direniş halkın bilincinde ve hayatında devletin “ceberut” kimliğini iyice açığa çıkardı. Kısmi de olsa ortaya çıkan bu kararsız denge halinin kendiliğinden bir verisi olarak başta proletarya olmak üzere kent yoksullarında, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin belirli kesimlerinde ceberut devlete karşı gelişen liberter eğilimler, keza geleneksel devlet karşıtı söyleminde, ideolojik ve politik hamlelerinde karşılığını bulması nedeniyle bu kez AKP’ye yedeklenerek yeniden sistemin içine çekilmekte, böylece yeniden suni dengeyi onarıcı ve güçlendirici bir dönüşüme uğramaktadırlar. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz süreçte ülkede sadece devlet değil buna bağlı olarak suni denge de yeni bir aşamada ve yeni bir düzlemde yeniden yapılanma sürecine girmektedir. Devrimin ajit prop’u-nun yığın bağlarını güçlendirecek bir örgütlenmeye var-dırılabilmesi için şimdi üzerinde durulması gereken konu, bu yeni suni denge yapılanması ve onu devrim lehine kırabilmek üzere uzanımlarıyla birlikte kavranmasıdır. xxx Kadim ve modern tarihlerin hesaplaşmalarının coğrafyasında elbette hiçbir şey doğrusal süreçler izleyemez. Bu geçiş sürecinin “kül rengi”ni yaratan karşıtlıklar neredeyse denk güçlerde ve yan yana uzun süre akabilmektedir. Bu bağlamda emperyalizmin büyütüp geliştirdiği AKP, diğer yanıyla emperyalizmin bölgesel politikalarında sürtünme ve endişe yaratan kimi girişimlerin de merkezine oturmaktadır. Emperyalizmin kendisini tercih etmesinde önemli rol oynayan bezirgân yapısallığının bir diğer tezahürü olan arsızlığıyla AKP ülkedeki egemenliğini kendi becerisi sanarak efendisine pay sahipliği dayatmaya kalkmış ve bölgede hâkimiyet rolüne soyunmuştur. Gelen bütün veriler ışığında görülmektedir ki emperyal karar verici odaklarda artık Erdoğan’ın şu ya da bu oranda tasfiyesiyle AKP’nin de yeniden yapılandırılması ihtiyaç halindedir.
Devrimci Cephe Erdoğan’ın ve AKP’nin emperyalizmin çoktandır açığa çıkan bu hamlelerine karşı hamlesi referandum oldu. Amaç güçlü bir referandum oyuyla seçimlere giderek üçüncü AKP dönemini ve başkanlık sistemini gerçekleştirmek, bu sayede emperyalizmi kendilerine mahkûm ederek Erdoğan’ın ve yeni Türk burjuvazisinin bölgesel yeni paylaşımın aktörleri arasına girmesini garantilemekti.
Avrupa ülkelerinde ortaya çıkması Atlantik’in iki yakasındaki emperyalistleri bu kez daha saldırgan politikalar etrafında birleştiriyordu. Avrupa’da yükselen ırkçılık ve islam düşmanlığı, Amerika’da Irak ve Afganistan başarısızlıkları sonrasında yükselen neo-con ve aşırı sağ eğilimler üzerinden karşılığını buluyordu. Bu yeni emperyalist saldırı eşiğine bağlı olarak bir anda bölgesel trafik ve bölgesel projelerde bir hızlanma kendini gösterdi.
xxx Referandum’un oransal keyfi yeni Türk burjuvazisinin gelişim ve egemenlik alanlarının sınırlarını gösteren üç renkli Türkiye haritasında karşılık bulmadı. Oy oranları ülke genelinde AKP’nin siyasal ağırlığını gösterse de ona karşı güçlü bir reddiyeyi deklare eden gelişkin Türkiye kentleri ve Kürt coğrafyası ne Türkiye kapitalizminin ne de uluslararası emperyalizmin göz ardı edebileceği bir siyasal nicelik ve ondan ötesi nitelik taşımaktadır. Emperyalizm açısından Kürt illerinde özgürlük hareketinin ağırlığı ve Kürt sorunu, merkezine stratejik planda İran’ın, gündemdeki taktik aşama itibariyle ise Irak’ı sisteme bağlayarak çekilme gibi bölgesel politikalar üzerinden ele alınacak özel bir bağlam halindedir. Yeni Türk burjuvazisi ise soruna kaçınılmaz olarak kendi Türkiye egemenliğini sağlamlaştırmak dolayımıyla yönelmektedir. Erdoğan’ın ve AKP’nin referandum sonrasında Kürt sorununa ilişkin dile getirdiği bütün yaklaşımlar klasik inkârcı ve tasfiyeci devlet politikalarının yeni bir tekrarı olmaktan öteye gitmedi. Yeni seçim dönemine geçilirken hem kendi gerici ve ırkçı tabanının desteğini güvencelemek hem de özellikle MHP’li faşist tabandan kendi siyasal düzlemine aktardığı desteği korumak için Erdoğan ve AKP kurmaylarının Kürt sorunu üzerine belirledikleri politika, bu zeminde uluslararası sistemin dayattığı hamleleri seçim sonrasına kadar dondurmak ve bölgede kendi siyasal ağırlığını dayatacak bir “çözüm” söylemini bir seçim şekeri olarak kullanmak üzere çözümsüzlüğü sürdürmek şeklinde belirlenmiş durumdaydı. Ancak uluslararası sistem bölge politikalarında Obama döneminde devreye soktuğu ekonomik krize karşı hamleleri sonrasında yeni bir tıkanma yaşamaktaydı ve bu tıkanmanın bu kez kendini esas olarak krizi finanse eden
Bu aşamada öncelikli sorun Irak’taki durumu uluslararası emperyalizm lehine şekillendirmek olarak ortaya çıkmaktadır. Irak’ta yeni hükümet inisiyatifi Maliki ve Sadr üzerinden İran’a doğru kayarken Kürt özerk yönetiminin de özellikle Kerkük konusundaki ılımlı söylemler itibariyle bu ittifaka doğru kaydığı gözlemlenmektedir. Oysa bu bölge Amerikan kuvvetlerinin bölgesel yerleşkesi olarak planlanmaktadır. Dolayısıyla özellikle Irak Kürtlerini güvenceleyecek tarzda TC’nin Kürt meselesinin çözümü hızlı bir şekilde devreye sokuldu. Kendi Kürt’üyle barış kuramamış Türkiye’nin Irak Kürtlerine güvence olarak gösterilmesinin imkânı yoktur. PKK’nin ateşkes politikalarına karşılık olarak Erdoğan’ın ağzından “tek ülke, tek devlet, tek bayrak” “terör örgütünün tasfiyesi” gibi özel savaş tekerlemelerinden başka bir şey duyulmazken birdenbire İmralı görüşmeleri “bazı çevreler ve devlet içinde bir kısım” eliyle diyalogdan müzakere zeminine sıçrayıverdi. Öcalan’ın son görüşme mesajlarında ise Kürt sorunun çözümsüzlüğünde doğrudan AKP’yi hedef alan ama “devletin yaklaşımı”nı daha olumlu bulan belirlemeleri itibariyle saptamak artık çok kolaydır ki, süreç yönetimi esas olarak AKP’nin elinden çıkmış bulunmaktadır. Kürt sorununun egemen sistem adına yönetiminde artık AKP’yi aşan bir inisiyatif söz konusudur.
Öcalan’ın son görüşme mesajlarında ise Kürt sorunun çözümsüzlüğünde doğrudan AKP’yi hedef alan ama “devletin yaklaşımı”nı daha olumlu bulan belirlemeleri itibariyle saptamak artık çok kolaydır ki, süreç yönetimi esas olarak AKP’nin elinden çıkmış bulunmaktadır. Kürt sorununun egemen sistem adına yönetiminde artık AKP’yi aşan bir inisiyatif söz konusudur.
Amerikan yönetiminde Türkiye’ye atanacak büyükelçi konusunda çıkan krizin ya da Obama’nın doğrudan YAŞ toplantısına müdahale etmesinin aylar önce açığa çıkardığı gerçek artık son derece somut bir şekilde gündemdedir. İran ve Irak süreçlerinde uluslararası emperyalizmin ihtiyaç duyduğu bölgesel politik düzenlemeler için artık yerel egemenlikleri aşan doğrudan müdahale aşamasına geçilmiştir. Yani artık küresel süreç zamana ilişkin bütün tahammüllerini tüketmiş görünmektedir. xxx
15
Devrimci Cephe Kürt meselesinin büyük oranda kendi kontrolünün dışına çıkmasının AKP’ye kendi orta Anadolu’lu gerici tabanında ve keza aynı alanlarda MHP’li faşist tabandan kazandığı oylarda belirli bir erozyona yol açacağı kolayca görülebilmektedir. Zaten bu nedenle AKP’ye toplumsal meşruiyetini önemli oranda kazandıran liberallar “oy kaybetsen de Türkiye’ye kazandırırsın, tarihe geçersin” türündeki gerekçelerle Erdoğan’a Kürt sorununda uluslararası sistemin dayatmaktan öteye uygulamaya geçtiği programların arkasında durmasını öğütlemekte, ona cesaret vermeye çalışmaktalar. Sürecin bu yönlü gidişi karşısında çaresiz kalan ve bu arada Kürt oylarından umudunu oldukça kesen Erdoğan ve islamcı Türk burjuvazisi, olası oy kayıplarına karşın egemenliklerini gelecek seçimlerle garantileyebilmek için %42’den pay almak zorunda olduklarını kavramış durumdadırlar. Seçim taktiklerini de bir taraftan Ergenekon ve Kürt meselelerinde ayak direyerek kendi tabanlarını korumaya çalışırken diğer taraftan %42’den pay alma temelinde kurmaya çalışmaktadırlar.
Çünkü uluslararası emperyalizmin gündemindeki bölge müdahalesi açısından görülmüştür ki, en uygun siyasal yapı AKP-CHP koalisyonudur.
xxx %42 sadece Erdoğan’ın değil, aynı zamanda uluslararası emperyalizmin de sorunudur, çünkü bu yüzdeyi oluşturan metropol Türkiye’nin gelişkin kentlerindeki özellikle orta sınıflarda, vahşi burjuvazi dediğimiz tekel dışı sermaye kesimlerinde ve burjuvazinin bu kesimlerinin siyasal etkisi altındaki emekçi sınıflardaki AKP karşıtlığı, bu zamana kadar AKP’ye verdikleri açık destek nedeniyle ABD’ye ve AB’ye karşıt kemalist bir ulusalcılığa dolayım da sağlamış bulunmaktadır. Uluslararası emperyalizm ve Türkiye finans kapitalizmi, bir taraftan emekçi sınıflarda Taksim’i işgal edecek bir öfkeye varan bu yerel statüko ve küresel sistem karşıtlığını kontrol altına alabilmek, diğer taraftan metropol Türkiye’sinin modernist ve laisist orta sınıflarını ve vahşi burjuvalarını yeniden sisteme bağlayabilmek için CHP’yi yeniden formatlama ihtiyacı duymaktadırlar. Ayrıca CHP geleneksel devlet partisi kimliği taşıdığından dolayı, bu partinin “Kürde Af, Türbana Özgürlük” şeklinde formüle edebileceğimiz ideolojik ve siyasal yeniden yapılandırılması üzerinden devlet sınıflarının Kürt ve İslam sorunundaki direncini kırmak da mümkün olacaktır. Baykal’dan sonra geleneksel CHP bürokrasisinin de tasfiye edilmesiyle sürdürülen Kılıçdaroğlu rönesansı sayes-
16
inde uluslararası sistem metropol kentlerini de kendi bölgesel politikaları doğrultusunda yeniden örgütlemiş ve kontrolü altına almış olacaktır. AKP’nin kuşatılması ve CHP’nin yenilenmesi birbirine koşut süreçler olarak gelişecektir. xxx Çünkü uluslararası emperyalizmin gündemindeki bölge müdahalesi açısından görülmüştür ki, en uygun siyasal yapı AKP-CHP koalisyonudur. AKP emperyalizm tarafından kendisine verilen şansı yeni Türk burjuvazisinin bölgesel pazara sahip olma politikaları nedeniyle yitirmiş durumdadır. Bölgesel pazarın yeniden paylaşımında başat konumda olabilmek için geliştirdiği siyasal ittifakların emperyalist algıda “eksen kayması” kuşkularına yol açmasının yanı sıra son YAŞ toplantısında estirdiği havaya rağmen cumhuriyet resepsiyonu krizinde net bir şekilde görülmüştür ki AKP, ordu ve geleneksel devlet sınıfları üzerinde hâkimiyet kurmakta yetersiz kalmış ve özellikle Kürt meselesinin hallinde devleti dönüştüreceğine, kendisi bizzat geleneksel devlet ideolojisinin bir temsilcisi konumuna yerleşmiştir. Bütün bu nedenlerden ötürü, uluslararası emperyalizm önümüzdeki süreçte artık daha güçlü pratikleştireceğinin sinyalini verdiği Ortadoğu müdahalesinde Erdoğan’a ve AKP’ye baştan verdiği krediyi artık geri almış durumdadır. Hem AKP’yi hem de %42’yi kontrol etmek üzere CHP’nin gelecek seçimlerde AKP’ye ortak olmasına çalışılacaktır. Reforme edilmiş CHP’nin sistemin merkezine yeniden iliştirilmesiyle, 80’den bu yana devlet-kitle ilişkisinde az çok koparılmış tabiyet hukukunun yeni aşamada geleneksel-tarihsel çizgisiyle yeniden örülmesi mümkün olabilecektir. Kürt meselesinin çözüm zemini olarak yeni aşamada devlet’in öne çıkarılmasını AKP-CHP koalisyonunun siyasal egemenliğine eklediğimizde karşımıza oldukça güçlü bir suni denge yapılanması çıkacağını şimdiden görmek mümkündür. xxx
Devrimci Cephe Erdoğan’ın bu gidişe nihai direnme şansı sıfıra yakındır. O, sıcak para politikalarıyla zaten kendi altına bir saatli bomba koymuş durumdadır. Efendilerine en diklendiği bir zamanda basit bir borsa operasyonuyla ayağının altındaki halı çekiliverir. Çin’le yaptığı ticari anlaşmalarla bu tür finans operasyonlarına karşı kendini güvence altına almaya çalışsa da spekülatif açığını geçmişte özellikle Uzakdoğu borsalarındaki operasyonlarla kapatmaya alışık Wall Street boğalarının saldırılarına karşı, uluslararası sermayenin serbest hareketine göre oluşturulmuş finans piyasasının yapısal olarak korumasının imkânı bulunmamaktadır. Yeni bir borsa bunalımı Türk finans dünyasının tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktadır. xxx Bu dönemde yeni güçlü suni dengeyi yapılandırmak ve pekiştirmek üzere karşı devrimin sistemin ideolojik aygıtlarında da önemli eş zamanlı hamleler yaptığını görmekteyiz. Bunlar Hürriyet, Radikal ve Birikim’deki yeni düzenlemelerdir. Ve esas olarak %42’ye yönelik hazırlıklardır. Hürriyet gazetesi bilindiği gibi Türkiye’nin en büyük basın tröstü olan Doğan Medya’nın amiral gemisi olarak anılmaktadır. Doğan Medya, yeni Türk burjuvazisinin hükümet destekli piyasa işgaline karşı geleneksel finans kapitalden yana takındığı tavrın yanı sıra, İslamcı sermayenin bütün propaganda imkânlarını ele geçirme operasyonlarının da bir gereği olarak Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin doğrudan hedefi konumuna geldi. Uluslararası burjuvazinin, özellikle Alman finans kapitalinin siyasal desteğine rağmen AKP hükümetinin getirdiği yüksek mali cezalarla tasfiye tehdidi altında tutularak Erdoğan’a ve islamcı sermayeye muhalif gücü kontrol altına alınmak isteniyor. Doğan Medya’nın AKP’ye karşı direnci giderek zayıfladığı bir süreçte, bu grubun önemli basın yayın şirketlerine Murdoch, Time Warner, Vivendi, RTL ve Axel Springer gibi kimi doğrudan Yahudi sermayesi, kimi neo-con politikaların doğrudan destekçisi olan sermaye grupları, hem de Doğan Holding’in beklediğinden daha yüksek sermayeler ödeyerek talip oldular. Yakın bir zaman içinde gerçekleşeceği söylenen bu sermaye aktarımı sonrasında hem Türkiye’nin en büyük basın tröstünün imkânları üzerinden toplum bilinci neo-con politikaların ihtiyacı doğrultusunda şekillendirilerek, özellikle gazete okuyan kentli kesimlerin Amerikan
düşmanlığı giderilmeye ve bölgesel Amerikan politikalarına yatkınlıkları artırılmaya çalışılacak, hem de AKP’nin kendisine karşıt propaganda imkânlarını sindirerek toplum bilincini kendine göre şekillendirme hamlesinin önü kesilmiş olacaktır. Emperyalist sömürgeciliğin bu hamlesinin gücü Erdoğan’ı bir TV programında Hürriyet gazetesine takdirlerini iletmesine yol açacak kadar ürkütmüş bulunmaktadır. Radikal gazetesi ise AKP’nin %42’yi kendinden yana şekillendirmek üzere AKP’ci bir yazarın yönetiminde ağırlıkla “yetmez ama evet”çi liberallerin yayın organı şeklinde organize edilmiştir. Metropol kentlerinde yerleşik orta sınıfların AKP iktidarına yönelik tirajlara yansıyan tepkisi Radikal’in bu yapılanmasının fazlaca işlevsel olamayacağını göstermektedir. Birikim dergisine gelince; Bilindiği gibi Birikim dergisi referandum sonrasında yayınladığı bir bildiri ile AKP’ye destek olmamakta direnen sosyalist ortamla pratiğe dönük bir ilişki sürdürmeyeceğini söyleyerek sosyalistleri dışarıdan vuruşlarla etkileme pozisyonuna çekildi. Konu üzerine değerlendirme yapan birçok yazar olayı mutlulukla karşılasalar da sosyalistler arasındaki bir ayrışma, genel planda bir daralma, sadeleşme olarak nitelediler. Bu değerlendirme aslında olayın gerçek rengini ve içerdiği tehdidi görememe tehlikesini taşıyor. Birikim’in sosyalist ortamla ilişkisini dışsallaştırması aslında Birikim’in asli ve stratejik pozisyonudur. Örgütsele, pratiğe, somut politiğe ilişkin bir konum geliştirmeksizin yüksek teori ve ideolojik referanslar odağı olmak Birikim’in, 70’lerin başında ortaya çıktığında da tuttuğu pozisyondur.
Bilindiği gibi Birikim dergisi r e f e r a n d u m sonrasında yayınladığı bir bildiri ile AKP’ye destek olmamakta direnen sosyalist ortamla pratiğe dönük bir ilişki sürdürmeyeceğini s ö y l e y e r e k sosyalistleri dışarıdan vuruşlarla etkileme pozisyonuna çekildi.
Birikim, Althusser’in yapısalcılık olarak tanımlanan görüşleri üzerinden 70 sonrasının klasik ideolojik-politik şekillenmelerinin dışında kendine ait bir alan yarattı. Althusser, Sovyet revizyonizminin geri ülkelerdeki sosyalist kalkışmayı kavrayamayarak bu yüksek devrim konjonktüründe Detant adına bu devrimlere karşı gizli açık tavırlar geliştirmesinin yol açtığı ideolojik, politik ve teorik bayağılaşmaya tepki sayılabilecek entelektüel faaliyetini, batı marksizminin karakteri olan pratiksiz ama yüksek teori merkezi olma üstenciliği içinde marksizmin dışına taşıdı. Kurucuları tarafından “tarihsel materyalizm” olarak adlandırılan marksizmi, tarih bilgi ve bilincinin inkârı üzerinden ampirik ve 17
Devrimci Cephe eklektik bir kavram yığını haline getirdi. Batıda kuramlaştırılan ama doğuda pratikleşen devrim tarihselliği kendi özgünlüğü içinde bilince çıkartılamadan, teorik kavrayış Althusser eliyle batı marksizminin devrimsizliğinde tarihsiz, gelgeç bir güncellikle dejenere edildi..
Birikim’in attığı ideolojik ve teorik likidasyon tohumları 80 sonrasının yenik ruhlarında gür çalılar olarak yeşerdi; siyasal hayatımızın temel tartışmaları olarak karşımıza dikildi. Liberal solculuk düzeyindeki “ s o s y a l i s t demokrasi”cilik, örgütsel çalışmayı bir kulüp faaliyeti düzeyine indiren “çoğulculuk”, “birey olma” ve en önemlisi toplumsal kurtuluşunu Avrupa demokrasilerine bağlayan, teorik besinini hâlâ batı marksizminde arayan militan mücadelelere kapısını sımsıkı kapamış bir sol…
Kendisi de göreceli olarak geri bir kapitalist ülke olan Türkiye’deki devrimci hareket Sovyet revizyonizminin sultasındaki ortodoks marksizmin ne işçiciliği, ne particiliği, ne de kitle kendiliğindenciliğine ait referanslarını kendi hayatında bulamazken Çin’in, Vietnam’ın, Küba’nın kırsal tarzlarına geçiş yapmayı kendiliğinden engelleyen bir kent devrimciliği sürdürüyordu. Birikim’in devrime ve marksizme karşı ama marksizmin içinden konuşması, Türkiyeli yüksek devrimci pratiğin ihtiyaç duyduğu klasik olandan ayrıksı teorik veri ihtiyacına karşılık geliyordu. Ve Birikim’in, örgütsel ve siyasal bir önderlik iddiası taşımaması, militanların grupçu ideolojik koruma kalkanlarını otomatik olarak devre dışı bıraktığı için geri bir ülkeye ait siyasal sürecin teorik izahı Birikim’in Althusserci verileri üzerinden yapılıyordu. Marks’ın teorik yaşamını ikiye bölüp genç eserlerinin üzerine çarpı çekerek, Engels’i, zaten o bu işleri bilmezdi diye yok sayarak sadece marksizmi tahrif değil esas olarak marksist teoriye karşı kuşku geliştirmek ve faaliyetin örgütsel tasfiyesi için “birey kültü”nü bayraklaştırmak onca lâf kalabalığı arasında Birikim’in Türkiye devrimine karşı esas olarak ısrarla sürdürdüğü misyonu idi. Ve etkisini en çok kentli küçük burjuva devrimciliğinin teoriye daha çok önem atfeden kesimleri üzerinde gösterdi. 12 Mart’ı faşizm olmaktan çıkaran Kurtuluş ve faaliyeti “dergi çevresi” olarak tanımlayan Devrimci Yol önderlikleri, Birikim’in, elbette tek başına kendisinin sebep olmadığı ama böyle olmasına özellikle çalıştığı bilinç yozlaşmasının tipik örneklerini oluşturdular. Birikim’in attığı ideolojik ve teorik likidasyon tohumları 80 sonrasının yenik ruhlarında gür çalılar olarak yeşerdi; siyasal hayatımızın temel tartışmaları olarak karşımıza dikildi. Liberal solculuk düzeyindeki “sosyalist demokrasi”cilik, örgütsel çalışmayı bir kulüp faaliyeti düzeyine indiren “çoğulculuk”, “birey olma” ve en önemlisi toplumsal kurtuluşunu Avrupa demokrasilerine bağlayan, teorik besinini hâlâ batı marksizminde arayan militan mücadelelere kapısını sımsıkı kapamış bir sol… Birikim’in bu misyonla ortaya çıkması elbette kendiliğinden bir süreç değildi. Birikim,
18
solu sisteme yedeklemenin, soldan sisteme destek güçler üretmenin mekanizması olarak elbette genetik bir öncele sahipti: Kadro dergisi. Kadro dergisi cumhuriyetin ilk yıllarında komünist hareketin saflarından ağırlıkla ihanet ederek kopan ve kendini kemalist hareketin başarısına vakfedenlerin kurduğu bir yapılanmaydı. Proletaryanın güçsüzlüğü gerekçe gösterilerek ülkedeki burjuva demokratik devrimin bekası için cılız burjuvazi adına kadro yetiştirilmesini önüne görev koymuş bir hareketti. Birikim dergisi ile Kadro arasında genetik bağlantılar kurarken sadece bir mecaz yapmadık, çünkü Birikim dergisinin birinci süvarisi Murat Belge, Kadro dergisi kurucularından Burhan Belge’nin oğlu, ünlü yazar Yakup Kadri’nin de yeğenidir. Kadro misyonu bir miras halinde Birikim dergisine aktarılmış durumdadır. Misyon zincirini daha eksiksiz kurabilmek için Kadro ve Birikim arasına elbette bir de Hasan Cemal’in Yön dergisini koymak gerekir. Solu manipüle etme ve devrimci küçük burjuvaziyi sistemin destek gücü konumuna getirmenin bir aracı olarak bu entelektüel mekanizmalar sadece misyon çizgisi itibariyle değil, piyasaya çıkış zamanlamaları açısından da deterministik bir ortaklık taşırlar; komünist ya da devrimci hareketin önemli potansiyeller taşıdıkları başlangıç süreçlerinde ortaya çıkarlar. Kıvılcımlı’nın, “komünizm süprüntüsü” dediği Kadroculuk için “ne zaman sahneye çıktı” diye yönelttiği sorusuna cevabı, “İzmir bir hafta işçilerin ve gençlerin işgalinde kaldığı zaman,” olur.Yön için aynı sorunun cevabı 27 Mayıs’ın, yani ülkedeki aydın küçük burjuvadaki sol potansiyellerin giderek açığa çıktığı zamandır. Birikim, 70’lerin başında, keza devrimci hareketin tarihinin en büyük potansiyelini açığa çıkardığı zaman görev aldı. ‘80 sonrasının yenilgi yıllarında Birikim yazarları karşı devrimin doğrudan ideolojik aygıtlarındaki görevlerine döndüler. Ve devrimin ilk canlanma emarelerini gösterdiği 87-90 aralığında yeniden görev aldılar. Birikim, dönemin düşük devrim konjonktüründe sadece devrimin etkisizliğinden dolayı değil, aynı zamanda yapısalcılığa karşı geliştirilen teşhir ve tecrit sürecinin bir sonucu olarak da silik pozisyonda kaldı. Ama burada geçerken belirtmeliyiz ki yerlerini doldurmaya aday olan yok değildi. Teori Politika dergisi, böyle devrimciliğe böyle Birikim’cilik denecek tarzda yapısalcılığı gündemde tutmaya çalıştı ama her taklit gibi, biçimsel abartmaların ötesine geçemedi; jargona bindirilmiş entel züppeliğin teorisiz teorikliğin acı tadını gideremediğinin kanıtı oldu.
Devrimci Cephe Özellikle referandum süreci ve sonrasında ortaya çıkan sonuç kent küçük burjuvazisinin ve proletaryasının verili gidişe duyduğu tepkiyi öne çıkardı. Türkiye devrimci hareketi bu tepkinin öncülüğüne kendiliğinden adaydır. Devrimin bu kitle gücünü ve potansiyel siyasal nüfuzunu sistem dışına taşımaması için devrimci hareketi bir kez daha bilinç tutulmasına uğratmak üzere Birikim politik sahada en etkin olduğu pozisyona çekilme kararı aldı. Buna ikinci Birikim dönemi demek doğru olacaktır. Kadro ve Yön çizgileri kapitalizmin gelişimi adına, burjuva demokratik devriminin tamamlanması adına burjuvazinin devletçiliğini sola yedirmeye çalışıyordu, şimdi Birikim aynı çizginin ileri bir aşaması olarak burjuva devletini demokrasicilik olarak sola yedirmeye çalışıyor. Burjuva demokrasisinin kapitalizm öncesi sınıfların ve onların ideolojik örgütlenmesi olan kilisenin alt edilmesiyle geliştiğini pek iyi bilen Birikim, binlerce yıllık kurgulu tüccar sermayenin sünni ideolojiyle devletleşmesini devrimsel bir demokratik süreç olarak pazarlamaya kalkıyor. Tıpkı Kadro ve Yön dergileri ve I. Birikim gibi II. Birikim de marksizm içinden “çorba fikirler” ortaya atarak “düzen içi” olma ön koşuluyla formatlanmış “yeni bir sosyalizm tanımı”yla devrimci ortamın “kafadan gayri müsellah” olmasına (silahsızlandırılmasına) çalışan bir ajan sosyalizmini temsil etmektedir. Devrimin sürgit devre dışı kalmasının ön koşulunun devrimcilerin düşünsel silahsızlandırılmasında olduğunu bilen Birikim, yeni Türk burjuvazisinin kendi demokrasisi üzerine yaydığı alaturka ütopilerini bize marksizmin tahrifatı üzerinde şekillendirilmiş alafranga demagojilerle sunma gayretlerini daha da şiddetlendirecektir. Birikim, kendini solla pratik ilişkilenmenin dışına çıkartıyor çünkü devrimci hareketin pratikçe yükselmekte olduğu bu sürecin onun devrim düşmanı siyasallığını daha görünür kılacağını ve bunun, onun sözünü değersizleştireceğini biliyor. Birikim, solla pratik ilişkilenmenin dışına çekiliyor, çünkü yükselen devrimci mücadelenin teoriye ihtiyacının da artacağını ve devrimin doğulu gerçeklerini kavrayamayan ve hâlâ batı marksizminin verileriyle beslenen devrimci hareketi teorik zeminde, egemen sınıflarca tahkim edilmiş entelektüel mevzilerden şekillendirmenin daha kolay olabileceğini biliyor. Türkiye devrimci hareketinin ne genelde sistemsel olarak ne de özelde Türkiyeli bir devrimin sorunlarını teorik olarak çözmekten henüz uzak olması, devrimci hareketin
Birikim türü ajan sosyalizmlerine karşı zaafını oluşturuyor. Bugün sürdürülen sivil toplumcu, devrimsiz devrimcilik anlayışı zaten Birikim’in teorik mirasıdır ve bu yüzden de Birikim’in sola sırtını dönmesine en çok üzülenler gene ağırlıkla Devrimci Yol ardılları olmuştur. Konuyu kapatırken, Birikim’in “sol” dışına çıkmasının, onu “sol”dan saymayanlar açısından bile çok sevinmeyi gerektiren bir durum olmadığının, aksine daha uyanık olmamızı gerektiren bir gelişme olduğunun bir kez daha altını çizmekte yarar bulunmaktadır. Birikim’in solu soldan burjuvazinin ateşine tutmak için ideolojik mevzilere çekilerek elini rahatlatması teorik sorunların girdabında kıvranan sol açısından oldukça büyük ve onu savmayı önümüze ciddi bir görev olarak koyan bir tehlikedir, çünkü Birikim marksizmin ancak doğulu ve geri ülke devrimsellikleri üzerinden yeniden üretimi ile etkisizleştirilebilecek bir karşı devrim sızmasıdır. Birikim’e ve onun devrimci hareket üzerindeki etkilerine karşı uyanık olunmalıdır. xxx Referandum sonrası değerlendirmelerinde Türkiye’nin üçe bölündüğü hususunda herkes birleşti. Yeni Türk burjuvazisinin egemenlik alanları doğudan, Kürt özgürlük hareketinin siyasal egemenliğini pekiştirdiği Kürt kentleri tarafından, batıdan ise gelişkin kapitalist ilişkiler içindeki modern sınıfların yaşam alanlarının yoğunlaştığı kentler tarafından kuşatılan, tefeci bezirgân talanına en açık toprak ekonomisinin, geri ve gerici kırsal küçük mülkiyetin ağırlıkta olduğu orta Anadolu ve orta Karadeniz bölgesi olarak belirginleşti. Kıvılcımlı’nın bir zamanlar var olan Amerikan radar üssü üzerinden andığı Sinop’tan, bir başka Amerikan üssünü barındıran Adana’ya çekilen bir çizgi üzerinden tarif ettiği karşı devrim ekseninin siyasal karşılığı zaten 12 Eylül sürecine girerken bu eksen üzerindeki Sivas, Çorum, Maraş gibi gerici kitle tarzlarının provaları üzerinden görülmüştü. Şimdi bu eksen etrafındaki kentler, elbette biraz daha şişkin bir şekilde ve Kürt illerinden göç nedeniyle güney ucundan biraz daha doğuya
B u r j u v a demokrasisinin kapitalizm öncesi sınıfların ve onların ideolojik örgütlenmesi olan kilisenin alt edilmesiyle geliştiğini pek iyi bilen Birikim, binlerce yıllık kurgulu tüccar sermayenin sünni ideolojiyle devletleşmesini devrimsel bir demokratik süreç olarak pazarlamaya kalkıyor.
19
Devrimci Cephe kaymış olarak ama yetişkin nüfusun neredeyse %90’ının beyaz ordunun kadro ve siyasal lojistiği olan gerici faşist kitleselliği ile AKP’nin mutlak hâkimiyet alanları şeklinde bir kez daha karşımıza çıkmış oldu. Kürt illerinin özgürlükçü siyasallığını bir tarafa koyduğunuzda bu renkli haritada Türkiye devrimi adına kendini gösteren bir renk bulmak ne yazık ki imkânsızdır. Geri devrim koşullarında toplumsal muhalefete nüfuz etmenin doğru bir taktiği olarak geliştirilen hayır’ın kitleye ulaşım yollarını açıp açamadığı taktiğin kendi gerekçesi itibariyle elbette henüz siyasal bir iddia olmaktan öte gidemez. Devrimci hareketin bilinen güçsüzlüğü Hayır oylarında bir yüzde hesabına oturmasına elbette imkân tanımaz. Hayır taktiği zaten güncel Türkiye muhalefetinde göreli bir yer tutmayı
E v e t , bu haritada devrim yok ama bu haritadan devrim çıkar.
Evet, bu haritada devrim yok ama bu haritadan devrim çıkar.
hedeflediği için bu nicel konumlanmanın sonuçları, o da ancak başka doğru taktiklerle taçlandırıldığı takdirde ölçülebilir bir somutluğa ulaşacaktır. Boykotçulara gelince, bütün siyasal konumlanma ve tarzlarıyla statükoya gömülü olanların, tam da Birikim’in istediği gibi her gün sistem içi solculuk üretirlerken bir “sandıksal demokrasi” manevrasıyla kendilerinin statüko karşıtı bir eyleyiş içinde olduklarını ilan edivermeleri aslında kimilerinin devrimciliği ne kadar ucuzlattığının da bir göstergesiydi ama gene de, bu zeminde tartışma yürüten kimi arsız piyasa düşkünlerini görmezden gelirseniz, Türkiye solunun boykotçu kesimlerinin de Kürt devriminin başarısı üzerinden kendilerine pay çıkartmakta çok ısrarlı olmamakta, yani re20
ferandum haritasının Türkiye bölümlerinde devrime ait siyasal bir değer bulamadıklarını ikrarda aslında oldukça gerçekçi davrandıklarını söylemek mümkündür. Bu ölçülü yaklaşımda, Kürt özgürlük hareketinin kurmayları ve Öcalan tarafından boykot taktiğinin ve başarısının Kürt halkı açısından oldukça ileri bir mana teşkil etmesinin yanı sıra, genel Türkiye siyaseti açısından AKP’ye verilen bir şans olduğunun açıklanmasının pay sahibi olduğu düşünülebilir. Bilindiği gibi boykotçu Türkiye solu, hayır taktikçilerini 80 statüsünü savunmakla suçlarken aslında AKP’nin değişiklik söylemine verilen liberal manayı savunmuş oluyorlardı. Biz boykotçu solun, arkasındaki daha büyük bir kütlenin önüne düşen gölgesinden kendi cismine ilişkin halüsinasyonlara kapılmayacağı umudunu taşıyoruz, çünkü hemen referandum sonrasındaki AKP politikasının ne Kürt meselesinde, ne demokratik alan çalışmalarında, ne yeni bir anayasa girişiminde hiçbir gelişme sağlamayacağının tam olarak anlaşılması Türkiye solunun hayırcı ve boykotçu kesimlerinin muhalefette ortaklaşmasının potansiyel imkânlarını açığa çıkarmış durumdadır. Ortaklaşmanın tartışılmaz verisi ve hareket noktası bu haritada Türkiye adına devrimin izinin olmamasıdır.
Her şeyden önce bu harita yeni bir harita değildir. Ta Şefik Hüsnü’nün “Türkiye ve İçtimai İnkılâp” adlı çalışmasından beri bilinir. “Doğu Anadolu: Tarım ekonomisine bile girememiş göçebe toplumu… Orta Anadolu: yoksul küçük toprak sahibi köylüler, feodal ağa, mütegallibe vurgunu… Kıyı Anadolu: büyük ölçüde yabancı sermaye ve işçi hareketi…” Ya da başka sözlerle Kıvılcımlı tarafından yapılan özet: “Soysuzlaşmış tarih öncesi (doğu), kapitalizm öncesi (orta), kapitalizm…” Ve bu tablo üzerinden Türkiye Sosyalist İşçi Çiftçi Fırkası zamanından beri çizilen “sosyal sınıfların stratejik ve taktik devrim durumları” şöyle tarif edilir: “Deniz kıyılarıyla birlikte batı Türkiye’nin enerji dolu proletaryasının orta Türkiye’nin geniş ezilmiş halkı ile kuracağı pek tabii ve gerçek karşılıklı çıkarlara dayanır birliğin vereceği güç, sosyal devrimin zaferini elde etmek için en büyük faktör olacaktır. Ve bu zafer, bugün sosyal hareket için elverişli şartlardan yoksun, büsbütün geri kalmış doğu Türkiye ezilmişlerinin de yüzyıllık boyunduruklarını kırdıracak ve onları hürriyetin mutlu ufuklarına kavuşturacaktır.”
Devrimci Cephe Bu programın yüz yıllık başarısızlığı üzerine yürütülen tartışmalar referandum haritasıyla kadük olmuştur. Geçen zamanın bu program ve stratejiye dayattığı tek değişiklik “Doğu ezilmişleri”nin, “batının enerjik proletaryası” ve devrimcilerinden öğrendikleriyle onlarsız kendi “hürriyetlerinin mutlu ufukları”na yönelme becerisini geliştirmeleridir. Ancak gene de “deniz kıyıları”ndaki sosyo-politik hayata taşamayacak kadar kendi coğrafyalarındaki dönüşüm süreçlerinin henüz çok başındalar. O halde Türkiye’nin bugünkü devrimcileri için yüzyıl evvel tanınan görevin en azından iki bölümü hâlâ geçerliğini korumaktadır.
peryalizmin işbirlikçisi bezirgan islamcılığa karşı propaganda ve örgütlenmesine etkin karşılıklar bulmasını kolaylaştıracak tarzda, siyasal olarak boşa düşürecektir. Metropol alanlarda işbirlikçi bezirgân islamcılığa karşı propaganda ve örgütlenme orta sınıfları devrime karşı tarafsızlaştırırken, özellikle CHP’nin seçimler sonrasında hükümet yapılanmasında yer alması ve zaten kendisine kuşkuyla bakan emekçi sınıfların gözünde sistemin somut temsillerinden biri haline dönüşmesi koşullarında, proletarya ve kent yoksullarının sisteme öfkesinin yöneleceği siyasal düzlem devrime ait olabilecektir.
Referandum haritası yüzyıl önceden yapılan saptamaları doğrulayarak devrimin yatağının gelişkin metropol alanları olduğunu göstermiştir. Bugüne ait aşılması gereken handikapları saptayarak bunlara göre doğru taktikler geliştirebilmemiz, yüzyıl öncesinden miras aldığımız devrim programını yüzyıllık bir başka yalnızlığa uğurlamamızın önüne geçecektir.
Bu yüzden –şimdi de geçerli olmakla birlikte- özellikle olası CHP-AKP koalisyonu koşullarında hem devlete hem de dinsel gericiliğe karşı birbirini ötelemeyen ya da öncelemeyen politikalar ve mücadele biçim ve araçları geliştirmenin hazırlıklarına şimdiden girilmelidir.
Metropol alanlarda AKP karşıtı toplumsal muhalefetin ideolojik-siyasal öncülüğü, proletaryanın devrimci öncülüğünün yokluğunda geçmiş kemalist burjuva devriminin ulusalcı, modernist ve laisist programını taşıyan büyük ve orta burjuva kesimler eliyle yürütülmektedir. Bu zeminde Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını hiçbir sınırlama ve koşul ileri sürmeksizin propaganda ederek burjuvazinin şovenist önderliği kırılmalıdır. Kapitalizme devrimci yoldan geçememiş bir toplumsal formasyonda geri ve gerici sosyalliklerin varlık ve hatta iktidar koşullarında modernizm ve laisizm sosyalizmle ittifak edebilecek burjuva demokratik değerler olarak kabul görebilir.
Türkiye devrimci hareketi 60’lardan bu yana faşist devletle değişik düzeylerdeki mücadelesinde önemli tecrübeler kazandı. Ama bir kitle eğilimi olarak islamla ve kurumsal bir ideoloji olarak din’le nasıl hesaplaşacağına dair marksist bir kavrayış geliştiremedi. Oysa Türkiye devrimci hareketinin Nasrallah’la Fethullah arasındaki ayrımı gözetebilecek ve bunu pratiğine yedirebilecek kertede bir din ve islam perspektifine ihtiyacı vardır. Bu perspektif solu günceldeki tezahürleriyle hem Kemalist esintili modernist yaklaşımlardan, hem de işbirlikçi islama yol veren liberal söylemlerden koruyacak bütünlükte olmalıdır.
CHP’de yapılan yeni restorasyonlar, emperyalizmin bölgesel politikalarına sürtünme yaratmayacak tarzda geleneksel devletçi eğilimlere islamcı ve Kürt öğeleri içeren yeniden yapılanmayı hazmettirme amacını gütmektedir. Kürt öğe ister işbirlikçi, ister devletçi karakterde olsun esas olarak Kürt halkının özgürlükçü iradesinin denetiminden uzak kalamayacaktır. CHP’nin Kürt halkının demokratik istemleri karşısında en azından tarafsız bir konuma sürüklenmesi, devrimin metropol alanlardaki şovenizme karşı propagandasının etkinliğini artırıcı bir ortam yaratacaktır.
Önümüzdeki seçim süreci devrimci demokratik ajitasyonun bütün ayırt edici kapsamıyla kitlelere yöneltilmesinde çok önemli bir imkân sunmaktadır. Bu seçimlerde, Türkiye devrimci hareketi ve Kürt özgürlükçülüğü ittifakının Türkiye metropollerinde ciddi bir devrimci demokratik rüzgâr estirmesi oldukça mümkündür. Bu süreçte, referandumda olduğu gibi daraltılmış tercihlere zorlanılmayacağı için bütün eğilimleriyle sosyalist hareketin ve Kürt özgürlükçülüğünün, bütün halklardan emekçilerin demokrasi taleplerine sahip çıkmanın basit bir programı etrafında bir araya gelmelerinde kendi kadim grupçuluk hastalığımız otokontrol altına alındığında- teorik olarak öngörülebilir hiçbir sorun yoktur. Daha ötesi, devrimci demokratik bloğun asgari düzeyde olsun oluşturulabildiği koşullarda bu süreçten
CHP’nin, nihayetinde AKP’yle ittifaka kadar vardırılacak tarzda orta Anadolu gericiliğine ve islamcı ideolojiye tolerans geliştirmesi metropol alanlardaki toplumsal muhalefeti, devrimin, em-
M e t r o p o l alanlarda AKP karşıtı toplumsal muhalefetin ideolojiksiyasal öncülüğü, proletaryanın devrimci öncülüğünün yokluğunda geçmiş kemalist burjuva devriminin ulusalcı, modernist ve laisist programını taşıyan büyük ve orta burjuva kesimler eliyle yürütülmektedir.
21
Devrimci Cephe Türkiye devrimci hareketini de moral olarak toparlayacak olumlu kazanımlar elde edilmesi çok güçlü bir ihtimaldir. Ancak sürecin bu umutlu niteliğinin aynı zamanda küçük burjuva dükkâncılıkları da ajite eden bir öğe olduğunu unutmamak gerekir. Şimdiden herkesin kendi zemininden birlik-cephe telalığına kalkması sürecin gerektirdiği mütevazı, soğukkanlı ve kolektifi gözeten yapı işçiliğinden oldukça uzakta olunduğunu gösteriyor. Dikkatli, ölçülü ve kapsayıcı olmak bu zemindeki iyi niyetin ölçüsüdür.
Öncü
kendini, ön dalgalarını y a ş a m a k t a olduğumuz düşman saldırılarına karşı korunaklı bir şekilde yapılandırmalı ve bir savaş düzeni almalıdır.
22
Diğer taraftan, başarı olasılığına bindirilmiş daha büyük bir tehlike ise potansiyel kolektifin seçim programlı kalması, seçimlerin ardından dağılmasıdır. Bundan önceki benzer süreçler bütün aksi niyetlere karşın bir seçim bloğu olmanın ötesine geçilemedi. Seçim süreci üzerinden motive olan kolektif devrimci demokratik kurumsal çalışmayı kalıcı kılabilmek için artık belki de artık geçerliliğini yitirmiş modeller yerine başka tarzların arayışları ve tartışmaları gerekmektedir. Örneğin, devrimci hareket, böyle bir süreci geliştirebilmek için yapacağı bir ön hazırlıkla, mücadelesinin geldiği özerklik aşaması itibariyle Kürt halkının metropollerdeki siyasal nüfuzunun, öncüsünün Türkiyelileşme programına da içkin yeni bir varyant olarak, tutmayan “çatı partisi” modelinden Almanya örneğindeki gibi bir “kardeş parti” modeline yönlendirilmesini önerebilmeyi düşünmelidir. Verili aşamada metropollerdeki Kürt siyasal örgütlenmesinin varlığında böyle bir kardeş partinin örgütlenme sürecinin yaratacağı öngörülebilen komplikasyonların basit örgütlenme teknikleriyle giderilmesi mümkündür. Ancak teknik sorunları gölgede bırakan bir esas dahilinde, bu modelle Türkiye devrimci hareketinin çatı partisinin çatılmasını bile engelleyen Türk
reflekslerini fiilen aşmak da, metropollerdeki Kürt proletaryanın sömürü süreçlerine muhalefetini engelleyen Bundvari kasılmalardan kurtulmasını sağlamak da mümkün olabilecektir. Diğer taraftan, mücadelenin seçim gibi özel dönemlerini de içeren ve aşan dönemsel özellikleri itibariyle, devrimci hareket, yeniden yapılandırılmakta olan sistemi ister doğrudan karşısına almaya yönelsin isterse kendini sakınmaya özen gösteren altta güreş pehlivanlıklarına soyunsun, son dönem operasyonlarının ve zindan süreçlerindeki gelişmelerin gösterdiği gibi devletin daimi hedefi olmanın dışına çıkamaz. Sistem, suni dengeyi güçlendirmek için harekete geçirilen dinamiklerin aynı zamanda kararsız dengeye geçiş açısından da bir eşik yaratmakta olduğunu yüzlerce yıllık devlet aklı ve zaaflarını daha kolay görmesini sağlayan içerden bir bakışla elbette bizden daha iyi görmektedir. Bu nedenle o ya da bu düzeyde bölgesel bir yeniden paylaşımın açılımına girmenin öngününde kendi cephe gerisini temizlemek ve tesirsiz hale getirmek onun her günkü politikası olacaktır. Öncü kendini, ön dalgalarını yaşamakta olduğumuz düşman saldırılarına karşı korunaklı bir şekilde yapılandırmalı ve bir savaş düzeni almalıdır.
Devrimci Cephe
EKİM DEVRİMİ RUHUYLA YİNE DEVRİM, YİNE SOSYALİZM Onur Yücel yucelonur@devrimcicephe.org
Bugün emperyalizmin yönelim ve taktiklerini karşılayıp geri püskürtecek örgüt anlayışı, mücadele yöntem ve taktikleri açısından netiz. Bu ana halkadan sıkıca kavramayı bilenlerin, süreç özgünlüğünde talepleri karşılayacak bir düzey yakalamalarının önünde hiçbir engel yoktur. Marksist-Leninist öngörü ve gelecek projesinin pratik gereklerini sabır ve kararlılıkla, kesintisizlik içinde ele almayı hedefleyenlerin önünde tek bir yol vardır: Gözlerini ufka ve zafere dikmek. “Emperyalist dönemin Marksist partileri için vazgeçilmez olan bu ilkelerin, sosyalizmin yaşadığı yenilgiden dolayı bir kenara atılması ancak oportünist-revizyonistlerin tavrı olabilirdi ve bu kesimler 90’ lardan itibaren böylesine bir tasfiyeci tavır içerisindedirler. Emperyalizmin Marksist-Leninist düşünce ve örgütlenmeler karşısında öteden beri sürdürdüğü ve yok etmeyi, en azından etkisiz hale getir-meyi saldırı politikalarına tasfiyeci düşünce ve pratikleriyle soldan destekleyen bu kesimler sonuçta, hem de çok kısa bir sürede kendi siyasi varlıklarının tasfiyesi ile karşılaşmışlardır. Burjuvazinin ideolojik cephaneliğinden ödünç alınmış tezlerle Marksizm-Leninizme saldıranlar sonuçta bu ödünç tezlerin esiri durumuna düşmüşlerdir. Marksist-Leninist düşünce ve örgütlenmeler ise uğradığı tüm saldırılara ve bu saldırıların yarattığı olumsuzluklara, tahribatlara karşın bugün yine ayaktadır, bugün yine umuttur.” (Devrimci Çözüm, Ekim 1997, s.3) Ufukta daralmanın, bilinçte çoraklaşmanın yaşandığı yerden ileriye doğru bakılınca önündeki zeminin çit görünmesinden daha doğal bir şey olamaz. Halbuki “olmaz”ı olur kılan
iradelerin sınıflar savaşımında yeni olanaklar ortaya çıkarması, ileri mevziler elde edebilmesi, yaratıcı özelliklerin geliştirilebilmesine ve bunun mücadeleye sunulmasına bağlıdır. İşçi sınıfı ve ezilen emekçi halkların bağrında emperyalist-kapitalist sistemi kül edecek ateşin yakılması, ancak giderek artan ve güncelleşen devrimci görevlerin başarılmasına bağlıdır. Büyük usta Lenin’in “emperyalizm kapitalizmin çürümüş, yozlaşmış, asalaklaşmış en yüksek aşamasıdır” tahlili değerinden hiçbir şey kaybetmiş değil. Ve yine, emperyalizme karşı mücadele üzerine görüşleri bugün hâlâ yolumuza ışık tutuyor. Emperyalizmi derinden sarsan büyük Ekim zaferinin yıldönümünde, Bolşeviklerin önderliğinde bu zaferi yaratan Sovyet halklarının “imkansız”ı nasıl başardıkları konusunda, bu destansı mücadelenin zengin deneyim ve birikimlerine, emperyalizme karşı mücadele ve devrim görevimizin gereği olarak bir kez daha ve özenle eğilmek gerekiyor. Bugün “Demokrasi” vb safsatası altında, faşist rejimin sözcüleriyle doğrudan ya da dolaylı biçimde ilişki sürdürerek işçi sınıfına öteden beri ihanet eden, mücadelenin birikimlerini kendi sultalarının sağlamlaştırılmasında kullanan bir avuç asalak sadece neler olup bittiği hakkında değil, neler yapılması gerektiği konusunda da yeterince fikir vermektedir. İşçi sınıfının emeğine ve alın terine musallat olmuş kan emiciler kadar, bu asalakların ihanetinden kurtulmak da işçi sınıfının ve öncülerinin en devrimci görevlerinden biri durumundadır.
Bu anlamda, sömürü ve zorbalık düzeninin çıplak şiddetine ve tasfiye planına karşı fiili direniş hattının oluşturulması ve sistemleştirilmesinin yanında, ihanetin ve teslimiyetin teşhiri ve hak ettiği yere gönderilmesinin önemi de ortadadır. Emperyalizme ve faşist düzenin saldırılarına karşı devrimci muhalefet potansiyelinin bulunduğu her yerde direniş ve mücadele odaklarının yaratılması şiarımız olmalıdır. Devrimci-demokratik muhalefete dört bir yandan saldırının avantajlarını kullanmak isteyen oligarşi karşısında, dört bir yanda mevzilenerek direniş hatları örmek işçi-köylü-memuröğrencisiyle tüm emekçi halklara, gırtlağına yapışmış elleri söküp atması için bilinç ve güç kazandıracaktır. Öfkesi günden güne kabaran halkın haklı tepkilerini örgütlemeyi bilenler, doğru hedefe yönelerek ve zamanında bu gücü akıtabilenler bu ölü toprağının da nasıl silkelenip atıldığını görecek ve göstereceklerdir. Öğretmen Lenin’in mütevazı öğrencileri olarak, bu yeni yüzyılda da, yeni Ekim’lerle yine devrim ve yine sosyalizm diyebilmenin cüretini göstermek durumundayız. Ekim Devrimi’nin öğretileri ve devrimci ruhuyla, bu yüzyılda da emperyalizmin karabasanı olmaya devam edeceğiz.
23