İÇİNDEKİLER
3 5 10 11 12 15 18 20 22
Orhan Yılmazkaya Ölümsüzdür! - Editorya
Faşist devletin Özel Savaş güruhları Bostancı’da bir devrimciyi katlettiklerini sanırlarken aslında yeni bir devrime ebelik yaptıklarının farkında değillerdi.
Fırtına Konjonktüründe Kürt Süreci “An Azadi, An Azadi” - Tahsin Doğan
Kürt özgürlük mücadelesinde Newroz’lar genellikle bütün bir mücadele yılının nasıl geçeceğine dair önemli bir ölçek oluştururlar.
Fırtına Konjonktüründe İlerlerken - Devrimci Cephe Editoryası
Devrimci Cephe’nin yılları bulan ajitasyonu, Türkiye devrimci hareketinin ikili bir savaş konjonktürüne hazır olması temelinde yürütüldü.
Acının Kendisi - Fehmi Erbaş
Söylenir ki; Ölüm tek başına gezer, hiçbir şey almaz yanına ve hatta hiç kimseyi de.
Libya, Yeniden Sömürgecilik, Türkiye - Kadir Yılmaz
Geçen sayımızdan bu yana Libya’da olayların gelişimi tam da reklam sloganlarındaki gibi oldu: Devrimci Cephe ne dediyse, o!..
YDD’nin ve BOP’un Çöküşü (Ya Da Tarihin Sonunun Sonu) - Özgür Dinçer
Ocak ayında tavan yapan ayaklanmalar ve Mısır’daki gösteriler, 1967’den beri üzerine ölü toprağı atılmış Arap halklarının direnişini ifade etmiyordu sadece…
Vive La Commune! Paris Komünü’nün 140. Yılı - Feza Yılmaz 1871 Paris Komünü, işçi sınıfı tarihindeki en büyük ve en ilham verici dönemlerden biridir.
Tarihimizin Bir Tekerrür Olmadığını Biliyoruz - Bedir Aydın
Türkiye devrimci hareketi, geçmişinin birikim ve çabaları üzerine gelişip şekillenirken, asıl olarak 71 radikal çıkışıyla da teorinin pratiğe dönüşünü sağlamış ve kitlelerde umudu çoğaltmaya başlamıştır
Jakoben ve Jakobenizm - Cemal Şerik
1789 Fransa devriminin uluslararası alandaki yeri bugün birçok yönüyle tartışma konusu haline gelmiş bulunuyor.
Devrimci Cephe - Aylık Siyasi Dergi - Nisan-Mayıs 2011 - Sayı: 5 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : Okan Duman Bülbül Mahallesi, Küçük Şişhane cad, No:3-5 Daire 4, Beyoğlu/ Taksim, Tel: 0212 297 70 97 www.devrimcicephe.org
-
info@devrimcicephe.org
Avrupa İletişim: Limmatstrasse 206, 8005 Zürih/ Isviçre avrupa.zh@devrimcicephe.org Basım Yeri Gün Matbaacılık ltd. Şti. Beşyol Mahallesi Akasya Sokak No 23/a Küçükçekmece İstanbul
Devrimci Cephe
Orhan Yılmazkaya Ölümsüzdür! zamanda geri kalmışlıklarını bir sürü görkemli savlar ileri sürerek haklı göstermeye çalışan önderliklerdir;
Faşist devletin Özel Savaş güruhları Bostancı’da bir devrimciyi katlettiklerini sanırlarken aslında yeni bir devrime ebelik yaptıklarının farkında değillerdi.
• Leninci marksizmin bir devrimci doktrin olmaktan çıkartılarak, post modern söylemlerle sulandırılmış bir bulamaç haline getirilmesidir;
Katledilen devrimcinin adı Orhan Yılmazkaya, bilmeden ebeliğini yaptıkları devrim ise Yılmazkayacı “dördüncü dönem devrimciliği”ydi.
• sınıf mücadelesi söylemini sınıfın düşük profilli mücadeleciliğine tâbi kılıp, bu söylemi geniş ve enerjik bir eylemci çizgiye dönüştürme çabasından vazgeçilmesidir;
Mademki yeni bir doğuştur, demek ki öncelinde eskileri vardır. Madem ki dördüncü’dür demek ki ardında üç başka dönem vardır. Türkiye devrimci hareketinin birinci dönemi Bolşevik devriminin etkisiyle gerçekleştirilen ilk kuruluş dönemidir. Suphi’ler, Hüsnü’ler, Kıvılcımlı’lar, Nazım’lar, Belli’ler vardır bu tarihte... 60’larla başlayan ikinci dönem, devrimin ve devrimciliğin pratikleşmesidir. Deniz’ler, Mahir’ler, İbo’larla başlayıp ardından gene yüzlerce Deniz’le, Mahir’le, İbo’yla sürdürülen bir devrimci dönemdir, ikinci dönem. Devrimimizin bu kahramanlık çağında çeliğin ışıltısı o kadar parlaktır ki, terin matlığı pek dikkat çekmez. Düşman burjuvazi ise bütün varlığını tere borçlu olduğunu bildiği için daha fazla çelikle kahramanlığı yok eder, onun terle buluşmasını engeller. Mücadele tarihimizin üçüncü dönemi emek ve militanlığın reddi üzerine kuruludur. Emek reddedilir, çünkü proletarya hiç de öyle Marx’ın dediği gibi devrimci değildir. Adına konuşan entelijensiyayı omuzlarına çıkarıp iktidara taşımamaktadır. O halde postmodern teori bulamacında burjuvazinin liberal demokrasilerinde var olmak esas alınır.
Militanlık reddedilir, çünkü karşı devrimin şiddeti bilinçleri esir almıştır. Başkaldırıyı insan olmanın gereği olmaktan çıkarıp korku karşısında itaati erdem olma katına yükseltmiştir. Amaç devrimse, madem militanlık değil de proletarya esastır ve proletarya da devrimsizse o zaman liberal demokratik beklenti kapılarında kuyruk olmaktan başka ne yol olabilir ki? İkinci dönemin savaşçı “proletersiz proletarya devrimciliği”, üçüncü dönemde “proletersiz proletarya eyyamcılığı”yla inkâr edilir. Barbar fatihlerini yutan Bizans, üçüncü dönemde Pera’da devrimi çürüttü, kokuttu.
• “partileşme” düşüncesini ve “parti” örgütlenmesini militan bir örgütün yaratılması için bir çağrı olmaktan çıkarıp, mücadelenin bir tür “devrimci bürokrasili” ve “demokratik biçimli” bir “sosyalizmcilik oyunu”na çevrilmesidir.
Üçüncü dönem oldukça uzun sürdü, sürüyor. Yılmazkayacı devrim öbeği bu uzun süre sonunda ortaya çıkan üçüncü dönem sosyalizmini şöyle tarif ediyor: • hemen hemen sadece legal faaliyetle yetişmiş militan tipidir; • sadece teorik ve pratik bakımdan geri kalmayan, aynı 3
Ocak-Şubat 2011
• ama bütün bunları Leninci marksizmin bir devrim doktrini olduğunu bir an için olsun unutmadan yapan militan bir sosyalizm çizgisi’nin savaşçısı… Üçüncü dönemin sol sosyalist gericiliğiyle dördüncü dönemin savaşkan sosyalizm çizgisi arasındaki savaş, henüz bütünüyle Yılmazkayacı devrim yürüyüşü lehine tamamlanmış değildir. Üçüncü dönemin bütün statükocu unsurları, düşmandan aldıkları güçle, onun psikolojik özel savaşının gönüllü katılımcıları olarak Yılmazkayacı devrim anlayışına saldırılarını aralıksız sürdürüyorlar. Boşuna çaba.. Devrimcilik Bizans çökkünlüğünden kurtulup yeniden barbarlaşmasının koşullarını özgür Kürdistan dağlarında buluyor.
• Proletaryacı ama “yığın öncüsünü önde görmek ister” ilkesini göz ardı etmeyen öncü irade, örgüt ve eylem bağlamını kuran,
Dönüş, devrimci faaliyeti Pera eyyamcılığına, örgütlenmeyi bezirgan saraylaşmaya dönüştüren Bizans’ı 1516 Haziran’ların, 1 Mayıs’ların İstanbul’u kılmak içindir. Başarılmıştır: 2010 yılında burjuvazi Taksim’i işçi sınıfına açmazdan evvel, 2009’da devrimciler ve proletarya Taksim’i zaten fethetmiştir. Bu fethin bayrağı ise Bostancı’da göndere çekilmiştir. 2009’da Taksim’i, bu kez engellenemez bir devrimcilikle zorlayanların ruhu ve bilinci “bir feda kuşağı savaşçısı” olan Orhan Yılmazkaya’nın devrim andıyla yüklüydü çünkü: Kavga sürüyor!
• Kürt özgürlük hareketiyle dayanışmayı bayağı bir enternasyonalizm kavrayışından öte Türkiyeli bir devrimin stratejik gereği sayan,
Bu çağrı, sadece Taksim kapılarını proletaryaya açmanın değil, devrimimizin birinci ve ikinci dönemine ait olumlu değerlerin üçüncü dönemin yozluğundan, çürümüşlüğünden, iğrençliğinden kurtarılarak yeni bir devrimci dönemin açılışına haykırıştı. Bu nedenle Orhan Yılmazkaya, sadece devrimin teslim alınamaz iradesini temsil eden bir devrimci militan değildir. O aynı zamanda, tıpkı bir zamanlar, Deniz’ler, Mahir’ler gibi, bayağılaşmış bir devrimi devrimciliğe taşıyan bir çizgi savaşçısıdır. Öncellerinden aldığı güncelinde yeniden kuran 4
dersleri
• Nasrallah’a dost, Fethullah’a düşman olacak bir ayırdı gözetebilecek tarzda islamla ilişkilenen, • bizim acılarımızı ve değerlerimizi kendi liberal sahtekârlıklarına malzeme yapan küçük burjuva ve burjuva aydın sürüsünden tiksinen,
Yılmazkayacı devrim anlayışı dışarıdan içerden aldığı ağır darbelere rağmen devrilmemiş, Tarihe, bilime, şehidine bağlılıkla yürüyüşüne devam etmektedir.
Devrim şehitleriyle ilerlemektedir.
KOMUTAN ORHAN YILMAZKAYA ÖLÜMSÜZDÜR! YAŞASIN DEVRİM VE SOSYALİZM!
Devrimci Cephe
Fırtına Konjonktüründe Kürt Süreci “An Azadi, An Azadi”
Tahsin Doğan
Kürt özgürlük mücadelesinde Newroz’lar genellikle bütün bir mücadele yılının nasıl geçeceğine dair önemli bir ölçek oluştururlar. Bu yıl Kürt halkı, Parti’nin 4. Stratejik yıl hamlesine uygun olarak yaptığı çağrıya milyonlarla sokağa çıkararak cevap verdi. PKK, 2010 yılının 1 Haziran’ında artık Kürdistan’da TC’nin siyasal egemenliğini tanıyan bir mücadele dönemine son vererek kendi fiili egemenliğini düşmana kabul ettirmeyi esas alan yeni bir stratejik dönem tanımlaması yapmıştı. Bu Newroz’un stratejik önemi, böyle bir stratejik hamle döneminin ilk Newrozu olmasıydı ve halkın bugüne kadar sürdürdüğü serhildanlarını yeni stratejik hamleye denk gelecek tarzlarda uygulayıp uygulayamayacağının sınanacağı bir moment oluşturmasından kaynaklıydı.
sorununun barışçı ve demokratik çözümü için elinden gelen bütün toleransı kullanmıştır. Artık süreç seçime ve kısa bir süre ertesine kadar geçecek bir zaman zarfında, bütün eğilimleriyle TC egemenleri ve bölge üzerinde hesabı olan emperyalist karar odaklarının Kürt halkının “özgürlük” talebine verecekleri cevabı beklemeye bırakılmış durumdadır.
Newroz öncesinde Öcalan tarafından önerilen Tahrir modeliyle birleştirilen yeni serhildan atılımı, Kürt halkının artık eskisi gibi oyalanamayacağının ve Demokratik Özerklik taleplerinin TC sömürgeciliği tarafından karşılanmaması durumunda mücadelenin geçeceği yeni aşamanın da milyonlarca ağızdan yüksek sesle haykırılmasıyla ilanı oldu: “Ya Özgürlük, Ya Özgürlük!”
Egemen TC sisteminin büyük Kürt serhildanına temel yaklaşımı onu görmezden gelmek şeklinde gelişmiştir. Bu, klasik inkâr siyasetinin bir başka düzeyde sürdürüldüğünü göstermektedir. Tahrir meydanındaki kitleye canlı yayınla ulaşacak kadar değer veren AKP iktidarı ve egemen TC sistemi Newroz kutlamalarını “sükûnet” içinde geçiştirmeye çalışmıştır. Ne zaman ki “demokratik çözüm çadırları” ve buna bağlı olarak halkın vekilleriyle birlikte çözüm taleplerini dayatma süreci açılmış, o zaman TC zoru ve karalama kampanyası devreye sokulmuştur. Bununla kalınmamış, operasyonlar düzenleyerek 6 gerilla şehit edilmiş, bazı Medya Savunma Alanları obüs ve havan saldırısına tutulmuştur. Gerillanın Eruh’ta üç Türk askerini “etkisiz bırakması” ise basılı ya da görsel hiçbir Türk medyasında yer bulmamıştır.
Milyonlarla Kürt, Newroz sonrasında da “sivil itaatsizlik” olarak sürdürdüğü serhildanıyla artık öncüsünün omuzları üzerine büyük bir sorumluluk yüklemiş bulunmaktadır. Halkın bu başkaldırısı mutlaka sonuç almalıdır. Bu sürecin sonu uğruna ödenen bedellere karşılık bir siyasal tatmin düzeyinde gerçekleşmediği, daha geri düzeyler oluştuğu takdirde, halk ve öncünün bir kez daha mücadeleyi aynı düzeylere yükseltmekte oldukça zorlanacağı açıktır. Bu nedenle Öcalan, Newroz öncesi görüşme notunda İmralı’da sürdürdüğü temasların sonuç getirmemesi halinde “topyekûn direniş ve özgürlüğünü sağlama savaşı” nın gündeme geleceğini söylemiştir. Kürt halkı ve öncüsü, Kürt
Devrimci Cephe geçen sayısında Haziran’ın nasıl geleceğinin Mart’tan belli olacağını söylemişti. Kürt halkının Newroz ayaklanmasının dışında egemenlerin Haziran ve sonrası süreçte Kürt sorunun demokratik çözümüne nasıl yaklaşacağının verilerini, gene bu ay içindeki davranışlarından çözümlemek mümkündür.
Bir yandan Newroz meydanlarındaki milyonların sesini duymazdan gelmek ve gerillanın meşru misilleme eylemini sansürlemek, diğer yandan halka ve gerillaya saldırıda hiçbir şekilde duraksamamak, TC egemenlerinin Kürt sürecinde esas olarak gelenek-
sel inkâr ve imha zemininden ayrılmaya pek de niyetli olmadıklarını göstermektedir. TC, Kürt özgürlükçülüğüne karşı sadece fiziki araçlarla değil, Kürt aydınlara yönelik düzmece tehdit haberleriyle ve Tatlıses’in PKK tarafından vurulduğuna ilişkin yandaş yargı araçlarıyla psikolojik özel savaşını da hiç kesintiye uğratmadan sürdürmektedir. Kürt özgürlük hareketinin 13 Ağustos’tan beri gelen resmi ve 1 Mart’tan itibaren de fiili olarak sürdürdüğü eylemsizlik sürecine karşın yürüttüğü bu fiziki ve psikolojik savaş sürecinden 13 Haziran sabahı bir anda vazgeçeceğini düşünebilmek için insanın ancak oldukça düşük bir zihinsel gelişkinlikte olması gerekmektedir. AKP medyasının ve bağlı liberal yazarların propaganda ettiği üzere, seçim döneminde Erdoğan’ın sünni ve Türk muhafazakâr oy tabanında bir daralmaya uğramamak için bu tarz davranmak zorunda kaldığı ise tümüyle demagojidir. Bu konuda en somut veri AKP medyasının kurmayları tarafından oluşturulan Stratejik Düşünce Vakfı’nın gayri resmi olarak Kürt meselesine gelecekte getirilecek çözüme ilişkin bildirimleridir. Stratejik Düşünce Vakfı, Kürtlere “istediğinizi söyleyin, tartışın ama yapmaya kalkmayın, egemenlere ise, fazla tek’çi söylemler kullanmayın ama uygulayın” demekten başka bir söylem düzenlemesi getirmekten öteye geçememiştir. Aynı momentte gündeme gelen TÜSİAD’ın Anayasa teklifine ise egemen düzen partileri hep bir ağızdan “hayır” demekte sorunsuz birlik göstermişlerdir. TÜSİAD: KÜRT’E Mİ BEYAZ TÜRK’E Mİ? Kürt sorununun sistem içi çözümüne yönelik egemen sınıflar bloğunun iki kanadı arasındaki, yani TÜSİAD’da temsil olan, Türkiye’nin, gelişimini cumhuriyet kapitalizmiyle başlatan geleneksel finans kapitalist kesimleriyle 24 Ocak-12 5
Ocak-Şubat 2011 Eylül doğumlu yeni Türk burjuvazisinin arasındaki farklı tutumların nedeni, Devrimci Cephe okurları için bilinir bir konudur. Ekonomik göstergelere göre TÜSiAD bugün Türkiye’nin en büyük 600 finans kapitalistiyle birlikte özel sektör üretiminin %65’ini gerçekleştiriyor ve ticaretinin %60’ını Avrupa pazarına yapıyor, yani uluslararası pazara göre şekillendirilmiş bir sermaye yapılanması mevcut. Elbette geleneksel finans kapitalizm bu imkânlara gene 12 Eylül yardımıyla geldi. Geleneksel finans kapitalizm 12 Eylül faşizminin bu imkânlarından yararlanırken özellikle Amerikan emperyalizmi tarafından kendi yanı başında alternatif bir Türk burjuvazisinin geliştirilmesine de sessiz kalmak zorunda kaldı. Siyasal sözcülüğünü AKP’nin yaptığı bu yeni Türk burjuvazisi şirketleşme amacındaki kadim tefeci bezirgân sermayeye dayanıyordu. İthalatçılık üzerinden iç pazarda tuttuğu payı, iktidar koşullarını geliştirdikçe özellikle Arap pazarına yönelik üretimle güçlendi. Bu nedenle geleneksel finans kapital kendi üretim ve ihracat güvenliği açısından Türkiye’yi istikrarsızlaştıran Kürt sorununun demokratik burjuva normlarına göre çözümünden yana tavır alabilirken yeni Türk burjuvazisi orta Anadolu merkeziyle Arap pazarları arasında kendini kuşatan Kürt coğrafyasına kendine entegre etmeyi zorunlu görüyor. Bu yüzden AKP’de temsil edilen islami yeni Türk burjuvazisi, Türkiye kapitalizminin 12 Eylül’le birlikte girilen yeni aşamasında Türk sömürgeciliğinin yeni bir düzeyini temsil ediyor. Bu düzey Türkiye’nin geleneksel kapitalist dönemine uygun olarak sadece devlet zoruyla değil, aynı zamanda yeni Türk burjuvazisinin düşünsel temsili olan islami ideolojiyle birlikte gidiyor. Egemen sınıflar bloğundaki geleneksel finans kapital ile yeni Türk burjuvazisi arasındaki bu yapısal fark, Kürt sorununun çözüm çizgileri arasındaki Anayasa teklifi düzeyindeki farklılığı oluşturuyor. Bizim her fırsatta bu konuyu işliyor olmamız ise, Türkiye’nin sınıfsal yapılanmasını Avrupa merkezli “paket program”lar üzerinden izlemeye çalışan Türkiye sosyalizminin, bu nüansları kavrayacak bir derinliği olmadığı için, 6
AB’ci liberalliği öne çıkaran siyasal tutumuyla da örtüşen şekilde Kürt sorunundaki demokratik çözüm adına yarın TÜSİAD önderliğinin arkasında hizaya girmesinden duyduğumuz endişe nedeniyledir. Türkiye geleneksel finans kapitalizminin geliştirdiği ulusal demokratik program aslında örtük bir şekilde Almanya’da Bavyera, İtalya’da Kuzey burjuvazisinin geliştirdiği türden bir ayrılıkçılık hali olarak görülmeli ve Ertuğrul Özkök’ün ufak ufak tartışmaya açtığı, “beyaz Türkler ayrılmak isterse” diye yokladığı klasik faşist sömürgeciliğin (belki de Türkiye’nin geç kapitalizminin bir sonucu olarak geç bir yeni sömürgeciliğin) merkez alanının yeniden örgütlenmesi girişimi olarak gözlenmelidir. Cem Boyner’in ayrılma hakkını kutsamasını bağlam içine gömülü olduğu haliyle sadece Kürtler üze-
rinden değil, aynı zamanda Türk finans kapitali üzerinden de izlemekte yarar vardır, çünkü emperyalizmin dayattığı bölgesel yeniden yapılanmada Türk finans kapitalinin kendine ait egemenlik alan ve hukukunu oluşturmada tümüyle seyirci kalacağını beklemek, kaderini yeni Türk burjuvazisinin tercihlerine emanet edeceğini düşünmek mümkün değildir. Geleneksel finans kapital, geçirdiği aşamalardan sonra, merkezine kendisini koyduğu yeni bir Türk cumhuriyeti yapılandırmasında kendi geleceğini güvence altına almak için artık biraz biraz sahneye çıkmak üzere hazırlıklarını tamamlamış gibi görünmektedir. Anayasa referandumunun %41’i ve seçim sürecinin kentli sınıflar örgütlenmesi ve Avrupa finans kapitalizminin AKP’ye yönelik tavır netleşmesi sanki ona yeterli cesareti vermiş durumdadır. Türk finans kapitalizminin Yeni Demokrasi kadrolarının öncülüğündeki TÜSİAD hamlesini biraz da böyle okumakta yarar vardır.
Bugünkü veriler üzerinden, hakkında şimdilik sadece bir dipnot düşüp geçtiğimiz bu konu Kürt özgürlükçülüğünün Türkiyelileşme programını doğrudan ilgilendiren bir kapsam taşıdığı için gelecek süreçlerde ayrıca tartışılmaya değerdir. Çünkü; BU KEZ: TÜSİAD ‘93 Öcalan’ın görüşme notlarında ısrarla vurguladığı bir konu, Özal’la başlayan diyalog sürecinin Çiller-Güreş döneminde bozulması ve görüşmeler yerine özel savaşın yükseltilmesidir. Öcalan’ın aktarımlarında ve genel olarak Kürt sorununa çözümden yana yaklaşan liberal ve demokrat kamuoyunun geniş kesimlerinin vesayet tartışmalarıyla açığa çıkan algısında, TC politikalarının bu git-gel’inde devlete egemen olan klikler arasındaki farklılıklar yatmaktadır. Oysa Türk kapitalizminin “yukarıdan” devletleşme tarzı, aynı yasal çerçevede demokratik bir iklimi de, faşizan bir baskıyı da kurumlaştırabilen bir sömürge demokrasisi/ faşizminin biçimlenmesine yol açmıştır. Bu ülkede ordunun iç yönetmeliğinin bir maddesi Anayasa’dan üstün olabilmektedir. Dolayısıyla Türkiye’de devletin derini ya da görüneni değil kendisi esastır ve Güreş-Çiller ekibinin Öcalan’la yürütülen görüşmeleri bozarak düşük yoğunluklu savaşı kurumlaştırmaları, bu ikilinin özerk tasarrufları değil doğrudan Türkiye finans kapitalinin uluslararası emperyalizmle işbirliğinin bir eseri olarak uygulamaya sokulmuştur. Somuttur; Devrimci Cephe kolektifi, emperyalist güçler baba Bush yönetiminde Irak’a giriyorken 93’ün Türkiye finans kapitali tarafından bir “kopuşma” momenti olarak belirlendiğini saptamıştı . Kaynak gene TÜSİAD’ın bir belgesiydi. Bu belgede, Türkiye kapitalizminin kendini yeniden yapılandırması için eski olanla yeni olan arasında bir “süreksizlik” dönemi, yani özel bir dönem öngörmekteydi. Bu belgenin açıklamalarına göre bu süreksizlik modeli tarafımızdan bir Güney Kore tarzı yeni bir militarist dönem olarak yorumlanmıştı, ama bunun Kürt
Devrimci Cephe halkını hedef alan “düşük yoğunluklu özel savaş” olduğu zamanla ortaya çıktı. Yani Çiller-Güreş tarafından “diyalog” sürecinin bozulması ve yerine “özel savaş”ın geçirilmesi, oligarşi içindeki özel bir kliğin değil, bizzat ABD emperyalizminin bölgesel planlarına paralel olarak Türkiye finans kapitalinin programıydı. Şimdi de bir taraftan TÜSİAD tarafından savunuculuğu yapılan kültürel “taviz” politikalarıyla Kürt halkı yatıştırılmaya çalışılırken, diğer taraftan Kürt Özgürlük Hareketinin bütün sivil ve demokratik kazanımlarının üstüne şiddetle yönelinmesi de uluslararası sistemin bölgesel sürecine koşut bir gidiştir. Uluslararası ve yerel burjuvazinin Kürt sorunundaki birincil hedefi PKK’nin tasfiyesidir.
“Ontolojik devlet”, sınıflı toplum ortaya çıktı çıkalı “egemen sınıfın baskı aracı” olan bir egemenlik kurumudur. Bu kurum Türkiye’de TC olarak bilinir. Görüneniyle deriniyle, içindeki ulusalcı kemalist ya da islamcı eğilimleriyle, bir bütün olarak TC devleti... Tarifin bir içeriği budur. Ama bir de bu tarife uluslararası/bölgesel konjonktürün kattıkları vardır; Devrimci Cephe bu konjonktür itibariyle konuya ilişkin her analizinde Kürt meselesinin bir Ortadoğu meselesi, dolayısıyla bir dünya meselesi olduğunu işlemiştir. Bu haliyle Öcalan’la diyalog, tam da onun tarif ettiği gibi, ne AKP, ne CHP, ne de Genel Kurmay’ın kendi özerk eğilimlerine göre
Yeniden Kürt sürecini güncel verileri üzerinden izlemeye yönelirsek, görünen çok somut bir şekilde odur ki, sistem Kürt sorunu karşısında seçime kadar sürdürdüğü tavrını aynen seçim sonrasında da sürdürecektir. Ve zaten böyle yapabilmesi için gene tıpkı bugünkü gibi anayasa değişikliği ve cumhurbaşkanlığı seçimi gibi momentler itibariyle demagojik tavır konsolidasyonları için gerekçe bulmakta zorlanmayacaktır. “ONTOLOJİK DEVLET” ÇÖZÜMÜ Bu durumda seçimi merkezine alan görünür süreçte Kürt meselesinde önemli değişikliklere yol açabilecek bir odak, Öcalan’ın İmralı’da görüşmeler yaptığı “devlet” tarafıdır. Kimdir, bu devlet? Kimi, neyi, ne kadar temsil edebilmektedir? Süreç üzerindeki yaptırım gücü nedir? 2010 yazının başında Öcalan’ın eylemsizlik süreci önermesinin temelinde bir “diyalog” sürecinin gelişme ihtimali vardı. İmralı ve KCK tarafından yapılan açıklamalarda Diyalog’un karşı tarafını AKP değil “devletin bir kısmı” oluşturmaktaydı. Daha sonra Türk genelkurmayı da bu görüşmelerde taraf olmadığını duyurdu. Son görüşme notlarından birinde (18.03) ise Öcalan diyalog sürecindeki muhataplarını “ne AKP, ne CHP devleti... bugüne kadar varlığını sürdüren ontolojik devlet” olarak tarif etti. Bu tarif, konjonktürün karakterine uygun olarak oldukça açıklayıcı kabul edilebilir.
yürütülebilir. Burada belirleyici olan küresel iradedir ve küresel irade, Türk siyaseti üzerindeki egemenliğini, bütün merkezi organ ve eğilimlerini yataydan kestiği “ontolojik devlet” üzerinden tesis eden küresel emperyalizmdir, Ortadoğu bağlamında Amerikan emperyalizmidir. Eğer ortada, Kürt halkı üzerinde birinci dereceden yönlendirme gücü olan ama o düzeyde ağır tecrit koşulları içinde olan birinin değerlendirmelerini manüpüle etmeye yönelik bir düzen yoksa, ki Öcalan muhataplarını “ciddi” buluyor, o zaman mevcut tarifler ve konjonktür verileri üzerinden Öcalan’la Kürt sorunu üzerinde o ya da bu düzeyde bir pazarlık arayışında olan “ontolojik devlet”in, TC’nin Amerikancı yapılanması olduğu sonucuna varmak mümkündür. Bu akıl yürütmeye karşı, “emperyalistlerle görüşme yapılıp yapılmayacağı” ya da “emperyalizmin kadir-i mutlak görülmesi” gibi kolaycı itirazlar ileri sürülmemelidir.
Bu tür olası itirazların ilk kısmı için söylenebilecek olan, barış’ın yolunun kuşkusuz ve kaçınılmazdır ki karşıtlarınla görüşmeyi gerektirdiğidir. Burada önemli olan, bölgeyi kontrol edebilmek için Kürt sorununu ellerinde bir koz olarak tutan ve değerlendiren emperyalistlerle görüşme yapıp yapmamak değil, barış’ı hangi koşullarda oluşturacağındır. Kürt halkının “demokratik çözüm” programı bellidir ve bunun gerçekleşmesini sağlayacak olduktan sonra, Öcalan da, bir zamanlar Lenin’in ifade ettiği gibi, şeytanla bile pazarlığa girilebileceğini söylemiştir. Dolayısıyla küresel iradenin belirleyici odağı olan Amerika’yla İmralı üzerinden dolaylı ya da dolaysız görüşmeler yürütülüyor olmasında ilkesel bir yanlışlık olmaz. Diğer kısma gelince, hatırlanacağı gibi, Devrimci Cephe, emperyalizmin kriz vb gibi sorunlar nedeniyle bölgeye ilgisinin dağıldığı bir süreçte Türk ordusu kış ortasında Zap’a operasyon düzenlerken bunun TSK’nın bölgede kendi durumunu güçlendirmek amaçlı özerk eğilimi olduğunu ve yenilgisiyle birlikte TSK’ya karşı sürdürülen ameriko-islami Ergenekon operasyonlarının önkoşulunu yarattığını ya da herkesin çözüm umuduyla AKP’nin arkasına sıralandığı sırada “açılım” girişimlerinin AKP’nin “sivil Zap operasyonu” olduğunu ve başarısız olacağını ileri sürerken, sahip olduğu bütünlüklü bakış içinde yine son dönemde bölgesel sorunların doğrudan Obama’nın intikali üzerinden yürütüldüğünü gösteren haberler üzerinden emperyalist ilginin yeniden birinci dereceden bölgeye yoğunlaştığı tespitini de yapmıştır. Bölgeye yönelik birinci dereceden emperyalist ilgi yerel ve bölgesel iradelerin göreli özerklik alanlarının daralması anlamına gelmektedir ve sürecin bütün egemenlik araçları üzerinden emperyalizmin hedefleri doğrultusunda zorlanması demektir. Amerika bir taraftan geleneksel ulusalcı kemalist kesimlerinin içine, diğer taraftan islamcı kesimlerinin içine sarkan bağlantıları üzerinden bir bütün olarak TC devletini kendi programı doğrultusunda yönlendirebilmektedir. Elbette bu yönlendirme “kadir-i mutlak”lık düzeyinde bir emir-komuta hiyerarşisi içinde 7
Ocak-Şubat 2011 gerçekleşemez. Amerikan pragmatizmi, ülkenin tarihsel ve siyasal birikimlerini göz önünde tutarak bu birikimleri kendi reel politik ihtiyaçlarına göre istihdam etme imkânını Amerikan politikasına vermektedir. Amerika bir bütün içindeki her eğilimi kendi karşıtıyla örgütleyen bir esneklik içinde yürütmektedir. Güncel gelişmeler içinde gözlenebildiği gibi, önce islamcı tehlike üzerine cuntaları hazırlatan, sonra yeni düzeyler itibariyle bu cuntaları islamcılara temizleten, ardından ikisini birbirine karşı kendi merkezinde dengeye zorlayan geleneksel pragmatizmiyle Amerika, uluslararası sistem adına bölgede Kürt sürecinin doğrudan yöneticisi durumundadır. Kendi planlaması gereği Öcalan’ı TC’ye teslim eden Amerika’nın, Öcalan’la “diyalog” sürecinin de kesin muhatabı olması son derece makuldür. Yani, muhatap, evet “ontolojik devlet”tir, ama bu devlet, dünya konjonktürünün nabzının attığı bölge içindeki eğilimlerin özerk tutumlarını değil, kimi esneme payları dahilinde de olsa son tahlilde küresel iradenin gösterdiği yolu tutmak zorunda olan TC’dir. Devrimci Cephe bu tespitler ışığında Öcalan’la başlayan diyalog sürecinin aslında Amerika’nın Irak hükümeti oluşumunda Güney Kürtlerini zorlayabilmek için TC hükümetinin elini güçlendirmek amacıyla gündeme geldiğini belirlemiş ve bu belirleme üzerinden, Amerika-TC girişimlerinin aksine Irak Kürtleri Maliki hükümetine dahil olunca, “diyalog sürecinin kesilme ihtimalini” öngörmüştür. Görüşme notlarının takibinden o dönemde de anlaşılabileceği gibi ya da son görüşme notlarında Öcalan’ın doğrudan belirttiği gibi, gerçekten de 2010 yılının sonlarına kadar “diyalog” süreci tıkanmıştır. Şimdilerde ise Büyük Ortadoğu hareketli, “diyalog” süreci de dinamik… Dolayısıyla Kürt sürecinin geleceğini seçimler ve sonrası üzerinden değil, küresel emperyalizmin bölge hedefleri üzerinden okumak doğru olanıdır. Aksine seçimler ve sonrasındaki gelişmeler küresel emperyalizmin bölgesel ihtiyaçlarına göre zorlanacaktır. 8
Bölgesel gelişmeler konusunda sürecin yönü Libya, Yemen, Bahreyn gibi uzak odaklar üzerinden izlenebileceği gibi Kürt sorununun ana gidişi açısından hem Süleymaniye olayları hem Suriye’deki muhalif gelişmeler hem de Erdoğan’ın güneyli federe Kürt devletini ziyareti verileri üzerinden incelenmelidir. BÖLGE KONJONKTÜRÜ ÜZERİNDEN KÜRT SÜRECİNİN YAKIN GELECEĞİ: İNKÂRCILIKTA VE TASFİYEDE ISRAR Özellikle demokrat gazetecilerin Ergenekon soruşturmasından sonra açığa çıktı ki, Erdoğan’ın altındaki sandalye iyice sallanmaktadır. Erdoğan’ın sünni gerici ve Türk şovenist politikaları AKP’nin en yüksek yüzdeler tutturduğu iç
Anadolu kentlerinin oylarını pekiştirse de, aynı politikalar özellikle gelişkin kentlerin kalabalık orta sınıflarını Erdoğan’a karşı iyice bilemiş durumdadır. Seçimlerde anayasal değişiklik için gerekli milletvekili sayısına ulaşamama ve haliyle başkanlık sevdasında umduğunu bulamama ihtimali Erdoğan’ı ve ardındaki yeni Türk burjuvazisinin siyasal ikbalini iyice emperyalist odakların insafına mahkûm etmiştir. Libya olayları göstermiştir ki, Erdoğan’ın artık emperyalizme karşı keseceği “Kasımpaşa raconu” kalmamış durumdadır. Libya’ya BM müdahalesi sırasında NATO müdahalesini “saçmalık” olarak niteleyen Erdoğan’ın emperyalist program gereği NATO’yu bölgeye çağıran koronun isteklerine itirazsız uyması ve bu isteğin sözcüsü kesilmesi artık onun bir orta maymunu konumuna getirildiğini göstermektedir.
Emperyalistler ise Libya olaylarında belirli bir gelişme sağladıkları takdirde Suriye üzerinden İran’a yöneleceklerini artık iyice açık etmiş durumdadır. Suriye’de ayaklanmaya en yatkın gücün Kürtler olduğu ortadadır. İsrail sınırından hareketlendirilen Dürzi’lerin ve Mısır sürecinde sessiz kalmayı tercih eden Müslüman Kardeşlerin Hama’da 82’yi hatırlatır tarzda kıpırdanmaları, yanı sıra Kürtlerin henüz bir hareketlilik göstermemeleri, birinci olarak, bu zemin üzerinde en örgütlü güç olan PKK’nin dikkatini Türkiye zeminli çözüme yoğunlaştırması nedeniyledir. İkinci olarak ise, başka araçlarla da olsa emperyalizmin Suriye Kürtlerini hareketlendirmek istememesinin bir göstergesidir, çünkü açıktır ki, Suriye Kürtlerinin ayaklanması koşullarında milyonlarla sokağa çıkan kuzey Kürtlerini TC’nin verili statükosunda değişiklikleri zorlamayacak bir hareketsizlikte tutmak imkânsız olacaktır. Kürt Özgürlük Hareketinin devrimci halk savaşı hamlesini ya da Kürt halkının “Özgürlük” sloganlarını pratikleştirmesini engellemek mümkün olamayacaktır. Suriye ve kuzey Kürtleri arasındaki bu hassas etkileşimin yarattığı korkuları Nuseybin serhildanlarına karşı TC’nin takındığı tavrın diğer bölgelere nazaran daha şiddetli olması üzerinden de gözlemek mümkündür, çünkü Nuseybin demokratik çözüm çadırlarının serhildan havasının Kobani’yi de saracak olmasından daha doğal bir şey olamaz. Emperyalizm ve yerel işbirlikçileri bölgede bir Kürt hareketliliği istemediklerine dair işaretleri Suriye üzerinden görebildiğimiz gibi, bu zemindeki stratejik hamlenin TC ve güneyli Kürt federe devleti ilişkileri olduğuna dair işareti de Erdoğan’ın Erbil ziyareti üzerinden görmek mümkündür. TC ve Erdoğan, Barzani’ye “başkan” olarak hitap ederek bölgesel Kürt çözümünü hangi zeminde benimsediklerini belgelemiş oldular. Erdoğan’ın ziyareti, olası ayrışma dinamiklerinin harekete geçtiği koşullarda güney Kürtlerine, Araplara ya da özellikle Şii Araplara karşı TC’nin güvencesini vaat etmek anlamına gelmektedir. Bu koşul, Kürtleri Maliki hükümetine katılmaya zorlayan nedenlerin bir kısmının ABD ve TC lehine or-
Devrimci Cephe tadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Bu gelişme, Mağrip dalgasına bağlı olarak Irak’ta görülen olaylar sonrasında Maliki’nin seçimleri erkene almayı vaat etmesi ve son Kerkük geriliminde merkezi hükümet tarafından Kürt haklarının tehdit edilmesi sonrasında özel olarak anlam kazanmaktadır, çünkü bölgedeki terör eylemleri ve Allavi’nin hükümete destek pozisyonundan çekilmesi, Irak’lı güçler dengesinde yeni bir hesaplamanın devreye girmekte olduğunu göstermektedir. Bölgenin Kürt dengesindeki istikrarsızlığı açığa çıkaran bir başka işaret, keza, Goran hareketinin Süleymaniye’de KDP bürolarını yakan ve KDP güçleriyle çatışan tarzda serhildan girişimlerinde bulunmasıdır. Bilindiği gibi Goran hareketi esas olarak YNK muhalefeti zemininde örgütlenmiş bir harekettir ve doğal olarak YNK’nin egemenlik alanlarında kendini geliştirmektedir. Talabani’nin sağlık sorunları ve iç dengeleri gevşeyen YNK’nin olası siyasal boşluğunu doldurmak üzere Barzani de hareketlenmiş ve bir zamanlar kendi elinde olan Süleymaniye’de egemenliği tekrar kazanmak üzere federe devlet ilişkilerinden de yararlanarak sahayı tutmaya çalışmaktadır. Ancak Süleymaniye İran’a komşudur ve İran Amerika’yla yakın ilişkiler içinde olan Barzani’yi kendine yakın alanlarda istememektedir. Bu nedenle Goran’a alttan verdiği destekle KDP’yi kendine yakın alanlardan uzaklaştırdığı gibi, Barzani ailesinin yolsuzluklarının propagandası üzerinden doğrudan Erbil ve Dohuk’ta da örgütlenmeye çalışmaktadır. Zaten KDP de, Goran’ın Süleymaniye’deki ayaklanmalarına karşı tavrını bu kentlerdeki Goran bürolarını yakarak göstermiştir. İşte Erdoğan’ın Erbil ziyareti, bölgesel ilişkiler içindeki iç istikrarsızlıklar da yaşayan Kürdistan coğrafyasına temel eksen ve belirleyici merkez olarak Barzani’nin esas alınmasının ilanı anlamında somut bir adım olmuştur. Emperyalizmin bölgeye yönelik yerleşim planlamaları açısından en başlardan itibaren belli olan bu gelişme artık belirgin bir hal almıştır. Amerika dört devlete dağılmış Kürt halkını Barzani “Başkan”lığında toparlayacak ve bu devletin bölgesel kaynaşmada güvencesini TC sağlayacaktır. Erdoğan’ın Erbil ziyaretinde, ”başkan” belirlemesinden sonra bölge-
sel Kürt sürecinin nasıl gelişeceğinin bir diğer stratejik işaretini, “inkârcı politikalardan” vazgeçeceğini söylemesi oluşturmaktadır. Türkiyeli Kürt orta sınıflarının olumlu bir mesaj olarak algılayıp üzerine atladıkları bu ifade, Türkiyeli bir başbakan tarafından bir başka Kürdistan parçasında söylenmekle aslında kuzey Kürtlerinin “inkârı” anlamına gelmektedir. Milyonlarca Kürdün barış ve uzlaşma arayışına kulaklarına kapayan bir başbakanın güney Kürtlerine inkârcılıktan vazgeçeceğini söylemesi, kuzey Kürtleri üzerindeki sömürgeci egemenliğinin kabulünü diğerlerine dayatması demektir. Erdoğan’la Barzani Sykes Picot’tan beri gelen Kürt paylaşımını böylece yeni bir düzeyde yenilemiş olmuşlardır. Güney’in Kürdünün Barzani’ye, kuzey’in Kürdünün TC’ye bırakılmasının karşılıklı teyididir, bu ziyaret. Bu stratejik bağlamın seçim sürecinde Erdoğan’a elbette pratik yararı da vardır: aşağıdan Türkiyeli Kürtlerin oylarını çekmek üzere Barzani onaylı bir demagojik “açılım” propagandası ama yukarıdan statükonun, tam da Öcalan’ın dediği gibi küçük tavizler politikasıyla sürdürülmesi... Bu yazımızın başında yeni Türk burjuvazisinin yeni düşünce kuruluşu olan Stratejik Düşünce Vakfı’nın ağzından belirttiğimiz gibi, AKP’nin Kürt sorunundaki temel ve sınıfsal olarak vazgeçilemez politikasının söylemde tek’çi vurguyu düşürüp pratikte tek’çi statüyü sürdürmek olduğuna bu veriler üzerinden bir kez daha ulaşmak mümkün olmaktadır. Kolayca fark edilebileceği gibi, bütün bu gelişmelerin içinde “PKK” yoktur, çünkü Kürt Özgürlük Hareketi’nin ve Kürt halkının “demokratik çözüm” programının emperyalizmin ve yerel sömürgecilerin ve yerel işbirlikçilerinin görünür hamlelerinin içinde yer bulmasının imkânı yoktur. Kürt özgürlükçülüğü ya da giderek böyle adlandırıldığı şekilde “Kürt Devrimi”, emekçi ve sosyalist dokusuyla, başkaldırı ruhuyla emperyalizmin bölge politikalarıyla buluşturulamaz. Emperyalizmin doğulu halklar üzerindeki yeniden sömürgeci politikaları için yardımına ihtiyaç duyacağı suç ve zulüm örgütü elbette ki TC ve TSK olacaktır.
Emperyalizmin ve TC’nin Kürt sorunundaki stratejik hattı: “PKK’yi inkâr ve imha siyaseti” temelinde, Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesi üzerine oluşturulmuş durumdadır. Olayların akışı bu hızını sürdürdüğü takdirde yakın gelecekte, bu belirlemenin de somut belirtilerini görmek mümkün olabilir. BU SÜREÇTE DİKKATLİ VE SAMİMİ OLMAK GÖREVDİR Gelişmelerin seyri, yukarıda aktara aktara bitiremediğimiz şekilde emperyalist konjonktürün artık iyice bölge merkezli olarak yoğunlaştığını göstermektedir. Oyun iyice ceza sahasına yığılmıştır ve ancak “dar alanda kısa paslaşma” ustalıklarıyla sorunsuz ve hedefe doğru açılabilecektir. Yanlış hamleler, önemli zaaflar üretebilecek durumdadır. Yanlış hamle konusu açıldığında ise Kürt özgürlük hareketinin etrafına dizilmiş Kürt orta sınıflarının eline kimsenin su dökemeyeceğini geride bıraktığımız süreçlerde çokça gördük. Savaş yorgunu Kürt liberalleri halkın “an azadi an azadi” sloganını “an aşıti an aşıti” diye duymaktadırlar. Onların kulakları Kürt halkının ve öncüsünün gerillanın gücüne yaptığı vurguya değil, Erdoğan’ın demagojilerine karşı daha duyarlıdır. Kürt devrimi orta sınıf eğilimlerine karşı bu dönemde her zamankinden daha dikkatli olmak zorundadır. Öcalan’ın tanımı uzun açıklamaları gereksiz kılacak yalınlıktadır: “Süreç hassas ve kırılgandır.” xxx Türkiye sosyalist hareketi mi dediniz? Onlar ancak Kürt halkına seçimsel bir malzeme gözüyle bakmaktan çıktıklarında üzerlerine konuşmaya değer olabilirler. Kürt halkıyla özgürlükçü ve devrimsel temelde yoldaşlaşmanın samimiyeti ise sandıksal işbirliklerinde değil düşmanın top ateşi altında kurulan “cephe yoldaşlığı”nda test edilir. ☆
tahsindogan@devrimcicephe.org
1-“93: Finans Kapitalin ‘evre değişim yılı’ mı?”, Haziran Dergisi, Mart 93, sayı 7
9
Ocak-Şubat 2011
Fırtına Konjonktüründe İlerlerken Devrimci Cephe’nin yılları bulan ajitasyonu, Türkiye devrimci hareketinin ikili bir savaş konjonktürüne hazır olması temelinde yürütüldü. Bunlardan birincisi küresel krizin bir yansıması olarak Türkiye’yi de içine alması kaçınılmaz olan bir bölgesel savaş konjonktürüydü. Diğeri ise bu bölgesel savaşa bağlı olarak TC’nin emperyalizmin önemli bir vurucu gücü olması sürecini kurumlaştıracak tarzda Kürt Özgürlük Hareketinin tasfiyesini dayatan ve buna karşı Kürt halk direnişinin üzerine yükselecek bir iç savaş.. Bu konudan bahsettiğimiz her yerde anlamsız demagojilerden korunmak için düştüğümüz notu burada da yineleyelim. Kuşkusuz ki TC’nin Kürdistan coğrafyasına yönelik sömürgeci savaşı da kategorik olarak bir dış savaştır, ancak böyle bir savaşın doğrudan Türkiye metropollerini de işin içine katması kaçınılmaz olan kurgusu ve TC’nin mevcut siyasi sınırları ve egemenlik alanları dahilinde olacak olması anlamında bir “iç savaş”tanımının daha uygun düşeceği söylenebilir. Türkiye solu, küresel krizin zorunlu bir evresi olarak bölgesel savaşı hep kendinden uzak gördü. Hatta Irak-Afganistan savaşlarının tempo yitirmesinden kaynaklı olarak emperyalizmin bölgeden geri çekileceğini ve haliyle bölgesel bir savaş konjonktüründen çıkılmakta olduğu tahlilini yaptı. Kürt sorununda ise, Türkiye devrimci hareketinin batı merkezli çeviri eğitiminden dolayı doğulu tarihsel süreci doğru okuma yeteneği tümüyle körelmiş durumdadır. Bu nedenle Kürt halkının tarihen çağrılı olduğu devrimci konjonktürü çözümleyemedi. Bir de üstüne “türk” olmaktan kaynaklı olarak devrimciliği Kürt özgürlükçülüğüne yakıştıramayıp 10
ona hep kuşkuyla bakınca çözümü hep statüko içinde arayan kötürüm bir solculukla sürünmekten kurtulamadı. Oysa Devrimci Cephe bölgesel konjonktür itibariyle, emperyalist batının, doğunun üretici güçlerini kendine entegre etme çabasının zorunlu bir eşiği
fırtınasının öncüleri olduğunu anlamakta hala büyük zorluklar çekiyorlar. Oysa “saçma” addedilen bir hukukla bölgesel savaşa giren NATO’nun merkezi İzmir olmuş durumdadır. Milyonlarca Kürt, artık bir daha geri oturtulamaz şekilde “an azadi, an azadi” sloganlarıyla ayağa kalkmış durumdadır. Gene de emperyalist merkezlerin illüzyonlarıyla güçlendirilen orta sınıf halüsinasyonları Pera ahkamında öylesine hegemonya kurmuş durumdadır ki , Türkiyeli küçükburjuva sosyalizminin, geçelim Trablus’u Sana’yı, Amed’i bile bir seçimlik mesafenin daha ötesinde görme gücü ve isteği yoktur. Türkiyeli sosyalizm, yaklaşmakta olan emperyalist sömürgeci fırtınayı kendi devrimci karargahını oluşturarak göğüslemeyi değil, statüko içinde sığınacağı, emperyalist ve yerel gerici burjuvazinin tölerans limanlarını aramayı tercih etti, ediyor.
olarak İran boğazından geçmek zorunda oluşunu, vazgeçmeyi içkin politik bir tercih olmadığını, aksine tarihsel bir zorunluluk olduğunu hep vurguladı. Devrimci Cephe, emperyal merkezlerle İran arasında çizilen bir eksen üzerinde, zaman zaman başka dönemsel odaklaşmalar olduğunda bile, bu gelişmelerin tarihsel yörünge üzerinde sadece elipsoidal bir uzaklaşma, yakınlaşmak üzere uzaklaşmak üzere yaşandığını ısrarla göstermeye çalıştı. Tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de neo liberal yalanlarla uyutulan orta sınıflar sosyalist çöküntünün kapitalist refahta otomatik bir yükselmeye tekabül edeceğine o kadar ikna olmuş durumdadır ki, emperyal merkezlerden estirilen barış ve demokrasi rüzgarlarının aslında yeni bir “yeniden paylaşım”
Devrim ise, yenilgili tarihinin ağırlığı altında, henüz bu küçük burjuva ideolojik ve siyasal bloku aşacak güçte değil. Proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin kuralları tarihen belirlendiğinden kelli, zafer için daha evvel yenildiği yollardan bir kez daha yürümeyi önermekten başka da yolu olamaz. Uluslararası ve yerel sınıf mücadelesinde yeni ve ileri tarihsel aşamalar kaydedilemediği müddetçe Sisifus inatçılığıyla aynı hamleleri yapmak devrimci bilim ve bilimsel ahlak gereğidir. Devrimci Cephe hem düşüncede devrimci tarihsel maddeci bilimin hem de davranışta bu bilime bağlı ahlakın sözüdür. ☆ Devrimci Cephe Editoryası
Devrimci Cephe
Acının Kendisi Fehmi Erbaş Vakkas Dalkılıç’ın anısına...
İnsan hayata gözlerini kapattığı ve o son nefesi verdiği anda, dünyaya geldiğinde sımsıkı kapalı tuttuğu avuçları, bu kez tamamen açıktır. Sessiz çığlığında, bu kez şu kelimeler saklıdır; “ Ey hayat yokmuşsun aslında...Bak, avuçlarım bomboş!... „ Evet. Ölüm hep tek başına gezer... Hiçbir şeyi almaz yanına ve hatta hiç kimseyi... Söylenir ki; Ölüm tek başına gezer, hiçbir şey almaz yanına ve hatta hiç kimseyi de. Her canlıyı, zamanı geldiğinde yanına katıp götürse bile, gideceği yere bırakır ve tekrar götürmek üzere döner geriye. Oyalanmaz, bıkmaz, üşenmez ve ertelemez işini... Ölüm, canlının var olduğu günden beri tek başına gezer durur insanların arasında. Kainatın en yalnızıdır. En yalnız, ama kahrolasıca en kalabalık, düşünürken gidenleri.... Siz hiç yeni doğmuş bir bebeğin ellerini gördünüz mü? Bebek dünyaya geldiğinde, avuçları sımsıkı kapalıdır. Çığlık çığlığa bağırışında saklıdır kelimeler. „Ey hayat“ der sanki, „işte sımsıkı tuttum seni, avuçlarımın içindesin artık“… Evet doğmuştur bebek ve kazanmıştır hayatı...Ve sonra bebek büyümeye başlar. Doğduğu anda sımsıkı kapalı olan avuçları yavaş yavaş aralanır. Avuçlarına kondurulan annesinin ve babasının parmaklarını sımsıkı tutar ilk önce. Önüne konulan oyuncaklara ve yiyeceklere dokunur avuçları. Ve büyür bebek. Artık çoktan araladığı avuçlarının içine hayatın rutin gerçeklerinin yansımaları değer. Kalem ve kitap değer avuçlarına, diploması ya da diplomaları olur. Kalem ve kitap tutmasa bile, tutunur avuçları ile geçimini kazanmak zorunda olduğu demire, ateşe, toprağa, kire, pasa...Ter, kan ve gözyaşı değer, geçer avuçlarından… Ve gün gelir ölür insan. Peki siz hiç ölmüş bir insanın avuçlarını gördünüz mü?
Yaralar bizi, gidenlerin acıları ve vakitsizliği.... Bilmem anımsar mısınız? Notre Damme’ın Kamburu adlı filmi. Orada insana dehşet verecek kadar çirkin olan kilisedeki zangoç Qasimado, romen kızı Esmaralda’yı idamdan kurtarır ve kilisenin dev çanları arasında saklar. Bu yaptığı işten dolayı başrahip tarafından kırbaçla dövülür. Qasimado’yu ilk gördüğünde dehşete kapılan, ama sonra bu iyi kalpli çancıya minnet duyan romen kızı, onun yüzündeki yaralara parmaklarıyla dokunur. Hilkat garibesi zangoç, romen kızının gözlerine bakar ve „yaram orada değil, burada“ der. Gösterdiği yer kalbidir... Bizim yaralarımız da, tıpkı zangoç Qasimado gibi göğsümüzün içinde kanıyor. Göz yaşı kanıyor, alın teri kanıyor, isyan kanıyor, hüzün kanıyor ama hep içimizden kanıyoruz. Küçük bir çocuk, geçim derdi yüzünden okuldan alındığında, kalem tutarken bile yorulan narin parmaklarıyla koyu gri, soluksuz bir kaporta atölyesinde zımpara yaptığında kanayan parmakları değildir... Yaşlı bir adam, sabahın kör karanlığında, emekli maaşını alabilmek için banka kuyruğunda beklerken, yılların yorgun ayakları, beklemeye dayanamayıp yere yığıldığında, kanayan dizleri değildir... Genç bir kadın, bir zamanlar severek evlendiği kocasından, günün birinde çocuklarının gözleri önünde dayak yediğinde ve çocukları çığlık çığlığa
bağırarak ağladığında kanayan gözleri değildir..Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Asya halkları günümüzde savaş, açlık, doğal felaketin acılarını yaşarlarken kanayan sadece onların bedenleri değildi. Hepimizin yaraları tenimizde birer kan çiçeği gibi açıyordu, ama aslında hep içimizden kanıyorduk. Bu toplum, bedeninden hiç eksilmeyen yaralarla yaşıyor. Bu toprakların insanları, çocukluğunda „çocuk düşe kalka büyür“ sözüyle yetişiyor, genç yaşlarında „düşene bir tekme sen vuracaksın“ hoyratlığına alıştırılıyor ve günün birinde „düşenin dostu olmaz“ korkunç gerçeği ile karşılaşıyor. Bu toplum tarihi olan bedeninde, herkese eşit dağıtılmamış yaraları taşıyor. Evet. Bizim yaralarımız da, tıpkı zangoc Qasimado gibi tenimizin altında kanıyor. Göz yaşı kanıyor, alınteri kanıyor, isyan kanıyor, ama hep içimizde kanıyor. Hepimizin yarası, hep aynı yerde... Ve bizim yaralarımız, tenimizin altında kanıyor. Ve sizler giderken yaşadığınız ve yazdığınız gibi… İnsan yaşadıkları, inandıkları kadar insandır. İnsan hayelleri, gerçekliği kadar insandır. İnsan inandığına kendini bilinçli olarak kattığı, adadığı kadar insandır. Bizim yapmaya çalıştığımız bu insan olma kimliğine, devrimci insan olma kimliğine layık olma çabasıdır. Ne olursa olsun bu konuda tavizsiz yürümedir. Yoldaşlar, yumuk bebe ellerinize, avuçlarınıza deyen yaşam mücadelesi ve Qasimado’daki kanayan yürekteki sevgi oldukca devrimci insan olma kimliği de yaşayacak sizin avuçlarınızda. ☆
f.erbas@gmx.net 11
Ocak-Şubat 2011
Libya, Yeniden Sömürgecilik, Türkiye Kadir Yılmaz
Geçen sayımızdan bu yana Libya’da olayların gelişimi tam da reklam sloganlarındaki gibi oldu: Devrimci Cephe ne dediyse, o!.. Devrimci Cephe, Libya’da olaylar daha kendini gösterir göstermez emperyalizmin yeni yeniden paylaşım sürecindeki temel taktiğini gelişmeler içinde yakaladı ve tanımını koydu: Balkanlaştırma ve önemli jeostratejik alanların fiili işgali... Devrimci Cephe emperyalizmin bu yeni davranış toplamını daha Amerikan emperyalizminin 93 yılındaki ilk Irak müdahalesi sırasında yakalamış ve adlandırmıştı: Yeniden Sömürgecilik. Şimdi Libya’da olaylar bu yeniden paylaşım kurgusuna göre gelişiyor. Bizim için el değiştiren kentlerin, yapılan toplantıların, dış işleri yetkililerinin ve medyanın insanlığı alık sanmaktan kaynaklı ve alıklaştırma amaçlı açıklamalarının hiçbir önemi yok. Bizim için tarihin akış yönü ve buna göre güçlerin mevzilendirilmesi önemlidir.
askeri seyri bu temelde gelişmektedir, statü sağlanana kadar da bu temelde gelişecektir.
sa daha şimdiden Libya’daki işbirlikçi Bingazi hükümetiyle petrol anlaşmaları yapmaya başlamış durumdadır.
Libya gelişmeleri emperyalist yeniden paylaşımın iç gerilimleri hakkında da bazı bilgilere ulaşmamızı sağlamaktadır. Amerikan emperyalizmi BOP’un merkez egemenliğini elinde tutarak süreci gene de bir “Amerikan yüzyılı” inşası projesine doğru zorlamak amacından esas olarak vazgeçmemiş durumdadır. BOP’u hâlâ kendisinde ve kendi yönlendirmesinde tutarken, bu projenin periferisinden oluşan GOP üze-
Burada Almanya’nın durumu bir özellik göstermektedir. Bilindiği gibi Libya olaylarının hemen başında Almanya müdahale yanlısı bir tavır koymuştu. Küresel yeniden paylaşım konularında Almanya, kendi tarihinin suçlu ağırlığı altında tavrını sürekli Fransa üzerinden ifade etmeyi bir alışkanlık haline getirmiştir. Dolayısıyla Libya’ya müdahale konusunda Fransa’nın atak politikalarında başlangıçta Almanya’nın tavrını da okuyor olduğumuzu varsaymıştık. Ama BM toplantılarında giderek açığa çıktı ki, Almanya ve Merkel Amerikan-Fransız politikalarından giderek bir açı yapmaya başlamıştır.
Libya’daki gelişmeleri bu çerçevede gözden geçirecek olursak; Libya’da emperyalizmin Kaddafi’nin gitmesi ya da kalması yani rejim değişikliği gibi bir sorunu yoktur. Pentagon’un zaman zaman açıkladığı gibi, emperyalizm Kaddafi’nin varlığında da bir sonuca ulaşabilir. Onlar için Libya’nın şimdiden yaratılan fiili doğu-batı bölünmesinin statü kazanması önemlidir. Bu çerçevede emperyalizmin işbirlikçisi durumundaki “isyancı muhalif” güçlerin de bütün Libya’yı ele geçirmeleri istenir bir durum olmaz, çünkü bu durumda Libya’da doğrudan emperyalist askeri varlığın gerekçesi kalmaz. Özcesi yeniden sömürgecilik aşamasında balkanlaştırma; birbirini imhaya hazır güçler yaratma, bu güçlerin arasına tampon oluşturma amaçlı fiili işgalin önkoşuludur. Libya’daki sürecin 12
rinde hak iddiasında bulunmaması, hatta sanki sömürgecilik ve yeni sömürgecilik dönemlerinin paylaşım hukukunu esas alan tarzda Libya işgalini doğrudan Avrupalı emperyalistlerinin üzerine yıkmaya çalışmasından anlaşılmaktadır. Amerikan emperyalizmi için esas olan BOP’un realizasyonunu sağlayacak kritik savaş sürecinde bölgesel muhalefeti sindirecek bir emperyalist askeri odaklanmanın daha yaratılması ve bundan da öte böyle bir krize enerji imkânlarının daralacak olmasından dolayı karşı çıkan Avrupa’ya güçlü bir petrol istasyonu angaje etmesidir. Fran-
Bu açının ne anlama geldiğini şu aşamada somut olarak belirleme imkânımız yok, ama ihtimaller üzerine konuşmak mümkündür. Bir olasılık, Merkel’in iç politik dengeler nedeniyle bu tavrı almak zorunda kalmış olmasıdır , çünkü bilindiği gibi kimi eyalet seçimlerinde sosyal demokratlar önemli kazanımlar elde ederek parlamentoda hükümeti zorlayacak bir ağırlık kazanmaktadırlar ve “savaş karşıtlığı” sosyal demokratların en önemli propaganda araçlarından biri durumundadır. Aynı durum Merkel’in partisi olan Hıristiyan Demokrat birliği ile hükümet koalisyonu oluşturan liberal parti için de geçerlidir. Hür Demokrat Parti’nin lideri Westerwelle de aynı şekilde Almanya’nın Libya krizine ortak olmasına karşı çıkmıştır. Siyasal kanatlardaki ikincil mevzilenmeler itibariyle liberallerin simetriği olarak değerlendirilebilecek Sol Parti’nin de şiddetli bir “savaş karşıtı” tavır içinde olması liberalleri bu tür bir tutuma itmiş
Devrimci Cephe olabilir. Almanya’nın tavrının iç politik gerekçelerden kaynaklanabileceğine dair veriler, Libya’dan imtina ederken Afganistan’daki durumu güçlendirmesiyle ve iktidar partilerinin kendi içlerinden de bu tavra karşı ciddi itirazlar gelmesiyle desteklenmektedir. Keza iç politika bağlamında değerlendirilebilecek bir diğer konu Euro bölgesini kuşatan ve her an daha büyük patlamaların tehdidi altındaki ekonomik kriz halidir. Yunanistan ve İrlanda krizlerine ek olarak İspanya, Portekiz krizleri kapıda beklemektedir. Sonuçta Libya, 73 petrol krizinin kaynak ülkesidir ve orada başlayacak bu tür bir krizin Euro’yu sarsacak tarzda Alman ekonomisini bir maceraya sürükleme ihtimali hiç de göze alınabilecek bir durum değildir. Bir diğer olasılık, her yeniden paylaşım sürecine yapısal olarak içkin olan emperyalistler arası çelişkinin dışa vurumu olabilir. Bilindiği gibi Almanya, BOP sürecine her zaman mesafeli bir tutum sergiledi. Hatta W.Bush dönemi politikalara açıktan muhalefet etti. Neocon’lar Almanya’nın başında olduğu eğilimi “yaşlı Avrupa” olarak aşağılamaya ve karşılarına almaya kadar götürdüler işi. Bush/neocon hükümetinin başarısızlığı Obama üzerinden Atlantik’in iki yakasındaki emperyalist güçleri daha bir ortak paydada buluşturma projesine olanak tanıdı. Şimdi Amerikan politikasını içerden takip edebilen kimi yorumcular Libya sürecinin Oboma’yı zorlayan bir neocon dayatma olduğunu yazmaktadırlar. Neocon politikalara daha yatkın olduğu ve doğulu halklara bakışta onlarla aynı ideolojik kabullere sahip Sarkozy’nin henüz ortada müdahale netliği yokken uçaklarını Libya üzerinden uçurmaya başlaması gibi zorlamalarla sürecin yırtılarak fiili bir duruma dönüştüğü hatırlanacak olursa, bunun çok da yabana atılır bir yaklaşım olamayacağını söylemeliyiz. Okurlarımız, Mavi Marmara olayının Devrimci Cephe tarafından, tam da yukarıdaki yaklaşıma uygun düşen tarzda, bir neocon/siyonist inisiyatifin giderek emperyalist politikalarda dayatmalar yoluyla yeniden belirleyici olmaya başlayacağı bir
sürecin işareti olarak değerlendirildiğini hatırlayacaklardır. Dolayısıyla Merkel’in tavrının, Almanya’da neocon politikalara karşı Bush döneminde sürdürülen karşıtlığın hâlâ katı bir şekilde varlığını sürdürdüğünün bir belirtisi olduğu düşünülebilir. Almanya bu tavrıyla Rusya, Çin, Brezilya ve Hindistan’dan oluşan BRIC ülkeleriyle aynı safta yer almış olmaktadır. BRIC, yapılanması içinde Brezilya gibi bir Latin ülkesi olmasına karşın esas olarak emperyalizmin doğulu yayılmacılığına karşı muhalif politikalar zemininde kendini gösteren bir oluşumdur ve yeni Türk burjuvazisinin de çok üzerlerine
yönelindiğinde batılı güçleri, içine katılmakla tehdit ettiği bir alternatif diziliş taşımaktadır. Almanya BRIC’le fiili yan yanalığıyla sanki bundan önceki yeniden paylaşımlarda olduğu gibi dünya emperyalist güçlerine kendini doğrudan karşı bir grup olarak dayatan geleneksel yeniden paylaşım politikalarına yöneliyor gibi gözükmektedir. İlk iki büyük savaşta doğrudan yeniden-paylaşım sürecinin inisiyatifini kullanan Alman finans kapitalizmin kolektif bilinci, yeni süreçlerde kendini göstermeden yol almak düzeyinde oluşturulmuştur. Bütün zorluklarına karşın AB ve Euro projelerinin altına girmesi Almanya’nın bu yaklaşımı nedeniyledir. Konjonktürün bölgesel temelde stratejik bir kaosa doğru yuvarlandığı bu evrede de Merkel tarafından dile getirilen bu tavır Almanya’nın iki büyük savaş sonrasında çıkardığı sonuç itibariyle “emperyalizmin loş gücü” (Kıvılcımlı) olarak yol alma politikasına dair bir veri olabilir. İzleyip göreceğiz.
Emperyalizmin kendi iç akıntıları itibariyle yeniden paylaşım süreçlerinin bu tür yapısal gerilimlerini, BOP’un periferisindeki toz duman ortadan kalkıp esas merkezdeki hedefler daha net açığa çıktığında daha yoğun bir şekilde görmek ve tespit etmek mümkün olacaktır. Ancak bölge halkları açısından bilinmesi gereken, hangi renkteki bayrağıyla gelecek olursa olsun emperyalizmin mutlaka doğu kapısını fiili ve askeri tarzlarla zorlayacağı ve ona göre devrimin de kendi direniş bloklarını oluşturması gerektiğidir. Yemen’den Bahreyn’e şii nüfusu ilgilendiren karışıklıklar varken İran’ın sessizliği; İsrail’in, İran’ın vurulmasına yönelttiği güncel ajitasyonuyla dünyanın Libya gündemine göreli ilgisizliği; Gazze’ye yapılan saldırılara karşın Hamas’ın İsrail’e karşı resmi tavırsızlığı, dünyaya asıl büyük belanın küçük Ortadoğu’da çatılmakta olduğunu çok güzel gösteriyor. Hal böyleyken Türkiye küçük burjuvazisi ve onun sosyalizmleri, yaklaşmakta olan bölgesel fırtınayı görememekten ötürü bu fırtınanın itkisiyle kendi atmosferlerinde oluşan iç savaş basıncını da hissedemez durumdadırlar. AKP’nin bir yandan “sahiller” denilen modernist, aydın kentli sınıflar tarafından, diğer yandan Kürt illerinde özgürlükçü Kürt halkı tarafından kuşatılmasından mutlu ve son dönemlerde iyice açığa vurulduğu şekliyle emperyalistler tarafından sınırlandırılmasından umutlu bir şekilde yazla birlikte ülkeye yeni bir demokrasi ikliminin geleceği beklentisi içinde bulunuyorlar. Hatta emperyalist burjuvazinin Libya saldırısında alacağı katılımcı tavırdan dolayı islamcı tabandaki ayrışmanın bu beklentiyi kuvvetlendirici bir faktör olacağını da düşünüyorlar. Doğrudur, ama ya sonra?.. Ayağının altındaki halının giderek daha kuvvetli çekildiğini hisseden Erdoğan’ın emperyalizmin Libya saldırısına ortak olması, hele ki daha önceki gibi bir aksiliğe kesin imkân vermemek için katakullilerle tezkereyi güvenceye alması, artık Erdoğan’ın 13
Ocak-Şubat 2011 bölgesel aktör olmaktan kaynaklı en ufak bir irade dayatma gücünün kalmadığını göstermektedir. Yeni Türk burjuvazisi siyasi ikbalini büyük efendi ABD emperyalizminin hık deyiciliğinde bulmaktadır. Erdoğan, bölge halklarına yapılan emperyalist saldırının “insani” demagojisini doğrulamak üzere TC hükümetinin “islami” kimliğini emperyalist saldırının “gavur” kimliğini kamufle edici tarzda kullanıma açmış durumdadır. Emperyalizm şii nitelikli “radikal islam”a karşı sünni nitelikli “ılımlı islam”ı kendine koç başı, olmadı ittifak kılma operasyonunu bütün yönleriyle devreye sokmuş durumdadır. Hatta görünen o dur ki, Yemen olaylarına ilişkin kullandığı “Kerbela” söylemi ve ardından Hz. Ali türbesini ziyaretiyle ılımlı Şiiliği de bu hatta doğru çekme çabası vardır. Irak’taki komünist potansiyele karşı ta ‘50’lerden beri emperyalizmle haşır neşir olmaya alışık Sistani’yi ziyareti de bu kategoriden kayda geçirilmelidir. Ama açıktır ki bunlar nafile hamlelerdir. Erdoğan’ın, bölgesel dengelerin tümüne hitap etmek üzere takındığı “sıfır sorunlu” islami şal, tam da
genekon davalarının uyduruk savcısını da görevden almıştır. Hem de “İmamın Ordusu” adlı kitap için büyük basına baskınlar düzenleyecek kadar gözü dönmüşken Gül ve Gülen tarafından eleştirildikten sonra... Artık TC oligarşisinin İstanbul dukalığı da Erdoğan’a kafa tutacak kadar cesaretlenmiştir. TÜSİAD’ın hazırladığı anayasa teklifinde başkanlık sistemine yer yoktur, vb... Bu kadar dizleri üzerine çökertilmiş Erdoğan’ın uluslararası emperyalizme kayıtsız şartsız memur kılınmasından daha kolay ne olabilir ki? Ve bu kadar köle edilmiş Erdoğan’ın emperyalizm açısından önümüzdeki yakın süreçte de yerini korumasını sağlamaktan emperyalizm açısından daha akıllıca ne yapılabilir ki? Önümüzdeki seçimler AKP iktidarını rakamların hassas dengelerine mahkûm edecektir. AKP ve yeni Türk burjuvazisi asıl özgürlüğüne işte o andan itibaren kavuşacaktır. İktisadi ve siyasal varlığını tümüyle bağladığı emperyalizmin bölgesel hâkimiyeti onun varlığının önkoşulu olacaktır. İçeride, emperyalist politikalara karşı muhalefet yürütmeye çalışan bütün devrim ve demokrasi güçleri, dışarıda bu yayılmacılığa direnen halklar, menzilinde olduğu sürece tabya komutanlığını AKP’nin yaptığı TC’nin ateşi altında tutulacaklardır.
yeni Türk burjuvazisinin bölgedeki siyasal payına uygun olarak küçük geliyor; bir yerini örtse öbür tarafını açıkta bırakıyor. Bu nedenle sünni islamın Vahabi merkezi tarafından uluslararası alanda yöneltilen “yeni Osmanlıcılık” eleştirileri Erdoğan’ın Cidde’de, İslam Ülkeleri Ekonomik İşbirliği toplantısında savunma yapmasını gerektirecek kadar bir ağırlık taşıyor. Türkiye ve yeni Türk burjuvazisi, üstünde gezindiği hayal bulutlarından bölgesel paylaşımın gerçeklerine ayaklarını basmak üzere artık yere doğru inmeye başlamıştır. İstihbaratçı polis şefinden sonra Er14
En başta, CHP desteğiyle de güçlendirilmiş bir iktidar aygıtı eliyle, Kürt halkının yüksek taleplerini PKK’siz bir çözüm doğrultusunda bastırmaya yöneleceklerdir. Kürt halkı ve öncüsü bu tarz yönelmelere karşı tepkisinin Devrimci Halk Savaşı olacağını ilan etmiş ve hazırlıklarını çoktandır bu stratejiye göre geliştirmektedir. Peki, Türkiye emekçilerinin, devrim ve demokrasi güçlerinin hazırlıkları ne durumdadır?
Gündemdeki tartışmalardan anlaşılmaktadır ki, Türkiye sosyalizmi artık 2015 seçimlerini öngören “ileri görüşlü” bir planlama içinde devrimci zeminden tümüyle çıkarak burjuva parlamenter sisteme entegre olmanın arayışı içindedir. Alman Yeşiller’inde ya da Joshka Fisher’de, bugünün en kızgın satüko sosyalistinin geleceğini görmeniz mümkündür. Küçük burjuva statüko sosyalizminin kendi ikbal ve istikbal hesaplarına katmadığı bir şey var: Türkiye Devrimci Hareketi ve onun çekirdek gücü; Türkiye Devrimci Gençliği… Mağrip dalgası, Türkiye siyasal tarihindeki yeri zaten belli olan gençliğin halkların direnişindeki yerini bir kez daha açığa çıkarttı. Türkiye devrimci gençliği, emperyalizmin, sömürge demokrasisinin ve statüko sosyalizminin emekçi halkların ve kendisinin geleceğini bloke etmesine müsaade etmeyecektir. Hele ki Devrim, küresel emperyalizme ve yerel işbirlikçilerine karşı bölgesel özgür alanlarda birikmeye başlamışken… ☆ kadiryilmaz@devrimcicephe.org
YDD’nin ve BOP’un Çöküşü (Ya da Tarihin Sonunun Sonu)
Devrimci Cephe
Özgür Dinçer
Ocak ayında tavan yapan ayaklanmalar ve Mısır’daki gösteriler, 1967’den beri üzerine ölü toprağı atılmış Arap halklarının direnişini ifade etmiyordu sadece… TV kameralarının karşısında yüzsüz bir şekilde ‘duruşunu’ gerekçelendirmeye çalışırken Mübarek, yerine eski işkencecisini getire bileceğini ve bu işkenceciye ‘liberal demokrasi’ elbisesini giydirebilmenin umutsuz çabası içindeydi aynı zamanda. Bu umutsuz çabaların boşa çıkarılması için birkaç gün yetti de arttı bile, Tahrir’in direnişçileri için. Bu dünyada ‘’tarihin sonu’’nun geldiğini iddia edenlerin heyecanları her fırsatta dışa vurulmaya başladığından beri, yazdıkları kitapların mürekkepleri dahi kurumadan, yüzlerine tarihin bütün gerçeklikleri her defasında yeniden çarpıyordu. Onlar, ‘’tarihin sonu’’ gibi, BOP gibi rüyaları kendi cenahlarından hayra yormaya devam ededursun, bu rüyaları boşa çıkartan yanıtlar kendi cenahlarından geliyordu. Özellikle 1997 uzak Asya krizinden beri yaşanmış olan birçok krizden ‘’aciz’’ çıkan DB-IMF ikizleri, yaşadıkları rezaletleri uluslararası medyanın desteğiyle ‘’reformcu’’, ‘’değişen yüz’’lerini sahtekârca boyamaya çalışırken, ‘’2010 yılında 90 milyon insanın yoğun yoksulluk yaşayacağını, işsizliğin artacağını, eğer krizden çıkılmazsa 3. Dünya ülkelerinde savaşların kaçınılmaz olduğunu, yine 2010’da dünya çapındaki işsizlik ordusuna 59 milyon kişinin ekleneceğini’’saklamıyorlardı. 2009’da İstanbul’daki IMF zirvesinde açıklanan rakamlara göre, aynı yılın Eylül-Ekim aylarında küresel bankacılık sistemindeki kayıplar 4,5 trilyonu buluyordu… İşte bu nedenden dolayıdır ki, ‘’tarihin sonu’’nu ilan edip bunu kitlelerin
gözlerine sokarcasına emperyalistkapitalist sistemin ideolojisini kitlelere empoze etmeye çalışan düzenbazlar, Sovyetler’in çöküşünden sonra ‘’dikensiz gül’’ bahçesi olarak vitrine çıkarttıkları YDD’nin kendilerinin bile inanamadıkları (ve bundan sonra hayalini bile göremeyecekleri) bir hızla tarihin çöplüğünde yerini aldığını göreceklerdir. Son 20-25 yıldır her defasında
YDD’nin, BOP’un ve liberalizmin muktedirliğini anlatıp, M-L’nin öne sürdüğü argümanların ‘’küf’’ koktuğunu ve en hafif deyimiyle ‘’bittiğini’’ bir papağan edasıyla tekrarlarken, Soros’un dolarlarla satın aldığı iktidarları renklere bulandırarak dünya halklarına ‘’devrim’’ diye pazarlamaya çalışırken, o ‘’mukaddes (!)’’ düzenlerinin bekası için Irak savaşında milyonlarca müslümanın katledilmesine cevap olarak kitlelerin karşısına ‘’demokrasi’’ , ‘’terör’’, ‘’insan hakları’’, ‘’az gelişmişlik’’, ‘’batılı medeniyet’’, ‘’özgürlük’’, ‘’önleyici savaş’’ martavallarıyla çıkmaya çalışırken, aslında ABD’nin liberal demokrasiyi bırakın dünyanın herhangi bir ülkesine, dünyanın herhangi bir metre karesine dahi götüremediğini/götürmeyeceğini görmek ve anlamak için ezilen dünya
halkları nezdinde çok uzun süre beklemeye gerek kalmıyordu. Takdir edilmelidir ki, ezilen dünya halkları, işçi ve emekçilerinin binlerce yıllık mücadele tarihi ve kültürü göz önünde bulundurulduğunda 90’ların başlarından bugüne kadar geçen sürenin lafı bile olmaz / olamaz… Her nakite sıkıştıklarında (ki siz bunu ekonomik buhran diye okuyun) ve özellikle de 2008’de ekonomik kriz dalgası dünyanın dört bir yanını kasıp kavururken, borsalar çökerken, petrol varil fiyatları tavan yaparken, Marksist ekonomi politiğin dünya emperyalist sistemin iç çelişkilerini ve zaaflarını açıklama gücünden hiçbir şey kaybetmediği, para babalarının beslemeleri burjuva kalemşorların köşe yazılarındaki itiraflarına yansıyordu. Bunu itiraf ediyorlardı etmesine ama, aynen DB-IMF başkanlarının korktukları ‘’3. Dünya ülkelerindeki karmaşa-savaş’’ ya da ezilen kitlelerin ayaklanma ihtimalini açıktan sarf etmeye çekiniyorlardı. Bunu aslına bakıldığında Marx’tan beri biliyorlardı. Fransa’da Sınıf Savaşımları kitabının önsözünü yazan Engels, 1847’ deki dünya ticaret bunalımı ardından 1848’de Avrupa’daki ŞubatMart devrimlerinin çok kısa aralıklarla Fransa, Avusturya ve Almanya’da patlak verdiğinin altını çiziyordu. Bu da kimi ayrıksı yönlerini bir kenarda tutmakla birlikte, 2008’deki ekonomik buhranın ardından Arap coğrafyasında bugün yaşananları akla getirmekteydi. İşte bu nedenden dolayıdır ki, yazılarına marksizmin bu açıklama gücünün ‘’güncel’’ olup olmadığı sorusuyla başlayıp liberal ekonomi ve onun ‘’demokrasi’’sini kutsama sözleriyle bitiriyor olmaları, tek 15
Ocak-Şubat 2011 başına kitleleri ve yoksul insanları ‘’liberal demokrasisi’’nin muktedirliğine ikna çabaları değil, aynı zamanda o çok bilindik ‘’mezarlıktan geçerken ıslık çalma’’ senfonisinin dışavurumunu ifade ediyordu bize göre… Yine bununla alakalı olarak krizin ekonomik anlamda yarattığı kayıp ve Marksist ekonomi politiğin bunu açıklama gücü ve güncelliği Sovyetlerin çöküşünden beri son on yıl içinde ilk golünü atmış oluyordu emperyalizmin kalesine. Mao’nun değimiyle ‘’cennetin dibindeki karmaşa’’ ve onun gizlenmez güncelliği dünya çapında değişik boyutlar kazanarak devam etmektedir bugün..! Dikkatli gözler bugün sadece ABD’nin kimi kuruluşlarının raporlarındaki tespitlerinden, DB-IMF başkanlarının herkesin bildiği ama birbirinden sır gibi sakladığı itiraflarından değil, Brezenski’nin ‘’devletlerin askeri güçlerinin tarihte hiç bu kadar güçlü, uyanmış kitleleri kontrol etmede tarihte hiç bu kadar zayıf olmadığı’’ tespitlerinden de değil, daha yerelden, kendi ülkemizden, geçmişten bugüne kadar uzanan süreçte, daha 1996’da Tansu Çiller’in ‘’bir gün varoşlardan gelip bizi boğacaklar!’’ sözlerinden ve iki yıl önce 1 Mayıs vesilesiyle TC Başbakanı’nın ‘’ayaklar baş olursa kıyamet kopar’’ sözlerinden bu korkuların ne anlam ifade ettiğini biliyordu. Bu sözlerin gerçek hayatta bir karşılığı var. Bu, egemenlerin saklayamadığı bir korkudur. Ve bu korkunun ecele faydası olduğuna şahit olan kimseye rastlanmamıştır. Kitleler ayaklanmıştır, eylem halindeki halk eyledikçe bilinç sıçraması yaşamıştır. Bu bilinç sıçraması ve eyleme hali aynı
16
coğrafyada yaşayan, aynı dile-kültüre ve duyarlılıklara sahip olan diğer ülkelere sıçramıştır. Her ne kadar, bu ülkelerdeki dinamikler farklılıklar gösterse dahi, ‘’ayaklar baş olma’’ yolunda önemli bir mesafe kat etmiştir. Ve tarihin geriye işlediği vakıa değildir. Bu olguların eşliğinde kimi akıl tutulması yaşayan solcuların her olayda ‘’ABD yeniği’’arayarak süreci açıklama sefaletine kapılmak yerine bizler durumu-yaşanılanları ‘’zayıf halka’’ teorisi ile açıklamayı tercih ediyoruz. Evet, süreç ‘’devrimci’’dir. Her şey yeniden başlamaktadır. Bizim dikkat kesildiğimiz nokta ayaklanmalarda taşınan bayrakların renklerinin ne olduğu değil, bu süreç içersinde kimi devrimci odakların oluşup oluşmayacağıdır. Bugün T.C Başbakanı’nın Libya’ya NATO müdahalesi konusunda ‘’olur mu ole şey, Nato’nun ne işi var Libya’da yahu?!!’’ dedikten iki gün sonra, daha teskere mecliste tartışılıp oylanmadan önce Türk donanmasına ait iki savaş gemisinin Libya açıklarında demirlemiş olması bu devletin ikiyüzlü olduğunu bir kez daha bizlere gösteriyordu, fakat, bu aynı zamanda sahiplerinin ikiyüzlülüğünden hiç de aşağı kalır bir tarafları olmadığı konusunda en taze örneği vermekteydi.
Emperyalizmin elinde bu ayaklanmaları bastırmak için şarjöründe tek bir kurşun vardır. O da, Ortadoğu halklarına daha fazla ölüm kusarak onlara ‘’daha ileri gitmeyin, başınıza bomba yağar’’ mesajını vererek ayaklanmaların ileri evrelerine taşınmasının önüne geçmektir. Bugün bu Libya’da deneniyor. Yine gerçek bombaları yağdırmadan önce emperyalizm, dezenformasyon bombalarını yağdırıyordu dünya halklarının başına. Aynen Somali’de, Kosova’da, Irak’ta olduğu gibi yine ‘’istenmeyen devlet başkanı’’ kendi halkına zülüm yapıyor ve onları katlediyordu. Fakat bu gerçeğin kendisi emperyalizmin Irak’ta Afganistan’da ‘’ÖZGÜRLÜK’’ ve ‘’demokrasi’’ için milyonlarca insanı öldürdüğü gerçeği de değiştirmiyordu. Ezilen halklar eyleme motivasyonunu ve ayaklanma meşruluğunu kendi öz tarihlerinden alır. Ve haçlı seferinden beri Arap coğrafyasında yaşayan halklar bu konuda en tecrübeli halktır. Ve emperyalist -siyonist ittifakın ikiyüzlülüğünü iyi bilir. Bir süredir Türkiye iktidarının en çok korktuğu şey, bu etkinin Türkiye coğrafyasını da etkisi almasıdır. Her gün TV’leri açtığımızda karşımıza çıkan liberal tayfanın ilk sözünün ‘’şiddete karşı mısın, değil misin? Sen onu söyle kardeşim!’’ demesi de hiç de tesadüf değildir. Özellikle Kürt coğrafyasındaki dinamizm halinin yaygınlık kazanıp batıya sıçrama olasılığına bir de Ortadoğu ve K. Afrika’da kitle hareketlerinin korkusu eklendiğinde, bu korkuyu hissetmelerinde hiç de haksız olmadıklarını görüyoruz. Bunun göstergelerinin ise, içine
Devrimci Cephe girdiğimiz zaman diliminde en basit hak arama eyleminin, en doğal demokratik bir talebin devlet tarafından terörize edilip boğulmaya çalışılması oluşturmaktadır. Öyle ya, bugün yumurta atan yarın taş atabilir, öbür gün ise 1. Ordu komutanının 2008’de Selimiye eylemi ile ilgili ifade ettiği, aslında hiç de yabancı olmadıkları ‘’o sesler’’i daha fazla ve daha güçlü duymalarına yol açabilir.
lerinde Cidde’deki konferansta ‘’Libya Libyalıların, Mısır Mısırlıların, Tunus da Tunuslularındır!’’ derken ‘’eğer yarın öbür gün benim ülkemde Kürtler de ayaklanmalarını üst boyuta taşırlarsa Türkiye de Türklerindir’’ demek istemektedir aslında. Bu söylemle kendisine en yakın tehdit olarak gördüğü Kürt meselesi konusuna Arap devletlerinin dikkatini çekmektedir.
İşte tam da bu nedenlerden dolayı T.C devletinin ideolojik merkezlerinin, ‘’şiddetin’’in ve ‘’silahlı mücadele’’lerin hiçbir şey kazandırmadığı ve kazandırmayacağı safsatasının çökertilmesi için PKK’nin gerilla mücadelesinin geldiği nokta, Tunus, Mısır, Yemen, Bahreyn örneklerindeki şiddet kullanma ve diğer mücadele yol ve yöntemlerine işaret etmektedir.
Polis gücünün modernize edilmesi, yeni polis alımları, orduya yeni silahların alınması, polis gücünün ağır silah kullanmasının gündeme getirilmesi, kitle gösterilerine pervasızca saldırılması, kendine muhalif olanların içeriye atılmasında en ufak bir tereddüt gösterilmemesi, bunun tersi yönünde de daha fazla ‘’demokrasi ve insan
Bugün Arap coğrafyasında psikolojik bir sınır aşılmıştır. Ne zaman dipte bir kaynama ve kıpırdama hissedilse, Ortadoğulu devletlerin (ki son yıllarda en çok da Türkiye’nin kendi iktidarlarına karşı biriken öfkeyi Siyonist devlete karşı yönlendirip manipüle etme ve bunu on yıllarca uygulayabilme kapasiteleri tükenmiştir artık) manipülasyon harekâtının bu türünü kendi halkına karşı yıllarca başarıyla uygulayan Mübarek’in sonunun ne olduğunu gören T.C başbakanı’nın gözüne uyku girmediğine emin olabilirsiniz. Şimdi tc’nin ‘’baş’’ ları için tehlike çanları daha yakından çalmaktadır. Son aylarda yapılan kamuoyu yoklamalarında işsizliğin en önemli sorun olduğunu söyleyenlerin sayısı %53 civarında. Yine işsizliğe ek olarak ekonomik kriz ve yoksulluğun en önemli sorun olduğunu düşünenlerin toplam oranı Türkiye’de %80’e dayandı. Bugün Türkiye’de düzen partilerinden umudunu kesenlerin oranı ise %32 olmuş durumda. Seçimlere doğru gidilirken Kürdistan’daki serhıldan çağrıları,gerilla eylemlilikleri mücadelenin daha da ivme kazanması için muazzam olanaklar sunmakta. Sistem bunun farkında. Tam da Libya işgalinin öngün-
hakları’’ söylemlerinin sistemin propaganda merkezi tarafından daha yüksek dozajda kitlelere boca ediliyor olması sistemin sıkışık haline en güzel örnektir. Bu noktada bir parantez açmak gerekmektedir. Gelinen aşamada sistemin yaşadığı sıkışıklık-tıkanıklık halini sağlayan en büyük neden özgürlük hareketidir. Sistem bir yandan ceberut yüzünü gösterip diğer yandan ‘’demokrasi ve insan hakları’’ söylemini kitlelere salgıladığını belirtmiştik. Bununla paralel olarak yürütülen manipülasyon harekâtı da üst perdeden yürütülmekte. Bu sayede devlet, ‘’beyaz Kürt aydın ve yazarlar’’ cenahını ellerinde kullanılmaya hazır bir kaz gibi tutmaktadır. Tatlıses olayında yaşananlar ve ‘’Kürt aydınları’’ diye tabir edilen iktidar uşakları ‘’tehdit
ediyorlar’’ söyleminden yola çıkılarak özgürlük hareketini seçimler öncesinde savaş zeminine çekme olarak yorumlamak gerekir. Bugün TAK’ın internet sitesini çökertip, kendi kurduğu sahte TAK sitesinden, Tatlıses olayını TAK’ın üstlendiğini açıklayan devlet, bu pervazsızlığını, mesela Mehmet Metiner’i kendi ‘’özel savaş’’ aygıtlarına öldürterek bu eylemi aynı yöntemle PKK’nin üzerine yıkmayı planlamıştır. Ki bu manipülasyon yöntemi özgürlük hareketinin 30 yılı aşan savaş tecrübesine çarparak parçalanmıştır. Mübarek’in, Bin Ali’nin yerinde yellerin estiği, Kaddafi ve Beşer Esad’ın çok ciddi zorlanmalar yaşadığı, bununla bağlantılı olarak T.C’nin ‘’komşularla sıfır sorun’’ projesinin miadının çok erken dolduğu bir konjonktürde kitlelerin bilinçli eylemleri ve bunun sonuç alıcı bir güzergahta ilerlemesi, Türkiye’de yaşanan ekonomik krizin kitlelerin yaşamındaki boyutları ve Kürdistan gerçekliği. Bütün bunların yanı sıra Türkiye Devrimci hareketinin kendi gerçekliği… Sistemin iç gerilimlerini gidermesinin kimi sürtünmeler ve yeni gündemlere gebe olması. Bütün bu olgulardan dolayı, bugün sadece ve sadece Türkiye devrimci hareketinin bileşenlerinin bir araya gelip ortak mücadele hattı örmesi, bizim deyimimizle ayrıca harmanlanması, bu oluşumların özgürlük hareketi ile ortak cephe oluşturması değil, bize öyle geliyor ki bunu kapsayan, ancak muhakkak ki aşması zorunlu olan, giderek Ortadoğulu devrimci güçlerle bağ kuran ve bu güçleri de kapsayan bir mücadele ortaklığına gidilmesi önümüzde bir gündem (hem de yakıcı bir gündem) olarak duracaktır. Artık daha bölgesel düşünme zorunluluğu bulunmaktadır. Emperyalist devletler Ortadoğu’dan ancak bu şekilde kovulabilir, Siyonist devlet ve onun yardakçıları olan bölge iktidarları ancak bu şekilde çökertilebilir. ☆ 28.03.2011 ozgurdincer@devrimcicephe.org 17
Ocak-Şubat 2011
Vive La Commune! Paris Komünü’nün 140. Yılı Feza Yılmaz
“İşçi Paris, Komün ile birlikte, yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak ebediyen yücelecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının soylu yüreğinde yaşayacaktır. Cellâtlarınıysa tarih, daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çiviledi ve rahiplerinin tüm duaları, onların günahlarını bağışlamaya yetmeyecektir.” (Marx) 1871 Paris Komünü, işçi sınıfı tarihindeki en büyük ve en ilham verici dönemlerden biridir. Paris işçi sınıfı muazzam bir devrimci kalkışmayla kapitalist devletin yerine kendi yönetim organlarını geçirmiş ve Mayıs ayının son haftasına kadar siyasal iktidarı 72 gün boyunca elinde tutmuştur. Komün proletaryanın gücünü göstermiştir. Marx’ın sözleriyle “Komün’ün ilk eseri, varlığının kendisi ol”muştur. Paris işçileri sömürü ve zulme son vermek, toplumu yepyeni bir temelde yeniden örgütlemek için olağanüstü zor koşullarda mücadele vermişlerdir. Biz komünistler için Paris Komünü’nden çıkarılacak büyük dersler vardır. Paris işçi sınıfı Haziran 1848’de de ayaklanmış, ama yenilgileriyle birlikte gelen askeri darbe III. Napolyon’u iktidara taşımıştı. İşçi sınıfı örgütleri yasadışı ilan edilmiş, işçiler siperlerine geri dönmüşlerdi, bonapartist rejim sarsılmaz bir iktidar kurmuş görünüyordu. Ne var ki 1860’ların sonlarında ekonomik canlanmanın sona ermesi ve proletaryanın yeniden harekete geçmesi, grevlerin ülkeyi sarmasıyla birlikte rejim ciddi bir sarsıntıya uğradı ve ancak yeni bir savaşla kendini kurtarabileceğine inanarak Bismarck’ın üzerine yürüdü. Marx, Enternasyonal’in savaşa karşı çağrısında şunları yazıyordu: “Louis Bonaparte’ın 18
Prusya’ya karşı açtığı savaşın gidişi ne olursa olsun, İkinci İmparatorluğun ölüm çanı, Paris’te daha şimdiden çalmış bulunuyor. İmparatorluk, başlamış olduğu gibi, bir parodi ile bitecektir.” Napolyon’un 83 bin askerle birlikte Bismarck’ın eline düşmesiyle 4 Eylül 1870’te Bonapartist diktatörlük, Engels’in deyimiyle iskambilden bir şato gibi çöktü ve cumhuriyet ilan edildi. Fransa’nın ezilenleri sokaklara dökülmüştü. Proletarya örgütlenmesini genişletti ve silahlanmaya başladı.
Cumhuriyetle birlikte yeni bir “Milli Savunma Hükümeti” kuruldu ve başta kitlelere yakın görünse de çok geçmeden sınıfsal karakterini açığa vurdu. İktidar aygıtı kendisini asıl olarak proletaryaya karşı savunmaya geçti. Bu arada Almanlar Paris’i kuşatma altına almıştı. Klasik “tek bir çakış taşımızı bile vermeyeceğiz” söylemini kullanan hükümeti halk başta düşmana karşı birlik adına desteklese de çok geçmeden bu desteği çektiler. Marx’ın belirttiği gibi, silahlı Paris silahlı devrim demekti ve proletarya silahlanarak Ulusal Muhafız Birliği içinde çoğunluğu oluşturmuş, işçi ve emekçiler her yerde kendi savunma komitelerini kurmuştu. Bu komiteler işçi semtlerinde yönetimi fiilen ele geçirdiler, daha son-
ra da bir araya gelerek Ulusal Savunma Merkez Komitesini kurdular. Savunma Komitesi 14 Eylül 1870’te yayınladığı bir bildiride, polisin yerini Ulusal Muhafızın almasını, yüksek görevlilerin seçilmesini ve sorumluluk almasını, gıda maddeleri için eşitlik temeline dayalı bir karne ile dağıtım sisteminin kurulmasını, savunma amacıyla alınmış tüm önlemlerin üzerinde bir halk denetimi kurulmasını ve kendisine yararlı olabilecek her şeye el koyma hakkını istediğini bildiriyordu. Benzer gelişmeler Fransa’nın başka kentlerinde, özellikle de Lyon ve Marsilya’da yaşandı. Engels’in sözüyle, burjuvazi artık yönetemiyordu. 28 Ocak’ta hükümetin Prusya’ya teslim bayrağını çekmesi ve Paris’i teslim etmeye karar vermesi, bardağı taşıran son damla oldu. Ulusal Muhafızlar hükümetin kararını kabul etmeyerek bağımsız hareket etmeye başladı. İşçiler ve yoksulların kitlesel olarak desteklediği silahlı gösteriler yaptı. 2 bin topu ve 450 bin silahı olan 215 taburu temsil eden bir “Ulusal Muhafızlar Federasyonu Merkez Komitesi” seçildi, aralarında Enternasyonal üyeleri çoktu. Paris Komünü’nün mimarı doğmuştu… Kitlelerin otoritesini tanıdığı Komite fiilen iktidarı ele geçirerek başbakan Thiers ve monarşistleri hain ilan etti ve cumhuriyetin savunulması için “ölümüne savaş” çağrısı yaptı. Yoksulların ve savaşın radikalleştirdiği orta sınıfın da desteğini alan Paris işçi sınıfı, bir bütün olarak artık açık bir sınıf savaşına girmişti. Burjuva hükümet, Prusyalılardan çok proletaryadan korkuyordu. Ulu-
Devrimci Cephe Liebknecht ve Kugelmann’a şunları yazmıştı: “Merkez Komite ve daha sonra da Komün, o pis Thiers cücesine düşman güçleri toplama zamanı bıraktılar. Sanki Thiers Paris’i zorla silahsızlandırmaya çalışarak iç savaşı daha önce başlatmamış gibi, iç savaşı başlatmadılar. İktidarı zorla ele geçirmiş olmakla suçlanmamak için, gericiliğin Paris’teki yenilgisinden hemen sonra Versailles üzerine yürüyecek yerde, örgütlenmesi vb daha da zaman isteyen Komünü seçmekle, değerli bir zaman yitirdiler. Merkez Komite, yerini Komüne vermek için görevlerini çok çabuk bıraktı.” Marx ve Engels, Paris’e karşı silahlanan Thiers’a milyonlarca frank göndermeye devam eden Bank of France’a el konulmamasını özellikle eleştiriyorlardı. sal Muhafızlar Montmartre tepesindeki topları kapitalist düzenin en büyük tehdidi olarak algılanmaya başlamıştı. 18 Mart’ta 20 bin asker bu topları ele geçirdi, ama bir taşıma planı olmayınca kadın ve çocuklar da dahil olmak üzere halk tarafından kuşatıldılar. Askerler ateş emrine rağmen devrimcilerle halkı kucakladı. Ordu, Muhafızlar’a hiç karşı koymadan teslim oldu. Başbakan Paris’ten kaçtı. Muhafızlar şehrin stratejik noktalarını ele geçirdi. Merkez Komite artık silahlı güce dayalı yeni bir devrimci rejimin hükümeti olmuştu. İşçi sınıfı iktidardaydı…
Evler ve kamu binaları evsizlere tahsis edildi. Eğitim herkes için parasız kılındı, tiyatrolar, kültürel ve bilgiye yönelik kurum ve kuruluşlar da parasızdı. Yabancı işçiler kardeşler, “uluslararası emeğin evrensel cumhuriyeti”nin askerleri olarak kabul edildi. Gece gündüz toplantılar yapılıyor, binlerce sıradan kadın ve erkek toplumsal yaşamın “ortak çıkarlar” için nasıl örgütlenmesi gerektiğini tartışıyordu. Paris’e tam bir devrimci hava hâkimdi…
Ancak Paris Komünü’nü, işçi sınıfı mücadelesinde görülen başarılı ya da başarısız işçi ayaklanmalarından ayıran yan, sosyalist bir toplumun en ileri aşamaya ulaşmış haliydi. Marx şunları söylemektedir: “Komünün gerçek sırrı şuydu: Komün esasen bir işçi sınıfı hükümeti, üreten sınıfın, gasp eden sınıfa karşı mücadelesinin ürünü, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayan nihayet keşfedilmiş siyasal biçim idi.”
Merkez Komite’nin ilk icraatı birkaç gün içinde seçimlere gitme kararı vermek oldu. Komüne seçilenler çoğunlukla işçi ya da işçi sınıfının tanınmış temsilcileriydi ve 30’u Enternasyonel üyesiydi. Komün yönetimi tüm bakanlıklara komisyonlar atadı ve işçi sınıfının iktidarını perçinleme yolunda büyük adımlar attı.
Ancak Paris hem Prusyalılar hem de Versailles’e kaçan burjuva hükümet tarafından kuşatılmıştı. 21 Mayıs’ta Versailles ordusu 130 bin askeriyle Paris’e girdi. 40 bin savaşçısı olan Komünarlar burjuvaziye karşı 28 Mayıs’a kadar direndi, barikat barikat savaştı. Pere Lachaise mezarlığındaki mezar taşları, Komünarların son barikatı oldu, Paris Komünü yenildi…
Paris Komünü ilk sosyalist devrim denemesi, Lenin’in ifadesiyle proletarya diktatörlüğünün yaşanmış bir örneğiydi ve bu niteliğiyle Ekim Devrimi’ne eşsiz bir örnek oldu. Öyle ki, Lenin öldüğünde naşı Komün’den kalan bir kızıl bayrağa sarıldı… ☆
Paris Komünü amacını “işçiler arasında kapitalistlere kâr edindirmek için yaşanan anarşik ve yıkıcı rekabeti sona erdirmek ve sosyalist idealleri yaymak” olarak açıkladı. Komün yönetiminde devlet memurlarının tüm ayrıcalıkları kaldırıldı, kiralar donduruldu, terk edilen atölyeler işçilerin denetimine verildi, gece vardiyasını sınırlamak ve yoksullarla hastalara yardım sağlamak için önlemler alındı. Sıkıyönetimin ve Askeri mahkemelerin kaldırıldığını, adli ve siyasi mahkûmların affedildiğini açıkladı. Ulusal Muhafızlar herkese açıktı, “halktan ayrı düşen” ordular yasadışı sayıldı. Kilise devletten ayrıldı. Din “özel ibaret alanı” olarak ilan edildi.
Tarihsel bir öncelinin olmaması, örgütlü bir liderlikten, net bir programdan yoksunluk, kuşatma altında olmanın getirdiği temkinlilik, boşa harcanan zaman ve enerji, Thiers’in yeterince ciddiye alınmaması, Versailles’in üzerine yürümeme yenilgiyi getiren belli başlı nedenlerdi. Marx, daha Nisan ayında
fezayilmaz@devrimcicephe.org
19
Ocak-Şubat 2011
Tarihimizin bir tekerrür olmadığını biliyoruz Bedir Aydın
“Tarih, her kuşağın sırasıyla nöbet değiştirmesinden başka bir şey değildir; bu kuşakların her biri, tüm önceki kuşaklardan kalan gereçlerden, kapital ve üretim güçlerinden yararlanır. Belirli kuşak, bu sayede, bir yandan eski kuşaklardan miras kalan eylemi tamamiyle değişik koşullar içinde sürdürür, öte yandan da, tamamiyle değişen gerçekliğe dayanarak, eski koşulları değiştirir.” (Marx, Alman İdeolojisi, aktaran Aforizmalar, s.21) Marx’tan yaptığımız alıntıda da ifade edildiği gibi, kimi olay ve olguların sanki geçmişte yaşananları aynen yineliyormuşçasına karşımıza çıkarması, tarihin diyalektik ve bilimsel bir görüntüsüdür. Aslında tarih bu tür yinelemelerle çözmek zorunda olduğumuz temel görevleri bizlere hatırlatmaktadır. Tarihin bu tür yinelemelerine neden olan olguları incelemeden, çözmeden bir adım ileri gitmek mümkün değildir. Tarih bilincinin önemli olduğu nokta da burasıdır. Nedir tarihsel bilinç? Örgütsel, siyasal ve toplumsal mücadele sürecinin bir bütünlük ve süreklilik içerisinde kavranmasıdır. Nereden nereye gelindi, bugün ne durumda, değişen ne, farklılaşan ne vb sorulara verilecek cevaplar, tarih bilinci konusunda sağlanan ilerlemenin ölçütü olacaktır. Tarih bilinci, bir tarihsel süreklilik ve gelişim içermedikçe, ideolojik-politik ve toplumsal yenilenmede atılacak adımlar, kimi engelleyici faktörlere takılabilir ya da kopuk kopuk yaşanan gelişmelerin yarattığı değerlendirmelere hapsolabilir. Veya herkesin kendi yaşadığı süreçle sınırlı bir darlığa indirgeyebilir. Bütün bunlar sürece uygun adımların ve yenilenmenin önündeki engellerdir. Toplumsal mücadele yürütenler için bir tarihsel süreklilik içerisinde yenilenme esasına uygun gelişme ve değişme diyalektiğinin öngördüğü ideolojikpolitik-örgütsel, toplumsal yeniden üretim, hiçbir şemaya-kalıba düşmeden, geleceği belirlemede kabul edilmesi gereken doğru bir yönelimdir. 20
Bu yaklaşımla yola çıktığımızda hem Orhan’ın direnişine ve yaratığı değeri daha sağlıklı kavramış hem de geçmiş kuşakların –Marx’in da ifade ettiği gibi- yarattığı gelenek ve değerleri günümüzde geliştirip yaşatmış ve yarına yol açıcı bir işlev kazandırmış oluruz. Türkiye devrimci hareketi, geçmişinin birikim ve çabaları üzerine gelişip şekillenirken, asıl olarak 71 radikal çıkışıyla da teorinin pratiğe dönüşünü sağlamış ve kitlelerde umudu çoğaltmaya başlamıştır. Daha sonraki devamcıları ve Kürt özgürlük hareketi de o radikal mücadeleden esinlenerek gelişip güç kazanmıştır. 71 radikal çıkışı fizikken yenilgiyle sonuçlansa da geride yarattığı potansiyel ve bıraktığı miras çok büyük olmuştur. 71 silahlı çıkışından farklı olarak, 12 Eylül yenilgisi sonrası devrimci mücadele şiddetli bir saldırıya uğradı. Bu saldırı fiziki olmaktan çok ideolojik olarak etkisini daha ağır gösterdi. 90’lı yıllardan itibaren ise Türkiye devrimci hareketi, çok daha ciddi, şiddetli saldırılarla karşı karşıya kaldı. Türkiye devrimci hareketin bütün birikimleri, dayanakları bir bir sorgulanarak, adeta düzen sınırları içerisinde hareket eden bir konuma sokulmak istendi ki, bu konuda da çokça da başarılı olduklarını kabul etmek gerekiyor. Bu saldırıların hedeflediği asil amaç kuşkusuz ki Türkiye Devrimci hareketinin tasfiyesi ve düzen sınırları içine hapsedilmesiydi. Yaşanan tıkanıklık koşullara uygun yenilenemedi ve politik taktikler geliştirilemedi. Bu tıkanıklık burjuvazinin açtığı kanallardan hareketle sistem içinde kendine meşru zeminler bulma çabalarını yoğunlaştırdı. Meşruluğun sitemin yasaları ya da izin verdiği noktada değil mücadelenin haklılığında olduğu gerçeği adeta unutuldu ya da unutturulmak istendi. Devrimci hareketin (genel olarak) üretimden yoksunlaşması tıkanmayı aşamadığı gibi bu giderek bir tasfiyeye dönüştü. 12 Eylül yenilgisinden çıkmaya çalışırken ardından reel sosyalizmin dağılması mücadelenin daha da ağırlaşmasına yol
açtı. Dünya genelindeki yoğun saldırı karşısında, var olan zemini koruma çabası yanında devrimci hareketlerin tüm dayanakları saldırı hedefi haline geldi. Zira varlık gerekçelerini güçlendirecek, bulundukları zemini koruyacak olan temel kriter olmayınca devrimci hareketlerin ideolojik-politik düşünce sistematiklerine yönelik yoğun bir sorgulamada bulunmaları ve devrimci hareketlerin dayanaklarını boşa çıkarmaları da bu saldırının etkisini arttırmış oldu. Bugün kabul edilsin ya da edilmesin bu gerçeği değiştirmiyor. Reformistrevizyonist ya da sivil toplumcu, liberal kesimlere yönelik salt sınırlı bir ideolojik mücadeleyle, devrimci hareketin karşı karşıya olduğu tasfiye savuşturulmuyor. Doğru politikaların ve taktik birlikteliğin üzerinden sürecin görevlerini yerine getirmeye kilitlenmek, sapma akımların devrimci harekete yönelik saldırılarını boşa çıkarmada temel noktadır. Yoksa alt alta sıralayıp reformist-revizyonist ya da sivil toplumcu, liberal tanımlamaları yapmak pek bir şey ifade etmiyor. Devrimci hareketlerin taşımış olduğu iç zaaf nesnel gerçeklikle örtüşünce, sapma akımların saldırı yöntemleri güçlenmekte, etki alanı genişlemektedir. Bunun içindir ki Türkiye devrimci hareketleri Türkiye’nin güncel devrimci olanaklarıyla taban tabana zıt bir güçsüzlük içerisinde, her gün biraz daha tasfiyeye uğrayan bir seyir içerisindedir. Oysa bugün her zamankinden daha çok devrimci olanakların örgütlenmeye ve mücadeleye uygun koşullar sağladığı bir gerçektir. Bugün ne yazık ki Türkiye devrimci hareketleri, uzun sayılacak yıllardır Türkiye siyasetinin dışında, güçsüz ve takatsiz bir durumdadır. Sürecin dünyadaki gelişim seyrini, gidişatını izleyerek, değerlendirmeler yaparak, sonuçlar çıkararak, politikalar belirleyerek, taktikler oluşturarak, hem yenilenmeyi hem de süreç üzerinde politik etki yaratmayı sağlayamayız. Bugün emperyalist dünyanın efendileri, YDD stratejilerini, engelsiz hayata geçirirlerken bile zorlanıyorlar. Dünya
Devrimci Cephe kaosun ve krizin içerisindedir. Dünyanın dört bir yanında savaş, iç çalkantılar, ekonomik ve sosyal patlamalar durulmuyor. Ortadoğu ve Kafkaslardan, Uzak Doğu’ya, Latin Amerika’ya kadar uzanan bütün bölgelerde ekonomik kriz, toplumsal huzursuzluk, savaş, dünyanın gerçek tablosunu sunuyor. Ülkemizde Kürt özgürlük hareketini bir yana koyarsak, Türkiye devrimci hareketi bu tablonun içinde yok, Kürt özgürlük hareketinin mücadelesi ve yarattığı ortam Türkiye Devrimci Hareketi açısından muazzam bir olanak, güç ve fırsat oluştururken bunun da doğru ele alınmadığı ortada. Kürt özgürlük hareketine onunla buluşma temelinde bir yaklaşım yerine daha çok gücünden faydalanma varlığını onun gölgesinde sürdürme şeklinde oldu. Uzun süredir devrimden uzaklaşmalar, kaçmalar, sisteme dönmeler zorluklara göğüs geremeyen küçük burjuva davranış etkisini hâkim hale getirdi. Olumsuzlukların maddi zeminlerini sorgulama yerine, sistemin düşünce dünyasının etki alanına girerek dağılmanın ve kaos ortamlarının teorisini geliştiren küçük burjuvazi, bu tür süreçlerde gerçek anlamda sistemin simgesi durumundadır. Dolayısıyla devrimci mücadelenin önündeki en büyük tehlike, mevcut örgütlülüğü içten içe kemiren tasfiyeci zeminleri güçlendiren, dağılmaya yol açanlar olmuştur. Temel duruş noktamızı, direniş çizgimizi belirleyecek olan yaklaşım biçimimiz bu açıdan önemlidir. Geriye doğru dönersek Türkiye Devrimci hareketi tarihini dörde ayırmak gerekiyor; ilk kuruluş dönemi olan Suphiler dönemi, ikinci dönem siteme açık tavır alındığı, alternatif olmaya çalışıldığı Marksizm düşüncesinin pratikleştiği dönem. Mahirler, Denizler, İbolar, kısaca 70 dönemi. Bu dönem umudun inancın çelikleştiği ve yok edilemezcesine ülke topraklarına kök saldığı dönemdir. Üçüncü dönem bunun üzerine şekillenen, buradaki militanlıkla yoğrulan ama şiddet kıskacından çıkamayan üst üste yenilgilerle (12 Eylül, 90, yenilgisi) giderek “sınıfsız sınıf Devrimciliği”nin hakim olmaya başladığı, sistem içi meşruiyete ve tasfiyeciliğe teslim olunduğu, militanlığın unutulduğu hayli uzun süren bir dönem oldu. Dördüncü dönem olarak adlandırdığımız ise Yilmazkayaci direniş
çizgisi ve öze dönüş militanlığın yeniden öne çıkışı olan savaşkan sosyalizm dönemidir. İşte düşmanın tüm araç ve yöntemlerle bu sürece ve bu sürecin temsilcisi olan Orhan Yilmazkaya ve onun siyasal düşüncesine saldırısının nedeni de buradan kaynaklanıyor. Bu dönemin önünün tıkanması ve evirilmesini engelleme çabalarıdır. Tüm karalamalar, komplo teorilerinin temelinde yatan da budur. Yeni bir 71 çıkışı geleneğinin doğmasını engellemek, daha doğum aşamasındayken onu boğma çabasıdır. Mesaj çok nettir; “Teslim olmayan bir fedai devrimci kuşağına layık olmaya çalışacağım. Devrimci Karargah savaşçısıyım. Emekçilerin mücadele birliği için savaşıyoruz. Emperyalizme, faşizme, siyonizme karşı savaşıyoruz. Yaşasın devrim ve sosyalizm. Yaşasın hakların kardeşliği. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının mücadele birliği. Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Nasıl binlerce yıldan beri sürdüğü gibi. Thomas Münzer’den, Şeyh Bedrettin’den, Mahir Çayan’lardan, İbrahim Kaypakkaya’lardan ve Deniz Gezmiş’lerden beri sürdüğü gibi.” Ve düşman tarafından en tehlikelisi olan öze dönüş, statükonun bozulması, Türk ve Kürt halklarının kardeşliği kadar, Türkiye ve Kürdistan devrimlerinin kan kardeşliği bir arada olmaktır. Emperyalist-sömürgeci-Siyonist sistemin ülkedeki ve bölgedeki bütün saldırıları bu kandaş tutkunluğun duvarlarına çarparak parçalanma korkusudur. Çünkü onlar çok iyi biliyorlardı, Kızıldere’de, 6 Mayıs’larda, 18 Mayıs’larda ve “cesaretiniz varsa gelin teslim alın, asıl siz teslim olun” diyenler ve düşman kuşatmasında kanlarıyla umudu duvarlara kanları ile yazanların neler yaratabileceğini iyi biliyorlar. Onlar o korkuyu iyi bildiklerinden ve bu geleneğin yeniden canlanması, öze dönüşün nasıl korkulu rüya olacağının bilincinde olduklarından dolayı, her türlü yalan komployla bu mesajı boğmaya, silikleştirmeye çalışıyorlar. Ama tüm bu çabalar boşa, ok yaydan çoktan fırladı ve yeni bir dönemin filizi toprağa koksaldı.
27 Nisan direnişi genelde bir heyecan ve umut yaratmıştır. Sitemin bu saldırılarını, karalamalarını ve komplolarını anlamak mümkün, ama bunca yaşanmışlığa rağmen Türkiye Devrimci Hareketindeki kronik zaaf kendini nüksetmekte gecikmedi. Dar gurupçu yaklaşımlar devreye girmekte gecikmemiştir. Bu şaşırtıcı olmamalı, bu önemli zaafı, Türkiye devrimci hareketinin olay ve olguları, ge¬lişmeleri, olumsuzluklarıyla, bunları kabul¬lenmede ve sa¬hiplenmede cüretli olama¬yışıdır. Direniş karşısında onu sahiplenme, ondan dersler çıkarma yerine dar gurupçu bakış açısıyla Orhan siyasal kimliğinde ayırt edilmeye çalışılmış, yok sayma çabası içine girilmiştir. Mahirler, Denizler, İbolar’ın mirası üzerine varlıklarını sürdürenler Orhan’ın yarattığı direnişin içini boşaltmaya çalışılmaktadırlar. Bu aynı zamanda kendi tarihine ne kadar yabancılaşan bir solun olduğunu da ortaya koymaktadır. Bunun içindir ki, solda birlik, dayanışma, dostluk, yaşamda sadece zorunlu bir sonuç olmuş, ağır basan yan ise rekabet olmuştur. O yüzdendir ki solda, herhangi bir yapının olumsuzluğu, yenilgisi, sanki diğer bir yapının gelişme zemini olarak algılanmaktadır. Tüm bu yaklaşım biçimleri, devrimci mücadelenin parçaları durumunda olan yapıların birbirleri arasındaki ilişkilerde sahiplenme, birlikte olma noktasında önemli bir zaaf olarak süregelmiş/ sürüyor... Tüm bunlarla birlikte Orhan’ın yarattığı direniş geleneğini ve bıraktığı mirası iyi okumak ve gerçekliğe dönmek açısından tarihsel bir fırsat ve uyarı olduğunu unutmamalıyız. 27 Nisan Türkiye devrimci hareketi açısından yaşanan yenilgi ve tasfiyecilik karşısında yeni bir sayfa, yeni bir adim, yeni bir nefes olmuştur. Ne Orhan’ın ne de Mahirlerin, Denizlerin, İbolar’ın yarattığı değer ve geride bıraktıkları birikim üzerinde tepinerek bir yere varılamaz. Onlar olmak, onların kararlılığı ve fedai ruhlarını kuşanmak gerek. “Allı yeşilli bir ülke için, Kanlar damlar son damlasına kadar, Kan kardeşi olur militanlar, Ve Kardeş olur halklar...”☆
bediraydin@devrimcicephe.org 21
Ocak-Şubat 2011
Jakoben ve Jakobenizm Cemal Şerik
1789 Fransa devriminin uluslararası alandaki yeri bugün birçok yönüyle tartışma konusu haline gelmiş bulunuyor. Kuşkusuz bunun birçok nedeni olabilir. Bu nedenler ayrı başlıklar altında ele alınıp tartışma konusu da yapılabilir. İçerisinden geçmekte olduğumuz dünya gerçekliği de bunu gerekli kılıyor. Öyle ki bugüne kadar kapitalizme mal edilen ve onunla anılan birçok kavram ve onlara yüklenmiş olan anlamlar tartışmalara konusu haline gelmiştir. Özellikle de Reel Sosyalizmin çözülmesiyle birlikte bu çok daha fazla had safhaya çıkarılmış bulunuyor. Yapılan bu tartışmalarda ise 1789 Fransa Devrimi referans alınıyor ve sorgulama bu nokta da başlatılıyor. Böyle olması da son derece anlaşılırdır. 1789 Fransa Devrimi Kapitalizmin gelişimde önemli kilometre taşlarından biri olarak kabul edilmiştir. Hatta Avrupa’da “Burjuva Demokratik Devrimlerinin” başlangıcı olarak kabul edilmiş, o ana kadar ilericilik adına ne varsa o anla birlikte burjuvazinin adıyla anılmaya başlanılmıştır. Bu mal ediş kapitalizm ve burjuvazinin, gericileştiği kabul edilen döneme kadar da devam etmiştir. Hatta Proletaryanın ilericilik misyonunu devraldığında, burjuvazinin yerine getiremediği görevleri yerine getirme gibi bir sorumluluğu olduğu yönünde belirlemelerin yapılmasına kadar varılmıştır. “İlericilik”, “Gericilik” vb. nitelemelerle yüklü kılınan kavramlarda buna göre bir anlam kazanmışlardır. Doğal olarak bu kavramlar söz konusu olduğunda ya da bunların adı geçtiğinde yaptığı çağrışımlar da buna göre şekillenmişlerdir. Jakoben yada Jakobenizm bu kavramlar içerisinde yerini almıştır. 22
1789 Fransa Devriminden önce de Jakoben kavramı kullanılmaktadır. Fakat bu kavram 1789 sonrası yüklü kılındığı anlamın dışında kullanılmaktadır. O zamana kadar sadece Fransa’da Aziz Dominicus tarikatına bağlı rahip ve rahibelere verilen bir ad olma özelliğine sahiptir. 1789 ile birlikte de artık bu anlamın dışında bir kavram olarak siyasal literatür de yer almaya başlamıştır. Bu anlamda o tarikatın bir devamı olma dışında bir anlam ifade etmektedir. Sadece isim olarak birbirlerine benzemektedirler. Bu benzerlikte Fransa Devrimi esnasında aktif olan
ihtilalci bir gurubun bu tarikata ait olan bir manastırda kurulması ve o mekanı kullanmış olmasından gelmektedir. Bu ihtilalci gurup 1789 Fransa devriminde aktif bir rol oynamış ve 1792’ye gelindiğinde, ihtilale katılan diğer gurupları tasfiye ederek kendi etkinliğini kurmuştur. Merkeze dayanarak, iktidar da olmanın gücünü kullanarak, halk adına üsten dönüşümü izleyen bir strateji ve politikanı sahibin olmuştur. Ülkenin içerisinden bulunduğu kriz ve halkın yaşadığı sorunları çözümünü hedeflemiştir. Bu hedefe ulaşmak için kullandığı yöntemler itibarıyla da radikalizmle özdeş bir anlam kazandırılmıştır. Ancak bu politika 1794’e kadar etkili olmuş, M. Robespierre’nin giyotine gön-
derilmesiyle birlikte son bulmuştur. 1794 sonrası da Fransa’da burjuvalar iktidarda tamamen etkili hale gelmiştir. Buna rağmen Jakobenizm Fransa’dan silinemediği gibi, farklı dünya ülkeleri ve coğrafyalarında da etkisini göstermiştir. Ancak bu etki dayanılan toplumsal kesimlerde benzerlikler olsa da, daha çok esas alınan politika ve kullanılan yöntem olma itibarıyla kendisini göstermiştir. Bunlara da “üsten dayatmacılık” şeklinde bir yaklaşım gösterilmiş ve aynı anlamı çağrıştıran nitelemelerde bulunulmuştur. Daha çok da monarşik yapılanmalar karşısında ihtilalci rol oynayan guruplar için böyle bir yaklaşım sergilenmiştir. Bu guruplarda yapılan bu nitelemeye bir itiraz da bulunmamış ve kabul etmişlerdir. “İlericilik”, “Gericilik” kavramlarına yüklenen anlamlar, kapitalizm ve burjuvazi algısı, krizlerden çıkış ve halkın sorunlarına nasıl çözüm getirilebileceği yönündeki çıkarsamalar ve tezler burada belirleyici olmuştur. O nedenledir ki Lenin, Rusya’da geliştirdikleri devrimin Jakoben özelliğini savunmada hiçbir sakınca görmemiştir. Ancak Rus Bolşevikleri ve Lenin dışında da farklı ülkelerde de Jakobenizmin etkisi görülmüştür. Hatta bunlara aynı çağrışımda bulunan adlandırmalarda da bulunulmuştur. Osmanlı devletinin sonlarına doğru kurulan İttihat ve Terakki Partisi için de benzeri bir nitelemede bulunulduğu bilinmektedir. Fakat bu Rus Bolşevikleri ve İttihat Terakki’nin aynı oldukları anlamına gelmemelidir. Birbirinden farklı ve hedefleri başkadırlar. Ancak benzer yanları da vardır. Her ikisi de farklı cephelerden yaklaşımla bir yorumlayışa tabi tutsalar da, 1789 Fransa devriminin etkisi altında ve aynı yöntemle; merkeze
Devrimci Cephe dayanarak, iktidar olmanın gücünü kullanarak hedeflerine ulaşmak istemişlerdir. Kuşkusuz burada ortak ve benzer olan yönler söz konusudur. Fakat aynısı değillerdir. Bu ayrım ve fark çok net bir şekilde görülmelidir. Eğer bu ayırım gerektiği gibi yapılmazsa, ihtilal ve darbelerin birbirine karıştırılması gibi bir yanılgı içerisine girilebilir. Darbeler; egemenler arasında icra da, yürütme de zor aygıtlarının, baskının kullanılması ya da komplolar yoluyla yaşanan el değişimini anlatır. İhtilal ise bundan farklıdır. Toplumsal zeminde bir altüst oluşu ifade eder. Üst sınıflar ile toplum arasında yaşanan sorunlara bir çözüm arayışı olma iddiasındadır. Bu yönüyle çıkışta bir farklılık söz konudur.
devralınan devlete dayanılarak, yeni bir toplumsal inşanın gerçekleştirilebileceği gibi yanılgılı yaklaşımların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sol, Sosyalist güçler açısından da Jakobenlik ve Jakobenizm gibi kavramlara yüklenen anlamda bu gerçeklik içerisinde yerlerini almışlardır. Onun içindir ki, Rus Bolşevikleri ve Lenin kendi ihtilal programlarını oluştururlarken devrimciliklerinden, sosyalistliklerinden sonun kadar emin ve samimiydiler. Aynı şekilde Türkiye’deki
Bu ayrımın farkında olunarak bir yaklaşımı sahibi olunması daha yararlı ve sonuç alıcı olacaktır. Unutulmamalı ki, darbelere karşı olunur. Ama yaşanmış olan ihtilallerden sonuçlar çıkarılır. Bu anlamda Rus Bolşeviklerinin pratiklerinden ve Lenin’in “Devlet ve Devrim” yaklaşımından çıkarılacak sonuçlar vardır. Eğer bu gerekli olan ayrım yapılmazsa Reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte ortaya çıkan birçok yanılgı ile tekrar karşılaşma olasılığı fazlasıyla vardır. Reel Sosyalizmin çözülüşü yok sayılamayacağı gibi, Sosyalizm açısından da her şeyin sonu değildir. Sonuçlarıyla itibarıyla öğretici derslerle dolu yaşanmış bir pratiktir. Önder Apo’da “Demokratik Sosyalizm” fikrini geliştirirken bu yaşanmış olan pratiğin derslerinden çıkardığı sonuçlara dikkat çekmektedir. Burada önemli olan Reel Sosyalizmin çözülüşü= Sosyalizmin yenilgisi olmadığını gerçeğinin anlaşılmasıdır. Toplum ve üst sınıflar arasında yaşanan ayrışmanın yaşanmaya başlamasıyla birlikte yazılmaya başlayan iki farklı tarihin algısında yaşanan yetersizlik ve sosyalizmin günümüzde egemenlikli-devletçi sistem karşısında kendisini hangi temellerde neye dayandırarak örgütleyebileceği gerçeğinin algısında yaşanan yanılgının görülmesidir. 1789’da Fransa’da gerçekleşen devrim bu konuda yanılgılı algılanmıştır. Toplum başkaldırısı, üst sınıfların “devrimciliği” ile açıklanmış, burjuvaziye ve kapitalizme hiç de hak etmediği bir şekilde ilericilik atfında bulunulmuştur. Bu yaklaşım yaşanan toplumsal başkaldırıların, toplumun kendi dinamikleri üzerinde ayrı mecrada örgütlenmesini hedeflenmesi yerine, egemenlerden
devrimci, sosyalist düşüncelerin, eylemlerin ilk ortaya çıkışlarında dile getirilen söylemler arasında kullanılan Jakoben ve Jakobenizm kavramları içinde aynı şeyleri söylemek mümkündür. Türkiye’de özellikle de 1965 sonrası süreç için, belki de o zamana kadar ki verilen mücadelenin ideolojik olarak en fazla süzüldüğü ve belirli bir soyutlama gücüne ulaşmaya başlanılan yıllar belirlemesinde bulunmak abartılı olmayacaktır. Daha önceki yıllarda da belirli bir temel oluşmaya başlamış olsa da, o zamanların Fikir Kulüpleri Federasyonunda( FKF), diğer Dernek(Dev-Genç vb) ve Birliklerde (Devrimci Öğrenci Birlikleri vb) yapılan, sınırlı olsa da çıkan dergilerde yayınlanan yazılarda bu kendisini çok belirgin bir şekilde ortaya koymaktadır. Jakoben ve Jakobenizm gibi kavramlarda daha çok o zaman kullanılmaya başlanılmıştır. O süreçte de bu kavramlara Devrim vb. gibi temel konulara yönelik algıdan kaynaklı devrimci anlamlar yüklenilmiştir. Buna göre de savunu konusu olmuş, farklı toplumsal kesimlerin
eğilimleri, eylemlilikleri değerlendirmeye ve konumlandırmaya tabii tutulmuştur. Kemalizm, Ordu, Küçük-burjuvazi, farklı toplumsal kesimlerin devrimci mücadele de mevzilenmesi ve oynayacakları rol vb. hep bu çerçeve de nitelendirilebilmiştir. Burada amaç çok nettir. Hedef, Toplumsal mücadele de farklı kesimlerin rollerini oynayabilmeleri olarak belirlenmiştir. Bu konuda hiçbir şüpheye yer vermeyecek kadar ortaya konan düşüncelerde de bir inanmışlık ve samimiyet vardır. Tabi burada bu düşünceler ortaya konurken, asıl olarak kendilerine biçmiş oldukları rol öne çıkmaktadır. Jakobenlik ve Jakobenizm de o süreçteki devrimci hareketlerde bu nokta da kendisini ortaya koymaktadır. Bu daha çok da kendini devrimci mücadelede üstlenilen Devrimci Öncü rol olgusunda ifadeye kavuşturmuştur. Halkın devrime hazırlanması, bu yapılırken de, halk adına karalar alınarak halkın çıkarları uğruna eyleme geçilmiştir. Halkın da bu sayede kendi davasına, mücadelesine sahip çıkacağı öngörüsünde bulunulmuş ve yapılanın doğru olduğuna inanılmıştır. Bu hedefe ulaşılması ve öngörülenin gerçekleşmesi içinde merkeze-devlete dayanma ve iktidar gücünün kullanılması esas alınmıştır. Bu yönüyle de asıl Jakobenlik burada kendisini göstermiştir. Devrim ve Devlet olgusu tamamen bu çerçevede ele alınmıştır. Ancak gelinen aşamada, Reel Sosyalizmin çözülmesiyle birlikte tüm bunlar da yeniden bir sorgulama konusu olmuştur. Devrimin, devletin ele geçirilmesiyle yeniden yapılandırılması olmadığı gerçeği daha da bir açıklık kazanmıştır. Burada devrim denilince toplumun kendi dinamikleri üzerinde kendini yeniden yapılandırması ve yaşanan toplumsal sorunlara bu temelde bir çözümün getirilmesi olduğu, bu anlamda da egemen-devletçi sistemden tamamen bir kopuşu anlattığı gerçeği açığa çıkmıştır. Bu noktada sosyalist devrimci güçler ve hareketler açısından Jakoben ve Jakobenlik kavramları ve de bunlara yüklenen anlamlar bir sorgulamaya tabii tutulmayı ve bu kavramlarla anlatılmak istenen devrimci düşünceleri daha farklı ifadelendirmeleri bir gereklilik haline getirmiştir. ☆
28.3.2011
cemalserik@devrimcicephe.org
23