İÇİNDEKİLER
3 4 5 9
Ortadoğu: “Buralarda Biz Varız”... - Feza Yılmaz
Son bir haftayı Ortadoğu’yu kaplayan altüstlüklerle geçirdik. Ortadoğu tarihi boyunca hep kaynayan kazan olmuştur, ancak “doğu cephesinde yeni bir şey yok” denilemeyecek kadar yeni bir durum var ortada.
Seçimler Yaklaşırken - Fehmi Erbaş
Günümüzde, devlet ve demokrasi konuları birlikte, eskiye nazaran daha da yoğun olarak tartışılmaktadır.
Latin Amerika’nın Günümüz Devrimselliği ve 21. Yüzyıl Sosyalizmi -Ali Efe
Kolomb’un keşfetmesinden sonra Latin Amerika, kıtasal olarak hem kendi iç evrimiyle sömürgecilik tarihinin ve hem de buna koşut olarak kıta halklarının sömürgeciliğe karşı direniş tarihinin oluştuğu ve geliştiği bir coğrafya oldu.
Ölülerimiz Bizi Uyarıyor - Birindar
Kavgamız, değerlerimiz kutsaldır ve insanlık sınıflı toplum aşamasında kaldığı sürece tekil insan yaşamı kutsal değildir. Ancak böylece anıları altında ezilmeden devrim şehitlerini anmak mümkün olabilir.
13
Süreci Sınıf Mücadelesi Perspektifinden Yakalamak Zorundayız... - Bedir Aydın
17
Demokratik Özerklik, Türkiye’yi Demokratikleştirme Projesidir Mustafa Karasu
19
Son derece önemli bir süreçten geçiyoruz. Egemen sınıflar bir süreden beri tüm çabalarını sistemin yeniden düzenlenmesinde yoğunlaştırıyorlar
Kürt Özgürlük Hareketi beş yıldır Demokratik Konfederalizm ve Demokratik Özerklikten söz ediyor. Demokratik Özerkliğin ne olduğunu ve Demokratik Özerkliğin neyi hedeflediğini çeşitli vesilelerle ortaya koymuştur.
Hey Liseli! - Liseli bir Devrimci Cephe Okuru
Sistemin uyguladığı ayrımcı, cinsiyetçi, gerici, vahşice oligarşik ve antidemokratik bu uygulamalar burada da kendini açıkça hissettiriyor!
Devrimci Cephe - Aylık Siyasi Dergi - Ocak-Şubat 2011 -Sayı : 3 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü : Okan Duman Bülbül Mahallesi, Küçük Şişhane cad, No:3-5 Daire 4, Beyoğlu/ Taksim, Tel: 0212 297 70 97 www.devrimcicephe.org
-
info@devrimcicephe.org
Avrupa İletişim: Limmatstrasse 206, 8005 Zürih/ Isviçre avrupa.zh@devrimcicephe.org Basım Yeri Gün Matbaacılık ltd. Şti. Beşyol Mahallesi Akasya Sokak No 23/a Küçükçekmece İstanbul
Devrimci Cephe
Ortadoğu: “Buralarda Biz Varız”... Feza Yılmaz Son bir haftayı Ortadoğu’yu kaplayan altüstlüklerle geçirdik. Ortadoğu tarihi boyunca hep kaynayan kazan olmuştur, ancak “doğu cephesinde yeni bir şey yok” denilemeyecek kadar yeni bir durum var ortada. O kadar yeni ki, henüz kimse tam adını koyamıyor, yorum yapamıyor. Hele tam bir oryantalistlikle Ortadoğulu halkları “ensesine vur lokmasını al” bir koyun gibi gören batılı aydınlar, gelişmeler karşısında hem halkların isyanından şaşkınlık geçiriyor, hem de bunun islam köktendinciliğine gidebileceğinden büyük endişe duyarak desteklerini açıklamakta tereddüt ediyorlar. Ortadoğu’da yeni bir durum var, evet. “Darbeler ve emperyalizm uydusu rejimler cenneti” Ortadoğu’da işsiz bir üniversite mezunu, 26 yaşındaki işportacı Muhammed Buazizi kendini yakınca, bir halk isyanının da kıvılcımını yakmış oldu. Olayları çok kısaca özetlersek: Buazizi’nin ölmesi üzerine Tunus halkı ayaklanarak 23 yıldır ülkeyi ağır baskılarla yöneten Zeynelabidin Bin Ali’yi ülkeyi terk etmek zorunda bıraktı, reformlar sözü verildi, ülke bir nebze yatışmış durumda. Ancak bu isyan Tunus’la sınırlı kalmadı, “domino etkisi” denilen bir hareketlenmeyle Yemen’e, Ürdün’e yayıldı, bütün Ortadoğu dünyasını şu ya da bu ölçüde etkisi altına aldı. Bununla kalmadı, en büyük etkisini Mısır’da gösterdi. Mısır halkı günlerdir Tahrir (Özgürlük) meydanında yatıp kalkıyor, üzerlerine açılan ateşe aldırmıyor. Parçalı muhalefeti birleştirme gücü taşıyan, saygın bir isim, eski Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu başkanı Baradey de Mısır’a dönüp muhalefetin başına geçti. Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, Eylül’de aday olmayacağını açıkladı, ama bu ne Mısır halkı ne de emperyalizm (bizzat Obama’nın ağzından) açısından yeterli olmadı. Mısır’daki gelişmeler gün be gün değiştiği için, bu yazıda halk
buna bizzat tanık olduk.
“Buralarda biz varız! Bu topraklar bizim topraklarımız! Bu ağaçlar katlanamaz artık basık, dumanlı bir gökyüzüne. Bu taşlar katlanamaz yabancı çizmelere. Buralarda biz varız! Devrilmiş bedenlerimizden öreriz kaleleri”
ABD’nin uydusu konumundaki Mısır’da nasıl bir uzlaşma sağlanacağını bilmiyoruz, ancak olayların, tam da emperyalizmin İran presini açık saldırganlığa dönüştürme planı sırasında, bölge halklarının antiemperyalist damarını daha da genişleteceği, bunun da ABD ve İsrail’i bölgesel planlarını bozma ya da ertelemeye itebileceği beklenebilir. Tunus ve Mısır halkı ilk kez “buralarda biz varız” diyerek iradesini ortaya koydu; olaylar ülkelerin kendisinde nereye varırsa varsın -ki demokratik haklardan ve ekonomik iyileşmelerden daha öteye varmayacak gibi görünüyor- bölgedeki genel kırılma konjonktür açısından önemli değişiklikler yaratabilir.
ayaklanmasının sonuçları yer alamayacak, ama bu isyanların Ortadoğu ve emperyalizmin bölgesel planları açısından kısa bir değerlendirmesini yapabiliriz. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, bu ayaklanmalar bir sosyalist devrim niteliği taşımamaktadır. İsyancıların işçi, emekçi olması, aydın desteği almaları kendi başına o isyanı sosyalist kılmaya yetmez; öncüsü, bilinci olmayan isyanlar en nihayetinde emperyalizme altlık olma olasılığını içinde taşır. Ancak şu da belirtilmelidir, 70-80’lerde Latin Amerika’da gözlediğimiz gibi, şimdi Ortadoğu’da halkların ve devletlerin tercihlerindeki nüanslar bile küresel ölçekte değişimlere ve hatta örneğin Filistin’de küçük çaplı da olsa nefes almalara imkân sağlayabilir; Nikaragua devriminde
Olayların Türkiye’ye tezahürüne gelince, tüm AKP muhaliflerinin iştahla belirttikleri gibi, kendisini “bölgesel güç” olarak pazarlamaya kalkan hükümet, tıpkı bundan bir süre önceki Lübnan krizinde şapa oturduğu gibi, Mısır isyanında da cılız sesler çıkartmaktan öteye geçemeyecek kadar aciz kaldı. Olayların dili, “bölgesel güç” maskaralığını bir kez daha açığa çıkarmış oldu. Burada son noktayı çuvaldızı kendimize batırarak koyalım: Tunus ve Mısır halkları, öteki Ortadoğu halkları “buralarda biz varız” derken, Türkiye’de bunu Kürt halkından başka söyleyen yok. Her şeyin tepeden inme getirildiği, tevekkül geleneğinin derin kök saldığı coğrafyamızda “biz varız” diyebilmek için, öncelikle Ortadoğu ve Türkiye gerçeğini iyice analiz etmek gerekiyor. ☆ fezayilmaz@devrimcicephe.org
3
Ocak-Şubat 2011
SEÇİMLER YAKLAŞIRKEN
Fehmi Erbaş
Günümüzde, devlet ve demokrasi konuları birlikte, eskiye nazaran daha da yoğun olarak tartışılmaktadır. Ve her zaman olduğu gibi de demokrasinin, devlete feda edildiği görülmüş ve görülmektedir. Devlet kutsanarak ne kadar abartılmış ve yetkileri bunun temel kurumları etrafında toplanmış ise halkın iradesizleşmesi, devlete eklenti yapılması o kadar gerçekleşmiştir. Öyle ki, devlet hep merkezileşmeyi dayatmış ve tüm gücü burada toplamıştır. Krallık, oligarşik ya da parlamentarizm gibi değişik yönetim biçimleri görülmüşse de, güçlü devlet, karşsına diktatörlük kendisine özgürlük ya da demokrasi ikilemi biçiminde iktidar olmuştur. Ayrıca ulus devletler feodalizmi tasfiye etse de, ulus adına bir grup giderek ulusal egemenlik ve milliyetçilik eşliğinde yetki ve iktidarı gasp etmiştir. Marx’ın devletsizliğe geçiş ve halk için demokrasi, halk yöntemleri anlayışı karşıtlarına diktatörlük, işçi ve emekçilere ise demokrasi uygulama biçiminde ifade edilmişse de giderek daraltılmış, eşitlik ve özgürlük yönünde halkın kazandığı kazanımlar dışında, reel sosyalistler de devlete yenik düşmüşlerdir. Aynı zamanda proletarya diktatörlüğü ve sosyalist demokrasi biçiminde ifade edilse de; devlet ve merkeziyetçilik güçlendirilmiş, halkın yönetime katılması sağlanamamış, insan ilişkilerine ve iradesine karşı anti demokratik aygıt ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. Bu anlamda reel sosyalizmin devlete yaklaşımı da egemen ve emperyalist güçlerden farklı olmamıştır. Öyle ki , “Avrupa Demokrasisi’’nin bile gerisine düşmüşlerdir. Aynı şekilde emperyalist ve burjuva cephede savaşlar ve milliyetçilik demokrasinin düşmanı olmuştur. Halkın ve emekçilerin kazanımları belli bir yer edinse de, faşizm, totalitarizm, parlamentarizm biçimde özetlenen devlet ve iktidar olgusu, katı merkeziyetçilikten, çekirdek güçten vazgeçmemiştir. Türkiye’de ise otokratik ve oligarşik,
4
totaliter ve despotik yanı ağır basan uygulamalara gidilmiştir. Parlamenterlerin hukuk devleti, demokrasi söylemleri, incir yaprağı gibi günahları örtmek için kullanılmıştır. Devlet yüceltilmiş, ordu ise her şeye karışmasına, her kötü uygulamayı yapmasına karşın temiz ve eleştirilmeyen güç olmuştur. Bundan dolayıdır ki, katı merkeziyetçiliği uygulayan, bütün yetkileri tek merkezde (MGK) de toplayan, herkesi kesip biçen, “koruyan”, “kollayan”, eleştirilmeyen ve itaat edilen güç, yani güçlü; devlet olmuştur.
Buna bağlı olarak ister burjuva, ister milliyetçi, isterse “sosyalist” olsun, katı merkeziyetçiliği uygulayan partiler, katı merkeziyetçi devlete katılmıştır. Söylemleri eşitlik ve demokrasi olsa dahi bu şekilde davranmışlardır. Görüldüğü gibi zihniyet devrimi eşliğinde, devletin köklü sorgulanması gerekiyor, demokratikleşmek için. Bu sorgulamada, eleştiri gerçekleşmezse partiler ve sivil toplum örgütleri, eşitlik, özgürlük ve adalet isteyenler, demokratik katılım, demokratik sosyalizm temelinde kendisini örgütleyemezse, hem demokrasi deyip, hem de geçmiş yüzyılın partileri, örgütleri ve kurumları gibi örgütlenir ve mücadele yaparlarsa; kutsanan, güçlü sayılan, ulusal egemenlik denilen otoriter, cinsiyetci devlet gerçeğini aşamazlar. O halde katı merkeziyetçi yapılanma, devletten parti ve kurumlara kadar değişmeli, devlet koordinasyon ve düzenleme işlerini yapmalıdır. Aynı zamanda demokratik katılım temelinde, iktidar ve yetki kullanma yeni yapılanmaya uygun
olarak düzenlenmelidir. Çok açıktır ki, özgürlük, eşitlik ve adalet kavramlarını birbirine karşı çıkartmadan dengeli bir şekilde yaratmak gerekiyor. Eşitlik adına özgürlükten vazgeçilirse, devlet sosyalizmi ya da kapitalizmi ortaya çıkar. Özgürlükler adına eşitlik ve sosyal adaletten vazgeçilirse liberal özgürlük anlayışı çıkar. Şüphesiz ki ikisi de devleti güçlendirmeden öteye geçmez. Demokrasi; özgür ve iradeli katılım ve insanı esas alan bir rejim olduğu için, demokrasi mücadelesi verenler eşitlik, özgürlük, sosyal adalet dengesini, yine birey ve toplum dengesini yeniden kurmakla karşı karşıyadır. Bu değerlere doğru yaklaşıldığı ölçüde tam demokrasi gerçekleşir. Öte yandan sınırlara takılan demokrasi çarpık ve geri olmaktan kurtulamaz Türkiye’de yıllardır demokrasi sorunu tartışılmaktadır. Bu konuda iç ve dış dinamiklerin zorlaması, demokratikleşmeyi gündemin en acil sorunu haline getirmiş olmasına rağmen, yoksullar, aydınlar ve toplumun demokratikleşmesini isteyen tüm muhalif kesimlerin birleşik bir örgütlenmeyi ve de geniş kapsamlı bir demokrasi programıyla mevcut siyasete müdahale gerçekleştiremedikleri için toplumun taleplerine ve bekletilerine uygun bir demokrasi gelişmedi. Sanki devlet ve mevcut siyasi iktidar tarafından atılan göstermelik adımlarla yetinme durumuna gelindi. Diğer bir yandan, demokratikleşme projeleri bir kaç kez Kürt Hareketi tarafından Türkiye kamuoyuna sunuldu ve demokrasiden yana olan toplumun tüm kesimlerinin taleplerini de içermesine rağmen istenilen ölçüde bir sonuç alınamadı. Hatta Kürt halkının demokrasi mücadelesi bazı konularda, çözümleyici ve kolaylaştırıcı tutum almasına rağmen, ülkenin demokratikleşmesini gerçekleştirmeye yetmedi. Durum bu kadar açık olunca, kendi sorunlarını kendi çözen, bölge halklarını çatışma içinde tutan tavırları ve davranışları bir yana iten, kardeşleşmeyi öne çıkaran, halkların demokrasi gücünü birleştiren, bir duruşa dünden daha ziyade ihtiyacımız olduğunu bilince çıkartarak davranışlarımızı belirlemeliyiz, üzümün çekirdeğiyle veya armudun sapıyla ugraşmaya gerek yok diye düşünüyorum. ☆ f.erbas@gmx.net
Latin Amerika’nın Günümüz Devrimselliği ve 21. Yüzyıl Sosyalizmi
ABD’nin, kendi arka bahçesini oligarşik diktatörlüklere dayalı bir şekilde düzenleme sürecine kıta ezilenlerinin muhalefeti, kıtasal caudillo (askeri politik önderlik) geleneğine dayalı bir şekilde gerilla mücadelesiyle ortaya çıktı. Özellikle Küba devrimiyle hem taçlanan hem de kıtasal çapta ateşlenen bu süreç bütün dünyada devrimsel bir konjonktür oluşturdu. Alt kıtada, hemen her ülkede gerilla kolları oluştu. Kolombiya’da FARC ve ELN, Peru’da MRTA ve Aydınlık Yol, Uruguay’da Tupamarolar, Arjantin’de ERP, Montenerolar, Şili’de MIR, Bolivya’da ELN, Salvador’da FMLN,
Ali Efe
Sömürgeciliğin Laboratuarı
Kolomb’un keşfetmesinden sonra Latin Amerika, kıtasal olarak hem kendi iç evrimiyle sömürgecilik tarihinin ve hem de buna koşut olarak kıta halklarının sömürgeciliğe karşı direniş tarihinin oluştuğu ve geliştiği bir coğrafya oldu. Yakın tarihe hızlı bir bakışla, II. Paylaşım Savaşı sonrasında Latin Amerika’nın, artık bir dünya hakimi olan Amerika’nın arka bahçesi olarak organize edildiğini görebiliriz. Bu dönemde Amerikan sermayesinin yerel toprak sahipleriyle yeni sömürgecilik temelinde yarattığı oligarşiler emek sömürüsünü siyasal zora dayandıran açık diktatörlükler olarak egemenlik sürdü. Küba’da Batista, Havai’de Duvalier, Nikaragua’da Somoza, Paraguay’da Stroessner, Venezuela’da Perez Jimenez yönetimleri, azgelişmiş Latin ekonomilerinde tipik oligarşik diktatörlükler olarak şekillenmişti. Ulusal burjuvazinin kendini az çok ABD emperyalizmine dayatabilecek kadar geliştiği ülkelerde ise, örneğin Brezilya’da Vargas ve sonrasında, Arjantin’de ise Peron egemenliğinde gözleyebildiğimiz gibi, yerli ve yabancı sermayenin egemenlik savaşları ulusal burjuvazinin zaman zaman emekçi sınıfları kısmen anti emperyalist temelde kendi mücadelelerine entegre edebildiği yoğun kargaşa dönemleri olarak kendini gösterdi.
Devrimci Cephe
Nikaragua’da FSLN,Guatemala’da FAR ve diğerleri.. Bu konjonktürde, emperyalizmin derinleşen krizinin yeni sömürge ülkelerde daha güçlü hissedilen yoksullaştırıcı etkisine karşı, emekçi sınıfların ve küçük burjuvazinin gerillacılık ya da kitle direnişçiliğiyle geliştirdiği tepki başka ülkelerde kayda değer bir sonuç alamadıysa da, Şili’de sosyalist Allende’yi iktidara taşıyacak kadar büyümüştü. ABD emperyalizminin, özellikle Vietnam savaşı nedeniyle mali kontrolü kaybetmesine petrol üretici ülke burjuvalarının emperyalizmden kendilerine daha fazla pay istemeleri de eklenince, bütün bir konjonktür emperyalizmi yıkıma doğru götüren borç ve petrol bunalımıyla tanımlanabilir oldu. Emperyalizmin bu süreci özellikle Latin Amerika’da askeri faşist diktatörlükler kurarak yönetti. Şili (1973) ve Arjantin(1976)’deki askeri faşist darbelerle kıtasal hegemonyasını güçlendiren emperyalizme karşı, dünya devrimci konjonktürünün tek karşılığı Nikaragua devrimi (1979) olabildi. 89’da sosyalizmin çöküşüyle sonuçlanan saldırgan emperyalist politika, tüm 70 ve 80’ler sürecinde, Friedmancılık olarak adlandırılan yeni emperyalist birikim modeline göre yeni oligarşilerin yapılandırılabilmesi için sınırsız şiddet temelinde gelişti.
Uluslararası sosyalist sistemin çözülüşüne kadar emperyalist sömürgecilik politikalarının ya da yeni birikim modellerinin ilk uygulama alanı öncelikle Latin Amerika oldu. Bunda bir yanıyla klasik sömürgecilik tarihinin uygun bir arka plan oluşturması rol oynadığı kadar, alt kıtanın hemen Amerika’nın elinin altında olması ve uluslararası siyasal dengelerde oranın Amerika’nın “arka bahçe”si sayılmasının da rolü vardı. II. Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalist sistemin yeniden sömürgecilik tarzlarına geçişiyle Amerika’nın emperyalist sistemin belirleyici gücü olması, Latin Amerika’yı emperyalist politikaların laboratuar alanı kıldı. Şili ve Arjantin’de örneğini gördüğümüz askeri diktatörlüklerden tutun, Kolombiya, Ekvador ve Guatemala’daki gibi düşük yoğunluklu savaş tarzlarına, Peru, Bolivya gibi klasik oligarşik yapılanmalardan, Grenada, Panama gibi doğrudan Amerikan askeri müdahalelerine kadar emperyalist burjuvazinin yerel pazarları kendi politikalarına göre düzenleme tarzları önce Latin laboratuarında denendi ve aşağı yukarı on yıllık bir gözlem süresini takiben özellikle uzak doğu ülkelerinde ve de ülkemizde uygulandı. Belki bunda, Latin halklarının sömürgeciliğe karşı direniş açısından dünya halklarının en ileri geleneklerine ve potansiyeline sahip olması da bir faktördür, çünkü emperyalist sömürgeciliğin en şiddetli uygulamalarına karşı halk sınıflarının ve devrimin yapabilirlikleri gene bu alanda sınanmış oluyordu. Bu alanda başarısı kanıtlanan yönetim modeli küresel açılıma sokuluyordu. Açık terör ve toplumsal muhalefetin kitlesel boyuttaki kıyımlarının sonrasında Latin halklarının sindirilme süreci 5
Ocak-Şubat 2011 uluslararası sosyalizmin çöküş süreciyle birleşince, emperyalist sistem 90 yılında Washington Konsensüsü adı altında kendi “on emir”ini yayınlayarak küresel egemenliğini kayıt altına aldı. Tarih Doğu’ya Kayarken… Kendi yıkılma kâbuslarıyla saldırganlığı en üst düzeylere taşıyacak kadar gözü kararan emperyalizm 90’dan sonra rahatladı. Gözünü Sovyetler’in bıraktığı boşluğa dikti. Artık Yeni Dünya Düzeni ve onun taktik hamlesi olarak BOP devreye girmiş, emperyalist gündemi Doğu politikaları belirler olmuştur. Yeni konjonktürün temel tanımının uluslararası emperyalizmin küresel egemenliği üzerinden yapılıyor olması, aynı zamanda, artık bir karşıtı kalmadığı için emperyalizmin yapısal sorunlarının da öne çıkması anlamına gelmekteydi. Amerikan sermayesinin geleceği “Amerikan yüzyılı” olarak tanımlama isteği uluslararası emperyalist politikaların ancak Amerika’nın yapabilirlikleriyle sınırlı olmasını getiriyordu. Ve Amerikan emperyalizmi, İran-Nikaragua senkronize devrimlerinde ölçülebildiği üzere hem doğuda hem batıda eş ağırlıklı egemenlik sürdürme gücünde değildi. ABD, 79 senkronundan bu yana kendi askeri makinesini önce “bir buçuk savaş” yani bir yerde büyük bir savaş, başka bir yerde durumu pata tutma stratejisine, ardından Ortadoğu açılımları gereği “iki savaş”a kaydırmasına karşın, küresel üstünlüğünü kurumlaştırmakta oldukça zorlandı. Hatta daha sonra uluslararası mali kriz nedeniyle Obama tarafından sadece pozisyon koruyacak düzenlemelerle sınırlanana kadar, Amerikan ulusal güvenlik stratejisi oğul Bush zamanında “iki savaş ve bir düzine küçük savaş” düzeyine çıkartılmış olsa da, emperyalizmin siyasal ağırlığının hem batıda hem doğuda senkronize olmuş halk muhalefetlerinin ve devrimci kalkışmalarının üstesinden gelmeye yetmediği, Latin Amerika’daki gelişmeler üzerinden bir kez daha doğrulanmış oldu. Devrimin ezilmesi nedeniyle bir tür garanti gözüyle bakılan Latin Amerika’da, sosyalist çöküşün hemen arkasından 6
gelen doğu açılımları nispeten de olsa emperyalist iplerin az çok gevşemesini zorunlu kıldı. “Enstitü aydınının kültürel karşı-devrimi”yle toplumsal muhalefeti devrimden uzak tutacak modernizasyonlarla yetinmeye çalışan neo liberal uygulamalar başlangıçta başarılı görünse de, zaman içinde ABD açısından önemli pozisyon kayıplarına yol açtı, çünkü tarih, bütün emperyalist tedbirleri aşkın olarak kendi kurgusunu alttan alta işletmekte bir an bile duraksamıyordu. Neo Liberal Süreçte Kader Ortaklıkları Latin Amerika’da toplumsal muhalefeti liberal sol aydınlar üzerinden kontrol altına alma süreci işlerken, paralel olarak Türkiye’de de 80’le başlayan zin-
dan süreci devrimci hareketin belirleyici öğesi olmaktan çıkıyordu. Cezaevlerinden boşalan devrimci kadrolar açısından her ne kadar öne çıkan örnek, Türkiye solunun yapısal karakterini oluşturan kentli küçükburjuva devrimciliğini daha içinden yakalayabildiği için Tupamarolar idiyse de, kolektif aksiyon gücünün zaaflı olduğu Türkiye’de sol aydının kaçınılmaz kaderi Latin aydınlarıyla aynı kaba akarak yasalcı, aydınlanmacı, liberter “enstitü aydını” olmak oldu. O dönem madem ki Latin Amerika sömürgecilik uygulamaları ve buna karşı toplumsal direnişler laboratuarıydı, ülkemizde 24 Ocak Kararları’yla devreye sokulan neo liberal yeni birikim modelinin izlerini Latin Amerika uygulamaları içinde izlerken Latin devriminin tarih ve toplum gerçeklerine de yönelmek kaçınılmaz olmuştu, bizim için. Nasıl ki
neo liberal sürecin kurumlaştırılmasında örneğin Şili’de Piranha’lara koşut olarak Türkiye’de, bugün nihayetinde AKP egemenliğine döl yataklığı yapan yeni finans kapital gruplarının oluşum sürecini saptayabildiysek , büyük kesimleriyle Türkiye soluna Latin deneyiminin yasalcı siyasallaşma tarz modelleri örnek olurken, biz, bizdeki tarihsel devrimciliğe denk gelebilecek caudillo olgusunu, bunun devletleşme süreçlerinde devlet sınıfları olgusu üzerinden Ortadoğu’lu Baas modelleriyle kurduğu yapısal koşutlukları saptamakla öncü devrimci tarzların tarihsel gerekliliğinde ısrarın teorik dayanaklarını öne çıkarabilmiştik. Bu etütler içinde, keza, Türkiye’deki sömürücülüğün ve sömürgeciliğin dini yerine Latin Amerika’da muhalefetin en geri noktada sığındığı dinsel kurumlaşmanın varlığı, ilgili yazında çokça değerlendirildiği gibi bir kez daha ifade edilmiş, ayrıca kolektif aksiyon üretici gücü temelinde Latin Amerika’ya büyük zenginlik katan kolektif aksiyon üretici gücü kızılderili toplumsallığının yaratacağı farklılık, bizdeki “yeni toplumsal hareketler” öykünmeciliklerine ön uyarılar olarak belirlenebilmişti . Bütün bu referansları, Latin Amerika’nın bugününü analiz edebilmek için gereken kavramlara ulaşılabilecek bir iç dizine olan ihtiyaç nedeniyle sıralamak gerekiyor. Kızılderili gerçeğinde somut ifadesini bulan insan/kolektif aksiyon üretici gücünün açıklayıcı içeriğine başvurulmadan, ne bu gücü arkasına alamayan bütün orta sınıf ayaklanmaların kendi kabuğuna çekilmesine karşın Venezuela’da, Ekvador’da , Bolivya’da sol iktidarlara ulaşılması ne de bütün saldırılara karşın FARC’ın ayakta kalışı açıklanabilir. Ne de caudillo gerçeği konuşulmadan Chavez iktidarının kıtasal Bolivar devrimi açılımı anlaşılabilir. Bu konuları ilerleyen bölümlerde yeniden ele almak üzere Latin devrimselliğini kendi süreci üzerinden izlemeye devam edelim. Papazlar, Caudillo’lar, Yerliler… Caudillo geleneğinin yakın zaman tezahürü olarak adlandırılabilecek
Devrimci Cephe olan gerilla hareketlerinin karşı devrim tarafından açık faşist diktatörlükler ya da düşük yoğunluklu savaş tarzlarıyla etkisiz kılınması, halk muhalefetinin sistemin görece daha korunaklı alanlarına sığınarak kendini korumasını getirdi. Bu zeminde daha 60’lardan başlayarak katolisizmin merkezi doğruları dışında giderek örgütlenen ve süreç içinde kurtuluş teolojisi olarak adlandırılan dinsel muhalefet önemli bir çatı görevi gördü. Nikaragua ve Salvador’dan tutun, Brezilya’daki Topraksızlar Hareketi’ne kadar pek çok ileri ve başarılı muhalefetin ittifak gücü olarak kurtuluşçu hıristiyanlık daima önemli bir rol oynamıştır. Marksizmin sömürü söylemini, kendi felsefi yaklaşımı içinde sefalet ve fakirlik paradigmaları üzerinden yeniden üreten Kurtuluş Teolojisi, sefalet ve fakirliğin tek yaşam tarzı olduğu kırsal alanlarda ve kent varoşlarında en ağır baskı koşullarında bile toplumsal muhalefetin için için yanmasını sağladı. 90’larla birlikte neo liberal soygunun askeri yöntemlerden ziyade yerel yönetici sınıflar eliyle uygulanmaya başlamasıyla halk muhalefeti kendini korumaya aldığı kabuklardan çıkarak özellikle kentli orta sınıfların katılımının da sağlandığı bir siyasal ağırlık kazanmaya başladı. Bu eylemliliklerin örnek ülkesi, hükümetin birkaç kez devrildiği Arjantin oldu. Ancak nihayetinde 2003 seçimleriyle merkez sol iktidara ulaşan toplumsal muhalefet, ekonomik krizin az çok kontrol altına alınmasını takiben özellikle kentli orta sınıfların muhalefetten düşmesiyle kıtasal direniş dinamiklerinden biri olmaktan çıktı. Geride bırakılan dönemde devrimci aydınların statüko soluna dönüşmeleri ve duvarın yıkılmasının sonrasında ideolojik bir yenilenme gücü bulamayan sendikal önderliklerin programatik muhalefet temellerinden yoksun kalışı işçi sınıfının ve kent yoksullarının eylemlerinin gelişmesini engelledi. Arjantin öncü örgütlenmelerin yokluğunda ağırlıkla kentli sınıfların direnişine dayalı toplumsal eylemciliğin sınırlarını gösteren bir örnek halini aldı. Toplumsal muhalefetin çok ileri siyasal başarılar elde ettiği Venezuela, Bolivya, Brezilya ve Ekvador gibi ülkelerde ise, gerek kır yoksulları hareketine içkin olarak gerekse de doğrudan kendi örgütlenmeleri üzerinden öne çıkan bir başka dinamik, anılan başarıların önemli
bir faktörü olan kızılderili kolektif aksiyonudur. Ekvador’da iki hükümet devirebilen CONAIE (yerli uluslar konfederasyonu) gibi, Bolivya’da Morales’i iktidara taşıyan koka üreticilerinin eylemlerinin asıl dinamiğini oluşturan El Alto’nun yerli nüfus çoğunluğu gibi, Brezilya’daki Topraksızlar Hareketi’nin Aztek ve Maya yapılanması gibi ve nihayetinde Chavez’in keza başka şeylerin yanı sıra harekete geçirebildiği yerli kimliği gibi öğeler, Latin Amerika’da özel bir konjonktür oluşturan “yeni toplumsal hareketler”in, - Lula ve Morales gibi ancak içerden faktörlerle kısmi etkisizliğe uğratılsalar dadağıtılamayan bir kızılderili kolektif aksiyonunda devrimci eylem zeminini bulan bir özgünlük taşıdığını bize açıkça göstermektedir. Köylülük gibi, küçük mülkiyetin bir sınıf olmaktan bile uzak düşürdüğü bir toplumsal varlığı bütün mülksüzleşme süreçlerinin deviniminde doğrudan bir kolektif aksiyon faktörü haline getiren, açıktır ki, bu yapısallığa içkin ilkel komünal kızılderili gelenekleridir. Bu yapılanma kendi toplumsal kolektif eylemciliğini sürekli yeniden üretebilecek bir tarihsel kurguya sahiptir ve bu nedenle sömürgecilere karşı caudillo öncülüklü mücadeleden bekledikleri toplumsal kurtuluşçuluğa, caudillo’ların ağırlıkla tasfiye edildikleri koşullarda kendi önderlikleriyle soyunmaları mümkün olabilmiştir. Latin Amerika’nın sahip olduğu bu tarih-toplumsal devrim dinamikleri nedeniyle, hem caudillo’yu hem yerli kolektivitesini bir arada barındıran Venezuela’da, yeni yüzyılın sosyalizm tanımını verecek kadar iddialı bir iktidarın yapılanması rastlantısal bir gelişme olarak görülemez. Bu haliyle Venezuela, özellikle kendisinde “21. Yüzyıl Sosyalizmi”nin sırlarını arayanlara, öncelikle bu iktidar yapılanmasının belirleyenlerini belirlemesini şart koşan bir tarihsel moment sunmaktadır.
Venezuela ve 21yyS 21. Yüzyıl Sosyalizmi (21yyS) kavramı, teorik olarak Alman sosyolog ve politik analizci Heinz Dieterich tarafından 90’lı yılların sonlarına doğru dile getirilip yaygınlaştırılmasına karşın, asıl popülaritesini, o gün olduğu gibi bugün de dünya siyasal akışını doğrudan etkileyebilen bir lider konumunda olan Chavez’in ağzından, 2005 Dünya Sosyal Formu’nda, bir “çağrı” halini almasıyla kazandı. Mestizo (İspanyol ve yerli halk melezi) bir albay (devlet sınıfları, caudillo) kimliğiyle Latin Amerika’nın tarih-toplumsal devrim dinamikleriyle ilişkilenen Chavez, 1992’de başarısız bir darbe girişiminden sonra yasal bir parti kurarak 98’de iktidarı aldı. Ancak Chavez politikaları için asıl belirleyenin, kendisine karşı geliştirilen Amerikan destekli darbe girişimi olduğu söylenebilir. Chavez, 2002 yılında 47 saatliğine kaybettiği iktidarı Castro’nun ve Venezuela ordusunun ve halkının yardımıyla yeniden kazanınca, ABD emperyalizmine ve içerdeki işbirlikçi sermaye sahiplerine karşı daha cesur, daha pervasız tutumlar takınmaya başladı. Bir taraftan Bush’u “eşek”likle suçlarken, özellikle 2003’de gerçekleştirilen petrol
şirketleri üzerinde ulusal kontrol kurma hamleleriyle toplumsal hayatta somutça görülebilen iyileştirmeler başardı. O zamandan bu yana Venezuela ekonomisi yıllık ortalama %13.5’luk değerlerle büyüyerek kendini ikiye katladı. Yoksulluk yarı yarıya azaldı. Kişi başına düşen reel harcama üç kat daha fazlalaştı. Küba’dan gelen yaklaşık 15 bin doktorla güçlendi7
Ocak-Şubat 2011 rilen sağlık hizmetleri sonucunda bebek ölüm oranları üçte bir daha azaldı. İşsizlik yarıdan fazla düştü. Enflasyonda önemli bir düşüş sağlanamasa da daha da artmasının önüne geçildi. Kamu borçları yarı yarıya, dış borçlar daha da fazla azaltıldı. Chavez: sezarizm, bonapartizm, devlet sınıfları Chavez, neo liberal saldırganlığın egemen olduğu bir dünyada hem de Amerika’nın tam da dibinde uygulamaya sokabildiği kendi sosyal devlet anlayışını, daha ordu içinde dar örgütlenmeler yaptığı dönemden beri kıtasal Bolivarcı devrim ideolojisinden türetmektedir. Bu anlayış sömürgeciliğe karşıtlık, eşitlik ve kıtasal birlik temelinde şekillenmektedir. Chavez’in kendisine tarihsel önder kıldığı Simon Bolivar, 19. yüzyılda, Agustino Sandino ya da Jose Marti gibi, İspanyol sömürgecilere karşı az çok gelişen yerel (creole) burjuvazinin egemenlik savaşlarını örgütleyen caudillo’lardan biridir. Bugünkü Venezuela, Kolombiya, Ekvador, Peru gibi ülkeleri içine katan Büyük Kolombiya ülkesini kurmuş libertador’ (kurtarıcı)lardandır. Chavismo hakkında konuşurken, bizzat bir çağdaşı olarak Marx’ın Bolivar hakkında geliştirdiği düşüncelerine bir göz atmak özellikle gereklidir. Özellikle gereklidir çünkü, ağırlıkla klasik marksist teoriyi kendine referans edinen sağ kanat küçükburjuva sosyalistlerinin kendi duruşlarına bir rönesans vesilesi kılarak öne çıkardıkları Chavez’in Bolivarcı kökleri hakkında Marx’ın yaklaşımı pek de olumlu değildir. Hindistan üzerine yaptığı değerlendirmelerden bilinebileceği gibi, Marx, üretici güçlerin siyasal uzamının parçalanmaması ve gelişmelerinin önüne geçilmemesi adına burjuva önderlikli bağımsızlık hareketlerine pek de prim verme yanlısı değildir. Bu zeminde Bolivar’ı da “bonapartist bir diktatör” olarak görür. 8
Marx bonapartizm tanımını, egemen sınıflar bloğu içindeki geçici iktidar yapılanmaları oldukları için yüzeysel bir bakışla aynı görülen sezarizmden ayrı olarak geliştirmiştir ve bu ayrımı da sınıf mücadelesinin kadim ve modern çağlar arasındaki farkları üzerinden açıklar. Ancak açıktır ki, bonapartizm tanımı, bu tanıma içkin olan arızi, gelgeç iktidar yapılanmasıyla, caudillo olgusunun Latin toplumlarındaki tarih-toplumsal derinliğini açıklamakta yetersiz kalmaktadır.
bonapartist darbe deme komikliklerinden de uzak tutacaktır. Daha ötesi, bu tarihsel gerçek gözle görünür pratik egemenlikler oluşturmadıkları süreçlerde dahi potansiyel politik değerleriyle çözümlemelerimizde yer bulmak durumundadırlar. Askeri vesayet mi sivil vesayet mi gibi yanlış sorulmuş sorulara yanlış cevaplar vermek tehlikesinden bizi koruyacak olan, klasik geçişlerden farklılıklar gösteren geç kapitalist devletleşme süreçlerini doğru kavramaktır. ☆ (devam edecek) Gelecek sayımızda: 21yyS: Dühring’ten Sonra Dieterich Niye Gerekti?
Melez kapitalizm süreçlerinde sosyolojik olarak “asker sivil bürokrasi” tanımıyla tarif edilen, ama tarihsel kavrayışını ve kavramını Kıvılcımlı’da bulan “devlet sınıfları” gerçeğinin, kadim çağ sezarizmini de, devrimci kapitalizmin bonapartizmini de öteleyen içeriğinin, özellikle Ortadoğu (Baas iktidarları coğrafyası) devrimcileri tarafından artık kavranılması şarttır. Geç kapitalizm devletleşmelerinde, Latin Amerika coğrafyasının peronizmi, chavizmi ya da Ortadoğu coğrafyasının kemalizmi, nasırizmi aynı tarihsel olgunun tezahürleri olup, “devlet sınıfları” gerçeği üzerinden açıklanabilirler. Bu açıklama gücü bizi bugün chavizme, bonapartizm deyip burun bükmekten kurtaracağı gibi, dün yaşandığı gibi, 12 Mart faşizmine
Notlar 1- Caudillismo, sömürgecilik döneminde yönetici sınıfların Latin Amerika doğumlu olan ve kendini artık Latin Amerikalı sayan İspanyol asıllı kesimine verilen ad itibariyle criollo’ların İspanyol egemenliğine karşı geliştirdikleri mücadele ve kısmi egemenlik yöntemidir. Halk sınıfları, sömürgeciliğin baskısıyla fiziki ve psikolojik sindirilmişlik koşullarında politik olarak etkisizken, yapısal olarak sistemin egemenlik ilişkileri içinde olmakla bu tür aşınmışlıklar yaşamayan üst sınıftan unsurların halk adına silahlı muhalefet yürütmesidir. Bu konuda daha ayrıntılı ve Türkiye tarihselliğiyle kıyaslamalı bir anlatı için bkz. Serdar Kaya, “Latin Amerika Devriminin Özgün Dinamikleri”, devrimcicephe.org, http://www.devrimcicephe.org/ index.php?option=com_content&view=article& id=65:serdar-kaya&catid=2:bak-acs&Itemid=7 2- James Petras, “Latin Amerikalı Aydınların Dönüşümü”, Eğitim Bilim Toplum Dergisi, Bahar 2006, (orijinal metin, Latin American Perspektives, cilt 17, S2, bahar 1990, s102, çev. Deniz Yıldırım) 3- 24 Ocak; Bir Dönemin Perde Arkası, Serdar Kaya, Devrimcicephe.org 4“Latin Amerika’nın Tarih ve Toplum Gerçekleri”, Serdar Kaya, Devrimcicephe.org, http://www.devrimcicephe.org/index.php?option=com_ content&view=article&id=64:latin-amerikanntarih-ve-toplum-gercekleri-1&catid=2:bakacs&Itemid=7
aliefe@devrimcicephe.org
Devrimci Cephe
Ölülerimiz Bizi Uyarıyor Birindar “Ölülerimiz Bizi Uyarıyor” yazıyor büyük önderlerimiz Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in anıtmezarlarında. Evet, ölülerimiz bizi gerçekten de uyarıyor; dostlar alışverişte görsün diye yılın sadece bir gününde anılan, anmaların hafızalarda yavaş yavaş silinmekle özdeşleştiği şehitlerimiz bizi uyarıyor. Devrim şehitlerini ölümsüz kılmak, onları bir pankartın ruhsuz kelimelerinden, bir resmin donuk çerçevesinden, bir sloganın kahredici dogmalığından çıkarmak, ancak onların uğruna can verdikleri devrimi, devrim mücadelesindeki koşulları anlamaktan geçiyor oysa. Bu koşulları anlamakla kalmayıp özümsemekten, değiştirme savaşında çıtayı yükseltmekten, şehitlerimizi cansız bir manken gibi omuzlarda taşımaktan çıkarıp yolumuzu gösteren bir ışık misali yanımızda taşımaktan geçiyor… Ölülerimiz bizi uyarıyor gerçekten de: On binlerce şehidimizin bazılarını klişe ağıtlarla, pratikte hakkı verilmemiş bir devrimci romantizm ile anmak savaşan sosyalizmin kültürü değildir, diyorlar. Bizce aramızdan fiziksel olarak ayrılmaları, bir bilinç ve öfke bileylenmesi işlevi görmelidir. Yaşamlarını adadıkları idealler, onları farklı kılan özellikler, kimilerini öldürüp diğerlerini yaşatan dengeler, hataları ve açmazları bir bütün olarak ele alınmalıdır. Kavgamız, değerlerimiz kutsaldır ve insanlık sınıflı toplum aşamasında kaldığı sürece tekil insan yaşamı kutsal değildir. Ancak böylece anıları altında ezilmeden devrim şehitlerini anmak mümkün olabilir. Onlara hayran kalmak mümkündür, yüreği gelişkin bir insan için kaçınılmazdır, ancak yaşamın geri kalan günleri, saatleri, ayları ve yılları boyunca onlara hiç denk düşmeyen bir kendiliğindenlik içinde yaşamaya devam etmek kurnazca bir tutarsızlıktır. Devrimin ölümsüzleri için hınçlı gözyaşları değil, davranışı ve düşüncesi birbirine uyan savaşçılar armağan etmeliyiz mücadeleye.
Ocak ayında kaybettiğimiz devrim önderlerimiz Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Suphiler, onların izinden giden devrim şehidimiz Bülent Ramazan Ongan (Tahsin) ve daha onlarca devrim şehidi bize büyük
Kızıl Rosa da göçtü gitti Belli değil yattığı yer Gerçeği söylediği için yoksullara kovdu onu dünyadan zenginler (Brecht) bir miras, büyük bir gurur, büyük bir öfke, en önemlisi de büyük bir görev bıraktı: onlara lâyık olmak. Onlar ki bütün bu baskı, sömürü, zulüm, faşizm dalgasına vücuduyla karşı koyarak meşale olup yandılar, sulara atılırken nehir gibi çağladılar, bir teknede katledilirken on beşi birden ışığı sonsuza kadar yanan bir aleve dönüşüp dünyamızı aydınlattılar, elindeki bombayı gövde-
siyle bütünleştirip bir ateş topu halinde patladılar… Tahsin yoldaş 24 Ocak 1990’da, 1980’de alınan ve Eylül darbesine giden yolun köşe taşlarından biri olan 24 Ocak kararlarının yıldönümünde şehit düştü. Bu ekonomik önlemler paketi emperyalistler ve bir avuç hâkim zümre için daha fazla sömürü, daha fazla çapul, daha fazla kâr, işçiler, memurlar, esnaflar, köylüler ve tüm emekçiler için daha fazla açlık, daha çok zulüm ve daha çok kan, gözyaşı demekti, bu anlamıyla savaştığımız düzenin en açık simgelerinden biriydi. Tahsin yoldaş işte bu simgenin en önemli kurumlarından birine, Menkul Kıymetler Borsası’na, tam da bu kararların yıldönümünde, 24 Ocak 1990’da sabotaj eylemine yönelmişken şehit düştü. Biz devrimciler için 24 Ocak gününün anlamındaki kan yoldaşımızın şehadetiyle somutlaştı, bizim için 24 Ocak’lar mücadele tarihindeki bir nirengi noktası olmanın yanı sıra “zafer savaşan sosyalizmin olacak” şiarını daha yükseklere, daha yükseklere, ta ki zafere kadar taşıyacağımız, şehitlerimizi mücadelemizle andığımız bir gün haline dönüştü. 12 Mart sonrasında yükselen devrimci mücadeleyle matbaa işçisiyken tanışan Bülent Ramazan Ongan, bir yandan sosyalist bir matbaa işçisi olarak basın işkolunda sınıf mücadelesini sürdürürken, diğer yandan da Kocamustafapaşa’daki antifaşist mücadelede aktif bir silahlı militan olarak yer alıyordu. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya inanarak girdiği devrimci mücadelede önceleri Yol dergisi saflarında sürdürdüğü savaşını, Partizan Yolu örgütünün kurulmasıyla birlikte orada da sürdürmeye devam etti. 12 Eylül sonrası ağır faşizm koşullarının yıprattığı, yılgınlık ve karamsarlık dolu yıllarda bile ülke dışına çıkmayıp mü9
Ocak-Şubat 2011 cadeledeki aktif yerini hep korudu. Yurtdışında Partizan Yolu’nun kendini feshetmesi üzerine de, ülkedeki diğer eski ve yeni yoldaşlarıyla birlikte 16 Haziran Harekete’nin oluşturulması, askeripolitik çizgisinin yaratılması mücadelesinde bulundu. Onlarca yıllık tecrübe birikimine sahip, azimli bir kadroydu. 16 Haziran Hareketi saflarında çok çeşitli mücadele alanlarında bulundu. Vard-
Bülent Ramazan Ongan, Vardiya işçi gazetesiyle birlikte Netaş işçi eyleminin örgütlenmesinde yer alırken gazetenin de bir devrimci silah olduğunu bir kez daha kanıtladı ve “Tahsin” adını, tarihi ve güncel Prens Sabahattinlere karşı, statükocu teslimiyete karşı Teşkilat-ı Mahsusa gazetesi Silah’ı çıkaran Tahsin’den, Silahçı Tahsin’den aldı. Tahsin yoldaş, tıpkı Kıvılcımlı’nın şiirindeki gibi gedik açmak üzere kendisi bomba oldu patladı…
Yol ver ölüm Çök yıkıl ey mezar Bak devrim dev gibi dimdik İnsan ateştir Yanarken yakar Bomba patlarsa açılır gedik (Kıvılcımlı) iya işçi gazetesinin oluşturulması, Halk Uyanış Güçleri’nin kurulması ile birinci dereceden ilgilenen, kitle hareketini radikalleştirmeye çalışan Tahsin yoldaş, daha sonra da ağır illegalite koşullarında dar kadro eylemleri içinde, saldırı kampanyalarının örgütlenmesinde yer aldı. 10
Türkiye devrimci hareketindeki gelenekselleşmiş, sosyalizmi meşrebine göre yapma çizgisi yerine, proletaryanın gönüllü vardiya işçiliğini egemen kılmaya çalışan Tahsin yoldaş, mücadelesiyle olduğu kadar ölümüyle de burjuvaziye korku saçarken, bize bir kez daha askeri-politik bir kadronun nasıl olması gerektiğini gösterdi. Onun pazarlıkçı eğilimlere karşı öfkesi, tasfiyeciliğe, pasifizme, teslimiyetçiliğe ve her türden oportünizme karşı duyduğu sınıfsal kin, bizim de kinimizi bilerken, onun mücadele azmi, halka ve devrime bağlılığı, imkânsızlıklardan yılmayan kişiliği bizim de kişiliğimizi olgunlaştırıyor. Tahsin yoldaş, Orhan Yılmazkaya’nın bayrağı devraldığı “Bülent Ramazan Ongan Müfreze”sinde yaşıyor, tıpkı Orhan Yılmazkaya’nın “Orhan Yılmazkaya Müfreze”lerinde yaşayacağı gibi... Evet, ölülerimiz, Lenin yoldaş, Rosa ve Karl yoldaşlar, Mustafa Suphi yoldaş ve on beş yoldaşı, Tahsin yoldaş ve devrim mücadelesini bu topraklara kanını akıtarak vermiş binlerce şehidimiz bizi uyarıyor. Uyarıyorlar bizi, Edip Cansever’in şiirindeki “ölü mü denir, ölü mü denir şimdi onlara” dizesindeki gibi, şehitlerimizi mücadele azmimizde, sınıf kinimizde yaşatmamız, onlardan devraldığımız bayrağı daha da yükseklere çıkarmamız için… ☆ birindar@devrimcicephe.org
Ölü mü denir şimdi onlara Durmuş kalpleri çoktan Ölü mü denir şimdi onlara Kımıldamıyor gözbebekleri Ölü mü denir peki En büyük limanlara demirlemiş En büyük gemiler gibi Kımıldamıyor gözbebekleri Ölü mü denir şimdi onlara. Suratları gergin Suratları kararlı Belli ki çok beklemişler Kabuğundan çıkan bir portakal gibi gelen sabahı Suratları gergin Bir savaş alanına benziyor suratları Dudakları nemli Son defa kendi etini öpüp Yani son defa gerçek bir insan etini Hazla kapanmışlar öyle Geçirmiyor gövdeleri soğuğu Geçirmiyor sıcağı da Ve ikiye ayrılmış bir nehir gibi bacakları Akıyorlar sonsuza Ölü mü denir şimdi onlara. Kimse hüzünlü olmasın Sırası değil hüznün daha Bir gün bir şehrin alanında Bir mermer yığınının gözlerine Omuzlarına düşerse bir çınar yaprağı Hüzünlensin yaşayanlar o zaman Sırası değil hüznün daha. Öylesine sıkılmış ki yumrukları İyice sıkılsın yumruklar Saklansın diye bir armağan gibi bu katılık Öylesine sıkılmış ki yumrukları Kimse hüzünlü olmasın Kimse hüzünlü olmasın diye Sırası değil hüznün daha. Unutulsun bir gövdeye duyulan hasret Unutulsun bu alışılmış duyarlık O kadar sade, o kadar kalabalık ki Unutulmaya değer onların insan gövdeleri Ve unutulmalı mutlaka Dolsunlar diye yüreklere Dolsunlar damarlara. Ölü mü denir Ölü mü denir şimdi onlara. (Edip Cansever)
Süreci Sınıf Mücadelesi Perspektifinden Yakalamak
Devrimci Cephe
Bedir Aydın
Son derece önemli bir süreçten geçiyoruz. Egemen sınıflar bir süreden beri tüm çabalarını sistemin yeniden düzenlenmesinde yoğunlaştırıyorlar. Sisteme muhalif kesimlerin, emekçi sınıfların bu planlarının önünde barikat oluşturmalarını engellemek için baskı ve sindirme politikalarında her geçen gün biraz daha pervasızlaşıyorlar. Ancak demagojilerle, aldatmacalarla hayata geçirmeye çalıştığı bu politikalarına rağmen, toplumsal hoşnutsuzluk had safhadadır. Ve her geçen gün bu ikiyüzlü politikalarıyla duvara toslamaktan geri kalmıyorlar. Diğer yanda öfkesi günden güne kabaran yoksul halk kitleleri tepkilerini ifade etme noktasında küçümsenemeyecek hareketlenmeler içerisine girmekle birlikte büyük dağınıklık, kendiliğindecilik ve perspektifsizlik de bir handikap oluşturmaktadır. Sistemin Başbakanı bir bakıyorsunuz en büyük “demokrat” havalarında sistemin sözcülerinin bugüne kadar söylemediği sözleri telaffuz ediyor. Katliam diyor, özgürlük diyor, yargısız infaz diyor, her halkın dilini, kültürünü kullanmanın zenginliği diyor, “Sen ne mutlu Türküm diyene dersen o da ne mutlu Kürdüm der” diyor, Kürt sorunu hepimizin sorunudur diyor. 12 Eylül Faşizminin darağacına yolladığı devrimcilerin son mektuplarını alır geçiyor kamera karşısına, iki gözü iki çeşme timsah yaşları döküyor, alevi diyor, okullarda zorunlu din derslerine ise dokunmuyor. İleri demokrasi, özgürlük ... vb bunları sayfalar boyu sıralamak mümkün. Ama tüm bu söylemler karşısında en ufak hak talebi ve özgürlük istemi gündeme gelince, işte o zaman gerçek yüzü ortaya çıkıyor, maske düşüyor. Öğrenci gençliğin talepleri karşısında estirdiği terörle o mektupları okuyan aynı kişi ve aynı sistemin temsilcisi Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kendisi.
BDP’nin Kürdistan’ın her yerinde Türkçe’nin yanı sıra ikinci dil olarak Kürtçeyi de kullanacağını açıklaması ve “demokratik özerklik” talebinde ısrarlı olacağını ifade etmesi sermaye sınıfı cephesinde öyle bir gürültü kopardı ki, burjuva partiler, AKP’sinden CHP’sine MHP hepsi ağız birliği ile “tek devlet, tek bayrak, tek vatan” üzerine yeminlerini tekrarladılar. Burjuva yazarlar, bu istemlerin ne kadar tehlikeli olduğunu anlatarak aba altından sopa gösterdiler vb vb. AKP, CHP ve MHP’den tehdit gibi açıklama gelirken, ardından da Başbakan Erdoğan ‘tek millet, tek vatan ve tek dil’ diyerek iki dilliğin ‘ihanet’ olduğunu açıkladı. Hemen akabinde Milli Güvenlik Kurulu “Demokratik özerklik, iki dil ve PKK” gündemli toplandı. Toplantı sonrası yayınlanan bildiride “ ‘Toplantıda, ‘tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet’ anlayışını ve önde gelen ortak paydalarımızdan birini teşkil eden Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dilinin Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeye yönelik hiçbir girişimin kabul edilmeyeceğinin bilinmesi gerektiğine dikkat çekilmiştir,’’ denildi. Bildiride aynı zamanda KCK, Devrimci Karargâh operasyonları benzeri geniş “siyasi operasyonların” da sinyali verilerek, ‘’Bu yaklaşımla önümüzdeki dönemde de devletimizin terörün ve onun beslendiği ortamın tasfiyesine yönelik çok yönlü ve geniş kapsamlı mücadelesinin her zaman olduğu gibi, halkımızın sağduyusu ve desteğinden alınan güçle ve taviz verilmeksizin aynı azim ve kararlılıkla sürdürüleceği teyit edilmiştir,’’ ifadesi yer aldı. Sistem ve sistemin sözcüleri yalnızca baskı terör aygıtlarıyla hareket etmiyor, her türlü demagojiyi, aracı kullanmaktan geri kalmıyor. İnsanların beyniyle oynuyor, başta beyinleri dumura uğratmak istiyor, her şeyi silikleştirmeye, anlamsızlaştırmaya çalışıyor.
İşte bu manzara her yönüyle bir yol ayrımını ifade ediyor. Egemen sınıflar sistemi yeniden yapılandırırken, şiddeti, demagojiyi temel bir unsur olarak kullanıyorlar. Bu topyekun saldırının tüm devrimci ve düzen karşıtı güçlere yönelik olduğu açıktır. Ve bu saldırıyla insan hakları, demokratikleşme, barış söylemleriyle kimleri ve nasıl uyutmaya kalkıştıkları, bu kavramları hangi sınıfın ve kimin çıkarları çerçevesinde ele aldıkları bir kez daha görüldü. Demokratikleşme görüntüsü altında yapılan demagoji tamamıyla devletin yeniden yapılanmasına dönük bir politikadır. Emekçi halk kitlelerinin özgürlüklerinin genişletilmesi, örgütlenme haklarının tanınması değildir.
Sınıf mücadelesi perspektifinden uzak bir yaklaşım, oligarşinin manipü le etmede sahip olduğu olanak ve avantajlar karşısında mücadeleyi küçümseme, hatta gereksiz görme, düşmanı abartma ya da tarafsız kalma hatalarına kolayca düşm eyi beraberinde getiriyor. İki sını fın çatışma süreçlerinde, özellikle geçici yenilgi dönemlerinde bu tür savrulmalar karşımıza daima çıkar. Sınıf bilincinden yoksun emekçi kit lelerin yönelimlerini, davranışlarını belirleyen de bu oluyor işte. Sınıf mücadelesi perspektifinden uzak bir yaklaşım, oligarşinin manipüle etmede sahip olduğu olanak ve avantajlar karşısında mücadeleyi küçümseme, hatta gereksiz görme, düşmanı abartma ya da tarafsız kalma hatalarına kolayca düşmeyi beraberinde getiriyor. İki sınıfın çatışma süreçlerinde, özellikle geçici yenilgi dönemlerinde bu tür savrulmalar karşımıza daima çıkar. Sınıf bilincinden yoksun emekçi kitlelerin yönelimlerini, davranışlarını belirleyen de bu oluyor işte. 11
Ocak-Şubat 2011 Stratejik konumlanış kadar, politik ve taktik atakların, açılımların da büyük önem arz ettiği böylesi süreçlerde, savunma ve karşı atağın yanı sıra düşmanın saldırılarının nedenlerini, hedeflerini, kapsamını da kitlelere kavratma noktasında genel geçer ajitasyon ve propagandanın ötesine geçmek zorunludur. Sağlam bir analize, güçlü ve sürekli bir propaganda faaliyetine dayanmayan, alternatifini ortaya koyamayan bir yöneliş başından itibaren bir kısırlık ve darlık taşıyacak, kitlelerin bilinçlerinde doğru bir şekillenme yaratamayacaktır. Oysa oligarşinin her fırsatta güç gösterisinde bulunmasına, son derece Kuralsızlıkta, “kirli savaş” yöntem lerinde, vahşette sınır tanımayan bir düşman karşısındayız. Ancak bu düşmanı iyi tanımak gibi bir avantaja sahibiz ve bu avantajı bugün mutlaka değerlendirmeliyiz.
etkili iletişim araçlarına sahip olmasına, beyinleri dumura uğratmak, bilinçleri bulandırmak için her türlü yolu denemesine, karşı propagandayı en çirkin yöntemlerle sürekli gündemde tutmasına rağmen, halkın büyük kısmının mevcut düzene güven duymaması muazzam bir olanak değil midir? Halk düşmanı politika ve uygulamalarıyla kendi kendini teşhir etmekten kurtulamayan, tepeden tırnağa çürümüş bir düzeni bizler ne denli teşhir edebiliyoruz? Onların oyunlarını ne oranda bozabiliyoruz? Ya da bunu sistemli ve yaygın bir çabayla, hayatın içindeki onca zengin yol, yöntem, araç-gereçle ve tam bir devrimci yaratıcılıkla ne ölçüde hayata geçiriyoruz? İşte bu sorulara pratik çabayla verilecek yanıt sayesinde, var olan nicel ve nitel güce sıçrama yaptırmak mümkün olacaktır. O zaman, devrimcilere bu süreçte daha büyük görevler düştüğü unutulmamalıdır. Emekçi kitlelerin ezici çoğunluğunun bu zalim, zorba düzene karşı duyduğu hoşnutsuzluk salt bugünkü ekonomik-siyasal tükenişe, çürüyüşe bir tepki değildir. Tepkileri kolayca nötralize edilebilen, manipüle edilmeye açık vb gibi toplumsal özelliklerin yanı sıra, esas olarak gelecek umudunu güçlü ve diri kılacak alternatifler görememenin, bu noktadaki 12
güvensizliğin rolü büyüktür. Emekçilerin öfke ve tepkilerini siyasallaştırma, kitleleri bilinç, moral ve motivasyon yanıyla çarpışma dönemlerine hazırlama, onlara önderlik etme görevini yerine getirme doğrultusunda yeterli çaba harcanmadıkça, istenilen sonuçlara ulaşmak mümkün olmayacaktır. Somut ve maddi bir güce dönüşmeyen, belli bir sistematiğe sahip olmayan öfkenin mevziler kazandığı, devrime yol açtığı görülmemiştir. En küçüğünden en büyüğüne tüm kazanımların altında ciddi bir bilinç, kararlılık, yaratıcılık ve ısrar vardır. Bunlardan yoksun bir pratik görece gelişmeler kaydetse bile, sonuçta kaybetmeye mahkûmdur. Kuralsızlıkta, “kirli savaş” yöntemlerinde, vahşette sınır tanımayan bir düşman karşısındayız. Ancak bu düşmanı iyi tanımak gibi bir avantaja sahibiz ve bu avantajı bugün mutlaka değerlendirmeliyiz. Psikolojik, askeri boyutları olan saldırıların yanıtlanması öncelikle bir devrimci irade sorunudur. Mücadeleye ve kitlelere önderlikte ustalaşmak, yeni ve doğru kanallar açmak, güçlü alternatifler üretmek zorunda olduğumuz unutulmamalıdır. Şunu aklımızdan hiç çıkarmamalıyız: İnsanların büyük bir kin ve öfkeyle dolu olduğu koşullarda bile, kendiliğindencilik aşılamadığı sürece bir adım ileri gitmek, verim elde etmek mümkün olmayacaktır. Diğer yandan, devrimci perspektif ışığında şekillendirilen pratik, bu pratik içinde yer alan insanları bugün yeterli deneyime sahip olmasalar da süreçteki gelişmelerle birlikte, hızla eğitir, şekillendirir. Fazlaca bir birikime sahip olmayan, fakat kararlı ve samimi unsurları yetkinleştirip, olumlu yanlarını siyasallaştırarak sınıflar mücadelesine kazanmak, sürekliliğini sağlamak mutlaka başarılmalıdır. Tarihin o hep ileriye dönen tekerleğini geri döndürmeye çalışan, hâkim sınıflar karşısında alternatif devrimci örgütlenmelerden yoksunluk, yetersizlik olmasına karşın, işçisiyle, memuruyla emek hareketinin, yoksul köylülerin, gençliğin arayış ve yönelimler içinde olduğu açıktır. Kitleleri etkileme ve örgütleme noktasında daha yüksek bir perfor-
mans sergilemeliyiz. Mücadelenin zorlu görevlerini omuzlamak, örgütlenmenin ihtiyaçlarına tüm alanlarda politik-pratik anlamda en iyi biçimde cevap vermek, adım adım sürekli bir gelişim sağlayabilmek saflardaki herkesin düşünsel eylemsel kavrayışına ve yaratıcılığına bağlıdır. Bu noktada, en sıradan bir ilişkiyi, en basit bir olanağı bile değerlendirmeye çalışmalıyız. Üretken ve yaratıcı olmanın sınırlarını zorlamalıyız. Emeğimizi sonuç alıcı bir tarzda kullanmalıyız. Hırsızların, düzenbazların, çetelerin, mafyacıların, katillerin ellerini kollarını Tarihin o hep ileriye dönen teker leğini geri döndürmeye çalışan, hâkim sınıflar karşısında alternatif devrimci örgütlenmelerden yoksunluk, yetersizlik olmasına karşın, işçisiyle, memuruyla emek hareketinin, yoksul köylülerin, gençliğin arayış veyöne limler içinde olduğu açıktır.
sallayarak dolaşmalarının ne tür bir boşluktan kaynaklandığını oligarşi de biliyor, halkımız da. Kitlelerin devrimci adaletten yana beklentilerinin artık daha sıkça ifade edildiği böyle bir dönemin karşılığını yaratacak olanlara düşen görev bellidir. Her insanımız yaşamdaki duruşunu bu bilinçle netleştirmelidir. Şehirlerde, varoşlarda, okullarda, Kürdistan’da zindanlarda, hayatın her alanında yaşlısı, genci, öğrencisiyle yüzünü mücadeleye dönmüş, özlemini ve umudunu onda aramış, sevincini, hüznünü onda yaşamış yüzlerce ve binlerce insanın, özenle bugünlere getirdiğimiz filizin yeşermesini ve meyve vermesini sabırsızlıkla beklediği asla unutulmamalıdır. Dünyaya, mücadeleye ve gelişmelere daha geniş bir perspektifle bakmanın, büyük düşünmenin ve yaratıcılığımızı sonuna dek zorlamanın tam zamanıdır. Görev ve çalışmalarımızı bu bilinç ve heyecanla ele almak zorundayız. Atlattığımız bunca badireden sonra, yeniden kurumlaşma çabasında daha özenli davranma zorunluluğunu bize önemli sorumluluklar yüklemektedir. Bu sorumlulukların bilincinde
Devrimci Cephe
olmalıyız. Her geri tutum ve davranış, gecikme, hantallık, eski tarz ve statükocu yaklaşım hedeflerimize varmanın engeli olarak kavranıp mahkûm edilmelidir. Yeni bir dünya yaratma iddiası ehli keyf davranmayı, hoyratlığı, atıllığı, gevşekliği reddeder; disiplini, sorumluluğu, ilkeli ve kurallı bir yaşam biçimini gerekli kılar. Yeni bir yılın arifesinde, zorlu geçen bir dönemi ardımızda bırakırken, en az onun kadar zorlu, karmaşık ve sancılı geçecek bir süreci daha yüksek bir bilinç, özgüven, kararlılık ve özveriyle karşılama çabasında olmalıyız. “Ne tarih bitti, ne ideoloji; çözüm sosyalizmdir!” şiarını daha gür ve yüksek sesle haykırma görevine sahip çıkmalıyız. Beklentilerin artık daha net dile getirildiği, daha somut tarzda formüle edildiği bu günlerde, adımlarımızı sıklaştırmanın gereğini, anlamını ve tarihselliğini derinden kavramalıyız.
Yeni bir yılın arifesinde, zorlu geçen bir dönemi ardımızda bırakırken, en az onun kadar zorlu, karmaşık ve sancılı geçecek bir süreci daha yüksek bir bilinç, özgüven, kararlılık ve özveriyle karşılama çabasında olmalıyız.
İşimizin “iğneyle kuyu kazmak” kadar zor olduğunun bilincindeyiz. Umutla ve başımız dik yürümeye devam ediyoruz. Emekten yana, devrimden yana samimiyetini yitirmemişlerle, insanca yaşanacak sömürüsüz, sınıfsız bir dünyayı kazanmaya cüret ettik. Bugün bu cüreti daha da arttırmanın hesaplarını yapmaya daha fazla hakkımız olduğunu bilmemiz gerekir. Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde, bu yolda yitirdiğimiz şehitlerimize, ağır bedelleri göğüsleme onuruna gölge düşürmeyecek olanlara, genç, yaşlı, yüreği emeğin iktidarından yana olanlara verdiğimiz sözü tutmak için ısrarımızı bir kat daha artırmanın çabası içinde olmalıyız. Başaracağız... ☆ bediraydin@devrimcicephe.org
DEMOKRATİK ÖZERKLİK, TÜRKİYE’Yİ DEMOKRATİKLEŞTİRME PROJESİDİR Mustafa Karasu
*KCK Başkanlık Konseyi üyesi Mustafa Karasu’nun dergimiz için hazırlanan yazısını aşağıda yayınlıyoruz..
Kürt Özgürlük Hareketi beş yıldır Demokratik Konfederalizm ve Demokratik Özerklikten söz ediyor. Demokratik Özerkliğin ne olduğunu ve Demokratik Özerkliğin neyi hedeflediğini çeşitli vesilelerle ortaya koymuştur. Ancak asıl tartışma DTK çalıştay yaptıktan sonra yaşanmıştır. Kuşkusuz tartışmalar olmuştur, ama birçok tartışma anlamaktan çok eleştirmek, kötülemek için yapılmıştır. Özellikle devletin ve hükümetin Kürt sorununda herhangi bir çözümü olmadığı için, Demokratik Özerklik gibi siyasal sömürgeciliğe ve kültürel soykırıma son verecek bir demokratik çözüme karşı karalama kampanyası yürütmüşlerdir. Bu, açıkça hükümetin bir çözüm politikası olmadığını netleştirmiştir. Demokratik Özerklik, ulusal varlığı, kimliği, dili, kültürü, demokratik yaşamı ve özgürlükleri inkâr edilmiş bir halk açısından en makul çözüm yoludur. Demokratik Özerklik olmaz, anadilde eğitim olmaz denilerek bu çözüm projesine şiddetle karşı çıkmak bir çözüm politikası olmadığının açıkça ortaya konulmasıdır. Demokratik Özerklik, Kürt Özgürlük Hareketi açısından Türkiye koşullarında en uygun ve en doğru çözüm modeli olarak ortaya konulmuştur. Demokratik Özerklik çözüm modeli, Türkiye koşullarına en uygun ve en doğru çözüm modeli olduğu gibi, Kürt halkının ulusal varlığını ve özgürlüğünü Türkiye sınırları içinde demokrasi çerçevesinde sağlamasıdır. Bu çözümü asıl koşullandıran, hareketimizin ideolojik-teorik tezleridir. Kürt Özgürlük Hareketi devletçi ve iktidarcı zihniyeti reddetmektedir. Devletçi ve iktidarcı zihniyetlerin egemenlere ait olduğunu, egemen olmayan halk topluluklarının demokrasi ve özgürlük çözümünün iktidar ve devletçi olmayan modeller olması gerektiğini ortaya koymuştur. Bu yönüyle de Demokratik Özerklik devletçi olmayan, iktidarcı olmayan, devleti ve iktidarı hedeflemeyen, devleti ve iktidar paylaşımını esas almayan, bir ülkenin demokratikleşmesi temelinde gerçekleşecek demokratik bir çözüm projesidir.
Kürt Özgürlük Hareketi, Kürt sorunu gibi ulusal varlığı inkâr edilen, siyasi sömürgecilik ve kültürel soykırım altında tutulan topluluklar için Demokratik Özerkliğin bir çözüm modeli olduğunu söylemektedir. Klasik marksizmde ya da 20. yüzyılda ortaya konulan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” bir devlet kurma hakkı olarak ele alınmıştır. Kürt Özgürlük Hareketi ulusal sorunların çözümünü bir devlet kurma olarak anlayan, bir devlet kurmayı hedefleyen bu yaklaşımları doğru görmemektedir. Çünkü ulus-devletin özgürlük karşıtı, demokrasi karşıtı olduğuna inanmaktadır. Kürt Özgürlük Hareketi, ideolojik ve teorik olarak tüm devletlerin özgürlük ve demokrasi karşıtı olduğunu söylemekle birlikte, ulus-devletin özgürlük ve demokrasi karşıtlığında derinleşmiş faşizan karaktere sahip olduğunu vurgulamaktadır. Kürt Halk Önderi yaptığı savunmalarında genelde devlet, özelde de kapitalist modernitenin en temel ayağı olan ulus-devletin özgürlük ve demokrasi karşıtlığına dair çözümlemeler yapmaktadır. Bugün dünyada var olan hakim sistemin kapitalist modernite olduğunu, bunun da üç sacayağından oluştuğunu söylemektedir. Bunlar kapitalizm, endüstriyalizm ve ulusdevlettir. Özgürlüğün de, demokrasinin de kapitalist moderniteye karşı çıkmakla, yani kapitalizme, endüstriyalizme ve ulus-devlete karşı çıkmakla gerçekleşebileceğini belirtmektedir. Bunlara karşı çıkmadan toplumları özgür ve demokratik hale getirme iddiasında bulunmanın halkları kandırmaktan başka anlama gelmeyeceğini söylemektedir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin Demokratik Özerklik çözümünü ve projesini koşullayan bu ideolojik-teorik yaklaşımıdır. Demokratik Özerklik modeli esas olarak da bu çerçevede ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. Bunu da devlet ve iktidarcı olmayan, ama bir toplumun demokratik haklarının ve özgürlüklerinin demokrasi içinde tanındığı bir çözüm modeli olarak görmek gerekmektedir. Dikkat edilirse, Kürt sorunu gibi
13
Ocak-Şubat 2011 ulusal sorunlarda sözü çok edilen federasyon, bölgesel özerklik gibi kavramlar kullanılmamaktadır. Demokratik Özerklik kavramı bilerek ve bilinçli bir biçimde seçilmiştir. Sadece bir biçimi değil, özü de ifade etmektedir. Federasyon, belirli yönleriyle devletin bir izdüşümü gibidir. Devletin yansıması biçiminde bir örgütsel modele sahiptir. İktidar ve devlet paylaşımlı bir çözüm modelidir. Bu nedenle devletçi olan, biçimi ve özü itibarıyla demokrasi ve özgürlükler konusunda sorunlu olabilecek bu tür modeller önerilmemiştir. Kuşkusuz ulusal sorunlarda federasyon da bir çözüm modelidir. Federasyonla çözülmüş birçok örnek de vardır. Ancak Kürt Özgürlük Hareketi sadece ulusal sorunu çözen bir yaklaşımla hareket etmiyor; aynı zamanda bu çözümle birlikte bu çözümün etkisiyle, biçimi ve içeriğiyle söz konusu toplumun demokratikleşmesini sağlamayı ve o güne kadar Kürtleri egemenlik altında tutan ülkeleri de demokratikleştirmeyi hedefliyor. Bu nedenle de sadece Kürt sorunuyla ilgili bir çözümü ifade edecek federasyon konusu çözüm modeli olarak ortaya konulmuyor. Federasyonun önerilmemesinin pratik ve kimi siyasal nedenleri de var. Çünkü Türkiye’deki sorunların temeli esas olarak da Türkiye’nin demokratikleşememesi sorunudur. Demokratik zihniyetten uzak olması sorunudur. Bu açıdan Türkiye tarihsel özellikleri nedeniyle de çok katı bir despotik, merkeziyetçi karaktere sahiptir. Bu nedenle Kürt sorununu çözümsüz bırakmada direniyor. Demokratik Özerklik kabul edildiği taktirde Kürt sorununun çözülmesi temelinde Türkiye’nin demokratikleşmesi de ivme kazanacağından bu karakterde olmayan ve Türkiye’nin geneli için olumlu sonuçlar doğuracağı konusunda kuşku duyulan federasyon bir çözüm modeli olarak önerilmiyor. Bölgesel özerklik de bir çözüm olarak ortaya konulmamıştır. Kuşkusuz bölgesel özerkliklerle de dünyanın birçok yerinde Kürt sorunu gibi ulusal sorunlar çözülmüştür. Ama bunun da federasyon gibi sakıncaları bulunmaktadır. Sadece belirli bölgedeki bir halka belirli haklar tanımayı ifade etmektedir. Kuşkusuz bölgesel özerklik çözümü olduğunda da söz konusu hakim devlet belli düzeyde demokratikleşme eğilimi gösterir, demokratik adımlar atmak zorunda kalır. Ama yine de belirli bölgedeki talepleri karşılamakla kendisini sınırladığında söz konusu ülkenin demokratikleşmesinin gelişmesinde, derinleşmesinde, kapsamlılaşmasında
14
bölgesel özerklik çözümü yeterince etki yapmaz. Türkiye gibi Kürt inkârcılığının çok derin olduğu bir ülkede sadece Kürt sorunu açısından değil, bütün sorunların kalıcı çözümü ve çözüme ulaşması açısından hem Kürt sorununun çözümünü hem de Türkiye’nin demokratikleşmesinin birlikte gerçekleşeceği bir modelin ortaya konulması önemlidir. Türk devleti köklü bir zihniyet değişimine uğramadan başta Kürt sorunu olmak üzere tüm diğer sorunlarını kalıcı bir çözüme kavuşturması zordur. Ne var ki Tarihsel geçmişi ve Osmanlının dağılmasının ortaya çıkardığı kaygılar özellikle de Kürt sorunu gibi ulusal sorunlar konusunda katı bir tutum içine girmesini getirmektedir. Bu kaygı, bu katılık da onun zihniyet değiştirmesi önünde engel yaratmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin bu karakterini hem çözecek, hem de kaygıları nedeniyle katı bir tutuculuk içine girmesini engelleyecek bir çözüm modelinin daha doğru, daha gerçekçi, daha sonuç alıcı olacağını düşünmektedir. Bu nedenle federasyon ve bölgesel özerklik gibi modelleri dillendirmemiştir. Eyalet sistemi de belirli bir çözüm kapasitesine sahiptir. Kuşkusuz Kürt Özgürlük Hareketi’nin çözüm modelinde biçimsel olarak eyalete benzeyen yaklaşımlar vardır, ama bu biçimsel olarak böyledir. Özü itibariyle yine iktidar ve devlet paylaşımı anlamına gelecek bir eyalet biçimi değildir. Aksine Demokratik Özerkliğin bütün Türkiye’ye yayılması açısında öngörülen bu model özü itibariyle tamamen hem eyaletleri, hem de bütün ülkeyi demokratikleştiren ya da demokratik içeriğe kavuşturan bir biçime ve öze sahiptir. Demokratik Özerkliğin pratikleşme modeli olan eyalet sistemi, 20. yüzyıldaki gibi ulusların kendi kaderini tayin hakkını devlet kurma hakkı olarak görme anlayışının yansıması değildir. Demokratik Özerkliği; farklılığın, özgünlüğün özgürlüğü ve özerkliği olarak tanımlamak gerekmektedir. Farklılık ve özgünlük hem birinci doğanın hem de ikinci doğa olan toplumun karakteri gereğidir. Doğa da farklılıklar içermektedir. Toplumsal doğa da farklılıkların zenginliğiyle kendisini ifade etmektedir. Kuşkusuz birinci doğayla toplum olan ikinci doğa aynı karakterde değildir. Birinci ve ikinci doğanın sorunlarına aynı biçimde yaklaşım gösterilemez. Ya da birinci doğanın kanunlarıyla ikinci doğanın kanunları örtüştürülemez. Bu açıdan toplumsallığın birinci doğadan çok farklı özellikleri vardır. Bu farklı özellikler toplumsal doğanın çok zengin farklılıklar içermesiyle ilgili değildir. Toplumsal doğa
da çok zengin farklılıklar taşımaktadır. Bu açıdan toplumsal doğanın özgürlüğü ya da demokratik yaşamı ancak farklılıkların özgünlüğünü ve özerkliğini dikkate alırsa, çözüm yollarını ve toplumsal yapılanma gerçeğini bu farklılıkları ele alma temelinde gerçekleştirirse o zaman toplumsal doğanın karakterine uygun davranılmış olur. Ancak böyle gerçek anlamda özgür ve demokratik toplum hedefine ulaşılır. Daha doğrusu bu zenginliklerin özerkliği kabul edilerek toplumun doğasına uygun bir siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel yaşam ortaya çıkarılır. Demokratik Özerklik, toplumsal doğadaki etnik farklılıkların özgünlüğünü ve özerkliğini ifade etme anlamında da iyi bir çözüm modelidir. Somut olarak da Kürt halkının demokrasi içinde özgünlüğünü ve özerkliğini yaşaması anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi tamamen özgürlükçü ve demokratik bir karaktere sahiptir. Eğer Türkiye’de demokrasi gerçekleşecekse o zaman Kürt halkının özgünlüğünün, farklılığının özgürlüğünü ve özerkliğini kabul etmek zorundadır. Farklılık varsa, özgünlük varsa bu kendini her biçimde özerklik biçiminde ifade etmek ister. Bir farklılık toplumsal doğanın diğer boyutlarıyla, diğer bileşenleriyle aynılaştırılamayacağına göre bu farklılık ve özgünlüğün özerklik olarak kendisini ortaya koyması gerekmektedir. Kürt sorunu açısından özerkliği bu nedenle zorunlu görmekteyiz. Özerkliğin başına demokratik kavramının getirilmesinin nedeni ise, bu özerkliğin demokratik olmasını ifade eder. Ancak özgünlüğün, farklılığın demokrasi içinde özerkliğini yaşayabileceği, demokrasi olmadan bu özgünlüğün, farklılığın, özerkliğin gerçek anlamda özgürlüğünü yaşamasının mümkün olmayacağını ifade etmektedir. Bu yönüyle Kürt toplumunu gerçek anlamda özgünlüğünü ve özgürlüğünü yaşaması için özerkliğin demokratik karakterde olması gerekiyor. Demokratik Özerkliği genel tanımı itibarıyla anlaşılması için bunlar ifade edilebilir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin Türkiye açısından önerdiği somut Demokratik Özerklik ise biraz daha açımlanmayı gerektirir. Her şeyden önce Kürt Özgürlük Hareketi’nin önerdiği, hedeflediği Demokratik Özerkliğin iki boyutu vardır. Birincisi; Türkiye ile ilişki boyutu, ikincisi ise düşünce ve örgütlenme özgürlüğü içinde bu Demokratik Özerkliğin içinin, altının demokratik toplumla, demokratik topluma dayanan demokratik kurumlaşmayla doldurulmasıdır. Bu temelde de Demokratik Özerkliğin demokratik kara-
Devrimci Cephe kterinin kapsamlılaşması ve derinleşmesi hedeflenmektedir. Türkiye ile ilişkilerin nasıl olacağı boyutuyla Kürtlerin kendi özgür ve demokratik yaşamını demokratik olarak derinleştirmeyi ifade eden boyutu belirli yönleriyle ayrı olsa da, birbirini tamamlayan karaktere sahiptir. Birincisi, Türkiye ile daha çok siyasal ve idari ilişkiyi ifade ederken; ikincisi, Kürt toplumunun kendi demokratik kurumlaşmasını ifade etmektedir. Bunu da Kürt Özgürlük Hareketi demokratik konfederalizm temelinde geliştirmeyi hedeflemektedir. Demokratik Özerkliğin ikinci pratikleşme biçimiyse Türkiye ile müzakere ve diyalog sonucu Demokratik Özerkliğin gerçekleşmemesi durumunda Kürt toplumunun kendi demokratik kurumlaşması temelinde Demokratik Özerkliği inşa etme sürecidir. Bu iki pratikleşme biçiminin ise belirli yönleriyle farklı karakterler taşıyacağı, farklı bir süreci ifade edeceğini belirtmek gerekir. Demokratik Özerklik Türkiye ile diyalog ve müzakere çerçevesinde gerçekleştiği taktirde bu, Türkiye’nin Kürt halkının temel demokratik haklarını ve ulusal siyasal iradesini kabul etmesi anlamına gelir. Bu da pratikte Kürt halkının varlığını tanıma temelinde Kürtlerin ve Kürtler dışındaki toplulukların da demokratik siyasi iradesini yansıtacak halk meclislerinin, kabul edilmesidir. Kürtlerin demokratik iradesi olacak bir meclisin tanınmasıdır. Bu, meclis içinden çıkacak bir öz yönetimi ya da çok bilinen ifadeyle yerel hükümeti de kabul etmeyi ifade eder. Kuşkusuz Kürt sorunu gibi bir ulusal sorunla ilgiliyse sadece toplumun demokratik iradesinin ve demokratik öz yönetiminin tanınması yetmez; söz konusu halkın anadilde eğitiminin, kültür özgürlüğünün de kabul edilmesi gerekir. Demokratik Özerklik; kimlik, dil, kültür üzerindeki bütün engellerin kaldırılmasını da ifade eder. Dil ve kültür konusunda Türk etnisitesi hangi haklara sahipse Kürtlerin de aynı haklara sahip olması gerekir. Bunların kabul edilmesi, Demokratik Özerkliğin Türkiye ile ilişkisini ve siyasi boyutunu tamamlar. Kuşkusuz gerçek bir Demokratik Özerklik olması açısından da düşünce ve örgütlenme özgürlüğü de tam olmalıdır. Bu da Kürt halkının kendi dilini, kimliğini, kültürünü özgürce geliştirmesi yanında kendisini istediği biçimde örgütlenmesini, istediği düzeyde demokratik kurumlaşmalarına kavuşturulmasını içerir. Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü temelinde Demokratik Özerkliğin derinleşmesini sağlayacak demokratik kurumlaşmaların da özgürce geliştirilmesi önemli görülmektedir.
Görüldüğü gibi birinci boyut, Türk devletiyle Kürt halkının siyasal, kültürel, ulusal düzeyde ilişkisini ortaya koymaktadır. Bu, Türk devletiyle yapılacak müzakerenin de esas boyutudur. Bu temelde bir müzakere yapıldığında, sonuç alındığında Demokratik Özerkliğin siyasal olarak kabul edilmesi gerçekleşmiş olur. İkinci boyut ise, demokrasinin derinleşmesiyle ilgilidir. Kuşkusuz Kürdistan söz konusu olduğunda bu esas olarak Kürt halkını ve Kürt toplumunu ilgilendirir. Örgütlenme ve düşünce özgürlüğü temelinde ister etnik olsun, ister dinsel olsun, ister sosyal olsun her topluluğun kendi demokratik iradesini daha da derinleştirmesini ve geliştirmesini hedefler. Biz buna demokratik konfederalizm diyoruz. Demokratik konfederalizm; tüm siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik, ekolojik, öz savunma, diplomasi alanında demokratik kurumlaşmanın köyden, sokaktan, mahalleden başlayarak her il ve ilçede geliştirilmesini ve bunların demokratik konfederal temelde bir sisteme kavuşturulmasını ifade etmektedir. Buna da demokratik konfederalizm denilmektedir. Bu demokratik konfederalizm kuşkusuz Türk devletiyle siyasi ve idari ilişkiyi ifade etmemektedir. Bazılarının çarpıttığı gibi Türk devletiyle demokratik konfederal bir siyasal ilişki içine girilmesi anlamına gelmiyor. Örneğin Kıbrıs’ta Türk devletinin savunduğu gibi konfederal bir devlet modeli değildir. Kıbrıs’ta Türk devletinin önerdiği, iki devletçiğin birbiriyle gevşek ilişkilerde bir arada bulunmasını ifade eder. Kürt Özgürlük Hareketinin ileri sürdüğü demokratik konfederalizm ise bir toplum örgütlenmesidir. Toplumun demokratikleşme modelidir. Toplumun, toplulukların örgütlenerek bu örgütlenmelerin demokratik konfederal ilişki içinde bir sistem kurmasını ifade eder. Bu örgütlenmeler hem yerel düzeyde hem de özgünlükleri temelinde gerçekleşebilir. Köy, mahalle, ilçe ve iller baz alınarak yapılan toplumsal örgütlenmeler yanında kadınlar, gençler, emekçiler, etnik ve dinsel topluluklar da kendilerini özgün biçimde örgütlerler. Kendi konfederal sistemlerini kurarlar. Bunlar da bir araya gelerek bir üst konfederal sistem kurar. Bu, toplumun esas olarak demokratik örgütlenmesini, demokratik kurumlaşmasını bir bütün olarak içeriği ve biçimiyle demokratikleşmesini tanımlar. Kuşkusuz Kürt Özgürlük Hareketi’nin Türkiye devletiyle gerçekleştirmek istediği siyasal ilişkinin, Demokratik Özerkliğin böyle bir demokratik toplumla daha da
demokratikleşmesini, demokratik karakter kazanmasını sağlamaya çalışır. Kürt Özgürlük Hareketi, Demokratik Özerkliği toplumun demokratik iradesinin yansıması, toplumun ve ülkenin bir bütün olarak demokratikleşmesi açısından tüm Türkiye için bir model olarak önermektedir. Bu modelin de eyalet biçiminde olabileceğini de önermektedir. Zaten Türkiye’nin merkezden yönetiminin sorunlar yarattığı yıllardır söylenmektedir. Türkiye’deki yedi bölge merkezden yönetilen bir siyasal idari modelle değil de, merkezi yetkilerin belirli düzeyde yerellere devredildiği ademimerkeziyetçi bir demokratik sistem önermektedir. Kuşkusuz bu model bir iktidar paylaşımı için önerilmemektedir. Bu modelle, klasik demokrasi anlayışının aşındığı günümüzde toplumun kendisini daha güçlü biçimde ifade etmesine yol açacak yerinden yönetim, yani ademimerkeziyetçi bir yönetimin oluşması sağlanacaktır. Böyle olunca her bölgede meclisler oluşur, bu meclisler içinde öz yönetimler oluşur, bu meclisler kendi bulunduğu alanlarla ilgili kararlar alır, öz yönetim de bunları pratikleştirir. Ama bu Demokratik Özerklik modelinde Kürt Özgürlük Hareketi’nin önerdiği, bunun sadece bir meclis ve öz yönetimle sınırlı kalmaması, tabandaki toplumun iradesinin, sesinin yansıdığı bir örgütlenme modeline kavuşmasıdır. Köylerden, mahallelerden başlayarak toplumun örgütlenerek kendisini demokratik bir güç yapması Demokratik Özerkliğin sadece Kürdistan’da değil, tüm Türkiye’de demokrasinin derinleşmesini beraberinde getirecektir. Kürt Özgürlük Hareketi bunu demokratik konfederalizm biçiminde ifade etmektedir. Bu demokratikleşme modelinin tüm Türkiye’de gerçekleşmesini arzulamaktadır. Demokratik Özerklik, Türkiye’nin gerçek anlamda demokratikleşeceği, bütün sorunların da topluma dayanılarak çözüleceği bir modeldir. Böyle bir çözümle Türkiye’nin zayıflamayacağını, aksine Türkiye ile yerelin ya da merkez yönetimle yerelin ilişkilerinin daha sağlıklı gelişeceği, diğer sosyal toplulukların, etnik toplulukların sorunları merkeze taşımadan, merkeze yığmadan çözümünü gerçekleştireceği bir siyasal sistem ortaya çıkacaktır. Bu da Türkiye’deki etnik, dinsel, sosyal sorunların aza inmesini ve bu yönüyle merkezi hükümetlerin daha genel sorunlarla ve daha büyük projelerle ilgilenmesini sağlar. Böylelikle Türkiye devleti de toplumu da bir bütün olarak daha güçlü hale gelir.
15
Ocak-Şubat 2011 Kuşkusuz demokrasiden söz ediyorsak, eğer demokrasiyi kabul edeceksek, demokrasi gelişecekse devletin kullandığı bir kısım yetkilerin halka devredilmesi gerekir. Bu bir iktidar, devlet olma değildir. Halktan gasp edilen, halka ait olan birçok faaliyetin, yaşamın, sosyal, kültürel, ekonomik yaşamın halka devredilmesidir, halka verilmesidir. Böyle olunca kuşkusuz devletin bazı kullandığı yetkiler sınırlanacaktır. Birçok faaliyet topluma devredilecektir. Ama bunu bir devlet olma, iktidar olma değil de, toplumun kendisiyle ilgili faaliyetlere kendisinin karar vermesi ve yürütmesi olarak görmek gerekir. Bu da bir bütün olarak sorunları azaltacağından, Türkiye sorunlar içinde boğuşan, kendini tüketen bir ülke ve devlet olmaktan çıkar. Böylece toplum desteğini alan, toplumla sorunlarını çözmüş bir ülke olarak birçok alanda daha büyük gelişmelerin yaşanması gerçekleşir. Eğer Türk devleti Türkiye’nin genelinde ben bunları kabul etmiyorum ya da Türkiye’nin genelinde Demokratik Özerkliği ya da eyalet sistemini belirli düzeyde kabul ediyorum, ama sizin belirttiğiniz gibi demokratik konfederal sistemi, topluma dayanan demokratik kurumlaşmayı, demokratik sistemi kabul etmiyorum, ben bunu uygun görmüyorum derse tabii bu da ayrı bir pozisyonu ifade etmektedir. Bu durumda Kürt Özgürlük Hareketi’nin ille de sen Türkiye’nin her tarafında da bunu kabul edeceksin biçiminde bir dayatması olmayacaktır. Eğer ulusal ve siyasal anlamda, devletle ilişki anlamında Demokratik Özerkliği kabul eder, bunun yanında Kürt halkının kendi kendini istediği gibi örgütlemesini, kendi faaliyetlerini istediği gibi yürütmesini, düşünce özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü çerçevesinde kabul ederse o zaman belirli düzeyde Türkiye’nin demokratikleşmesi temelinde Kürt sorununun çözümü gerçekleşmiş olur. Tabii ki bu Türkiye’deki demokrasinin derinleşmesini ifade eden, Demokratik Özerkliğin topluma dayandırılması, topluma dayandırılarak demokratik karakterinin derinleştirilmesi konusunda zayıflıklar içerir, zayıflıklar ortaya çıkarır. Türkiye demokrasisi istediğimiz biçimde gelişme göstermez. Bu da bir çözümdür, ama tabii ki bu çözüm olduktan sonra da halklar her zaman demokrasi ve özgürlükleri derinleştirmek için dün olduğu gibi bundan sonra da kendi taleplerini demokratik yollardan dayatırlar. Demokratik mücadele araçlarıyla her alandaki Demokratik Özerkliğin demokrasi boyutunun kapsamlılaşması için faaliyet yürütürler.
16
Kürt Özgürlük Hareketi Demokratik Özerkliği demokrasinin derinleşmesi çerçevesinde ele almakla birlikte, diyalog ve müzakere sürecinde Kürtlerin demokratik siyasi iradesinin ve öz yönetiminin tanınmasını; anadilde eğitim ve kültürel özgürlüğünün sağlanmasını sorunun çözümü açısından önemli görmektedir. Bunun yanında Kürdistan’da Kürtlerin kendisini istediği gibi örgütlemesi, sorunları istediği gibi çözebilmesi önündeki her türlü engelin kaldırılmasını isteyecektir. Bunlar kabul edildiğinde sorun önemli oranda çözülmüş olacaktır. Demokratik Özerkliğin diğer pratikleşme biçimiyse Türk devleti kabul etmediği taktirde Kürt halkının kendi örgütlenmesiyle Demokratik Özerkliği gerçekleştirmesidir. Kürt Özgürlük Hareketi paradigma değişikliğine giderek ulus-devletin, iktidarın halklar ve uluslar için bir çözüm olmadığı kararına varınca bu tabii mücadele stratejisinde, örgütlenmesinde, taktiklerinde önemli değişiklikler getirmiştir. Eskiden başta gerilla olmak üzere tüm mücadele yöntemlerini kullanarak Kürdistan’ı özgürleştirme ve böylelikle Kürt ulus-devletini kurma gibi bir yaklaşımı vardı. Bunun bir türevi olarak da devletten talepte bulunma, isteme söz konusuydu. Kuşkusuz Kürt halkı temel demokratik haklarını, taleplerini bugün de istemektedir. Bugün bu hakların tanınmasını özellikle bu hakları gasp eden devletlerden baskıların bırakılarak Kürt halkının ulusal varlığını ve özgürlüğünün sağlanmasını istemektedir. Ancak geçmişte olduğu gibi sadece devletten isteyen, talep eden bir yaklaşımı doğru bulmamaktadır. Bunu klasik devletçi paradigmanın ya devlet kurma ya da devletten isteme paradigmasının devamı olarak algılamaktadır. Bu nedenle gelinen aşamada esas olarak da bir halkın kendi özgürlüğünü, demokrasisini kendi örgütlülüğüne, mücadelesine dayanarak kurmasını öngörmektedir. Hatta bir halkın kendi örgütlenmesine dayalı demokratik kurumlaşmasını kurmadığı taktirde inkârcı, sömürgeci, kültürel soykırımcı devlete karşı mücadele etmesinin mümkün olmadığını, böyle bir demokratik kurumlaşma ve güce ulaşmayan Kürt halkının taleplerinin katı inkârcı bir karaktere sahip Türk devleti tarafından tanınmayacağını da söylemektedir. Bu açıdan kendi örgütlülüğü ve sistemini kurması hem özgürlük ve demokrasi mücadelesini yürütmek hem de toplumu güç yaparak kendi sistemini devlete rağmen örgütlü gücüyle kurması için gerekmektedir.
Bugün Kürt Özgürlük Hareketi esas olarak da kendi sistemini kendi örgütlülüğüyle kurmayı önemsemektedir. Bu çalışmaları özgürlük mücadelesinin temeli olarak ele almaktadır. Önder Apo Demokratik Özerklik Projesi’ni esas olarak da 2005 Newrozunda ilan etti. Demokratik Konfederalizmi ilan ediyorum, Kürt Demokratik Konfederalizmi gelişmelidir, değerlendirmesinde bulundu. Bu aslında Demokratik Özerkliğin kurulmasına çağrıydı. Demokratik konfederalizm, Kürt halkının demokratik kurumlaşması, bu demokratik kurumlaşma temelinde siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel sorunlarını çözmesi aslında Demokratik Özerkliğin kurulması anlamına gelmektedir. Demokratik Özerklik, Kürt halkının demokrasi içinde özgünlüğünün, farklılığının özerkliği ve özgürlüğüyse Kürt halkı bütün alanlarda kendini örgütleyerek, kendi yaşamını kendisi yürütür hale gelerek Demokratik Özerkliği kurumlaştırmış olacaktır. Demokratik siyaset anlayışıyla köylerden, mahallelerden başlayarak komünleri, meclisleri, kooperatifleri, topluluklar ekonomisini, toplumun zihniyetini geliştirme ve bilinçlendirme faaliyetleri olan akademileri kurması; yine kendi dili ve kültürüyle yaşaması Demokratik Özerkliği ortaya çıkaracaktır. Kürt halkı örgütlendiği taktirde kendi eğitim sistemini kendisi de kurabilecektir. Kendi kültürel kurumlarını kuracaktır ve bu temelde kültürel soykırıma karşı kendi Demokratik Özerklik sistemiyle dil, kimlik ve kültür özgürlüğünü yaşatacaktır. Yine Kürtler üzerindeki siyasi egemenlik kuran Türk devletine karşı kominleri, meclisleri köylerden, mahallelerden başlayarak il, ilçe ve köylerde kurarak kendi demokratik siyasi iradesini ortaya çıkaracaktır. Bu demokratik siyasi iradeyle bütün toplumsal yaşamı hakkında karar alacaktır. Bu kararlarını da örgütlü gücüyle pratikleştirecektir. Bu gerçekleştiği taktirde devlet ister kabul etsin ister kabul etmesin Kürt halkı kendi demokratik özerk yaşamını kurmuş olacaktır. Halkın gücüne ve örgütlülüğüne dayanarak o güne kadar çözümsüz kalan bütün sorunlar çözüme kavuşturulacaktır. Sorunlar toplumun sorunlarıysa o zaman çözümünü de en iyi biçimde toplumun kendisi bulacaktır ve pratikleştirecektir. Kürt halkı bu bilinçle bugün Demokratik Özerkliği tabana dayalı Demokratik Konfederal Sistem’le inşa etmektedir. Demokratik kurumlaşma, Demokratik Konfederalizm çerçevesinde inşa edilince bu, aslında Kürt halkının kendi Demokratik Özerkliğini kurması anlamına gelecektir. Çünkü artık o merkezi ulus-devletin
Devrimci Cephe Kürt halkının ulusal varlığını inkâr etme, özgürlüğünü yok sayma ve haklarını tanımama yönündeki baskıcı rejimini esas olarak kendi örgütlülüğüyle aşmaya yönelecektir. Demokratik örgütlenmesi, demokratik bilincinin gelişmesi toplumun güç olmasını sağlayacak; bu da kendi yaşamını her boyutta özgürce örgütlemesini birlikte getirecektir. Devlet ne kadar inkârcı olursa olsun, bu inkârcılığı toplum kendi örgütlenmesiyle boşa çıkaracaktır. Böylece Kürtlerin bütün yaşamlarını kendisi örgütleyip kendi kararlarını kendileri verdiği ve bütün yaşamını yürüttüğü bir siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel yaşam ortaya çıkacaktır. Kürt Halk Önderi, Demokratik Özerkliğin Kürt halkının iradesi ve örgütlenmesiyle kuruluşundan söz ederken sekiz boyutta örgütlenmeyi önemli görmektedir. Bunlar; siyasal, hukuki, sosyal, ekonomik, kültürel, ekolojik, diplomatik ve öz savunma boyutudur. Kürt halkının bütün bu faaliyetleri demokratik örgütlülüğü temelinde toplumun kendini güç yaparak yürütebileceğini söylemektedir. Demokratik Özerkliğin bu biçimde pratikleşmesi de devletin demokratik çözüme yanaşmadığı koşullarda Kürt halkının kendi gücüne dayanarak Demokratik Özerkliği sağlaması olarak anlaşılmalıdır. Kuşkusuz Türk devleti inkârcı, siyasal sömürgeci ve kültürel soykırımcı olduğundan Kürt halkının bu demokratik örgütlenmesini kriminalize etmektedir. Anayasa ve yasalar düşünce ve örgütlenme özgürlüğü konusunda çok katı kısıtlamalar içerdiğinden Kürt halkının Demokratik Özerkliği örgütlemesinin önüne devlet büyük engeller çıkarmaktadır. KCK davasında görüldüğü gibi Kürt halkının kendi demokratik kurumlaşmasını illegal bir örgüt kurma olarak değerlendirmiş; Kürdistan’da ne kadar demokratik kurum varsa bu demokratik kurumların yöneticilerini ve üyelerini içeri almıştır. Bu içeri atılanların tek suçu, kültürel alanda, siyasal alanda, sosyal alanda, ekonomik alanda, hukuki alanda toplumu örgütleyip toplumu güç yaparak Kürt halkının özgürlük ve demokrasi alanlarını genişletmek istemeleridir. Demokratik kurumlaşma çalışmalarına katılma ve demokrasiyi derinleştirmek suç olarak ele alınmaktadır. Asgari düzeyde demokrasinin var olduğu, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün sağlandığı herhangi bir ülkede bir toplum kendini örgütleyip ister siyasi, ister sosyal, ekonomik, kültürel bütün alanlarda kendi sorunlarına çözüm bulabilir. Bir toplumun herhangi bir alanda kendi kendini örgütlemesinin ve so-
runlara çözüm bulmasının hiçbir biçimde yargı konusu yapılamayacağı açıktır. Türkiye’de örgütlenme ve düşünce özgürlüğü olmadığı için örgütlenmek, düşünmek ve toplumun kendi sorunlarını çözmesi -KCK davaları gibi- siyasi soykırım saldırısıyla karşılaşmaktadır. Bu durum kuşkusuz Demokratik Özerkliğin Kürt halkının demokratik kurumlaşması temelinde örgütlenmesi önünde sorunlar çıkarmaktadır. Açıktır ki demokrasi mücadelesi sürekli bir gerilimi ifade eden, içinde gerilim taşıyan bir mücadeledir. Demokratik olduğunu söyleyen ülkelerde de demokrasinin gelişmesi, kapsamlılaşması ve derinleşmesi açısından demokrasiyle devlet arasında, demokrasiyle egemen güçler arasında hep bir gerilim olacaktır. Bu gerilim, demokrasinin gelişmesinin de diyalektiğidir. Demokrasi ve demokratik toplum tam hakim olana kadar, devleti gerileterek giderek demokratik toplumun tüm kurum ve kuruluşlarıyla kendi işlerini kendi yürütür hale gelene kadar bu gerilim sürecektir. Bu açıdan gerilim olmasını, devletin demokratik kurumlaşma önünde engel olmasını sorun yapmamak, bütün zorluk ve sıkıntılara rağmen toplumun demokratik örgütlenmesini sağlayıp toplumu güç yapma çalışmasını yürütmek özgürlük ve demokrasi mücadelesinin kanunu olarak görmek gerekmektedir. Bu çerçevede sekiz boyut dediğimiz bütün alanlarda Kürt halkı kendi demokratik kurumlaşmalarını geliştirerek demokratik konfederal temelde kendi demokratik özerkliğini sağlama mücadelesi yürütecektir. Dolayısıyla Demokratik Özerklik devletten beklenmeden Kürt halkı tarafından kurulacaktır. Nitekim adım adım Kürt halkı kendi demokratik kurumlaşmasını geliştirerek demokratik özerkliğini kurmaya doğru yönelmektedir. Tabii ki eksikler, yetersizlikler vardır. Klasik devletçi zihniyet ve devletten bekleme anlayışı olduğu için toplumun örgütlenmesine dayanarak sorunları çözme yaklaşımı konusunda zafiyetler vardır, zayıflıklar yaşanmaktadır. Bu örgütlenmeyle sorunun çözüleceği konusundaki inançta yetersizlikler ortaya çıkmaktadır. Bu da tabii ki demokratik konfederalizm temelinde Demokratik Özerklik inşasında sorunlar yaratmaktadır. Buna rağmen Demokratik Özerkliğin toplumun kendi gücüyle örgütleyeceğine inancın ve bilincin gelişmesi Kürt halkı açısından önemli bir kazançtır. Demokratik Özerklik Kürt halkının kendi iradesi temelinde örgütlendikçe
aslında sorunun çözümü de kolaylaşacaktır. Türk devleti, ortaya çıkan bu çözümü kabul etmek zorunda kalacaktır. Bu çözüm sadece bir siyasal çözüm değil, Kürt toplumunun demokratik kurumlaşması temelinde bir çözüm olacağından, Türkiye’nin demokratikleşmesinin derinleşmesine de katkıda bulunacaktır. Bugün Türkiye’de gerçekten en temel demokrasi gücü Kürt halkıdır. Kürt halkının yürüttüğü Özgürlük Mücadelesi’dir. Bunun aslında birçok yönüyle Türkiye’yi etkilediğini görüyoruz. Türkiye’de sorunların açığa çıkması ve çözümünün tartışılması bile aslında önemli bir gelişmedir. Bu yönüyle Kürt Özgürlük Hareketi demokrasi sorunlarının, demokrasi içinde çözülmesi gereken sorunların neler olduğunu açığa çıkarması ve bunları Türk devletinin önüne koyması Türkiye açısından önemli bir demokratikleşme zeminini ortaya çıkarmıştır. Bugün Kürdistan toplumunun kooperatifler, meclisler, akademiler biçiminde örgütlenmesi, artık evrensel ölçüde kabul edilen demokratik haklarını, örgütlenme hakkını kullanması, Türk devletinin siyasal sömürgeci, kültürel soykırımcı politikalarını da boşa çıkaran, bu politikaların yürümeyeceğini gösteren önemli bir gelişmedir. Kürt halkının kendi demokratik kurumlaşması temelinde Demokratik Özerkliği inşa edip demokratik çözümü geliştirmesi Türkiye’deki birçok çevre tarafından olumsuz değerlendirmelere tabii tutulmuştur. Kuşkusuz olumlu değerlendirenler de olmuştur, ama esas olarak devletin ve hükümetin yönlendirmesiyle Demokratik Özerklik projesi konusunda olumsuz değerlendirmeler daha fazla öne çıkmıştır. Öyle ki, Kürt halkının demokratik kurumlaşması temelinde demokratik konfederal sisteme dayanarak Demokratik Özerkliği inşa etmesini antidemokratik olarak değerlendirenler, Kürtler üzerinde otorite kurmak isteyen bir zihniyet ve proje olarak ele alanlar bile çıkmıştır. Bunlar tabii ucuz değerlendirmelerdir. Devletin ve hükümetin politikası çerçevesinde Kürt Özgürlük Hareketi’ni kötülemek için ortaya atılmış suçlamalardır. Kürt Özgürlük Hareketi bugün demokrasisiz sosyalizm, demokrasisiz eşitlikçi bir toplum olunamayacağını özellikle vurgulamaktadır. Özgürlüğün demokrasilerle var olacağını, demokrasinin özgürlüklerin vahası olduğunu, eşitliğin de ancak toplumsal doğanın karakterinden gelen farklılıkları gözeten, yok saymayan bir eşitlikçilikle gerçekleşeceğini özellikle vurgulamaktadır. Bunu sadece siyasi olarak değil, ideolojik ve teorik olarak da kapsamlıca ortaya koymaktadır. Kürt Halk
17
Ocak-Şubat 2011 Önderinin İmralı’da yazdığı savunmalar bu yönlü gerçekten derin ve kapsamlı değerlendirmelere sahiptir. Kuşkusuz reel sosyalizm pratiği eleştirilecek bir pratiktir. Orada da kominler, meclisler kurulmuştur ve bu kominler, meclisler, kooperatifler daha sonra demokratik bir sistem haline getirilmediği gibi, otoriter karakterde bir rejimin oluşmasını engelleyememiştir. Bu tabii ki eleştirilen bir durumdur. En fazla da Kürt Özgürlük Hareketi tarafından reel sosyalizm bu yönlü eleştiriye tabii tutulmaktadır. Ama Kürt Özgürlük Hareketi taban örgütlenmelerinin, meclis, komin, kooperatif örgütlenmelerinin demokratik konfederal temelde örgütlenmesini savunmaktadır. Yani merkeziyetçi bir anlayışa sahip değildir. Bu açıdan demokratik merkeziyetçiliği değil de demokratik konfederalizmi esas almaktadır. Toplumsal örgütlenmenin ancak bu temelde demokratik ve özgürlükçü olabileceğini vurgulamaktadır. Demokratik konfederalizm, taban örgütlenmelerinin iradesinin esas alındığı siyasal, toplumsal bir sistemi ifade etmektedir. İşte ucuz yaklaşım içinde olanlar bunları görmeden suçlamalarda bulunmuşlardır. Toplumun tabana dayalı demokratik konfederal örgütlenme modeliyle demokratik merkeziyetçiliğin ağır bastığı modeller sadece bir biçim farklılığını ifade etmemektedir. Farklılık esas olarak öze ilişkindir. Mevcut sistemin karakterinin demokratik olup olmamasına ilişkindir. Çeşitli liberallerin, sözde demokratların, yazarların savunduğu kendini demokrasi olarak tanımlayan sistemler aslında üst toplumcu, tepeden, merkeziyetçi anlayışa dayalı demokrasilerdir. Buna üst toplumcu ya da burjuva demokrasisi denilmektedir. Bunu neredeyse kutsallaştıranlar, sıra demokratik konfederalizme dayalı toplumun güç olmasını esas alan demokratik modele geldiğinde “bu olmaz, bu kabul edilemez, bu otoriter bir sistemdir” diyerek karşı durmaktadırlar. Bu tutum Kürt Özgürlük Hareketi’nin önerdiği modelin kendi antidemokratik yüzlerinin açığa çıkmasından korkmaktadırlar. Kendi demokrasi anlayışlarının üst toplumcu, egemen sınıflara ait olduğunun üstünü örtmeye çalışmaktadırlar. Daha doğrusu toplumun güç olmasına dayalı demokrasiyi içlerine sindiremeyen çevrelerdir. Demokratik Özerklik projesi ortaya atıldığı zaman en fazla değerlendirilen konuların başında Kürt halkının kendisini 8 boyutta örgütlenmesi geldiğinden bu konudaki yaklaşımın nasıl olduğunu temel yaklaşım ve ilke çerçevesinde ortaya koymaya çalıştık.
18
Görüldüğü gibi Demokratik Özerklik birçok boyutuyla irdelenebilir. Kürt Özgürlük Hareketi esas olarak Demokratik Özerkliği bir Türkiye projesi olarak ortaya koymaktadır. Hem Kürdistan hem Türkiye’de Demokratik Özerklik uygulandığı taktirde Türkiye, derinleşmiş demokrasisiyle her türlü sorunu çözebileceği gibi, bütün Ortadoğu halklarına da örnek olabilecektir. Hele bugün Ortadoğu halkların ayaklandığı bir süreçte böyle bir demokratikleşme modeli bütün Ortadoğu’yu etkileyecektir. Ortadoğu halkları hala eski modernist, oryantalist düşüncenin etkisiyle oluşmuş pozitivist laikçi, ulus-devletçi zihniyetler ve iktidarlarla batı sisteminin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme, Ortadoğu’da yeniden hakim olma projesi olan ılımlı işbirlikçi siyasal İslam projesi arasında sıkışmış bulunmaktadır. Demokratik Özerklik projesi, toplumun demokratik kurumlaşmasına dayalı Türkiye’nin demokratikleşme projesi aslında bütün Ortadoğu halkları açısından da örnek olacak bir özelliğe sahiptir. Bu açıdan bu Demokratik Özerklik modeli Türkiye’nin bölünmesi değil, aksine Türkiye’nin bir bütün olarak demokratik temelde güçlenmesi ve Ortadoğu’nun yükselen değeri olarak kendi değerlerini bütün Ortadoğu halklarına kabul ettireceği bir ülke yaratma anlamına gelmektedir. Kuşkusuz Türkiye’de şovenist zihniyetler, Kürtleri ille de yok edip Kürtleri Türkleştirerek Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirmek isteyenler kara gözlüklerle bu gerçeği görememektedirler. Bu nedenle de Türkiye içinde özgürlük ve demokrasi anlamına gelen, Türkiye’nin de kurtuluşu anlamına gelen Demokratik Özerklik temelinde Türkiye’nin demokratikleşmesine sırt çevirmektedirler. Türkiye’de demokratik bir anayasa çerçevesinde toplumun tabandan örgütlenmesine dayalı demokratik bir toplum haline gelmesini sağlayan bir idari ve siyasal sistem neden Türkiye’nin aleyhine olsun? Geçmişte demokratikleşme ya da yerinden yönetim Kürtler yararlanır diye kabul edilmiyordu. Bütün yasalar antidemokratik hale getiriliyordu. Yine yerinden yönetim yerine katı merkeziyetçi yönetim uygulanıyordu. Ama eğer Kürt sorunu demokratik temelde çözülecekse o zaman toplumun demokratikleşmesinden de, ademimerkeziyetçi –yerinden- yönetimlerden de kaygı duymamak gerekir. Toplumun demokratikleşmesine, yerinden yönetime dayalı Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi konusu reddediliyorsa bu aslında Kürt sorununu
çözmek istememek anlamına gelir. Kürt sorununu çözmek istemeyen bir Türkiye’ye karşı da Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi’ni daha da yükselteceği açıktır. Bu Özgürlük Mücadelesi de esas olarak da Demokratik Özerkliği kendi kurumlaşmasıyla inşa edip Kürt sorununun çözümünü kendi iradesiyle gerçekleştirmesine yol açacaktır. Kürt halkı Türkiye’nin çözümünü beklemeyecektir. Kendi çözümünü gerçekleştirmek için örgütlenmesini ve mücadelesini daha da geliştirecektir. Çünkü Kürt halkının artık ulusal varlığının yok sayılmasına, özgürlüğünün ve demokratik yaşamının kabul edilmemesin tahammülü kalmamıştır. Bu açıdan da önümüzdeki dönemde Türk devleti ister demokratik bir anayasa temelinde, Demokratik Özerklik temelinde hem Kürt sorununu hem Türkiye sorunlarını çözmeye çalışsın isterse böyle bir çözüme yanaşmasın, Demokratik Özerklik modeli daha da geliştirilecektir. Demokratik Özerkliğin toplumda yaygınlaştırılması sağlanacaktır. Belki de önümüzdeki dönem Kürt halkının Demokratik Özerklik inşasıyla buna karşı direnen gerici güçler arasında mücadele temelinde geçecektir. Hiçbir demokratik zihniyet Kürt halkının önerdiği demokratik çözüme karşı çıkamaz. Demokratik Özerklik projesine karşı çıkamaz. Kürt halkının Demokratik Özerklik modeli Türkiye ile ilişkiler anlamında en makul siyasal çözüm önerisi olduğu gibi, demokratik kurumlaşma temelinde içinin demokratik düzeyde derinleştirilmesi ve güçlendirilmesi de demokrasinin gereğidir. Özcesi Kürt halkı kendi demokratik kurumlaşmasını sağlayarak, demokratik kurumlaşmasını bir sistem haline getirerek farklılığının, özgünlüğünün özerkliğini bizzat gerçekleştirecektir. Kürt halkı demokratik özerkliğini sekiz boyutuyla örgütlediğinde, bütün bu örgütlenmeleri demokratik konfederal temelde sistemleştirdiğinde, Türkiye devleti ya bu Demokratik Özerklik projesini faşist zihniyet ve uygulamalarla bastırmaya çalışacaktır ya da Kürt toplumunun demokratik konfederalizm temelindeki Demokratik Özerkliği gerçekleşmesini kabul edecektir. Demokratik Özerkliğin kabul edilmesi sadece Kürt sorununu çözmeyecek, Türkiye’nin sadece Ortadoğu’da değil, bütün dünyada örnek olacak derin demokratik bir ülke haline gelmesinin önünü açacaktır. Türkiye’deki siyasal karar alıcıların vereceği kararlar bu iki seçenekten birini önümüzdeki dönemde siyasal ve toplumsal yaşamın gerçeği haline getirecektir. ☆
Devrimci Cephe Bir CEZAEVİ düşünün; Sistem buna OKUL diyor! MİLİTARİST sistem, istediği gibi itaatkâr beyinlerin yönettiği bedenler istiyor. Hiçbir şeyi sorgulamayan, çaresizce sistemin dayatmalarını, zorbalığını kabullenmekten başka umarı olmadığını düşünen, sistemin yontmalarından (mahkûmları) öğrencileri düşünün… Bunlar her gün belli bir zaman diliminde tel örgülerle çevrilmiş, etrafı yüksek duvarlarla örülmüş, kapıda güvenlik adı altında göz boyamalarla içerde tutulur; bir avluyu ve içindeki mahkûmları andıran, aralarında öğretmenlerin bir gardiyan gibi dolaştığı, adına aydınlanma denilen gerici, cinsiyetçi, paracı, antidemokratik, tüm sistemin biriktirdiği bir çöplüğe doluşturulur! Bir CEZAEVİ MÜDÜRÜ düşünün; Sistem buna OKUL MÜDÜRÜ diyor! Sistemin istediği gibi (cezaevinin) Okulun idarecisi. 80 darbesinde AMED cezaevinden Esat Oktay Yıldıran’ın yan ürünü misali fırlamış, fakat ona benzetmek için çok çaba sarf edilmiş olan, bir yüzüyle ondan arta kalmış, işkenceci hal ve tavırlarıyla onu tekrardan yaşatmaya çabalayan BİR GENERALİ andırmakta ve bunu en iyi şekilde yaşatmakta. Bir korku rüzgârı eser, adı koridorda yükselirken örgencilerin (MAHKÛMLARIN) çığlıklarında! Eli var, yüzü var, ayağı var, gözü, kulağı vb. İnsan gibi, senin benim gibi biri, ama adı yok, İŞKENCEsinin adı var! Onun adıyla silkinen öğrencinin titreyen göz bebekleri onlara yaklaştığında kendini daha iyi ifade ediyor! Bir ordunun vahşi bir korkuyla kaplanmış mevzisi gibi kapısını çalmaktan korkan, yanında konuşmaktan, yüzüne bakmaktan korkan, heykel gibi, yaşayan bir ölü gibi bakınmakta olan birini, birilerini düşünün… Bir CEZAEVİNİN GARDİYANLARINI düşünün; Sistem buna OKULUN ÖĞRETMENLERİ diyor! Sistemin hiyerarşik yapısının bir parçasının unsuru olan (GARDİYANLARI) ÖGRETMENLERİ var. Sistemin tüm anlayışını yaşatan yarı müdür bozuntusu tiplerin oluşturduğu bir kalabalık! Yaptıkları işten çok, yönettikleri cezaevinin tüm otoriter yapısının mimarlarından! Kişisel problemlerde istediği gibi davranan; sistemin not’larıyla insanların ölüm ve yaşam çizgisini belirleyen; bu çizgileriyle onlara bir şeyler yaptırabilmek adına tehditler savuran; öğrenci ilişkilerinde yaşanan olumsuzluklarda bazen kendi bünyesine, fiziğine ve güçlülüğüne dayanarak fiziksel veya ruhsal bir müdahaleyle sorunu hallettiğini düşünen; bazen barbar bazen vahşice uygulamalarıyla kendini müdür bozuntusunun
bir parçası haline getiren… ve bu da sistemin verdiği rahatlık ve işleyişten geçiyor! Bir CEZAEVİNİN KOĞUŞLARINI düşünün; Sistem buna OKULUN SINIFLARI diyor! Sistemin uyguladığı ayrımcı, cinsiyetçi, gerici, vahşice oligarşik ve antidemokratik bu uygulamalar burada da kendini açıkça hissettiriyor! Çalışkan sınıf (KOĞUŞ), orta sınıf, iyi sınıf ve kötü sınıf diye uygulama, ayrımcı ve sınıfsal bir anlayışın göstergesidir! Sınıf içerisinde aynen sınıflar (koğuşlar) arasında uygulanan sınıfsal ayrımcılığın ta kendisi içerideki sırada (RANZADA) da kendini gösteriyor! Kızları bir tarafa erkekleri bir tarafa alarak cinsiyetçi bir sınıfsal ayrışma getirmek de sistemin bir ifadesidir Bir CEZAEVİNİN KANTİNİ’Nİ düşünün; Sistem buna OKULUN KANTİNİ diyor!
GUANTANAMO’YU andıran bir yerde, bir ORDUNUN üniformasının taklidini yapan, eline silah tutuşturulacak olan insanlar gibi şiddet kullanarak toplumun iyi bireyleri olarak yetiştirildikleri söylenen fakat ellerde tutuşan kalemlerin sisteme şu anki gibi mermisiz bir silahla BAŞKALDIRDIĞINI bilen öğrencileriz (MAHKÛMLARIZ)! Yeri geldiğinde bir ticarethane misali toplanan haraçlarla zengin olan insanları bilenleriz; bir cezaevinden çıkan dumanları görür gibi koşa koşa dersin (İŞKENCENİN) ortasında sınıftaki alevi söndürme telaşıyla doluşan eli su kovalarıyla (sopalarla) dolu itfaiye eri (öğretmen, müdür) misali içeriye dalıp tüm dengeyi, konsantrasyonu, psikolojiyi vb parçalarcasına söndürmeye (aramaya) çalıştıklarını, baskına uğrattıklarının kimsesizliklerinde o süre bitimiyle özgürleştiğini bilenleriz! Ve o (CEZAEVİ) okul, her gün milyonlarca KÜRT çocuğuna Türkçeyi (ÖLÜMÜ) dayatıyor; zorunlu din dersiyle kendi anlayışını mecbur ederek diğer farklılıkları yok sayıyor; büyük çoğunluğuyla Türkçeye ihtiyaç duymayan bir bölgeye zorunlu Türkçe eğitim gibi zorunlu din dersi de halen verilmeye ve her gün milyonlarca çocuk asimile olmaya devam ediyor!
Sistemin uyguladığı her türden gerici, antidemokratik ve oligarşik yöntemle, kapitalist soyguncuların üç kuruşla ceplerini doldurduğu emekçinin, işçinin, çalışanın alın terinin sonucu kutsal emeğiyle okuyan ÖGRENCİLERİN (MAHKÛMLARIN), aslında her gün aynı yöntemle soyulduğunu ve o kazanılan emeğin, paranın öğrenciye değil de soyguncuların cebine gittiğini bilmek! Her gün o üç kuruşu da bulamayan ÖĞRENCİLER kantin denilen kapitalizmin soygunhanesinden yüksek fiyatlarla mal almaya, dışarıda 3, orada 5 olan bu soygunculuğa bu anlayışa inat aç kalmakta... Bir CEZAEVİNİN MAHKÛMLARINI düşünün; Sistem buna OKULUN ÖĞRENCİLERİ diyor! Sistemin en temel unsuru!
NEREYE KADAR... Hey, Sen, Liseli! Düzenin öğrencisi olmaktan bıkmadın mı? Yıllardır asker gibi okumaktan bıkmadın mı? KÜRT olduğun için Türkçe eğitim ile yok saymalarından ALEVİ olduğun için, SÜNNİ din eğitimi dayatmalarından Derslerin yüzünden ailenden akrabalarından azar işitmekten! Gençliğini sistemin kurbanı olarak yaşamaktan! Yeteneğin doğrultusunda eğitim görememekten! Geleceğine boş umutlarla, işsizlikle, açlıkla, sefaletle bakmaktan! Yarış atı gibi o sınavdan o sınava koşmaktan! BIKMADIN, USANMADIN MI? Her gün LYS-YGS yüzünden yaşıtların intihar ediyor! Yüz binlerce kişi parası sayesinde yarışa on adım önde başlıyor! Eşit dedikleri sınav sisteminde, dershaneye gitmeyi bırak, kalem alamayan öğrenciler de aynı sınava mahkûm tutuluyor! İSYAN ET LİSELİ! DAHA NE KADAR GÖZÜNE GÖZÜNE SOKACAKLAR; GELECEĞİNİN UMUTSUZ BİR HİÇ OLDUĞUNU! ÖLECEKSE BU BEDEN, BİR AMAÇ UĞRUNA ÖLMELİ! BİZLER BU SÜRECİ YAŞAYARAK DEĞİL DÖVÜŞEREK KAZANACAĞIZ!
Hey Liseli! * Liseli bir Devrimci Cephe okurundan
19