Tekrardan merhabalar! Yaklaşık beş aydır ortalıkta olmamamıza rağmen aldığımız geri dönüşlerin ardı arkası kesilmedi. Bundan dolayı tüm okuyucularımıza teşekkürlerimizi sunarız.
Not: Çizimlerinizi, yazılarınızı ve fotoğraflarınızı göndermek ve bu oluşumun bir parçası olmak istiyorsanız dimagfanzin@gmail.com hesabına bekliyoruz! DİMAĞ FANZİN EKİBİ NUR - İREM
Hayat bizi bir taş gibi fırlatır ve biz de “bak nasıl hareket ediyorum!” diye bağırarak havada süzülürüz. FERNANDO PESSOA
HAMAMELİS “Bu gün şehre gideceğim.” dedi adam. “Bu sefer tehlikeli değil.” İnandım. İnanmamalıydım. Adam öldü. Hazin sonumu göremeden öldü. Ve ben, her gün ölüme bir adım daha yaklaştım, kendimi eksilttim. O beni biliyordu, ben onu. Beni istemiyordu bazen, yine de sadıktı. Yaşamımı tek bir amaç uğruna devam ettireceğimi biliyordu, şarkılarımı yazarken bana şarap getirirdi. Bana silahlarımı o verdi, kafamı eğmememi o istedi. Şimdi silahlarım ve kadehim elimde, kendimi eksiltmeye devam ederken, kandil ışığıyla adamı arıyorum, onu istiyorum, onu tüketiyorum.. Nereye gittiğimi bilmiyorum, kafamı bu sefer eğiyorum, susuyorum, devam ediyorum. Şehre, parlak ışıkların altına gitmenin adamı bana getireceğini sanıyorum hala, çocukluk yapıyorum. Ama adam gelmeyecek. Tüfeği bıraktığı gibi kapının girişinde duruyor. Tabutunu metaforlarımla dolduruyorum, ağırlığıyla denize açılıyorum.. Y.Y. Yaban yasemini. Senin için anlamım buydu. Zehirli. Öfkeli. Atropa. Hamamelis. Parlak ışıklar. Görkemli, beton yığınlı bir şehir. Bana galip geldi. Dolaşıyorum o şehirde, “Her zamankinden!” Violet Pills.
Yas tutmak için şehire indim. Hayır hayır, mor haplardan almak istedim. Adamı her zaman sevdim. Ama beni bu sevgi çok uzaklara götürüyordu. Aklımı çekip alamıyordum, mutsuzdum. Belki de bir şeylere sahip olmanın tek yolu, ölümdü. Düşünürken ağlarsın, ağlarken makyaj akar. Makyajın gereksizliğini, tarihçesini düşünürsün. Daha çok uzaklaşırsın. Sevdiğin ve taptığın şeyler uhrevidir, ama dünyeviliğin içine tıkılırsın. Kötü alışkanlıklara sahibim. İlgi yerine bağ ararım, en kötü, en yalnız insanları seçerim. Kötü alışkanlıklar, bir de mor haplar. Doksan yedi yaşındaki ruhumu hamamelis tohumlarıyla iyileştiririm. Doksan yedi tane mum yakarım. İhanet, ihanet, ihanet. Şehirden döndüğüm gibi adamın defterlerini karıştırdım. Bana yer yok. İzin vermediği yerlere girdim bu sefer, çünkü kızacak surette değildi. Kendime izin vermediğim halde ağlamaya başlıyor, doldurduğu ve duvara astığı hayvan kafalarına bakıyorum. Ve ben, onun doğumundan ölümüne kadar bu çiftlik evindeydim. Onun benim hazin sonumu görememesine seviniyordum. Çarşafların kokusu düşüncelerimi dağıtıyordu. Doğumumdan ölümüme kadar karşılaştığım tüm adamlara birer selam çakıyorum. Ölüm sayesinde sahip olduğum adamın tüfeğinin işlemelerine dalıyorum. Senin için bir anlamım olduğunu bilerek son bir şiir yazıyorum basit kelimeler kullanarak. Yaban Yasemini. Zehirli. Öfkeli. Atropa. Hamamelis. Sonrası hep parlak şehir ışıkları.
İREM GENKERTEPE
Biliyor musun? Bugün sana hiç yazasım yoktu. Leş gibi sen kokuyordu perşembe, dayanamadım. Kulaklarımda hoş bir tango, Dans hikayemi ilk saniyesi gibi hoş yazamıyorum. Emek mi verilmesi gerekiyordu bu ziyan kelimelere? Hepimiz farkındayız, Haberin yok olup bitenden. Senin kendini kurtardığın bu ağrılı gecelerde, Seviştiğim mektuplarım var benim. Ulaştıramıyorum sana hiç birini. Biliyorsun, Bilmiyorum adresini.. Kusarak da atamıyorum içimdeki nefreti. Hayallerimde, En büyük düşmanım haykırışlarıma ses vermişken, Yıkıp gelemedin o şiirsiz duvarları. Senin için de anlamsızdı aile, Parçalarını toplayamadığım çocukluğu, Beni kanatırmışçasına bitirdin. Ölü cesetler topladık o huzurlu yuvamızdan. Zaten tek kişilik aşkıma da sadık kalamadım. Dün yeni dudaklarla tanıştım, Hücrelerime dokunduğun o yüz metrekare içerisinde. Çelimsiz, yorgun bedenini görmeyi istedim, Dönerken. Olmadı. Sessizliğin yoksun sokaklarında kaybolup durdum. Sesimi de duymadın. Pes edeceğim son saniyelerde, Tanrı suratıma tükürdü. Sanki hissediyordu içimde hissettiğim aşksı alevi. Sanki o da biliyordu sevmeyi. Yanlış anlama, Tanrı sevmeyi bilseydi, Senin gibi bir adamın arkasına bakmadan gidişini engellerdi. İnsanları, Karanlık ya da yemyeşil yaratmazdı. Neyse, Biliyorsun ki beni bulabileceğin yerler kısıtlı sevgilim. Bu şehir, Tanımaz benim gibi hüzünlü başka bir kadını. Arzularını da al gel, Hala sana açık bu kapı...
Perşembeleri Hiç
Sevmezdi
Çelimsiz Adam
Nur
Kahya
YEDI SORUDA “FLÖRT” HAKAN ÇAĞLAR RÖPORTAJI
Öncelikle Merhabalar Hakan.. Flört’ün çok karma kültürlerden yansımalarınızı görüyoruz. Bunlar dördünüz bir araya geldiğinizde oluşan bir hadise mi yoksa oturulup üzerinde detaylıca kafa yorulmuş bir proje mi? Biz bu dört renkli gökkuşağını oluşturuyoruz. Çeşitliliğimiz zenginliğimizdir. Sanatımıza çok yönlü bakış açıları katmak içimizde var. Hepimiz farklı coğrafyaların insanlarıyız. Aramızdaki bu barışıklık ve kültür uzlaşması umarım tüm dünyaya yayılır. Kişisel hayatlarınızda müzik harici başka hobileriniz var mıdır? Nelerle uğraşıyorsunuz? Sanatın bir çok yönü ile ilişki içindeyim. Hepsi hobi idi, ama şimdilerde profesyonel olmaya başladılar. Mesela heykel şu sıralar revaçta. Resim çiziyorum, hatta bir çizgi romana başladım. Asıl branşım M.S.Ü, okuduğum ise hat. Ama şu aralar en çok senaryo yazmak için kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Çünkü çizgi romanın senaryosunu kendimiz yazmaya çalışacağız. “Tehlikeyle Flört” filminiz büyük bir kitle tarafından çok tutuldu bildiğimiz kadarıyla. Bu proje nasıl ortaya çıktı ve devamı gelecek mi meraklar içerisindeyiz... Evet, özellikle televizyonlarda yayınlandıktan sonra büyük bir ilgi gördü. Bu proje, aslında üniversite yıllarından beri düşündüğümüz bir proje idi. İlk önce bizim kliplerimizi izleyen bir yönetmenden teklif geldi. Fakat senaryoyu beğenmedik. Ardından Limon Yapım ile anlaşıp filmi çektik. Aslında seri olarak üç film anlaşmamız var. Yani iki film daha var sırada. Bakalım ileride neler olacak.
Bizce ‘Rasta baba’ seneler geçse de asla eskimeyecek şarkılardan biri? Nedir bu ‘rasta baba’ nın hikayesi? Bunu Ozan’a sormalısınız. Hikayesini o daha iyi anlatır.. “Lan Oğlum Böyle Olmaz” benim şarkım mesela. “Aşk Böyleymiş Meğer” klibinize baktığımızda çok farklı bir Flört ile karşılaşıyoruz. Bunun sebebi nedir? Aşk Böyleymiş Meğer adlı albümde Fuat Güner prodüktörümüz oldu. Bir çok farklı şey denedik. Klipte bir kızı dans ettirmemiz ve şarkının pop öğelerine çok yakın olması farklılık yarattı. Hakan, bize kişisel olarak projelerinden söz etmiştin. Nedir tam olarak bu projeler? Neler yaparsın? Evliya Çelebi ile ilgili bir çizgi roman projesi üzerinde çalışıyorum altı yıldır. İlk önce çizerek başladığım bu proje için harika sanatçılardan oluşan bir ekiple çalışıyorum artık. Ben de senaryosunu yazıyorum. Evliya Çelebi’nin 400. Doğum gününde UNESCO tarafından dünya insanlık tarihine yön veren 20 insandan biri olarak seçildiği yıl (2011) belediye ile anlaştığım Evliya Çelebi ve İstanbul’u anlatan bir resim sergisi ile başlayan bu macera, bir çizgi roman projesi haline geldi. Herkesin ismini bildiği ama kimsenin detayını bilmediği bu milli kültürümüzü işleyip halkımıza ve kültürümüze hediye vermeyi amaçlıyorum. Bir başka projem ise Flört’ten ayrı bir müzik projesi. İsmini Çağatay ile Ozan koydu. “Timsahın Gözyaşları”. Bu projede sadece benim bestelerim olacak. Yine harika sanatçılardan oluşan bir ekiple daha çalışıyorum bu projede.
Son olarak Dimağ Fanzin okuyucularına bir sanatçı, ağabey olarak söylemek istediğin şeyler var mı? Canım kardeşlerim hepinize selam olsun. Düşünün ki büyüdünüz ve bir kurumda ya da başka bir yerde işe girdiniz. Günde en az ne kadar çalışacaksınız? 8- 10 saat. Belki de bir asgari ücret için ve birilerinin şirketi gelişsin, büyüsün diye sabahtan akşama kadar büyük bir özveriyle çalışacaksınız. Halbuki herhangi sevdiğiniz bir şeyi günde 1 saat bile ilgilenseniz insan mükemmellikle karşılaşıyor. Ve yaptığı şeyi çok iyi yapıyor. Ödev ya da dersten bahsetmiyorum. Sevdiğin şeyle ilgilenmekten bahsediyorum. Bir eğitmenden bahsetmiyorum.. Lütfen kendinizi eğitmeye müsaade edin. Kendinizle ilgilenin. Gündn bir kaç saat kendine harcamayıp, başkaları için on saat harcamayı göze almayın. Eğitimi kötüleyerek kendinize küsmeyin ve bunun kurbanı olmayın. Çok değerlisiniz, kıymetinizi biliniz. Sevgilerimle...
BENIM ADIM ZÜHRE Gecenin o kirli karanlığında ellerimi kullanmadan kaburgalarının ardına dokunmuş, kalbini bin paçaya bölmüştüm; hatırla. Sen şair değil yarasın. Şirin can yakıyor. Yüreğin avucun kadar, avuçları aldığı kadar dünya. Nasıl unutursun beni yerle gök arasında? Ben seni hiç sevmeseydim yahut hiç bilmeseydim sevmeyi yine de sevmek mi kurtarırdı bu dünyayı? Büyümeyen gözbebekleri ve sırası gelmeyen ölümler mahvetti bizi. Kan kusarak rutubetli bir odada can vermiş şairin ardında bıraktığı tek kare fotoğrafında deniz manzarası karşısındaki gülümsemesiyim. Şairin bedeni günden güne çürüyecek kara toprak altında. Sen, kâbusunu anlattığında musluktan akan suyun tüm kötülükleri alıp gittiğine inanacaksın, bense derdimi okyanuslarda dahi boğamayacağım. Saçların uzadığında, yokuşu çıkmaya ciğerin yetmediğinde, günler takvim yapraklarını koparır gibi kolay geçmemeye başladığında… Yaşarsın sevgilim. Yaşarsın. Bırak dışarıdaki dünya dışarıda kalsın. Umduğun gökyüzü için göz yumduğun kara toprak; şakaklarına dayanmış silah kadar gerçek. Ben bu hayatta sadece bir defa senden kaçmak istedim. Ne yaptıysam yastığımdaki cehennemden kurtulamadım. Yâr benden geçmiş, hatta hayat benden geçmiş olsa bile; kar yağıncaya ve sen benim oluncaya dek… Bu zamanda kolay değil böyle bir şey. Bin baharın ardından adını unutursam Dicle kurusun.
ŞEVVAL ŞİRİN
KIRILAN VAZO
Süzülür şimdi yumulan gözlerimin yaşları Suspus olmuş ağzım ve tıkalı kulaklarımla beraber Ne gerek var şimdi üç maymun oynamaya Üçüncü kişi olmak varken. Her bahar dökülür saçlarım ilkine ve sonuna aldırmadan Ne ağaca ne de yapraklara inadımdan değil Mevsim değişikliğinden. Yok ki mevsimlik kazağım giyeyim Hadi kazağı boşverdim yine de keşke Keşke mevsimlik duygularım olsaydı. Yıkar paklardım onu hatta yama bile yapardım Yamalarda kurtuluş değil Hani şu kırılan vazoyu yapıştırma misali Ya da gönlü onarma işi. Bu izler! Sanma ki geçer köşeye seni izler Mesela benim üç tane görünen izim Gizlediğim izlerim... -hey yavrum heyÇatlak görünüp de sapasağlam ayakta durmak haylice zor Annem göster ama elletme dedi Çatlaklarından içeri sızmaya çalışan olur Beceremezsiniz, dağıtırsınız vazoyu! Gösterdim. Ellediler. Sızdılar. Dağıttılar. Tamam, “Dur” diyemedim de, vur da diyemedim Tuz-buzdan öte yok ettiler vazomu Ama henüz oynamadım son kozumu “Anne aklımı gördün mü?”
BURHAN OCAK
SAYFALAR ARASINDAKİ O GÜZEL FOTOĞRAFLARIN SAHİBİ BİZE KENDİNİ ANLATTI; Çocukluğumdan beri imgeler zihnimin içerisinde dolaşmaya başladı. Yansımalar, gölgeler ve siluetler… Üniversite yıllarıma kadar bu imgeleri izlemekle yetindim ve bazılarını hafızamın bir çekmecesine yerleştirdim ama bu benim için yeterli olmadı. Aynı zamanda onları dondurulmuş birer an olarak da görmek istiyordum. Bölümüme geçtiğimde aldığım bir fotoğraf makinesi ile nesneleri, gölgeleri ve ışığı kaydedebilme imkânına sahip oldum. Artık çocukluğumdaki tüm bu imgeler bir çerçevenin içerisinde yer alabiliyorlardı. O günden beri fotoğrafa olan ilgim daha da arttı ve fotoğraf hayatımın bir parçası haline geldi. Fotoğrafın anı kaydetme, belgeleme ve topluluklara olayları gösterebilme yeteneğini okuduğum bölüm olan Basın Yayın ile birlikte düşündüğümde ortaya toplumsal belgeci bir kimlik çıktığının farkına vardım. UNFPA’nın başlattığı bir projeye katılarak mevsimlik tarım işçilerini fotoğraflama imkanı buldum ve proje bitiminde kişisel fotoğraf sergim olan “Mevsimlik Hayatlar” adlı fotoğraf sergimi insanlarla buluşturdum. Arkasından savaşın izlerini görmek ve bu izleri fotoğraflarla anlatmak için mültecilerin hayatları üzerine odaklandım. Zihnimdeki bu arka plan beni toplumsal belgeci bir yapıya büründürdü. Ayrıca son zamanlarda büyük bir ilgi gören sokak fotoğrafçılığına merak sardım. Hayatımdaki karşılaştığım her şeyi fotoğraflama ve olayları diğer insanlara anlatma isteğim hiç eksilmeden devam ederken Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat ve Tasarım Fakültesi’nde Görsel İletişim Bölümü’nü kazanarak yüksek lisans yapma imkanını yakaladım. Çeşitli projeler ile birlikte sokak fotoğrafları, belgesel fotoğraf, sürreal fotoğraf gibi alanlarda çalışmalarıma devam ediyorum.
Aytaç AYKUT
Parmaklarımı Bir Şeyler Hasretle bilyeleştiririm sabrımı çocukluğuma Sıkıştırsın Varsın ayağım bir mahalle maçında burkulsun Camdan kibrimi 2
tebessümden bir balyozla kırarken ellerim İstiyorum ki parmaklarımı da bir şeyler sıkıştırsın Titizlikle bilgeleştiririm serseriliğimi gençliğime Varsın cesaretim birine sevdalandığında kırılsın Selden heyecanımı umutsuzluğun mazgalına ulaştırırken dilim Parmaklarımı istiyorum ki başladıkları yerlerinden bir şeyler sıkıştırsın İstekle bölgeleştiririm ölümü yetişkinliğime Varsın cesedim Anadolu’nun bir köyüne gömülsün Eşyadan nefesimi geniş bir odaya koyarken anneliğim Parmaklarımı da başkasına ait parmaklar sıkıştırsın istiyorum
NECİP FAZIL SAY
CANGIANTE
Yıkılana kadar yumruklanan duvar, kırılana kadar çarpılan kapı, camlar patlayana kadar açılmış müzik… Basit bir cümleyle giriş gibi olacak ama insanların gerçeklerle ciddi anlamda yüzleşmesi gerekiyordu. Çünkü bana göre hayaller bile olabilitesine göre planlanmazsa boşlukların topluma salınmasından başka bir şey olmuyordu. Ve biz insanlar, boşlukları kurcalamayı sırf farklı olanı ve anlayamadığımızı büyük harflerle yazmak için hikayeler arıyorduk. Evet, başkalarının hayatına burnumuzu sokuyor acı ve pas tutmuş olayları günyüzüne çıkarıp bunlardan besleniyorduk. Acıyı ve pisliği seven bir toplumduk. Bu nedenle çoğu olayı zaten çözebilecekken bile dallandırıp budaklandırıyorduk. Amaç çözüm değildi, amaç sorunlu bireyler olmaktan ve bunu popülarite haline getirmekten geçiyordu. Acımızı başka acıları duyarak bileylemekten ve acı yarıştırmayı sidik yarıştırmaya çevirmemizden geçiyordu. Halbuki bu toplumda gerçekten hasta bireyler vardı. Kimseye asla belli etmek istemeyecekleri kadar düşmüş insanlar da vardı. Ama asla günyüzünde onları göremezdik. Hikayemi yıllarca merak ettiler. Benden nefret de ettiler. Bu iki cümleden eminim. Çünkü nefretten emin olabilirken sevgiden asla emin olamadım. Her kelimem sanırım kavgaydı. İki dengesiz genin dünyaya bırakabileceği kuşkusuz en büyük silah, çocuklarıydı. Her şeyi vurabilirdi bu çocuk; ben de öyleydim. Yerine göre sevgiyi, yerine göre nefreti vurabilirdi. Hedefi sanırım bu iki genin yaptıklarının izi belirliyordu. Son zamanlarda konu biraz daha değişti; kentsel dönüşümdeki gibi, aynı işlev aynı eksik aynı tiplerde tasarlanan, imara açılan yerlere dikilen ahmak binalar gibiydik. İdeal çocuklar olmamız isteniyordu. Hedefi aynı tutmak aynı anda o noktaya binlerce kurşun değil miydi? Ya o çok güvenilen hedef binlerce kurşunu kaldıramazsa? Yıkıntının altında kalacak bizler değil miydik? Toplumdaki genlerin yeni nesil genlere yapmak istediği şey bozulan kumandayı vurarak tamir etmek gibiydi. Ya da nasıl çalıştığını bilmediği makineye aptal programlar yükleyip, kurcalayıp, toptan yok etmesiydi. Bizler makine değiliz, ‘’en azından bu tarihte değiliz.‘’ gelecek tarihte daha az kurcalanmak üzere! Adiós
CEREN KARTAL
DÜŞERKEN tersten doğduğumu düşünürken yere çok hızlı düştüm gezegenlere küfrederken bahçeden topladığım çileklerle yola düştüm bazı anlar şiir gibiydi diye kendimi ozan sanıp balkondan düştüm ve ben senin kırmızı kaplı defterine kazınmış siyah bir düştüm bazen bağırırdım gezegenlere sizin tanrınız yok derdim ve kızdılar bana ve sadece dediler kızım, kötü yola düştün
İREM GENKERTEPE
GÖKYÜZÜ
Yarasalar uçuşuyor şehrin her bir tarafına, gecenin lacivert karanlığında. Özlediğim serinlik, bulutların yumuşaklığında gizli. İnsanların susmayan ağızları yoruyor bu insanı, İnsan gibi insanlığından bıkmış kambur sırtlı ruhları. “İntihar düş çizgisi” diye bağırtıyor yüksek camlı binalar, yorgun adamları. Yorgun kadınlar ise, gün doğumunda bambaşka koyunlarda, Benliğini çalmış adamların yollarını gözlüyor. Ezandan korkan çocuklar, öğle sıcağındaki parkları özlüyor. Tüm bu aklı başında olan canlıların iç yarası gökyüzü, Kıskanıyorlar aynaya baktıklarında o kadar aydınlık o lmayan yüzü. Bir avuç içi kadar karmaşık, Bir poşet kadar saydam, içi boş hayatları atamıyorlar bir kenara, Oyamıyorlar, tanrı gibi boş bakan bir gözü…
NUR KAHYA
OBİ’DE YÜZERİM Şarkılarım hiçbir zaman radyoda çalınmayacak, şiirlerim hiçbir zaman kitaplara basılmayacak, resimlerim hiçbir zaman sergilere çıkmayacak. Hiçbir zaman tam anlamıyla kontrol edemeyeceğim duyguların yazıya dökülüşüdür bu, kağıt üzerinde yer alamayacak kadar soğuk bir dökülüş. Belinin ve kasıklarının müze gibi oluşu. Gözlerine baktığımda, görebildiğim kıvılcımlar. Bunun beni ağlatması gerekmiyor, seni hiç ağlatmıyor, ağlatmayacak. Kurduğum hayallerin hepsi beni adeta kanser edecek, sen beni kurtaramayacaksın, çünkü taksi paran olmayacak. Sonrasında seninle morgun içinde sarılarak uyuyormuşuz gibi bir uyuşukluk. Her şeyin gittikçe zorlaşması. Senin yeni yaşamlar, yeni insanlar görecek kadar umutlu olman, bir yandan da kendi yaşamından vazgeçmen. Bir kabusta, tavandan yatağına; yanına düşeceğim. Arkanı döneceksin, sırtına dokunacağım, özür dilemek isteyeceksin. O kadar “ben böyleyim, ben böyleyim” diyeceksin ki. En sonunda sana bir bardak su getireceğim. Karaya vurmuş gibi çaresiz ve umutsuz olmam. Sen uyurken ayaklarının üzerini ikinci bir yorganla örtmem. Gözlerin yarı açık uzattığın sigarayı titreyerek almam. Kafamı patlatacak kadar yoğun düşlerim.. Hiçbir zaman radyoda çalınmayacak. Kitaplara basılmayacak. Sergilere çıkmayacak.
IREM GENKERTEPE
YOKSUNLUK
Üşüyorum, dışarıda yalnız üşüyorum. Sen doğuyorsun birden bire gözlerimin önünde, yağmur ile birlikte. Tanrının bana yolladığı bir armağan gibi, üşüyen yanlarım hayale dalıyor. Yaklaştıkça uzaklaşıyorsun. Uzaklaştıkça, şarkılarınla dokunuyorsun bedenime. Sanki çığlıklarını bana duyurmak istercesine. Kendi çığlıklarımı unutuyorum, Sular içinde çırpınırken yüreğimdeki kuraklığa dalıyorsun bir başına. Her iz, yeni bir tohum filizlendiriyor. Her gece o kurak toprakları tavaf ediyorsun sen. Sonra, koca arazideki tek güle eğilip fısıldıyorsun ismini; “Umut, Umut, Umut....”
İşte o zaman başlıyor asıl hikaye... Beynim, çare, kalbim, sen, dilim, kristal cam parçalarına bulanıyor. Kanıyorum, faili meçhul cinayetlere. “Kusursuz” oluyorum, imkansız oluyorum bir türlü sana doğamıyorum. Adını aşk koyduğum; saflığındaki dünyaya gözlerini açtığında, ilk gördüğün ben olayım istiyorum. Beynimi yiyen kurtçukları temizlemek isterken, kendimle yüzleşiyorum. Her metrekaresi günahkar, her metrekaresi kaos olan fahişe bedenimden, insan eli değmemiş aşklar/anlar kusuyorum.
NUR KAHYA
Şimdi ise sana diyemem; bekle. Şimdi ise, her kaçışlarımda olduğu gibi kaçmayacağım gerçeklerden. Biliyoruz ki olmuyor, aç susuz kalınmıyor. ...Ve tüm hikaye yeniden başlıyor....
DAWID PODSIADŁO
WHERE DID YOUR LOVE GO?
Aşkın Nereye Gitti?
Durup gitmeni istedim, bütün hislerimi yaktın Bu yüzden artık göremiyorum Buraya bıraktığım hasarı Tekrar denemeni rica ediyorum Bütün canavarların öldüğünü gördüm Eminim ki, değişecek olan benim Bu yüzden, hala soruyorum Aşkın nereye gitti? Gerçek mi? Burada mı?
Atmosfere durması için yalvarıyorum İyi hissettiğimi düşündüğünü biliyorum Ve sen, gördüğüm tek dünyanın benim canavarlarımın yaşadığı dünya olduğunu söyledin Aşkın nereye gitti?
Ä°rem Genkertepe @luciferiando
dimagfanzin@gmail.com
Nur Kahya @yosungibiyiz