Aziz Lukas’ta Kahvaltı yazan efe elmastaş nokta virgül muhammet aldemir
FANKİT HAREKETİ -Şu coşkun deniz ne zaman durulur?
-Durulacağı zaman.
Hikâyeler bitmez. Bir anlatıcının kulağınıza fısıldadığı o öyküleri kastediyorum. Kalabalık, kaldırımlar boyu akarken sizi yazmaya iten, hayat bağlarınızı koparırcasına dış dünyayla ilişiğinizi kesen o kuvvetli zamanlardan… Sayfalar boyu yazarsınız ve paylaşma isteği dayanılmaz bir hal alır. Cümlelerinizde karakterin sözleri, bulunduğunuz mekânlarda soyut siluetiyle karşılaşırsınız. ….ve onu yaşatmak istersiniz. İşte FANKİT hareketi böyle bir nüvenin meyvesidir. Özgür bir yayın kafasının, her şeye rağmen basma inadının eseridir. Bırakın yayınevleri, çok satan yazarlarını ve reklamlar olmadan beş para etmeyen kitaplarını yayımlayadursun. Kitapevleri vitrinlerini best seller kitaplar doldursun. Bizler kendi yolumuzdan yürüyelim. Frankenstein veya Pinokyo fark etmez. Caddelere fırlatalım, elden ele dağılalım. Meraklı gözlerin önlerine sererek metinlerimize can verelim. BU SESİ DUY YAZAN KİŞİ! Elin beyaz kâğıtlara bulaşsın. Cümlelerin sokağa karışsın. Ne olursa olsun BAS! FANZİN APARTMANI
Elinizde tuttuğunuz fankit, Kara Duvar olarak başlayan ama beynimin içinde dönmeye devam eden o dünyanın hikayesidir. Belki de o dünyaya her geçen günden daha yakınız ve kaybediyoruz. Kendi ellerimizle ördüğümüz bu yeni esaret, gün gelip bizleri mahkum edene ve dönüştürünceye kadar sürerek, gene kendi kabülünü kendi içinde doğuracak bir salgın. Üzücü olan ise gene sistem içi araçlardan medet umduğumuz ve her çarpışta bir adım daha geriye fırlatıldığımız gerçeği. Durup izlemek ve izlenildiğimizi bilmek arasında geçen bir paradoksta ellerimizde kalan tek şey belki de bu. Tükenmemeye devam!
Ö
nünde ip gibi dizilmiş insanlara bakıyordu. Tek tip kıyafet ve donuk bakışlarla bileklikler için sıradaydılar. Bir noktaya sabitlenmiş gözlerinde arayış yoktu. Ellerinde bir kâğıt, bankonun önündeydiler. Arsen sırası gelen kişinin elinden kâğıdını alıp bilgilerini dolduruyor, mührünü vurup titanyum bilekliğinin takılması için yan odaya gönderiyordu. Bazen bu girişler o kadar uzun sürüyordu ki tüm gününü alabiliyordu. Onlu gruplar halinde gelip yerleşen, tedavi edildikten sonra çalışma kamplarına yönlendirilen yüzlerce insan. Millet için şuursuzca alın teri döken, ülkenin dört bir yanında dağılmış binlerce BİDA (Bilinç Düzenlemesi Yapılmış Mahkûm). Topluca akıl hastası mıyız, yoksa devlet mi delirmiş durumda? Engel olamadığı, günün herhangi bir zamanında aklına gelen bu soruyla yaşamaya çalışıyordu. Aziz Lukas Hastanesi artık onun eviydi. Önceki hayatının hiçbir önemi, dahası hatırlamaya değer anıları yoktu, yasal olarak silinmişti. Anımsamak istediğinde ise buruk bir acı duyuyordu. Öğrenilen bilgiler yerindeydi ama anılar... Kopuk sanrılar yerine gelen sadece yeni, sıradan şeylerdi. Arkası yoktu. Bir çocukluk hikâyesi ya da yaşadığı ev, hiçbiri... Bu sırada başlarına çuval geçirilmiş halde, elleri ayakları kelepçeli iki kişi getirildi. Her birinin kolunda iki ulusal muhafız vardı. Hızlıca koridordan geçtiler. Hafif dozda rahatlatıcı maddelerin verildiği bir yer olan alt kattaki sakinleştirme odasına götürüldüler. Arsen arkalarından öylece bakakaldı. Kısa bir süreliğine, kendisinin de böyle getirilmiş olabileceğini, yerlerde sürüyerek veya dövülerek odaya tıkılmış olabileceğini düşündü. Kopmak istemediği dünyadan geriye tarihi silik biri kalmıştı. Kimse onu arayıp sormuyordu. Zaten buradaki hastalardan kimse aranıp sorulmazdı. Önüne 1
dönerek işlemlerine devam edecekken karşısındaki insan topluluğu bile denemeyecek yığına baktı. Kafaları hala aynı yönde ona bakıyordu. Kayıtsızlık ve his yitimi… Flüratron ile tanışan beyinlerin verdiği sonuç. Onlar için biçilen doğallıklarını yaşıyorlardı. Kayıt işlemlerini bitirip ortalığı topladıktan sonra odasına çekilmesi söylendi. Hastane içi hizmetlerde bulunan kişiler diğer hastalardan farklı bir blokta ve tek kişilik odalarda kalıyorlardı. Belki de hayatındaki tek lüksü buydu. Yavaş adımlarla koridorda ilerlerken iki hastabakıcı ona seslendi. - BİDAA! Nereye gidiyorsun? Olduğu yerde durdu, sakin bir şekilde arkasını döndü: - Odama çekilmem söylendi. - Hadi! Kaytaracak zaman değil, gel bizimle. Az önce kafasında çuvalla gelen iki hasta üst katta, özel müşahide odalarında bekliyorlardı. Üç kişi asansöre bindiler: - Yukarısı muhafız kaynıyor. Kim bilir bu gelen kim? - Devlet kolayını bulmuş, kafasına uymayanın belleği silip geçiyor. Bu sözden sonra Arsen’in yanlarında olduğunu hatırlayıp toparlandılar. Bir BİDA’nın göz bebeklerine bakan herhangi biri, bir gün kendisinin de böyle olma ihtimalini mutlaka düşünür. Bu, üzeri örtülmez bir korkudur. Kata geldiklerinde onları iki ulusal muhafız karşıladı. Üstlerini aradılar, kimlik kartlarını inceleyip izin verdiler. Koridor kalabalıktı, odaya gidinceye kadar altıdan fazla muhafızla karşılaştılar. Hepsi de onları en az bir kere süzüyordu. Kapıya geldiklerinde hastabakıcılar içeriye girmeden bir süre bekletildiler. Kontrol odasından izin alındıktan sonra kapı açıldı. Onu yatağında oturur şekilde buldular. Orta yaş üstü, sert bakışlı, kır saçlı biriydi. -Adınız? -Yuri -Soyadınız? -Devyatayev -Mesleğiniz? -Oraya aynen şöyle yaz evlat. “Bu soruyu sormaya yetkim yoktur.” Hastabakıcılardan biri, diğerinin yüzüne baktı, dudak kenarıyla “boşver” 2
manasına gelen bir hareket yaptı. Bu sırada Devyatayev olaydan kopmuş şekilde etrafını süzen Arsen’e bakıyordu. İmzalamak için uzattıkları kâğıda koca bir çarpı işareti attı. -Şimdi gidin buradan! Hastabakıcılar onunla hiç diyaloğa girmeden işlerini yapmaya devam ediyorlardı. Değişmesi için pijamalarını uzattılar ve beraberinde getirdikleri siyah bir poşete eşyalarını doldurmasını söylediler. Devyatayev onlara çıkmaları konusunda ısrar ediyordu. Bu sırada odanın içindeki megafondan ses duyuldu. - NE İSTENİYORSA ONU YAP! ARKANI DÖN VE GİYİNMEYE BAŞLA! Kızaran yüzü, titreyen elleriyle arkasını döndü, pijamalarını giyerken boynunun gerginliğinden yüzünün kasıldığı belli oluyordu. Yerde bıraktığı eşyaları söylendiği gibi poşete koydu, yatağa oturdu. Arsen, bu adamın bakışlarına kilitlenmişçesine bakıyordu. Zihninde ona ait olduğunu düşündüğü veya varsaydığı şeyler vardı. Nedensiz bir odaklanma gibi, ötesi yok. Arsen’in adama baktığından mı veya gerçekten daha önce tanıdığından mıdır bilinmez, Devyatayev de ara ara onu kesiyordu. Hastabakıcılar eşyaları alıp odadan çıkarken o hâlâ adama bakıyordu. Bu sırada Devyatayev bir saniyeliğine Arsen’in gözlerinin içine bakarak kaşlarını hafifçe oynatıp kafasını çevirdi. Bakıcılardan biri: - Bu gerizekalının ilacını fazla kaçırdılar galiba. Hadi pislik herif, işimiz çok! İkisi de aralarında gülüşerek diğer mahkûmun bulunduğu odaya gittiler. Girdiklerinde adam boylu boyunca yatıyordu. Kapının açılmasına, gelenlerin seslerine rağmen kıpırdamamıştı bile. Bakıcılardan seslendiler ama herhangi bir şekilde hareket yoktu. Megafondan: -BİDA! Git ve mahkûmu kaldır. Arsen adamın yanına gitti ve onu sarsmaya başladı. Adamın vücudu bir patates çuvalı gibi bir o yana bir bu yana sallanıyordu ama nafile. Bir an ağzından sızan beyaz sıvıyı gördü. Elini adamın boynu götürüp bastırdı. Beyaz sıvı daha yoğun akmaya başladı. 4
Arkasına dönerek meraklı gözlerle bakan iki hastabakıcıya: -Sanırım bu adam ölmüş. Hastabakıcılar mahkûmun yanına koştular ve boydan boya süzdüler. “Zehirlenmiş” dedi bir tanesi. Odaya bir doktor gönderildi, muayenesi yapıldı. Ölümü tespit edilip kayıt altına alındı. Kısa zaman içinde poşetleyip morga götürüldü. Adamın ağzından akan beyaz sıvı küçük odadaki yeri adeta kaplamıştı. Temizlik için Arsen’i odada bırakıp çıktılar. Odanın ağır ağır paspasını atarken bir yandan da Devyatayev’i düşünüyordu.
… Gece kan ter içinde uyandı. Tam kalkacakken ayağının ranzaya bağlı olduğunu hatırlayıp yavaş hareketlerle bağı çözmeye çalıştı. Rutin alınan flüratronun yan etkilerinden biri de uykuda kısa ama sarsıntılı krizleriydi, ip bunun için kullanılıyordu. Uyku sersemliği hala üzerindeydi. Kısa adımlarla koridorda yürürken boş koridorda bir ses yankılandı. Nöbetçi hastabakıcılardan biri: -Nereyee? - Kendimi kötü hissediyorum. - Bi tuvalete git. Olmadı bana tekrar uğra. Bu konuşmadan sonra adımları daha da hızlandı. Köşeyi döndü ve kendi gibi, iyi halden hizmet görevlisi yapılan BİDA koğuşlarının olduğu bölüme gitti. Koridorda muhafızlardan biriyle karşılaştı. Onu baştan aşağı süzüşünü, tiksintiye bakışını hissetti: - Ne işin var burda? - Tuvalete gideceğim, hastabakıcıdan izinliyim. - İyi, fazla dolanma ortalıkta. Tuvalete geldiğinde ayna karşısında uzun uzun baktı kendine, yüzünü yıkadı. Musluktan biraz su içti ve yüzüne bakmaya devam etti. Belki de hayatının geri kalanında bıraktığı koskocaman bir gizin arkasından bakıyordu. Yaşadığı sürece var olacak en büyük gizeme ve akabinde gelen o şiddetli meraka… Sayısını unuttuğu, kimseye söyleyemediği silik rüyaların hissettirdikleriyle uyanan zihnindeki o akışkan, sayıklamalı duygulara. Aslında böylesi düşüncelere normalde kapılmıyordu ama Devyatayev’in bakışları 5
onun bilinçaltındaki şiddetli devinimi karıştırmıştı. Herkes gibi o da yenilmiş, uyuşturulmuş bir bilinç, bertaraf edilmiş heyecanlar ve bir yok gibi ağır tutkularla yaşıyordu. Durdu ve öylece kendini izlerken ağladı. İleride damlayan musluk ona eşlik ediyordu. Tuvaletten çıkarken etrafı kolaçan etti, kimse yoktu. Kızaran gözleri fark edilse başına bir şey gelebilirdi. Sessizce ilerlerken BİDA koğuşlarının birinden bastırılmış bir inleme geliyordu. Gece sarsıntılarına benzeyen tepinme seslerinden çok ritmik bir kıpırtıydı. Dikkatlice etrafı dinledi ve hangi kapıdan geldiğini buldu. Kapıyı yavaşça araladı ve onları gördü. Muhafız, Lyudmila’nın üzerindeydi ve bir eliyle ağzını diğer eliyle boğazını sıkarak onu çok sert şekilde beceriyordu. Kızın canı o kadar acıyordu ki gözlerinden yaş geliyordu. Arsen nefesini tutup bu olayı izledi. Kızın yüzündeki ıstırabı, muhafızdaki hırçın zevki… Bir an herife dalmak, yüzünü dağıtmak, burnunu kırmak istedi ama içinde o ihtiyaç duyduğu hınç itkisini bulamadı. Bu sırada Lyudmila’nın gözleri gözlerini gördü. Acılı bir ifadeyle ona bakıp gözlerini tekrar tavana dikti. Arsen sessizce uzaklaştı. Odasına dönerken hastabakıcı onun kapısında bekliyordu. Odaya girerken onu dikkatlice kesiyordu: - Nerde kaldın sen? - Tuvaletteydim. Arsen’i çenesinden tutarak duvara yapıştırdı. Nabzını ölçmek için boğazını sıkıp bir müddet tuttu. Bir yandan saatine bakıyordu: - Sen neden bu kadar heyecanlandın? Terliyorsun da! Hastabakıcının suratına öylece baktı. Sıradan bir surat takınmalıydı ve her şey, hatta kafasının içindekiler bile normal bir BİDA’daki gibi olmalıydı. Hızlıca bir bahane bulması gerekiyordu. “Hizmetliler” arasından çıkartılıp “Sakıncalılar” bölümüne koyulabilir, kuvvetli bir tedaviye maruz kalabilirdi. Kartinaklaros ve Ayzerik Şok Tedavisi, bir insanın iflahını kurutmaya yeter de artan uygulamalardı. - Kustum! Hastabakıcı inanmayan bakışlarla: - Eee ne var bunda? 6
Arsen bakışlarını yere eğerek cevapladı: - Bir şey oluyor diye korktum. Hastabakıcı elini gevşetti ve göz kapaklarını kaldırıp Arsen’in gözlerine baktı. Ağlamaktan kaynaklanan kızarıklığı kusma tepkimesi olarak yorumladı ve biraz dinlenmesini söyleyerek onu bıraktı. Sabah yemek salonunda Lyudmila’yı gördü. Sıranın ilerisinde, elinde tepsiyle duruyordu. Sarı saçları öne eğikti, başını örtüyordu. Kahvaltısını aldı ve boş yerlerden birine geçti. Önündekini yemek için otuz dakikası olmasına rağmen o çatalla krom tabldotla üzerinde dairler çiziyordu. Arada bir ağzına bir şeyler atmayı da ihmal etmiyordu. Arsen yiyeceğini alıp yavaş adımlarla onun olduğu masaya doğru gitti. Etrafta çatal bıçak seslerinden başka ara sıra öksürme sesleri duyuluyordu. Herhangi bir BİDA, bir şeyler konuşmaya yeltense sessizlikte bomba gibi patlayacaktı. Bu sırada yanına oturmaya çalışan başka bir BİDA, sandalyenin ayağına takılıp sendeledi. Tabldot masaya düştü, ekmekleri etrafa dağıldı, su kıvamındaki marmelat Arsen ve Lyudmila’nın üzerine saçıldı. Herkes aynı anda oraya bakarken Lyudmila kafasını bile oynatmamıştı. Saçından kırmızımsı meyve parçacıkları akıyordu. Arsen refleks icabı sıçrayıp yerinden kalktı. Sendeleyen adam sürekli özür dilediğini tekrarlayarak elindeki peçeteyle telaşlı bir şekilde bir yerleri silmeye çalışıyordu. Arsen Lyudmila’nın kulağına eğilerek iyi olup olmadığını sordu. Kız bir ona bir de etrafa saçılan ekmeklere bakarken mırıldandı: - Dün gece ki sen miydin? Arsen bir an durdu, ne diyeceğini bilemedi. Kuşku ve korkuyu bir arada yaşıyordu. Kendini açık etse başına kötü şeyler gelebilirdi. Onu tanımıyordu, muhafızla olan bağlarını bilmiyordu. Belki BİDAların arasına koyulmuş casusun biriydi ya da sadece herhangi bir şeyden paçasını kurtarmak için eline almak istediği bir kozdu. Kim bilir, belki de muhafızı seviyordu. Bir hiçin kendisinden daha büyük bir şeye tapınması gibi tapıyordu ona. Kendini ona sunduğunda hiçleşen yaşamına değer katıyordu ya da bu saydıklarından hiç biri değildi. Bir kurtuluş, bir tanık, bir bilinirlik arıyordu. Arsen şansını umuttan yana kullanmak istedi. Kaybedeceği bir şey de yoktu, kazanacağı da. Lyudmila’nın gözlerinin içine baktı ve kafasını salladı. 7
Bu sırada olayı gören hastabakıcılardan birisi hızlı adımlarla yanlarına geldi. Arsen dâhil olmak üzere herkes ürkmüştü. - Hadi yemeğinizi yiyin ve çabuk olun. (Arsen’i işaret ederek) Sen! İlacını aldıktan sonra beni bul, işimiz var. Bakıcı giderken az önce sendeleyen adamın ensesine bir tane patlattı. Onu izleyen diğer arkadaşıyla gülüşerek ilaç arabasını almaya gittiler. Bu sırada herkes yemeğini hızlıca yemeye koyuldu. Lyudmila dışında herkes… Hastabakıcılar ilaç arabasıyla masaların arasında gezinmeye başladılar. Herkese büyükçe bir hap uzatıp yutmalarını bekliyorlardı. Çimen yeşili, meşeyi andıran bu hap, onların kontrol altında olmalarını sağlayan, aynı zamanda hafıza yetisini körelten bir ilaçtı. Hapın o kadar büyük olmasının sebebi ağızda saklanmasını önlemekti. Yuttuktan sonra her hasta ağzını açıp gösteriyordu. Artık bu, içen herkesin bildiği bir şeydi. İlaç turu bittikten ve tabldotlar toplandıktan sonra hastabakıcı Arsen’e el işaretiyle gelmesini söyledi. Elinde dolu bir tabldot vardı. - Hani dün gittiğimiz, yeni gelen adam var ya, bu ona gidecek. Git götür bunu. Arsen’in gözleri Lyudmila’yı arıyordu. Elinde yemekle çıkarken o etrafta görünmüyordu. Asansöre bindi, yeni mahkûmun olduğu koridora girdi. Kapıda hala daha iki muhafız duruyordu. - Bize ne zaman yemek gelecek? Arsen öylece duruyordu. Boş boş yüzlerine baktı. “Geeeç!” dedi muhafızlardan diğeri ve devam etti. “Hepsi vatan haini bu ibnelerin” Arsen içeriye girdiğinde Devyatayev yüzükoyun şekilde yatıyordu, gözleri kapıdaydı. Acınası bakışları, boynunda hafif bir titreme vardı. Ağzından damlayan salyalar yatağa yayılmıştı. Arsen’i görünce yüzünü duvara döndü ve kısık sesle konuşmaya başladı: - Endişelenme, bizi duyamazlar. Sakın ses çıkarma ve beni dinle. Arsen elinde tabldotla öylece kalakalmıştı. Devyatayev devam etti: - Seni geçmişinde tanıyorum, bana yardım etmeli ve bizi bu tımaraneden kurtarmalısın. Sana yalvarıyorum, lütfen bana inan! 9
Bu arada megafondan konuşma duyuldu: - BİDAA! Hadi sallanma, ne bakınıp duruyorsun. Ver yemeği ve çık! Arsen yere eğilip tabldotu bırakırken Devyatayev şiddetli bir titreme ve inlemeyle işemeye başladı. Bu uygulanan ilaçların belirtilerinden biriydi. Olayı kameradan gören görevli hastabakıcıları çağırıp Arsen’e orada beklemesini söyledi. Arsen sırtını duvara yasladı, öylece kalakaldı. Devyatayev daha da kısık bir sesle konuşmaya devam etti: - Şu verilen ilaçları nötralize etmemiz lazım. Sayacağım şeyleri kafanda tut. Limon suyu, aspirin, bulabildiğin kadar amfetamin, tuz. İlaçları toz haline getirip limon suyunda çözüp içmek lazım. Bu bizi biraz olsun kendimize getirecektir, ikimize de yeter. Bana güven, sen oğlumun tarih öğretmeniydin. Seni oradan tanıyorum. Bu sırada iki hastabakıcı hızla içeri girdi. Biri ellerini beline atmış, kızgın şekilde söylendi: - Kancığın yaptığına bak! Ulan köpek sen bir ayaklan da ben sana yapacağımı iyi bilirim. Ellerine eldiven taktılar. Adamın ellerini plastik kelepçeyle kıstırıp ranzaya bağladılar. Altını çıkardılar ve iç çamaşır giydirmeden hasta pijamalarından birini giydirdiler. Sinirli olan hastabakıcılardan biri Devyataev’e iki tane geçirdi. Hep birlikte odadan çıktılar. Arsen koridor boyunca bu sert görünümlü suçlunun dediklerini düşündü. Onu tanıdığını, oğlunun tarih öğretmeni olduğunu söylüyordu. Bir reçete vermişti ve söyledikleri harfiyen aklına kazımıştı. Tutulduğu bu yerde geçmişine ihtiyacı olmadığını o da biliyordu. Yaşanmışlıklar gereksiz ve tehlikeliydi. Zemin kata indiğinde her gün yaptığı işlere devam etti. Kayıt girişleri olmadığından temizlik mıntıkası B15 koridorunun ve odalarının paspaslamaya başladı. Devyatayev’in o hali hala gözünün önünden gitmiyordu. Ara ara bunalmasına sebep olan düşünceler içindeydi. Daha dün iki gardiyanın kolunda gelen bu mahkûm şimdi, onu kendi hapishanesine kapatmıştı. Hem de hiç zor kullanmadan… Bu düşüncelerle bahçeye inip mutfağın arka girişinden depoların olduğu bölüme geldi, Surok’u arıyordu. Ona herkes öyle seslenirdi. 10
Kepçe kulaklı, tavşan dişli ve gözleri sürekli hareket halinde olan bu adam hastanedeki memurlardan sadece biriydi. Onu özel kılan şeyse kural tanımazlığı ve fayda üzerine kurduğu ilişkileriydi. Devleti ve bürokratik mantaliteyi çözümlemiş, icabında sertleştiği gibi, kulak memesi kıvamına gelen de kutsal biriydi. İş yapacağı kişilere (o böyle tabir ederdi) olan yaklaşımı oldukça açık ve dolaysızdı. Biri onun yardımını istediğinde ağzından ilk çıkan soru şu olurdu: “Bunun bana ne yararı var?” Bahsi geçen şey her neyse, aldığı risk karşılında kazancından büyük olmadığı sürece her şeyi yapabilirdi. Herhangi bir kişi veya bir BİDA olması onun için fark etmezdi. Bu onun yardımseverlik anlayışıydı ve onun dünyasında yardım, meydana geldiği andan itibaren pratik karşılığa kavuşması gereken bir olguydu. Hastane içine sokamayacağı şey yoktu, bunu bildikleri için başhekimin bir gözü hep onun üzerindeydi. Bir keresinde, BİDA’lardan birinin bir hafta boyunca Surok’un mutfakta yapılacak işlerin yapması karşılığında içeriye prezervatif sokmuştu. Maksat, ilaç tarafından eritilen son libidolarını bir nebze daha güzel yaşaması için onu kaliteli bir mastürbasyona kavuşturmaktı. Ama BiDA kendisine getirilen prezervatifleri teker teker şişirip hastanenin çeşitli yerlerine astı. Üzerlerinde “Çükün çok kalınmış başkanım” yazıyordu. Tabii olay duyulduğunda gözler Surok’a çevrilmişti ama o tüm şirin görünümüyle “adam kötü bir şey söylememiş” demekle yetinmişti. Hastanede kimse gerekmedikçe üstüne gitmezdi. Bir kara kutu gibiydi. Bütün kirli çamaşırların toplandığı bir sepet. Hatta daha iki ay önce kaybolup sonra esrarengiz şekilde geri dönen iki kadın BİDA’dan da sorumlu tutulmuştu. Bu ilk değildi tabii. BİDA’ların kadın olması elbet tesadüf değildi ama işin daha da ilginci iki gün boyunca kaçak olan mahkûmların geri döndüklerinde hiçbir şey hatırlamamasıydı. Soruşturma bile açılmamıştı, daha sonra mahkûmları ayrı ayrı yerlerdeki çalışma atölyelerine gönderdiler, olay kapanıp gitmişti. Arsen aceleci tavırlarla Surok’u arıyordu. Önce mutfak tezgâhlarının olduğu yere gitti, etrafa bakındı. Mal taşıyan BİDAlardan birinin yanına yaklaştı ve usulca onun nerede olduğunu sordu. Bu soruyu sorarken o kadar sesini inceltti ki bu olaya şahit olan herhangi biri Surok’u sorduğunu anlayabilirdi. Bu adamın sıradan bir BİDA tarafından aranıyor olması insanlarda çarpık bir şeylerin meydana geleceği izlenimi uyandırıyordu. Arsen’in sorduğu BİDA, hafifçe kafasıyla depo girişini göstererek işine devam etti. Arsen sağ 11
sola bakarak etrafı kolaçan etti ve sonra içeri girdi. Deponun ofisinde onu gördü. Ayaklarını uzatmış, ağzında Parlament sigarasıyla Pust Govoryat programını izliyordu. Seyirciler şiddetli bir ağız dalaşı içinde, birbirlerine hakaret sınırlarında dolaşan laflarla saldırıyorlardı. Surok oldukça memnun gözüküyordu. İçeride yoğun bir sigara dumanı vardı. Normal şartlarda herhangi birinin bunu yapması mümkün değildi ama o yapabiliyordu. Arsen bir süre kapının eşiğinde durdu ve bu anı izledi. Bir kemirgeni andıran bu adamın şuan başhekim bile gelse, hafif bir toparlanma ve yavaş hareketlerle sigarasını söndürmekten başka bir şey yapmayacağına emindi. Omzunu yavaşça dürttü. Adam o kadar dalmıştı ki irkilerek doğrulup arkasını döndü. Sertleşmiş hatlarıyla Arsen’e bakıp onu baştanbaşa süzdü. - Rahatsız ediyorum, kusura bakma ama… - Evet, rahatsız ediyorsun. Rus medya dünyasının belki de tarihe geçecek en ateşli tartışmalarının tam ortasında gelip beni dürttün, hayrola BİDA? Bu arada televizyonda konuşan kadın çığlık çığlığa bağırıyordu: “Seni aşağılık domuz, orospu çocuğu... Evlenme yıldönümümüzde beni aldattığın yetmiyormuş gibi bir de bugün, bu programda hem kardeşimle hem de annemle yattığını öğreniyorum. TANRIIIMM! BANA BU ACIYI YAŞATMAN İÇİN NE YAPTIM?” - Pardon! O kadar önemli olacağını düşünmedim. Özür dilerim. - Önemli olacağını düşünmedin mi? Bu dünyada ne dramlar yaşanıyor biliyor musun sen? İşte bunun gibi programlar bunları bize gösteriyor. Karının hem erkek kardeşinle hem de babanla yattığını bir düşünsene! Ne hissedersin? Söylesene! Kısa bir sessizlik oldu. Surok karşısında bir BİDA olduğunu anladığında sorunun saçmalığının farkına vardı ve toparlandı. Az da olsa içi incilmişti. Arsen bir çocuk gibi başını öne eğmiş, yerdeki karo taşlarına bakıyordu. Birkaç saniye kendi hayatına dair olan şeyleri gerçekten hatırlamaya çalıştı, kendini zorladı ama beynindeki boşluğa çarpıp geri döndü. Üzüntüsünden boynunu doğrultamadı. - Eee boşverelim bunları. Ne istiyorsun, söyle bakalım. - Amfetamin istiyorum. Buna gerçekten çok ihtiyacım var. Bunu bana temin edebilir misin? 12
Surok uzun uzun Arsen’in gözlerine baktı. Sesindeki titreme, düzensiz nefes alıp verişler, istediği şeyin çok da masum bir şey olmadığı izlenimini uyandırıyordu. Sakin tavırlarla onu gözlemlerken bu tip bir uyarıcı maddeye olan ihtiyacın nedenini sorguladı ama bu onun için problem değildi. Bir BİDA amfetamin kullanmış veya kullanmamış, bunun onun için bir önemi yoktu. Kafasında tek canlanan soru ondan nasıl faydalanacağıydı. -Bu iyiliği sana neden yapayım ki? Bunun karşılığında bana ne verebilirsin ki sen? Ellerini iki yana açıp boş boş yüzüne baktı, terlemeye başlamıştı. Elinden her şeyi alınmış, çaresizliğe hapsedilmiş bir insanın verebileceği ne olabilirdi ki? Bir an aptalca bir hevesle tek kişilik koğuşundaki eşyaları düşündü. En azından bu birkaç saniyesini aldı. - Evet! Senden ne isteyeceğimi biliyorum ve bu biraz tehlikeli bir iş. Yakalanırsan en iyi ihtimalle bu konuştuğumuz şeyleri hatırlayamayacağın ölçüde tedaviye maruz kalırsın ve sonuçta dün nerede olduğunu bile bilmez bir hafıza eşiğine getirilirsin. Tabii bunu istemezsen seni anlarım ama beni de anlaman lazım. Senden bir şekilde faydalanmalıyım. Büyümüş gözbebekleriyle Surok’a bakıyordu. Devam etti: - Bu gece Başhekimin odasına girip üzerinde Tutanaklar yazan dosyayı almanı istiyorum. Bu kolay olduğu kadar riskli de bir görev, umarım şansımız yaver gider. Arsen bir an kendini toparladı: - Peki, nasıl yapacağım bunu? Her taraf nöbetçiler ve kameralarla dolu, biliyorsun. - Ben sana gereken her imkânı sağlayacağım. Senin yapman gereken sadece sana verdiğim anahtarla odaya girip dosyayı almak ve on dakika sonra yerine koymak. Elbet seni kamera görüntüleyecek ve kayda alacak ama bu yapacağımız, farkına varılmayacak bir şey olduğundan kimse kayıtlara bakma zahmetinde bulunmayacaktır. Saat 22:00’da yapılan hastabakıcı nöbet değişimi esnasında bunu gerçekleştireceksin. Yaklaşık yarım saat nöbetçi hastabakıcıyı oyalarım ve sen de bu sırada dosyayı bana getirirsin. Ben koridorun sonundaki temizlik odasında olacağım ve seni orada bekleyece14
ğim. İstediklerimi aldıktan sonra dosyayı yerine bıraktın mı, iş tamam. Her ihtimale karşı kafana bir kar maskesi geçiririz. Zaten yönetimde, bu konu hakkında bir kıpırdanma olursa seni en kısa zamanda başka bir tımaraneye aldırırım, olur biter. Surok, normalde zor olan şeylerden o kadar kolay bahsediyordu ki onu dinleyen herhangi biri derin devletle bağlantıları olduğunu düşünebilirdi. Aslında Arsen’in karşısında oturan bu sıska herif hastanede, tam da buna benzer bir şeydi. Bağlantıda olduğu, çeşitli işler yaptığı kişiler o kadar çoktu ki, hastaneyi başhekimden daha fazla elinde bulundurduğu söylenebilirdi. Tek yapması gereken meşru yöneticiyle hiçbir zaman ters düşmemekti çünkü yasa koyucu, tokmağını bir başkasının eline vermez ve hep kendi sallamak ister. En azından öyle görülmesini arzular. Faça bozulmadıkça kimin yönettiğinin bir anlamı yoktur. Maksat, oturduğu yerde kalabilmek. Arsen kendine ne söylense kafa sallayarak cevap veriyordu. Etki alanına girmişti. Konuştukları süre boyunca deponun önünden gelip geçen insanlar onlara bakıyordu. Bu kadar zaman bir arada görünmeleri dikkatleri üzerlerine çekmişti. Kaçamak bakışlarla büroya bakanlar, her ne kadar televizyon sesinden bir şey duyamasa da konuşma mimiklerinden, hareketlerinden bir şeyler çevrildiğini anlamışlardı. Surok bunu fark etmişti. Arsen’e böylesi riskli bir iş yaptıracak olması onu daha da önemli kılıyordu. Kısık ses tonuyla: -Yarın akşam olayı bitiriyoruz. Saat yaklaştığında başhekimin odasının olduğu koridorun civarlarında dolanırsın. Benim temizlik odasına girdiğimi görünce sen de gelirsin, anahtarı alır, üzerine düşeni yaparsın. Merak etme, karşılığını fazlasıyla alacaksın. Şimdi uza! Hapishane dünyanın neresinde olursa olsun aynıdır. Devyatayev’in diğer istediklerini içinden sürekli tekrarlıyordu. Verilen ilaçların sersemletici etkisi, içlerinden birini atlamasına yol açabilirdi. Herhangi birini unutmanın, panzehiri etkisiz kılacağını biliyordu. Öğle yemeği sırasında servis bölümünden sızıp limon suyu şişesini baksırının içine soktu, tuzu masadan çaldı. Aspirini de Surok’tan isteyebilirdi ama bu aklına gelmemişti, aklına gelen tek çare aşağı kattaki hastane personelinin kullan15
dığı ecza dolabıydı. Yemekten sonra hastabakıcılarla Devyatayev’in yanına gittiklerinde onu yerde yatarken buldular. Şiddetli kasılma nöbetleri geçiriyordu. İlaçların bazı hastalarda görünen yan etkilerinden biri de buydu. - Bileklerini tutun! Hastabakıcılardan biri el bileklerinden sıkıca kavradı. Arsen’de ayaklarından yakalayıp adamın yüzükoyun vücudunu gerdiler. Diğer hastabakıcı ceketinin iç cebindeki tüplerden bir tane çıkarıp vuruş için hazırladı. El bileklerinden tutan hastabakıcı şaşkın gözlerle ona bakarak eliyle onu engellemeye çalıştı. - Napıyorsun? Hemşireyi çağıralım, o yapsın. Bir şey olu… - Gerizekalı! Bu pisliklerin hepsi vatan haini! Bunu yapmam bile onun için bir şans. Bacağını sıkıca kavrayıp tüpü sapladı. Devyatayev’in kasılmaları hala daha devam ediyordu. Bir zaman sonra biraz daha sakinleşti ve durdu. Yemeğini yere bırakıp odadan çıktılar. Arsen kapı kapanıncaya kadar ondan gözlerini ayıramadı.
… Aziz Lukas Hastanesi’nde geçen yoğun bir günün ardından Başhekimin odasına gireceği saati beklemeye başladı. Tüm gün süren mahkûm girişleri ve BİDA sevkiyatları sırasında her zamankinden dalgındı. Hatta onun durumunu fark eden doktorlardan biri, yeni ilaçların içinde yakın zamanda değiştirilen bir maddenin etkisi olarak yorumladı. Aslında değişen şey Arsen’in kafasındaki düşüncelerdi. Her zamanki gibi akşam yemeğini yedi, haplarını aldı ve odasına çekildi. Akşam saatlerindeki hapların dozajı daha yüksek olduğundan çoğunlukla bir uyku hali oluyordu. Ranzasına oturduysa da uyumamak için kalkıp odanın içinde dolanmaya başladı. Dikkat çekmemek için odasının ışığı kapalıydı ve aralık bıraktığı kapıdan ara sıra kafasını uzatarak koridordaki saate bakıyordu. Yelkovan ilerledikçe heyecanı da artıyordu. Bir ara çıkmamayı, odasında yatıp uyuyakalmayı düşündü. Koparıldığı ve unutturulduğu yaşamının kendisine tekrardan acı çektirmesini istemiyorsa da bilmek, önüne geçilmez şekilde, geçen her saniye ağır basıyordu. 16
Saat tam 22’de odasından hızlıca çıkıp merdivenlere ilerledi. Ayağındaki çoraplar sessizce ilerlemesini sağlıyordu. Merdivenleri inerken üzerindeki sersemlik onun ayağının kaymasına sebep oldu, neredeyse düşüyordu. Bir an durdu ve yüzüne iki sağlam yumruk geçirdi, başını sallayıp yoluna devam etti. Başhekimin odasının olduğu koridorun köşesine geldiğinde çömelip sesleri dinledi, koridor boştu. Temizlik odasına yöneldi, kapıyı yavaşça açıp içeriye girdi. Surok onu bekliyordu. Kısık sesle: - Aferin! Demek geldin. Zaman yok, al bu anahtarı ve odaya dal. Kar maskesi yalan oldu, idare et artık. Koltuğun arkasındaki dosyalar içinde Tutanaklar yazan dosyayı alıp bana getir. Unutma! TU-TA-NAK-LAR! Kafasını sersemce sallayıp onca anahtar içinden Surok’un eline tutuşturduğu oda anahtarına baktı. Durdukları daracık yerde bir süre böyle geçti. “Şimdi bu işi yapacağım ve bildiğim dünya değişecek. Buna hazır mıyım?” kafasından geçen tek soru buydu. Heyecandan eli titriyordu. Orada durmak, bilindik dünyanın öylece kalması demekti. Gördükleri, yaşadıklarıyla midesini bulandıran bu hastane, onlarca hapa rağmen dinmeyen itirazı ve dışkılaşmış benliği onu bu yere itiyordu. “Dışarıdaki dünya hakkında bildiğim hiçbir şey yok.” Hızlıca kendine geldi ve sağına soluna bakmadan temizlik odasından çıkıp başhekimin odasına daldı. Işığı yakmadı çünkü kamera olabilirdi. İçeri girdi ve sırtını duvara yasladı. Gözünün karanlığa alışmasını bekledi, bu biraz zaman aldı. Masanın altında yanan irili ufaklı ışıklarla pekâlâ çevreyi görmesi mümkündü. Koltuğun arkasında sıra sıra dizilmiş klasörleri fark etti ve yavaş adımlarla oraya ilerledi. Oda o kadar karanlıktı ki; dosya sırtlarının dibine kadar yaklaşmadan onların üzerinde yazanları okumak hayli zor oluyordu. Üçüncü sıradaki dosyaların birinde aradığını buldu ve çekip aldı. Odadan yavaşça çıkarken dikkatlice çevreyi süzüp temizlik odasına girdi. - Hallettin mi? - Evet! - Korktun mu yoksa? - Yok, sadece farklı bir şey yapıyor olmanın heyecanı… Surok hızlıca dosyayı karıştırdı ve üç sayfayı çekip aldı. Buruşturup cebine tıkarken yüzüne başarmış olmanın sinsi gülüşü hâkimdi. Onu tekrar 17
Arsen’e uzattı, aldığı yere götürmesini istedi. Geldiğinde bir poşet ilaç onu bekliyordu.
… Devyatayev’in yarım ağızla söylediği bütün malzemeler elinin altındaydı artık. Gece saatinde, aklında kaldığı kadarıyla ilacı hazırlamaya girişti. Çöp kovasını boşaltıp kirli atletiyle sildi, tarif ettiği gibi limon suyunu ve tuzu karıştırdı. Çabuk olmalıydı. Işığının açık olması, hastabakıcılar ve muhafızlar tarafından fark edilebilirdi. Ecza dolabından aldığı aspirini ve diğer hapı yatağın başındaki masanın ayakları altında ezip ekledi. Haplar her ne kadar toz haline gelmiş olsa da çözülmüyordu. Sıvı içindeki topaklanan parçaları bir bir ufaladı ve bir süre bekledi. Kendini o kadar yorgun ve hissediyordu ki olduğu yere yığılabilirdi. Göz kapakları adeta direniyordu. Bitkin ruh halinden, kafa bulanıklığından ve sersemliğinden bunalmıştı. Elinde duran sarı renkteki şeyin ona iyi gelebileceğine inanmak heyecan veriyordu. Çöp tenekesini ağzına götürüp birazını içti. O kadar ekşi ve acıydı ki boyun kasları koparcasına gerilmişti. Hızlıca sirkinip sıvıyı limon şişesine boşalttı. Derin bir nefes aldığı, arkasına yaslanıp şişeye bakarak gülümsedi. “Ya ben neden bunu şişe içinde hazırlamadım ki?” Sabah şiddetli bir baş ağrısıyla uyandı. O kadar başı ağrıyordu ki yataktan kalkacak gücü kendinde bulamıyordu. Çok susamıştı, dili bembeyazdı. Şişeyi de yanına alıp kahvaltı salonuna doğru yürüdü. Her zaman olduğu gibi yemekhaneye doğru giderken koridorda Lyudmila ile karşılaştı, yürüyüşü, kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağayı andırıyordu. Bitkin bir halde, ayaklarını sürüyerek ilerlerken çevresinde yürüyen insanların hiçbiri umurunda değildi. Yanına geldi, elini omzuna koydu. Kız o kadar irkildi ki, neredeyse çığlık atacaktı. -Pardon! Pardon! Özür dilerim. Seni korkutmak istemedim. Kusura bakma. Yüzünde korkudan çok acı vardı, göz göze geldiler. Arsen kızın omzunu hafifçe sıyırdı, derin diş izlerini gördü. Yumruğunu sıktı, hızlı adımlarla basıp gitti. Aklında küçük bir kızın silueti vardı. Kahvaltı sonrasında, ilacını içip Devyatayev için hazırlanan tepsiyi aldı, öncesinde karton bardaktan içtiği meyve suyunun yerine hazırladığı sıvının 19
yarısını boşaltıp tepsidekiyle değiştirdi. Sağa sola baktı, dikkat çekmemişti. Bu arada Sokolniki Part’ta esmer, çekik gözlü bir kadınla yaptığı yürüyüş anı aklından geçiyordu. Kadının elini tuttuğunu, beyaz dişleriyle gülümsemesini seyrettiğini hatırlıyordu. Kırmızı beyaz, kareli babetler... O kadar dalmıştı ki, kapıda onu bekleyen muhafızları bile görmemişti. Hastabakıcı yanına kadar gelmiş, fark etmemişti. Ensesine inen sert bir tokatla kendine geldi. BİDA!! Hadi çabuk ol! Merdivenleri çıkarken tuhaf şeyler kafasından geçmeye devam ediyordu. Bir kilise önünde olduğunu, tahta, ağır kapıdaki eski işlemeleri ve takım elbiseleriyle ona sürekli bir şeyler söyleyen birini hatırlıyordu. Üzgün bir hali olduğunu anımsıyordu. Elinde bir çerçeve vardı. Az olsa da kısa, koyu yeşil çimlerin olduğu çamurlu bir yol... Aldığı ilacın onu bir süre sonra sersemleteceğini bilse de bu anımsamalar ona heyecan veriyordu. Hastabakıcılar kendi aralarındaki konuşmalarından hareketle, zihnindeki çağrışımlar devam ediyordu. “Şefe dedim ki, ya üç gün izin istiyorum, annem hastaymış, görüp hemen gelicem. Ailem Tambov’da olmasa zaten bu kadar zaman istemem dedim, adamın umurunda değil. Ben de kapıyı vurup çıktım odadan.” Siyah, deri bir koltukta oturan, beyaz saçlı bir adam. Yüzünde sinirli bir ifade. İleri geri konuşuyor, hem de alabildiğine küfürlü. Boynunda fuşya renk bir kravat ve beyaz bir gömlek. O an içinde ezilmiş ama gururlu bir duygu. Kaburgalarının tutup ortadan ikiye ayrılması gibi bir his. “Çaresiz açtım anneme telefon, gelemiyorum dedim. Durum böyle böyle. Kadıncağızın sesi buğulandı, bir kötü oldum sorma. İnan bana, nerdeyse o an çıkıp odasına ana avrat sövecektim.” Ağlayan, bağıran, hıçkırıklardan konuşamayan bir ses telefonun ucunda. Sanırım o esmer, çekik gözlü kadın olmalı. Akabinde kolu, bacağı titreten bir korku. Önce derin bir hüzün ve ölesiye korku. 20
Odanın kapısına gelip hastabakıcı kapıyı açtığında Devyatayev yerde oturuyor halde buldular. Ağzından damlayan tükürükleri üzerini ıslatmıştı. Kendinden geçmiş bir halde, gelenlere tepkisiz, köşeye sinmişti. Arsen içinde acıma duygusu hissetti. Onu yerinden kaldırmak, kol kanat germek istedi. Bu sırada hastabakıcılardan biri dikkatle Arsen’i kesiyordu. Yüzündeki mimikleri, kaşları oynatışını bir süre izledi ve tekrar Devyatayev’e döndü. Günlük kontrol ve saatlik ilaç takviyelerini yaptıktan sonra odadan ayrıldılar. Hastabakıcının gözleri hala Arsen’in üstündeydi. Gün boyunca devam eden bu çağrışım ve anımsama hali onu belleğinde, bambaşka yerlere götürüyordu. Üniversite yılları, çocukluk anıları ve daha çok da korkuları... Yüzleşmek zorunda olduğu geçmişi... Kısa süre içinde bir kaçış planının olması gerektiğini bildiğinden araştırma yapmaya başladı. Burada olduğu zaman içinde aklına hiç böyle bir şey gelmemişti. Sistem için BİDA üretim merkezi görevi gören bu yer aslında, hastaneden bozma bir yerdi ve bir hapishane olarak tasarlanmamıştı. Çevrede muhafızlar, nöbetçi kulübeleri ve kameralar olmasına karşın merkezin zayıf bir noktası olması gerektiğini düşündü. Duvarlardan atlaması mümkün değildi. Muhafızlardan sıyrılsa, sensörlerden ve gece görüşü olan kameralardan kaçması imkânsızdı. Yarın mahkûm sevkiyat günüydü, bir an onların aralarına karışıp gidebileceğini düşünse de bu çok düşük ihtimaldi. A10’a inip görev listesindeki, temizliğini yapacağı bölüme baktı. Mutfağın olduğu katı gösteriyordu. Ağır adımlarla mutfak katına yöneldiğinde aldığı ilacın etkisi kendini göstermeye başlamıştı. Algısı giderek düşüyordu, refleksleri yavaşlamıştı. Aklında silik bir anının son görüntüleri vardı. Mutfak bölümüne geldi, temizlik malzemelerinin olduğu odaya yönelip gerekli eşyaları aldı. Su doldurmak için musluğun oraya gittiğinde mutfak personellerinden biri seslendi: - BİDAA! Gel şuna el atta boşaltalım. Büyük ağızlı mazgalın başında pis su dolu bir çöp tenekesiyle bekliyordu. Arsen yerinden doğrulup yavaş hareketlerle adamın olduğu yere doğru ilerledi. Yüzünde ukala bir tavır vardı. Adımları yavaştı, yürüyüşü sallantılıydı. Mazgalın oraya geldiğinde yüzüne sert bir tokat yedi. Öylesine sertti 21
ki bir an gözü karardı: - Bak sen şu orospu çocuğuna! Ulan ibne, tavır mı yapıyorsun bana? Senin işin bu, köpek! Böyle hareketlerini bir daha görmeyeyim. Tanrı şahit, seni keser, buradan ait olduğun yere yollarım. Kimsenin ruhu bile duymaz. Yakasına yapışıp Arsen’i sarsıyordu: -Anlıyor musun amına kodumun çocuğu? Götünü sikmeden dök şu suyu ve çöpü, hazırlık bölümünün oraya getir. Yüzüne yediği tokat kafasında şimşek gibi çakmıştı. Yaşaran gözlerini sildi, suyu dökerken mazgalı dikkatlice inceledi. Artık ne yapacağını biliyordu.
… Mazgalın ağzında kalın bir kilit vardı. Çevresini eskimiş, ince katman bir beton tutuyordu. Yıllar yılı ıslanan bir yerde olduğundan aşınmış olmalıydı. Arsen’in gözü oradaydı. Bir ara, o bölümün temizliğini yaparken çevresine baktı ve elindeki paspasla betona sert bir darbe indirdi. Silme bahanesiyle vura vura mazgalın çevresini temizlerken, betondan ufak parçalar koparabildiğinin farkına vardı. Temizliğini bitirip görevlendirildiği diğer işleri yapmaya koyuldu. Akşam yemeğinden verilen ilacı aldı ve hızlı adımlarla ortadan kayboldu. Lyudmila da onda bir gariplik olduğunu seziyordu ama aldırmadı. Arsen kapısını kapatıp gözünü çöp tenekesine çevirdi. Işığı söndürmesiyle birlikte boğazına parmak atarak kusmaya çalıştı. Kendini ne kadar zorsa da olmuyordu. İğrenç şeyler düşünmeye çalıştı. Zihnini zorlarken bir leş kokusu duyumsadı. Biraz daha kastı kendini. Kandan kızıla dönmüş bir halı ve esmer, çekik gözlü bir kadının şişmiş cesedi gözünün önüne geldi. Kustu. Midesi arka arkaya kasılmalarla içinde ne varsa çıkartıyordu. Bittikten sonra, bir süre öylece durdu ve ağlamaya başladı. Bir yandan göz yaşlarını siliyor, burnundaki yemek parçalarını temizleyip tenekenin dibinde ilacı arıyordu. Kara buğday parçalarıyla bulamaç haline gelmiş bezelye taneleri arasında hapı bulduğunda kendini daha iyi hissetti ve yüzünü yatağa bastırarak, bağıra bağıra ağladı. Buna engel olamıyordu. Kendine geldikten sonra kâğıt parçalarıyla çöpün üzerini kapatıp ranzanın altına yerleştirdi. Gece boyunca garip rüyalar görmüştü. Muhafızlar, mahkemeler, ailesi olduğunu düşündüğü insanlar, patlamalar, ölmüş insanlar ve işkence. Kulağında yankılanan o cümle “Yakalanacağına kendini öldür 22
daha iyi!” Sık sık uykusundan uyanıyor olsa da artık sarsıntılı çırpınmaları olmadığından ayağını bağlamasına gerek yoktu. Böylece sabahı sabah etti. Uyandığında her zamanki gibi sıradan bir sabahtı. Aynı şeyleri yaptı. Aynı koridordan geçti, aynı tuvalete girdi ve aynı yemekhaneye gitti. Donuk ve ablak durması gerekiyordu, sıradan bir BİDA gibi. Öyle de yaptı. Devyatayev’in kahvaltısını aldı, hastabakıcıları beklemeye başladı. Bir süre sonra geldiler, birlikte yukarıya çıktılar. - Bu VIP mahkûmun durumu ne olacak? Hayatının sonuna kadar orada kalamaz ya? - Adam istihbarat servisinde kilit biriymiş. Geçen televizyonda haberini gördüm. Bence o adamı fazla yaşatmazlar ama öncesinde kamuoyu tepkisi çekmemek için buralarda süründürüyorlar. -Böyle sıkıntılı tipler nerden gelip bizi bulur, anlamam. -Burası devletin arka çöplüğü oğlum. Bu sırada, dün bakışlarıyla Arsen’i süzen hastabakıcı aynı şekilde onu gözlemlemeye devam ediyordu. Ellerini, yüz hatlarını ve mimiklerini kaçamak bakışlarla izliyordu. Tedaviden sıyrılmış her BİDA potansiyel tehlikeydi, kontrol altına alınmalıydı. Odaya geldiklerinde hastabakıcılar bir yandan muhabbet ediyorlardı. Kuşkusuz, bu eski istihbarat ajanının kısa yoldan, başlarına bela açmadan gitmesini istiyorlardı. Kapı açıldığında Devyatayev’i dünküne benzer bir şekilde buldurlar. Köşeye sinmiş, boş gözlerle duvara bakıyordu. Hastabakıcılar üzerini değiştirirken, Arsen yemeğini yanına koydu. Birbirlerine manalı gözlerle baktılar. Hazırlanan karışım Devyatayev’e de etki etmişti. Bu sırada hastabakıcı Devyatayev’in ensesine sert bir tokat indirdi. Bir daha ve bir daha vurdu. -Ne bakıyorsunuz siz öyle birbirinize? Sevgili misiniz yoksa? Bu BİDA sikiyor mu seni aşağılık herif? Arsen’in ve Devyatayev’in bakışları bir anda donuklaştı ama hastabakıcı devam etti. -Ne iş çeviriyorsunuz siz? Sen Arsen Yukov! (İsmini ilk defa duymuştu). Daha önceden bu vatan hainini tanıyor musun? Kuşkusuz, bir BİDA bu soruya asla cevap veremezdi. Sadece boş boş bak23
maya devam etti. Bir yandan da bacağında ince bir titreme başlamıştı. Bu hiç iyi değildi. -Arkadaşın mı bu senin haa? Neden öyle bakışıyorsunuz? Diğer hastabakıcı arkadaşı araya girdi: -Bence biraz fazla abartıyorsun. İkisi de aptal aptal bakıyorlar. Zaman kaybediyoruz. -Yoo yoo! 3 seferdir bu iti takip ediyorum, bunda bir haller var ve şimdi ya burada konuşacak ya da skinheadlerin eşini geberttiği gibi ben de bu herifi geberteceğim. Konuşsanaa! Arsen bir anda, apartman boşluğuna düşmüşçesine bir hisse kapıldı. Anımsadığı görüntülerdeki kadın eşi olduğunu şimdi anlamıştı. Adını bile hatırlamıyordu ama acıyı yüreğinde hissedebiliyordu. O an hastabakıcının yakasına yapışıp bildiği her şeyi anlatmasını isteyecekti ama bunun daha çok felakete sebep olacağını o da biliyordu. Vatan, kurtuluş, şifre, ajanlık işleri, önemli görevler falan umurunda değildi. Sadece bilmek istiyordu. Geçmişi olan her insanın geçmişini bilme hakkını. Hastabakıcı Devyatayev’i sert bir yumrukla yere yatırıp ardı ardına yüzüne saydırmaya başladı. Öyle sert darbeler indiriyordu ki daha üçüncü yumruğunda yeni değiştirilen kıyafetleri kana bulanmıştı. -Konuş adi köpek! KONUŞ KONUŞ! Arsen ne yapması gerektiğini düşünürken aslında yapacağı herhangi bir şeyin daha kötü sonuçlara sebep olacağını anladı. Bu tabloya, aynı bir BİDA gibi boş boş bakmaktan başka yapacağı bir şey yoktu. Aklını başka bir yere taşımaya çabalıyordu ama sabah aldığı günlük ilaç onu bir bakıma zaten sersemletiyordu. Bu sırada diğer hastabakıcı araya girdi ve Devyatayev’i elinden aldı. -Yeter be yeter! Kes artık, bunun kolayı var. Gider herifin üzerinde kan testi yaptırırsın olur biter. Daha fazla oyalanmayalım. Daha işimiz var. Arsen’e döndü: -Sen de ağzını yüzünü sil şunun, etrafı toparla, oradan görevli olduğun yere geç. Bu arada öncesinde doktorun yanına git. Ben gerekli şeyleri söyleyeceğim ona. Bu arada sakın gitmemezlik yapma. Gözüm üzerinde! Ben 24
sana ortalığı temizlemen için malzeme göndereceğim. Hastabakıcılar odadan çıktıklarında birbirlerine öylece baktılar. Devyatayev arkasını dönüp yere uzandı: -Kısa bir süre sonra bildiklerimi tekrar unutucam. Tedavinin ilk başı hafızayı baskılar. Tamamen silmez ama ulaşılması için gerekli bağları kontrol altına alır. Sonrasında, mesela senin aldığın ilaçlarla bu bağ sadece kuvvetlendirilir. O sebeple acele etmem lazım. Yarına kadar vaktim yok. Nereden başlayım bilemiyorum ama mevcut hükümetin gizliden gizliye yürüttüğü infazlar ve insanlar üzerine yaptıkları deneyler var ve bunun artık su yüzüne çıkması gerekiyor. Çok insan acı çekti, bunu gözlerimle şahit oldum ve bunları bilmek, bir zaman sonra ağır gelmeye başladı. Bu bilgilerin açığa çıkması, ülkedeki birçok dengeyi değiştirebilir. Gizli kapaklı yürütülen bu çalışmaların bilinmesi belki de, uluslararası boyutta bir hareketliliğe bile sebep olabilir. Bunu şimdiden kestirebilmek güç. Hayatımı adadığım bu yolda bana yardımcı olman için sana bu karışımın formülünü verdim. Senin tek yapacağın şey buradan kaçman ve Moskova’nın dışındaki Tula kasabasına ulaşıp Boçka Bar’a giderek orada Aleksey Çepuhov’u bulman. Ona “karnım tok ama gene de yemek yiyebilirim” diyeceksin. Eğer karşıdan “Sibirya dondurması pek güzeldir” diye yanıt alırsan doğru kişiyle konuşuyorsun demektir. Burayı mutlaka aklında tut. Navera298261. Ona bu şifreyi vereceksin. O adam bizden, ne yapacağını gayet iyi biliyor. Bu sırada muhafızlardan biri kapıyı hızlıca açtı. Etrafa bakınıp sordu: Gene sayıklıyor mu o? Arsen açık ağzıyla yavaşça kafasını salladı. Temizlik malzemelerini getiren BİDA kapıda duruyordu.
… Devyatayev duvara dönük olarak doğruldu. İlk geldiği günden eser yoktu. Gözleri şişmişti. Yüzünde başka darp izleri vardı. Akşam gelen ekibin de onu hırpaladığı belliydi. Arsen üzerini değiştirirken konuşmaya devam etti. -Şu an ne kadarını anımsıyorsun, bilmiyorum ama öncesinde Vtoraya Şkola Lisesi’nde bir tarih öğretmeniydin. Aktivist taraflarınla dikkat çeken, poli26
tize biri. Açıkçası önceleri senden pek hoşlandığımı söyleyemem ama Yeşil Duvar hareketinden sonra başına gelenleri duyduğumda çok üzülmüştüm. O dönemde milliyetçi militanlar bir takım sivil infazlarda bulunmuşlardı. Bunlardan biri de eşindi. Açıkçası Boçka’dan sonra ne yaparsın bilemiyorum ama tavsiyem bir süre Sibirya taraflarına gitmen. Aleksey sana yardım edecektir. Yakalanmamaya çalış çünkü şu an senden başka bunu gerçekleştirecek biri yok. Arsen bir yandan Devyatayev’in patlayan kaşına pansuman yaparken söylediklerini öylece dinliyordu. Anımsadığı görüntüler bu eski ajanın anlattıklarıyla yerli yerine oturuyor gibiydi. Bilmediği bir hayatın beynindeki yankılarıyla, yolunu bulmaya çalışırken hiçbir şey olmuyormuş gibi davranmak onu zorluyordu. İşini bitirip hücreden çıkarken ona hafifçe göz kırptı. Devyatayev’in bakışları ona ölümü andırıyordu. Zemin kata indiğinde hastabakıcı merdivenlerin başında onu bekliyordu. Bir şey olmamış gibi yanından geçerken onu yakasından yakaladı ve ileri geri sarsmaya başladı: -Seni küçük, yalancı pislik! Senin gerçek yüzünü ortaya çıkarıcam. Sıçan boku! Bir an refleks olarak karşı koymak istediyse de kendine hâkim oldu. İtiş kakış esnasında ayakları birbirine dolandı ve yere kapaklandı. Kızgın bir ayıyı andıran adam öylesine agresifti ki, onu bacağından tuttu ve koridor boyunca sürüklemeye başladı. -Herkesi yiyebilirsin ama beni asla! Kat doktorunun odasına geldiklerinde adam biraz olsun duraksadı, üstünü başını düzeltti ve Arsen’i yakasından havaya kaldırarak içeri itti. -Doktor bey! Kusura bakmayın, rahatsız ediyorum ama bir tahlil yapılmasını rica ediyorum. Acaba mümkün mü? Bu hastanın kan değerlerine baktıracağım. Doktor nefes nefese giren hastabakıcıya aldırmadan bir süre, önündeki kâğıtlara bakmaya devam etti. Gözlük aralığından bakarak: -Ne o? Bir bağışıklık vakası daha mı? 27
-Aslında olmaması gereken bir durum doktor bey. Bu herif yaklaşık 6 yıldan bu yana burada ama son zamanlarda garip haller içerisinde. Mimik ve algılarında bir takım değişimler gözlemliyorum. Kandaki flüratron oranına bakılmasının yerinde olacağı kanaatindeyim. Ağır hareketlerle yerinden doğrularak Arsen’in yanına geldi. Başparmağıyla tek tek göz çukurlarına bakarken gözüne ışık tuttu, sonra aynı yavaşlıkla kafasını salladı. Bir kâğıt doldurup laboratuvara yönlendirdi.
… Navera298261…Navera298261…Navera…..29…82…..61…. Navera Akşam yemeğinden sonra gene hiç oyalanmadan odasına koşmuştu. Dizlerini göğsüne kadar çekmiş, yatakta öylece oturuyordu. Yemek sonrası kendine verilen ilaçlar “ne olur olmaz” denerek bölüm doktoru tarafından iki katına çıkarılmıştı. Beyni neredeyse ikiye bölünmüş haldeydi. Bir yandan Devyatayev’in verdiği şifreyi durmadan tekrarlıyordu, diğer yandan da bütün bedenine yayılmış olan korkuyla baş etmeye çalışıyordu. Şu andan sonra zaten geri dönüş mümkün değildi ama bir tahlil daha yapılır endişesiyle hapları bu sefer kusmamıştı. Kan değerleri her şeyi gösterecekti. Tek isteği bunun kaçtıktan sonra fark edilmesiydi. Odasının önünden geçen her ayak sesinde ürperiyordu. Her seferinde odasına aniden girilerek, karga tulumba götürüldüğünü hayal ediyordu. İşkence… zehir… ve boşluk. Yemekten sonra alınan ilaçlar etkisini göstermeye başladıkça anımsama hali de azalıyordu. Ellerinde bir titreme vardı, sağ bacağı durup durup kasılıyordu. Omuriliği boyunca hissettiği ağırlık giderek bir baş ağrısına dönüşüyordu. Bu sırada odasının kapısı aniden açıldı. Gelen gece sorumlusuydu. Elinde bir dosya ve tansiyon aleti vardı. Hiç konuşmadan, hızlıca kol bandını takarak ölçümünü yaptı: -Uyurken ayağını bağlamayı unutma. Senin için zor bir gece olabilir. Farklı, yeni nesil bir ilaç kullanmışlar. Bakalım sende nasıl etki edecek, göreceğiz. Aynı hızla kapıdan çıkarken bir an durakladı: -Ayrıca yarın odanı da temizle. Ekşi bir şey kokuyor. Bir sıkıntı olursa beni bul. Hayali arkadaşlar falan görürsen sana bir sakinleştirici yapayım. Hadi zıbar şimdi! 28
Kapanan kapının ardından uzun süre bakakaldı. Öylece durup boş boş seyrederken zaman, bir boşluktan aşağıya akıyor gibiydi. Üç saate yakındır böyleydi. Dört saat… Beş saat… Altı saat… Kalkıp harekete geçmesi gerekiyordu. Odaya tekrar gelmediklerine göre laboratuvar sonuçların değerlendirmesi yarına ertelenmişti. El ayak çekildiğinden ortalık sessizdi, nöbetçi hastabakıcının küçük televizyonundan duyulan kısık sesten başka bir şey yoktu. Kalkması gerekiyordu ama bunu yapamıyordu. Kalmakla gitmek arasındaki küçük bir zaman dilimine sıkışmış, yıllar yılı alıştığı küçük dünyasına sığınmıştı. Kafasının içindeki gidip gelen, güçsüz bir dip dalga… Ayak bağını takıp uzandı yatağına. Uykuya dalmak, buradaki hayatının kendine getirecekleriyle yeni bir sabaha uyanmak istedi. Alışık olduğu bir ateşin bilindik acılarından başka ne olabilirdi ki? Vazgeçmek, dışarıdaki hayatın fırtınalarından daha göze alınabilirdi. Gözlerini kapadı ve uyuşmakta olan beyniyle baş başa kaldı.
… -Sen kimsin? Duyduğu sesle irkildi. Yattığı yerden doğrulup etrafına bakındı. Sesin sahibi, odanın köşesinde, gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Kekelemeye ve titremeye başladı. -Be be ben benim. -Değilsin! -Peki, sen kimsin? -Senim. -Peki, o zaman neden oradasın? -Sen olmadığın için. -Neden bana öyle bakıyorsun? -Sen bakmıyorsun diye. Korkudan eli ayağı boşalmıştı. Boyun kaslarından beline doğru ilerleyen kasılmayla eğilip bükülüyordu. -Sığındığını sandığın suni sancının damarlarından akarak aldığı yol, küf tutmuş kalbinin kayda değer son atışlarından geriye ne bırakır sanıyorsun? -A a anlamadım? -Hırçınlaşan bir sürüngen görüyorum. Ve darağaçlarından sallanan, devasa köstekli saatler. Zaman geriye akarken akrebin iğnesinden damlayan 29
ter zerresinin yerle buluşması bin yıldan kısa bir vakit alırken, çatırdamakta olan gönyenin kısık sesli çığlıkları bacaklarımızı felç ediyor, biliyorsun. Kurkov haklıydı. Bir alev topu halinde yaşamı yaratan dünya, mikro kıyametlerini yüreklerimize monte ederken bir vidası eksikti. Sürdürülebilir sandığımız kemik erimesinin açtığı gediklerden yükselen kesif koku aslında tanrının cerahatidir. Bahsi geçen buhar, gölgelerinde sıkışarak oluk oluk sokaklara akarken İskenderiye Yangını’ndan bugüne hiçbir şey değişmediğini sen de, ben de görüyoruz aslında. Yürümelisin! -Sanırım hangi yöne gideceğimi bilmiyorum. -Durduğun yerden bir yön tayin ediyorsun ama. Yönsüzlük! -Bu bir kader! Köşedeki adam kahkahalarla güldü: -Bu bir mezar! Bağrışlarla kapıyı açtı ve hızla koşmaya başladı. ÖLÜM VAR! DUYUN BENİ YASAL CELLATLAR! ÖLÜM V-A-R! Arsen açık kalan kapını arkasından bakakalmıştı. Ayağındaki bağı çıkartıp arkasından ilerledi. Ses mutfağa inen merdivenlerden yükseliyordu. BU KANSIZ ÇIRPINIŞLAR BİR SONU VAR! SAYIKLAMARLA YOK OLAN, SADECE KIZIL NEFESİMİZ DEĞİL! Arsen sesi takip ediyordu. Aşağıya indiğinde mazgalın olduğu yöne doğru ilerlerken karşısına kat nöbetçisi çıktı: -Ne yapıyorsun sen burada? Hemen DUR! Kendisine müdahale etmek isteyen nöbetçiyi sert bir yumrukla yere indirdi. Hızlıca ayağından sürüyerek köşeye çekti ve öldüresiye vurmaya başladı. O sırada mutfaktan adamın bağırışlarını duyuyordu. KORKU, BAŞKA BİR KORKULANI DOĞURUR YOLDAŞ. CEHENNEM CÖMERTTİR, BİR PARMAK BAL ÇALABİLİRSİNİZ! 30
Koşarak mazgalın oraya gittiğinde çevresinde yankılanan çığlık çığlığa kahkahalar duyuyordu. Kafasını toplayıp az ilerdeki satırlardan birini aldı ve betonu sert darbelerle kazımaya başladı. Çürümüş beton taş zeminden kolay ayrılıyorsa da ağır demirde bir kıpırdama yoktu. Mazgala yüklendi ama çıkartamadı. Bir daha denedi ama yerinden oynatamıyordu. Çevresine bakındı. Bu paslanmış demiri yerinden oynatabilecek dayanıklı bir şey arıyorken gene onu gördü. Elinde satırla, mazgalın başında duruyordu. Vurduğu iki sert darbe ile kilidi kırıp çıkış yolunu açtı. Birbiriyle göz göze geldiklerinde gülmeye başladılar. TARTAROS UZAK DEĞİLDİR DEMİŞ MİYDİM SANA? YETER Kİ KÖPEKLERİ ÜRKÜTMEMESİNİ BİL! BU HADES’İN HOŞUNA GİDER.
31