A N A KAT İ S E B DAR yazan - kapak: efe elmastaş iç resimler: George Grosz
teşekkürler: serkan üstündağ black ronin
FANKİT HAREKETİ -Şu coşkun deniz ne zaman durulur?
-Durulacağı zaman.
Hikâyeler bitmez. Bir anlatıcının kulağınıza fısıldadığı o öyküleri kastediyorum. Kalabalık, kaldırımlar boyu akarken sizi yazmaya iten, hayat bağlarınızı koparırcasına dış dünyayla ilişiğinizi kesen o kuvvetli zamanlardan… Sayfalar boyu yazarsınız ve paylaşma isteği dayanılmaz bir hal alır. Cümlelerinizde karakterin sözleri, bulunduğunuz mekânlarda soyut siluetiyle karşılaşırsınız. ….ve onu yaşatmak istersiniz. İşte FANKİT hareketi böyle bir nüvenin meyvesidir. Özgür bir yayın kafasının, her şeye rağmen basma inadının eseridir. Bırakın yayınevleri, çok satan yazarlarını ve reklamlar olmadan beş para etmeyen kitaplarını yayımlayadursun. Kitapevleri vitrinlerini best seller kitaplar doldursun. Bizler kendi yolumuzdan yürüyelim. Frankenstein veya Pinokyo fark etmez. Caddelere fırlatalım, elden ele dağılalım. Meraklı gözlerin önlerine sererek metinlerimize can verelim. BU SESİ DUY YAZAN KİŞİ! Elin beyaz kâğıtlara bulaşsın. Cümlelerin sokağa karışsın. Ne olursa olsun BAS! FANZİN APARTMANI
francis picabia
Sergi açılış kokteyli bitmiş, müzayede başlamasına az kalmıştı. Kürklü hanımefendiler ve şık beyefendiler salonu doldurmuştu. Pahalı parfüm kokuları ve ağır bir uğultu eşliğinde sergilenen eserlere bakıyorlardı. 1910’lardan başlayarak 50 yıllık bir seçkinin sergilendiği koleksiyonda birçok sanat akımına ait resim bulunuyordu. Dikkat çeken ve az sonra açık arttırmayla satışa sunulacak olanlardan biri de George Grosz’un “The Funeral” isimli eseriydi. Ateş gibi yanan, 1918 yıllarına ait, ressam tarafından Oskar Panizza’ya ithaf edilmiş bu eser, Alman koleksiyoncu eşliğinde müzayededeki yerini almak üzereydi. Kilitli çantasından çıkartılan eser, yerine kondu. O sırada sahne hazırlıkları ve ses sistemi için galeri yetkilileri tarafından son düzenlemeler yapılmaktaydı. Çekim için gelen kameraman yukarıdaki yerini almış, deneme kayıtları almakla meşguldü. Kimi katılımcının daha ilk kez haberdar olduğu Grosz, yıllar sonra bile sert ve keskin çizgileriyle bu süslü kitleye bağırıyor gibiydi. Duvara yansıtılan fotoğrafındaki küçümser sırıtışı sanki bunu kanıtlıyordu.
AÇIK ARTTIRMA BİRAZDAN GALERİ-A SALONUNDA BAŞLAYACAK. OTURUM ÖNCESİ KATILIM BİLETLERİNİZİ ALMANIZ; ÖNEMLE RİCA OLUNUR. Daha bilet almamış müzayede katılımcıları gişeye doğru yöneldiği sırada sergi kapısında, salondakilerden oldukça farklı bir topluluk resimlerin sergilendiği alana; donuk ve uzak bir noktaya kenetlenmiş bakışlarıyla giriş yaptı. Gri ve tek tip giyimleriyle herhangi bir coğrafyadaki milisleri andırıyordu. Hemen arkasından da Taylan ve iri yarı iki adamı merdivenlerde göründü. Bu durum onu tanıyanlar üzerinde soğuk bir duş etkisi yarattı. Yukarıdan topladığı
2
saçları ve giydiği siyah takım elbisesiyle irkilten bir görünüme sahipti. O da bu sosyetik toplamın, kendisi hakkındaki düşüncelerinin farkındaydı. Süslü hanımefendilerden biri, yanındaki süslü beyefendinin kulağına yavaşça eğilerek sordu: “Bunun ne işi var burada? Yani, bu seçkin bir sergi ve ayak takımının ortamdaki sanatsal atmosferi bozmasını mı seyredeceğiz?” “Galeri yetkilileri onu yakın takibe alacaklardır. Herkes onun neler yapabileceğini bilir.” Aslına bakılırsa haksız sayılmazlardı. Taylan ve çevresinde toplanan grup, sanatı ve onun tüm araçlarını bir savaş aletine çevirerek elitist sanat algısına saldıran, eylemleriyle adından sıkça söz ettiren, delil yetersizliği sebebiyle kapananlar dâhil, hakkında birçok dosya bulunan bir toplamdı. Bir fay hattı gibiydiler; titreşimlerin yükseldiği yerde kırılmalar ve ayrımlar yaratmakta ustaydılar. Taylan’ın adı özellikle, müze baskınları ve tarihi eser talanları olaylarında geçiyordu. Özel sergilerde eserlere saldırılar, fiyat etiketlerine ve eserlere müdahalelerde bulunma gibi eylemler... Her ne kadar kendisi buna “tamamlama” adını takmış olsa da büyük sanat otoriteleri yapılan saldırıları “vandalizm” olarak değerlendiriyordu. “Bizleri vandal olarak suçlayanlar; sanatın ve yaratımın öz yapısını bozmak, bir para çarkı hâline getirmekten başka ne yapmaktadır? Sponsorsuz tuvalete gitmeyen kalpazanların eşliğinde borsacılık, kara para aklama aracı ve nihayetinde devinimsiz/işlevsiz sanat peydahlamak, onu öldürmek, iç organlarını boşaltıp yerine başka şeyler doldurarak yaşamasını beklemek vandallıktan öte, bir cinayetten başka nedir?” diye yazmıştı çıkan son fanzinlerinde ve devamının geleceğini duyurmuştu. “Tutsaklara özgürlük! Lordların elinde rehin kalan tüm karşı-sanatın peşindeyiz!” diyerek sözlerini bitirmişti.
3
Galeri sahibi koşarak Taylan’ın yanına geldi, selamlaştılar. Hiç lafı dolandırmadan Galeri Sahibi doğrudan konuya girdi: “Taylan! Senin burada, arkadaşlarınla olmandan rahatsızım. Sırf ben değil; birçok kişi rahatsız. Üzerine çevrilen kaçamak bakışları benim kadar sen de fark etmişsindir. Sergiyi gezip burayı terk edersen memnun olacağım. Anlayışın için teşekkürler.” Daha Taylan konuşmaya başlamadan arkasını dönüp gidiyordu; Taylan yüksek sesle: “Anlayış falan yok, bayım! Ben burada kalıyorum.” Galeri Sahibi arkasını yavaşça döndü ve sinirli bir şekilde tekrar Taylan’a doğru yürüyerek karşısına geçti. Bu sırada gelen grup, ikilinin çevresini sardı. Galeri Sahibi’nin yakınları, oluşan çemberin arasından sızmaya, aralarına girmeye çalışıyordu. Bir anda itiş kakış başladı. Kapıdaki iki güvenlik de olaya müdahil oldukları anda Taylan bağırarak grubundakilere durmasını söyledi. Ortam sakinleşti. Galeri Sahibi sinirden kıpkırmızı olmuştu: “Neyini anlamıyorsun? Onca şey yaptıktan, onca esere zarar verip nice yazarın, sanatçının, küratörün, yatırımcının canını yaktıktan sonra, bin bir emek oluşturduğumuz organizasyonu, bir araya getirmek için aylar harcadığımız koleksiyonu senin ayaklarının altına mı sermemizi bekliyorsun? Sen ve senin saçma, gerçek dışı sanat algının şovunu yapman için tezgâhlanan bir tiyatro değil burası. Sen ve arkadaşların galerimi hemen terk edin! Yoksa polis çağırmak zorunda kalacağım. “ Taylan yumuşak bir tavırla Galeri Sahibi’ni yatıştırmaya çalışıyordu. “Sakin ol, dostum! Amacım olay çıkarmak falan değil. Etkinlik sayfasından incelediğim kadarıyla güzel bir seçki bir araya getirmişsiniz. Tebrik ederim. Sergilenenler arasında müzayedesine ka-
4
tılmak istediğim bir resim var, onun için geldim. Benim kadar arkadaşlarım da onu almak için can atıyor ve bizler kozlarımızı açık arttırmada paylaşmak için geldik.” Galeri sahibi yüksek sesle bir kahkaha attı: “Komik olma, Taylan! Sen ve arkadaşların, bir avuç sokak serserisinden başka bir şey değilsiniz.” “Yoo, yanılıyorsun. Paramız var ve bizler “Cenaze”yi almaya geldik.” Adam Taylan’ın gözlerine uzun uzun baktı: “Tamam! O hâlde buyurun, gişeden müzayede giriş bileti alın. Gerekli açıklamayı orada yapacaklardır. Şayet bilet alamazsanız bir an evvel burayı terk etmenizi istiyorum. Tatsızlık çıksın istemem.” Taylan hafifçe kafasını sallayıp onu onayladı. Galeri sahibi hızla uzaklaşırken o da yavaş adımlarla gişeye doğru ilerliyordu. Tam da adamın dediği gibi, kendisine yönelen çevredeki ürkek bakışlar fark edilmeyecek gibi değildi. Bir ikisiyle göz göze gelmeye çalıştıysa da bu pek mümkün olmadı. Kısa zaman aralıklarında yüzüne vurup kaçan, hissiz, minyatür darbecikler… Yürüyüp geçti. Gişenin önüne geldiklerinde bir bilet almak istediğini söyledi. Satıcı kadın sahte bir gülümsemeyle söze girdi: “Biletlerimiz 1. ve 2. kategori olmak üzere ikiye ayrılıyor efendim. 1. kategoride arttırmayı yaptığınız zaman sizin teklifinizi ancak bir başka 1. kategorideki kişi üstüne çıkabiliyor. 2. kategori ise daha çok izleyiciler için düşünülmüş. 1. kategoriden herhangi bir katılımcı fiyat önermediği zaman 2. kategoridekiler de kendi aralarında arttırmaya katılabiliyor, alma şansı kazanıyorlar. Ama dediğim gibi herhangi bir 1. kategori kişinin önerdiği fiyat üzerine çıkamazlar. Sistem böyle.”
5
“Peki fiyatlar?” “1.kategori 500 tl, 2.kategori 50 tl’dir.” Taylan ceketinin cebine elini attı ve beş tane yüzlüğü bankoya koydu. “Bir tane 1. kategori; o zaman.” Gişedeki kadın bir yandan bileti hazırlarken, bir yandan da Taylan’ın arkasındaki gruba baktı. Gülümseyerek: “Salonumuzda sinyal engelleyiciler olduğunu da hatırlatmak isterim. Yani telefonunuza bir süre ulaşılamayacak. Müzayede esnasında herhangi bir aksi durum meydana gelmemesi için alınan bir önlem. İyi günler.” Taylan biletini aldıktan sonra sırayla diğerleri de 2. kategoriden birer bilet aldılar. A salonu kapısına yakın bir yerde beklemeye koyuldular. Onun durduğu noktaya gelen birkaç kişi olduğunu görünce kenara çekildi ve arkasında duran tabloyu fark etti. Beyaz tuval üzerine çizilen bir kare ve altına duran düz, siyah çizgi. Bir müddet resme baktıktan sonra sırıtarak önüne döndü. “Dünya yüzeyinde asılı kalmayı daha iyi anlatan başka bir eser olduğunu sanmıyorum. Ya siz? Asılı olmayı komik mi buluyorsunuz? Dünyanız hâlâ bu derece karanlık mı?” Elinde şampanya kadehi, siyah üzerine işlenmiş yer yer parıltılı, dizlerine kadar uzanan elbisesiyle onu gördü. İlk karşılaştıkları gün kadar güzeldi. İstaView Galerisi’nin sahibi Yaren Gülekçe. Tam on iki yıl önce, ortak bir bildiriye imza attıkları günlerden bugüne oldukça zaman geçmişti ve bu eski iki yoldaş, farklı yollarda olan iki insan kadar birbirlerine soğuk ve yabancıydı. “Bence asılı olma hâli bu kadar utangaç olmamalı Yaren veya
6
nasıl desem, bu kadar, e-… Korkak. Mesela Goya. İdam mangası önünde kollarını açarak duran o adam, zamanı durdurmuştur; ölümle yaşam arasında kalan, her salisenin bir saat gibi geçtiği o ânı... Arkadaşı yerde yatarken ve kanı çorak toprağa yayılırken, az sonra kendisinin de öleceğini bilmesine rağmen, gene de itiraz eden o aydınlanmadan bahsediyorum. Söylesene! Sende ışıklar ne zaman karadı ve ne zamandır başkalarının cümleleriyle konuşmaya başladın? Bir şeylere sahip olurken ilk yitirdiklerimiz şey benliğimiz mi? Ne dersin?” “Bahsettiğiniz tablo Franz Kline’nın bir tablosudur. Bence harflerinizi büyütmeden önce bir iki kez daha düşünmelisiniz. Aksi taktirde, bilgisizlikleriniz etrafa saçılacak. Şimdiden uyarayım dedim.” “Kimin olduğundan önce ne olduğuna bir baksaydın, Yaren; belki perspektifi kavrayabilirdin. Bunun dik âlâsını lisedeki geometri hocamın defalarca yaptığını bilirim. Bence isim ve değerlere değil, işe bakarsan; belki sen de görebilirdin.” “Ooo, Taylan Bey! İlkel sanat anlayışına hoş geldiniz. Durun yoksa yıllarca ballandıra ballandıra anlattığınız, toplanmalarda ağzınızdan düşürmediğiniz Duchamp’a da bir iki tekme sallarsınız şimdi. Mesela Çeşme. Onu nereye koyarsınız şimdi?” “Disiplinler arası bir geçiş yaptın ama ben gene de oradan devam edeyim, Çeşme’den… O eser bir tuzaktı. Sözde özgür sanat anlayışına eleştirel bir yemdi ve işlevini yerine getirdi. Bir iç sorgu aracıydı. Herkes için bir pisuar olan bir şeyi Çeşme olarak görünebileceğini göstermek… Kavramlar arasında bir geçiş, düşünsel bir yaratımdı bu; ötesi yok. Elbet geometri hocam, geometrik şekilleri tahtaya çizerken böyle bir şey ima ve anlatım derdine düşmüyor, onu böyle yorumlayarak güzelleştirecek olan benim. Ama yaşamın içinde olan basit bir şeyi alıp onu yaratım gibi sunmak; tuval, boya, sergide yer bulma şansı elde etmiş herhangi bir sanatçının
8
anlatımda ve yaratımda basite kaçmaması, çeşitlendirmesi, derinleştirmesi ve anlatması gerektiği düşüncesindeyim. Bu kare, bu çizgiye anlam yüklemek benim becerimdir, onun değil. Bu sebeple işgal ettiği yeri anlamsız ve gereksiz buluyorum. Anlıyorum, o dönem soyut dışavurumculuğun küresel boyutta reklamı çok yapıldı, özellikle bir Amerikan sanat politikası olarak benimsendi ve yatırımlarla desteklendi ama şu zamanda bu zokayı bizim gibi düşünmesi gereken insanların yememesi inancındayım. Yüceltmenin manası yok.” “Lütfen akla mantığa sığmayan bu dedikoduları geçelim. Ne yani? CIA için soyut eksperyonizm; bir karşı devrim stratejisi mi? Güldürmeyin lütfen.” “Kültürel Özgürlük Kongresi, Amerika’daki ünlü vakıflar aracılığıyla akımın öncülerine aktarılan paralar ve bu merkezlerin başındaki isimler hakkında daha çok bilgi sahibi olup araştırırsan; ABD’nin Soğuk Savaş döneminde bu insanları bir propaganda aracı olarak nasıl kullandığını görebilirsin. Sektörleştirilen sanat ve istenildiği gibi yönlendirilen piyonlar… Sizin gibilerin elinde, bir ekonomik araç, menkul değer hâline getirilen varlık birikintileri. “Peki, söyler misin? O zaman sen, elindeki 500 tl’lik biletle burada ne arıyorsun?” Taylan gülümseyerek: “Bu da benim ironim olsun.”
SAYIN KATILIMCILAR! MÜZAYEDEMİZ BAŞLAMAK ÜZEREDİR. YERLERİNİZİ ALMANIZ, RİCA OLUNUR. Taylan ve grubu salona doğru ilerlerken iri yarı adamlardan birisi dışarıda kaldı. Kolonun yanında bir kadın elindeki kâğıtlarla, Galeri Sahibi’ne bir şeyler aktarma derdindeydi. Katılımcılar girmeden, son telefon konuşmalarını yaparken, kapının oradaki
9
yapay sütunlarda bir insan kalabalığı oluşmuştu. Bu sırada içki servisi yapan kızlardan birisi Taylan’ın yanına geldi ve bir içki alıp almayacağını sordu. Taylan ile kız birbirlerinin gözlerine dik dik bakıyordu: “Martini’niz var mı?” “Martini geldi. İstediğiniz zaman bardan temin edebilirsiniz.” Taylan kafasını hafifçe eğerek teşekkür etti. Açık arttırmaya çıkacak ilk eser The Funeral’di ve sahnede, bütün ateşiyle duruyordu. Kürsüde müzayedeyi yönetecek kişi, sanatçı hakkında kısa bilgiler vermeye başlarken, katılımcılar ellerindeki küçük tabelalara ilk tekliflerini yazmak için hazır bekliyordu. Dada akımının önemli öncülerinden olan George Grosz, 1893 yılında dünyaya geldi. İlk çalışmalarını 1912 yıllarında yapmaya başlamış olsa da bugün bilinen eserleri 1916 yılına aittir. Ekspresyonizm ve Fütürizm’den etkilenen ressam bu yıllarda, çizgilerinde toplum karmaşasını ironik şekillerde resmetmiş ve kendinden sonra gelecek ressamlara yol gösterici olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’na katılması ve oluşan farkındalıkları sebebiyle, böylesine bir dışavurum sergilemiş olduğunu da söyleyebiliriz. Bir dönem Komünist Parti üyesi olmuştur fakat Rusya’da geçirdiği 5 ayın ardından ve Lenin, Troçki gibi devrim önderleriyle tanışmasından sonra aynı yıl partiden ayrılmıştır. Gerekçe olarak diktatör otoriteye karşı olması olarak göstermiştir. Daha sonraki yıllarını Amerika’da geçiren ressam 1959 yılında burada vefat etmiştir. Bu görmüş olduğunuz tablosu 1918 yılına aittir ve 100.000 TL’den açık arttırmaya başlatmış bulunuyorum. Beklenen teklif görülmediği taktirde koleksiyoncusu tarafından eserin açık arttırmadan çekileceğini ayrıca hatırlatmak isterim. Katılımcılar hızlıca ellerindeki tabelalara tekliflerini yazmaya başladı. O bilindik uğuldama ve müzayedeyi yönetenin ateşli sunumuyla rakamlar bir bir yükseliyordu;
10
120.000, 130.000, 160.000, 190.000, 200.000, 240.000, 250.000, 270.000, 300.000, 320.000... Arttırımı yürüten dört kişi vardı ve onlar arasında devam eden bu yarış adım adım tırmanmaya başlamıştı. Sürekli dönüp dönüp birbirlerinin gözlerine bakmaya çalışıyor, yapılan son arttırımın üzerine dönüp tabelaya yeni teklifini yazıyorlardı. Teklif verenlerden üçü İstanbul’un bilinir sanat koleksiyoncularındandı. Bu tip fırsatları kovalar, başka bir müzayede veya sergide satmak için eser toplarlardı. Olabildiğince, bir önceki teklifi yakından takip eden az bir artışla geri dönüş yaparlardı. Ama diğer arttırımı yapan kişi… Çevrede onu tanıyan kimse yoktu. Kel kafalı, tombul bir adamdı ve yükselen her teklifin üzerine yenisini eklemekte geç kalmıyordu. İzleyenler ve katılımcılar, herkes bu kel kafalı adamı merak ediyordu. 380.000, 400.000, 420.000, 480.000, 500.000, 520.000, 580.000, 600.000, 620.000, 660.000... Daha önce tabela kaldırmamış bir katılımcı 800.000 yazıp olaya noktayı koymak istediyse de kel kafalı adam hemen üzerine koymakta gecikmedi. 850.000. Yeni bir yazma girişiminde olan yoktu. Herkes müzayedeyi yöneten adama kilitlenmişti.
“850.000 TL baylar ve bayanlar! Alman koleksiyonerimiz tarafından bir geri çekilme yok. Cenaze 850.000 TL’ye gidiyor. Var mı arttıran? Evet, son kez soruyorum, var mı arttıran?” “Satıyorum, satıyorum…” “Teklifim var!” Herkes bir anda sesin olduğu yere döndü. Taylan ayakta, teklifin yazılı olduğu tabelayı tutuyordu.
11
“Şayet bu son teklif ise yanınıza gelip bir iki şey söylemek istiyorum.” 1.000.000 TL Müzayede sunucusu sert bir tavırla: “Böyle bir şey söz konusu olamaz! Ne yazık ki sizi sahneye alamayız.” “1.100.000” “Taylan Bey, buraya gelip konuşma yapmanız söz konusu değil. Teklifiniz üzerinden salona soruyorum. 1.100.000 SON TEKLİF. Var mı arttıran?!” “Konuşma yoksa geri çekiliyorum.” “Taylan Bey! Lütfen! Bunun mümkün olmadığını siz de biliyorsunuz.” “Konuşma yoksa geri çekiliyorum. Onca koleksiyoncunun veremediği bir teklifi yapabildiğime göre buna hakkım olduğunu düşünüyorum.” Tercüman olayı aktardıktan sonra Alman koleksiyonerle sunucu birbirlerine baktılar. Koleksiyoner omzunu silkti ve kafasını hafifçe eğerek dudağını büktü. Galeri Sahibi yüksek tutarlı bir satış arzuladığından konuşmayı umursamıyordu. “En fazla bir iki laf geveleyecek ve defolup gidecek.” diye düşünüyordu. Müzayedenin düşük bir açılış yapması, olacak diğer açık arttırımlar için de motivasyon bozukluğu demekti. Onun için önemli olan ödemeydi, eser üzerinden alacağı yüzdelik komisyondu. Uzaktan “İzin verin, çıksın.” havasında, alaycı bir mimik ve el hareketi yaparak onayını verdi. Müzayede yöneticisi hafif boynu bükük ifadesiyle konuşmayı kabul etti. Taylan yavaş hareketlerle yerinden kalktı, yanındaki iri yarı adamıyla birlikte sahneye gelerek, yüzünde ufak bir gülümsemeyle resmin yanında durdu. Katılımcıları kısa bir süre süzdükten sonra:
12
“Bu tablo sizi korkutuyor mu?” Kalabalık öylece durmuş ona bakıyordu. “Söyleyin! Bu tablo sizi korkutuyor mu; bayanlar, baylar? Dünyanın o zamana kadar gördüğü en kanlı savaş, çocuklarınızı, yurttaşlarınızı çelikten bir ejderha gibi yutarken… Krallar ve onların adi çıkarları adına nice insan, boş kovanlar gibi yerlere saçılmış, cansız bedenleri çürümeyi beklerken… Yarın belki de onlardan birinin de sizin olabileceğiniz gerçeği yüzünüze çarpıyor mu? Yoksa sanat borsasındaki ‘eder’ iniş çıkışları şurada görünen dehşet, ölüm, kıyım tablosundan daha mı önemli? Mesela siz!” Kel kafalı adamı işaret ederek: “Bana en yakın teklifi veren sizdiniz. Lütfen söyler misiniz? Grosz’un Kurfürstendamm caddesinde bastonu, ağzında sigarası ve başındaki kurukafa maskesiyle arşılandığı yollar kimi hedef alıyordu, bilir misiniz? Dilenciler, savaşta sakat kalarak dönen askerler ve fahişelerden arta kalan yerlerde, acı ve kanın aktığı toprakları görmezden gelerek keyfine bakan züppe takımının karşısına geçerek, yaşadıkları hayatların bedelini başkalarının ödediğini yüzlerine vurduğundan haberiniz var mı? Eserlerinde işlediği dünyayı sezinlediniz mi? Yenilginin ve ölümün tüm çöküntüsünü görmezden gelerek, olayları bir izdüşümü perspektifinden aldığını söyleyen sözde sanatçılar hakkında yazdıklarını hiç okuma fırsatınız oldu mu? Bir kimlik olarak Grosz’u ne kadar tanırsınız, bu resimdeki karanlığı ne derece anlarsınız? Bu eseri satın alıyor olmak; sizin için yatırımdan başka nedir? Salondaki sessizliği Galeri Sahibi’nin alkışları bozdu. “Braavoo, Brraavooo, Taylan Bey! Tiyatral yeteneğinizle müzayedemize renk kattınız. O yıllardan günümüze gerçekleştirdiğiniz uyarlama katılımcılarımız için eser üzerindeki algılarına bir ta-
13
mamlayıcı oldu. Şimdi bu şovu bitirip aşağı inmenizi rica ediyorum. Aksi taktirde; sizi atmak zorunda kalacağım. Beni anlıyor musunuz?” Taylan pis pis sırıtıyordu: “Sana neyin tamamlayıcı olduğunu söyleyeyim mi? Anlamını yitirmiş, bugün için bile gerçekliğini koruyan olgular üzerinde çağrışım uyandırmayan, yalnız piyasa değeri üzerinden tarif edilen, alınan, satılan bir eserin ölümüdür. Ayağa kaldırmıyor, karşı durduğu sınıfın elinde bir metaya dönüşüp oyuncağı oluyorsa ve üretildiği toplam üzerindeki etkini yitirmiş ise vadesi dolmuş demektir. BU AÇIK ARTTIRMAYA SUNDUĞUNUZ TABLO, ASILI DURAN VE SON NEFESİNİ VERİRKEN ACI İÇİNDE KIVRANAN BİR ESİRDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR. VE… ARTIK ONU EBEDİ HUZURA KAVUŞTURMAK GEREKİR.” Taylan, yanında duran adamının cebine elini soktu ve tek harekette bacağına gizlediği kılıcı çekti. Spotların altında parlayan bu göz alıcı çelik bir katanaya aitti. Mezatı yöneten adam, Alman koleksiyoncu ve tüm katılımcılar dona kalmış, kınından çıkış anındaki sıyrılma sesi ve sonrasında ışıyan parıltının büyüsüne kapılmış, öylece Taylan’ı izliyorlardı.
TUTUN ONU!! Galeri Sahibi’nin bağırışları arasında Taylan, tabloyu tek darbede ikiye böldü. Sonrasında güvenlik görevlileri, Taylan’nın adamları, katılımcılar ve bir kaçışma hâli… Kamera olayı saniye saniye kaydediyordu. Karmaşa hâlinde bazı eserler zarar görürken, davetlilerden biri ezilerek yaralandı. Polisler galeriye geldiklerinde Taylan ve adamları bir şekilde kaçmayı başardılar ve olay sonrası kayıplara karıştılar. Galeri Sahibi ve Alman koleksiyoner ise şikayetçiydiler. Taylan ve adamları hakkında dört ayrı suçtan dava açtırıp yakalama kararı çıkarttıklarında olay akşam haberlerinde çoktan yerini almıştı.
15
Aynı gece galerinin alarmları çaldığında olay yerine tekrardan giden polisler, Galeri Sahibi ile birlikte sergiyi kontrol ettiler. Gizlice içeriye girmeye çalışan birileri, sergideki resimlerin hiçbirine dokunamadan, müzayede salonunun camından girdikleri gibi kısa sürede kaçmışlardı. En azından bulgular bunu gösteriyordu. Bu girişim de Taylan ve arkadaşlarının dosyasıyla birleştirilerek değerlendirilmeye alındı. Bu sırada olay, dünya basınında geniş yankı buldu. Görgü tanıklarının ifadeleri; kameraman kayıtları incelenirken ekspertiz raporu ilginç bir bilgi ortaya koydu. Taylan’ın ortadan ikiye ayırdığı resim gerçeğine çok yakın bir kopyadan ibaretti. Alman koleksiyonerin bir dolandırıcı mı yoksa resmin sahtesine sahip olan bir mağdur mu olduğu araştırılmaya başlandı. Bu arada resmin müzayede öncesinde Galeri Sahibi veya herhangi birileri tarafından çalınıp çalınmadığı da soruşturuluyordu. Her şekilde Taylan’ın olayından başka, işin arka planında dönen bir şeyler olduğu belliydi. Soruşturmayı yürütmek üzere görevlendirilen Komiser Semih işine, öncelikle; Taylan’ı bulmakla başlaması gerektiğini düşünüyordu. Daha önce kaçakçılık bürosunda çalışan bu orta yaşlı polis, tüm cevapların ve hatta suçu işleyenin Taylan olduğu yargısına varmıştı. Her yerde onu arıyordu.
16
Telefon sesi ve kalkan ahize; “Alo!” “Komiserim! İfadeye çağırdığınız Yaren Gülekçe adlı bayan merkeze geldi. Nereye göndereyim?” “Eee! Aşağıdaki görüşme odasına alın, geliyorum.” “Baş üstüne!” Komiser, masasındaki evrak yığını içinden Yaren Gülekçe’nin dosyasını çıkardı ve aldığı notlara göz gezdirerek asansöre yöneldi. Kafasında kurguladığı soruları sormak için doğru bir konuşma zemininde hareket etmesi gerektiğini biliyordu. Taylan hakkında öğreneceği her şeyin onu sonuca biraz daha yaklaştıracağından emindi. Elinde ufak tefek adli kayıtlar ve kısa bir araştırmadan başka hiçbir bilgi yoktu. Adres beyanı sahteydi. “Öncelikle hoş geldiniz, Yaren Hanım; size sergi akşamı hakkında birkaç soru sormak için çağırdım. Bir de bu Taylan denen adam… Onun hakkında da bilgiye ihtiyacımız var. Bildiğim kadarıyla bir dönem birlikte faaliyet yürütmüşsünüz. O akşamdan başlayarak, bana bildiklerinizi anlatmanızı istiyorum.” “Şunu söylemeyim ki Taylan’ı sergide gördüğüme şaşırmadım. Tahmin ediyorum ki benim gibi bu camia içinde olan kimse şaşırmamıştır. Taylan’ın ekip, bu tip şeyleri sevmez ve bir şekilde tepkisini ortaya koyar. Bunu Galeri Sahibi başta olmak üzere herkes bilir.”
17
“Nasıl yani, siz bu eylemin düzenleyenler açısından bilindiğini mi ima ediyorsunuz?” “Belki şekil ve oluş aşamaları açısından bilinmiyor olsa da onların bir şeyler yapacağını kestirmiş olmalarından bahsediyorum. Buna benzer birçok sergi, müzayede ve sanat performansını sabote etmek amacıyla eylem yapmış bir ekipten bahsediyoruz. Bunu düşünmemiş olmaları imkânsız. ‘KARŞI SANAT AYAKTA’ ismiyle bir sergi açıyorsunuz, duyurusunda dünyanın birçok yerinden avangart eserler getireceğinizi yazıyorsunuz ve ülkenin en elit galerinden birinde, yüksek fiyatlara bilet satışı yaparak bu eserleri kapsayan bir müzayede düzenliyorsunuz. Bu adamlar için kabul edilemez bir durumdan bahsediyoruz.” “Sergiyi anladım, bu herifler sınıfsal çelişkiler üzerinden hareket ediyor… O da tamam ama sizce neden sadece o tabloyu hedef alan bir eyleme girişiyorlar dersiniz? Yani dertleri sadece o tablo muydu?” “Birçok eser vardı ama hiçbiri Grosz gibi değildi. Evet! Başka avangart veya dadaist eserler yok muydu? Elbette vardı ama Berlin Dadası kadar, lakabı propagandada olan Grosz kadar onları çağrıştırmıyordu. Bu konu hakkında söyleyecek çok şeyleri olduğuna eminim ama bana sorarsanız çalınma olayıyla bir alakaları olduğunu sanmam.” “Böyle düşünmenize sebep nedir?” “Bu adamlar tüccar değil, Komiser Bey. Yani; ellerinde bu kadar değerli bir tablo olmasına karşın onunla aralarında bireysel bir sahiplik kuracak veya bir yerlerde, el altından satacak tipte sanatçılar değil. Yapacakları en fazla budur. Herkesin gözü önünde onu parçalamak. Şovenist ve agresifler. Bu doğru! Ama asla bundan çıkar elde etmezler. En basitinden; bunu saygı duydukları, kendilerini özdeşleştirdikleri bir eser üzerinden yapmazlar. Bu çok açık.”
18
“Bir dönem birlikte çalışmış ve birkaç sene sonra ayrılmışsınız. Bunun sebebi nedir peki?” “O zaman idealler ortaktı. Daha doğrusu ben de değişebilecek bir dünyaya, sanatın yıkıcı gücüne inanıyordum. Şimdi ise inanmıyorum. Yeteneklerim ve bilgim ile hayatımı devam ettirme derdindeyim. Sanat, insan türünün bir uydurmacasıdır ve bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Ben de artık boşa kürek sallamaktan vazgeçmiş bir zihinsel mahkûmdum ve özgürleşmek istedim. Tüm mesele bu.” Komiser Semih ile Yaren Gülekçe bir süre daha sohbet ettiler. Mevcut olayın dışına taşan bu muhabbet onları birbirlerine daha da yakınlaştırmış gibiydi. Komiserin gözleri kaçamak bakışlarla Yaren’in bacaklarına, açık renkli, garip desenleri olan çoraplarına kayıyordu. Kadının bunu fark etmesi, onu biraz daha rahatlatmıştı. Kadınsal üstünlüğün arkasına sığınmış yapmacık tavırlar… Biten kahveler ve geçen zaman sonrasında Yaren kalkmak için hamle yaptığı sırada komiser ayağı kalktı. Birlikte kapıya doğru yürüyorlardı: “Size son bir soru sormak istiyorum. Tabii samimiyetinize güvenerek… Sizce cevapları nerede aramalıyım?” “Söz konusu olan ve sizin de üzerine gittiğiniz suç, değerli bir eserin parçalanması ise olay zaten açık. Ama bu değere sahip bir tablonun çalınması veya çalınmış olduğunu düşünmek istememiz ise, o zaman olayın ilk başladığı yere odaklanmanızın yerinde olacağı düşüncesindeyim. Dediğim gibi, bu adamlar hırsız değildir, bu eserle ilgili bir satış yapmaları da söz konusu olmaz ama sigortalanan bir tablo, sahibine çok para getirebilir. Hem de çok. Bunu bir düşünün derim.” Samimi bir gülüş ve tokalaşmanın ardından Yaren Gülekçe polis merkezinden ayrıldı.
19
Alnını avuçlarına dayamış şekilde önünde duran dosyaya bakıyordu. İfadeye çağırdığı tanıklar, tutanaklar ve gittikçe derinleşen bir durumun içinde, yabancısı olduğu bir alanda iz sürmeye çabalarken yolunu kaybetmiş gibiydi. Kaybolduğu noktadan yeni bir çıkış bulmaya çalışırken dosyanın sayfalarını çevirmeye başladı. Önündeki listeye baktı ve bir telefon numarası çevirdi. Aklındaki soruların bir bir üzerinden geçiyor, bir yandan ufak bir kâğıda notlar alıyordu. Uzun bir çalışın ardından telefonu açan kişi Galeri Sahibi’ydi. Saat 16:00’da galeride buluşmak için sözleştiler. Bu, komiserin dava dosyasını aldığından beri ilk karşılaşmaları olacaktı. Komiser Semih, kapıdan girip güvenliğe kendini tanıttığı sırada az ilerisinde Galeri Sahibi’nin çalışanıyla konuştuğunu gördü. Çekilen fotoğraflar, olay yeri ile ilgili alınan görüntüler gerçek hayattaki hâlini tıpatıp yansıtıyordu. Hafifçe kafasını kaldırdı ve o da komiseri gördü. Çalışanının omzuna hafifçe dokunarak yanından ayrılarak ona doğru yürümeye başladı. Komiser durumu biraz garipsemişti. Selamlaşma faslı bittikten ve yalancıktan sorulan iki hâl hatırdan sonra Galeri Sahibi malum konudan devam etti: “Buraya gelmeniz beni çok mutlu etti, Semih Bey. Bildiğiniz üzere, son günlerde talihsiz bazı olaylar yaşıyoruz ve bu yaşananlar bizleri etkilediği kadar, bizlerle birlikte iş yapan değerli insanları da etkiler boyuta geldi. Olayın hızlı bir şekilde sonlanmasını ve bu sanat düşmanı, hırsız heriflerin adalet önünde hesap vermesini bekliyoruz.”
20
“Olayın hızlı şekilde sonlanmasını istediğinizin farkındayım. Bu gibi bir vakaya bile yıldırım hızıyla birini atadıklarına göre bizim teşkilatta sözü geçen kimseleri tanıyor olmalısınız. Ayrıca siz de dersinize iyi çalışıyor gibi görünüyorsunuz. Kapıdan girdiğimde kim olduğumu biliyordunuz.” Galeri Sahibi biraz mahcup, biraz da sinsi bir gülümsemeyle: “Yok, efendim; ne alakası var?! Buraya gelen insanları üç aşağı beş yukarı tanırım. Geleceğinizi bildiğimden ve az buçuk yaşım, işim gereği insan sarraflığı sebebiyle, sizin olduğunuzu tahmin ettim diyebilirim. Yoksa ötesi yok, rica ederim.” “Aynı sarraflığın olay günü işlememesi ne acı. Hâlbuki bunların yaşanacağını bilseydiniz Taylan ve adamlarını müzayedeye almazdınız, değil mi? Avuçlarını sıktı, açılmış anlından bir damla ter yavaşça, gözlük sapına doğru ilerliyordu. Galeri Sahibi’nin bu hâli Komiser Semih’in gözünden kaçmadı. “Tahmin edersiniz ki malzeme bu! İnsan. Siz, bu adamların nasıl tipler olduğunu bilmezsiniz. Sanat çevresinin bu şeffaf, özgürlükçü ortamından faydalanan hastalıklı kafalardır. Ne yapacakları belli olmaz. Engellemeye kalksanız faşist, izin verseniz mağdur olursunuz. Aynı şu anda olduğum gibi.” “Neyse ki sizler gerekli önlemleri önceden almışsınızdır diye umuyorum. Mesela eser sigortası gibi… Çalınma, zarar görme vs konular için.” “Evet! Uluslararası yapılan bu gibi sergi ve müzayedelerde taraflar, karşılıklı olarak böyle garantiler sunması gerekmektedir. Koleksiyonerler ve galerilerden gelen talepleri karşılamak adına Grosz’un eserine diğerlerinde olduğu gibi sigorta yapılmıştır. Bu yapılması zorunlu bir işlemdir.”
21
“O zaman, yapılan sigorta poliçelerinin hepsinden birer fotokopi istiyorum.” “Konuyla ne alakası olduğunu anlayamadım, Semih Bey.” “Soruşturma kapsamı genişliyor, beyefendi. Bu gerekli.” “Hay hay! Bence problem yok ama bence cevapları başka başka yerlerde arıyorsunuz ve bu size, ilerleyen zamanlarda yanlış izlenimler edinmenize sebebiyet vereceği kaygısını taşıyorum. Bu arada atı alan Üsküdar’ı geçecek tabii.” Bu sırada Komiser Semih tüm dikkatiyle sergideki resimlerden birine kitlenmiş, gözünü ayırmadan ona bakıyordu. “Söz konusu durumda herkes ve her şey sorgulanmaya tabiidir. Bence bu konuda rahat olmalısınız.” “Sizi anlıyorum, Semih Bey! Düzgün bir soruşturma yürütmeye çabalıyorsunuz ama yanlış yerde aranan sorular bize sadece vakit kaybettirir. Ortada kesin, kanıtlara dayanan bir suç var. Bunun sonuçlanmasına odaklansak hepimiz için daha iyi olacağı düşüncesindeyim. Ben bir sanatçı ve aynı zamanda iş adamıyım. Siz de görevini doğru yapmaya çalışan bir memursunuz. Benzer birçok noktamız var ve zaman, her ikimiz için de değerli. Lütfen heba etmeyelim.” Komiser Semih uzun süredir baktığı tabloyu işaret ederek: “Mesela şu tabloya bir bakın! Bu tablo ve bizim oluşturduğumuz bu üçlü kombinasyonda yaklaşık üç farklı bakış var. Mesela siz, bu tablonun avangart düşüncenin önemli sembollerinden biri olduğunu, sembolik anlatım üzerinden varlık ve yok oluşa dair önemli göndermeleri olduğunu söyleyebilirsiniz. Ben ise beyaz tuval üzerine birkaç düz çizgiden ibaret, saçma sapan bir iş olduğu-
22
nu düşünebilirim. Ama burada asıl soru şu. Ressam ne yapmak istedi? İşte ben bunu merak ediyorum. Olayın perde arkasını… Yoksa size görünen ile benim şu anda gördüğümün bence pek bir önemi yok.” Galeri Sahibi gömleğinin yakasını hafifçe gevşeterek, inceden kasılan çenesiyle: “Bu resmi yapan Mahleviç, bu dünyadan ayrılalı çok oldu, Semih Bey. Hem de 1939’da. Kanserden öldü. Peki o zaman ne yapacağız?” “Çok güzel! İşte o zaman da iz süreceğiz, bıraktığı işaretleri okuyacağız ve ne yapılmak istediğini, son küçük ayrıntısına kadar kavrayacağız, beyefendi. Benim görevim adaletin sağlanması adına olayları tüm çıplaklığıyla ortaya koyacak delilleri toplamaktır. Olayın iki aşaması var. Birincisi, tarihe mal olmuş bir eserin parçalanması ama aynı zamanda bu resmin sahte olması ve gerçek resmin nerede, kimin elinde olduğunu bulmak. Bizler tahminlere göre iş yapamayız. Aksi taktirde; bu bir adli faciaya sebep olur.” “Herhalde Grosz’un eserini çalan bir hırsızın suçunu itiraf etmesini, ‘Ben yaptım, suçluyum!’ demesini beklemiyorsunuz.” “Ama suçlu olduğunu da düşünmemi beklemiyorsunuz herhalde. Merak etmeyin, beyefendi! Gerçek elbet ortaya çıkar.” Komiser Semih galeriden çıktığında, akşam karanlığının içinde, şehir ışıklarının altında akan kalabalığa karışarak yürümeye başladı. Kendini bildi bileli yalnız ve suskundu. Yoksunluklarının yanında, daima sırtında hissettiği, yatılı okul yıllarından kalma duvar soğukluğu, ciğerini üşütüyordu. Birbirine karışan adımları, kısık ve dalgın bakışlarıyla, bu bahar akşamında bile kıştan kalma bir havayı kokluyor gibiydi. Kaybedecek bir şeyleri olmayan insanlara imrenir, keskin yargılara çabuk varsa da bunları sorgulamaktan asla çekinmezdi. İşte tam bu noktada Galeri Sahibi hakkın-
23
da, kafasında dönüp duran güvensizliğe bir neden arıyordu. Olay üzerinden bakıldığında, nesnel gerçeklikler üzerinden yapılacak değerlendirmelerle, elbet sonuca ulaşılabilirdi ama garip şekilde tezgahlanan bir oyunun içinde çarkları döndüren fareye benzediği izlenimine kapılıyordu. Boşa mı koşuyor yoksa sadece kendinden istenilenleri mi yapıyordu? Durduğu noktada bunu anlamak imkânsızdı. O sebeple yoluna devam etmeliydi. İnsan yığınının içinden sıyrılarak ara sokaklara, bozuk asfaltlar, dar yollar arasında gezinmeye başladı. Loş ışıklı bu sokaklar ona, duvar yazılarıyla şifrelenmiş, ardına saklanmış bir dünyayı duyumsatıyordu. Kimsenin bilmediği, bilenlerin konuşmadığı bu sıvası atmış duvarlar, güne dair birçok şey duymak isteyen kulaklara fısıldıyor gibiydi.
Sanat Öldü! Yaşasın Sanat! Yazıya uzun uzun baktı ve İstanbul’da, gaz fişeği ile kör olan o çocuğu hatırladı. O da buna benzer bir şey yazıyordu, emri altındaki polislerden birinin, bile bile, hem de gözlerinin önünde sıktığı kapsülle, hayata bakan pencerelerinden biri kapanmıştı. Ne için? Kimin için? Komiser Semih öylece duvara bakarken arkasında ona doğru yaklaşan, giderek yavaşlayan adımlar sezdi. Yavaşladı, yavaşladı ve yakınına gelince durdu. Semih hızla silahını çekerek arkasına döndüğünde siyah tişörtlü, sarı saçlı genç bir çocukla karşılaştı, elinde bir çiçek tutuyordu. Kısa süre göz göze baktılar ve Semih’in nefes alış verişi normale dönünceye kadar hareket etmediler. Sonra çocuk, elindeki çiçeği yavaş hareketlerle silaha doğru uzattı ve namlunun içine soktu: “Eski bir gelenektir; bilirsiniz, Komiser. Sıradan insanlar, devletin silahları üzerlerine doğrultulduğunda fazla bir şey yapamazlar. Sizi stresli gördüm. Biraz sakin olun!”
25
“Kimsin lan sen, it? Ödümü kopardın akşam akşam.” “Taylan’dan bir not iletmek için gelmiştim.” Bu sırada silahını indirirken namlunun ucundaki çiçeği eline aldı ve usulca cebine koydu. “Ne notuymuş o? Notu gönderenin götü yeseydi, kendi gelirdi.” “Beylik silahı belinde taşıyan herkes kendini aslan zanneder zaten. Ama unutmayın, çiçeği de gönderen o.” “Senin dilin ne kadar uzun öyle, delikanlı.” “Sizin namlunuz kadar değil komiser.” “Emin ol, bu kafayla fazla yaşamazsın sen.” “Siz kafama sıkmadığınız sürece yaşarım.” “Bırak şimdi tıraşı da öt bakalım.” “Taylan seninle görüşmek istiyor.” “Hiç zahmet etmesin, biz onu yakaladığımızda polis merkezinde bol bol sohbet edeceğiz zaten, aslanım.” Sarı saçlı genç, Komiser Semih’in yüzüne bakarak gülümserken aynı zamanda elindeki katlanmış ufak kâğıdı açıyordu. “Komiser! Bence buna kendin bile inanmıyorsun.”
26
Ara sokaklardan ana caddeye, oradan da barların olduğu sokağa geçtiler. Komiser Semih gergindi. Onların kurallarına göre oynamak, dediklerini yapıyor olmaktan dolayı içten içe rahatsız ve tedirgin olduysa da elinden bir şey gelmiyordu. Taylan ile arasındaki tek bağ olan bu sarışın genci tutuklasa, baskı ve işkence yapsa bile konuşmayacağından emindi. Kafasından bunlar geçerken, sokağın hareketliliği bilindik akışıyla devam ediyordu. Hayalet gibiydi. Kısa bir süreliğine kalabalığa baktı. Dışarıya atılmış masalarda insanlar bahar akşamının tadını çıkarıyorken, sokağı saran alkol kokusu, onda tanıdık hisler uyandırıyordu. Kendinden, dünyasından, küçük hayatından kaçış... Büyük bir şeylere ait olma isteği ve bunun gibi şeyler... Sarışın genç, bir barın önünde durdu, küçük bir kaş hareketiyle burası olduğunu işaret etti. MEKAN 18. İçerisi tıklım tıklım doluydu. Rahatsız edici müzik önce kulaklarda, daha sonra da beyinin her hücresinde hareketlenerek dinleyende adeta bir karmaşa meydana getiriyordu. Ortam sıcaktı. Üst kata çıktılar. VIP locaların bulunduğu yerde, kapalı kapılar ardında ne olduğu bilinmeyen hayatlar yaşanıyordu. Sahne bölümü dıştan görülemeyen camlarla dekore edilmiş, müziğin sesi azalmıştı. Beşinci locanın içine girdiklerinde Taylan onları bekliyordu. Ufak bir selamlaşma faslından sonra Komiser Semih konuya girdi. “Anlat bakalım, Taylan Efendi!”
27
“Anlatılacak her şey kameralar tarafından çekildi zaten. Herkes gibi biz de oradaydık ve can çekişen bir eserin, işkenceye maruz kalmasındansa ölmesini tercih ettik. Ama gidişi bile isyan doluydu. Yaptığımız işten memnunum ama anlaşılıyor ki bu tüccarlar başka bir oyun kurmuşlar ve onun yerine sahtesini koymuşlar. Onlar para için her şeyi yaparlar zaten.” “Böyle kesin yargılara sahip olmak için ne senin elinde gerekli deliller var, ne de benim. Belki bu işi sen de yapmış olabilirsin. Olamaz mısın?” Taylan dişlerini sıkarak gülümsedi: “Onu ben yapmış olsaydım, kendimi afişe etmez, eseri kaptığım gibi galeriden sıvışırdım. Amacım o esere sahip olmaksa ve onu ikiye bölmeden önce elde ettiysem, peki o zaman neden kendimi kabak gibi ortaya çıkartmış olayım? Bundan ne gibi bir çıkarım olabilir, bir düşünsene! Bir de şu tarafından bak. Türkiye’de bir şehirde, uluslararası gözlemciler olmadan, ulusal bazda bile tanıtımlar yapmadan bir sergi açıyorsunuz ve dünyaca ünlü olan bu ressamların eserlerini açık arttırmaya koyuyorsunuz. Binlerce dolarlık eserlerden bahsediyorum. Sizce burada bir gariplik yok mu? Bakın! Bu şehrin burjuvaları zengin ama cahildir. Sanat, eserin değer artış endeksleri üzerinden hesaplandığı bir kavramdır ve yatırım danışmanları eliyle yürütülen, finansal bir argümandan ibarettir. Bir arsa veya hisse senedi gibi alırlar, satarlar. Tam da bu noktada başarılı bir taklit, hele ki yurtdışından gelmiş bir koleksiyoner, kolayca bu ahmakların gözünü parlatabilir. Aksi meydana geldiğinde ise olaya bir hırsızlık süsü verilerek sigorta sistemi devreye sokulur. Alın size uluslararası sanat çetesi. Siz, büyük ressamlara ait binlerce eserlerin, birçok kopyasının orijinalmiş gibi ortalıkta gezdiğini biliyor musunuz?” “Peki, neden teslim olmadın? Yaptığın bir suç ama şu hâliyle bakıldığında, kolayca tutuksuz yargılanabileceğin bir durumda.”
28
“Bu adamlar büyük paralarla oynuyor, Komiser! Ve polis teşkilatı da parayı seviyor. Biz, sizlerin önüne ne şekilde çıktıysak hep hak mücadelesi üzerinden çıktık. Ama sizler, çoğu zaman adaleti, zarfla gelen meblağlar üzerinden işleme koydunuz.” “Ne olursa olsun, yaptığın bir suç. Hakkında yakalama kararı var ve teslim olmalısın. Bu sanat davasını fazla büyütüyorsun. Zaten inceledim, dosyan irili ufaklı şeylerle hayli kalabalık ama bu olay başka. Sen zaten vermek istediğin mesajı verdin ve şimdi teslim olmazsan iş daha da büyür. Bak, güzel bir arkadaşa benziyorsun. Bu sanat manat şeysi için başın fena yanacak.” “’Sanat Manat’ değişinle konunun adamı olmadığın, işini bitirip dosyayı kapatarak, mevzuyu geçiştirmek istediğin pekâlâ anlaşılıyor. Ben ve arkadaşlarım, oraya neden çıktık ve o tablo neden sahte? Sorman, sorgulaman gereken noktalar bunlar. Anladığım kadarıyla durumdan bir habersin, Komiser Semih. Keşke Gezi’de, köpeklerinin başında kalsaydın. Bu işler gaz fişeği ile insan avlamaya benzemez.” Bir anda gözleri büyüdü. Taylan’ın gözbebeklerine kitlenerek, karşısındaki insanın hakkında çok şey bilen kişilere has, o kendinden emin ifadeyi aradı. Kaşlarını, mimiklerini, ağız hareketlerini izledi ve huzursuzluğu arttı. Sinirli şekilde çıkıştı: “Sen nerden biliyorsun lan bunu?” “Sakin ol! Oradaydım. Hastanede. Arkadaşımızı ziyarete geldiğinde...” Hakikaten de o günün sabahında çocuğun olduğu hastaneye giderek durumunu sormuş, ona uzaktan bakmıştı. Koridordaki arkadaşları ise o gün, ona dikkat kesilip takibe almıştı. Taylan da onların içlerinde olmalıydı. Belki de takip edilmişti. Cebinden telefonu çıkardı, şebekeye ulaşılamadığını gördü. Tuva-
29
lete gitmek istediğini söyleyerek masadan kalktı, koridordaki garsona tuvaletin nerede olduğunu sordu. Kabinlerden birinin içine girdiğinde polis merkezindeki yakın arkadaşına şu mesajı attı.
Tuvaletin önünde köşeye sinmiş şekilde kapıdan girecek ekipleri bekliyordu. Bir yandan da gözü merdivenlerdeydi. Taylan’ı yakalamak, kendi bildiği şekilde sorgulayarak işi bitirme niyetindeydi. Olayın üzerindeki bu sisli havayı dağıtarak bir an evvel sonuca ulaşmak, gerçeği öğrenmek istiyordu. Bir yandan kulaklarını sağır eden müzik diğer yandan da çılgınca dans eden kalabalık, gerilmiş olan sinirlerini iyice bozmuştu. Kendini, az sonra içeri girecek olan TEM ekipleri ve salonda zıplayıp duran concon takımının yüzlerinin alacağı ifadeyi düşünerek teselli ediyordu. Tabii bir de Taylan’ın. Mekâna girdiklerinde çevrede bir panik havası oluştu, müzik sustu, kaçışmalar başladı. Kapıdaki bodyguardlara ters kelepçe takılırken mekân sahibi dışarıdaki masalardan birine oturtulmuş, ön sorgusu yapılıyordu. Otomatik silahlı, çelik yelekli polisler tarafından etraflarının sarılı olduğunu görenler elleri havada, korku dolu gözlerle, kar maskelerinin ardındaki gözlere bakıyordu. Komiser Semih, silahını çıkararak peşine taktığı iki polisle VIP bölümüne çıktı. Diğer bölümdeki müşteriler dışarı çıkmış, şaşkın ifadelerle olanları izliyorlardı. Bu sırada Komiser Semih koşarak koridorun sonundaki locaya gitti, kapıyı bir tekmede açtı ama odada kimse yoktu. Bir tek masanın üzerinde yırtık bir kâğıt parçası vardı. Üzerinde “Hayat bir yanılsamadan ibarettir.” yazıyordu. Elini alnına götürdü, sertçe ovalamaya başladı. Kısık bir sesle arkasındaki polislere seslendi: “Siz gene de etrafa bakın bakalım!”
30
Mekân olayının üzerinden tam iki yıl geçmiş, dava kapanmıştı. Komiser, hâkime sunduğu soruşturma raporunda eser hırsızlığının üzerinde durmamıştı bile. Dava sürecinde Semih, Galeri Sahibi’ni tekrar tekrar aramış, ısrarlı çabaları sayesinde sigorta poliçelerinin fotokopilerine ulaşabilmişti. Yaptığı incelemeler tahminleriyle örtüşüyordu. Diğer eserlerden farklı olarak Grosz’un The Funeral eseri için tam 1 milyon dolarlık bir poliçe düzenlenmişti ve yurtdışı bağlantılı olan sigorta şirketi, ödemeyi soruşturma sona erinceye kadar bekletmişti. Ekspertiz raporlarına göre, Almanya’da sigortalanan eser, Taylan’ın kestiği tabloyla aynı değildi ve davacı taraf, eserin aynı kişi tarafından çalındığını iddia ediyordu. Tazminat ödemesi bu karara bağlıydı ama tüm aramalara rağmen bir sonuç elde edilememişti. Taylan ve arkadaşları ortalıkta yoktu. Karar kısmı şu cümleyle bitiyordu; Bahsi geçen eserin davalı tarafından çalındığına dair herhangi bir bulguya rastlanmamıştır. Olayın şaibeli olduğu gerekçesiyle sigorta şirketinin ödemeyi reddetmesinin ardından Alman koleksiyonerin, taraflar arasında yaptığı sergi sözleşmesine dayanarak, Galeri Sahibi’nden aldığı tazminat dolayısıyla Galeri mali çöküşe gitmiş ve daha fazla ayakta kalamayarak kısa süre içinde kapanmasına yol açmıştı.
31
Breitscheidplatz Meydanı, ılık bir sonbahar sabahına uyanıyordu. Hızlı adımlarla işlerine giden insanlar, Kaiser Wilhelm Anıt Kilisesi’ni görmek için gelen Koreli turist kafilesi ve meydan çevresindeki trafik, başlayan bir günün sıradan hareketliliğiydi. Kurfürstendamm Caddesi’ndeki mağazalar kapılarını bir bir açıyordu. Kaldırımlarda topuklu ayakkabı sesleri, metronun yeri titreten geliş gidişleri ve köşe başındaki fırından yükselen, taze kruvasan kokusu… Hepsi, kendi tınıları içerisinde bütünleşerek ortaya koyulan bir sabahın habercisiydi. Meydanın tam ortasında banka oturtulan, kurukafa maskeli bir manken ve yanında Grosz’un orjinal The Funeral tablosu duruyordu. Mankenin elinde kartona yazılmış bir yazı vardı.
CEHENNEME GERİ DÖNDÜM. SANAT ÖLDÜ, YAŞASIN SANAT Komiser davadan çok sonra, kameramanın deneme çekimlerini tekrar izlediğinde olayı çözdü. Bu görüntü aynı zamanda neden geceleyin Galeri A salonun camı kırılıp içeri girildiğini de açıklıyordu. Tablo olay anında orada bir yerlerdeydi ve kendisini eve götürecek kişiyi beklemişti.
32