Umut kadın ve kristal gül

Page 1


İLKER BALKAN

UMUT, KADIN VE KRİSTAL GÜL

-ROMAN-


Kendimi gรถzlemek yetmiyor bana; gรถzetlenmek istiyorum...


"Eşin var, aşiyanın var, baharın var ki beklerdin. Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?" Mehmet Âkif Ersoy


-1-

Daha bu gün öğrendim. Öleceğimi, hem de iki ay sonra... Bu kısacık zaman sonunda, yirmi sekiz yıllık yaşantının biteceğini bile bile yaşayacağım şimdi. Hep merak ederdim, öleceğim zamanı bilsem neler yapardım diye. Şimdi biliyorum. Bu yüzden de karar verdim başkalarının meraklarını gidermeye. Askerdeyken bir arkadaşım, "Bir mermi kadar hızlı koşabilseydin ne yapardın?" diye sormuştu bana. "Bilmem" dediğimi anımsıyorum şimdi. Oysaki aynı soru bana bugün sorulsa, ne yanıt verirdim bunu buldum. Ve bir şeyin daha farkına vardım ki, bir soruya yanıt bulunduğunda, soru değersizleşiyor, yanıt önem kazanıyor. Oysaki yanıtsız kalmış tüm soruların hâlâ bir soru değeri var. İnsanlar da böyle. Yaşamları boyunca, bir yanıtın ardından koşturup duruyorlar. Nice iyi, nice kötü işler yapıyorlar; hayatları boyunca karşılarına çıkan tüm engelleri paralıyor, sarsıyor âdeta tepiyor ve sona ulaşmaya çalışıyorlar. Sona ulaştıkları anda ilahi kudreti keşfediyorlar ve ölüyorlar. Geriye ne kalıyor? Yoksulluk ya da zenginlik; ağlayanlar, gülenler ve ölenin eksikliğini hissetmeyen bir dünya... Ben öldüğümde ardımdan kim ağlayacak? Gerçekten ama; göstermelik değil... Annem de babam da, aynı trafik kazasında yiteli neredeyse beş sene oluyor. Kardeşim askerde vurulup gideli üç yıl, karım beni terk edeli iki ay... Hayatta, bana tutunacak kimse yoktu eskiden de, onun eksikliğini


duymuyorum; ama benim de tutunacak kimsem kalmadı artık. Hayat, benden aldıklarının yerine, benden başka bir şey koymadı hiç. Yaman bir güneşin titrek dalgalarında aradığım huzur bile, bir karganın sesiyle bozuluyor her sabah. Ben, gitmekle kalmak arasındaki çizgide geçirdim yaşamımın çoğunu. Son bir senedir, yatak odamızın kapısından içeri almıyordu beni karım. Çocuğum, daha "baba" derken öğrenmişti "kaka" demesini ve bunları birleştirerek söylemesini. Mavi pabuçlarının ponponlarından başka hiçbir şey yok şimdi ondan bana kalan. Yüzünü bile görmedim zaten kaç zamandır. Ben tükendiğimde ne olacak. Asıl olan ne mene bir şeydir ki, bana hiç uğramadı. Zamanında elimde olup da, şimdi yalnızca geçmişimde, tümlenmiş duygularda, kesişen anılarda olan o kadar çok hasretlik sevdam var ki... Kanıma girip de ruhumu derin sızılarda inleten kalp ağrılarım da bana aşkın ne derece kuvvetli ve ne derece zayıf olduğunu gösterdi. Kendimle zıt yüklü kutupların ortak çekim alanında kim var kim yoksa, yarattığım itkiyle yere serilip, ardımdan bir dolu küfür yağdırdılar senelerdir. Acınmayı bildiğimden değil, acımayı bilmediğimden kaynaklanıyordu tüm zalimliklerim ama yine de, karşıma geçen herkes, bir tükenişin tek tarafında benliliği sorguluyordu. Unuttuğumu bana hiçbir zaman hatırlatmadı yaşam. Ama unutulduğumu çoklukla kafama kakıp durdu. Yine de kendime düşüp de geçmişe ağladığım gün, ayırdına vardım dimağımda ne ağır gülleler yığıldığının. Çoraplarımı hep tersine giydim şimdiye kadar. İçimden geçen her şey, her yanlışın arkasında eriyip kaybolurken, tüm yanlışlarımı doğru kabul etti insanlar. Beni büyüten onlardı ama büyümeye çalışıyormuş gibi görünendim hep ben. Kandırıldıklarını anladıklarında asıl kabul edemedikleri, kendi kendilerini kandırdıklarıydı insanların. Kandırmak suçtu ve hiçbiri kendi gözünde suçlu olamazdı çünkü gözbebekleri yalnızca dışarıyı


görüyordu. İçlerine bakmaya çalışan gözü, diğer gözü körler çoktan kör etmişlerdi. Sağduyu ölmüştü çoktan. Eldivenlerim ve el fenerim vardı benim. El fenerimi eldivensiz kullanmaz, eldivenlerimi fenersiz takmazdım. Eldivenlerim beyazdı; fosforu sarı çizgilerle süslü abartılı bir beyaz. Ama fenerim sarı ışık verirdi. Ellerimden düştü her ikisi de; işte o an beni kendime bırakan gücü hissettim içimde: Korkumu; her an depreşen, her an beni boğacakmışçasına bir hızla ardımdan koşan canavarı keşfettim. Eldivenlerim yere düştü ama toz kaldırmadı hiç. Fenerin kırılan camından geriye ne bir ses kaldı, ne de ucu kesik bir parmak. Hayalimde kanadı ruhum, bedenim tüm varsıllığında etrafımı kuşatmışken. Aşkın elyafla ne ilgisi vardı ki, eldivenlerim yere düştüğünde, bir zamanlar karıma tabii o zamanlar sadece sevgilimdi duyduğum o sınırsız sevgiyi hissettim yeniden. Sanki öfkeli korkuma karşı koyabilecek tek güç, o sevginin yeniden bedenimde şahlanmasıydı. Karşımda duran yoldan geriye dönmek, aslında bensizliği dert ettiği kadar hayatta hiçbir şeyi dert etmeyen karıma ödemem gereken bir borçtu. Ama hiç kimse şimdiye kadar bana gönül borcu ödemedi; bilmiyorum bu borcun nasıl geri ödeneceğini. Zaten kalbimde, aldığım borçların bir çetelesini tutmuş değilim. Kimden, ne zaman, ne aldığım umurumda değil. Tek umurumda olan, korkumun, depreştiği zaman bana neler yapabileceği ve hatta neler yaptırabileceği. Şunu öğrendim ki, hayatta en çok yorulduğun an, en hızlı koşman gereken zamandır. Şimdi de öyle. Ömrümün sonunu beklerken; yani ruhsal yaşlılığımı bedensel gençliğimde yaşamaya mahkûm olurken, yapmayı arzuladığım şeylerin en fazlasını gerçekleştirmem gerekiyor: Doyamadığım sabah uykularımdan vazgeçip, hiç sevmediğim geceleri, kendi yalnızlığına terk etmem gibi... Doktorların, benden başka herkese söylemeleri gereken bir şeyi,


yalnızca bana söylemeleriydi beni ürküten belki de. Ama bu da bir korku olabilir miydi? Doktorların adam yerine koyup bu haberi fısıldayabilecekleri bir tek ben mi vardım yoksa ölümü başkalarını ilgilendirecek kadar bile adam değil miydim? Sert bir rüzgâr uyandırdı beni belki de, bilmiyorum. Üşüdüğümde, her zamanki gibi dişim sızladı yine. Belki on sene önce çektirmeliydim ama şimdi bir anlamı kalmamıştı o hep yaşamaktan kaçtığım acıyı yaşamanın. Ya da salt yaşayabilmiş olmak için kendime eziyet etmeliydim. Vücudum her gün halsizleşip, hissizleşirken, duyumsama sınırlarımın sonuna kadar dayandırmalıydım çektiğim acının derecesini. Kalbimde, oraya gömdüğüm duygular kendilerini kaybederken, yerlerine istilacı fakat geçici olarak gelen acılar geçmeliydi. Olamadığım ve yaşayamadığım her şey için, kendime, yaratmaya söz verdiğim fırsatlardan biriyle de acıya mı atlamalıydım? Gözlerimden yaşlar boşanacak kadar canım mı yanmalı, kendimi o duvardan bu duvara mı atmalıydım? Acıyla kıvranmak da bir yaşam biçimi miydi? Zaten hastalığımın son dönemlerinde yeterince acı çekmeyecek miyim? Bırakayım da içimde depreşen korku sarsın beni; ölüm korkusu yensin yaşama hırsını. Ama galip gelen sevgi olsun hayatımda ilk kez. Çok önceden çökmüş olan kararlılığım ve gururum, yalnızca sevilebilirliğimle yaşanabilirliğim arasındaki soğukluğu gidermeye çalışsın. Ne garip yaratıklarız biz insanlar. Tüm varlıklar, bir yokluğun, ya da var kabul edilen ve hiç bulunamayan bir gerçeğin arkasından koşarken; kendi başına yürümeye kalkan tekilleri, sürüsünü dağıtmış bir kurt kapıyor. Yuhalanmak ile azat edilmek arasında geçen bir cezalandırma dönemi, törenlerle kutlanacak kadar büyük bir insanlık şölenine dönüşürken, kendi başımıza sırıtabildiğimiz tek anları kovalamıyor muyuz hep? Kendime açtığım savaşta kazanan da kaybeden de hep içimden


birileri oluyor. Tüm galipler, tüm mağlupların yanında yer alırken, içimde beni oynayan dublörler silsilesi, kendi kişiliklerini bana kabul ettirmeye çalışıyor. Tarafsızlığımda yitiriyorum galip taraftan yana olma telaşımı. Benim için dövüşen onlarca ben'e, yine benden bir şeyler vererek ama sürekli bir şeyler vererek yardım ediyorum. Korktuğum başıma gelirken, kendimden başka hiç kimse, bu çokluğa akıl erdirip ben düşerken beni tutmaya yetişemiyor. Ama düşmeye başlayanları gördüğünde içimden biri, orada mutlaka onu tutacak gönüllüler çıkıyor. Benden kaç tane olduğunu bilmiyorum. Çoğu, olmak istediğim ben gibi davranmıyor. Yalnızca olabildikleri kadar gerçekçi olmaya çalışıyorlar. Ama tüm yapaylıkların asillik ve özgünlük sayıldığını bilmeyen ben, hayatın herkese adil davrandığını düşünerek arıyorum içimdeki hangi ben'in gerçek ben olduğunu. Ölüyor olmam, hepsinin ölüyor olması anlamına geldiği halde, hepsinin yaşaması, salt benim yaşamama bağlı değil. Hayatımın en "mutlu" gününde, gençliğim ölüveriyor mesela!.. Tüm hegemonyalara ve itaatkâr zaaflarına karşı durarak, çıkarsız bir mekânın tufanında kendinden geçmiş; karmaşık sakız ağacı dallarıyla evler örmüş; her bulduğu yeni yetmelik heyecanım geri tepmiş olan ben kimim? Pervasız, fütursuz hatta munis kişiliğinden kâh bir balık, kâh bir aslan, kâh bir kartal yaratan; kısırlığın içinde doğmaya çalışan bir çocuk gibi çırpman, sonra da adı Kamus'ta bile geçmeyen, yitik bir primat azizliğinde her gün yeniden kullaşan, kullaştıkça tanrılaşan, melekleşen, şeytanlaşan ben kimim? Omzumda, vuruk sevdalardan örülü bir kilimle, kendi vurgununun telaşını yaşayan; vuruldukça dirilen, dirildikçe vurulan; kanadında arı bir dua, benimle aynı göğü paylaşan bir böcekle, her gün yeniden konuşurmuş gibi yapan; hayattan aldığı her şeyi tırnağıyla kazıyıp, kazanımlarını çoğu kez kepçeyle sunan ben kimim? İstanbul'un azizliğinde saklı bir telaşı, bir gönül yarasına merhem


yapan; kızlarla kazları aynı kümeste saklayan; yaklaştığı her şeyden kaçan, yaklaşan her şeye koşan; demir duvar misali, olmazsa olmaz bir dökümün bütünlüğüyle ortaya çıkan; parçalandığı hâlde, tüm birlikteliğini, yine de kendisini parçalayanlara borçlu olan; içindeki savaşa dur diyebilecek tek şeyin, kendine açacağı bir savaş olduğunu bilen ben kimim? Şimdi aklıma, bir yerlerde okuduğum birkaç satır -belki de sadece bilinçaltımın uydurması geliyor. İçimden bir ses diyor ki: İnsanları sevebilmek inandırman gerekiyor.

için,

önce

kendini,

onları

sevdiğine

Bir başka ses, soluğundaki yitikliğin vurgunluğunda, karımı ve çocuğumu terk edişimin hesabını soruyor benden: Kısırlığın sorun olduğu üreme dünyamızda, asıl sorun kısır olan organlarımız değil, sevişme arzumuz. Biz sevişmek için seviyoruz; hâlbuki eskiler, sevmek ve sevilmek için sevişirlermiş. Yaşadığım her tümlenceden sonra kalemime ve zihnime dolan tümceler, asıl zaafım olan konuşabilirliğimi yitikleştirirken, ben eli kolu bağlı oturmaktan başka bir şey yapamıyorum. Çünkü içimde top yekun süren amansız bir savaşla, daima kendimden bir şeyler kaybederken, yitikliğimi kaybetmeyi bir türlü beceremiyorum. Aldığım yaraların silikliği, derinliğimi etkileyen hiçbir şeyin olmadığının bir kanıtı belki ama kendime içten verdiğim zararlar, hiçbir keskinliğin açamayacağı dev delikleri, hem de bana bakan yüzde açıyor. Körleştiremedikleri iç gözlem gözüm, ufka takılı kalmış mavi gözlerime meydan okurcasına çok şey görürken, kendimle kavgama ara vermeye, biraz soluklanmaya, belki de bu arada saklanmaya gereksinim duyduğumu fark ediyorum. Kendimde yarattığım krizler, hasta olma fikrinin saplantılaşmasının bir izdüşümü belki de ama yine de benden geriye kalan artıkların büyüklüğü, benim ne derece büyük ve ne derece küçülmüş olduğumu gösteriyor.


Kendimin yorgunu olmakla, kendimi yormak arasında nasıl bir ilişki varsa, hayatta olmakla hayatı yaşamak arasında da öyle bir ilişki var diye düşünüyorum. Söylediklerimden, hemen söylediğim anda vazgeçsem bile, benim ağzımdan çıkan sözcükler, hayatta kimsede bulunamayacak bir vefa örneği sergiliyor. Ama uçsuz bucaksız sözcük dizgelerim arasında kendisini kaybeden özgünlüğüm, anlaşılabilirliğim ve kendi başınalığını, daha bir yitikleşiyor ve tekilleşiyor. Ben, içimdeki benlerle uğraşımı tamamlamaya çalışırken; sözcük perilerim, farklı benlerin, aynı ağızdan çıkarttığı sesleri tekleştiriyor ve benim içimde yapamadığımı eylemlerde gerçekleştiriyor. Bilinç var mı? Varsa nerede? Bildiğimden emin olduğum tek şey, ölüyor olduğum. Kâbuslarım da, hayallerim de yaşam üzerineyken, en az aklıma gelen kavram, yeniden depreşiyor şimdi. Hem de hayatımın gerçeği olarak. Yaşasaydı, Nietzsche anlardı beni belki ama artık onun için bile, böyle bir vakayla uğraşmak olanaksız. Kaldı ki, körleşmeye başlayan asıl gözlerin coşturduğu bir iç gözlem gücüydü aslında Nietzsche'yi Nietzsche yapan. Giderek bozulan gözler bende de var. Hatta, bir saatlik okumalardan sonra korkunç bir baş ağrısı yarattıkları da oluyor. Ve tabii, o ağrının içinde, öyle bir zihinsel dinginlik yaşıyorum ki, çevreden gelen tüm uyaranlar, bu ağrıyla ezilip silinirken, içimden gelen tüm veriler, her bir sinir hücremde farklı farklı süreçlere tabi tutuluyor. İşte öyle günlerden biriydi zaten içimdeki ikinci beni keşfedişim ve yine benzer bir günde keşfettim içimdeki ikinci benin tek kişi olmadığını. Korktuğumu saklamam yersiz olabilir şimdi ama o zaman korkmak zaafı, sonumu getirecek ben olabilirdi. Bir tanrı ağladığında, tüm yaratılmışlar âlemi susup, tanrının hıçkırıklarına eşlik eder ya da tanrı muazzam bir sessizlik yaratabilir ama bir yaratılmış ağladığında çoğu kez duyulan ses, tanrının fısıldanan adıdır. Ben ağladığımda ise içimden "sus" diye sesler


geliyor. Sonra "hadi devam" diye çığlıklar yükseliyor. Ben durdukça gitmem için iteliyor; gitmeye başladığımda da beni durdurmak için ellerinden geleni yapıyor içimdeki benler. Kendime karşı çok katıyım belki de; belki de içimdekileri hoş gördüğümden kaynaklanıyor bu isyan... Ama yalnızım, çok yalnız. Arayış içinde geçen bir ömrün sonunda, bulduklarımın dağınıklığında kaybettiğim benliğim bile, şu zor anımda akli gücümün sınırlarına girmemekte diretiyor. Bir dostun peşinden koşarken, kimsenin dostluğuma, benim dostluğa önem verdiğim kadar önem vermediğinin ayırdına vardığım andaki yıkılışımı hatırladım birden. Ama bu başka bir paragrafta olmalıydı, biliyorum. Belki başka bir bölümde, belki başka bir kitapta. Ama kendimden arta kalanlardan bir bütün elde etmeye çalışan akli ben, içimden gelenleri gelişigüzel diziveriyor düşünce tahtasına. Alıp da yoğurduğum düşünceler, birbirlerinin sakatlıklarına gülüp geçen sakatlar takımı kadar alışmış davranıyorlar, kendilerini var eden aklımın hatalarına. Bu bir affedicilik olsa bile, aynı zamanda bir yok edicilik de olabilirdi. Ama kime sığınsam, benim içinde yüzdüğüm denizin derinliğinden korkuyor ve bensizlikte ısrar eden bir saflıkta, tümenlerce askerden dayak yemiş gibi yıkkın, bezgin, kırık geri çekiliyor. Ve ben, her anımdaki bağlılığın, bağımsızlığımı da bağladığını bilerek ve sürekli bağlı olmayı arzulayıp tam tersi yolda çalışarak, kendimle çatışarak, hayatıma devam ediyorum. Kısa süre sonra bittiğinde bile, kurduğum uzun cümlelerin, zihnimi rahatlıkla uyanık tutabileceğinden eminim. Bu, biraz olsun korkumu azaltıyor. Kim bilir, belki de sevmeye başlarım bu fikri, o ana daha da yakınlaştıkça... İki aydan bir gün eksildi. Belki tanrı sesimi duyar da, iki ayın sonuna bu yiten günü ekler. Yaşanası bir iki ay daha var olur önümde. Ama şimdi susma vakti. Yine günün adamı Nietzsche ile kapatalım defteri: Yele karşı tükürmekten sakının!


Damağımda kuşburnu tadıyla uyandım bu sabah...


"Eğer aşktan söz edildiğini duymamış olsalar Hiçbir zaman sevemeyecek insanlar vardır" La Rochefoucauld


-2-

Evet, bugün yaptım. Karıma, yani eski karıma telefon ettim bugün. Gerçi, daha boşanamadık, yasal olarak hâlâ karım ama yine de eskidi ona duyduğum sevgi. "Hangi dağda kurt öldü de aradın?" diye bir tokat yapıştırdı yüzüme, sesimi tanır tanımaz. "Ölüyorum." dedim; "Cehenneme giden yola çabuk düşmüşsün, sana müstahaktır," dedi. Kırıldım; her zamankinden fazla kırıldım ama belli etmedim. "Doktorlara göre iki ay ya yaşarmışım ya yaşamazmışım..." diye inledim. Duraksadı. Belli becerememişti.

ki,

yokluğumda

da

taş

kalpli

olmayı

"Sen ciddi misin?" dedi, dudaklarına yayılan hıçkırıklara sahip olmaya çalışırken. "Evet," dedim. Tek bir sözcük, tek bir cümle... Fazlasına ihtiyaç olmuyor zaten. Ama sevginin fazlasına ihtiyacım var şimdi; hem de her zamankinden fazla. Merhamete, ilgiye ve birlikteliğe de gereksinim duyuyorum. Bunları ondan istemek ne derece doğrudur bilmiyorum. Cezam daha dolmamıştı herhalde... Sahi, ne yapmıştım ben ona? Bir telefon konuşmasına bile tahammül edemeyerek, suratıma kapattığı telefonun ahizesine bakar bırakmıştı beni; demek ki gerçekten düşene vuruyorlardı. Ben niye düşmüştüm? Peki ya nereye düşmüştüm?


Neredeyim ben... Hayatımın kalanım geçireceğim bu otel odasından başka evimin olmayışı, başımın açıkta kalması anlamına geliyorsa, tüm duraksamalarım ve genellemelerim bana yararsız şeyler değiller de ne? İşte yine içimdeki benler savaşı başlıyor. Şimdi, içime attığım soruların sorunlaştırılmasıyla uğraşacağım galiba. Benden başka her asıl benin yapmaktan hoşlandığı bir şey bu. Ama ya olmaya çalıştığım benin olgusallığı?.. Affetmeyi de bilemez miydi karımın kızmayı bilen kalbi? Özür dilemenin bir işe yaramamasıydı belki de yitirilenlerin pişmanlıkla yerine koyulamaması. Ama benden geriye hiçbir şey -salt bir pişmanlık bile kalmadığında, içini doldurduğum bu hacim, bir boşluk yaratacak mı acaba? Bu benim yazgım mı? Yazgımı sevmeye mi başlamam gerekiyor? Ah şu "amor fati"; yazgıyı sevme derdi... Ama ben değilim ki içimde yazılmışları yöneten yönetmen... Benden habersiz oynanan tüm oyunlarda, kullanılan tüm dublörler bana benzerken; asıl aktör, asıl yıldız olan ben, her şey bittikten sonra, yapılan tüm yanlışların cezasını çekmek için mi ortaya çıkıyorum? Karıma, evi temizlemesi için bir kadın tutmamızı söylediğimde, onun anlaması gereken şey, evin pis olduğu ve benim bu "suçu" onun üzerine yıkmaya çalıştığım mı? Yaptığı yemeklerin tuzundan şikâyet ederken, beni yaptığı hiçbir şeyi beğenmemekle suçlaması da mı salt yanlış anlaşılmamdı? Ya da bunlardan doğan kavgalarımızı bastıran çocuk sesi duyulduğunda, çocuğu kimin susturacağı konusunda yeni bir tartışma başlatmamızın gerekliliği miydi bizi şimdi ayrı diyarlarda mutsuz ve yalnız bırakan?.. Olmamaya çalıştığım her şey gibi olduğum iddiasının neresinden tutup da, onun zihnindeki tekillikte kendi bütünlüğümü anlatmalıydım? Elime geçen tüm fırsatların bir yerinden başkaları da tutmaya


çalışıyordu hep ama sonuçta asıl çalışan da, asıl kazanan ya da kaybeden de hep ben oluyordum. Rastlantı mıdır karımın babasının bizi evlenmeye de ayrılmaya da zorlayan kişi olması?.. Tüm hayatları, bir albay hem de artık emekli olmuş bir albay yönetebilir miydi? Belki de, artık emirleri ricalaşmaya, yıllardır otorite dediği şey laçkalaşmaya başladığı için girmişti bu savaşa kayınpederim. Ama benimle savaşmak yerine, kendisiyle savaşmayı seçmişti; aynı karımla kavgalarımızda benim yaptığım gibi. Kim, bir başkasının hayatının vebalini omzunda taşıyabilir ki? Ben değil, başkaları da değil. Aslında çoğunun umurunda bile değil. Ama içimde, müdahale ettiğim hayatların çetelesini tutan bu yazman yaşadıkça, kaldırıp bir kenara koyduğum tüm tekil perişanlıklarım, kendilerine bir bünye edinerek, içimde bombalar patlatmaya, intihar eylemleri düzenlemeye başlıyor. Kaldı ki, gerçek olan asıllıkla, yüzü boyanmış saçmalıklar arasındaki kavgada; ellerinden var olmaktan başka bir şey gelmeyen asli gerçekler, hep yenilen taraf olmakta. Böyle bir dövüşte, elinde yaşanabilirliği bile kalmamış bir ruhla, parça pincik dolaşan ben, nereden, neyi kaldırıp atacağıma karar verememişken henüz, üzerime atılan yeni yüklerle daha bir perişan oluyorum. Tembellik bana yaramadı galiba. İki günde, içine düştüğüm durumdan sıyrılmak için yapabildiğim tek şey, kendimi öleceğim gerçeğine adapte etmek oluyor. Ama bana yetmeyen şey, kendi zihinsel organizasyonumun kavrayamayacağı bir saflıkta gönderdiğim bu gerçeğin, kirlenmeden, kirletilmeden kabul edilemeyeceği gibi bir başka kirli gerçeğin var oluşu. İşe geri dönmem gerekiyor artık, herhalde. Son iki ayımda da, düzensiz hayatımın tüm düzenini iş yerime aktararak yaşamak düşüyor bana. Ya da bana öyle geliyor. Raporluyum ya, patron maaşımı nasıl olsa veriyor. E, nasıl olsa hepi topu iki ayım kalmış; ye, iç, yat diyor iş arkadaşlarım ama olmuyor. Yattıkça yaşadığım içsel süreçlerdeki toplancalar, basit,


yalın bir suskunun perde arkasında çığlık çığlığa gerçek beni arıyorlar. Ben, bitiremediğim kendilik kavgamda, hangi benin daha bengi olduğunu bulamadım henüz. Ürettiğim soruların kalitesi ISO standartlarını bile aşadursun, veremediğim yanıtların değerlerini tavana çıkarttığı bu sorular, beni yerle bir ediyor. "Goriot Baba"nm yazarı Balzac, şöyle diyor eserinde: "Yerlerde sürün, her şeye katlan. Kadınların en iyisi bile bir anda dostluğunun vaitlerini siler ve seni şuracıkta eski bir pabuç gibi bırakıverirse, öbürleri neler yapmazlar? Her koyun kendi bacağından asılırmış, ha? Ama şu da var, onun evi canının her istediği zaman içeri girebileceğin bir dükkân değil; sonra, kendisine ihtiyacım olduğu için kabahat bende. Vautrin'in dediği gibi; insan top güllesi hâline getirmeli kendini." Katlanmaya çalıştığım her çağcıllık işkencesi, kendi başına dört başı mamur bir sarayda devinedursun; sürünerek kendimden kaçtığım gün ortası yelleri, hayalimde canlanırken, topraklı yolum karıncalarca istila ediliyor. Bir karıncayı ezmemek adına, köpeklerce parçalanmak riskine karşı, yolumu değiştiriyorum. Yetmiyor, şu gözü aç, yüreği hep fazlasını, daima daha fazlasını isteyen insanoğluna... Onlara gidebilecekleri yeni yollar yaratmamı bekliyorlar hep. Ama gittikleri, eninde sonunda yine kendilerine aitmişçesine sahiplendikleri, o karıncalı köpekli çıkmaz yol oluyor. Onlar adına üzülüyorum; sevdiklerim adına da, sevmediklerim adına da... Ve Balzac! Kadınları ne kadar iyi tanımış... Yokluklar ve tikellikler adına; bazense salt kapris ya da saygınlık adına, hayatlarını inşa etmeye harcadıkları güzellikleri, sorgusuz sualsiz, nasıl da yıkıyor kadınlar. Bize yazık olması gerekirken, tüm bu yıkkınlığı var eden sebebe tapınmadığımız için, bir kez de biz erkeklere vuruyorlar. Anti feminist olmakla, feminist olmak arasında yüzen kadınların çoğu, anasından erkek doğmuş olmak arzusuyla kıvranadursunlar; kendi erkekliklerini, diğer erkeklere


feda edip kadınlaşan yaratıklar, kendi başlarına araladıkları bu kapıyı ne açmakta ne de kapatmakta başarı gösterebiliyorlar. Araya sıkışmışlıkların en kötüsüdür, olmak istediğinle gerçekten olduğun arasına sıkışmış olmak. Ama içinden öyle geldiği için değil, salt ayrımlanabilmek için koşturduğun yolda tökezlediğin gün, neden olmak istedikleri gibi olamadıklarını anlıyor insanlar: Çünkü insanoğlu yalnızca var olduğu gibi olmayı isteyebilir. Hayatımı, pazar yerinde, inanılmaz bir çığırtkanlıkla pazarlarken, düşünemediğim şey, kendimin kime satılmak istediği oldu hep. Alıcıyken, ne almak istediğimizi biliriz ama satılırken ve satarken, müşterimizi ne derece iyi seçebiliriz ki?.. "Onun evi canının her istediği zaman içeri girebileceğin bir dükkân değil" Sarhoş olmak istediğim günlerden birinde yüzüme kapanan bir kapının ardında saatlerce oturup ağladığımda, içerideki insanın; hayatını bana bağlamış, hayatımı ona bağlamama izin vermiş bu insanın -karımın, bana bu derece acımasız davranmasının nedenini anlamamışken daha, anladığım şey oldu hayatların sevgiye karşılık olarak bile satılık olmadığı... Sevginin, alım gücü yüksek değeri karşısında feda edilen canlar, işin altından çıkan sevişme arzusunda kül olup savrulurken, benden hayatından çıkmamı isteyen güzel karım, evlenebilmemiz için yalvaran o delidolu genç kız değil miydi? "Onun evi" Neden yalnızca onun evi? Benim anılarım da yok mu orada? Sığınmaya gereksinim duyan yalnızca karım mı? Ama ben de var olabilmek adına korunmaya muhtaçken, bu ikilik değil mi aramızdaki uçurumu daha da arttıran? Ben sevebildiğim herkesten koparılmışken, yaşayabilme gücümü de benden koparmanın insanlığı nerede? Garip!..


Gerçekten çok garip ama bana bağlanmasını beklediğim anların benden kaçışını izledikçe, içimde yer eden yitiklik hissinin hacmi artıyor. Çoğalmaktan büyük bir haz duyan insanoğlu gibi, her kötü imge de çiftleşmeye, üçlenmeye, doğurmaya, türemeye meraklı. Azalmasıyla çoğalması aynı anlara rast gelen istenceler, tamamıyla kopuşlardan geriye kalan artıklarken, kalışları ve kopuşları da yaratan onlar. İçimden ne geliyorsa söyleyebileceğimi bildiğim hâlde, kendime ayırdığım özgeliklerin de ağzımdan çıkmasına engel olamıyorum. Kinse içime gömülü arzulu duygu, doğurduğu yeni nefretler karartmaya yetiyor içimde barınmaya uğraşan iyilik güneşini. İyilikse, var olmak yolunda kendi tikelliğine ve bireysel telaşlarına aldırmadan bildiğini okuyan; içine hücum ettiği karanlıklara rücu ediyor. Çünkü aydınlık da karanlıktan sudur etmiş değil mi? Hep aydınlık olsaydı yüreğimiz; ne karanlığımız kavramlaşırdı, ne de aydınlığımız. "Kendisine ihtiyacım olduğu için kabahat bende" Öyle ya, kendime bile yetemedikten sonra, karıma nasıl koca, nasıl bir hayat arkadaşı olabilirdim ki? Aciz olması gereken kadın değil mi? Fiziksel güç değil mi, hayatımızın hiyerarşisine yön veren? Küçük balıkların yaşama nedeni, daha büyüğünü beslemekken, elimde kalan son telaş kırıntısıyla kendimi aramaya çalışmam delilik değil de ne? Ruhen aciz olmak ile bedenen aciz olmak arasındaki tek fark, ruhi acizliğin saklanabilir oluşu. Ama fiziksel yetersizliğin kökeni de ruhun bütünlüğünde gizli. Bakmak değil önemli olan, görebilmek. Düşkün olmamak gerektiğini bilerek yükselmek kadın karşısında. Gerçekte gücünün yetmediğini var sayıp, erkeğine bilinçaltından saldırmayı makul gören, kadın bilinç dışılığıyla devinerek, kendisinde yok olan dişil güçleri arayan bir kadının, yok edilmesi gereken bir düşmandan farkı kalmamıştır. Tabii düşman yok etmek isteyerek yok eder ama kadın daha iyisini var etmeye çalışırken... Kendini kabullenmenin gerekliliğini en iyi kadınlar bilir yine de. Bir


erkek kendi değilse; ya kukladır ya dublör. "İnsan top güllesi haline getirmeli kendini" Bütünleşmek, tüm gereksinimlerden daha gerekliyken; küçük paylaşımların varlığı büyükleri gereksiz kılarken, yaşamaya çalıştığımız gibi tutarlı bir hayatta kendimize ait tutarsızlıklarımızı sergilerken, aslında dikkat etmemiz gereken aldığımız şeyin eksiğimiz; feda ettiklerimizin ise fazlamız olması. Dümdüz, pürüzsüz ve yoğun kalabilmeliyiz. Doygunluğun keyfini çıkarırken arkamda çalınan fon müziğinde aklıma geldi yine karım. Ah, bu kadın bana son günlerimi bile yaşatmayacak herhalde. Daha genç olmak isterdim şimdi. Çocuk olmak belki de. Ama içimdeki eksiklik nasıl giderilirdi böyle bir dönüşle, bilmiyorum. Şimdi tek yapabileceğim, hiç olmamakla tez yok olmak arasındaki o ince çizgide kaymadan yürüyebilmek. Benden başka tüm âşıkların, sevgilerini inanılır derecede gerçekçi olarak kanıtladıkları bir dünyada, karıma almadığım tek buket gülün eksikliği kalbimde, kendi kahrımı çekmeye mahkûm olduğumu anlıyorum. Duvara vaktiyle birileri bir silah asmış; öykünün sonunda mutlaka patlayacak o silah; kendini yok etse bile... İçime dert olan her şey, benden geriye kalan diğer benlerle uğraşsın artık. Keyfimden geçilmeyecek kadar mutlu olabildiğimde, yaşamışlığımın anlamlandırılabildiğini hissedeceğim. Uzun cümleleri kurmak kadar uzun zihinsel süreçleri yaşayabilmenin de önemli olduğu bu tembel dünyada, ardımdan hiçbir yanlışı bırakmadan gitmeye karar verdim şu an; milyonların her gün yeniden yaptığı gibi. İstediğim her şey, benden uzakla bana yakın arasında gidip gelirken, kandırıldığım gerçeğiyle avunmanın gerekliliğine inanmaya başlıyorum. Boşa söz söylemesem de, anlamak istediği neyse, insan onu okur, anlar. Kendimin doluluğunda, başkalarının boşluğunu gideremeyen


ben, tükenmeye başladığım anın gizliliğini ve mahremiyetini aramaya çalışıyorum şimdi. Kalabilecek kadar köklenmediğim bu dünyadan çekerken köklerimi, vardığım son istasyonda durmamak için habire yeniden bilet almaya çalışıyorum. Kendimi ifade edemeyişim değil insanların beni yeterince anlayamamasının nedeni; insanların ifade edilenden başka şeyler anlamaya çalışmaları. Söylediklerimin dolaysızlığı belki de insanları asıl şaşırtan şey. Fakat kabul etmek gerekir ki, hayatın dolambaçlığında vurgundan vurguna koşan bir yığın delidolu insan, asıl gerçeğin, yalınlığın saadetinde olduğunu bilmiyor. Ben de öğrendiğim ana kadar bilmiyordum. Ancak karşıma çıkan her fırsattan yeni fırsatçıklar doğururken, tüm fesatların işlerimi allak bullak etmelerine izin vermedim. Kuralları koyup da uygulamayan kural yapıcılar gibi davranmadım hiç. Belki bu yüzdendi genel dışlanmışlık halim. Yine beni anlayamadıklarında çözülüyordu bağlı düğüm. Hatta bir bağlanıyor, bir çözülüyor; değişen zamanla bağlılık ya da serbestlik hali değişiyordu. Zayıflıklarımla ve güçlülüklerimle olmam gereken yerde miyim? Olmam gereken yer neresi? Karımın ve çocuğumun yanı mı? Beni istemeyenleri, gerçekten de istemeyecek benci bir güce sahip miyim acaba? Hayır, hiç sanmıyorum. Ama bir şey biliyorum ki, şimdi benim her zamankinden fazla özlem duyduğum insanlar, beni yitirdiklerinde duyacakları özlemin farkında değiller. Benim kaybedecek zamanım kalmadı ama onlar bunun farkında değil. Anladıklarında, hiçbir zaman yeterince geç olmayan hayatta, benimle ilgili her şey için çok geç olacak. Canım karıcığım; yeter artık, affet beni. Bak sana çiçekler de getirdim. Yüzlerce, binlerce... Dökülen gözyaşlarının bedelini hiçbir şey ödeyemez; dalından koparılan çiçeklerin de. Alışkanlığım


olmaktan çıktın, gerçekten sevdiğim insan oldun şimdi yeniden; izin ver de son kez sevişelim yine açık perdelerin önünde. Ömrümde başka birini sevmeye fırsat kalmamışken, bari izin ver de, sana, seni gerçekten sevdiğimi gösterebileyim. Bir tanem, kaldır şu telefonu ne olur...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.