16 minute read
TALİHSİZLİK DENİZİNDE BİR KADIN: FRİDA KAHLO
from SES DERGİSİ Aralık
by Ses Dergisi
TALİHSİZLİK DENİZİNDE BİR KADIN: FRİDA KAHLO
4 G erçek adı, “Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon” olan ama herkesin bildiği üzere Frida KAHLO. Talihsiz olayların peşini bırakmadığı bir ressam… Hayat hikâyesi içerisinde birçok facia denilecek olay yaşamış olmasına rağmen hayatının sonuna kadar direnen ve ismini dünyaya duyuran bir sanatçı. 1907 yılında Meksikanın güneyindeki Coyoacán’da dünyaya geldi. 6 Temmuz 1907 günü doğmuş olmasına rağmen kendisi doğum tarihini, Meksika Devrimi’nin gerçekleştiği 7 Temmuz 1910 günü olarak ilan etmişti, yaşamının modern Meksika’nın doğuşuyla başlamış olmasını istemişti. Hayatı boyunca sağlık sorunları yaşadı. Çocuk felci yüzünden tüm hayatını topallayarak geçirmek zorunda olduğu gerçeğiyle 6 yaşında yüzleşti. Üstelik bacakları da orantısızdı. Uzun etek giyerek bu kusuru gizlemeye çalışsa da, akranlarının “Tahta Bacak Frida” demelerinden kurtulamadı. Belki de bu yüzden, çocukluğunda doktor olmak istiyordu... La Prepatoria adlı hazırlık okuluna girdi ve 35 kız, 1.965 erkek çocuğuyla birlikte eğitim aldı. Bu okul, onu sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlara yönlendirdi. İlerde Meksika düşün yaşamının önemli isimleri olarak anılacak Alejandro Gomez Arias, Jose Gomez Robleda, Alfonso Villa okul arkadaşları oldu. Okulda, anarşist bir edebiyat grubuna dahil oldu; güçlü bir kişilik oluşturmaya başladı. 18 yaşında geçirdiği bir trafik kazası bütün hayatını değiştirdi. Okuldan dönerken bindiği otobüs tramvayla çarpışmıştı ve Kahlo, çok kişinin yaşamını yitirdiği kazada komalık olmuştu. Komada geçirdiği birkaç haftadan sonra uyandığında, resim yapmak için babasından ekipman satın almasını istedi. Babası, Frida’nın yatarak çizebileceği özel bir stand tasarladı, üstüne de büyük bir ayna yerleştirdi. Frida’nın kazadan sonra çizdiği ilk resim, ‘Otobüs’ oldu. SEYFULLAH SACİT
Advertisement
Sonraları kendisine yaşama gücü verip iyileşmesini sağlayan şeyin resim yapmak olduğunu söyledi. Frida kazadan birkaç yıl sonra Diego Rivera ile tanıştı. O sıralar çizim yapmaya yeni başlamıştı ve çalışmalarını saygın ve deneyimli bir sanatçıya göstermek istiyordu. Diego, resimleri beğendi. Böylelikle aralarında bir çekim oluştu. Çift 1929’da evlendi. Bu sırada Frida 22, Diego ise 43 yaşındaydı. Bu evliliği için şöyle der: “Hayatımda iki kaza oldu: Biri otobüs tramvayla çarptığında, ikincisi ise Diego ile tanıştığımda” Evlilik hayatı içerisinde de aradığı mutluluğu bulamadı. Kocası onu defalarca aldatmıştı. Ama o yine de bir şey söylemiyordu. Diago, Kahlo’yu kendi öz kız kardeşi ile aldatana kadar da evlilikleri böyle devam etti. Yaşadığı hastalıklar ve özellikle de geçirdiği kazadan dolayı hamile kalsa da çoğunlukla düşük yapıyordu. Bu nedenle bir talihsizlik daha karşısına anne olamama olarak çıkmıştı. Yaşadığı her bir olayı çizerek anlatan Kahlo, bu acı boşanmadan sonra kendini hayvanlarla çevrili olarak çizmeye başladı. Her zaman hayvanları çok sevmişti zaten. Evinde köpekleri, maymunları, papağanları ve güvercinleri vardı. 1940 yılında, çok ciddi sağlık sorunları yaşamaya başlayınca hastaneye yattı. Diego onu ziyarete geldiğinde yeniden evlenme teklif etti. Frida Kahlo, kabul etti. Ancak Frida’nın durumu gittikçe kötüleşti. Birkaç ciddi ameliyat geçirse de büsbütün düzelmedi. 1953 yılında kangren olan bacağı kesildi. Aynı yıl, Meksika’da yatağında katıldığı kişisel bir sergi açtı. Yakında öleceğini hisseden, günlüğüne şöyle yazmıştı: “Umarım gidiş, neşelidir. Ve asla geri dönmemeyi umuyorum.” 1954’te zatürree nedeniyle hayatını kaybetti. Hayatında birçok olumsuzluğu ve talihsizliği bir arada yaşayan biri için bu küçük notu günlüğüne yazması çokta abes olamasa gerek… Bunca olay karşısında dimdik durmuş ve direnmiş bir kadın: “Frida Kahlo”
Ressam Diego Rivera’ın “Hiçbir kadının tuvale böylesine acı veren bir şiir işlediğine inanmıyorum” sözlerini sarfettiği ve benden daha büyük bir sanatçıdır dediği Meksikalı bir ressam… Ve yirminci yüzyılın popüler ikonu haline gelen ünlü sürrealist fırçadır Frida. Frida’nın vazgeçtiği tek sevgisi ve umudu eşi büyük ressam Diego Rivera’dır. Onun için şu tarihi notu bırakır. “İki büyük kaza geçirdim Diego, Tramvay ve sen. En kötüsü sendin!..” Frida, eşi Diego’dan neden, ne zaman mı vazgeçti? Frida’nın yazdığı mektubunu okurken başına taktığı gülün yapraklarının nasıl birer birer döküldüğünü görür gibi oldum. Aşkla evlendiği eşinden yaprak yaprak düşüşünü anlatayım Frida’nın. Diego’dan, kötü gününde yanında olmadığı zaman vazgeçti, Frida. Diegon’un canı sıkıldığında onunla paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin olacak olsa bile düşüncelerini açıkça söylemediğini anladığı zaman vazgeçti. Ona yalan söylediğini anladığı zaman... Gözlerine baktığında kalbiyle bakmadığını ve ona hala söylemediği şeyler olduğunu hissettiğinde vazgeçti. Diego’nun her sabah onunla uyanmak istemediğini, ve ikisinin geleceğinin hiçbir yere gitmediğini anladığı zaman vazgeçti. Düşüncelerine ve değerlerine değer vermediği için vazgeçti. Ressamdı Frida, eşti aynı zamanda. Ağrıları olsa da evlilik sözlemesine tek madde koymuştu. SADAKAT. Yapamadı Diego. Ağrılarını dindirecek sıcak sevgiyi ona vermediğinde vazgeçti. Biraz bencilce görüyordu Diego’yu, haksız da sayılmazdı. Sadece kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek onu hiçe saydığı için vazgeçti. Tablolarında artık kendini mutlu çizemediği ve tek nedeni “Diego” olduğun için vazgeçti. Diego bencil olduğu için vazgeçti. Bunları sıralarken mektubunu şöyle bitiriyor Frida: “Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgeçmem için yeterli değildi, çünkü sevgim yüceydi. Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım. Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.” Frida… Aşkın yendiği kadın… FRİDA’NIN VAZGEÇTİĞİ Şerif Aydın
Resim: https://www.pinterest.fr/pin/607563805953556425/
HAVALİMANI
Yasemin Tatlıseven
Günlerdir hazırlanıyoruz. Valizler tamam, evraklar eh işte! Zor oldu ama oldu, onu da sonra anlatırım. Biletler alındı. Vedaları hiç sevmiyorum, ayrılmak zor olacak. İş yerindekilerle vedalaşırken ömrümden ömür gitti. Ailem ve arkadaşlarımdan nasıl ayrılacağımı düşünüyorum. Güçlü olmak zorundayım. On üç yaşındaki oğluma ve on bir yaşındaki kızıma örnek olmalıyım. Uçuştan iki gece önce, baba ocağındaki son gecemizde boğazıma bir yumru oturdu . Anneciğim, canım annem! Alzheimer hastası, nereye gittiğimizi bazen unutan, bazen hatırlayan anacığım. O gece elinde sımsıkı tuttuğu katlanmış mendili telaşla açarak, bana ve çocuklara para verdi. Olmaz annem dediysem de “Lazım olur kızım, yanınızda dursun” dedi. Ah benim çilekeş anam! Sabah sarılıp son kez öperken, sanki bilinci yine kapanmıştı. Bilerek mi yapıyordu acaba acıları anlamsızlaştırmayı? Ah anacığım! Beni tekrar hatırlayıp “Kızım nerede” diye sorar mısın ki? Ya babam? Bizi otobüse yolcu ederken, yol boyundaki tüm atmlerden, emekli maaşı yatmış mı diye kontrol eden babacığım… Sonunda gözleri gülerek yanımıza gelip, cebimize para sıkıştıran “Gerek yok babacığım” dediğimde “Yatmış kızım maaşım, lazım olur size” diyen fedakar babacığım. Otobüsteyiz, üçümüzün de gözleri dolu dolu… Çocuklarımın küçük yaşlarına bu kadar acı fazla değil mi? Son kez şehre bakıyoruz. Bir daha ne zaman geliriz, kim bilir? Şehirle de vedalaştıktan sonra otobüs otobana giriyor. Başımda bir ağrı, göğsümde bir sıkışma, nefes alamıyor gibiyim. Gözlerimi kapayıp uyumaya çalışıyorum. Zihnimde tüm sevdiklerimin yüzleri geçit töreni yapıyor .
Ve uçuş günü geliyor, havalimanındayız. Her birimizin elinde ikişer tane valiz, birer sırt çantası… 140 m2 evden kalanları ve kırk senelik ömrümü, bu valizlere sığdırmaya çalıştık . Kitaplarıma üzüldüğüm kadar, koca bir evin eşyasına üzülmedim. Çok da sarıp sarmayalamadan, damı akan bir odunluğa bıraktık kitaplarımızı… Ya fareler kemirecek, yada rutubetten, nemden hamur olacak, yazıları birbirine geçecek, ona üzülüyorum. Götürme imkanımız olsaydı, tek bir tanesini bile bırakmaya kıyamazdım. Valizlere bakıyorum. Ne sığdırdık ki buncacık şeyin içine? Kızım bir buzdolabı poşetinin içinde on-onbeş tane mandalı gördüğünde, basmıştı kahkahayı… “Anne sana inanamıyorum, koca koca mobilyaları, tencereleri, tabakları atarken bir damla gözyaşı dökmedin de, şu on tane mandala mı kıyamadın? ” Haklı çocuk, ne akla hizmet onları valize sıkıştırdığımı bilmiyorum. Gardrobı, vitrinleri, komidinleri, masayı, sandalyeleri, yorganı, yatağı, kabı kacağı hep çöpe indirdik. Evi biran önce boşaltma derdine, ne yaptığımı bilmiyorum ki? Mandallar da zaar ziyan olmasın dedim. Kafa mı kaldı? Kışlık kazaklar, botlar, montların hepsini sağa sola verdik. Sıcak yerlere gidiyoruz ya, lazım olmaz dedik.
Bagajları teslim ettik. Yürüyen bantta gidiyor, ömrümün geri kalanları! İçinde ne var deseniz, üç-beş pılı pırtı, çocukların madalyaları, diplomalar, anı olsun diye birkaç resim, bir de buzdolabı mağnetleri… Dünya bir yana, mağnetlerim bir yana… Bugüne kadar gezdiğimiz her yerden almışız birer, ikişer, hayatımızın özeti onlar... Olmazsa, olmazlarım! Manada ağır, yükte hafifler.
Havaalanındayız, bacaklarım titriyor. Herkese korkarak bakıyorum. Biri yüksek sesle adımı haykırsa, pat diye düşüp bayılabilirim. İki yavrumun elinden tutmuşum, mır mır bir şeyler okuyorum. Ağabeyim ve kardeşimle çıkışa uzak “Bu anne her sabah yavrularına kavuşmak ümidiyle uyandı. Ancak yirmi ay sonra, dolaylı yollardan, yanlarına gidebildi.Şimdi kanserle mücadele ediyor. Alzheimer olan annesi, görüntülü konuşmalarda hala kızına ismiyle hitap ediyor. Herşeyi unuttu ,kızını unutmuyor!”
bir yerde vedalaştık. Bizi görebilecek farklı noktalardan izliyorlar. Ağlamamam lazım, dikkat çekmemeliyim. Pasaport kontrol sırasına giriyoruz. Gözlerim kararıyor.
Havalimanındayız, pasaport polisinin önündeki kuyrukta…Çıkışa bir metre kaldı, kalmadı. Sıra bize gelecek ve polis kabininin arkasına geçtiğimizde çıkmış sayılacağız. Çaktırmadan geriye dönüp bakıyorum. Yengemin dudakları kıpır kıpır dua okuyor, kız kardeşimin gözünden yaşlar süzülüyor. Ağabeyciğim “Biz buradayız, merak etme” dercesine bakıyor. Önüme dönüyorum. Sıra bizde, terlediğimi hissediyorum. Yüzüm şuan eminim ki kıpkırmızıdır . Ayak bileklerim bedenimi taşımakta zorlanıyor.
Havaalanındayız, dış hatlarda… Pasaport kontrol kabininin önünde… Benim ve çocukların pasaportlarını uzatıyorum. Polis bana bakıyor, polis pasaporta bakıyor. Ve kaşeyi basıp gönderecek şimdi, birazdan şu cam kabinin arkasına geçeceğiz ve her şey bitecek. Polis pasaporta bakıyor, polis bana bakıyor. Çok mu uzun sürdü, bana mı öyle geliyor? Polis telefonun ahizesini kaldırıyor, kulağına dayıyor, birilerini arıyor. Pasaportu kaldırıp bir şeyler söylüyor. Polis artık bana bakmıyor. Artık polisin gözünde ben yokum, ben bir hiç hükmündeyim! Arkamızdaki kuyruktakiler, beklemekten sıkılıp söylenmeye başlıyor. Görevliler bekleyenlere “Diğer kuyruklara geçin” diye bağırıyor. Herkes bana ve çocuklara kin dolu bakışlar fırlatıyor. Çocuklarım korku dolu gözlerle, elimden çekiştiriyorlar. Ben geri dönüp ağabeyimle gözgöze geliyorum, “Olmadı ağabeyciğim” diyorum. Kız kardeşim telaş içinde... Yanımıza başka bir polis geliyor. Diğer polis azılı bir suçlu yakalamış edasıyla, beni ve pasaportumu yeni gelen polise teslim ediyor. Polis “Benimle gel” diyor, çocuklar arkamda ağlayarak kalıyorlar. Havalimanı sanki o anda başıma yıkılıyor. Nefesim daralıyor.
Havalimanı karakolundayım. Dört tarafında kameralar olan küçük bir odadayım, sedirlerden birine oturdum. Köşede bir tuvalet var. Sanırım gözaltına alındım. Kalbim pırpır ediyor. Ya tutuklanırsam diyorum. Ama ben bir şey yapmadım ki… İçerde olan kişileri hatırlıyorum, onlarda bir şey yapmamışlardı. Bir saate yakın bekletiliyorum. Sorgulanıp, bir şeyler imzalatıldıktan sonra, pasaportuma nedensiz el konularak, ben serbest bırakılıyorum.
Önce koşup çocuklarımı buluyorum. Onlara sarılıyorum. Biletlerimizi bir ay sonraya erteliyorum, sanki bir ay sonra her şey çözülecekmiş gibi… Gidip valizleri geri alıyorum. Kardeşlerimle birlikte çıkışa geliyoruz. Elimizde ikişer tane valiz, birer sırt çantası, koskoca İstanbul’a bakıyorum. Evimizi dağıttım, artık bir yuvamız yok! İşten çıtım, işsizim. Çocukların okulu kapandı. Eşim yurtdışında, pasaportuma el kondu. İstanbul’u bir anda kara bulutlar kaplıyor. Karanlık geleceğimde hiç birşeyi göremiyorum. Başım ağrıdan çatlıyor. İstanbul o anda başıma yıkılıyor. Geri dönerken yol boyunca hiç kimse konuşmuyor. Kardeşime gidiyoruz. Tek isteğim var. Uyumak, uyumak, uyumak! Günlerce, haftalarca uyumak istiyorum. Ama iki tane evladım var benim, güçlü olmak zorundayım.
Sabah toparlanıp kalkıyorum, kardeşim güzel bir kahvaltı hazırlamış. Çocuklara bundan sonra yapacaklarımızı, pembe bir masal anlatır gibi anlatıyorum. Sanırım yeterince inandırıcı olamıyorum. “Peki anne biz şimdi nerede kalacağız, artık bir evimiz yok” dediklerinde, kafama bir balyoz iniyor adeta! Hemen toparlanıp “Dedenlerle yaşayacağız yavrum” diyorum, “Benim doğup, büyüdüğüm şehre döneceğiz”. Bunu söylerken dudaklarıma bir gülümseme yerleştiriyorum. Çocuklarım cin gibiler, gözlerimin gülmediğinin farkındalar! Kardeşim de farkında, “Haydi abla, bugün çıkıp kafamıza göre İstanbul’u gezelim” diyor. İstanbul normalde olsa reddedilir mi? Ama canım bir şey yapmak istemiyor. İmkanım olsa nefes bile almayacağım. Boşta duramıyorum, kafamı dağıtmam lazım. Kardeşimin tüm itirazlarına rağmen, evindeki tüm halıları toplayıp, yıkıyorum. İstanbul’da birkaç gün kalıp, bir daha tekrar ne zaman görürüz ki dediğimiz şehre, bir hafta sonra tekrar gidiyoruz. Canım babacığımın kapıları bize ardına kadar açık…
Anacığım olanların farkında değil, bizi görünce önce seviniyor. (İlerleyen günlerde hastalığının etkisiyle bizi evden kovacak!) Babacığım üzgün, benim feri sönmüş gözlerimi görünce, teselli edecek cümle kuramıyor. Ertesi gün babamın tüm itirazlarına rağmen evdeki bütün halıları toplayıp yıkıyorum. Tam bir delilik hali…Sanırım bütün hırsımı halılardan çıkartıyorum. Belki de bu bir rahatlama şekli… Kimseye söyleyemediklerimi, bağıra çağıra salıyorum akan kirli sularla birlikte!
Bir ay sonra hiçbir şey değişmiyor, iki ay sonra da… Kış geliyor. Kışlık her şeyimizi dağıtmıştık. Önce birer eşofman alıyorum. Sonra birer kazak, fazla şeye gerek yok, nasılsa gideceğiz. Gidemiyoruz, her ay bir şeyler alıyoruz. Okullar açılıyor. İkametgah sorunumuz var. Nüfus müdürlüğü, babasından izin kağıdı olmadan, çocukların ikametini değiştiremeyeceğini söylüyor. Okullar ikamet olmadan kayıt yapamayacağını… Küçücük sorun dağ oluyor, kimse yardımcı olmuyor. Ne de olsa biz toplumda yok hükmündeyiz. Çocuklarımı o sene okula gönderemiyorum.
Bir sene geçiyor, bir şeyler düzeleceğine, her şey daha da kötüye gidiyor. Bir sene içinde defelarca karakola, emniyet müdürlüğüne, valiliğe gidiyorum. Bir tek dedektörden geçerken ve üst araması yapılırken varlığımı fark ediyorlar. Hangi memurun önüne gitsem yok hükmündeyim. Çoğu zaman pasaportunun akıbetini öğrenmek için bekleyen üç-beş kişi bir kenarda saatlerce bekletiliyoruz. Hepimizin gözünde korku dolu bakışlar! Birbirimizle konuşmaya bile çekiniyoruz. Kimse bize bilgi verme zorunluluğu taşımıyormuş! Müracat edebilecek hiçbir kurum yok, bizi dikkate alan hiçbir kuruluş yok! Emniyete giderken yanıma sadece kimlik alıyorum, olurda girerde çıkamazsam endişesiyle… Ve hiçbir sonuç alamadan, ümitlerim tekrar tekrar tuzla buz olarak geri dönüyorum.
Bir sene sonra tekrar havaalanındayız. Oğlumun ve kızımın elinde ikişer tane valiz, bende sadece kol çantası var. Çünkü onlar gidiyorlar, ben kalıyorum. Evlatlarımın istikbali için, onları babasının yanına göndermeyi deneyeceğim. Tabii yine durdurulmazsak… Çocuklarıma son kez sarılıyorum. O cennet kokularını son kez içime çekiyorum. Gül yanaklarından son kez öpüyorum. Ağlamamalıyız, dikkat çekmemeliyiz. Güçlü olmak zorundayız. Polis kontrol noktasında, onları uzaktan görebilecek bir yerden izliyorum. Sıra onlara geliyor, pasaportlarını veriyorlar ve geçiyorlar. Sevinçten çıldırmak üzereyiz, ama ne onlar, ne ben belli etmemeye çalışıyoruz.
Son x-ray cihazından geçip el sallayarak uzaklaştıklarında, onları son kez gördüğümü bilmek, üzerime kabus gibi çöküveriyor, nefes alamıyorum. Son bir gayretle gülümsemeye çalışıp el sallarken, görünmeyen bir ağırlık, iman tahtama gelip oturuyor, nefes alamıyorum. Gözden kaybolduklarında havada kalan elimi yavaşça yere indiriyorum. Onlara bir daha dokunamayacak, sımsıkı sarılamayacak ve koklayamayacak olmanın düşüncesiyle, boğazımı bir çift el sıkıyor, nefes alamıyorum. Birlikte çıktığımız eve dönüp, az önce burada bir yerlerde olduklarını bilmek, ama şimdi arasam da bulamamak, uzanamamak, yetişememek kahrediyor. Yorganı tepeme kadar çekip, gecenin karanlığında sessizce ama höyküre höyküre ağlayıp, nefes alamıyorum. Yavrularımın olmadığı bir güne, ağlamaktan şişmiş gözlerim uyanmak istemiyor. Uyandıkça gözlerimi tekrar tekrar kapatıp uyumaya çalışmaktan nefes alamıyorum. O gün geçmek bilmiyor, her saniye bir asır oluyor. İçimde kıyametler koparken, ipil ipil döküyorum gözyaşlarımı, boğulur gibi havasız kalıp, nefes alamıyorum. Karanlık çökerken ruhum daralıyor, gece üstüme üstüme geliyor, gözyaşlarım bluzumu sırılsıklam yapıyor, burnum tıkanıyor, nefes alamıyorum. Doğum sancılarım tuttuğunda böyle olmuştum ben, nefesimi çeviremiyordum, öleceğim sanmıştım. Kucağıma verdikleri can parçalarımla ciğerlerim rahatlamıştı. Mis kokularını ciğerlerime kadar çekmiştim, nefes olmuştular bana … Mis kokuları burnumun direğini sızlatırken şimdi, ben evlatlarım olmadan nefes alamıyorum.
Artık güçlü olmak zorunda değilim. Sadece uyumak istiyorum. Uyumak, uyumak, uyumak…Günlerce, haftalarca uyumak!
Not: Bu anne her sabah yavrularına kavuşmak ümidiyle uyandı. Ancak yirmi ay sonra, dolaylı yollardan, yanlarına gidebildi. Şimdi kanserle mücadele ediyor. Alzheimer olan annesi, görüntülü konuşmalarda hala kızına ismiyle hitap ediyor. Herşeyi unuttu, kızını unutmuyor!
SUSMUŞUM
Susmuşum Kelimeler yığılmış içimde Kalbim kalın bir kitap Yazarı yıllar ve yollar
Dalmışım Kitabım kalınlaşmış yıllar boyu Tozlanmış hasretler yığıntısı içinde Kanamış, kabuklanmış duygular sarmalı Ve sararmış çığlıklar
Yorulmuşum Gittikçe ağırlaşan sayfalardan Sessizliğin yazdığı acılardan Ve kaybolan gündüzlerin çizdiği karanlıklardan
Haykırmışım Kimse kalem oynatmasın Tuğlalar koymasın üzerine Bir sevgi cekiçi yeterdi Dokunmaya saklı hazineme
Seslenmişim Sabah olmadan bile gün doğar Aydınlanmak için ışığa ne hacet? Tek bir yıldız bile boğar karanlığı istersen Durma tutun ışığın tek bir zerresine
SEVGİ FIRAT
12’YE 1 KALA
Esra Dolunay
-Sıcak kestane! Rengarenk ışıklar... sis çökmüş şehrin sokaklarını titreyerek geçen ışıklar... -Sıcak kestane! Soğuk kaldırımlar... Elleri ceplerinde insanlar, sadece gözleri görünen çocuklar... ışıl ışıl sokaklar... Biri var! diğer herkes gibi. Ve kalbindeki ışıklar dışarıdan da titrek, dışarıdan daha renkli... 12’ye 1 kala, Yeni bir gün, ay ve ya yıl... Ne farkeder! Köşede bir çocuk, önünde üç beş bozukluk... Geçip giden insanlar... 12’ye 1 kala, Işıltılar, hafif şarkılar, ağır adımlar. Yüzlerde umutlar, unutulmuşluklar... 12’ye 1 kala, saat kulesinin altında dumanı üstünde sıcak kestane! Islak nemli kaldırımlar, parlak, göz kamaştırıcı taşlar... Biri var! diğer herkes gibi . Sağanaktan daha sık kalbinin ritmi. Hızlı adımlar... 12’ye 1 kala, Bir çiçek... zamanı aşmış, yorgun... kaldırımda yapraklar ıslak... Sıklaşan damlalar, sıklaşan adımlar... 12’ye 1 kala, Caddede birikintiler... ard arda geçip giden farlar, fosforlu tabelalar.. 12’ye 1 kala... Bir fren! Göz göze geldi. Kırmızı ışık. Sarı tabela. Kaldırımda çiçek. Dağılmış yapraklar..! Caddede siren! Biri var kimse gibi. Kalbindeki ses, herkesten sihirli... Gözlerini etrafta gezdirdi. Eğildi . Onunki, elinde bir demet umut.. ziyan değildi.
AKLINIZDA SORU KALMASIN – KANADA’DA HAYAT
Bir İzmir`li düşünün.. Uzun yıllar Batı’nın sıcağında kavrulmuş, sonrasında tropikal iklimlere göç etmiş. Hava durumunun hemen hemen hergün otuz üç derecelerde olduğu, nemin buram buram hissedildiği Güneydoğu Asya’da geçen İzmir’linin yolu bu kez de +33lerden –40’lara düşmüştü. Hatırlıyorum da lisedeyken öğretirlerdi bir sürahi suyu eksili havalarda yukarı fırlatırsanız toz taneleri şeklinde yere düşer diye. Evet o zamanlar inanması zordu. ‘Nasıl yani hocam? Hakikaten mi?’ diye şaşkın şaşkın bakınırdık derste. Kanada’da ki ilk kışımızda bu deneyi gerçekleştirmiştik. Şimdilerde o ilk kışın ardından beş kış daha devirdik. Bir İzmir’li böylesi bir kışa alışabiliyor muymuş? Evet alışabiliyormuş. Yazıma neden Kanada’nın kışıyla başladım dersiniz? Hem bana hem de çevremdeki insanlara onlarca soru geliyor. “Kanada’da yaşamak nasıl?” Kolay iş bulunuyor mu?” İnsanları sıcak kanlı mı? gibi soru yağmurları. Tüm bu soruların en başında tabi ki Kanada’nın havası geliyor. Kışı çok soğuk diyorlar. Nasıl? Siz alışabildiniz mi? Okullar hiç tatil olmuyormuş kar yağınca, doğru mu? -40 olunca dışarı çıkabiliyor musunuz? Ve daha niceleri...
Hani bir haber verirken bir iyi bir de kötü haberim var. Hangisinden başlıyayım diye sorarlar ya. İşte bende Kanada’nın kışını bir anlatayım sonra güzelliklerine geçeyim diye düşündüm. Evet... Kanada gerçekten çok geniş bir alana yayılmış bir ülke. Ben ise size başkent Ottawa’dan sesleniyorum. Ottawa’da ilk kar genelde Kasım ayında düşer. En soğuk ayları Ocak-ŞubatMart’tır. Tam Nisan ayı gelir. “Oh be ilkbahar geldi” dersiniz lakin kış bize son şakasını Nisan 1’de yapar. Bir ilkbahar yağmuru altında ıslanmayı beklerken kar altında kalırsınız Ottawa’da.
Buralarda yeniyseniz, ilk kışınız resim çekmekle ve
MAVİ
çekilmekle geçer. Yavaş yavaş bu hevesiniz yerini yeşil görme özlemine bırakır. Evet yeri gelir günde 30cm kar yağar. O karın üzerine birde ilk kez Kanada’da şahit olduğum bir doğa olayı olan ‘freezing rain` yani donmuş buz yağışı eklenir. Bu öyle birşeydir ki düştüğü yeri tam anlamıyla buz pistine çevirir. Araba camlarını kışın arabada olmazsa olmazınız olan camlar- daki buzları kırma aleti ile kırıp temizlersiniz. Hayat durmaz, okullar tatil olmaz, yollar her daim açık ve temizdir. Bu kadar uzun bir kışta insanlar sanmayınki evde oturup havaların ısın- masını bekliyor. Kışın belirli alanlara buz pateni yapabilmeniz için belediye arenalar kuruyor. Çoğu şehirde kış festivalleri düzenleniyor. Buzdan yapılmış bir otel bile mevcut Kanada’da. Tüm bunların yanı sıra kayak merkezleri de kış boyu aileleri bekliyor. Tabi ki uzun bir kışın yaşandığı Kanada’da kayak yapmak bir zengin sporu değil halk sporu
Derken Mayıs gelir. Burada mevsim geçişleri hızlıdır. Bazen ilkbahar beklerken yaz geliverir. Kanada’ya ilk defa gelecekseniz eğer, tavsiyem yaz aylarında gelin ve bu ülkeye aşık olun. Sonrasında gülü sevenin dikenine katlandığı gibi kışını bile seversiniz.
Gezmesi, görülmesi gereken o kadar çok yeri var ki buraların. Herhalde Kanada deyince Niagara Şelaleleri’ni bilmeyeniniz yoktur. Ulusal parklar cenneti olan Kanada aynı zamanda meşhur Rocky Dağları’na da ev sahipliği yapar. 10 eyaletten oluşan Kanada, yüz ölçümü bakımından dünyanın en büyük 2. ülkesidir. Başkent Ottawa iki resmi dili olan bir şehir. İki dilli eğitim 4 yaşında anasınıfına başlayan her çocuğa verilmeye başlanır. Anasınıfından sonra ise devlet ailelere üç farklı seçenek sunar. Çocuğunuzu dil kabiliyetine ve öğret- menlerin tavsiyelerine göre ister Fransızca ağırlıklı bir okula, ister İngilizce ağırlıklı bir okula veya ful Fransızca eğitim veren bir okula gönderebiliyorsunuz. Liseye geldiklerinde kredili sistemle okullarına devam eden gençler sonrasında üniver- siteye lise puanlarına göre tercih yaparak başlayabiliyorlar. Üniversiteler öğrencilere bölümler arası geçiş kolaylıkları da sunuyorlar. Üniversitelerin yanı sıra iki yıllık kolejlerde bölüm okumakta seçenekler arasında. Kanada dünya çapında eğitim kalitesini ispatlamış bir ülke. Bu sebeple yabancı öğrenci statüsünde olanlar için hayli maliyetli bir yer. Okul masra- flarının yanı sıra yaşam giderleri ile birlikte epey yüksek bir mebla karşınıza çıkabilir. Öğrenci vizesiyle Kanada’ya gelip bir bölüm bitirmediyseniz eğer buradan diplomanız için denklik başvurusu yapabilirsiniz. Kanada’da nüfus az olduğu için el emeği gerektiren işçilikler pahalı. Mesela saçınızı $20’a kestirip kış lastiklerinizi $50’a değiştirebiliyorsunuz.
Yeme-içme konularına gelince... Son dört yıldır artık Kanada marketlerinde bile helal reyonlar mevcut. Her türlü helal sertifikalı ürünlere kolaylıkla ulaşabiliyorsunuz. Yazımın ortalarında Kanada’da 10 eyaletin olduğundan bahset- miştim. En çok bilinen Kanada şehirleri kanaatimce Toronto, Montreal, Vancouver ve Halifax’tır. Kanada gölleriyle meşhur evet ve dünyadaki tüm göllerin %60’ı Kanada’da. “Bu kadar