MESNEVÎ IŞIĞINDA MEVLÂNA SOHBETLERİ

Page 1


Mesnevi Işığında

!2


Mevlana Sohbetleri

HASAN DEDE’NİN DİLİNDEN

MESNEVİ IŞIĞINDA MEVLANA SOHBETLERİ

II. KİTAP

Evrensel Mevlana Aşıkları Vakfı www.emav.org

3!


Mesnevi Işığında

!4


“Gel yine de gel yine de,
 Ey gönüller Sultanı, ey aşıklar Cananı,
 Ey mana aleminin Padişahı
 Ey koca Pir Mevlana gel.
 Ey gündüzün Güneşi, gecelerde Ay olan
 Derman olan, devran olan, ney olan,
 Gel gör ki aşıkların küme küme
 Hepimiz bir halkada dizilmişiz tesbih gibi, Hepimiz etrafında pervane, senden medet, Senden şifa, senden feyiz,
 Sana gönül vermeye, eşiğine yüz sürmeye,
 Cana can ver, imana iman.
 Gel vuslatı hasretinden güç olan
 Dillerde senin adın, gönüllerde sen,
 Umutsuzlara umut, çaresizlere çare sen.
 Her yüzde sen, her yönde sen;
 Ey köpük köpük olup coşan,
 Ey semaya dökülüp taşan,
 Gel, ölümsüzlük tahtından haber ver bize.
 Bizi bizden al, götür o Mesnevi ummanına,
 O ilahi aşk kervanına.
 Ey yılları yıllara ulaştırıp aşan,
 Ey nesillerden nesillere ulaşan,
 Doyumsuz sevgine doymuyor ihvan.
 Sulha, sükuna susamış cihan,
 Yetiş imdada aman ey büyük Dost, ey koca Sultan; Bir kere değil, bin kere gel.
 Yine de gel, yine de gel, yine de gel,
 Yüce sultan Hazreti Mevlana’m...” Hasan Dede


Hasan Dede 


Grubumuzun Onursal Başkanı Hasan Rıza Dede 1935 yılında Makedonya’nın Üsküp şehrinde dünyaya gelmiştir. O dönemlerde Üsküp şehri kültür, sanat ve akademik anlamda Balkanların en önemli merkezlerinden bir idi. Hasan Rıza Dede çocukluk yıllarında, birçok manevi kuruluşun da yer aldığı kentte dini eğitim almıştır. Üsküp’te bulunan Murat Paşa Camii ve Yahya Paşa Cami’lerinde görev alan Hasan Rıza Dede, eğitimini tamamlayarak ailesiyle birlikte 1959 yılı sonlarında İstanbul’a göç etmiştir. Ailesinden aldığı dini terbiye ve Üsküp’teki tasavvufi çevrelerin etkisiyle İstanbul’da daha da çok yoğunlaşan tasavvuf sevgisi ve ilgisi O’nu önce kitap okumaya ve araştırma yapmaya yönlendirmiş daha sonrada İstanbul’daki tasavvufi çevrelerle kaynaşmasıyla devam etmiştir. Girdiği çevrelerde yaptığı Mevlana aşkıyla dolu olan konuşmaları, kendisini daha önceleri Üsküp’ten tanıdığı ve ileride ilham kaynağı olacak Hakkı Dede’ye kadar götürmüştür. Böylece, Onursal Başkanımız Hasan Rıza Dede 1960 yılında Üsküp Mevlevihanesi'nin son postnişini Hakkı Dede ile tekrar karşılaşmış ve hayatında yeni bir dönem açılmıştır. Hakkı Dede’yle karşılaştıktan ve O’nun güzelliklerini gördükten sonra O'nun öğrencisi olmuş ve Mevlevi Kültürüne gönül vermiştir. Bu tarihten itibaren Hakkı Dede’nin yanında bulunmuş ve aralarındaki mana dolu o yüce ilişki Hakkı Dede’nin kendisine manen soyunması ile devam etmiştir. Ve 1965 yılında Hazreti Mevlana’nın manevi temsilciliğine ulaşmıştır.

!1


Mesnevi Işığında

Halen Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi’nde her Perşembe günü halka açık düzenlenen toplantılarda, yurtiçinden ve yurtdışından gelen birçok Mevlana hayranlarının sorularını yanıtlamakta ve Hazreti Mevlana'nın ilahi birlik mesajını aktarmaya devam etmektedir.

!2


Mevlana Sohbetleri

Mevleviliğe adım attığım ilk günden itibaren, güler yüzüyle, gönülleri ısıtan sevgisiyle, sonsuz hakikat ilmiyle bu aciz kuluna insan olmak yolunda ışık tutan; kainatın nuru Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’i ve onun sırrının sırrı İmamlar Şah’ı Hz. Ali’yi, Ehl-i Beyt Efendilerimizi, iki cihanın Kutb’u Pirimiz Hazreti Mevlana’yı ve onun ilahi aşkı Hakk’ın güneşi Tebriz’li Şems Hazretlerini ve diğer nebileri ve velileri bütün gerçeklikleriyle yakinen öğrenmemi ve bilmemi sağlayan, yüce Pirim Hazreti Mevlana’nın manevi temsilcisi, nurunun varisi, yeryüzündeki gölgesi, gerçek kamil İnsan, şeyhim Kutb’ül-Cihan Hasan Dede’me; “Allah göklerin ve yerin nurudur” ve “Allah dilediği kimseyi nuruna iletir” ayetlerinin yüce manası hürmetine; alemleri yaratan, kamil İnsan’ı alemlere rahmet olarak yücelten ve Zat’ının sırrıyla öğreten yüce Rabbime hamd ü senalar olsun. O’nun yüce himmetine ve güzel keremlerine sığınarak, şeyhimiz Hasan Dede’mizin, nuruyla aydınlattığı ve ledünni ilmiyle feyizlendirdiği sohbetlerini, Pirimiz Hüdavendigar Mevlana’nın Mesnevi-i Şerifinden beyitleriyle birlikte kaleme aldığım bu eseri okuyan bütün canlara, O’nun sevgi, aşk ve birlik ışığını yansıtmasını temenni ediyorum. Her anımız aşk ile olsun… Muhabbetle. Sibel Avcı 5 Ağustos 2015

!3


Mesnevi Işığında

Hüdavendigar Hazreti Mevlana

!4


Mevlana Sohbetleri BİŞNEV “Dinle! Neyden, neler anlatır sana! Yakınır hep, ayrılıklardan yana. Beni, kamışlıktan kestikleri an, Kadın erkek, inledi feryadımdan. Geçmek için, aşk derdinin şerhine, İsterim, hicranla yanmış bir sine. Asıl yurdundan uzak düşen biri, Kavuşma zamanını bekler, hani. Her mecliste inleyip durdum, zar u zar, Oldum, iyiye de kötüye de yar! Zannınca, dostuyum herkesin amma, Kimse bakmaz, içimdeki sırlarıma! Sırrım, feryadımın içinde durur, Yoktur lakin, göz ve kulakta o nur! Perdesizdir can tene, ten de cana, Lakin, görme izni yok, hiç bir cana. Ateştir şu ney sesi, hava değil. Kimde bu ateş yoksa, ölmüş bil. Aşk ateşidir, içindeki neyin, Aşk coşkusudur, özündeki meyin. Neydir, yardan ayrılana, gerçek yar, Ki perdeleri, perdemizi yırtar! Kim görmüş, ney gibi, zehir ve derman? Kim görmüş, ney gibi, bir dost ve hayran? Verir, kan dolu bir yoldan haber, ney. Mecnundan, aşk öyküleri söyler, ney. Nasıl ki, kulaksa talibi dilin, Akla sırdaş da deliliktir, bilin! Aşk derdimizle, durgun aktı günler, Ateşlere dost olup, yaktı günler. Geçsin günler, yok endişeye mahal, Ey, saflıkta benzersiz dost, gitme, kal! Suya kanar, balıktan gayri her ne var, Nasipsizin günü, uzar da uzar! Anlar mı hiç, pişmişin halinden ham? Sözü, kısa kesmek gerek, vesselam!..”

Hüdavendigar Hazreti Mevlana

!5


Mesnevi Işığında

!6


Mevlana Sohbetleri

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Hazreti Mevlana buyuruyor ki: “Mesnevi’yi okuyan benimle sohbet etmiş gibidir. Yani Mesnevi ona mürşidlik eder.” Fakat başka bir yerde de Hazreti Mevlana diyor ki: “Temiz olmayanlar bu Mesnevi’den bir şey anlamazlar.” Yine bir başka sözü daha var, o da şu: “Bizi öldürmek isteyenler bizde dirildiler.” Ne dersiniz Hasan Dede? Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Benim eserim Mesnevi’yi elinize alıp okumaya başladığınızda benimle konuşmaya başlarsınız. Fakat okurken kulaklarınızın işiteceği kadar sesinizi yükseltin ki, o zaman sizin dilinizden sanki ben konuşmuş gibi olurum ve siz de dinlemiş olursunuz. Eğer sessiz okursanız, o sırada aklınız başka yerlere kayabilir ve siz birçok şeyi kaçırmış olursunuz.” “Bu dil denen et parçasından hikmet nehri ırmak gibi akmakta... Kulak denen deliklerden akıp, meyvesi akıl ve anlayış olan can bağına kadar gitmekte. Canlar bağının ana yolu da o anlayışın yolu. Âlemin bağları, bostanları onun fer’inden ibaret. Bu hoşlukların aslı ve kaynağı o. Haydi, hemen !7


Mesnevi Işığında

‘O, bahçelerin inişlerinde nehirler akar’ âyetini oku artık.” (Mesnevi, II/2452) Fakat Mesnevi okuyanların bir kısmı da vardır ki, okurlar ama birşey anlamazlar. Neden anlamazlar? Çünkü kitab sahibini tanımamaktadırlar. Tanımadıkları için de Mesnevi’yi sanki bir masal kitabıymış gibi okurlar. Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim de birçok kimse tarafından masal gibi, bir kuru bilgi gibi okunmaktadır. Neden? Çünkü Peygamber Efendimizle duygusal bir bağ kurmuyorlar. Eğer O’nunla aşk ile muhabbete girilmiş olsaydı, o zaman Kur’an, o kişilerin dilinde bambaşka bir hale bürünürdü. “Ateşin varlığını sözle bildin, bu varlığa sözle yakîn hâsıl ettinse pişmeyi iste, sözde kalma. Yanmadıkça o bilgi, Aynel Yakîn değildir. Bu yakîn’i istiyorsan ateşe dal. Kulak, hakikate nüfuz ederse göz kesilir. Yoksa söz kulakta kalır, gönüle tesir etmez.” (Mesnevi, II/860) Aşk ehli birini çok sevdi mi, sevgilisinin o yüce sözlerini sayısız manalara yönlendirir. Ama sevgisi, aşkı yoksa ve Peygamberimizi bir elçi olarak görürse, o takdirde yapılan !8


Mevlana Sohbetleri

tefsirler kuru bir mana taşırlar ve okuyan kimselere de pek bir fayda sağlamaz. “Bir bülbül buradan uçup gitti, dönüp yine geri geldi. Bu manaları anlamak için doğanlaştı. Bu doğanın konağı, padişahın kolu olsun; bu kapı, halka ebediyen açık kalsın. Bu kapının afeti, heva ve şehvettir. Yoksa burada daima şerbetler içilir durur. Bu ağzı kapa da o âlemi gör. O âleme gözbağı, boğaz ve ağızdır.” (Mesnevi, II/8) Bakın Hazreti Mevlana şöyle bir hikaye anlatır: “Aşığın biri, bir gün sevgilisiyle buluşuyor ve onun için o güne kadar ne hizmetler yapmış ise hepsini birbir anlatmaya koyuluyor. Hatta onun için namusundan da olduğunu söylüyor. Sevgilisi de sessizce dinliyor ve aşığı sözünü bitirince ona dönüp: “Eğer söyliyeceklerin bittiyse şimdi ben de sana şunu söylemek istiyorum: Evet, benim için bunların hepsini yaptın, ama tek bir şey yapmadın...” Aşığı soruyor: “Nedir o yapmadığım?” Sevgilisi ona şu cevabı veriyor: “Benim için ölmedin! Bana karşı hala tam bir teslimiyetin yok ki, böyle konuşuyorsun.” “Madem ki peygamber değilsin, yola düş de günün birin de kuyudan kurtulup yüce bir !9


Mesnevi Işığında

makama erişesin. Sultan değilsen yürü, raiyet ol. Kaptan değilsen gemiyi öyle alabildiğine yürütme. Ticarette kâmil değilsen yalnız başına dükkân açma; yoğrulup kemale gelinceye dek birisinin hükmü altına gir..! ‘Susun, dinleyin’ emrini işit, sükût et. Madem ki Allah dili olamadın, kulak kesil. Söylersen bile sual tarzında söz söyle. Padişahlar padişahıyla edepli konuş!
 Kibir ve kinin başlangıcı şehvettendir. Şehvetinin yerleşip kuvvetlenmesi de itiyat yüzündendir. Kötü huy, âdet edindiğinden dolayı sağlamlaşır, yerleşir. Seni ondan vazgeçirmek isteyene kızarsın. Toprak yemeye alışırsan kim seni bundan menetmeye kalkışırsa onu düşman sayarsın. Puta tapanlar, bu tapmayı huy edindiklerinden men edenlere düşman olmuşlardır.” (Mesnevi, II/3453) Bu yol, yani insanlık yolu, çok ince bir yoldur. Şimdi sorduğunuz sorudaki, Hazreti Mevlana’nın, “Beni öldüren bende dirildi...” diye buyurmuş olduğu sözüne gelelim: En başta nefsimiz bizim en büyük düşmanımızdır. Evet, düşmanımızdır ama, eğer biz ona uymaz isek, o bize uymak zorunda kalır ve en

!10


Mevlana Sohbetleri

sonunda tamamen güzel bir hale gelerek dirilişe ulaşır. “Ölümünden uzun bir ömür isteyip dur! Nefsinin ‘Bu kötü’ dediğine kulak asma. Çünkü onun işi hep zıddınadır. Onun dediğinin zıddını yap. Âlemde peygamberlerin de vasiyetleri böyledir. Sonun da az pişman olasın diye yapacağın işlerde müşaverede bulunmak vâciptir.” (Mesnevi, II/2265)

!11


Mesnevi Işığında

Hazreti Mevlana’nın eseri Mesnevi-i Şerif hakkında bugüne kadar farklı yorumlar yapılmıştır. Bazılarına göre Mesnevi, Kur’an-ı Kerim’in tevili niteliğindedir; fakat bazılarına göre de Mesnevi’yi Kur’an-ı Kerim’in tevili olarak görmek tamamen aykırı bir davranıştır. Siz, Hazreti Mevlana’nın manevi temsilcisi olarak bu konuya nasıl bir açıklık getirmek istersiniz? Evet, herşeyde olduğu gibi bu konuda da fikir ayrılıklarının olması kaçınılmazdır ve çok doğaldır. Fakat bize göre Mesnevi, Kur’an ayetlerinin aşkla yapılmış yorumlarıdır, tevilidir ve insanı insana anlatır, kesinlikle insan dışında değildir. “Mana denizine susamışsan Mesnevi adasından o denize bir ark aç. O arkı o derece aç ki her an Mesnevi’yi, ancak ve ancak mana denizi göresin. Yel, derenin üzerindeki saman çöplerini temizledi mi su, tek renkliliğini meydana çıkarır.” (Mesnevi, VI/65) Hazreti yazdıktan Peygamber manasında !12

Mevlana, Mesnevi-i Şerif ’i sonra istihareye yatmıştır ve Efendimiz, daha ilk akşam onun tecelli ederek, Mesnevi’yi eline


Mevlana Sohbetleri

almış ve gülümseyerek, “Celaleddin çok hoşuma gitti. Manevi kardeşlerim, böyle bir eser yazmayı çok istediler ama bu sana nasip oldu. Bunu ümmetime sun, mübarek olsun” demesi üzerine Mesnevi-i Şerif, insan toplumuna sunulmuştur. “Mesnevi’nin sözlerindeki suret de surete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir, manâya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur. Allah da “Bu Kur’an, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu gösterir, bazılarının da yolunu azıtır” buyurmuştur.” (Mesnevi, VI/655) Hazreti Mevlana, bir beyitinde şöyle der: “Ben yaşadıkça Hazreti Muhammed Muhtar’ın ayağının tozuyum. Eseri Kur’an-ı Kerim’in kölesiyim. Beni bunun dışında kim görürse, ben o kişilerden de, onların sözlerinden de bizarım.” Mesnevi-i Şerif, Kur’an-ı Kerim’in tevilidir ama Kur’an baştadır. Hazreti Mevlana, Kur’an-ı Kerim’e daima çok büyük hürmet göstermiştir. Muhammed Mevlana’mız, Hazreti Resulullah Efendi’mizin bendesi olarak, onun iç alemini en güzel şekilde keşfetmiş, O’nu yaşadığı devire göre taşımış !13


Mesnevi Işığında

ve bütün insanlık alemini kucaklamış, dinlerde ayrım yapmamış, hepsini bir görmüş, birlikten söz etmiş ve ikiliğe hiç yer vermemiştir. “Her dükkanın ayrı bir sanatı, ayrı bir kârı vardır. Mesnevi de yokluk dükkanıdır oğul. Mesnevimiz vahdet dükkânıdır. Orada birden başka ne görürsen puttur.” (Mesnevi, VI/1525) Hazreti Mevlana kadar sevgiden, aşktan ve birleyici sözlerden konuşan bir mütefekkir daha dünyaya gelmemiştir ve gelmeyecektir. Bugün bütün insanlık alemi Pirimiz Hüdavendigar Hazreti Mevlana’yı çok sevmektedirler, çünkü onun sevgi dolu sözleri bütün insanlığa etki etmiş ve ona gönül verenlerin kalblerine huzur ve sükunet bahşetmiştir. “Sen Mesnevi’de ter-ü taze mercan dallarını gör, can suyundan bitmiş meyveleri seyret. Söz, harften, sesten ve soluktan ayrıldı mı hepsini bırakır, deniz kesilir.” (Mesnevi, VI/70) Hazreti Mevlana’ya saygı Hazreti Muhammed’e saygı demektir. Neden? Çünkü !14


Mevlana Sohbetleri

Peygamber Efendimizin yaşadığı devirde toplum çok cahildi ve O, bu nedenle topluma iç alemini açamamıştı. Ama Hazreti Mevlana hem Peygamber Efendimizi hem de O’nun kitabı Kur’an-ı Kerim’i en güzel şekilde dile getirmiş; hatta gerektiği yerde, toplumun bilgilenmesini istemeyen kişilere rağmen, hiç çekinmeden hakikatleri konuşmuş ve hiçbir zaman iman ettiği yerden taviz vermeyerek daima insanları aydınlığa davet etmiştir. “Doğruluk, can vermektir. Kendinize gelin de bu hususta ileri geçin. Kur'an'dan ‘Erler vardır ki Tanrıyla ettikleri ahdi bozmadılar, ahıtlarına doğrulukla sarıldılar’ âyetini okuyun!” (Mesnevi, V/3820) Hazreti Mevlana’mız, Kur’an-ı Kerim’den çok derin manalar çıkarmış ve demiştir ki: “Bendeniz, Kur’an-ı Kerim’in bir ayetine mana vermeye kalktım; denizler mürekkep oldu, ağaçlar kalem oldu, yapraklar kağıt oldu. Ben manayı yazmaya başladım; denizler kurudu, ağaçlar tükendi, yapraklar bitti, fakat mana bitmedi...” “Bil ki Kur’an’ın bir zâhiri var... zâhirin de gizli ve pek kuvvetli bir de içyüzü var. O !15


Mesnevi Işığında

bâtının bir bâtını, onun da bir üçüncü bâtını var ki onu akıllar anlayamaz, hayran kalır. Kur’an’ın dördüncü bâtınıysa eşsiz, örneksiz Allah’dan başka kimse görmemiş, kimse bilmemiştir. Oğul, sen Kur’an’ın dış yüzüne bakma... Şeytan da Âdem’in topraktan ibaret gördü, hakikatine eremedi! Kur’an’ın zâhiri, insana benzer... sureti görünür, meydandadır da canı gizli!..” (Mesnevi, III/4244) Gönüller sultanı Hazreti Mevlana aşkın kemalidir; ama yalnız aşkın mı? Hayır, O tüm güzelliklerin kemalidir... Hazreti Mevlana aziz ve yüce bir üstattır. Tek başına bir sistemdir, bir hayat ve bir düzendir. Ahlakı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, idraki, davranışları ve herşeyi ile y ü c e l i ğ i ö ğ r e t e n b i r h a l a b i d e s i d i r. Peygamber-i Zişan'ın gerçek temsilcisi, aşkın ve aklın en yüksek öğesi ve gerçeğidir. “Ahmed bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce kıyametti.” (Mesnevi, VI/751) O'nun insan düşüncesine verdiği en büyük mesaj aşk, sevgi ve birliktir. O, bir veli !16


Mevlana Sohbetleri

hüviyetiyle gönüller coşturmuş; bir Pir, bir mürşid olarak insan kalbini saflaştırmış; bir bilgi kaynağı olarak insan aklını nur ile yıkamış, akıl ve gönülleri kirden kurtarmış, gelmiş geçmiş tüm peygamberlerin temsilcisi olmuştur. Onun içindir ki hangi alim Mevlana'yı tanısa yücelmektedir. O'nun yoluna gönül koyan herkes kemale, sevgiye, insanlığa, bilgeliğe, hoşgörü ve yüksek ahlaka ulaşmaktadır. O, hiç bir şeyi inkar etmez ama her şeyi birler, bütünleştirir ve sevdirir. O, kimseyi ayrı görmez. Çünkü O, herşeyin Allah'ın zuhuru ve tecellisi olduğunu bilir ve bunu insan gönlüne ve insana hal olarak yansıtır. “İnsan yaratılmışların en şereflisidir” düsturuyla her dilden, her dinden, her renkten insanı kucaklayan Hazreti Mevlana sevginin, barışın, kardeşliğin, hoşgörünün sembolüdür. “Sanır mısın ki Mesnevi sözlerini okuyasın da ucuzca, bedavaca duyasın, anlayasın! Yahut hikmet sözleri ve gizli sırlar, kolayca kulağına girsin ağzına gelsin! Duyarsın, duyarsın ama sana masal gibi gelir... dışyüzünü duyarsın, iç yüzünü değil! Bir güzel, başına, yüzüne çarşafını örtmüş, senden yüzünü gizlemiş! İnadından Kur’an, sana nasıl gelirse Şehname !17


Mesnevi Işığında

yahut Kilile ve Demine de öyle gelir! İnayet sürmesi gözünü aydınlatır, açarsa doğrucuyla mecazı o vakit ayırt eder, anlarsın!” (Mesnevi, IV/3459)

!18


Mevlana Sohbetleri

Hazreti Mevlana’nın aşkın kemali olduğunu söylediniz. Hatta Hazreti Mevlana’nın bir ismi de ‘Aşk Peygamberi’. Siz de O’nun bendesi olarak bizlere aşkı anlatır mısınız? Aşkın, bir insanda kemal bulması ne anlama gelmektedir? Aşk, Allah’ın elidir. Aşk’a tutulan, Allah’a tutulmuştur. Aşıklık, kendi varlığından, benliğinden söz etmemektir. Daima bir aşıkla düşüp kalkmak ve daima aşıklığı seçmek gerektir. Aşık olmayanlarla bir dakika bile beraber oturmak haram sayılır. Allah herkese ‘Aşık olun’ diyor, o yolu bizlere açıyor. Ama bu nimeti istemeyenden de derhal alır. “Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamaya başladı, çevikleşti. Ey âşık! Aşk, Tûr’un canı oldu. Tûr sarhoş, Mûsa da düşüp bayılmış! Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım ney gibi ben de söylenecek şeyleri söylerdim. Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir. Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin.” (Mesnevi, I/25) Hazreti Mevlana’ya, ‘Aşkı bize söyler misin, aşk nasıldır?’ diye sormuşlar. ‘Nasıl !19


Mesnevi Işığında

söyleyeyim, benim gibi ol da anla’ demiş. İnsan kolay kolay duygusunu ortaya koyamaz, o duygu onu alır, başka alemde tutar. Onun için tatmayana aşkı anlatamayız. Kim tatmışsa aşkı, onunla rahat konuşulur. Akıllıda akıl bırakmaz, akılsızı da akıllı yapar. Tanrı herşeyin üstündedir. Kişi ona yönelirse o aşkla üstünden gaflet gider, Hakk’ın güzellikleri aşıkta görülür. “Aşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır. Aşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten... akibet bizim için o tarafa kılavuzdur. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim... asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, aciz kalır.” (Mesnevi, I/ 110) Aşk her şeyin aslıdır. İlimleri doğuran, akılları ihya eden aşktır. Hazreti Muhammed Efendimizin bir diğer adı Habibullah’dır, yani Allah’ın sevgilisi. Herşey sevgiye, aşka, imana, kendini sevdiğin yere perçinlemeye dayanıyor. !20


Mevlana Sohbetleri

Bunları yapabildin mi, sende Hakk’ın güzellikleri meydana tecelli etmeye başlar. Biz en son yaratıldık ama, Yaratan da bizde yaratıldı. “Güneş, gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür. Ama kendisinden esîr var olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarda da benzer olamaz.Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin! Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi.” (Mesnevi, I/120) İçimizdeki varlık ‘Ve nefahtü fihi min ruhi Kendi ruhumdan üfledim’ gıdasını alır; aldıkça iştahı artar. İşte bu iştaha ‘aşk’ denir. Aşk insanın gönlüne hem gözden, hem de kulaktan girip doğabilir. Aklın sabahına ulaşmak için gönülü illa bir ‘Gönül’e katmak lazım. Çünkü mayasız hamurdan ekmek pişirilmez. “Keşke varlığın bir dili olsaydı da varlardan perdeyi kaldırsa, hakikati anlatsaydı! Ey varlık nefesi, ona ait ne söylersen bil ki onun üstüne bir perde daha örttün. Onu anlamanın âfeti, sözdür, haldir; kanı kanla yıkamanın !21


Mesnevi Işığında

imkânı yok! Ben, onun sevdalılarının mahremiyim... gece, gündüz kafes içinde ondan bahsetmedeyim!” (Mesnevi, III/4725)

!22


Mevlana Sohbetleri

Aşkta korku var mıdır? Korku neden kaynaklanır? Ne kadar öğrensek, ne kadar bilsek, her şey yanıltabilir bizi. Aşk olmazsa insanı çoluğu çocuğu bile yanıltabilir. Aşk olursa, bütün dünya gelse yanıltamaz. Külün bir daha ateşte yanmadığı gibi, insan da aşkta fani olmuşsa, ne kendi aklına ne de başkasının aklına aldanmaz. Korkak olan akıldır. Aşk hiç korkar mı? Aşk hizmetçi değil, sultandır. Herkes ve herşey onun hizmetçisidir. “Gönüllerini cilâlamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler. Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, aynel yakîn bayrağını kaldırmışlardır. Düşünceyi bırakmışlar, âşinalık denizini bulmuşlar, bilişikte yok olmuşlardır. Herkes ölümden ürker, korkar. Bu kavimse ona bıyık altından gülmektedir. Kimse onların gönlüne galip gelemez. Sedefe zarar gelir, inciye değil. Onlar fıkhı ve nahvı terk etmişlerdir ama mahvolmayı ve yokluğu ihtiyar etmişlerdir. Sekiz cennetin nakışları parladıkça onların gönül levhine vurur, orada tecelli eder. Tanrı’nın doğruluk makamında oturanların, !23


Mesnevi Işığında

orasını yurt edinenlerin derecesi; arştan da yücedir, kürsüden de, boşluktan da!” (Mesnevi, I/3492) Bir insan Allah’ı sevdikten sonra, Allah’ta onu sevdikten sonra, korku kalmaz. En büyük bela korkudur. Fakat sevgi tecelli edene kadar korku da lazım. Allah’la dost olmuş bir insana ‘Allah’tan kork’ derlerse, garibine gider. Sevdiğimiz dostumuzdur; korktuğumuz ise düşmanımızdır. “Hakk’a dalan kişi daha ziyade dalmak, can denizinin dalgası altüst olmak ister. Denizin altı mı daha hoştur, yoksa üstü mü? Onun oku mu daha ziyade gönül çekici ve güzeldir, o oka karşı siper tutmak mı? Şu halde ey gönül! Neşe ve sefayı cefa ve belâdan ayırt edersen vesveseye zebun olmuş olursun. Tutalım ki senin isteğinde şeker tadı var; sevgilinin isteği, isteksizlik murat ve maksadı terk etme değil mi? Onun her bir yıldızı yüzlerce hilâlin kan diyetidir. Ona, âlemin kanını dökmek helâldir. Biz değeri de bulduk kan diyetini de. Ve o yüzden can vermeye koştuk. Ey âşık ! Aşıkların hayatı ölümledir. Gönlü gönül vermeden başka bir suretle bulamazsın.” (Mesnevi, I/1745) !24


Mevlana Sohbetleri

Aşkta ‘Celal’ bulunmaz. Aşk daima ‘Cemal’in zat’ıdır. Aşkın yabancısı yoktur. Aşk, herkesle herkestir; kucağını herkese açar. Ebedi hayatın menbağı aşktır. Aşk öyle bir şeydir ki, hayata da muhtaç değildir. Hayatı olmayanın korkusu da olmaz. Korku, hayatın bekçisidir. Zerre kadar korkusu olan aşık değildir. Hayat dediğimiz zaman, ölüm de onunla beraberdir. Aşk ise ölümsüz bir hayattır. “Kötü yürekliler, korkularından savaşta kaçma sebeplerini ele alırlar, onlara yapışırlar. Cesur erlerse yine can korkusundan düşman saflarına hücum ederler. Korku ve tasa Rüstem’leri ileri götürür... o kötü yürekli korkaksa korkusundan olduğu yerde ölür gider. Belâ ve can korkusu mihenktir... onun içindir yiğitler, tehlike anında korkaklardan ayırt edilirler.” (Mesnevi, IV/2916) “Ölümü içenler, onun aşkiyle dirildiler; gönüllerini candan da çekmişlerdir, abıhayattan da. Aşkının suyu mademki bize el verdi, abıhayatın bizce hiçbir değeri yok artık. Her can, abıhayattan diridir. Fakat abıhayatın suyu da sensin. Her an bana bir !25


Mesnevi Işığında

ölüm, bir haşir verdin de o keremin neler yaptığını gördüm. Senin yeniden dirilteceğine güvenim var; o yüzden bu ölüm, bana uyku gibi görünmede ey Tanrı. Her an yedi denize de serap olsa ey suyun suyu, sen onu kulağından tutar, getirirsin. Akıl, ecelden titrer durur, halbuki aşk, neşe içindedir. Taş, toprak parçası gibi yağmurdan korkar mı hiç?” (Mesnevi, V/4220)

!26


Mevlana Sohbetleri

İlmin, aşk ile bir bağlantısı var mıdır? Aşka ilim yoluyla ulaşılabilir mi? Ateş, ancak diğer bir ateşten yanar. İlmin bir hududu vardır; ama aşk, insanı alır götürür. Aşkla tepeye çıkan kişiye, ilmin ne lüzumu var. İlmin menbağı akl-ı cüz, aşkın menbağı Akl-ı Küll’dür. “Ağyardan halvet etmek gerek, yardan değil. Kürk, kışın işe yarar, baharın değil. Akıl başka bir akılla birleşti mi nur artar, yol meydana çıkar. Fakat nefis, bir başka nefisle sevinir, gülerse karanlık çoğalır, yol gizlenir. Ey avcı, dost senin gözündür. Onu çerçöpten arı tut. Sakın dil süpürgesiyle ona toz kondurma. Göze tozu toprağı hediye götürme.” (Mesnevi, II/25) İnsanı Allah’a aşktan başka hiç bir şey götüremez. Her varlık bir koruyucu ister. Aşkın hiçbir kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Aşk ebedidir; yıkılmaz, geçmez, karanlık kabul etmez. Daimi bir şefkat lambasıdır aşk. Aşk, karanlıksız, gecesiz bir gündüzdür. Gündüz bile karanlık vardır da, aşkta yoktur. Gündüzün bir mağarada

!27


Mesnevi Işığında

karanlık vardır ama, aşkın ışığına hiçbir şey engel olmaz. “Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl giderirsin? Nihayet yine Allah tapısına yüz vurup, ya Rabbi, o karaltıyı gider, yine nurunu ver demez misin? Gece yarısı seni öldürmeye kalkışsalar ağlayıp yalvaracağın, yahut aman dileyeceğin güneş nerede? Hadiselerin çoğu da hep geceleyin olur... halbuki geceleyin taptığın Allah ortada yoktur. Allah’a gönül doğruluğu ile eğilirsen yıldızlardan kurtulur, Allah’a mahrem olursun! Mahrem oldun mu sana ağız açar, sırları söylerim... bu suretle gece yarısı bir güneş görürsün sen! Onun, temiz ruhtan başka doğuşu... yok doğmasında da geceyle gündüz farkı olamaz. Gündüz, onun doğduğu zamana derler... geceleyin doğdu, parladı mı ortada gece kalmaz. Bu görünen güneş, o güneşin önünde adeta güneşe karşı zerre nasıl görünürse öyle görünür! Âlemi aydınlatan, parlatan bu güneşin gözü, o güneşi görünce kamaşır şaşırır kalır! Arşın nuruna... arşın o sonsuz ve hadsiz ışığına karşı bu güneşi bir zerre gibi görürsün!” (Mesnevi, IV/579) !28


Mevlana Sohbetleri

M a n a n ı n d a ç a ğ l a r ı v a r. Ta b i a t ı n mevsimlerine benzeyen mevsimleri var. Mana mevsimleri aşkla terbiye edilirse, Tanrı ilhamları meydana geliyor ve Tanrı ilhamları, büyük bir bulanıklığı parçalaya parçalaya yürüyor. Çünkü toplumumuza bu aşk gerektiği kadar aşılanmamış. “Kalp huşu sahibiyse kalbe bakarız, isterse sözünde kulluk ve aşağılık olmasın! Çünkü gönül cevherdir.. söz söylemekse araz. Bu yüzden araz, âriyettir,maksat cevherdir. Mânası gizli kapalı, yahut başka olan bu çeşit lâflar, ne vakte kadar sürecek? Yanıp yakılmak isterim ben, yanıp yakılmak.O ateşe düş! Canda sevgiden bir ateş tutuşur.. düşünceyi, sözü, baştanbaşa yakıver! Ey Musa, edep bilenler başka, canı, ruhu yanmış âşıklar başka...” (Mesnevi, II/1760) İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllarda birbirlerine benzemezler. Elbiselerde ne kadar çok renkler vardır. Birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır. Ama onları ateşte yakarsak, hepsinin rengi bir olur: !29


Mesnevi Işığında

Kül rengi... Bunu da ancak aşk yapar ve akıllarımızı ateşinde yakarak renklerini bir eder. “Öksüzün rengini dışından, insanın rengini, sarı, kırmızı... her neyse içinden ara! İyi renkler, temizlik küpünden hâsıl olur. Çirkinlerin rengiyse, kirli kara sudan meydana gelir. O lâtif rengin adı ‘SıbgatullahTanrı boyası’ dır. Bu kirli rengin kokusu ise... Tanrı lânetidir. Denizden olan, yine denize gider; nerden gelmişse, yine oraya varır. Dağ başından, hızlı hızlı akan seller; bizim tenimizden de aşka karışık olarak akıp giden can, aslına gidip kavuşur!” (Mesnevi, I/ 765) Bizler, o ‘Kudret’e arzusuz ve emelsiz teslim olmalıyız. Aşık’ın yanıp kül olmaktan başka hiçbir arzusu yoktur, olmamalıdır. Cenab-ı Mevlana: “Aşk okullarda öğrenilmez” der. Aşk gözden doğar. Sevgi ile aşk aynı değildir. Aşk insanı deli eder, akıl bırakmaz. Aşık gece gündüz hep Sevgilisini düşünür. “Aşık, yaşarsa Allah için yaşar, mal, mülk ve hazine için değil... Ölürse Allah için ölür, korkudan hastalıktan değil! İmanı, onun !30


Mevlana Sohbetleri

dileği, onun rızası içindir, cennet için, ağaçlar, ırmaklar için değil! Küfrü terk edişi de cehenneme gideceğim diye korkudan değildir, Allah içindir. Bu ahlâk, ona ezelden verilmiştir; gözü sevgilinin cemalinin güzelliğiyle dolmuş aydın olmuştur.” (Mesnevi, III/1910) Peygamberin ‘Cebrail’ diyerek anlatmak istediği şey akıldır. Akıl o alemde şaşkına döner. O alemin sultanı aşktır. Aşka teslim olup gözümüzü o alemde açınca bir de bakarız ki, ne dediğimiz gibiymiş ne de duyduğumuz gibi. Bir şeyi tamamıyla bilen bir insan için öğrenmek, yani ‘ilim’ denen şey kalır mı? İçimiz yanıp da ‘Ah’ deyince, ilim, bu ‘Ah’ın yani ‘Aşk’ın arkasında ve ona hizmetçi olarak kalır. “Akıl, bu ne aşktır, bu ne haldir... onun ayrılığına mı şaşmalı, kavuşmasına mı... hangisi daha ziyade şaşılacak şey diye hayran olmuştu. Gök, o anda kıyametnameyi okumuş, saman uğrusuna kadar elbisesini yırtmıştı! Aşk, iki âleme de yabancıdır; aşkta yetmiş iki türlü divanelik var! Aşk, pek gizlidir ama şaşkınlığı meydanda... Padişahların canları bile ona hasret çekmektedir. Aşk dini, aşk !31


Mesnevi Işığında

mezhebi, yetmiş iki şeriatta da dışarıdır. Padişahların tahtları, aşka karşı alelâde bir tahta parçasından ibarettir. Aşk çalgıcısı, semâ vaktinde şunu çalar: Kulluk bir bağdır, efendilik baş ağrısı! Şu halde aşk nedir? Yokluk deryası! Aklın ayağı, orada kırıktır!
 Kulluk da malûm sultanlık da... âşıklık bu iki perdeden gizli!” (Mesnevi, III/4717) Aşk her şeyi saran bir kudrettir, vücudu görülmeyen bir kudret… Onun kudreti, yine aşkla görülür. Aşkı olmayan insan aşkı bilemez. Aşk kudreti herkese verilmiştir. Mürşid-i kamilin terbiyesi olmadan insanlar, bu aşk kudretini herhangi bir şeye veya bir eğlenceye sarfeder, yitirirler; sonra da ‘Allah bize nasip etmemiş’ derler. Halbuki bize verilen bu aşk kudretini, o aşkın kaynağını, hazinesini aramak için sarfedersek, aradığımızı mutlaka buluruz. O hazineyi bulup orada yok olmak en büyük devlettir. Bizi bu aşka ancak tefekkür götürür. Tefekkür bize yokluğumuzu, hiçliğimizi öğretir. “Evi yık! Hazine, ev altındadır, ev yıkılmadıkça ele geçmesine çare yok, evi yıkmaktan ürkme, durma! Çünkü bu !32


Mevlana Sohbetleri

hazinenin ele geçecek bir parasıyla zahmetsiz, meşakkatsiz binlerce ev yapılabilir. Nihayet bu ev zaten viran olacak, altındaki hazine de apaçık meydana çıkacak! Fakat o vakit hazine senin olmaz, çünkü o ele geçen ganimet, ruhun evi yıkma ücretidir.” (Mesnevi, IV/2540) “Kendine gel ey katra da bu şerefi bul, denizin avucuna düş, o avuçta telef olmaktan emin ol! Böyle bir devlet, kimin eline düşmüştür! Bir deniz, bir katrayı dilemekte, istemekte! Allah hakkı için Allah hakkı için çabuk sat ve satın al... bir katrayı ver, incilerle dolu denizi elde et! Allah hakkı için, Allah hakkı için hiç geciktirme... bu söz, lütuf denizinden gelmede!” (Mesnevi, IV/2620) Bizim yapmamız gereken, ahlakımızdaki kirleri, kibri, buğzu, yalanı, riya ve hasedi temizlemektir. Çünkü zevk-i ilahi, bunların arkasındadır. Ama bunların hepsine galip olan aşktır. Onlarla mücadeleye gücümüz yetmez. Aşk için yalvaralım. Ne diyor bir Tanrısal ilham? “İmdat senden, ya Hazreti Aşk, yetiş!” “Ma remeye iz remeyte” iyi bil. Canın nesi varsa canlar canındandır. Elini tutan, yükünü !33


Mesnevi Işığında

yüklenen odur. Her an, her nefes, o anı, o nefesi ondan um! Onun feyzine geç mazhar olduysan gam yeme. Bilirsin ki ihmal etmez, imhal eder. Allah rahmeti geç erişir ama adamakıllı erişir, seni bir an bile huzurundan ayırmaz, her an seninledir. Bu vuslatın, bu muhabbetin şerhini duymak istersen adamakıllı düşünerek “Vedduha” suresini okuyuver!..” (Mesnevi, II/2530)

!34


Mevlana Sohbetleri

Bu dünyanın kanunu nedir? Cennet ve cehennem nedir? Dünya, cennet ve cehennem üçgeni içinde aşk nerededir? Cennet ve cehennem dedikleri bu dünyadır. Biz dünyaya nasıl bakarsak öyle görürüz; bu büyük bir kanundur. Ama o yine bir şey değil. Ondan daha büyük bir kanun var: AŞK. Dünya nedir ki, şöyle bakmışsın, böyle bakmışsın… Şu insanlar aşkı ne zaman görecekler? Ne zaman bilecekler? Allah’ın zat’ında kaybolmayan kimse, daimi cehennemdedir. Bu cehennemin odunu, gurur ve arzularıdır. Vücut hapishanesinden çıkanlar için, azap kalmaz. Bunları temizleyecek yegâne şey aşktır. Aşka düşen, dünyanın altında kalmaz, üstünde gezer. “O Pir sana gülümser, fakat sen onu öyle görme; onun için yüzlerce kıyamet var. Cennet, cehennem.. hepsi onun cüzileri. Ne düşünürsen, O, o düşünceden de üstün. Ne düşünüyorsan yokluk kabul eder, fakat düşünceye sığmayan yok mu? İşte Allah odur. İçinde kim olduğunu biliyorsa, evin kapısındaki küstahlık neden? Ahmaklar Mescidi ulular da, gönül ehlinin gönlünü yıkmaya çalışır. Halbuki o mecazidir !35


Mesnevi Işığında

be eşekler, bu hakikat. Uluların gönülden başka Mescidi yoktur. Herkesin secdegâhı olan velilerin gönül mescitlerinde Allah vardır.” (Mesnevi, II/3105) Kalbimizde kandil halinde yanan ‘Aşk’ı güneş haline getirmelidir. Aşk daima büyür, hiç zeval bulmaz. Diğer tabiat maddelerine benzemez. Onlar büyüdükten sonra ölürler; aşk ise ebediyen büyür, ölümsüzdür. “Subhu sadıkı, subhu kâzipten, şarabın rengini kadehin renginden ayırdet ki. Bu sabır ve sebatla şu yedi renkli zâhiri gözden başka bir göz elde edersin. O gözle bu renklerden başka renkler, taşlar yerine mücevherler görürsün. Hattâ gevher nedir ki? Sen, kendin bir deniz olur, göklerde seyreden bir güneş kesilirsin. İş sahibi, iş yurdunda gizlidir. Yürü, onu ancak iş yurdunda apaçık görürsün.” (Mesnevi, II/755)

!36


Mevlana Sohbetleri

Aşkta menfaat olmaz, deniyor. Fakat ‘mürid’ kelimesi ‘murad’ kelimesinin çoğuludur, yani isteyen demektir. Ayrıca ‘matlub-istenen’in de mutlaka bir ‘talibisteyen’i vardır. Müridin, murad ettiği aşka ermesi için her türlü istekten nasıl vazgeçmesi gereklidir? Her türlü muhabbet, menfaatsiz olmalıdır. En tatlısı ‘Tevhid’dir. Biz muhabbetin esiriyiz. Bizi kim Allah için severse, biz onun esiriyiz. O varlık, ayrım bilmez. O’nun zevki ‘Tevhid’dedir. “Müminler derler ki cennetin tesiriyle bütün kötü ve çirkin sesler de latif olur. Biz hepimiz Âdem’in cüz’üleriydik... cennette o nağmeleri dinledik, duyduk! İş bu yüzden güzel sesi dinlemek âşıklara gıdadır... çünkü güzel ses dinlemede kalp huzuru ve Allah ile birleşme zevki vardır. Adamın içindeki hayâller kuvvetlenir, hattâ hayaller, o güzel sesten, o güzel nağmeden suretlere bürünür. Aşk ateşi güzel seslerle kuvvet bulur!” (Mesnevi, IV/735) Bizim maneviyatımız, tevhidimiz, sevgidir. Sevginin icabı da şefkattir. Herhangi !37


Mesnevi Işığında

birimizden bu bağışlayıcı şefkat tecelli edince, ondan manevi gıdamızı almaya, onun gönlünden ‘Deryayı Ahadiyet’e atılmaya çalışırız. Onun akıl ucu o ‘Derya’dadır; göz ucu da bizde. Biz onu ne kadar seversek, birgün aniden onun gönlüne gireriz. O alemi, kalem tarif edemez. Bu sevgi, menfaat sevgisi değil, Allah sevgisidir. “Âşıklar kuvvetli bir selin önüne düşmüşlerdir. Onlar, aşkın takdirine razı olmuşlardır. Değirmen taşı gibi durup dinlenmeden gece gündüz inleyip sızlanarak döner dururlar. Değirmen taşının dönüp durması, kimse bu ırmak duruyor demesin diye ırmak arayanlara bir şahit olmuştur. Arktaki suyu görmüyorsan gel de değirmen taşının dönüşünü gör der. Feleğin, o dönüp durmadan usandığı, bir karara bağlandığı yok. Sen de ey gönül, yıldız gibi ol, durup dinlenmeyi dileme.” (Mesnevi, VI/910) “Gönül sarhoşluğu nerededir? Görmezsin. Onu nergise benzeyen mahmur gözlerde ara. Allah’ın zatından da uzak olduğun için onu peygamberlerle mucizelerden bilebilirsin. Gizli olan mucize ve kerametler, temiz pirlerden gönüllere akseder. Onların gönüllerinde !38


Mevlana Sohbetleri

yüzlerce hazır kıyamet vardır... En aşağısı şudur: Komşuları sarhoş olur. Kutlu bir kişinin yanına göçen talihli, Allah ile düşüp kalkıyor demektir.” (Mesnevi, VI/1298)

!39


Mesnevi Işığında

Allah’ta yok olmalı diyorsunuz. Peki bunu nasıl yapacağız? Yokluğa nasıl erilir? Allah’ta yok olmak, diğer yokluklar gibi değildir. Yok olduğumuz varlık, yani Allah, ebedi ve ezeli olduğu için, biz de onunla birlikte ebedi ve baki oluruz. İnsanın her zerresi göz olursa, ondan artık birşey gizlenmez. O, artık güneşten de üstün olur. İnsanın her zerresi kulak olursa, o da artık herşeyden haberdardır, herşeyi işitir. “Oğul,ne kabul edilmeyi düşün, ne reddedilmeyi. Sen daima emri, nehyi gör, gözet. Derken cezbe kuşu , birden bire çerden çöpten yapılmış yuvasından uçar, görünüverir. Onu gördün mü sabah oldu demektir, mumu o vakit söndür. Gözler , perdeleri delip hakikati görmeye başladı mı bu nur, onun nurudur artık. Bu nura sahip olan , dışa bakar, içi görür. Zerrede ebedî varlık güneşini görür, katrada bütün denizi.” (Mesnevi, VI/1479) Biz, ‘Ben biliyorum!’, ‘Ben yapıyorum!’ dediğimiz için, bizi çevreleyen Kudret’in meydana çıkmasına engel oluyoruz. Bu öyle bir kanundur ki, biz ‘Benim!’ derken, o !40


Mevlana Sohbetleri

Kudret çekilip gider; biz, bizliğimizle ortada kala kalırız. Kendimize yine kendimiz engel oluyoruz. “Bize ne geliyorsa bizden geliyor! Ey uykusuz gönül, biz bundan eminiz. Çünkü bekçi gibi dam üstünde elimizde sopa beklemekteyiz. Cevizlerimiz, bu değirmende kırıldı, derdimize ait ne söylesen azdır. Ey bizi kınayan, bu macerayı ne vakte dek dinleyip duracağız? Bundan böyle artık deliye az öğüt ver. Ben artık ayrılık işvesine ait sözleri duymak istemem. Bunu sınadım, ne vakte dek sınamaya devam edeceğim. Bu yolda coşup köpürmekten, deli divane olmaktan başka ne varsa uzaklıktır, yabancılıktır.” (Mesnevi, VI/604) Bizler, eğer Hazreti Mevlana’nın, selam olsun üzerine, güzel huylarıyla huylanmaya çalışırsak, bize de o güzellikler bulaşır ve işte o zaman bizler de güzel birer insan olmaya yola koyuluruz. “Yoldaşlar, sevgili, yolları bağladı. Biz topal ceylânlarız, o avlanan bir aslan. Ona teslim olmak, emrine boyun eğmekten başka, böyle bir kan döken erkek aslana karşı ne çaremiz !41


Mesnevi Işığında

var? O, güneş gibi ne uyumakta, ne bir şey yemekte. Ruhları da uyutmamakta, ruhlara da bir şey yedirmemekte. Gel demekte, ya ben ol, ya benim huyumla huylan da sana tecelli edeyim, yüzümü gör.” (Mesnevi, VI/576) Şu dünyada yaşayan insanlar, hep ‘ben’ ve ‘biz’ deyip duruyorlar. Şu yüz binlerce ben ve biz içinde acaba ‘Ben’ nasıl bir ‘Ben’im? İnsan kalabalığından gelen gürültüye kulak ver! ‘Ben’i konuşturmamak için elini ağzıma koyma! “Çocuk, oyuna öyle bir dalar ki külâhı, gömleği aklına bile gelmez. Gece gelir çatar bir türlü oyunu bırakamaz. Eve bir türlü yüz çeviremez. Duymadın mı, “Dünya ancak bir oyundan ibarettir” denmiştir. Sense oyuna daldın, elbiseni yele verdin, şimdi korkuya düştün. Gece gelmeden elbiseni ara, gündüzü dedikoduyla zayi etme. Hâsılı ben de ovada kendime halvet bir yer seçtim, halkı elbise hırsızı gördüm. Ömrün yarısı, sevgili isteğiyle geçti, yarısı düşmanların derdiyle. O, cüppeyi aldı götürdü, bu, külâhı. Biz de küçücük çocuklar gibi oyuna daldık; derken ecel gecesi yaklaştı. Artık bırak şu oyunu, yeter dönme !42


Mevlana Sohbetleri

oyuna gayrı. Tövbe atına binde hırsıza yetiş, hırsızdan elbiselerini al, geri dön. Tövbe atı acayip bir attır. Bir anda şu aşağılık âlemden ta göğün üstüne kadar sıçrayıp çıkar. Fakat atını da hırsızdan gözet ha. Biliyorsun ya, o, gizlice elbiseni de çaldı. Aman şu atımı gözet de hırsız çalmasın.” (Mesnevi, VI/455)

!43


Mesnevi Işığında

Hasan Dede, bizler ne kadar istesek ve uğraşsak da malesef bazı zaman geliyor kendimizi yine sıkıntı ve hüzünlerde buluyoruz. Bu hüzün ve sıkıntılardan nasıl kurtulacağız? Mevlana’mız, selam olsun üzerine, der ki: “Ey oğul, bana evlad olarak gelmeye kalktığın zaman, temiz bir kağıt gibi gel. O kağıtta hiç bir yazı olmasın. O kağıda ben seni yazacağım.” Bu sözlerinde Hazreti Mevlana şunu demek istiyor, mademki buraya gelmeden önce sıkıntıların üzüntülerin vardı, hiç bir türlü huzur ve neşe bulamadın, namaz kılıyorsun oruç tutuyorsun, ama bu sıkıntı ve hüzünler yine sende tecelli ediyor. Şimdi artık buraya geldiğinde sana şimdiye kadar sıkıntılar vermiş olan o aklını bırakacaksın. Aklını burayla büyütmeye çalışacaksın. Gönlünde mala, mülke, dünyevi herşeye karşı ne sevgi beslemişsen, onları da gönlünden sileceksin. Gönlünü, iç alemini, kalbini temizleyeceksin ve gönlünü tamamen buraya vereceksin. Kafandaki şimdiye kadar olan bütün boş bilgileri bırakıp, burada sana sunulan bilgilerle kendini yetiştirmeye başladın mı, sen yarınların çok güzel bir insanı olursun.

!44


Mevlana Sohbetleri

“Kalıbın, cesedin mektuptur, ona dikkat et, padişaha lâyık mı, değil mi? Bir anla da sonra gönder! Bir bucağa git, mektubu aç, oku... bak bakalım, içindeki sözler,padişahlara lâyık olan sözler? Lâyık değilse o mektubu yırt, çaresine bak, başka bir mektup yaz! Fakat ten mektubunu açmayı kolay sanma. Yoksa herkes gönül sırrını apaçık görürdü! Bu mektubu açmak ne güçtür, ne sarptır! Erlerin işidir bu, çocuk işi değil! Hepimiz, fihriste kani olmuş kalmışız... çünkü heva ve hevese, hırsa bulaşmışız! Halbuki o fihrist, ona baksınlar da metni de öyle sansınlar diye halka bir tuzaktır. Mektubu aç, bu sözden baş çevirme! Allah, doğruyu daha iyi bilir! Mektubun fihristi, dille ikrar etmeye benzer... halbuki sen gönül mektubunun metnini sına! Bak bakalım, ikrarınla muvafık mı? Buna bak da işin, münafıkların işine dönmesin! Ağır bir çuval yüklenip götürmeye koyulsan onun dışına bakmakla yükü hafiflemez ki! Asıl içine bak...çuvalda acı, tatlı ne var, bir gör de taşımaya değerse taşı! Yoksa çuvalındaki taşları boşalt... kendini bu saçma işten, bu ar olan yükten kurtar gitsin!

!45


Mesnevi Işığında

Çuvala aklı erer padişahlara, sultanlara götürülebilecek şeyleri doldur!” (Mesnevi, IV/1564) Bize en büyük ayna Şems ile Mevlana’daki buluşmadır. Şems, Mevlana’ya şöyle seslenmiştir: “Bihamdülillah, aldı fikrimi Zikrullah. Küll isen safi, eğer isen sufi, açılır sana bir kapı, ayan olur Cemalullah. Bu tevhidden maksat, murada ermektir. Görünen kendi Zat’ıdır, sanma gayrullah. Şems-i Tebriz bunu bilir, Ehad kalmaz fena bulur, bütün bu alem külli mahvolur, yine baki Allah kalır..” “Hazreti Ahmet'teki o batmış olan duygu, şimdi Medine topraklarında uyumakta... Saflar yaran o ulu huysa hiç değişmemiş... doğruluk makamında! Değişenler bedene ait sıfatlar... baki olan ruhsa apaydın bir güneş. O hiç değişmez, hiç başka bir hale gelmez... çünkü ne doğudandır ne batıdan!” (Mesnevi, IV/3786) Ne diyor Şems, “Küll isen safi”, peki ne demektir bu? Misal olarak, mangalda ateş vardır ya, o mangalda bir kıvılcım dahi olmasını istemiyorum, o kıvılcım bile kül haline gelsin, o kıvılcım kadar bir yere bir !46


Mevlana Sohbetleri

muhabbetin olmasın senin, demektir. Eğer olursa, o bir tek kıvılcım senin varmak istediğin yere ulaşmana engel olur. Artık Mürşidinin huzurunda yeniden doğuyorsun, bundan sonra annen de baban da O senin, peygamberin de O senin, Allah’ın da O senin, Sevgilin de O senin. Yolcu kendini bu şekilde yola koymalı ki varmak istediği o yere ulaşabilsin. Yolcu temizlendiğinde bakacak görecek ki, ne yüzlerle gelecek O.. Allah’tır süsleyen bu alemi, bir bakarsın, girmiş bir hırka içine, sakal da bırakmış gizlemiş kendini; bütün güzellikler, bütün güzel yüzler Onunla donatılmış, O bir açsa yüzünü yer gök yerinden oynar, Şems-i Tebrizi’nin buyurduğu gibi; nizam bozulur, bütün alem mahvolur gider. İşte bu nedenle bu yol, insanlık yoludur; saflık ister, temizlik ister. “Her şeyin bir saf ve tortusuz tarafı vardır, adını da tortu gibi aleme bırakmıştır. Kim toprak yemeyi adet edinmişse tortuya yapışmıştır. Sofi ise hemencecik safın bulunduğu tarafa gider. Elbette tortunun bir safı vardır der ve gönül, bu delaletle saflığa varır, ulaşır. Tortu güçlüktür, safı da kolaylığı. Saf, hurmaya benzer, tortu da hurma çağlasına. Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel, ümidini kesme. Bu ölümden sonra !47


Mesnevi Işığında

hayata yol var. Oğul ferahlamak istiyorsan cüppeni yırt da o saflıktan hemencecik baş çıkarsın. Sofi saflığı dileyen kişidir. Sofilik, sof elbiseyle, terzilikle, yavaş yavaş yürümekle olmaz. Fakat bu alçak ve aşağılık kişilerce sofuluk, terzilikten ve oğlancılıktan ibarettir.” (Mesnevi, V/357)

!48


Mevlana Sohbetleri

Bir mürid ile mürşidi arasında nasıl bir bağlılık olması gerektir? Müridin yol alabilmesi mürşidine olan bağlılığı nispetinde midir? Hz. Mevlana’ya, “Mürşidini niye bu kadar büyütüyorsun, putlaştırıyorsun? Dinde insanı bu kadar putlaştırma yoktur” dediler. Hz. Mevlana, “Şükürler olsun o puta! O put olmasaydı, bu güzelliklere kavuşamazdım. Allah’ın nurunu o putta gördüm” diye cevap verdi. Çünkü Mevlana, Tanrı’yı Şems’de gördü, bir an dahi mürşidinin dışına çıkmadı. Ve bu yüzden hep korkusuz konuştu. “Eğer körsen köre teklif yoktur. Değilsen yürü, var; sabır kurtuluşun anahtarıdır. Sabır ilâcı, gözlerin perdesini de yakar, göğüsleri gönülleri de yarıp açar. Gönül aynası saf ve pak bir hale gelince sudan, topraktan hariç suretler görürsün. Nakşı da müşahede edersin, nakkaşı da. Devlet yaygısını da, onu döşeyeni de. Sevgilimin hayali bana Halil gibidir. Sureti put ama manası putları kırmakta. Allah’a şükür olsun ki o zahir olunca can, onun hayalinden, kendi hayalini gördü. Kapısının toprağı, gönlümü teshir etti. Senin toprağına karşı ululananın toprak başına.! Dedim ki; !49


Mesnevi Işığında

Eğer güzelsem bu güzelliği onun lûtfu olarak kabul ederim. Değilsem zaten çirkinlikler bile bana güler! Çaresi şu: Kendime bakayım kendime çeki düzen vereyim. Bakalım, ona lâyık mıyım, değil miyim?” (Mesnevi, II/70) Hz. Muhammed, dünyada maşuk sıfatını almıştır. Maşuk sıfatı sevgili sıfatıdır. Allah hiçbir peygamberine sevgilim diye hitap etmedi. Sevgili sıfatını bir tek Hz. Muhammed’e verdi. Habibullah, Allah’ın sevgilisi. O Yaratıcı var ya, o Allah diyor ki: “ Ya M u h a m m e d ! S e n i n y ü z ü s u y u n hürmetine bu alemi yarattım, sen olmasaydın, bu kainatı yaratmazdım.” Çünkü O’nun gibi Allah’ı yadeden, O’nun gibi Allah’ın emirlerine uyan, O’nun gibi sevgi sözleri söyleyen, O’nun gibi merhamet, şefkat dolu bir peygamber ne gelmiş, ne de gelecektir. Bu aleme gelmiş geçmiş yüzyirmidörtbin peygamberde O’nun nuru vardı. Hz. Mevlana, o nuru gördü de, bütün peygamberlere “Ahmed” diye hitab etti. İslam’ın kemalatı Hz. Resulallah’ta tecelli etmiştir. Allah en güzel yüzünü Resulallah’tan göstermiştir.

!50


Mevlana Sohbetleri

“Ben kafiye düşünürüm; sevgilim bana der ki: Yüzümden başka hiçbir şey düşünme! Ey benim kafiye düşünenim! Rahatça otur, benim yanımda devlet kafiyesi sensin. Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı.! Harfi, sesi, sözü birbirine vurup parçalayayım da seninle bu üçü de olmaksızın konuşayım! Âdem’den bile gizlediğim sırrı, ey cihanın esrarı olan sevgili, sana söyleyeyim. Halil’e bile söylemediğim sırrı, Cebrail’in bile bilmediği gamı, Mesih’in bile dem vurmadığı, hatta Allah’ın bile kıskanıp biz olmadıkça kimseye açmadığı sırrı sana açayım.” (Mesnevi, I/1727) Dünya kuruluşundan beri canlı varlıklar, hep devrandadır. Tekamülü tamamlamak için bütün dünya varlıklarından gönlü çekmek lazımdır. Kişi gönlünü tamamen Yaratıcı’ya bağlar, O’nun sevgisi, O’nun muhabbeti, O’nun bakışıyla hareket ederse yol alır. Eğer hem orayı, hem burayı, hem de Allah’ı severim, derse, bu kişi kemalata eremez. Tekamül edenler içinde en büyük örnek Hz. Muhammed’dir, sonra Hz. Mevlana ve diğer Evliyaullah gelir. Onlar da bizler gibi beşerdi ama gönüllerinde Allah’tan başka birşey !51


Mesnevi Işığında

olmadığı için konuşmalarında hep Allah muhabbeti vardı. Bir kişi iman ettiği yerin haline bürünürse, ancak o zaman o kişide tekamül başlar. “Ahmed’e mecliste dört seçilmiş dost, enis olur, Ebucehl’e de Utbe’yle Zül-hımar! Cebrail’le canların kıblesi Sidre’dir, karnına kul olanların kıblesi sofra. Arifin kıblesi vuslat nurudur, filozaflaşan aklın kıblesi hayal. Zâhidin kıblesi ihsan sahibi Allah’dır, tamahkârın kıblesi altınla dolu torba. Mâna gözetenlerin kıblesi sabırdır, surete tapanların kıblesi taştan yapılan suret. Bâtın âleminde oturanların kıblesi lûtuf ve ihsan sahibi Allah’dır, zâhire tapanların kıblesi kadın yüzü. Böylece eski yeni... Say dur. Usanırsan yürü, işine bak! Bizim rızkımız, altın kâse içindeki şarap, köpeklerin rızkı, yal yedikleri yere dökülen tutamaç suyu. Ne huyla huylandırdıysak ona lâyıksın. Seni o rızk için göndermişizdir. Onu ekmeğe âşık ettik, o huyu verdik ona. Bunu sevgiliye âşık ettik, sarhoş yaptık, bu huyu verdik buna. Huyundan razıysan, hoşlanıyorsan neden ondan kaçıyorsun öyleyse? Dişilik hoşuna gittiyse çarşafa gir. Rüstemlikten hoşlanıyorsan al hançeri! Bu sözün sonu yoktur. Bu yoksul da !52


Mevlana Sohbetleri

yoksulluk derdiyle arıkladı, gücü kuvveti kalmadı.” (Mesnevi, VI/1895)

!53


Mesnevi Işığında

Hakk yolunda imanlı olmak çok önemlidir. İmanın sağlamlığı nasıl belli olur? İman etmek ne demektir? İman etmek, ‘Sen Allah’sın, senden görünen Hakk’tır’, demektir. Yani Hazreti Ali Efendimizin buyurduğu gibi: “Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim” demektir. Hazreti Ali, Hazreti Muhammed Efendimizde Allah’ın nurunu gördü, O’nun sözlerine inandı ve O’na iman etti. Hazreti Musa ise, Allah’ı kendi dışında aradı ve bu yüzden de Cenab-ı Allah, nurunu ona, bir dağa tecelli ederek gösterdi. Hazreti Musa, bu tecelli karşısında tam kırk gün kendine gelemedi. Ama Hazreti Ali Efendimiz, Allah’ı her an Hazreti Muhammed’de gördü, dinledi ve bir an olsun O’nun yanından ayrılmadı. Hatta her an O’na canını vermeye hazırdı. “Ben kıyamet günü bu sözüme şahit olsun diye yere baş koyuyorum. Yerlerin şiddetle sarsıldığı kıyamet gününde bu yeryüzü, insanların hallerine şahit olur. Gizlediği haberleri apaşikâr söyler. Yeryüzü ve dikenler söze gelir. Filozof; kendi fikrince, kendi zannınca bunu inkâr eder. Ona de: Sen var, !54


Mevlana Sohbetleri

başını o duvara vura gör! Gönül ehlinin duyguları; suyun, toprağın, çamurun sözünü duyar durur.” (Mesnevi, I/3275) Herkes bir yere kadar Hazreti Peygamber için hizmetlerde bulundular ama bir zaman geldi geri adım attılar. Ama Hazreti Ali Efendimiz, hiç geri adım atmadı, hep ön s a fl a r d a s a v a ş t ı , y e t e r k i H a z r e t i Muhammed’e bir zarar gelmesin, O’na bir kılıç, bir ok isabet etmesin diye hep kendini O’na siper etti. Hazreti Ali’nin bir lakabı vardır: Allah’ın arslanı. Fakat hakikatte o, Hazreti Muhammed Efendimizin arslanıdır. Arslan, ateşten kaçar ama bu arslan öyle değil, o hiç sakınmaz, ateşe de dalar Sevgilisi için. “Biz umumiyetle aslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onların zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgârdandır. Hareketimiz de, varlığımız da senin vergindir. Varlığımız umumiyetle senin icadındır. Yoksa, varlık lezzetini gösterdin. Yok olanı kendine âşık eylemiştin! O İn’am ve ihsanın lezzetini... mezeyi, şarabı ve kadehi esirgeme! Esirgersen kim arayıp tarıyabilir? Nakış nakkaşla nasıl

!55


Mesnevi Işığında

mücadele eder? Bize, bizim ef’alimize bakma; kendi ikramına, kendi cömertliğine bak!” (Mesnevi, I/603) Bir dost dedi ki: “Ali’den başka genç yoktur. Çünkü vasi ve veli olan O’dur. Genç, ilm-i sırra sahiptir. Kendini genç gören ve iddia eden genç değildir. Genç dediğin, Hakk’la konuşan olandır.” Bu, çok yerinde söylenmiş bir sözdür. Allah’tan daha genç yoktur ve hiçbir zaman da yaşlılık sıfatına girmez, ama yaşlıdan da daha yüce bir akıla sahiptir. “Genç ve terü taze talihe Pir adını taktım. Fakat o, halk tarafından Pir olmuştur, günlerin geçmesiyle değil. O öyle bir Pirdir ki iptidası yoktur, ezelîdir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur. Eski şarap esasen kuvvetlidir, hele “Min ledün” şarabı olursa... Piri bul ki bu yolculuk, Pirsiz pek tehlikeli, pek korkuludur, afetlerle doludur. Bildiğin ve defalarca gittiğin yolda bile kılavuz olmazsa şaşırırsın.” (Mesnevi, I/2940)

!56


Mevlana Sohbetleri

İman ve bağlılıkta Hazreti Mevlana’yı kendimize nasıl örnek almalıyız? Hazreti Mevlana’nın Mesnevi’sine bakın, Divan-ı Kebir’ine bakın; Hakk’ı gönlünde nasıl büyütmüş? Allah ondan nasıl dile gelmiş? İnsan yaradanına, Peygamberine böyle bir aşkla bağlanırsa, gönlünde O’nu her şeyin üstünde tutarsa, O’na layık hizmetlerde bulunursa bir gün gelir perde kalkar; hakikatler ona görünür. Gördüğü güneş yanında gökteki güneş bir muma döner. “Pîrin eli, kısa değildir, gaiptekilere de erişir. Onun eli, Allah kabzasından başka bir şey değildir ki. Gaipte bulunanlara böyle bir hil’ati verirlerse huzurda bulunanlar şüphesiz gaiptekilerden daha iyidir. Gaiptekileri bile doyururlar, onlara bile ihsan ederlerse artık konuğun önüne ne nimetler koymazlar? Huzurlarında hizmet kemeri bağlanan nerede, kapı dışında bulunan nerede? Pîri seçip ona teslim oldun mu, nazik ve tahammülsüz olma; balçık gibi gevşek ve sölpük bir halde bulunma. Her zahmete, her meşakkate kızar, kinlenirsen cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?” (Mesnevi, I/2975) !57


Mesnevi Işığında

Cenab-ı Mevlana’ya, “Allah katına nasıl çıkılır?” diye sorduklarında, onlara şu cevabı vermiş: “Yoklukla çıkılır.” Bizlerdeki bütün varlık, dirilik hepsi Allah’a aittir. Bize ait hiçbir şey yoktur. Göz O’nun kudretiyle görüyor, dil O’nun kudretiyle konuşuyor, kulak O’nun kudretiyle duyuyor, burun O’nun kudretiyle koku alıyor. Yok eğer bunlar senin elindeyse, o zaman hastalanma ya da yaşlanma bakalım. Bunlara hakim olamadığına göre, demek ki kudret sahibi biri var. O kudret sana ait değil; o kudret sahibi, bir olan Allah’tır. “Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur. O dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana sakilik eder. O‘nun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkıyla kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular. Sen “Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur” deme. Kerim olan kişilere, hiçbir iş güç değildir.” (Mesnevi, I/218) Çalış, her zerren göz olsun; çalış, her zerren kulak olsun. O zaman senden ne gizlenebilir? !58


Mevlana Sohbetleri

İnsanın her zerresi göz olursa, ondan artık birşey gizlenmez; güneşten de üstündür. İnsanın her zerresi kulak olursa, o artık herşeyden haberdardır, herşeyi işitir. Çünkü artık Hakk ile Hakk olmuştur, Hakk’tan da hiçbir şey gizli değildir. “Bu günün sahibi de O’dur, yarının sahibi de. Her ana sahip olan, önünde durup durur da o, hazineden bir pul bile görmez. Bir zere bile o güneşten haber verir ve güneş; o zerreye kul, köle kesilir. Birlik denizinin elçisi olan katraya yedi deniz esir olur. Bir avuç toprak bile onun yüzünden çevikleşirse felekler, o, bir avuç toprağın önüne baş koyar. Âdemin toprağı Allah’tan çevikleşince Allah melekleri o toprağın önünde secde ettiler.” (Mesnevi, II/1610)

!59


Mesnevi Işığında

Yokluk nedir? Yokluğa nasıl erilir? Her şey yokluktan varlığa kavuşmuştur. Ölmekteki mana nefsin kötü huylardan arınması, manevi güzelliklere kavuşmasıdır. Bir kişi bu şekilde ölmediyse eğer, diri olamaz. Benliğinde yaşamaya devam ettiği ve ikilikte kaldığı sürece diri değildir. Ne zaman nefsinin isteklerinden kurtulur, çalışır, özverili bir yaşama yönelir, talep eden değil, talep edilen olursan o zaman ölümün arkasından dirilik doğar. Sen doğarsın! “Ölmüş ruhların hepsi dirildiler, kanat çırptılar... öldüler, ten mezarlarından baş kaldırdılar! Birbirlerine “Bak... gökten bir sestir geldi” diye müjde vermeye başladılar. O sesten dinler gürbüzleşti... Gönüllerin dalları, yaprakları yeşerdi! Süleyman’dan gelen o nefes, Sur üfürülmüş gibi ölüleri mezarlarından kurtardı. Ey dinleyen, yakini Allah daha iyi bilir ya, bu devir geçti... Kendi zamanına ve zamanının Süleyman’ına dikkat et de bundan böyle kutluluk senin olsun!” (Mesnevi, IV/840) Dünyevi arzulara gem vurun derken bu, dünyadaki her şeyi bırakıp, bir kenara çekilip, !60


Mevlana Sohbetleri

hiçbir iş yapmamak demek değildir. Dünyadan el çekiş; her şeyin içinde olup, gönlümüzü onlara bağlamamaktır. Topluma yararlı olmaya, hizmet etmeye devam etmektir. Kainattaki her canlı, her insan çalışıp çaba göstermek, hayata dahil olmak zorundadır. Bu hem doğa, hem de ilahî yasa gereğidir. Hangi şartta olursa olsun insanın yapısına, kabiliyetine uygun işler, hizmetler bulunur. Önemli olan bunları tespit ederek heves ve istekle çalışmayı sürdürmektir. Çalışmadan hiçbir şey olmaz. “Ey güzel toprak, mademki dış yüzün iç yüzünle savaşta, çekişte... Kim kendisiyle savaşa girişirse nihayet hakikati, bulur, rengin, kokunun (görünüşün) düşmanı olur. Karanlığı nuruyla muharebeye girişenin can güneşine zeval yoktur. Bizim için sınamalara giren, bizim için çalışan kişinin ayağına gök bile sırt verir! Zâhirin karanlıklardan feryat etmede ama içyüzün gül bahçesi içinde için de gül bahçesi!” (Mesnevi, IV/1020) Hiç hatırdan çıkarmayın; çalışanın hakkını Allah teslim eder! İstek, arzu ve heyecanla gösterilen gayret, aslında Allah’a !61


Mesnevi Işığında

kavuşabilmek için gösterdiğiniz gayrettir. Bu neye benzer; sen türlü yollarla elinden geleni yapıyorsun, çapa elinde denize yol açıyorsun. İnsan gerçekte sudur, ancak testi olduğunu zannediyor... Yolu açan kişinin bedeni bir testi, bir gün gelecek o testi kırılacak. Testideki su, yani ruhun, açılan yola dökülecek. Yol açıksa denize kavuşacak, aslını bulacak. Açılamamışsa o su toprağa gidecek, toprak olacak... “Tane arayana tane, tuzaktır. Fakat Süleyman arayan hem Süleyman’ı bulur, hem taneyi elde eder. Bu ahir zamanda kuşlara bir an bile birbirlerinden aman yoktur. Devrimizde de Süleyman var, bizi sulha kavuşturur, zulmümüzü giderir. “Hiçbir ümmet yoktur ki aralarında bir müjdeci olmasın” âyetini oku. Allah “ Hiçbir ümmet bulunamaz ki içlerinde bir Allah halifesi, bir himmet sahibi bulunmasın” dedi. O halife, onların gönüllerini o kadar birleştirir gibi sâflıktan hiçbir gıllügışları kalmaz. Hepsini ana gibi birbirini esirger bir hale getirir. Onun için Müslümanlara “Tek bir nefis” demiştir. Onlar Allah Resulü yüzünden

!62


Mevlana Sohbetleri

tek bir nefis oldular, yoksa her biri, öbürüne tam bir düşmandı.” (Mesnevi, II/3705)

!63


Mesnevi Işığında

Allah’a giden yol, yokluk yoludur diyorsunuz, ama Mevlevilikte de sikke, hırka ve tennure var, yani bunlar insana benlik ve gurur vermiyor mu, bunu açıklar mısınız? Mevlevilikte zerre kadar benlik, gurur yoktur. Mürşid de, yolcu da hep Allah’ın ikramı ile yaşar, konuşur, susar. Mevlevilik, Hazreti Mevlana’yı tanıyarak, onun gibi olmaya çalışmaktır. Ayrım gözetmeden insanlık alemine hizmet etmek, Tanrı’dan söz etmektir. Mevlevilik hırkada, sikkede, tennurede değil, gönüldedir. “Kim eli boş pazara giderse ömrü geçer, tamamı ile ham ve eli boş olarak geri döner. Kardeş neredeydin? Hiçbir yerde. Ne pişirdin? Hiçbir şey! Müşteri ol da elim oynasın, gebe olan madenimden lâl doğsun. Fakat müşteri, gevşek ve soğuk bile olsa yine sen onu çağır. Çünkü böyle emredilmiştir. Doğan kuşunu uçur, ruh güvercinini tut. Dâvet yolunda Nuh’un yolunda yürü. Allah için hizmette bulun. Halkın kabul etmesiyle, ret etmesiyle ne işin var senin.” (Mesnevi, VI/840)

!64


Mevlana Sohbetleri

Onlar ancak simgelerdir. Mevlana o s i k k e d e , h ı r k a d a d u r m u y o r. B u r a s ı umutsuzluk kapısı değil, tamamen umut kapısıdır. Allah ile yaşayan hep umut içindedir, Allah’sız yaşayanın umudu çabuk biter. Allah dostları ile birlikte yola çıkıldığı zaman umutlar artar, umutsuzluklar azalır. “Gidin... yeryüzüne peygamber gelmiştir; ne istiyorsanız ondan isteyin, ondan elde edin. Değer biçilmez inciler istiyorsanız “Evlere kapılarından girin!” kapı halkasını dövün, kapıda durun... gökyüzü damından sizlere yol yok! İhtiyacınızı bu uzun yoldan gideremezsiniz... biz, sırların sırlarını topraktan yaratılan kulumuza verdik. Hain değilseniz onun huzuruna gelin... boş kamışsanız bile onun himmetiyle şeker kamışı olun! O kılavuz, senin toprağından yeşillikler bitirir... bu, Cebrail’in atının nalından uzak bir iş değil! Bir Cebrail’in atının ayağına toprak olursan yeşillik kesilir, yenilenir tazelenirsin!” (Mesnevi, IV/3326) Allah erleri daima tevazudadır, yokluktadır. Sözleri bilinçlidir, irşad eder. Tanrı’yı insan dışında tutmaz, daima Tanrı ile birleştirir. !65


Mesnevi Işığında

Hazreti Muhammed, muhabbetlerinde Allah’ın güzelliklerini sunarken, fakirle de zenginle de bir arada oturmuştur. Çünkü Allah’ın sınıf ayrımı yoktur. Nitekim Hazreti Mevlana da şöyle buyurur: “Din, dil, ırk, ayırdetmeden, kimsenin suçunu gözetmeden, bütün insanlık alemine sevgiyle, saygıyla bakmaya, hepsini kucaklamaya geldim.” “Ey apaçık âlemi aydınlatan güneş, gökyüzünde övülmüşsün sen... yer de seni tanısın, yeryüzünde de ebediyen övül! Övül de yere mensup olanlarda, yüce gök ehliyle gönülleri bir, kıbleleri bir, huyları bir olsunlar! Ayrılık kalksın, şirk ve ikilik kalmasın! Zaten manevi varlık da ancak birlik vardır. Benim canım senin canını tanıdı mı görüp geçirdikleri şeylerin aynı şeyler olduğunu hatırlarlar. Yeryüzünde Musa ve Harun kesilirler... sütle bal gibi güzelce birbirlerine karışır, kaynaşırlar.” (Mesnevi, IV/3827)

!66


Mevlana Sohbetleri

Öyle bir zaman geliyor ki, insan hoşgörüsünü kaybedebiliyor ve buyurduğunuz gibi herkesi sevgiyle kucaklayamayabiliyor. Bu gibi durumlarda ne yapmamız lazım? Hazreti Pir Mevlana, hoşgörüsü ve hilmi ile hısımlarının dil uzatmalarına, sataşmalarına hiçbir zaman karşılık vermemiştir. Kemal içinde kemaldir. Peygamberler, veliler hep bu anlayıştadır. Eğer sizler, Hazreti Muhammed Efendimizin davranışlarını benimsemez, bildiğiniz gibi davranırsanız O’nu incitmiş olursunuz. O’nu incitmek Hakk’ı incitmek demektir. Peki, ne olur incinirse? Yüce Pir Mevlana diyor ki: “Minareden düş parçan bulunur, ama bir Hakk dostunun gönlünden düşmeye gör, tek bir parçan bulunmaz.” “Güneşin doğduğu yer, kapkara bir burçtur. Bizim güneşimizse doğu yerlerinden dışarıdır! Onun doğduğu yer, zerrelerine nispetle doğu yeridir. Halbuki zatı ne doğar, ne dolunur! Onun arta kalan zerreleri olan bizler de iki cihanda gölgesiz bir güneşiz. Ne şaşılacak şey! Böyle olduğu halde yine Şems’in etrafında dönüp dolaşmaktayım. Buna sebep de yine Şems’in ışığı, aydınlığı! Şems, hem sebepleri, !67


Mesnevi Işığında

vesileleri meydana getirmede, hem de sebepler, vesileler ona erişememekte! Yüz binlerce defa ümidimi kestim. Kimden mi? Şems’ten. Buna inanır mısınız? Ben güneşten ümidimi keseyim, balık suya sabretsin! Bu sözüme inanma sakın! Ümitsizliğe düşersem ümitsizliğim de güneşin işidir, onun tecellisidir ey Hasan!” (Mesnevi, II/1107) Size yapılan kötülüklere, verilen zararlara nefs hemen karşılık vermek ister. Ama bu davranış sizleri, karşınızdakinin seviyesine çekerken, manen geriletir, mahkumiyete sürükler. Bunun idrakinde olan kişi aynı yanlışı tekrar yapmaz. Hatta kendisinin kusurunu düzeltmesine vesile olduğu için bu tecrübeden memnuniyet duyar. Onun için her şeye rağmen sevmek, hoşgörmek, affetmek gerekir. İnsan kendi inançlarına bağlı olmakla birlikte, kendisinden farklı duygu, düşünce ve davranışları da olgunlukla karşılamalı, onları yargılamadan kabul edebilmelidir. “Akılların aydınlığı, benim fikrimden; göklerin halk edilmesi, benim yüzümdendir. Öyle bir doğanım ki Hüma bile bana hayran olur. Baykuş kim oluyor ki sırımı bilsin. !68


Mevlana Sohbetleri

Padişah, benim kurtulmam için zindanı açtı, yüz binlerce mahpusu azadetti. Bir zamancağız beni baykuşlara hemdem etti de benim yüzümden baykuşları doğanlaştırdı. Ne mutlu o doğana ki uçuşuma uyar; talihi yâr olur da sırrımı anlar. Bana yapışın da doğan olun, baykuşsanız bile doğanlaşın! Böyle bir padişaha sevgili olan nereye düşerse, düşsün, nasıl olur da garip olur.? Padişah kimin derdine derman olursa o, ney gibi feryat eder, sessiz sedasız kalmaz. Ben mülk sahibiyim, başkasının sofrasına oturup yemeğini yemiyorum. Padişah, uzaktan benim davulumu çalmakta,nöbetimi vurmakta. Benim davulumu döğen “İrciî” sesidir. Benimle dâvaya girişenlerin rağmine şahidim, Allah’dır.” (Mesnevi, II/1160) Bütün peygamberler sevgi sunmayı, şefkatle kucaklamayı nasihat etmişlerdir. Nimetlerin en büyüğü akıldır. Aklını kullanır, dilini hoş tutarsan mesele kalmaz. Bunun aksi davranışlar insan olana yakışmaz. O zaman güneş görmemiş ham meyve olarak kalırsın. Konuşurken ağzımızdan çıkacak her sözü, Muhakeme-i Kübradan geçirmemiz lazım. Sarfettiğin sözler senin kulağına hoş geliyor !69


Mesnevi Işığında

mu, geliyor ise başkalarına da hoş gelir, ikram et. Eğer kırıcı olacaksan, tenkit edeceksen hiç konuşma. Malum; söz gümüşse, sükut altındır. “Cins oluş, sade şekil ve zat bakımından değildir. Su, nebatta toprağın cinsinden sayılır. Rüzgâr, ateşi yaktığı, yanmasına yardım ettiği için rüzgârın cinsi demektir. Nihayet şarap, tabiata neşe verdiğinden onun cinsidir. Cinsimiz, padişah cinsinden olmadığı için varlığımız onun varlığına büründü, yok oldu. Varlığımız kalmayınca da tek olarak onun varlığı kaldı. Ben onun atının ayağı önünde toz gibiyim, toz gibi! Can da, canın nişaneleri de toprak oldu. Toprakta onun ayak izi var. Bu izi bulmak için ayağı altında toprak ol ki başı dik kişilerin tacı olasın.” (Mesnevi, II/1171)

!70


Mevlana Sohbetleri

Cenab-ı Mevlana buyuruyor ki: “Bizim bir ayağımız şeriatta sabittir, diğer ayağımız ise bir pergel misali yetmişiki milleti dolaşmaktadır, sizler o yetmişiki milletin sırrını bizden dinleyin...” Cenab-ı Mevlana’nın bu sözleri çok büyük bir ö z g ü v e n d u y g u s u n u n e s e r l e r i d i r. Mevlana’nın bu özgüveni nereden gelmektedir? Cenab-ı Mevlana buyuruyor: “Ben bir pergele benzerim. Sol ayağım pergelin dikmesini andırır, sağ ayağım ile de çark atarken yetmişiki milletin gönlünü tavaf ederim.” Bir başka yerde de şöyle diyor: “Ben bir ney’e benzerim, yetmişiki millet sırrını benden dinler.” Cenab-ı Mevlana’nın bu sözleri, sıdk-ı bütün bir iman ve teslimiyetle bağlı olduğu Efendisi Şems-i Tebrizi’den gönlüne tecelli edenlerdir. Çünkü Mevlana, tamamen kendisini Şems’de yok etmiş ve O olmuştur. “Kâbe her ne kadar onun lütuf ve ihsan evidir ama benim vücudum da onun sır evi. Allah, Kâbe’yi kurdu ama kurdu kuralı ona gitmedi. Halbuki bu eve, benim vücuduma, o ebedi diri olan Allah’dan başka kimse gelmedi. Beni !71


Mesnevi Işığında

gördün ya, bil ki Allah’ı gördün; doğruluk Kâbe’sinin,hakikî Kâbe’nin etrafında tavaf ettin. Bana hizmet, Allah’a itaat etmek, onu övmektir. Sakın Hakkı benden ayrı sanma. Gözünü iyi aç da bana öyle bak ki beşerde Allah nurunu göresin.” (Mesnevi, II/2245) O devrin hükümdarı Alaaddin ve sadrazamları da bir gün Cenab-ı Mevlana’nın sohbetine teşrif edeceklermiş, fakat daha onlar gelmeden hükümdarın bir dostu gelmiş ve M e v l a n a ’ y a ş ö y l e b u y u r m u ş : “ Ya Hüdavendigar Mevlana, bugün hükümdar sizin sohbetinize katılacak, ne olur onlara göre bir muhabbet aç.” İşte Mevlana ona şu cevabı vermiş: “Efendiler, sohbet bana ait değildir, sohbet yolcuya aittir. Onların gönülleri okunur ve sohbet onların gönüllerine göre varlığını gösterir. Benim ağzımdan çıkan sözleri hem onlar dinler hem fakir dinlerim.” “Onun ruhu Padişahın ruhiyle birdi. Bu ten âleminden önce de o iki ruh, birbirine eş olmuş, birbirine âşina olmuştu. Zaten iş, tenden önce olan iştir. Sonradan meydana gelenlerden geç! İş ârifindir. Çünkü

!72


Mevlana Sohbetleri

ârif, şaşı değildir. Gözü, ilk ekilen şeyleri görür.” (Mesnevi, II/1050) Bir insan teslimiyetli konuştuğu vakit, bu demektir ki, o kişiden Allah konuşuyor. Ve madem Allah konuşuyor, ona kimse karşı gelemez; hatta dinleyen kişinin bir buğzu bile olsa o sözleri duyunca kalbi yumuşar, o da söylenenleri can kulağı ile dinler. “Âlemin sarsıntılarına, yıkıntılarına direk, destek olan... gizli dertlerin tabibi bulunan o erler; muhabbetin, adaletin, rahmetin ta kendisidirler. Onlar, Hakk gibi illetsiz, rüşvetsiz kişilerdir. Onlardan birine “Can ve gönülden ettiğin bu yardım için, neden yardım ediyorsun?” denilse ancak “Yardım isteyenin gamından, çaresizliğinden” der. Erin avı merhamettir. İlaç, âlemde dertten başka bir şey aramaz. Nerede bir dert varsa, deva oraya gider. Su, neresi alçaksa, oraya akar. Sana da rahmet suyu gerekse yürü, alçal da sonra rahmet suyunu iç, sarhoş ol.” (Mesnevi, II/1935)

!73


Mesnevi Işığında

Cenab-ı Mevlana, Divan-ı Kebir’de şöyle bir dil sarfediyor: “Evliyalar, kendilerinden fani ve Allah ile bakidirler. Şurası da bir gariptir ki, onlar hem yokturlar hem vardırlar.” Cenab-ı Mevlana’nın bu beyitlerinde belirtmiş olduğu “hem var hem yok” nasıl oluyor? Evliyaullah, selam olsun üzerlerine, hem yokturlar hem vardırlar. Evliyaullah’ın bütün varlığı Allah’tandır, kendilerinden değildir. Onlar, kendilerini Allah’ta yok etmişlerdir ve onlarda varlık olan Hakk’ın kendisidir. Çünkü kemalata eren bir insan, irfan mertebesine ulaştı mı, eğer bir şey dilerse, onun bu dileği kendisinin dileği değil, Allah’ın dileğidir. “Allah buyurdu ki: Bu mağlûp, öyle bir yoktur ki vara nispetle zahiren yok olmuş değildir, iyice anlayın bunu! Bu çeşit yok olan, kendinden geçmiş, var olanların en iyisi, en ulusu olmuştur. O, Allah sıfatlarına nispetle yoktur... fakat hakikatte ona yoklukta bir varlık vardır. Bütün ruhlar onun tedbirindedir... bütün suretler onun hükmündedir.” (Mesnevi, IV/397)

!74


Mevlana Sohbetleri

Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Her kim, ben Allah’a kulluk ediyorum, der ise, bu söz tamamen ikiliğe düşmektir.” Mevlana’ya bunun nedenini sorduklarında ise onlara şu cevabı verir: “Ey kul, sendeki kudret kime ait?” “Allah’a” “O zaman hem o hem sen, bu nasıl olabilir? Desene, hakikatte senden kulluk eden yine kendisi...” “Hâşa... o padişaha, padişahlıkta kimse şerik olamaz. Mülk ve devlette tektir, eşi yok. Kullarına ondan başka başbuğ yoktur. Halkına ondan başka kimse sahip değildir. helâke düşmüş kişiden başka kimse ona şeriklik davasına kalkışamaz. Beni nakşeden, bana bu sureti veren odur; nakkaşım odur benim... başkası bu dâvaya kalkışırsa zalimdir.” (Mesnevi, IV/2324) Bu nedenle teslimiyette olan bir kişi tamamen yokluktadır, ondan varlığını gösteren de teslim olduğu yerdir, yani ondan Hakk dile gelmektedir, varlık olan Allah’tır, kişiye ait hiçbir şey yoktur. “Kendinden geçen fânidir, kurtulmuştur... ebedi olarak emniyet bucağında oturur. Sureti !75


Mesnevi Işığında

fânidir; o bir ayna kesilmiştir... o aynada başkalarının yüzünden gayrı bir şey görünmez. Tuh der tükürürsen kendi yüzüne tükürmüş olursun... aynaya vurursan yine kendine vurursun. Orada çirkin bir surat görürsen gördüğünde sensin... İsa ve Meryem’i görürsen yine gördüklerin senden ibarettir. O ne budur, ne o... her şeyden arı durudur... yalnız senin önüne senin suretini kor. Söz buraya gelince dudak yumuldu... kalem buraya gelince kırıldı, durdu!” (Mesnevi, IV/2139)

!76


Mevlana Sohbetleri

Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki: “Bu Kur’an gizli kitabın içindedir.” Ayşe Validemiz de Peygamber Efendimiz için diyor ki: “O, yürüyen Kur’an idi.” Yani canlı Kur’an idi. Bizler Kur’an’ı biliyoruz, fakat bu ayette Kur’an’ın gizli bir kitap içinde saklanmış olduğu söyleniyor, bu ne demektir? Kur’an-ı Kerim rafta dururken, isterse yıllarca dursun, oradan dile gelmez. Kur’an-ı Kerim ancak insanla dile gelir. “Gönül sarhoşluğu nerededir? Göremezsin. Onu nergise benzeyen mahmur gözlerde ara. Allah’ın zatından da uzak olduğun için onu peygamberlerle mucizelerden bilebilirsin. Gizli olan mucize ve kerametler, temiz Pirlerden gönüllere akseder. Onların gönüllerinde yüzlerce hazır kıyamet vardır... En aşağısı şudur: Komşuları sarhoş olur. Kutlu bir kişinin yanına göçen talihli, Allah ile düşüp kalkıyor demektir.” (Mesnevi, VI/1298) Şimdi ayette söylendiği gibi, Kur’an’ın içinde bir gizli kitap var. Bu gizli kitaptan maksat, kimin hitap ettiğidir. Yani Hazreti !77


Mesnevi Işığında

Muhammed Efendimiz, insanlara hitap ederken hep o içindeki gizli kitaptan konuşmuştur. Onun her zerresinden Allah işlemiştir. “Ova, baştanbaşa altınla, para ile dolu olsa hiç kimse, Allah’ın izni olmadıkça bir arpa bile alamaz. Tutulmadan, kekelemeden yüzlerce kitap okusan Allah takdir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz. Fakat Allah’a kulluk edersen bir kitap bile okumadan yeninden, yakandan duyulmadık bilgiler bulursun.” (Mesnevi, VI/1930) Hazreti Muhammed Efendimiz, nefsine ıstırap vermek için akşamları yatsı namazından sonra sol ayağı üzerinde dururdu. Sol ayağı yorulunca sağ ayağı üzerinde durmaya devam ederdi. Bir gün, iki gün, beş gün, derken bir akşam yine bu şekilde nefsine ıstırap verdiği sırada Allah’tan bir nida geldi: “Habibim, hani sen beni çok seviyordun?” Hazreti Muhammed cevap verdi: “Evet çok seviyorum.” “Peki o zaman neden bana ıstırap veriyorsun?” Peygamber Efendimiz şaşırarak, “Ben sana nasıl ıstırap verebilirim Allah’ım?” dedi. Cenab-ı Allah seslendi: “Sen sol ayağın !78


Mevlana Sohbetleri

üzerinde duruyorsun ya, senin her zerrende ben varım, sen yorulduğun zaman aslında ben yoruluyorum. Sen beni çok sevmektesin ama böyle yapmakla da bana ıstırap vermektesin.” Bunu Ebu Müslim de yapmaya kalktı, fakat ona Allah şöyle seslendi: “Sen gece gündüz tek ayak üzerinde dursan Habibimin yerini tutamazsın, boşuna kendini yorma...” “Güneşte mahvolan zerrenin savaşı, vasıftan, hesaptan dışarıdır. Zerrenin kendisi de, nefesi de mahvoldu mu artık onun savaşı, ancak güneşin savaşıdır. Onun kendiliğinden hareketi de kalmamıştır, duruşu da. Neden? “Biz Allah’a dönenleriz” sırrından. Biz, kendimizden geçip senin denizine döndük. Asıldan süt içtik, geliştik. Ey gulyabaniye aldanıp yolun ferilerine dalan, ey usulsüz kişi, sen asıllardan az bahset.” (Mesnevi, VI/40) Eğer bizler de mürşidimiz vasıtasıyla Hazreti Muhammed Efendimizi kendimize bende etmeye yola koyulursak haliyle o da bizim kitabımız olur. Zaten bizler de burada içimizdeki o kitaptan konuşuyoruz; yani O ne buyurursa sizlere öyle hitab ediyoruz. Genelde sohbetler akıla hitab eder, fakat !79


Mesnevi Işığında

bizim sohbetlerimiz hem akıla hem de gönüle hitap eder. “Ne hoştur Mesih’in hiç eksilmeyen sofrası, ne hoştur Meryem’in bağsız, bahçesiz yetişen meyvesi. Kamil erin canından kopup gelen mucizeler, talibin canına, gönlüne hayat gibi tesir eder. Mucize denizdir, nakıs kişiyse karada yaşayan kuş. Suda yaşayan kuş, helâk olmadan emindir.” (Mesnevi, VI/1307)

!80


Mevlana Sohbetleri

Batı mütefekkirlerinin sohbetleri ve yazıları insana biraz kasvet veriyor, halbuki Hazreti Mevlana’nın sohbetleri, şiirleri insanların içini açıyor, ferahlık veriyor. Bunun nedeni Hazreti Mevlana’nın kullandığı dilin, gönül dili olması mıdır? Buyurduğunuz gibi, batılı mütefekkirlerin yaptıkları sohbetlerde kasvet var, gam var, sıkıntı var, yük var. Ama Hazreti Mevlana, sevgilisini gönlünde o kadar büyütmüş ki, kainat onun nazarında bir zerre halini almış ve devamlı aşktan ve sevgiden bahsetmiş. “Her ümmetin gönlünde Hakk’tan bir tat vardır. Peygamberlerin yüzü ve sesi de mucizedir. Peygamber, dışardan seslendi mi ümmetin canı, içerden secde eder. Çünkü can kulağı, âlemde hiç kimseden o sese benzer bir ses duymamıştır. O misilsiz ruh, o misli olmayan sesten neşelenir, Allah’ya yaklaşır.” (Mesnevi, II/3598) Bir sohbet esnasında aşk ve sevgi zuhura geldiği zaman, dinleyenler kendi özlerini dinlemiş olurlar. Neden? Çünkü dünya üzerindeki bütün canlı varlıkların temelinde sevgi ve aşk vardır, hepsi sevginin ve aşkın !81


Mesnevi Işığında

suretleridirler. Bizler dahi, eğer anne ve babamızın birbirlerine karşı sevgileri ve muhabbetleri olmamış olsaydı, suret haline gelemezdik. Ama ne yazık ki, evlerde sevgi dolu, temiz muhabbetler olmadığı için ve hep dünyevi muhabbetler yapıldığı için toplumun yüzleri hep asıktır. Eğer insan toplumuna sevgi tohumu atılmış olsaydı hepsinin yüzleri güler olacaktı, çünkü sevgi insanın içindeki güneşe benzer. Nasıl ki dünyamız güneş olmadan bir işe yaramazsa, insan da sevgisiz bir işe yaramaz. “Kibriya güneşinin şuasından mahrum ve ışıksız olan gönül evi, Yahudilerin canı gibi dar ve karanlıktır; muhabbet ihsan eden Allah’nın zevkinden mahrumdur. Ne güneşin o gönüle ışığı parlar, ne o gönlün sahası genişler, ne kapısı açılır. Sana böyle bir gönülden mezar yeğdir. Gönül mezarından çık artık! Ey şuh ve neşeli can, dirisin, diri oğlusun. Bu dar gönül mezarında nefesin daralmıyor mu? Sen vaktin Yusuf’usun, gökyüzünün güneşi. Bu çölden, bu zindandan çık yüzünü göster!” (Mesnevi, II/3129) İşte Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Sevgisiz ve aşksız geçen ömrünü ömür !82


Mevlana Sohbetleri

sayma; sevgisiz ve aşksız bir insan ölüdür, o yaşarken ölmüştür..” Fakat insanın bir yere bir sevgisi, bir muhabbeti varsa o insan diri sayılır. Bu nedenle gönül diliyle, gönülden, sevgiyle aşkla yapılan muhabbetler daima insanın içini ısıtır, ferahlık verir. “Evin içindeki âşıklar, sevgilinin cemali çırağına pervanedirler. Gönül, seninle nurlanan yere, belâlardan sana siperlerden olanların meclisine, sana canlarında yer verenlerin, seni şaraplarla dopdolu bir kadeh haline getirenlerin yanına git! Onların canlarında yurt kur; ey aydın dolunay, gökyüzünde mekân tut! Onlar, sana sırları belirtmek için Utarit gibi gönül defterini açarlar.” (Mesnevi, II/2575)

!83


Mesnevi Işığında

Hayatta bir görmek var, bir de işitmek var. Siz, sohbetlerinizde diyorsunuz ki, “Aşk gözden doğar”, fakat İsa Aleyhisselam diyor ki, “Ruh veren kelimeye sığındım.” Ayette de, Cebrail, Allah’ın kulağına o kelamı üfledi ve oradan İsa meydana geldi, diye buyruluyor. Şimdi bizler burada sizin sohbetlerinizi dinlerken, söylediğiniz sözler bizim bir kulağımızdan girip diğer kulağımızdan çıkabileceği gibi, diğer taraftan da eğer bu sözler kalblerimize inerse orada bir tohum gibi yeşerip “Veled-i Kalb”i meydana getirebilir. Bu durumda insanda bir coşku hali oluşur ve içinde bir sema yapma isteği uyanır. Sema kelimesinin Arapça karşılığına baktığımızda da, görüyoruz ki, sema kelimesinin kökü ‘semi’ kelimesinden, yani işitmekten gelmektedir. Demek ki, insan işiterek uyanıyor ve tabii bir şekilde sema etmeye başlıyor. Ne dersiniz? Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, İsa Ruhullah, aşkı hiç tatmamıştır. O, ancak sevgiden söz eder ve aynı zamanda peygamberler arasında en çok gülen peygamber odur. Hatta bir gün İsa’ya sordular, “Neden sen bu kadar gülüyorsun?” !84


Mevlana Sohbetleri

İsa onlara şu cevabı verdi: “Ben her tarafı cennet-i ala görüyorum, bu sebeple devamlı gülüyorum.” Peygamberler arasında en çok ağlayan peygamber de Hazreti Yahya idi ve İsa’nın habercisiydi, onun gelişini söyledi. Ona da sordular: “Neden bu kadar çok ağlıyorsun?” Hazreti Yahya şu cevabı verdi: “Benim gördüklerimi sizler de görecek olsanız hep ağlardınız.” Onun perdeleri kalkmıştı ve insan kılığında bir sürü çirkin sıfatlara bürünmüş mahluklar görmekteydi. “Sen de niyaz ve yoksullukta öl ki, İsâ’nın nefesi seni diriltsin, kendisi gibi güzel ve mutlu bir hale getirsin! Baharların tesiriyle taş yeşerir mi? Toprak ol ki renk renk çiçekler bitiresin. Yıllarca gönüller yırtan, kalblere elem veren taş oldun; bir tecrübe et, bir zaman da toprak ol!” (Mesnevi, I/1909) Yüce Mevlana’mız der ki: “Aşk gözden doğar. Aşk, üniversitelerde, medreselerde öğrenilmez. Aşk edepten doğar.” Diyelim ki iki sevgili birbirlerini çok seviyorlar ve sevgileri aşka dönüşmüş. Onlar birbirleriyle buluştuklarında korkarlar ağızlarından yanlış bir kelime çıkmasın, sevgilisini incitmesin. !85


Mesnevi Işığında

Geceden yazılmış şiirler dahi sevgilinin yüzü görüldü mü unutulur, bu yüzden söylenemez. Bir insan görmediği şeye aşık olamaz. “Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, namert odur. Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur. Yine edepten dolayı melekler mâsum ve tertemiz olmuşlardır. Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzîl de yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.” (Mesnevi, I/90) “Ey sermayesizler, gönül sahiplerinin huzurunda gönüllerinizi koruyun! Ten ehlinin yanında edep, zâhiri muameleden ibarettir. Çünkü Allah, onlardan gizli şeyleri örtmüştür. Fakat gönül ehillerinin yanında edep, bâtıni bir muameledir. Bâtına aittir. Zira onların gönülleri, gizli şeyleri anlar.” (Mesnevi, II/3218) Allah’ın sevgilisi Hazreti Muhammed Efendimiz’in dış sureti bir örtüdür ve o örtünün içinde de Allah’ın namütenahi güzellikteki yüzü bulunmaktadır. Bütün Evliyaullah da O’nun bu güzel yüzüne nail !86


Mevlana Sohbetleri

olabilmek için geceler boyunca uykuyu kendilerine haram edip sabahlara kadar dua etmekte ve O’nunla kalben muhabbet etmektedirler. Ve bir gece Resulallah merhamet edip onlara kaplarının taşıyabilecekleri kadar yüzünü açtıktan sonra artık O’nunla nikahlanmış sayılırlar ve artık onlar hangi mecliste sohbet ederlerse etsinler onların sohbetleri artık Allah’tandır. Yani önce de söylediğim gibi, körü körüne hiçbir yere aşık olunmaz. “Allah gölgeyi nasıl uzattı âyeti evliyanın nakşidir. Çünkü velî, Allah güneşi nurunun delilidir. Bu yolda bu delil olmaksızın yürüme, Halil gibi “Ben batanları sevmem” de! Yürü, gölgeden bir güneş bul. Şah Şems-i Tebrîzî’nin eteğine yapış! Bu düğün ve gelinin bulunduğu yerin yolunu bilmezsen Hak ziyası Hüsameddin’den sor!” (Mesnevi, I/425) Hazreti Mevlana yine şöyle buyurur: “Ey benim aşığım, sana hakiki yüzümü gösterecek olsam, sen anında bir su damlası haline gelirsin, seni eritirim. Semavata yüzümü tutsam, güneş, ay, yıldızlar, yerlerinden oynar ve nizam-ı alem bozulur.” Çünkü Allah !87


Mesnevi Işığında

solmayan bir güzeldir, dünya üzerindeki bütün güzeller de O’nun nuruyla süslenmişlerdir. Bir sarraf onlardan birini görse, onun güzelliğinin nerden geldiğini bilir ve hemen salavat getirir. “Gözler, perdeleri delip hakikati görmeye başladı mı bu nur, onun nurudur artık. Bu nura sahip olan, dışa bakar, içi görür. Zerrede ebedî varlık güneşini görür, katrada bütün denizi.” (Mesnevi, VI/1481)

!88


Mevlana Sohbetleri

Bir hadis-i şerifte buyruluyor ki: “Bizi arayan bizi bulur. Beni bulan beni bilmeye başlar. Beni bilip tanıyan beni sevmeye başlar. Beni seven bana aşık olur. Kim bana aşık olursa ben de ona aşık olurum. Ben kime aşık olursam onu öldürürüm. Kimi öldürürsem onun diyetini ödemek bana vacip olur. Ve o diyet de benim...” Bir ayette de: “İki yay kadar kaldı araları, yahut daha da yakın” (Necm, 9) buyrulmaktadır. Hazreti Mevlana da sevgilinin iki kaşını yaya benzetir ve iki kaşın ortasında Allah yazdığı söylenir. Allah yazan o noktada Hazreti Muhammed vardır diye bilinir. Hintliler o noktaya üçüncü göz derler. Bu üçüncü göz açıldığı takdirde bütün perdeler kalkmış olur ve kişi orada Allah’ı bulur. Siz ne dersiniz? Bir insanın cemaline baktığımız zaman, orada Pençe-i Ali Aba okunur. Kulaklar, Muhammed okunur; gözler Hasan Hüseyin okunur; burun Ali okunur; ağız Fatma okunur ve iki kaşın arası da Allah okunur. İnsan elini açtığında, o beş parmak da yine Allah okunur. İnsan canlı bir Kur’an’dır, hakikatte Hakk’ın kendisidir. Fakat Hakk’tan haberi olmadığı için kimliksiz yaşamaktadır. !89


Mesnevi Işığında

“O güzele kendi gözünle bakma... isteneni isteyenlerin gözüyle gör! Kendi gözünü yum... gözünün yerine, ona aşık olanlardan ariyet bir göz edin... Hattâ âriyet olarak ondan bir göz, bir görüş, al da onun yüzüne, onun gözüyle bak! Bak da bıkmadan, usanmadan emin ol. İşte ululuk ıssı Peygamber, bunun için ‘Kim kendini Allah’ya verirse Allah, kendisini ona verir’ dedi...
 ‘Onun gözü de ben olurum, eli de, gönlü de... bu suretle devleti, bahtsızlıktan kurtulur’ buyurdu.” (Mesnevi, IV/75) Bir insan aşkını verdiği yere, aşkla semaya girdiği zaman ne kadar güzellikler varsa onları seyretmektedir ve kendisini o güzelliklerde fani kılmaktadır, çünkü o anda Allah ile rabıtadadır. Sema zikirdir. Semazen sağ ayağını yere vurduğunda kalbi zikir yapar, Allah... Allah... Allah... “Hazreti Ahmed eğer o ulu ve yüce kanadını açarsa Cebrail, ebedi olarak kendisinden geçip gider. Ahmed, Sidre’den ve Cebrail'in gözetme yerinden, makamından sınırından geçince, Cebrail'e ‘Hadi ardımca uç’ dedi. Cebrail dedi !90


Mevlana Sohbetleri

ki: ‘Yürü, yürü ben senin eşin, eşitin değilim!’ Hazreti Ahmed tekrar ‘Ey perdeleri yakan, gel... ben daha kendi yüce makamıma gitmedim ki’ dedi. Cebrail dedi ki: ‘A benim güzel nurlu arkadaşım, bir kanat çırpıp buradan ileriye geçsem kolum kanadım yanar!’” (Mesnevi, IV/3800) İbrahim Gülşeni Hazretleri, Mevlana’dan şöyle bir dil dökmektedir: “Tanrı’dan başkasını istemek, artış istemek sayılır. Ama çokluk eksiliş demektir. Niyaz ile O’nu O’ndan iste. Senin canında zaten O’ndan başka isteyen hani? Senin içinde isteyen kendisidir. Dervişe bu nükteler belirdi. Bu istek senin içinden doğuncaya kadar, o yaratan Tanrı türlü türlü sebepler yaratır. Sen aşık olup O’nu isteyinceye kadar, o isteği yaratan şaşılacak sebepler gösterir. Sebepler perdesini yırt! Asıl o isteyeni kendinde idrak etmeye bak...” “Dua et de belki bu gönlün kilidi açılır... çirkin, güzeller meclisinde yer alır. Çarpılmış kişi dua bereketiyle güzelleşir... yahut da bir şeytan, yeniden melek olur! Yahut da kuru dal, Meryem’in elindeki kuvvetle misler kokar, yaş !91


Mesnevi Işığında

bir hale gelir, meyve verir! Ey Allah, ey aşikâr ve gizli işleri bilen! Kul, senden başka kimin huzurunda el kavuşturur? Dua da senden, duayı kabul etmede senden! Önce duaya meyil veren de sensin... sonradan duayı kabul eden de sen! Evvel de sensin, âhir de sen... bizse arada söze bile gelmeyecek hiçin hiçi!” (Mesnevi, IV/3495)
 Bir insan, bir mürşid-i kamile bağlanmadan, ne kadar zahiri bilgi elde ederse etsin bir yere varamaz. Zahiri bilgi insanı ancak meyvanın kabuğuna ulaştırır, ama tadına vardırmaz. Bir mürşid, yolcusu için bütün manevi g ü z e l l i k l e r i n r e h b e r i d i r. E ğ e r y o l c u mürşidinin yüzünde Hazreti Muhammed’in, Hazreti Ali’nin, Pirinin yüzünü göremezse, onun ne ikrarı ne de teslimiyeti sahidir, bu nedenle de varmak istediği yere varamaz. “Şeriat, dirilerle zenginler içindir. Hiç mezardaki ölülere şeriat hükümleri tatbik edilebilir mi? Yoklukla kendilerinden geçmiş olanlar, o ölülerden yüz kat daha ölüdür. Ölü, bir kere ölmüş, bu âlemden geçip gitmiştir. Halbuki aşıklar, yüz taraftan ölmüşlerdir. Ölüm, bir kere öldürülmedir. Halbuki bu, üç !92


Mevlana Sohbetleri

yüz ölümdür, her birine de sayısız diyet vardır. Allah, bunları defalarla öldürmüştür ama diyetleri için de ambarlar dökmüştür.” (Mesnevi, VI/1536)

!93


Mesnevi Işığında

Bazı tarikatlarda kırk gün halvet var; yani kırk gün boyunca kendilerini bir hücreye kapatıyorlar ve yemeden içmeden zikir yapıyorlar. Siz ne dersiniz bu konuda? Cenab-ı Mevlana ile Şems-i Tebriz Hazretleri üç ay halvet ettiler. Bu üç ay halvetin içinde bir ay boyunca bir simidi paylaştılar, yani üç ayı üç simitle geçirdiler ve onların bedenleri deri ile kemik halini aldı. Her ikisi de gönül sahibi oldukları için birbirlerine sayısız inciler döktüler, gönül sırlarını paylaştılar. Tabii onların bu hallerini akıl almaz. “Hâl güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir. Gelinin cilvesini padişahta görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat, ancak aziz padişaha mahsustur. Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete giren ancak padişahtır. Sûfîler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nadirdir. O, elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı. Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azamete mensup kutsiyet makamından, Ruh simurgunun, bu âleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından !94


Mevlana Sohbetleri

bahsetti. Ruhun, o âlemde bir uçuşu, ufukları aşıyordu; iştiyak çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da! O, o yabancı çehreli zatı tam dost buldu, canının Allah sırlarını dilediğini anladı. Şeyh, kâmildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı. O mürşid, onun irşad edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz yere ekti.” (Mesnevi, I/1435) Peygamber Efendimiz iki günde bir lokma yerdi, yani fazla yemeye içmeye düşkün değildi. Hatta zayıflığından dolayı elbisesi üzerinde düzgün durmadığı için karnına taş bağlardı. Cenab-ı Mevlana ise, üç günde bir lokma yerdi. O da bir gün boy abdesti alırken bedenine bakıyor, bedeninde zayıflıktan bütün kaburga kemikleri bir bir görünüyor; hemen içinden bir ses geliyor, “Ah benim Efendim, hem beni çok seviyorsun, hem de sana verdiğim emaneti bak ne hale getirmişsin.” İşte Mevlana şu cevabı veriyor: “Eğer ben bu emaneti bu hale getirmemiş olsaydım, seni apaçık göremeyecektim.” Yani açlık dediğimiz zaman, eğer insan o açlık içinde gönül verdiği yere yönelirse gıdanın en güzelini alır.

!95


Mesnevi Işığında

“Doğruluk, can vermektir. Kendinize gelin de bu hususta ileri geçin. Kur’an’dan “Erler vardır ki Tanrıyla ettikleri ahdi bozmadılar, ahıtlarına doğrulukla sarıldılar” âyetini okuyun!
 Mademki bu beden, ruha bir alettir, şu halde bu hakiki ölüm değildir. Nice ham kişiler vardır ki görünüşte kanlarını döktüler. Fakat nefisleri diri olarak o tarafa kaçtı. Aleti kırıldı ama yol kesen diri kaldı. Bindiği at kanlar saçtı ama nefis diri. At öldü, yolu aşılmadı. Ancak ham, kötü, perişan bir halde kala kaldı. Her kan döken şehit olsaydı öldürülen kâfir de kutlu bir şehit sayılırdı. Nice şehit olmuş güvenilir kişiler de vardır ki dünyada ölürler, şehit olmuşlardır, fakat diri gibi yürür gezerler. Yol kesen ruh olmuştur, onun kılıcı olan beden bakidir ve o savaş arayan erin elindedir. Kılıcı, o kılıçtır, fakat, o adam değil. Fakat bu görünüş, seni şaşırtır. Nefis, değişti mi bu beden kılıcı, ihsan ve lütuflar sahibi Tanrı'nın elindedir.” (Mesnevi, V/3820) Bir gün de Sultan Veled Hazretleri, Allah’ı görmek istiyor ve babasının huzuruna çıkıyor. Mevlana, ona, “Eğer benim dediklerimi !96


Mevlana Sohbetleri

yaparsan onbeş güne kadar Allah’ı görebilirsin” diyor. Sultan Veled Hazretleri de, “Emrine tabiyim baba” diyor. Mevlana, oğluna şu nasihatleri veriyor: “Onbeş gün yemeden içmeden arınacaksın ve hep beni düşüneceksin. Gün boyunca biraz su ve bir lokma ekmek yiyeceksin.” Böylece Sultan Veled, halvete giriyor fakat daha birinci günde dönüp babasına, “Ya babacığım, aklımı devamlı sende tutamıyorum, aklım bir dakika içinde sayısız yere gidiyor, bu iş nasıl olacak?” Mevlana, “Gayret et evlad” diyor. Sultan Veled, yine dönüyor halvete, günlerce uğraşıyor, bir gün, iki gün, üç gün derken vücudu gıdadan kesilince tamamen teslimiyet haline bürünüyor ve akıl artık bin yere gidemiyor ancak bir yerde duruyor. Sultan Veled’in aklı artık o bir yerde durduğu için bir hafta sonra Mevlana’nın hakiki yüzünü görüyor. Çilehane de bir “Allah” bağırıyor ve koşup babasının boynuna sarılıyor, ayaklarına secdeye kapanıyor. Cenab-ı Mevlana, oğlunun başını okşadı ve ona, “Mestur et” yani “Sır et” diye buyurdu. “Birisinin elinde kırk kuruşu vardı. Her gece birini denize atardı.
 Bu suretle de nefsine iyice eziyet etmek, yavaşlıkla onun can çekişmesini uzatmak !97


Mesnevi Işığında

isterdi. Müslümanlarla savaşa gider, onlar düşmandan yüz döndürseler bile o geri dönmezdi. Bir kere daha yaralanır, onu da bağlardı. Belki yirmi kere bedeninde mızrak ve ok kırılırdı. Bu suretle savaşa savaşa nihayet kuvveti bitti, yere düştü. Aşkının doğruluğuyla doğruluk makamına ulaştı.” (Mesnevi V/3815) Onlar, yani bizim büyüklerimiz, bizler için çileler çektiler, halvetler yaptılar ve bizler için çok güzel bir sofra kurdular. Peki bizlerden ne istiyorlar şimdi? Bizlerden istedikleri sadece bir gönül... Şimdi bizler madem ki onlara gönlümüzü verdik, artık nefisimize ait hizmetlere koşamayız. Neden? Çünkü sevgilimizi incitiriz. Eğer bizler sevgilimize sunduğumuz aklımızı, gönlümüzü başka yerlere dağıtırsak işte asıl o zaman çilelerden kurtulamayız. Fakat bizler aklımızı da gönlümüzü de devamlı bir yerde tutarsak, oranın güzellikleri bizlerde yansıma yapar ve kurtuluşa erer, sonsuz hürriyete kavuşuruz. “Halvet yurdu, güneş değirmisidir, artık ona nasıl olur da yabancı gece, perde kesilir? Hastalık ve perhiz zamanı geçti, buhran kalmadı. Küfür, iman oldu, küfran kalmadı. !98


Mevlana Sohbetleri

Elif gibi, doğruluğu yüzünden öne geçmiştir. Onda kendi sıfatlarından hiçbir şey kalmamıştır. Kendi huylarından çıkmış tek olmuş... canı, canına can katan sevgiliyse çırçıplak bir hale gelmiştir. O tek ve benzersiz, eşsiz örneksiz padişahın huzuruna çırçıplak gidince padişah, ona kendi kutlu sıfatlarından bir elbise giydirmiştir.” (Mesnevi, V/3610) “Bir” dediğimiz zaman, o “bir” Peygamber Efendimiz’dir ve bütün yaşamı boyunca hep gönüllere insanlık tohumları ekmiştir. Ondan sonra gelen veliler ise ondan daha açık konuşarak, yine onun sonsuz iç alemini dile getirmişlerdir. Ve onlar bir iken binler olmuşlardır. Evet, binler olmuşlardır, hatta milyonlar olmuşlardır ama bugün onun iç alemini en güzel şekilde dile getirenler, onu en güzel şekilde yaşatanlar yine tasavvuf ehli olmuştur. Ne kadar tasavvuf ehli varsa hepsinde Hazreti Muhammed’in sıfatı vardır. “Ulu Allah açıkça meydan da olmadığından, peygamberler Hakk'ın vekilleridir. Hayır yanlış söyledim. Vekil ile vekil edeni iki sanırsan hatadır, iyi bir şey değil. Sen sûrete taptıkça ikidir. Sûretten kurtulana göre ise !99


Mesnevi Işığında

birdir. Sûrete bakarsan gözün ikidir. Sen onun nuruna bak ki o birdir. Bir adam, gözün nuruna bakarsa iki gözün nuru, birbirinden ayırdedilemez. Bütün peygamberler doğrudur. Allah peygamberlerini birbirinden ayırdetmeyiz. Bir yerde on tane çırağ bulundurulursa görünüşte her biri, öbüründen ayrıdır. Nuruna yüz çevirirsen şüphesiz ki birinin nurunu öbürlerinden ayırt etmeye imkân yoktur. Mânalarda taksim ve sayı yoktur, ayırma, birleştirme olamaz. Dostun, dostlarla birliği hoştur. Mâna ayağını tut, sûret serkeştir. Serkeş sûreti, eziyetle eritip mahveyle ki onun altında define gibi olan vahdeti göresin.
 Eğer sen eritmezsen Allah’ın inayetleri, esasen onu eritir. Ey gönlümün kulu olduğu Allah!” (Mesnevi, I/673)

!100


Mevlana Sohbetleri

Cenab-ı Mevlana, ilk onsekiz beyitinin başında diyor ki: “Dinle ney’den!” Şimdi Mevlana neden ben’den veya bir başkasından dinle demiyor da ney’den dinle diyor? Misal olarak, eğer bir neyzen mana eriyse, Hakk’a aşıksa ve tasavvufta yol almış ise, onun ney üflemesi bizleri bizden alır götürür. Çünkü ney nefidir, hayat vericidir. Ney, Hazreti Ali’nin sırlarının sesidir. “Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme senden. Biz dağ gibiyiz, bizdeki seda senden. Ey huyları güzel! Ey bizim canımıza can olan! Biz kim oluyoruz ki seninle ortada olalım, görünelim! Biz yokuz. Varlıklarımız, fâni sûretle gösteren Vücud-u Mutlak olan sensin.” (Mesnevi, I/599)
 Cenab-ı Mevlana’nın neyzeni Hamza Dede, Hakk’a yürüdüğünde Mevlana o sırada bir toplulukta muhabbetteydi. Ona Hamza Dede’nin Hakk’a yürüdüğü haberi gelince Mevlana hemen ayağa fırladı, “Hayır, o ölemez” diye nara attı, “O benden destur almadan bir yere gitmez...” diye seslendi. Koşarak gasilhaneye geldi, mermerin üzerinde !101


Mesnevi Işığında

yatmakta olan Hamza Dede’ye bir nazar ettikten sonra şu sözleri dile getirdi: “Ya Hamza, benden bir destur almadan yola koyuldun gittin, şimdi yattığın yerden bir kalk da son defa bize bir ney üfle!” Mevlana bunu der demez oradakilerin şaşkın bakışları arasında Hamza Dede yerinden kalktı, eline ney’ini aldı ve semahaneye geldiler. Evet bunları akıllar almaz. Hazreti İsa’nın nefesi ölüleri diriltir ama Mevlana’nın nefesi bin tane ölüyü diriltir. Semahaneye geldikten sonra Hamza Dede ney üflemeye başladı, Mevlana belki yedi sekiz saat sema etti ve sonsuz güzellikte beyitler dile getirdi. Bir zaman sonra Mevlana semayı bitirdi, Hamza Dede, Mevlana’dan destur istedi, onun elini öptü ve teslim olup Hakk’a yola koyuldu gitti. Cenab-ı Mevlana, onun ney’ini de onunla birlikte kabrine koydurmuştur. Çünkü her dudak o ney’e nefes veremez. Onlara katiyyen ölüm yoktur, onlar her an hay’dırlar. “Ben, ben değilim. Ben, canımdan öldüm, varlığımı terk ettim. Allah ile diriyim. İnsanlık duygularımı değiştirdiğim için Allah bana duyuş, anlayış, görüş oldu.

!102


Mevlana Sohbetleri

Çünkü ben, ben değilim. Bu nefes ondandır. Bu sözün karşısında söz söyleyen, inkârda bulunan kâfirdir.” (Mesnevi, I/3124) Şimdi bakın yine bir dost Hakk’a yürüdüğünde Mevlana da onun cenazesinde bulunmuştu. Demişlerdi ki: “Ya Mevlana, bu cenazeyi toprağa tabutla mı yoksa tabutsuz mu verelim?” İşte koca Mevlana onlara dönüp, “Aramızda Hafız Kemal var, o hatiptir, müderristir. Bize o bir fetva versin” diye buyurdu. Cemaat, Hafız Kemal’e gidip, Mevlana’nın kendisinden bir fetva vermesini istediğini ilettiler. Bunun üzerine Hafız Kemal onlara şu fetvayı verdi: “Efendiler, cenazeyi tabutla toprağa verirsek, evlat ellerine teslim etmiş oluruz; ama kefenle toprağa verirsek, ana kucağına bırakmış oluruz.” Bu fetva Mevlana’nın çok hoşuna gitti ve Hafız’a dönerek şöyle seslendi: “Kur’an’da yazılı olmayan doğru ve güzel bir söz dile getirdin, işte sana bir hilafet veriyorum.” Yani hitab edilen şey akıla ve mantığa uygun ise Kur’an’da yazmasa dahi Kur’an’ın dışında değildir ve geçerlidir.

!103


Mesnevi Işığında

“Usul ilmini bilen üstadın yanında zihni çevik, istidatlı talebe usul okur; Fakîh üstadın yanında da usul okumaz, fıkıh tahsil eder. Nahiv üstadının talebesi nahiv üstadı olur. Hakikat yolunda mahvolan üstadın talebesi ise üstadının sayesinde padişahta mahvolur, yokluğa erişir. Ölüm günü bütün bu bilgiler içinde işe yarayan ve yol azığı olanı da yokluk bilgisidir.” (Mesnevi, I/2830) Hazreti Ali’nin bir Kamber’i vardı, Hazreti Mevlana’nın bir dervişi Emin vardı ve Hacı Veli Bektaş’ın da bir Sarı Hafız’ı vardı. Bunlar hizmet ettikleri yerlerin kimler olduklarından haberleri yoktu, onların gerçek kimliklerini bilmiyorlardı. “Gerçi o, Allahdan mahvolmuştur, başsızdır... fakat benim işim ondan da ince! Onun yaptığı iş Allah işidir, ben ona göre zayıfım... doğru, fakat bu iş, yine bana pek kötü görünmede! Halka lûtfun ta kendisi olan şey, yüce ve nazenin erlere kahırdır. Şu halde halk, zahmet ve belâlar çekmeli de aradaki farkı görüp anlamalı! Ey hakikî dost, mânayı anlamaya

!104


Mevlana Sohbetleri

vasıta olan bu harfler, mânaya erişmiş adama göre dikendir, hordur hakîrdir!” (Mesnevi, IV/2980) Hazreti Ali Efendimiz, Mekke Valisi’ne gidip oğlunun doğumunu tebrik etmek istiyordu. Fakat Mekke’ye vardıklarında vakit geç olduğundan Valiyi rahatsız etmemek için bir handa konaklamaya karar verdiler. Mekke Valisi, Hazreti Ali’nin geldiğini duyunca onun handa konaklamasına razı gelmeyerek adamlarını gönderdi ve Hazreti Ali ile beraber Kamber’i de evine aldırdı. Beraber sohbet edip birbirlerinin hal ve hatırlarını sorduktan s o n r a , M e k k e Va l i s i , o ğ l u n u n h i ç susmadığından sabahlara kadar ağladığından dert yandı. Bunun üzerine Hazreti Ali, çocuğu görmek istedi, çocuğu getirdiler. Hazreti Ali Efendimiz, çocuğun Kamber’in kucağına verilmesini buyurdu. Kamber, çocuğu kucağına aldıktan sonra Hazreti Ali’ye bakarak ondan ne yapması gerektiğini buyurmasını bekledi. Kamber’in şaşkın bakışlarla beklediğini gören Hazreti Ali dönüp Kamber’e, “Sor bakalım çocuğa neden ağlıyormuş?” diye buyurdu. Kamber hiç tereddüt etmeden çocuğun kulağına eğilerek, “Efendim soruyor, niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Çocuk hemen dile gelerek, “Sana !105


Mesnevi Işığında

ağlıyorum” diye cevap verdi. Çocuğun cevabını aynen Hazreti Ali’ye iletince bu sefer, “Sor bakalım niçin sana ağlıyormuş?” dedi. Kamber çocuğa bu soruyu sorunca çocuk ona şu cevabı verdi: “Kimin yanında hizmet ediyorsun, sen kimliğini bilmediğin için sana acıyıp ağlıyorum.” Böylece Kamber’in irşad edilmesine bu çocuk sebep oldu. “Adamın yüreği Allah için erirse şehitler gibi iki âlemde de lûtfa, ihsana mazhar olur. Gafillik de hikmettir, bu kör oluşun da bir hikmeti var, var ama neden bu dereceye kadar olsun? Sermayenin çabucak elden uçmaması için gafillik, hem hikmettir, hem nimet! Fakat unulmaz bir yara haline gelmemeli... aklın ve canın zehri olmamalı, adama eziyet vermemeli!” (Mesnevi, IV/2607) Sarı Hafız da, Hacı Veli Bektaş’a durmadan onun namazına niyazına karışmaktaydı. Hacı Veli Bektaş dönüp ona, “Benim bir kitabım vardı, onu Hazreti Mevlana’ya vermiştim, namaz kılarken aklım ona takılıyor, o yüzden namazı tam kılamıyorum. Bari sen git Mevlana’ya o kitabı iste ondan da ikimiz de rahat edelim” diye buyurdu. Sarı Hafız, kalktı !106


Mevlana Sohbetleri

Mevlana’nın huzuruna geldi, Efendisinin kitabını istedi. Hazreti Mevlana da ona şu cevabı verdi: “Ah evladım, sen onun manevi işlerine neden karışıyorsun? O bir an dahi Hakk’ın dışından değildir, o her an Hakk ile y a ş a m a k t a d ı r. B e n s a n a k i t a b f a l a n vermeyeceğim, o kitab onun kendisidir.” Sarı Hafız, bunu duyunca koşarak geldi Efendisinin ayaklarına kapandı, ellerini öptü ve o da böylece irşad oldu. “Kim böyle bir alışverişi edebilir? Bir gülle gül bahçesini satın alıyorsun! Bir taneye karşılık yüzlerce ağaçlık, bir habbeye karşılık yüzlerce maden! ‘Kim her şeyi Allah için yapar, Allah’a karşı ihlâs sahibi olursa’ demek, o taneyi vermektir... bu suretle de ‘Allah da onun olur, her dilediğini verir’ sözünün hakikati elde edilir.” (Mesnevi, IV/2611) Hazreti Mevlana’nın da dervişi Emin, tam otuz senedir yanında hizmet ediyordu ve Mevlana’nın her sohbetinin sonunda dönüp ona, “Ah benim Efendim, bugün ne kadar güzel konuştun” diyordu. Mevlana, ona dönüp, “Beni dinle Emin” diye cevap veriyordu. Camiye gidiyor, hatibi dinliyor, !107


Mesnevi Işığında

tekrar Mevlana’ya gelerek, “Ya Mevlana, hatib bugün çok güzel konuştu” diyordu. Mevlana, yine ona diyordu: “Onu dinle Emin.” Böylece, beni dinle, onu dinle derken otuz sene gelip geçti. Yine bir gün bir cenazeyi toprağa veriyorlardı, Mevlana’dan bir duada bulunmasını istediler. Mevlana da kaldırdı ellerini ve duada bulundu. Bir de baktılar ki, bütün kabirlerden eller çıktı dışarıya ve hepsi amin diyorlardı. Emin bunları görünce birden kendini kaybetti. Hazreti Mevlana duasını bitirdikten sonra yürümeye başladı. Cemaat de onunla beraber yürüdüler. Emin geride kaldı. Mevlana, onun geride kaldığını görünce tekrar döndü Emin’in yanına, “Hadi Emin yürü yavrum, bu ne hal böyle?” diye sordu. Emin şaşkın bir vaziyette, “Ya Efendim” dedi, “Sen bir duada bulundun, bütün kabirlerden eller dışarı çıktı, amin dediler.” Mevlana, çok sakin bir şekilde ona cevap verdi: “Sebep oldu bu can da hepsine beraat verdik.” Emin, ondan sonra artık emin oldu ve Mevlana’dan bir an dahi ayrılmadı. “Fâni varlık, kendisini ona verdi mi bakî olur, asla ölmez... Yelden, topraktan korkan ve bu ikisi yüzünden helak olan katra gibi! Katra, aslı olan denize kavuştu mu güneşin !108


Mevlana Sohbetleri

hararetinden de kurtulur, yelden de, topraktan da! Zahirî, denizde yok olur ama zatı yok olmaz, ebedîleşir, iyileşir! Kendine gel ey katra da pişman olmaksızın varlığını ver, ver de bir katra ya karşılık uçsuz bucaksız denizi bul!” (Mesnevi, IV/2615)

!109


Mesnevi Işığında

Bir hadis-i şerifte şöyle söyleniyor: “Cenab-ı Hakk, ahirette gerçek yüzünü gösterecek. Fakat herkesin zannı farklı olduğu için, herkes diyecek ki, ‘Senden biz Allah’a sığınırız, sen bizim Allah’ımız değilsin.’ Bundan dolayı Cenab-ı Allah, herkese kendi zannına göre tecelli edecek ve herkes ‘Sen bizim Rabbimizsin’ diyerek secdeye kapanacak.” Yine başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor: “Alem-i ahirette Rabbinizin yüzünü mehtabı seyreder gibi seyredeceksiniz.” Ne buyurursunuz Hasan Dede? Cenab-ı Mevlana, bizlere şöyle bir dil sarfeder: “Mahşeri görmek isterseniz gündüze bakın, ahireti görmek isterseniz geceye bakın.” Çünkü sabah oldu mu bütün insanlar uyanırlar ve vazifelerinin peşine koşarlar. Çoğu zaman birbirlerine selam vermeye bile vakit bulamazlar. İşte size mahşer... Ve gece oldu mu, mahşer günü geçmiş, artık dükkanlar kapanmış, müşteriler yok, koşuşturma yok. İşte size ahiret... Gece, aşıkların en zengin varlığıdır. Allah’ı kendilerine sevgili edinmiş olan aşıklar, kalb gözleri açık olduğundan geceleri Allah’ı

!110


Mevlana Sohbetleri

tefekkür ederler, O’nunla konuşurlar, O’nu zikrederler. “Eğer gece olmasaydı bütün halk, hırstan, isteklerinin üstüne titremeden kendilerini yakar, helâk ederlerdi. Herkes bir şey elde etmek, bir kâr kazanmak hevesiyle bedenini ateşlere atmış, yanıp yakılmıştır. Bir müddet hırslarından kurtulsunlar diye gece, Allah rahmeti gibi zuhur etti.” (Mesnevi, III/3731)
 Fakat çoğumuzun ahiretleri boş geçmektedir. Neden? Çünkü dükkanlar hiç kapatılmıyor, evlerde de iş peşinde koşuluyor, sabahlara kadar televizyon karşısında oturuluyor, diziler, filmler seyrediliyor, bir vakitten sonra da gaflet basıyor, uyku basıyor. Ertesi gün tekrar yeni bir mahşer gününe uyanılıyor ve böylece günler, haftalar, yıllar geçip gidiyor. İnsanların her günü gam, keder, gasabet dolu, yüzleri hiç gülmüyor. Hiç kimse asıl ihtiyaçları olan o manevi güzelliklere bir türlü ulaşamıyor. Peki suç kimde? Tabii ki bizlerde. Mürşidi suçlayamayız, Peygamberi suçlayamayız, Allah’ı suçlayamayız. Çünkü onlar hep insanları uyandırmaya çalıştılar,

!111


Mesnevi Işığında

k u r t a r m a y a ç a l ı ş t ı l a r, i n s a n l a r ı h e p güzelliklere çekmeye çalıştılar, yol gösterdiler. “Allah huzurunda, gözyaşları dökerek ayakta durmak, kıyamet gününde kabirden kalkıp mahşer yerinde dikilmeye benzer. Hakk, “ Sana bunca zamandır mühlet verdim, bana ne getirdin? Ömrünü neyle bitirdin, verdiğim gıdayı, ihsan ettiğim kuvveti ne uğruna mahvettin, gözünün nurunu nerelerde tükettin, beş duygunu nerelerde yıprattın? Gözünü, kulağını, aklını, arşa ait bütün cevherlerini harcadın... ferş âleminden bunlara karşılık ne satın aldın? Sana kazma ve bel gibi el ve ayak verdim. Onları sana bizzat ben bağışlamıştım, ne yaptın onları?” der.” (Mesnevi, III/2148) Bakın Cenab-ı Mevlana’nın yatağına uzanıp da bütün gece uyku uyuduğuna dair hiçbir eserde bir belge yoktur. Çünkü Mevlana hep diz üstünde otururdu ve devamlı tefekkür halindeydi, her an Rabbine niyazda dururdu. Şems-i Tebriz Hazretlerine baktığımızda, o da bir tuğlayı kendine yastık yapmış onun üstünde başını dinlendirirdi. Yani hep nefslerine ıstırap vermişlerdir, hiç rahatlarına düşkün olmamışlardır. Hatta Cenab-ı !112


Mevlana Sohbetleri

Mevlana bizlere şöyle seslenir: “Eğer biz uyursak dünya üzerinde uykuda olanları kim koruyacak.” Yani eğer güneş uyursa yüzünü göstermezse dünyada hayat biter, yaşam olmaz. “Ey ulumuz, rehberimiz, kıyamette bizi bırakmaz diyoruz, ümidimiz sende. Mahşer günü tahtı bezedikleri zaman o şiddetli günde bize sen şefaat edersin diyoruz. Öyle bir amansız günde senin ihsanına ümit bağlamışız. Hiçbir mücrime aman verilmeyen o gün el bizim, etek senin!” (Mesnevi, III/1779) Beden uyur ama ruh uyumaz. Aşk ne demektir? Kendinden geçmektir. Aşk, sevgilide ölmektir. Tek varlık olarak O’nu bilmektir. Eğer bir insan hep bu şekilde yaşamını sürdürürse, devamlı Allah’ı anar, onunla yaşar ve yaşatırsa, Allah ona yüzünü göstermeyecek de kime gösterecek? İnşallah hepimiz böyle aşıklar oluruz. Allah, bizleri Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehl-i Beyt Efendilerimizin, Piran Efendilerimizin muhabbetlerinden, onların aşklarından bir an dahi mahrum etmesin.

!113


Mesnevi Işığında

“Naz ederek baş gözlerini yummuş ama arş da gözlerinin önünde, ferş de! Gözleri açık, fakat gönlü uykuda nice adamlar var... zaten su ve toprak ehli olanın gözü ne görebilir ki? Fakat gönlü uyanık olanın baş gözü uyusa bile gönlünde yüzlerce göz açılır. Gönül ehli değilsen uyanık ol, uyuma. Bir gönül iste, mücadeleye giriş. Gönlün uyandı mı güzelce uyu. Gayri gözünden ne yedi kat gök kaybolur, ne altı cihet! Peygamber, “Gözüm uyur ama kalbim nasıl uyur, buna imkan mı var?” dedi. Gönül gözleri açık olduğu halde uyuyanlara can feda! Ey mânevi er, gönül uyanıklığını anlatmaya kalkışsam binlerce Mesnevî’ye sığmaz.” (Mesnevi, III/1221)

!114


Mevlana Sohbetleri

Deniliyor ki: “Bir insan aşka girmişse, aşkı yaşıyorsa onun inanca ihtiyacı yoktur. Aşkı denemeye, aşka kendini bırakma cesareti göstermek yeterlidir. O zaman zihin değişir, bakışlar değişir, farklı bir alem görünür ve işte insan o zaman Kur’an’ın daha derin anlamlarına ulaşır, gelişir dönüşür.” Siz bu konuda ne dersiniz? Öncelikle bir insan aşka düşmüşse eğer artık o kişide kişilik kalmaz. Nerede sevgisini çoğlatıp aşka dönüştürdüyse orası artık o kişide varlığını gösterir. “Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Allah’nın vasıflarındandır. Ondan başkasına âşık olma, geçici bir hevestir.” (Mesnevi, VI/971) “Aşk ıstırabına hiçbir yâr, hiçbir ortak yoktur. Âşığa âlemde bir tek mahrem bile bulunmaz. Âşıktan daha deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır.” (Mesnevi, VI/1978) Misal olarak, Hazreti Muhammed Efendimize bakalım, ki zaten o bizim !115


Mesnevi Işığında

tacımızdır, bütün Piran kendi mürşidleri vasıtasıyla onunla yola çıktılar, onunla varoldular. Eğer bir insanın bendeninde O varlığını gösterirse, artık o kişinin inancı da kendinden kendinedir, imanı da kendinden kendinedir. Artık başka bir yer aramaya kalkmaz, çünkü aradığı zirveyi bulmuştur. O, artık o kişiden konuşmaktadır. Mademki O bütün varlığın rahmetidir, o kişi artık O’nun gözüyle bakar bu aleme ve bir topluluğa girdiği zaman da orada bulunan herkesin hallerini izler, gönüllerini okur ve onlara göre muhabbet eder, herkesi kendine çeker. “Gel de hemen şu eşi olmayan alışverişi durmayan pazarda eskileri sat, hazır ve elde bir olan beyliği al. Eğer bir şüphe gelir de yolunu vurursa ticarette bulunan peygamberleri kendine senet yap. O padişahlar padişahı, onların talihlerini öyle yaver etti, onlara öyle bir baht verdi ki dağlar bile onların pılı pırtılarını çekmeye muktedir değildir.” (Mesnevi, VI/885) Aşık yoktur, her zaman maşuk vardır. Aşık, maşukta ölmüştür. Eğer ki bizler hem aşık hem maşuk var dersek, ikilik yaratmış oluruz. !116


Mevlana Sohbetleri

Bu nedenle, aşık olan kişinin ismi aşıktır ama sureti maşuktur. 
 “Yüce göklere çıkmak, ancak doğru yolu bulma kuvvetiyle olabilir. İnsan, doğru yolu ancak Allah’dan çekinen kulun ruhunu, göklerden şeytanları kovan şahaplardan koruyan kuvvetle bulabilir. Yok olmadıkça hiç kimseye ululuk tapısına varmaya yol yoktur. Göklere yücelme nedir? Şu yokluk. Âşıkların yolu da yokluktur, dini de.” (Mesnevi, VI/230)

!117


Mesnevi Işığında

Yaşadığımız bu aleme, aşık olan bir kişi ile aşık olmayan bir kişinin bakışı aynı değildir. Aşık olan kişi, aşkın derin ve samimi dünyasında bireyleri, biçimleri, şekilleri görmez. Aşk, onun için evrene açılan bir kapıdır. Aşık olmayan kişi ise, bu aleme bilimsel yönden bakar. Herşeyi bir beden, bir şekil ve bir biçim olarak görür. Bundan dolayı onun zihni aşık olan kişininki gibi değildir. Buna benzer endişe ve şüpheleri olan birisi, bir gün Hazreti Mevlana’ya soruyor, Mevlana ona şu yanıtı veriyor: “Benimle olduğun sürece hiçbir konuda endişe etmene gerek yok, bana bağlan yeter.” Bunu nasıl açıklarsınız? Aşık olan kişi kurtuluşa ermiş kişidir. O, Hakk ile Hakk olmuştur. O, daima huzur ve neşe içindedir. Sevgilisinin nurunda yanmaktadır. Onsuz bir saniyesi dahi geçmez, devamlı sevgilisiyle beraberdir. “Onlar, bu işlerden kurtulmuşlar, gönül nurunun göründüğü pencerenin önüne oturmuşlar... Gölgelerinin, kendilerinden meydana geldiğini bilmişler, çevik bir hale gelmişlerdir. Bu gül bahçesinde felek havanı, onları yüzlerce defa dövüp ezse bile, bu terkibin !118


Mevlana Sohbetleri

aslını görmüş olduklarından artık vehmin ferilerinden pek korkmazlar.” (Mesnevi, III/1725) Aşık olmayan kişi ise sıkıntılar içindedir, huzuru pek yoktur. Devamlı, bu nasıldır, bu neden böyle, şu neden böyle, diye endişeler içindedir. Ona, ne kadar anlatırsan anlat, başkaları kabul eder ama o kabul etmez, yine bir başka soru ile çıkar. Böyle kişiler kolay kolay bir yere varamazlar. Neden varamazlar? Çünkü sevgi nedir bilmemiş, hiçbir yere sevgisini vermemiş, ya da sevgisi aşka dönüşmemiş. Onun önüne istersen Kur’an-ı Kerim’i koy, istersen İncil’i koy, istersen Tevrat’ı koy, ne kadar delil gösterirsen göster, inanmaz, çünkü teslimiyeti yoktur, içinde daima bir endişe ve şüphe vardır. “Kabuktan ibaret olan akıl, bir işi yüzlerce delille ancak anlayabilir. Fakat Akl-ı Kül, doğru olduğunu bilmediği yola adımını atar mı hiç? Akıl, defterleri baştanbaşa karalar durur. Aklın aklıysa bütün âlemi ayla, doldurur, nurlandırır. O, karadan da kurtulmuştur, aktan da. Onun ayının nuru, gönüle de yayılmıştır, sana da. Cüz’i akıl bu karayla akı, yine kadirden,bir yıldız gibi parlayıp !119


Mesnevi Işığında

âlemi aydınlatan Kadir gecesinden elde etmiştir. Keseyle dağarcığın değeri altındadır. İçinde altın olmayan keseyle dağarcığın ne kıymeti var?” (Mesnevi, III/2530) Hazreti İsa Ruhullah, cemaatiyle oturmuş, onlara Allah’tan gelen tebliğleri sunuyordu. O konuşurken, cemaati durmadan ona karşı çıkarak, “Neden Allah öyle söyledi? Neden böyle söyledi? Neden bu şekil söylemedi? Öyle söylemiş olsaydı daha iyi olurdu...” diye itirazlarda bulunuyorlardı. Yani akıllarınca Allah’tan daha akıllı çıkmaktaydılar. Hazreti İsa, ne kadar, tebliğlerin kendisine ait olmadığını, Allah’a ait olduklarını onlara izah etmeye çalıştıysa da, cemaati tavırlarını değiştirmedikleri için çok canı sıkıldı ve onların yanlarından koşarak kaçmaya başladı. O böyle topukları ensesine vura vura dağalara doğru kaçarken yolda bir oduncuya rastladı. Oduncu, Hazreti İsa’nın bu haline çok şaşırdı, onun neden kaçtığını merak etti, çünkü arkasında onu kovalayan kimseyi göremiyordu ve Hazreti İsa’yı durdurup sordu: “Ya İsa, neden böyle koşuyorsun? Kimlerden kaçıyorsun?” İsa ona şu cevabı verdi: “Kardeş, ben ahmaklardan kaçıyorum. !120


Mevlana Sohbetleri

Onlara ne kadar Allah’tan tebliğler versem boşuna, çünkü onlar Allah’a da kafa tutuyorlar...” “İnsanın nefsi, öküzü öldüren dâvacıya benzer, öldüren de akıldır. Davud, Tanrı, yahut Allah vekili olan şeyhtir. Zalim, onun yardımıyla öldürülebilir. Çalışıp kazanamadan hesapsız rızık, onun himmetiyle elde edilebilir... insan, onun sayesinde devlete erişir, zenginleşir. Nefsini öldür de âlemi dirilt. Nefis, efendisini öldürmüştür; sen, onu kendine kul, köle yap!” (Mesnevi, III/2504) Bir insanın içinde sevgi yoksa, aşk yoksa, ona ne kadar anlatırsan anlat boşunadır, aklı almaz. Ama eğer birinde teslimiyet varsa, o kişinin başı artık teslim olduğu yerdir. Teslimiyeti olan bir insan, sevgisi ve aşkı da varsa, çok çabuk yol alır ve güzelliklere kavuşur. “İnsan hırsından her şeyi kıldan kıla görür, bilir ama oynayıp salınmasında hayır yoktur, bu oynayış şerle doludur. Benliğini kıracak yerde oyna, salın da şehvet yarasının üstündeki pamuğu çek, kopar. Erler, meydanda oynar, dolanır, kendi kanları içinde !121


Mesnevi Işığında

raksederler. Varlıklarından kurtuldular mı ellerini çırpar... noksanlarından ayrıldılar mı raksa girerler. Çalgıcıları, içlerinden def çalar... denizler, onların coşkunluğunu görüp köpürür. Sen görmezsin ama onların gayretinden yapraklar bile dalların üstünde el çırpar.” (Mesnevi, III/94)

!122


Mevlana Sohbetleri

Bizler burada toplanıyoruz ve Hakk sohbetleri yapıyoruz. Hepimizin tek bir gayesi var, o da daha güzel ve iyi bir şekilde yaşamak, mutlu olmak ve insanları da mutlu etmek. Sevgi, bağlılık, saygı, doğruluk, öfke, utanç ve kaygı gibi duygularımızı nasıl kontrol edebiliriz ve nasıl yaparsak daha kaliteli yaşarız diye bir arayış içindeyiz. Bu hayatta sonsuz ahiret ve huzuru öğrenmek için, deniliyor ki: “Kendinizi keşfetmeniz lazım. Bunun için de aşka yakalanmak gerekli.” Aşka yakalanmayan bir kişi gerçekten kendisini keşfedemez mi, ne dersiniz? Eğer bir insan isyanlarda, küfürlerde yaşıyorsa bu demektir ki, bu kişi hala ikrar verdiği yere teslim olmamış. Söz ile ikrar vermiş ve tekrar akıla düşmüş. Akıla düştüğü için de kolay kolay rahata ve huzura kavuşamaz. “Kâfir de istemeyerek Allah’a tapar ama onun maksadı başkadır. Padişahın kalesini yapar amam beylik dâvasındadır. Kale, onun malı olsun diye isyan eder, fakat nihayet kale, padişahın eline geçer. Müminse o kaleyi padişah için tamir eder, makam sahibi, mevki !123


Mesnevi Işığında

sahibi olmak için değil. Çirkin, ‘Ey çirkini de yaratan padişah, sen güzeli de yaratmaya kaadirsin, çirkini de’ der. Güzel de ‘Ey güzellik padişahı, beni bütün ayıplardan arıttın’ der.” (Mesnevi, II/2545) Peki kendini bilen bir insan nasıl davranır? Bizlere en güzel örnek Hazreti Ali Efendimizdir. Sizlere şöyle bir hikaye anlatayım: Bir gün Hazreti Ali, yanında çalışan kölesine atları hazırlamasını, yola koyulacaklarını söyledi. Köle cevap vermedi ve başını sallamakla yetindi. Hazreti Ali Efendimiz kendi işlerini tamamlayıp tekrar ahıra gelince bir de baktı ki atlar hala hazır değil. Hemen kölesine seslendi, “Neden atları hazırlamadın? Ben sana atları hazırlamanı buyurmuştum.” Köle ona şöyle bir cevap verdi: “Efendi Hazretleri, ben kasten atları hazırlamadım. Seni kızdırmak istedim.” Hazreti Ali Efendimiz, kölenin bu cevabı üzerine, hemen bir tebessümde bulundu. Onu böyle gülerken gören köle şaşkınlıkla, “Efendi Hazretleri şimdi neden böyle gülüyorsun?” diye sordu. Hazreti Ali, “Neden gülmeyeyim? Senin içinde biri var beni kızdırmak istiyor, isyanlara düşürmek istiyor, işte ben de senin o içindeki kızdırmak için gülüyorum.” !124


Mevlana Sohbetleri

“Sizin sözleriniz savaşa, nifaka sebep olur. Fakat benim sözüm, sizleri birleştirir. Siz susun, dinleyin de konuşma hususunda diliniz ben olayım. Sizin sözünüz yüz türlüdür, eseriyse ancak savaş ve kızgınlıktan ibaret. Şeyhin sözü, insana cemiyet-i hâtır verir, hasetçilerin nefesi ise tefrika.” (Mesnevi, II/3691) Bizler mademki tasavvuf yolundayız, Hazreti Ali Efendimizin yolundayız demektir. O, bütün Piran’ın başıdır. İşte Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Velilerde, nebilerde gören göz Ali’dir.” Bütün hakikatler Hazreti Ali Efendimizle sunuldu. Peygamber Efendimiz, sahip olduğu o hakikatleri çevresindeki topluma sunamazdı, çünkü o toplumun çoğunluğu cahildi. Bu yüzden o binbir sırrın anahtarını Ali’ye verdi, bütün hakikatleri verdi. Hazreti Ali Efendimiz bu hakikatleri öğrendikten sonra, O da kendine bir sırdaş aramaya koyuldu, fakat bulamadı. Çünkü bu hakikatler insanın içinde birikim yapar ve insan kendisini anlayacak birisiyle bunları paylaşmak, muhabbet etmek ister. Peki ne yaptı Hazreti Ali? Yemen’e gittiğinde bir kuyu başına geldi, kuyunun başına oturdu ve bütün sırları o kuyuya söyledi ve biraz !125


Mesnevi Işığında

olsun rahatladı. İşte o kuyuda daha sonraları bir saz meydana geldi. Veysel Karani Hazretleri de, develerini otlatırken, o kuyunun etrafında toplar ve onlara su verirdi. Bir gün yine develerine su vermek için o kuyunun başına geldi ve bir de baktı ki kuyuda bir saz suret bulmuş. Veysel Karani Hazretleri o sazı kesti ve kaval yaptı. Develerini otlatırken o kavala üfledi. Kavaldan çıkan o yanık ses develere tesir etti ve kıyam zikrine kalktılar. O kaval bugünlere gelene kadar yenilendi ve Mevlevilerde ney halini aldı. “Yok olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır. Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Allah’a perdedir, geleceğin de. Her ikisini de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum olacaksın? Neyde boğum bulundukça sırdaş değildir; dudağın, sesin mahremi olamaz. Sen, kendi tarafından tavaf edip durdukça nasıl tavafta olursun, kendinde oldukça nasıl olur da Kâbe’ye gelmiş sayılırsın?” (Mesnevi, I/2200)

!126


Mevlana Sohbetleri

Bütün dava bulunduğumuz yerin kıymetini bilmektir, nereye teslim olduğumuzu bilmektir, kimi kendimize baş ettiğimizi bilmektir. İnsan bu bilinçle yola koyulmalıdır, yoksa ufak bir şeyden birbirine kızmak, kavga etmek doğru değildir. İşte yine Cenab-ı Mevlana şöyle der: “Bu alemde kusursuz kul aramayın. Çünkü bu alemde kusursuz bir kul yoktur. Eğer yaşamınızı güzel geçirmek isterseniz, herkesin iyi taraflarına bakın ve öyle yaşamınızı sürdürün.” “Biz, ben diye varlığa düşerek dostu incitme de kimse, düşmanın olmasın! Allah için halka hayır yap, yahut kendi canın için herkese hayırda bulun da. Daima gözüne dost görünsün... gönlüne kin yüzünden çirkin suretler gelmesin!” (Mesnevi, IV/1977)
 Bakın Peygamber Efendimiz, akşamları istirahate çekilmeden evvel tam yetmişbeş sefer ‘Estağfurullah’ çekiyor ve bilerek ya da bilmeyerek birine kırıcı bir söz söylemiş ise içindeki Rabbine sığınıyor ki onu affetsin. “Peygamber, ‘Söylemeden hakikatleri saçmadan dolayı her gün yetmiş kere tövbe !127


Mesnevi Işığında

ederim. Fakat o sarhoşluk tövbemi bozar... bu elbiseler soyan beden sarhoşluğu, tövbeni unutturur’ dedi. Çok eski zamanların ahvalini izhar etmek için Allahnın hikmeti, sır bilen kişiye bir unutkanlık verir. Gizli sırlar, “Yazılan yazıldı kalem de kurudu” kaynağından coşan bir ırmak kesilir, bunca davullarla, bayraklarla ortaya çıkar! Ey insanlar, sonsuz rahmet her an akmaktadır fakat siz uykudasınız, anlamıyorsunuz! Uyuyan kişinin elbisesi, ırmak suyunu içer de uyuyan, uykuda serap arar! Orada belki su vardır ümidi ile koşar durur... ve bu düşünceyle suya varacak yolu kendi kendine kaybeder gider! Çünkü orada der, buradan uzaklaşır... bu hayale kapılır, hakikatten ayrılır! Bunlar güya uzağı görürüler, fakat ruhları uykudadır... ey yolcular acıyın bunlara! Ben insana uyku getiren bir susuzluk görmedim... ancak akılsız kişinin susuzluğu uyku getirir! Akıl zaten ona derler ki Allah yaylasında yayılmış, Allah nimetlerini yemiş olsun... Utaritten gelen akla akıl demezler!” (Mesnevi, IV/3300) Benim nazarıma göre teslimiyette yaşayan bir kişi hiçbir zaman kimseye kırıcı sözler !128


Mevlana Sohbetleri

sarfetmez, kırıcı konuşana dahi tebessümle karşılık verir. Yine Mevlana der ki: “Eğer zekat vermek için paran yoksa, bir güler yüz tutarsan o da zekat sayılır.” “Peygamber ‘Kıyamet gününde verilecek karşılığı yakînen bilen, Bire on karşılık verileceğini anlayan kişinin cömertliği artıp durur, bu çeşit adam, türlü, türlü cömertlikler icat eder.’ dedi. Cömertlik, bütün karşılıkları görmedir. Şu halde karşılığı görüş, korkunun zıddıdır. Nekeslik de karşılıkları görmemektir. İnciyi görmek, denize dalan dalgıcı sevindirir. Eğer cömertliğe karşılık verilecek olan şeyleri herkes görseydi dünyada kimse nekes olamazdı. Çünkü hiçbir kimse karşılıksız bir şey bağışlamaz. Şu halde cömertlik gözden gelir, elden değil. İşe yarayan görüştür, gözü açıktan başkası kurtulamaz.” (Mesnevi, II/895)

!129


Mesnevi Işığında

Hazreti İsa Aleyhisselam’ın bir sözü var, diyor ki: “Ancak çocuk gibi olanlar Tanrı’nın krallığına girebilir.” Ve yine deniliyor ki: “Aşk olduğunda bir kez daha çocuk gibi olursun. Çocuksu olarak hayata bakarsın, hep kaygısızca ve zevk alarak bakarsın.” Bizler biliyoruz ki, çocuk zihninin düşüncesi, büyük bir insanın yetişkin düşünce sisteminden çok daha basittir. Peki o zaman bizim Cenab-ı Hakk’a yaklaşmamıza düşüncelerimiz mi perde oluyor? Ne dersiniz Hasan Dede? Çocuk dediğimiz zaman, adı üzerinde, çocuk, yani henüz reşit olmamışlar, hala melek sıfatındalar ve bir günah işlememişler. Aşıklar da maşuklarıyla bu aleme nazar kıldıkları zaman, hiç ayrım yapmazlar ve bütün bu alemi bir cennet-i ala görürler. Bu sebeple dilleri hep tatlı olur, yüzleri hep güleç olur ve sözleri sevici olur. “Bu ahlâk, ona ezelden verilmiştir; gözü de sevgilinin cemalinin güzelliğiyle dolmuş, aydın olmuştur. Bu çeşit kul, Allah rızasını görünce güler, neşelenir. Kaza, ona şekerle yapılmış helva gibi gelir. Bu kulun huyu ve yaradılışı

!130


Mevlana Sohbetleri

böyle olursa âlem, onun emrine, onun fermanına tabi değil de nedir?” (Mesnevi, III/1913) Bir gün İsa Ruhullah’a bir soru soruyorlar: “Başta Musa olmak üzere, bütün peygamberler tebessümlü idiler, ama senin gibi gülmüyorlardı. Yahya Peygamber çok ağlardı. Zekeriyya Peygamber de tebessümlü idi. Senin ise devamlı kahkaha atıp gülüyorsun. Bu alemde ne görüyorsun da böyle gülüyorsun ya İsa?” Hazreti İsa onlara şu cevabı veriyor: “Ben bütün bu alemi cennet-i ala görüyorum, bu yüzden de hep gülüyorum.” “Bütün mezarlar bizce bir. Fakat velilerin gözünde kimisi cennet bahçesi, kimisi cehennem çukuru! Halk, Peygamber ekşi suratlı; neden böyle niye zevki yok ki derlerdi. İleri gelenlerse derlerdi ki: Sizin gözünüze öyle görünüyor o. Bir zamancağız bizim gözümüzle bakın da ‘Heletâ’ daki gülüşleri görün hele!” (Mesnevi, IV/3536) Peygamber Efendimiz de cemaatine daima tebessümlü bir yüzle çıkardı. Hazreti Salih, asık bir yüzle çıkardı. Hazreti Salih’in, !131


Mesnevi Işığında

yaşadığı devirde, bir küpü vardı. O küp ile halkın kumaşlarına renk verirdi. Halk, ona renklendirmesi için gömlek olsun, pantolon olsun, çeşitli elbiselerle gelirlerdi. Renklerin isimlerini de bilmedikleri için, istedikleri renge sahip ya bir çiçek, ya bir eşya parçasını da beraberlerinde getirirlerdi. Hazreti Salih, herkesin kumaşlarını küpe atar ve istedikleri renkte çıkarırdı. Bir gün meraklı biri sordu: “Ya Salih, senin bu küpünde boyalar hiç birbirlerine karışmıyor mu?” Hazreti Salih, onu şöyle yanıtladı: “Benim küpümün rengi tektir, sizler renk istiyorsunuz, ben de sizleri istediğiniz renklere boyuyorum.” Yine biri daha sordu: “Ya Salih, bütün peygamberlerin yüzleri tebessümlü, özellikle Hazreti İsa çok gülermiş, ama senin yüzün hep asık. Neden?” Ona da şu cevabı verdi: “Benim içim hep İsa gibi güler, yüzüm ise sizlere ağlar. Çünkü hiçbiriniz bir arayışa düşmüyorsunuz. Ömürleriniz boşa gidiyor. Gün gelecek kapınız çalınacak, o zaman bin pişman olacaksınız ama iş işten geçmiş olacak.” “Allah bana öyle bir ömür verdi ki o ömrün bir gününün kıymetini bile cihanda kimse bilemez. Bense bütün o ömrü, her nefeste zir ve bem perdelerine harç ederek yele verdim. Ah! Arap ve Acem tarzını anmaktan, Irak !132


Mevlana Sohbetleri

perdesiyle meşgul olmaktan acı ayrılık zamanı hatırımdan çıktı. Eyvallah olsun ki Kûçek makamının tazeliği yüzünden gönlümün ekini kurudu, gönlüm öldü. Eyvahlar olsun bu yirmi dört makamın sesinden ki kervan geçti, gündüz de bitti! Ey, Allah, bu feryat edenin elinden feryat! Hiç kimseden değil, bu medet isteyen medet! Şikâyetim en çok kendimden... Kimseden medet yok. Yalnız ve ancak bana, benden yakın olandan medet var. Çünkü bana bu varlık, her an ondan gelmekte... Varlığım mahvolunca da ancak onu görürüm, başkasını değil.” (Mesnevi, I/2190)
 Hazreti Peygamber Efendimiz, bir gece vitr-i vacip namazının onüçüncü rekatındaydı. O esnada perdeler kalktı ve gördü ki, bütün insan sıfatında gezen kişiler, hatta kendine yakın olan kişiler de dahil, hepsi dışardaki mahluklardan bile daha çirkindiler. Onları o şekilde görünce hemen ellerini kaldırdı ve tekbir çekerek, “Allah’ım sana sığınıyorum” dedi. “Şeyh beraber olunca kötülüklerden uzaksın...gece gündüz gitmektesin; gemidesin. !133


Mesnevi Işığında

Canlar bağışlayan cana sığınmışsın...gemiye girmiş, uyuyorsun; öyle olduğu halde yol almaktasın! Zamanın peygamberinden ayrılma...kendi hünerine, kendi dileğine pek güvenme ! Aslan bile olsan değilmi ki kılavuzsuz yol almaktasın; kendini görüyorsun, sapıksın, hor hâkirsin. Ancak şeyhin kanatlarıyla uçta şeyhin askerlerinin yardımını gör!” (Mesnevi, IV/540) Bizler burada her zaman o Allah dostlarını anıyoruz ki, onların güzellikleri bizlerin ruhlarımıza yansıma yapsın ve bizim de nasibimiz onlar gibi güzel insanlar olmak olsun. Ama burada dinleyip de o güzellikleri kendimizde ruh etmezsek, aklımızda o güzel sözlerin muhakemesini yapmazsak, buradan çıkınca yine kendi küçük akıllarımızla hareket edersek, hiçbir şey elde edemeyiz ve bunda hiçbir zaman Hakk’ı suçlayamayız. Suçlu olan biri varsa o da kişinin kendisidir. Burası şefaat yeridir, buraya gelen kayıplara düşmez, ama neden daha da ileri gidip sınıf atlamasın. Hele bir de sınıfta kalırsa, o zaman ne yapacak? Bu nedenle, Hazreti Muhammed Efendimiz, Cenab-ı Mevlana ve bütün Piran, hepsi şefkat dolu varlıklardır. Ceza vermezler, daima irşad !134


Mevlana Sohbetleri

ederler. Yeter ki, onların o güzel sözlerine kulak verelim ve böylece kurtuluşa erelim. “Peygamberler dediler ki: Ümitsizliğe düşmek kötüdür. Allah’nın ihsan ve rahmetlerine son yoktur. Böyle bir ihsan sahibinden ümit kesmek hiç de yaraşmaz. Bu rahmete el atın, yapışın!
 Nice işler vardır ki ilk önce güç görünür de sonradan kolaylaşır, o güçlük geçer gider. Ümitsizlikten sonra nice ümitler var... karanlığın ardında nice güneşler var! Esasen tutalım yürekleriniz taş kesildi, kulağınıza, gönlünüze kilitler vuruldu. Sözümüzü kabul edecek yahut etmeyeceksiniz... biz buna aldırış etmeyiz. Aldırış ettiğimiz şey Allah’a teslim olmak, fermanını yerine getirmektedir. Bize o kulluğu o buyurdu... bu söz söylememiz, kendiliğimizden değil ki! Canımız, onun emrini yerine getirmek için... bunun için yaşıyoruz, bunun için yaratıldık. Kuma tohum ek dese bile biz ekeriz. Peygamberin canına Allah’dan başka bir dost yoktur. Halk, sözünü kabul edecekmiş, reddedecekmiş... bununla hiçbir alışverişi bulunmaz ki! Allah, emirlerini halka bildirir, bunu için alacağı ücreti de Allah verir. Biz, sevgilinin uğrunda halka çirkin göründük; yüzümüz, düşman !135


Mesnevi Işığında

yüzüne benzedi gitti! Fakat bu kapıdan usanmadık da, usanmayız da. Yol uzun olduğundan her yerde oturup dinleniyoruz. Sevgiliden ayrılan, hapislere düşen adamın gönlü soğur, o çeşit adam usanır, bıkar. Halbuki bizim sevgilimiz, bizim dilediğimiz canan, bizimle beraber... rahmetini saçıp durmakta; canımız da ona şükretmekte. Bizim gönlümüzde lâlelik var, gül bahçesi var. Orada solmanın, perişan olmanın yolu yok! Daima terütazeyiz, daima genciz, lâtifiz... daima güzeliz, tatlıyız, daima gülüp durmadayız, zarifiz!.. Bizce yüzyılla bir saat birdir... uzun yol, kısa zaman bize göre değil! O uzunluk, kısalık cisimlere göredir, cana nasıl sığar.” (Mesnevi, III/2922)

!136


Mevlana Sohbetleri

Hazreti Mevlana diyor ki: “Zeliha öyle bir hale gelmişti ki, onun gözünde çörekotundan öd ağacına kadar her şeyin adı Yusuf’tu. Yusuf’un adını başka adlara gizlemişti. Mahremlerine de bu sırrını söylemişti. Mum ateşte yumuşadı, dese, sevgili bize alıştı, yüz verdi, demiş olurdu. Bakın ay doğdu, dese, söğüt dalı yeşerdi, dese, başım ağrıyor, dese, başımın ağrısı geçti iyiyim, dese, bu sözlerinin hep ayrı ayrı manaları vardı. Birini de överse, hakikatte Yusuf’u överdi. Birinden şikayet etse, onun ayrılığını söylemiş olurdu. Yüzbinlerce şeyin adını ansa, maksadı da Yusuf’tu, dileği de Yusuf’tu.” Bizler de burada size ne kadar soru sorsak hep sonunda Mevlana çıkıyor. Ne dersiniz Hasan Dede? Bu sorunuza şöyle bir misal vereyim: Derler ki, altı cihette hep O’nu görüyorum. Bu altı cihet nedir? İnsanın altı yönü, yani önü, arkası, sağı, solu, başüstü ve ayakaltı. Aşığa gelince, onun gözleri sevgilisinden başka bir yeri görmez. Nereye dönerse, kiminle konuşursa, sevgilisi onun kalbindedir, her zerresini sarmıştır. Dünya ehliyle konuşur

!137


Mesnevi Işığında

ama bir an evvel ondan kopmak ister ki, tekrar o sevgilisiyle başbaşa kalsın. “Aşkın beşle, altıyla işi yoktur. Onun maksadı, ancak sevgilinin kendisini çekmesidir. Belki bundan sonra bir izin gelir de söylenmesi lâzım olan sırlar söylenir. Bu ince ve gizli kinayelerden daha açık, daha anlayışlı bir tarzda anlatılır. Sır, ancak sırrı bilenle eşittir. Sır, onu inkâr eden kişinin kulağına söylenmez. Fakat Allah’dan davet etme emri gelince artık halkın kabul edip etmemesiyle ne işimiz var?” (Mesnevi, VI/5) Zeliha da, Yusuf’a sıdk-ı bütün bir imanla ve aşkla bağlanmış olduğu için onu her yerde görmekteydi. Hazreti Mevlana’nın Yusuf ve Zeliha için söylemiş olduğu bir dörtlük vardır ve orada Yusuf’a serzenişte bulunmaktadır, der ki: “Aşk odu evvel düşer maşuka, andan aşıka. Şem’i gör ki yanmadan, yandırmadı pervaneyi.” Yani şunu söylemek istiyor Mevlana: Aşk sende zuhura geldi, karşı tarafın nurunda yandın. Sen daha görür görmez ondan sana yansıma oldu ve sen ona aşık oldun. O ışığı gör ki yandırmadı pervaneyi. Zeliha, yedi sene Yusuf’un !138


Mevlana Sohbetleri

etrafında bir pervane gibi döndü ve Yusuf yaktı Zeliha’yı ama yandırmadı onu. “Aşk bir denizdir, gökyüzü, bu denizde bir köpük. Aşk, Yusuf'un havasına kapılan Zeliha gibi insanı hayran eder. Gönüllerin dönüşünü aşktan bil. Aşk olmasaydı dünya, donar kalırdı. Aşk olmasaydı nerden cansız bir şey, nebata girer, onda mahvolurdu; büyüyüp yetişen nebatlar, nerden kendilerini canlılara feda ederlerdi? Ruh, nasıl olur da o nefese feda olurdu da onun esintisinden Meryem gebe kalırdı? Her biri, yerlerinde buz gibi dona kalırdı. Nerden çekirge gibi uçar, gıda arardı ki? O yüceliğe âşık olanlar, zerre zerre, fidan gibi yüceliğe koşmadalar. Onların bu koşmaları, ‘Tanrı'yı teşbih’tir. Can için bedeni temizlemededirler.” (Mesnevi, V/3853) Yine Cenab-ı Mevlana, aşk için şöyle buyurur: “Aşk bir padişahtır, bayrağı görünmez. Aşk, Tanrı Kur’an’ıdır, ayetleri bilinmez. Her aşık bu avcıdan bir ok yemiştir, kanlar akar durur, fakat yarası belirmez.” “Aşk ıstırabına hiçbir yâr, hiçbir ortak yoktur. Âşığa âlemde bir tek mahrem bile bulunmaz. !139


Mesnevi Işığında

Âşıktan daha deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır. Çünkü bu, herkesin deliliğine benzemez ki. Hekimlik bilgisinde bunu iyileştirecek hükümler yoktur. Bir hekim, bu çeşit deliliğe uğrasa hekimlik kitabını kanı ile yıkar, yazılanların hepsini silerdi. Bütün akılların hekimliği, aşka göre çizilmiş suretlerden başka bir şey değildir. Bütün güzellerin yüzleri, onun yüzünün perdesidir. Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası değildir.” (Mesnevi, VI/1978) Mecnun da sevgilisi Leyla’ya bir mektup yazmak istemiş, almış kağıdı kalemi eline ama yazamadan bırakmış ve şöyle seslenmiş: “Kalbimde tevhid oldun, dilimde zikir oldun. Vücudumun her zerresini sardın, ben bu mektubu kimden kime yazayım?” O artık Leyla olmuş, onu kendi dışında bulamıyor ki mektubu kime yazacak. “Ey aydın yüzlü, ey daimî varlığın ruhu, ruhumu kendine çek, bana vuslatınla cömertlik et! Öyle bir sevgilim var ki sevgisi kalbimi yakıp kavurmada. Dilerse gözlerimin üstünde yürür! Arapça daha hoş ama Farsça !140


Mevlana Sohbetleri

söyle. Zaten aşkın bunlardan başka daha yüzlerce dili var ama, Sevgilisinin kokusu uçup geldi mi o dillerin hepside şaşırır, lâl olur kalır. Artık ben susayım, kâfi... sevgili söylemeye başladı. Dinle, kulak kesil.... Allah, doğruyu daha iyi bilir.” (Mesnevi, III/3840) Şimdi bunlar hep mecaz aşk, bir de mana aşkı var ki, ona da en büyük örnek Resulallah Efendimizidir. Onun her kelamında bizlere ne sunmuş ise hiçbir zaman, “Ben söylüyorum” dememiştir, her zaman, “Allah benden b u y u r d u ” d e m i ş t i r, y a n i O h e r a n teslimiyetteydi. Hatta Yusuf’tan çok daha güzel bir yüze sahipti, öyle ki Hazreti Ali Efendimiz O’nun yüzüne bakamazdı. Bu yüzden ona “Kainatın nuru” diye hitab edilir. “Bir nefescik Allah güzelliğini görsen canın da ateşlere düşer, vücudun da! Ondan sonra bu suyu cife görürsün... Allah yakınlığının debdebesini gördün mü, Şehzade gibi sevgiline kavuşursun... ayağındaki dikeni çıkarırsın! Kendinden geçmeye çalış da hemencecik kendini bul... doğrusunu Allah daha iyi bilir.” (Mesnevi, IV/3215)

!141


Mesnevi Işığında

Bir akşam Peygamber Efendimiz eve geliyor, o esnada Ayşe yengemiz dikiş iğnesini düşürmüş , yakmış yağdanlığı yerde onu arıyor. Hazreti Resulallah onu böyle görünce ne aradığını soruyor, o da cevap veriyor. Hazreti Muhammed Efendimiz bunu duyunca hemen bir yüz tutuyor, oda nurla doluyor, onun yüzünün ışığıyla yerdeki iğne parıldıyor ve Ayşe yengemiz iğneyi böyle buluyor. “Ey Peygamber, mühürleri kaldırmak, kapalı kapıları açmaktasın, Hatem’sin; bu iş, seninle ve sende bitmiştir. Can bağışlayanlar aleminde bir Hatem’sin sen. Hasılı mühürleri kaldırma ve kapıları açmada Muhammed’in işaretleri, tamamiyle açıklık içinde açıklıktır, açıklık içinde açıklıktır, açıklık içinde açıklık.” (Mesnevi, VI/174) Veysel Karani Hazretleri de Hazreti Peygamberin diğer yüzünü gördü ve o yüzde yandı. Uhud Savaşı’nda Peygamber Efendimizin bir dişi kırıldı. Veysel Karani Hazretleri, O’nun hangi dişinin kırıldığını bilmediği için otuziki dişini birden çekti çıkardı ağzından. Bugün kullanılan otuzüçlük tesbihler Veysel Karani’yi temsil eder, otuziki tesbihin otuzüçüncüsü Veysel Karani’dir. Annesi çok hasta idi, ona Veysel Karani !142


Mevlana Sohbetleri

Hazretleri bakmaktaydı. Fakat Peygamber Efendimize olan sevgisi ve aşkı haddi aşınca O’nun yüzünü görmek istedi ve kalktı annesinden izin isteyerek Hazreti Peygamberi görmek üzere Medine’ye gitti. Peygamber Efendimizin evine varınca, kapısını çaldı, kapıyı Fatma annemiz açtı. Hazreti Resulallah o sırada mescitte sahabesiyle muhabbetteydi, evde yoktu. Fatma annemiz ona kim olduğunu sorduğunda, ona “Ben Üveysiyim, Resullah’ı görmeye geldim, acaba evde midir?” diye yanıtladı. Fatma annemiz Peygamber Efendimizin birazdan eve geleceğini söyledi, fakat Veysel Karani O’nu bekleyecek kadar vakti olmadığını söyleyerek, üzgün bir şekilde oradan ayrıldı. Rivayete göre, bir zaman sonra Hazreti Resulallah eve geliyor, fakat daha eve varmadan, otuz-kırk metre öteden, Veysel Karani’nin kokusunu alıyor. Kapıyı çalıyor, Fatma annemiz açıyor. Daha Fatma annemiz, Veysel Karani’nin geldiğini söylemesine fırsat kalmadan Peygamber Efendimiz ona dönüp, “Ben evde yokken Veysel Karani beni görmeye geldi değil mi, Ciğerparem?” diye soruyor. “Muhammed demiştir ki: Seher yelinin eliyle bana Yemen’den Allah kokusu gelmekte. Vise’nin ruhuna Rahim’in kokusu geldiği gibi !143


Mesnevi Işığında

Üveys’ten de Allah kokusu geliyor. Üveys’ten, Karen kabilesinden garip bir koku geldi de Peygamberi sarhoş etti, neşelendirdi! Üveys kendinden geçmiş, yere mensupken göklere mensup olmuştu! Heliyle, şekerle karışmış, halli hamur olmuş, acı tadı kalmamıştı artık! Heliyle, varlığından tamamıyla geçmişti... yalnız heliyle şeklindeydi ama lezzeti kalmamıştı ki!” (Mesnevi, IV/1827) Aslında Peygamber Efendimiz kendisini Veysel Karani’ye gösterirdi, ama göstermedi. Neden? Çünkü eğer ona dış yüzünü gösterecek olsaydı, Veysel Karani O’nun iç yüzünden soğuyabilirdi. Bu yüzden yüzünü göstermemiş ve onu o iç yüzünde yanmaya bırakmıştır. “Bir zaman seni toprak gibi yeşertir...bir zaman seni sevgilinin havasıyla doldurur, şişirir! Ârifin bedenine cemad vasfını verir de orada neşeli güller, nesrinler bitirir! Fakat bunları o görür, başkası değil...temiz içten başka hiçbir şey cennetin kokusunu alamaz! İçini, sevgiyi inkârdan arıt da orada onun gül bahçesindeki reyhanlar bitsin! İçini arıt da !144


Mevlana Sohbetleri

Muhammed’in Yemen ülkesinde Rahman kokusunu aldığı gibi sende benim sevgilimin ebedîlik kokusunu bul!” (Mesnevi, IV/547)
 Hazreti Muhammed Efendimizin hakikatları Hazreti Ali Efendimizle bilinmiştir ve Evliyaullah’a yansımıştır. Bu hakikatleri tasavvuf ehli dışında bir yerden öğrenemezsiniz, hatta gece gün sorsanız bir nebzesini bulamazsınız. Size derler, fazla ileri gitme, günahtır, haramdır. Peki neden böyle söylerler? Çünkü nakilcidirler, derinini bilmezler. Bizlere sayısız nimet verilmiştir, bu nimetlerden en üstünü olarak da akıl verilmiştir. Eğer bizler o aklı kullanmasını bilmezsek ne kadar arayışlara düşsek de bu hakikatlere eremeyiz. Belki meyvenin kabuğuna ereriz ama meyvenin tadına varamayız. “Harf kaptır ondaki mâna su gibidir. Mâna denizi de ‘Ümm-ül-Kitap’ yanında bulunan, kendisinde olan zattır. Dünyada acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine taşmaz karışmazlar. Fakat şu var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, tâ... onun aslına kadar yürü! !145


Mesnevi Işığında

Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mehenge vurmadıkça tahminî olarak bilemezsin. Allah kimin ruhuna mehenk korsa ancak o kişi, yakini şüpheden ayırdedebilir.” (Mesnevi, I/296)

!146


Mevlana Sohbetleri

Hazreti Resulallah’a aşık olan velilerden birisi de Fuzuli Hazretleridir. O da diyor ki: “Alemde ne varsa aşk imiş, ilim bir kil-ü kal imiş ancak.” Fuzuli Hazretlerinin, Hazreti Resulallah’a yazdığı bir de meşhur Su kasidesi vardır, şöyle buyurur: “Ey göz! Gönlümdeki ateşlere göz yaşımdan su saçma ki, bu kadar tutuşan ateşlere su fayda vermez. Şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir? Yoksa gözümden akan sular, göz yaşları mı şu dönen gök kubbeyi kaplamıştır, bilemem... O mahşer günü, güzel yüzüne susamış olan bana senin vuslat çeşmenin su vereceğini, beni mahrum bırakmayacağını ummaktayım.” Sorum şu Hasan Dede: İlahi aşk, yani Tanrı aşkı, bir insanın karşı cinse duyduğu aşk ile aynıdır. Bu mecaz aşk, ilahi aşka hazırlıktır. Böyle bir aşkı yaşayanlar diyor ki: Aşık olunduğunda, aşık olduğun kişinin bedeni yok olur. Doruk noktada biçim çözülür, şekil kalmaz. Aşk, bir insanı, insanın kendini içten görebildiği gibi görür. O zaman, beden, şekil, biçim kaybolur. Bir mürşid böyle bir aşkın içine girmiş ve “Bedenim nerede, bedenim nereye gitti?” diye ağlamaya başlamış. Müridlerini çağırmış ve onlara, “Gidin ve benim !147


Mesnevi Işığında

bedenimin nerede olduğunu bulun, ben bedenimi kaybettim” demiş. Böyle birisi için, o bir beden olarak yaşar fakat artık o bir beden değildir, deniliyor. Bu konuda siz ne dersiniz Hasan Dede? Burada söylenmiş olan bu sözler, tamamen aşkta yokolmuş, bedenine ait ezelden her ne istek varmış ise hiçbiri kalmamış ve görünen bedeninde maşuk zuhura gelmiş olan bir kişiyi anlatıyor. Bu kişi kendine baktığında bedenini göremiyor, çünkü görünen maşuk olmuş. “Bil ki bu ten, elbiseye benzer. Yürü, bu elbiseyi giyeni ara, elbiseye sürünüp durma. Ruha, Allah’ı tevhid etmek hoş gelir. Görünmeyen bir başka el, ayak var. Sen, bedensiz bir bedene sahipsin, gayri canının cisminden çıkacağından korkma.” (Mesnevi, III/1610) Mecaz aşka gelince; eğer mecaz aşk olmazsa mana aşkına yol bulunmaz. Mecaz aşk köprüdür. Mevlevilikte şöyle bir tabir vardır: Bir kişi mürid olmak için gediğinde, mürşid ona, daha önce hiç aşık olup olmadığını sorar. Eğer aşık olmamışsa onu geri çevirir ve “Git bir şeyi sev de bana öyle !148


Mevlana Sohbetleri

gel” der. Çünkü hiç aşka düşmemiş birine ne kadar sevgiden, aşktan söz etmeye kalksan hiçbir şey alamaz, öğrenemez. Mecaz aşk geçicidir. Kainat her gün kendisini yeniler durur. İnsanın da bir yaştan sonra üzerindeki gençlik gider, güzelliği solmaya başlar. Bu yüzden manevi aşka döner. Manevi aşk ise geçici değildir, ondaki güzellik daimidir. Onda hiç eksilme yoktur hatta artış vardır. “Ten gözü seni görebilir mi; senin gamlanman, neşelenip gülmen hayale gelir mi? Gama, neşeye merbut olan gönüle, onu görmeye layıktır, deme! Keder ve neşeye bağlanmış olan; bu iki ariyet vasıfla yaşar. Halbuki yemyeşil aşk bağının sonu, ucu, bucağı yoktur. Orada gamdan ve neşeden başka ne meyveler var! Aşıklık bu iki halden daha yüksektir; baharsız, hazansız terütazedir.” (Mesnevi, I/1790) Peygamber Efendimiz, günde sayısız sefer kendi iç alemindeki Rabbinin sonsuz güzellikteki sayısız cemalini seyrederdi. Yani demek istiyorum ki, manevi aşk ne beden bırakır, ne akıl bırakır. Aşık olan kişide tamamen kendi varlığını gösterir. Bu kişinin !149


Mesnevi Işığında

nazarında dünya bir rüya alemidir, hiçbir bekası yoktur. Onun beka alemi ancak sevgilisinin yanıdır, diğer taraflar hep boştur. “Ümmetler içinde gizli olan aşk ümmeti, çevresini kınamalar kaplamış cömertliğe benzer. Ruhların aşağılanması, bedenler yüzündendir. Bedenlerin yüceliği, ruhlardandır! Ey aşıklar! Arı-duru şarap sizindir, size sunulur. Baki olan sizsiniz, beka sizindir!” (Mesnevi, IV/847) Fakir, şöyle bir şiir yazmışım: Az yaşa çok yaşa, akibet bir gün gelecek başa. Bu dünya bir değirmen taşıdır, daim döner. İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün gelir söner. Ehl-i iman sahibi, iman ettiği yer ile dünya durdukça yaşam sürer. “Erler, bu alemden göçmeye neşelenirler, şu çocuklarsa alemde kalmalarına seviniyorlar! İyi suyun tadını tatmayan kör kuşa, acı su, kevser görünür.” (Mesnevi, IV/2593)

!150


Mevlana Sohbetleri

Bir mürşid diyor ki: “Aşka girdiğin zaman, aşk derinden işlerse, düşüncelerini kaybedersen, hemen bana gel. Başını kaybettiğin zaman hemen bana gel. Hiç başın olmadığını hissetmeye başladığın zaman, korkma, hemen bana gel. Doğru an b u d u r, i ş t e o z a m a n s a n a b i r ş e y öğretebilirim. Başın varken öğreti imkansızdır, baş hep araya girer.” Ne dersiniz Dede? Cenab-ı Mevlana der ki: “Benim gördüklerimi, eğer benden önceki veliler görmüş olsalardı, dağlarda meczub halde gezerlerdi.” Çünkü akıl da kalmaz, baş da kalmaz. Eğer sen böyle bir hale düşersen, medeti yine sevgilinden bulursun. Böyle bir anda hemen ona dön ve onu kendine baş et ki, başsız ve vücutsuz kalmayasın. “Kadir oldukça ayrılığıa ayak basma. Allah katında en hoşlanılmayan şey ayrılıktır. O, herkese bir huy, herkese bir çeşit ıstılah vermiştir. Birisine metin olan söz, diğerine zemdir; ona göre baldır, sana göre zehir! Bizse temizden de münezzehiz, pisten de. Ağırlıktan da arıyız, çeviklik ve titizlikten de!

!151


Mesnevi Işığında

Allah, kullarına ibadet edin diye emrettiyse bir kar, bir fayda elde etsin diye değil, kullarına ihsanlarda bulunsun diyedir.” (Mesnevi, II/1752) Bugün, Hazreti Mevlana kadar aşkı yaşayan biri daha çıkmamıştır. Onun kadar aşktan dil döken biri de çıkmamıştır. Öyle ki, bir gün evine giderken bir ayakkabısı ayağından çıkıyor yolda kalıyor ama O farkında bile olmuyor. Çünkü o anda dalmış, mecnun haline dönmüş, hem yolda yürüyor hem aynı zamanda Şems’le rabıta kurmuş O’nunla konuşuyor. O anda Şems’in güzelliklerini seyrediyor, doğal olarak ne ayakkabısı geliyor aklına ne cübbesi... Bu halleri yaşamıştır Mevlana ve yaşamış olduğu için de bizlere, eğer O’nun gibi bu hallere düşecek olursak O’na yönelmemizi söyler. Çünkü böyle bir durumda ancak O bizleri tekrar eski halimize çevirebilir. Yoksa bir meczub olur ve başımızı da, aklımızı da kaybeder gideriz. “Çalış da o duyduğun şeyi gör. Batıl olan hak olsun. Ondan sonra kulağın, göz tabiatını kazanır. Bir yün yumağı gibi olan kulakların,

!152


Mevlana Sohbetleri

göz kesilir. Hatta bütün bedenin aynaya döner. Her tarafın göz ve gönül haline gelir. Kulak, bir hayal meydana getirir, o hayal de o güzelliğin vuslatına miyancıdır. Çalış, bu hayal çoğalsın da miyancı olan bu hayal, Mecnun’a kılavuzluk etsin.” (Mesnevi, V/3920) Aşk, akıllıyı deli eder; deliyi de akıllı eder. Mademki kainatın en akıllısı Hazreti Muhammed, o zaman mürşid vasıtasıyla O’na vardığın zaman, hem O’nun güzelliklerine gark olup gidersin, hem de O’nun o güzel aklını kendine baş edersin. Böyle olduğu takdirde, işte o zaman senden daha akıllı, daha güzel yoktur bu alemde. “Ey bizi kınayan, bu macerayı ne vakte dek dinleyip duracağız? Bundan böyle artık deliye az öğüt ver. Ben artık ayrılık işvesine ait sözleri duymak istemem. Bunu sınadım, ne vakte dek sınamaya devam edeceğim. Bu yolda coşup köpürmekten, deli divane olmaktan başka ne varsa uzaklıktır, yabancılıktır.” (Mesnevi, VI/607) !153


Mesnevi Işığında

Hazreti Şems, Mevlana ile buluştuklarında katırının dizginlerinden tutuyor, gözlerini de Mevlana’nın gözlerine dikiyor ve “Ya Mevlana!” diyor, “Sana bir sorum var.” Mevlana, “Buyrun sorun” deyince Şems, O’na şu soruyu soruyor: “Hazreti Muhammed mi büyüktür bu alemde, yoksa Bayezid-i Bestami Veli mi?” Cenab-ı Mevlana, bu soruyu işitince hayretler içine düşüyor ama böyle bir soruyu Şems’den başkasının da soramayacağını bildiğinden hemen O’nu keşfediyor ve şu cevabı veriyor: “Ya Şems! Bu ne biçim bir sorudur? Tabii ki Hazreti Muhammed daha büyüktür.” Yine Şems soruyor: “Güzel cevap verdin, fakat Bayezid-i Bestami Veli’ye sordular: Allah’a karşı ibadetini yaptın mı? Bayezid dedi ki: Yaptım. Pekala, Hazreti Muhammed’e de aynı soruyu sordular; O ne buyurdu: Yapamadım. Biri dedi, yaptım; biri dedi, yapamadım. Buna nasıl cevap vereceksin ya Mevlana?” İşte Mevlana Şems’e şu cevabı verdi: “Bayezid-i Bestami Veli bir havuzdu, o havuza gölün suyu döküldü, havuz taştı ve şöyle seslendi: İz cübbeti minallah - Cübbem dünyaya aittir, onun dışında ne varsa Allah’tır. Hazreti Muhammed ise bir okyanustu, bütün denizler ona aksa, onda bir taşma olmaz.” !154


Mevlana Sohbetleri

“İnsandan da dedikodudan da geç de Cebrail’in ruhunun dayanıp kaldığı deniz kıyısına var! Ondan sonra Ahmed’in canı sana karşı dudağını ısırsın... Cebrail, senden korksun, geride kalsın! Bir yay kadar ileri varır, sana doğru gelirsem derhal yanarım desin!” (Mesnevi, IV/1888) Bir insan, büyük bir yere yönelirse, orda onun aklı da büyür, güzelliği de çoğalır. Ama küçük yerlere yönelirse, o zaman var olan küçük aklını da kaybedebilir. “Peygamber, ‘Kim ahmaksa düşmanımızdır, yol kesen gulyabanidir. Akıllıysa canımızdır, ondan gelen esinti ondan gelen rüzgar bize fesleğendir. Akıl, bana sövse razıyım, çünkü benim feyiz vericiliğimden bir feyze sahiptir’.” (Mesnevi, IV/1947)

!155


Mesnevi Işığında

İnsan, her nefeste her an ölüyor ve diriliyor. Yani bu demek oluyor ki, ölüm şimdi, şu anda gerçekleşiyor. Ve deniliyor ki: Ölümden korkuyorsan aşık olamazsın. Aşktan korkuyorsan manevi dünyaya giremezsin. Siz bu konuda ne dersiniz Hasan Dede? Nefes, insanın ağzından çıkarken der ki: Ben kimim? Bizler de ruhen diyoruz ki: Rabbimsin. O da tekrar sana geri dönüyor. Yani devamlı Rabbimizle bir alışveriş içindeyiz. O nefesle hayattayız. “Suret suretsizlikten çıktı, yine suretsizliğe döndü. Zira biz yine Allah’a döneceğiz. Şu halde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa, ‘Dünya bir andan ibarettir’ buyurdu. Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Allah’a gelir. Her nefeste dünya yenilenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdar değiliz. Ömür su gibi yeniden yeniye akıp gider. Fakat cesette bir daimilik gösterir. Elinde hızlı hızlı oynattığın ucu ateşli bir sopa nasıl upuzun ve tek bir ateş hattı gibi görünürse ömür de pek çabuk akıp geçtiğinden daimi bir şekilde görünür. Ateşli çöpü sallasan !156


Mevlana Sohbetleri

ateş gözüne upuzun görünür. Bu ömür uzunluğunu da Allah’ın tez tez halketmesindendir. Allah’ın yeniden yeniye ve süratle halketmesi, ömrü öyle uzun ve daimi gösterir. Bu sırrı bilmek isteyen, pek büyük ve derin bir alim bile olsa kendiliğinden bilemez, ona de ki: İşte Hüsameddin buracıktadır. O yüce bir kitaptır ondan öğren...” (Mesnevi, I/1141)
 Bir insanın bedeninde korkular suret bulursa, bunun sebebi imansızlıktır. Fakat ehl-i iman sahibi bir insanda korku namına bir şey yoktur. Bizim, ehl-i iman sahibi dendiğinde, aklımıza ilk gelen kişi Hazreti Ali Efendimizdir. O, Hazreti Muhammed Efendimizin uğruna her an canını vermeye hazırdı. Kılıcıyla pervane gibi döner ve bütün düşmanları ortadan kaldırırdı. Aslında hakikatte o kimseyi öldürmemiştir, onun öldürmesi diriltmektir. Ali’nin kılıcı dirilik verir, öldürmez. Hakikate göre, bir nefsi ortadan kaldırmaktaydı ve Rahman sıfatına yüceltmekteydi. Bunu da ancak iman yaptırabilir. “Ali dedi ki: ‘Ben kılıcı Allah için vuruyorum. Allah kuluyum ten memuru değil! Allah !157


Mesnevi Işığında

aslanıyım heva heves aslanı değil... İşim, dinime şahittir. Ben ‘Attığın zaman sen atmadın, Allah attı’ sırrına mazharım. Ben kılıç gibiyim, vuran o güneştir. Ben; pılımı pırtımı yoldan kaldırdım; Allah’dan gayrısını yok bildim. Bir gölgeyim sahibim güneş... Ona hacibim hicap değil.
 Kılıç gibi vuslat incileriyle doluyum; savaşta diriltirim, öldürmem. Kılıcımın gevherini kan örtmez. Rüzgar nasıl olur da bulutumu yerinden teprendirebilir? Saman çöpü değil; hilim, sabır ve adalet dağıyım. Kasırga dağı kımıldatabilir mi? Ben dağım; varlığım, onun binasıdır. Hatta saman çöpüne benzesem bile rüzgarım, onun rüzgarıdır. Benim hareketim, ancak onun rüzgarıyladır. Askerimin başbuğu, ancak tek Allah’ın aşkıdır. Hiddet, padişahlara bile padişahlık eder, fakat bize köledir. Ben hiddete gem vurmuş, üstüne binmişimdir. Hilim kılıcım, kızgınlığımın boynunu vurmuştur. Allah hışmıysa bence rahmettir. Tavanım, damım yıkıldı ama nura gark oldum. Toprağın atası, Ebu Turab oldumsa da bahçe kesildim. Benim sakınmam da ancak Allah içindir. Vermem de... Tamamı ile Allah’ınım, başkasının değil. Allah için ne yapıyorsam bu yapışım, taklit değildir; hayale kapılarak, şüpheye düşerek de değil. !158


Mevlana Sohbetleri

Yaptığımı, işlediğimi, ancak görerek yapıyor, görerek işliyorum. Hüküm çıkarmadan arayıp taramadan kurtuldum. Elimle Allah eteğine yapıştım. Uçarsam uçtuğum yeri görmekteyim, dönersem döndüğüm yeri. Bir yük taşıyorsam nereye götüreceğimi biliyorum. Ben ayım, önümde güneş, kılavuzuyum. Halka bundan fazla söylemeye imkan yok; denizin ırmağa sığması mümkün değildir.” (Mesnevi, I/3786)
 Bir kişide iman ve teslimiyet yoksa derinlere dalamaz. Aynı şekilde bir kişi yüzmeyi bilmiyorsa o da derinlere dalamaz. Ama eğer yüzmeyi biliyorsa, su isterse yüzlerce metre derinlikte olsun, isterse sadece bir metre derinlikte olsun, suyun üzerinde durur. “Katra, aslı olan denize kavuştu mu güneşin hararetinden de kurtulur, yelden, topraktan da! Zahiri, denizde yok olur ama zatı yok olmaz, ebedileşir, iyileşir!

!159


Mesnevi Işığında

Kendine gel ey katra da pişman olmaksızın varlığım ver, ver de bir katra ya karşılık uçsuz bucaksız denizi bul!” (Mesnevi, IV/2617) Sende aşk varsa, iman varsa mutlaka güzel bir yere varırsın. O zaman senin başındaki akıl da iman ettiğin yerin aklıdır, senden tecelli eden o güzellikler de yine iman ettiğin yere aittir, çünkü bize ait hiçbir şey yoktur. Biz, O’nun gölgesiyiz. Bizden önce onlar gölgelik yapmaktaydılar. Onların o ruhunu, o taşıdıkları güzellikleri, hiç şeksiz şüphesiz şimdi biz taşımaktayız. Katiyyen O’nun dışında değiliz ve şimdi bugüne göre sizlere konuşmaktayız. “Ey sevenler, niyaza başlayın, şad olun, bu kapıda yalvarın... çünkü bu kapı, bugün açılacak! Sen safran evleğisin, safran ol... başka sebzelerle karışıp uzlaşma! Ey safran, sudan gıdanı al da safran ol, zerdeye gir! Şalgam evleğine girip ağzını açma da onunla aynı tabiatta, aynı huya sahip olma!” (Mesnevi, IV/1083)

!160


Mevlana Sohbetleri

Hasan Dede, sizinle yaptığımız sohbetlerde aşktan çok söz etmekteyiz. Şimdi yine aşktan bir soru soracağım. Deniliyor ki, yalnızca bir türlü aşk vardır. Ama görüntüleri binlerce türlüdür. Aşkın bir çeşidi şudur ki, aşk beşeridir. Şaka ile başlar, sorumluluk getirir, gözden girer, g ö n ü l d e y a ş a r. S u r e t e m e y l e d e n l e r ziyandadır. İkinci çeşidine gelince, aşk platoniktir. Sohbetle başlar, zahmet getirir, zihinden girer, gönülde yaşar. İçini süslemeyenler yolu şaşırır. Üçüncü çeşit aşk ise şöyledir ki, aşk ilahidir, imanla başlar, vahdete götürür, gönülde doğar, gönülde yaşar. Sırrı saklamayanlar başını verir. Ne dersiniz? Öncelikle, mecaz aşklar hiçbir zaman kişiye huzur vermez. Bir an gelir güzellik verir, bir an gelir insanı kıskanmalara, hasetlere, kavgalara sürükler. Fakat mecaz aşk, ilahi aşka dönüştüğü zaman, ruh ferahlığa ulaşır, insanın bu ilahi aşkla aklı büyür ve namütenahi güzelliklere kavuşur. İlahi aşkın dışındaki aşklarda, ister platonik olsun, ister mecaz, hepsinde kavga vardır, naz vardır, niyaz vardır.

!161


Mesnevi Işığında

“Vehim; vasıflardan, hadlerden doğar. Hakk ise doğmamıştır, doğurmaz. Kendi tasvir ettiği şeye, kendi vehmine aşık olan kişi, nereden nimet ve ihsan sahibi Allah aşıklarından olacak? O vehme aşık olan, doğrucuysa mecazi sevgisi, kendisini nihayet hakikate çeker, götürür. Bu sözü iyice anlatmak, açmak lazım; fakat eski düşüncelilerden, onların köhne anlayışlarından korkuyorum. Kısa görüşlü köhne anlayışlar, fikre yüz türlü kötü hayaller getirirler. Herkesin doğru işitmeye kudreti yoktur. Her kuşcağız, bir inciri bütün olarak yutamaz. Hele ölmüş, çürümüş, hayallere dalmış kör bir kuş olursa... Bu hamamlardaki resimler camekanın dışından bakılırsa elbiseler gibidir; cansız, hareketsiz durup durmaktadırlar. Sen, ancak dışardan elbiseleri görürsün. Elbiseni çıkar, soyun da bir içeriye gir arkadaş!..” (Mesnevi, I/2758)
 Şöyle bir misal verelim: Bir gün, Mısır hükümdarına, Musul hükümdarının cariyesini methederler ve resmini gösterip derler ki, “Bu kız ayın ondördü gibi ve resimde böyle güzel görünüyor, kendisini görseniz bu resimden bin kat daha güzeldir.” Mısır hükümdarı, kızın resmini görür görmez, seçkin !162


Mevlana Sohbetleri

komutanlarının emrine binlerce asker verir ve cariyeyi kendisine getirmeleri için Musul’a gönderir. Komutanlar kalkıp giderler. Fakat Musul hükümdarı der ki, “Bütün hazinemi veririm ama o cariyemi vermem.” Bunun üzerine saldırıya geçerler ve cariyeyi alıp Mısır hükümdarının huzuruna getirirler. “O ahmak Hükümdar da bir zaman o güzel cariyeye kapıldı, onunla gönül eğledi işte. Tut ki bütün doğuyu, batıyı zaptettin, her tarafın saltanatına sahip oldun. Mademki bu saltanat, kalmayacak, sen onu bir şimşek farzet, çaktı, söndü. Ebedi kalmayacak mülkü, gönül, bir rüya bil! Cellat gibi boğazına yapışan debdebeyi, şan ve şöhreti ne yapacaksın ki? Bil ki bu alemde de bir emniyet bucağı vardır.” (Mesnevi, V/3925) Yani mecaz aşklarda çok savaşlar ve kavgalar olmuştur, çok canlar da boşu boşuna gitmiştir. Ama manevi aşka girildiği zaman, artık denizdeki dalgalar durulur, daima ehadiyette varlığını gösterir. Bizlere huzur veren manevi aşktır. Hazreti Muhammed Efendimiz, Pirimiz Hazreti Mevlana ve Piran

!163


Mesnevi Işığında

Efendilerimiz, hepsi mecazdan çıkmışlar, ilahi aşka tutulmuşlardır. “Dolabın dönüşünü ne vakte dek göreceksin? Başını çevir de hızlı ve coşkun coşkun akan suyu da gör. Görüyorum deyip duruyorsun ama onu görmenin birçok ayan beyan nişaneleri vardır. Şöyle denizin köpüğünü görüverdin mi hayran olman lazım ki denizi de göresin. Köpüğü gören, sırlar söyler. Fakat denizi gören şaşırır kalır. Köpüğü gören, niyetlerde bulunur; denizi gören, gönlünü deniz haline getirir. Köpükleri gören, onları sayar döker. Denizi görenin irade ve ihtiyarı kalmaz. Köpüğü gören dönüp dolaşmaya düşer. Denizi görende hiçbir gıllugış kalmaz.” (Mesnevi, V/2905) Bakın Yunus Emre, yaz mevsiminde bir gece kalkıp Hazreti Mevlana’nın huzuruna gelmiş. Mevlana da o saatte gül bahçesini dolaşmaktaymış. Yunus Emre niyaz etmiş, Mevlana’da perdeler kalkık olduğundan, daha onun kim olduğunu görmeden, “Hoşgeldin Yunus” diye cevap vermiş. Musaffaha yapıp, kucaklaşmışlar. Mevlana hemen Yunus’a dönüp, “Bana aşkı söyle Yunus” diye hitab etmiş. Yunus da başlamış sevgiden, aşktan, !164


Mevlana Sohbetleri

yandığı yerden söz etmeye; ne zaman durmaya kalksa Mevlana ona seslenmiş, “Biraz daha, biraz daha, biraz daha...” Ve böylece sabah ezanına kadar aşkı yadetmişler. Beraberce sabah namazını eda ettikten Mevlana’nın odasına gelmişler. Yunus bakmış ki rihalenin üstünde Mesnevi-i Şerif duruyor, hemen alıp okumaya başlamış ve birçok mana görmüş, dönüp Mevlana’ya, “İnsanın ömrü yetmez bu Mesnevi’yi okumaya” diye buyurmuş. İşte Mevlana ona şu cevabı vermiş: “Ete kemiğe büründün, Yunus diye göründün, herkesi kendin gibi mi sanırsın, ey Yunus!” “O şarab ki padişahların başına sıçrar da sakinin başına altın taç koyarlar. O şarab ki fitneler, kargaşalıklar çıkarır, kullarla padişahları birbirine katar. O şarab ki kemikleri eritir de tamamiyle can yapar, o zaman tahtayla taht bir olur. Ayıkken kulla padişah suyla yağ gibidir ama sarhoşluk vaktinde tendeki cana dönerler. Heriseye benzerler, artık farkları kalmaz. Fakat bu makama varıp gark olmıyan bunu fark edemez.” (Mesnevi, V/3456)

!165


Mesnevi Işığında

Yunus Emre, Hazreti Mevlana’nın yanında dört sene hizmet etti. Ne zaman ki, Hazreti Mevlana Hakk’a yürüdü, altı ay daha Sultan Veled ile beraber kaldı. Ama aynı havayı bulamayınca ordan ayrıldı. Yunus Emre, Mevlana’ya hitaben şöyle bir dil sarfetmiştir: “Yetmişiki damarımda dolaşan kan, hep sen imişsin; gönlümdeki muhabbet ve aşk, ya Hüdavendigar! Hep sen imişsin...” “Aşk, Allah sırlarının usturlabıdır. Aşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten... akıbet bizim için o tarafa kılavuzdur. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim... asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, aciz kalır. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı, aşıklığı yine aşk şerh etti.” (Mesnevi, I/110)

!166


Mevlana Sohbetleri

Hasan Dede, aşk için, “Aşk büyük bir kumardır” deniliyor. Yani aşka tutulan herşeyini kaybeder. Siz ne dersiniz? Bu söz çok yerinde söylenmiştir. Peki neden aşka tutulan herşeyini kaybeder? Çünkü bir insan aşka girdiği zaman artık onun parada, pulda, dükkanda, malda, mülkte, zahiri arkadaşlarda gönlü olmaz. Hepsi onun gönlünden teker teker silinir. Görünüşte bunlar kayıp gibi görünür ama hakikatte öyle bir kazancı olmuştur ki, o gönlünü verdiği Sevgili, ona hem kendini bağışlamıştır, hem de dünyayı bağışlamıştır. Artık ondan daha zengini yoktur.

“Kazanıp kaybetmede satranç oyunu gibiyiz; ey huyları güzel! Bizim kazanıp kaybetmemiz sendendir. Ey bizim canımıza can olan! Biz kim oluyoruz ki seninle ortada olalım, görünelim! Biz yokuz. Varlıklarımız, fâni suretle gösteren Vücud-u Mutlak olan sensin.
 Biz umumiyetle aslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onların zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgardandır. Hareketimiz de, varlığımız da senin vergindir. Varlığımız umumiyetle senin icadındır. Yoksa, varlık lezzetini gösterdin. Yok olanı kendine aşık eylemiştin! O İn’am ve ihsanın lezzetini... !167


Mesnevi Işığında

mezeyi, şarabı ve kadehi esirgeme!
 Esirgersen kim arayıp tarıyabilir? Nakış nakkaşla nasıl mücadele eder? Bize, bizim ef’alimize bakma; kendi ikramına, kendi cömertliğine bak!” (Mesnevi, I/600) “Ne mutlu o sofiye ki rızkı azalır... boncuğu inci olur, kendisi deniz kesilir! O hususi Allah nafakasını duyan, Allah’ın yakınlığına erer, gayb nafakasını elde eder.” (Mesnevi, IV/1860)

!168


Mevlana Sohbetleri

İlahi aşka ulaşmak için çok çeşitli ve teferruatlı yollar var. İnsanların bunların içine girdiği zaman kafaları karışıyor ve işin içinden çıkamıyorlar. Fakat Hazreti Mevlana bu gibi detaylara girmektense, kısa yoldan diyor ki: “Aşka gir, ölümsüz ol ve istediğini kendinde bul!” Yani örneğin; yüzmeyi öğreten bir kitabı alıp okumak yerine, hemen denize atlamayı tavsiye ediyor. Siz ne dersiniz Hasan Dede? Toplumumuzda çoğu insan malesef bazı hocaların vaad ettikleri cennetlerin, köşklerin, hurilerin, gılmanların peşinde koşmakta ve yaptıkları ibadetleri de bu vaadleri elde etmek için yapmaktadırlar. Dolayısıyla bu ibadetler menfi oldukları için tasavvufta hiç geçerliliği yoktur.

“Birisi minareyi görür, minaredeki kuşu göremez. Minaredeki hünerli doğanı gözü alamaz. İkincisi, kanatlarını çırpan kuşu görür, fakat kuşun ağzındaki tüyü göremez.
 Allah nuru ile bakansa hem kuşu görür, hem ağzındaki tüyü. Öbürüne der ki: Tüyü gör tüyü. Tüyü göremedikçe düğüm açılmaz. Birisi insanı nakışlarla bezenmiş balçıktan bir suret görür öbürü ilim ve amelle dolu bir balçık! Beden minaredir, ilim ve ibadet kuşa benzer, onu ister üç yüz tane say ister iki tane. Orta !169


Mesnevi Işığında

görüşlü adam, yalnız kuşu görür, kuştan başka önde, artta hiçbir şey göremez. Tüyse, kuşta gizli olan tüydür, kuşun canı onunla kaimdir. Gagasında tüy bulunan kuşun işi, hiç eğreti olmaz. Onun bilgisi daima canından coşar. Ne eğretidir,ne borç!” (Mesnevi, VI/1140) Tasavvufta, insan insanın cennetidir. Bir kişi güzel bir topluluğa girdiği an, o kişinin vücudunun her zerresi huzur bulur. Huzur bulduğu için de cennette sayılır. Fakat bir kişi çirkin bir topluluğa girdiği an, işte bu da cehennemdir.

“Allah cömerttir ama güzelim cennetin nimetleri cehennemliğe haramdır. O, ebedî ahde vefa edenlerden değildir, onun için de cennet balı, ağzına acı gelir.” (Mesnevi, VI/829)
 İşte yüce Mevlana şöyle buyurur: “Cenneti görmek isterseniz, bahar ile yaza bakın. Bahar, yazı müjdeler. Aşıkların dilinden sevgi, birlik, coşku dile geldiği için onların muhabbetlerinin sureti bahar ile yaz mevsimi gibidir, cenneti andırır. Çünkü aşıklar hep Sevgililerinden !170


Mevlana Sohbetleri

konuşurlar. Küfürbazların da sohbeti sonbahar ile kışa benzer, cehennemi andırır.”

“Allah’a göre güz, nefis ve hevadır. Akılla cansa baharın ve ebedîliğin ta kendisidir.
 Eğer senin gizli ve cüzi bir aklın varsa cihanda bir kâmil akıl sahibini ara! Senin cüzi aklın, onun külli aklı yüzünden külli olur. Çünkü Akl-ı kül, nefse zincir gibidir. Binaenaleyh, pak nefesler bahar gibidir, yaprakların ve filizlerin hayatıdır.” (Mesnevi, I/2051) Bir gece Yunus Emre bir mana görüyor. Manasında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor. Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, “Burası neresidir?” diye soruyor. Ona, “Burası cennet-i ala’dır” diye cevap veriyorlar. Bunun üzerine Yunus hemen, “Peki o zaman buranın sahibi nerededir?” diye soruyor. O zaman Yunus’a diyorlar ki: “Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.” İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryad ediyor: “Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem haline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın...” Yani aşığa cennetler verseler, saraylar, köşkler verseler, orada onun !171


Mesnevi Işığında

Sevgilisi yoksa her yer ona zindan görünür. İşte bu yüzden aşığın en büyük varlığı Sevgilisidir. O’nun dışında kalan her şey değersizdir.

“Hazreti Muhammed, elde bulunan, görünüp duran yüzlerce kıyametti. Çünkü O, her hakikati, her sırrı çözüp bağlama yokluğunda hâl olmuş, hakiki varlığa ulaşmıştı. Ahmed bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce kıyametti. Ondan kıyameti sorup dururlar ve ‘Ey kıyamet, kıyamete ne kadar zaman var’ derlerdi.
 Birisi o hakiki mahşer olan Peygamberden haşri sordu mu çok defa hâl diliyle ‘Mahşerden haşri soruyor’ derdi. İşte Onun için o güzel haberler veren Peygamber, ey ulular demiştir, ölmeden önce ölün! Nitekim ben de ölmeden öldüm de bu sesi, bu şöhreti o taraftan aldım, getirdim. Kıyamet ol da kıyameti gör. Her şeyi görmenin şartı budur.” (Mesnevi, VI/750)
 Şimdi birisi Hazreti Mevlana’ya diyor ki: “Bir kişi kalksa dese ki: Ben önce Allah’ı severim, sonra Peygamberimi severim, en son seni severim... Bu kişi hakkında ne dersiniz?” İşte Mevlana ona şu cevabı veriyor: “Bu kişi aşktan !172


Mevlana Sohbetleri

çok uzaktır ve bu kişiyle yola çıkılmaz. Fakat bir kişi Sevgilisi için, Allah’ım, Peygamberim, dinim, imanım diye bahsediyorsa, işte o kişi gerçek bir aşıktır.”

“Doğruluk, can vermektir. Kendinize gelin de bu hususta ileri geçin. Kur’an’dan ‘Erler vardır ki Tanrı’yla ettikleri ahdi bozmadılar, ahidlerine doğrulukla sarıldılar’ âyetini okuyun! Mademki bu beden, ruha bir alettir, şu halde bu hakiki ölüm değildir.
 Nice ham kişiler vardır ki görünüşte kanlarını döktüler. Fakat nefisleri diri olarak o tarafa kaçtı. Aleti kırıldı ama yol kesen diri kaldı. Bindiği at kanlar saçtı ama nefis diri. At öldü, yolu aşılmadı. Ancak ham, kötü, perişan bir halde kala kaldı. Her kan döken şehit olsaydı öldürülen kâfir de kutlu bir şehit sayılırdı.
 Nice şehit olmuş güvenilir kişiler de vardır ki dünyada ölürler, şehit olmuşlardır, fakat diri gibi yürür gezerler. Yol kesen ruh olmuştur, onun kılıcı olan beden bakidir ve o savaş arayan erin elindedir.
 Kılıcı, o kılıçtır, fakat, o adam değil. Fakat bu görünüş, seni şaşırtır. Nefis, değişti mi bu beden kılıcı, ihsan ve lütuflar sahibi Tanrı'nın elindedir. O, öyle bir erdir ki gıdasız,

!173


Mesnevi Işığında

tamamiyle dert. Öbür erlik ise toz gibi ortası delik bir şeydir!” (Mesnevi, V/3820) Benim Şeyhim, Hakkı Dede, beni kendisine evlat olarak alacağı zaman, dedi ki: “Benim gözlerimin içine bakarak üç sefer ‘Allah’ diyebilir misin?” Ben düşündüm taşındım ve gördüm ki, Allah, ne güneşten ne aydan ne de yıldızlardan dile geliyor; ancak 1.60 - 1.70 boyunda bir insandan dile geliyor. Üç gün sonra gittim ve şeyhime ikrar verdim. İkrar verdikten sonra yavaş yavaş perdeler kalktı.

“Ne hoştur o şart ve ne sevinçli şeydir o mükafat. O gönüller açan, canlara canlar katan mükafat! Aşıkın Allah’dan kazandığı sevap da Allah’dır. Aşıkların neşesi de odur, gamı da, hizmetlerine karşılık aldıkları ücret de. Aşık, sevgiliden başkasını seyre dalarsa bu, aşk değildir, aslı yok bir sevdadır. Aşk, o yalımdır ki parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar. La kılıcı, Allah’dan başka ne varsa hepsini keser silip süpürür. Bir bak hele, La’dan sonra ne kalır? İllallah kalır, hepsi gider. Neşelen, sevin ey ikiliği yakıp yandıran şiddetli aşk! Zaten evvelkiler !174


Mevlana Sohbetleri

de oydu, sonrakiler de. İkilik ancak şaşı gözün bir görüşüdür, bunu böyle gör.” (Mesnevi, V/585)
 Şeyhim Hakkı Dede’nin kendi babasından ve babasının da Niyazi Dede Hazretlerinden duyduğu ve bana anlattığı bir hikaye vardı, onu sizinle paylaşmak istiyorum: Niyazi Dede Hazretleri, Selanik şehrinde ikamet eden Küçük Nazif Dede Hazretlerinin dervişiydi. Bir akşam zikir vaktinde ikisi beraber zikire girecekler. Nazif Dede, Niyazi Dede’ye biraz ötede oturmasını istiyor ve kendisi de oturuyor ve üç sefer “La ilahe illallah” ve sonra Lafza-i Celal dile getiriyor ve ardından kendinden geçiyor, “İmanım Nesim... İmanım Nesim...” diye zikretmeye başlıyor. Nesimi Dede, Nazif Dede’nin şeyhi, o da Konya’da ikamet ediyor. Nazif Dede, şeyhini öyle coşkuyla zikrediyor ki, Niyazi Dede’nin aklı duruyor. Merakını yenemiyor, ne yapıyor ediyor, izin istiyor ve Konya’ya geliyor. Nesimi Dede’yi soruyor, ona diyorlar ki: “Nesimi Dede, Meram’a çıktı.” Gecenin karanlığında çıkıyor Meram’a ve Nesimi Dede’yi zikir yaparken buluyor. O da diyor: “İmanım Nazif... İmanım Nazif...” Niyazi Dede, kollarını bağlıyor ve Nesimi Dede’nin arkasında niyazda duruyor ve beklemeye koyuluyor. Bir !175


Mesnevi Işığında

zaman sonra Nesimi Dede zikrini sonlandırıyor ve Niyazi Dede’ye dönerek, “Hoşgeldin Niyazi!” diyor. Halbuki daha önce birbirlerini hiç görmemişler, ama perdeler kalkmış. Yani, insandan insanadır yol.

“Yıldızların ardında yıldızlar vardır ki onlarda ihtirak ve nahis olmaz. Onlar, bu meşhur yedi kat gökten başka diğer göklerde seyir ve hareket ederler.
 Birbirlerine bitişik ve birbirlerinden ayrı olmayan bu yıldızlar, Allah nurlarının ışığında dururlar.
 Her kimin talihi o yıldızlardan olursa o kimsenin zatı, kâfirleri taşlayıp yakar.” (Mesnevi, I/754)
 Hazreti Mevlana’nın babası, Sultan’ül-Ulema Hazretleri, Belh şehrinden ayrıldıktan sonra, konakladıkları bir yerde ona “Nereye gidiyorsun?” diye soruyorlar. Şu cevabı veriyor: “Allah’tan geldik Allah’a gidiyoruz; Adem’den geldik Adem’e gidiyoruz.”

“Bu aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın, ten gözünden duygu başını çözün!
 O gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır, bu kulak sağır olmadıkça o can kulağı sağırdır. !176


Mevlana Sohbetleri

Hissiz, kulaksız, fikirsiz olur ki ‘İrciî Allah’a geri dön’ hitabını işitesiniz.
 Sen uyanıklık dedikodusunda oldukça uyku sohbetinden nasıl olur da bir koku alabilirsin!” (Mesnevi, I/566)

!177


Mesnevi Işığında

Hasan Dede, deniliyor ki: Hakiki dervişlik özgürlüktür. Yani derviş her bakımdan özgür olmalıdır, bir yere bağlı olmamalıdır. İnanmak demek, bir teoriye, bir felsefeye, bir dünya veya ahiret görüşüne inanmak demektir. İnanmak zihindedir, düşüncededir. İnanmakta şüphe olabilir, güven ise yürekten gelir. Acaba bizi inancımız mı yoksa yüreğimiz mi özgür bir derviş yapar? Siz ne dersiniz? Bu sözleri kim söylemişse çok yerinde söylemiştir. Bugün, derviş diyebileceğimiz pek kimse yok, fakat sahte derviş çok. Ama mürid var, muhib de var. Mürid, yola bağlı olan demektir, muhib ise yola karşı sempatisi olan demektir. “Yalnız sureti derviş olan, o zekatı, o arılığı nereden tadacak. O, manadır, faulün failat değil.” (Mesnevi, VI/160) Derviş kimdir diye düşünmemiz gerek. Derviş, tamamen iman ettiği yere teslim olmuştur ve onda varlığını gösteren teslim olduğu yer olmuştur. Böyle olduğu için de o tamamen hürdür, özgürdür. Dervişe artık kanun koyamazsınız, çünkü o artık Hakk ile Hakk olmuştur. Allah’ın hürriyetine kavuşmuştur. !178


Mevlana Sohbetleri

“Ey Zülfikar, kendi varlığının, benliğinin başını kes. Kendinden geç, derviş gibi yok ol. Kendinden geçtin, varlığını bıraktın mı, ne yaparsan Allah yapar. ‘Sen atmadın, Allah attı’ hükmüne girersin, eminsin.” (Mesnevi, VI/1522) Yüce Mevlana şöyle der: “Aşık yoktur bu alemde, Maşuk vardır.” Aşık ölüdür. Eğer aşık derse ki, hem ben varım hem o var, bu kişi aşık değildir, ancak aklına aşıktır. “Aşk ıstırabına hiçbir yar, hiçbir ortak yoktur. Aşığa alemde bir tek mahrem bile bulunmaz. Aşıktan daha deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır. Çünkü bu, herkesin deliliğine benzemez ki. Hekimlik bilgisinde bunu iyileştirecek hükümler yoktur.
 Bir hekim, bu çeşit deliliğe uğrasa hekimlik kitabını kanı ile yıkar, yazılanların hepsini silerdi. Bütün akılların hekimliği, aşka göre çizilmiş suretlerden başka bir şey değildir. Bütün güzellerin yüzleri, onun yüzünün perdesidir.
 Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası değildir.” (Mesnevi, VI/1978)

!179


Mesnevi Işığında

Peki özgürlüğünü elde etmiş olan bir derviş nasıl davranır, nasıl hizmet eder? İman ettiği yerde yokluğa bürünmüş ve iman ettiği yerin varlığıyla özgürlüğe kavuşmuş olan bir derviş kimliğine ermiş demektir. Fakat toplumun kimliklerinden haberleri yok. Böyle olduğu için de daima korku içinde, cehalet içinde ve isyanlar içinde yaşamlarını sürdürmektedirler. “Kim daha ziyade sonu görürse o, daha kutludur... Fakat kim ahırı görürse o daha fazla kovulmuş, sürülmüştür!” (Mesnevi, IV/1614) Bizlere en büyük örnek Yüce Muhammed’dir. O, her zaman insanı ön planda tutmuş ve “İnsan varsa, Allah var” diye buyurmuştur. Onun en büyük hizmeti, insanlara insanlık tohumu ekmekti, yani kendisini ekmekti. O gün Muhammed bir iken, binler oldu, milyonlar oldu. Fakat malesef sadece dille anıldığı için, bugün belki yalnız on kişide varlığını göstermektedir. “Bu alem halkı, hikmet hazineleri gizli kalmasın, meydana çıksın diye yaratılmıştır. Ben bir hazineydim, dedi Allah, hem de gizli...

!180


Mevlana Sohbetleri

Bunu duy da cevherini kaybetme, meydana çıkar!” (Mesnevi, IV/3028) Bir gün, Yüce Mevlana’ya bir soru sordular: “Meyva mı büyüktür bu alemde, yoksa ağaç mı büyüktür?” Mevlana, onlara şu cevabı verdi: “Meyva büyüktür.” “Neden?” dediler. Şöyle bir misal verdi: “Bir elma ağacı yaklaşık ikiyüz tane elma verir. Bir elmanın içinde ise beş altı tane çekirdek tohumu bulunur. Onları alıp toprağa diktiğin zaman, her birinden beş tane elma ağacı yetişirse, o beş elma ağacı olgunluğa eriştiğinde sana bin adet elma verir. İşte bu yüzden meyva daima ağaçtan büyüktür.” “Allah tarlasına temiz tohumlar ekilsin de sonra temiz mahsul vermesin... imkanı yok! Allah bahçeleri de mahsul vermezse artık Allah yeri geniştir denebilir mi? Söyle! Bu yokluk yeri bile mahsul vermemezlikte bulunmaz... artık bundan çok geniş olan Allah yeri nasıl olur da mahsul vermez? Bu yerin bile sayısız mahsul verme kabiliyeti vardır, en aşağı bir tohuma yedi yüz verir!” (Mesnevi, IV/1759)

!181


Mesnevi Işığında

Eğer bizler de yolcularımıza insanlık tohumu ekebilirsek, onlara kimliklerini verebilirsek, onlar yarınların aydın insanları, yarınların büyükleri ve yarınların ölümsüzleri olurlar. “Şeyh, kamildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı. O mürşid, onun irşad edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz yere ekti.” (Mesnevi, I/1444) Peki ölümsüz kimdir? Yüce Muhammed ölümsüzdür, İsa Ruhullah ölümsüzdür, Musa Kelamullah ölümsüzdür, Yüce Mevlana ölümsüzdür, bütün Piran Efendiler ölümsüzdür... Neden ölümsüzdürler? Çünkü hiçbir zaman kendi menfaatleri için hizmet etmemişlerdir, daima insanlık için hizmet etmişlerdir ve kendilerini insan toplumuna kazandırmışlardır. Ölümsüz olmak demek, sevenleriyle beraber anılmak, onlarla yaşamak demektir. İşte bizler de onların devamıyız. Bizler, ölümsüzleri kendimize dost edindik. Onlar, bizlerde varlıklarını göstermektedirler, bizlerde yaşamaktadırlar. İnsanın gideceği yer yine insandır, başka bir yer değil.

!182


Mevlana Sohbetleri

“Ecelle, ölümle Mustafa’nın adı yanmamıştır... çünkü o adın sahibi ileriden ileriydi uludan ulu! Padişahların paraları değişir durur... Fakat Ahmed’in parası, kıyamete dek sürer gider! Üstünün dostu ol ki üstün olasın... Kendine gel de, mağluplara dost olma! Münkirin delili, ancak ve ancak şudur: Ben şu görünen yurttan başka bir şey görmüyorum! Hiç düşünmez ki nerede bir görünen şey varsa o, gizli hikmetleri haber vermededir. Her görünen şeyin faydası, faydanın ilaçlarda gizli oluşu gibi o şeyin içinde gizlidir.” (Mesnevi, IV/2865)

!183


Mesnevi Işığında

Hasan Dede, bizler burada Hazreti Muhammed’i, Hazreti Ali’yi, Hazreti Mevlana’yı anıyoruz. Fakat aslında bütün mesele onları kendimizde bulmak değil midir? Bizler, eğer düşüncelerimizi temizleyerek, onlara düşüncelerimizde yer verirsek, o zaman bakışlarımızdaki mana değişir, konuşmalarımız değişir, nefes alışımız bile değişir ve manevi bir hale dönüşürüz öyle değil mi? Buradaki sohbetler bu gayeye mi hizmet ediyor? Bir insan aklını dünya muhabbetlerinden, dünya varlıklarından temzilemezse ve kalbini de aynı şekilde dünyadan boşaltmazsa, Yüce Muhammed o kişide varlığını göstermez. İşte Mevlana şöyle buyurur: “Ey yolcu, o saray benim muhabbetimle mahmur olmadıktan sonra, o saraya o Padişah konuk olmaz.” “Gülen nar bahçeyi güldürür. Erler sohbeti de seni erlerden eder. Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen cevher olursun. Temizlerin muhabbetini ta... canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme. Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var. Gönül, seni, gönül ehlinin diyarına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker. Agah ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al,

!184


Mevlana Sohbetleri

onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbali bir ikbal sahibinden öğren!..” (Mesnevi, I/721) Gerek Yüce Muhammed Efendimiz, gerekse diğer mana erleri, onları temsil eden kişide varlıklarını gösterirler. Çünkü temsil eden kişi, yani bizler, onları kendimize ruh edinmişiz. Biz, onlarla diriyiz, onlar da bizimle diridir. İnsandır hepsinin varisi ve temsilcisi. Onlar, sevenlerinden dile gelirler. Onlara muhabbetini vermiş kişilerden konuşurlar. Bizler, burada onları anmadan, onların güzel muhabbetlerine bürünmeden, sohbet açmayız. Ama eğer bir kişinin dilinde hep dünya muhabbeti varsa, dünyadan konuşuyorsa, o kişi Hakk’ın dışına çıkmış demektir. “Ey derileri altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönün, tekrar var olun! O ses, Allah kulunun boğazından çıksa da esasen ve mutlaka Padişah’tan gelmektedir. Allah ona dedi ki: ‘Ben dilim, sen vücutsun. Ben senin hislerin, memnuniyet ve gazabınım. Yürü! Benimle duyan, benimle gören sensin. Sır sahibi olmak da ne demek? Bizzat sır sensin. Sen mademki hayret aleminde ‘Lillah’ sırrına mazhar oldun, ben de senin olurum. !185


Mesnevi Işığında

Çünkü ‘Kim, Allah’ın olursa Allah onun olur.’ Sana bazen sensin derim, bazen de benim derim. Ne dersem diyeyim, ben aydın ve parlak bir güneşim. Her nerede bir çırağlıktan parlasan orada bütün alemin müşkülleri hallolur. Güneşin bile gideremediği, aydınlatamadığı karanlık, bizim nefsimizden kuşluk çağı gibi aydınlanır. Adem evladına esmasını bizzat gösterdi. Adem’i, isimlerine mazhar etti; diğer mevcudata esma, Adem’den açıldı. Nurunu, istersen Adem’den al, istersen ondan... şarabı, dilersen küpten al, dilersen testiden! Çünkü bu testi, küple adamakıllı birleşmiştir; o iyi bahtlı testi, senin gibi zahiri zevklerle şad değil, hakiki neşeyle neşelenmiştir. Mustafa, ‘Beni görene benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu’ dedi. Bir mumdan yanmış olan çırağı gören, yakinen o mumu görmüştür. Bu tarzda o mumdan yakılan çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve ta yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikal etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir...” (Mesnevi, I/1935) Bakın İbrahim Halilullah diyor ki: “Un ile toprağı bir görenler bendendir, bir görmeyip ayıranlar benden değildir.” Dünyadaki bütün varlıklar toprağın evlatlarıdır. Yediklerimiz, içtiklerimiz, giydiklerimiz, ziynetlerimiz, bütün eşyalarımız, hepsi toprağın evlatlarıdır. Hepsinin !186


Mevlana Sohbetleri

özüne indiğimiz zaman karşımıza toprak çıkar. Peki bunlara bu kadar gönül veriyorsunuz da, neden onları yaratanı istemiyorsunuz? “İçeri gel, başkalarını da çağır ki padişah ateş içine sofra kurmuştur. Ey Müslümanlar, hepiniz ateşe girin; din lezzetinden başka her şey azaptan ibarettir. Ey ahali, hepiniz yüzlerce baharı olan bu nasibe pervane gibi gelin, atılın!..” (Mesnevi, I/800) İnsanlar yaşıyorlar ama malesef çocukça yaşıyorlar. Peki, diyeceksiniz, dünyayı sevmeyelim mi? İşte Mevlana şöyle der: “Eliniz dünyada olacak, ama gönlünüz onları yaratanda, yani Allah’ta olacak.” “Biz bildik ki şu tenden ibaret değiliz. Beden olmaksızın da Tanrı ile yaşarız. Ne mutlu o kişiye ki kendi zatını tanıdı, ebedi emniyet sahasında bir konak kurdu. Çocuk, ceviz ve kuru üzüm için ağlar. Halbuki bu, büyük adama göre hiçbir şey değildir. Gönüle göre de beden, cevizle kuru üzümdür. Çocuk, nerden büyüklerin bilgisine sahip olacak? Kim, perde ardındaysa zaten çocuktur.” (Mesnevi, V/3340)

!187


Mesnevi Işığında

Bizim, buradaki vazifemiz yolcumuzu Allah’a aşık etmektir. Ne diyorlar? Evliyaullah... Onlar, Allah ile evlilik yaptılar. Allah’ın güzelliğini kendilerinde gördüler ve orayla kalbi nikah yaptılar. “Allah gölgeyi nasıl uzattı ayeti, evliyanın nakşidir. Çünkü Veli, Allah güneşi nurunun delilidir. Bu yolda bu delil olmaksızın yürüme, Halil gibi ‘Ben batanları sevmem’ de! Yürü, gölgeden bir güneş bul. Şah Şems-i Tebrizi’nin eteğine yapış! Bu düğün ve gelinin bulunduğu yerin yolunu bilmezsen Hakk ziyası Hüsameddin’den sor!” (Mesnevi, I/425) Fakat malesef insanları Allah ile korkutmaktadırlar. Cehennemler çıkarırlar, sırat köprüleri çıkarırlar, kazanlarda yakarlar, insanları oralara sokarlar, hadi bakalım şimdi ibadet edin derler... İnsan bunları duyduğu zaman ibadetini korkarak yapar. Hazreti Mevlana, “O sırat köprüsü bu dünyadır” der. Kıldan ince, kılıçtan keskin... Eğer sen, kendin incinsen dahi, kimseyi incitmeden yaşamını sürdürürsen, sen sırat köprüsünden geçmiş olursun. Ama eğer birisi sana bir laf söyledi diye beş lafla karşılık verirsen; her gün beş vakit !188


Mevlana Sohbetleri

namaz kılıyor olsan dahi, o köprüden geçemezsin, düşersin. “Bir kişi Hakk’tan korkup takva yolunu tuttu mu; cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar.” (Mesnevi, I/1425) “İnsanların çoğu insan yiyicidir. Onların selam vermelerine pek emin olma! Hepsinin de gönlü Şeytan evidir. İnsan şeytanının lafına pek kulak asma! Şeytan’ın ağzından çıkan ‘Lahavle’ye kanan kişi, savaşta tepesi üstüne düşer. Dünyada Şeytan’ın şeytanlığına uyan; dost yüzlü düşmanın hürmetine, hilesine kanarsa, arıklıktan ve sersemlikten İslam yolunda, sırat köprüsünün üstünde tepe taklak gelir. Kötü dostun işvelerine kulak verme; yeryüzünde tuzak gör, emniyetle yürüme. Yüz binlerce ‘Lahavle’ okuyan Şeytan’a bak; ey Adem, İblis’i gör, bak nasıl yılanda gizlenmiş! Dostun postunu yüzmek için kasap gibi sana ‘Ey can, ey sevgili’ diye hitap eder. Bu suretle postunu yüzmek ister. Düşmanların afyonunu tadan kişinin vay haline!” (Mesnevi, II/251)

!189


Mesnevi Işığında

Hasan Dede, Tibetli budistler düşüncelerini öylesine olgunlaştırıyorlar ki, üzerlerinde sadece ince, cübbeye benzer bir giysiyle, gece vakti -10 derece soğukta oturabiliyorlar ve hatta sıcaktan terliyorlar. Bunu düşünce gücüyle yapıyorlar. Demek oluyor ki, düşünce ile herşeyi yapmak mümkün. Aslında siz de burada düşüncelerimizi olgunlaştırmaya çalışıyorsunuz ve bir insanın düşünceyle Hazreti Muhammed olabileceğini , Hazreti Ali olabileceğini, Ehlibeyt olabileceğini söylüyorsunuz. O halde, bütün mesele insanın düşüncesini olgunluğa eriştirmesidir, diyebilir miyiz? Bu konuda Mevlana şöyle buyurur: “İnsan düşünceden ibarettir. İnsan neyi düşünürse orayı seyreder. İnsandan düşünce alınacak olursa, geriye sadece deri ile kemik kalır.” “Sen bu cisimden ibaret değilsin, gözden ibaretsin. Canı görsen cisimden vazgeçersin. İnsan gözdür, öte yanı deriden, etten başka bir şey değil. Gözü, neyi görürse değeri o kadardır insanın.” (Mesnevi, VI/811) “Düşüncen, manevi varlığın gülse, gül bahçesisin; dikense külhana layıksın. Gül suyu isen seni başa !190


Mevlana Sohbetleri

sürer, göğsüne serperler; sidik gibiysen dışarı atarlar.” (Mesnevi, II/279) Şimdi, bir insan tefekküre dalar ve düşünür. Eğer güzel bir şey düşünüyorsa, o güzellikleri seyreder ve o anda kendisinden geçer. O anda artık hiçbir şey hissetmez, çünkü tek bir noktaya aklını vermiştir. “Aşık, sevgiliden başkasını seyre dalarsa bu, aşk değildir, aslı yok bir sevdadır. Aşk, o yalımdır ki parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar.” (Mesnevi, V/588)
 Şöyle bir misal vereyim: Savaş esnasında, Hazreti Ali Efendimizin iki omuzunun arasına bir ok isabet ediyor. Etrafındakiler hemen koşup oku çıkarmak istiyorlar. Hazreti Ali Efendimiz hemen onları durduruyor ve “Durun, oku şimdi çıkarmayın. Ben namaza durduktan sonra çıkarırsınız” diye buyuruyor. Namaza durduktan bir zaman sonra oku çıkarıp alıyorlar. Hazreti Ali Efendimizin ağzından bir ses dahi çıkmıyor. Herkes şaşkınlık içinde kalıyor. Hazreti Ali Efendimiz namazını bitirdikten sonra ona !191


Mesnevi Işığında

soruyorlar: “Ya Ali, biz oku çekerken sen hiç ses çıkarmadın, hiç acı duymadın mı?” Hazreti Ali Efendimiz, “Hayır, duymadım” diyor, “Çünkü namazın ruhaniyetiyle kendimden geçmiştim.” “Varlıkların kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de, ay da. Vücudunda nefsi ölen kişinin fermanına güneş de tabidir, bulut da. Gönlü ışık yakmayı, şulelenmeyi öğrenmiş olan kişiyi güneş bile yakamaz.” (Mesnevi, I/3003)
 Bir insanı sevgilisine en kısa yoldan ulaştıracak şey, aşktır. Çünkü bir insan aşka düştüğü zaman, o artık kendinde değildir. Bütün düşüncesi aşık olduğu yerdedir, sevgilisindedir. Yolda yürürken onunla konuşur, işyerinde çalışırken onunla çalışır, yemek yerken onunla yer, gece uyurken onunla uyur, rüyasında onu görür; her zerresi sevgilisyle doludur, her düşüncesi sevgilisi olmuştur. “Kendilerini unutup Yusuf’un yüzünü görenler, o güzelliğe dalıp kalanlar... bu yüzden ellerini doğrayanlar yok mu işte onlar, Tanrı abdallarıdır! Aklı, dost aşkında kurban et... akılların hepsi de o taraftandır, odur! Akıllılar

!192


Mevlana Sohbetleri

akıllarını o tarafa göndermişlerdir. Yalnız sevgilisi olmayan ahmak, bu tarafta kalmıştır!” (Mesnevi, IV/1423) Gerek Hazreti Muhammed Efendimiz, gerek bütün Evliyaullah, hepsi muratlarına aşk ile ermişlerdir, akılla değil. İşte Yunus Emre ne kadar güzel söyler: “Ey insan! Bu akılla, yürüttüğün fikirle aradığın dostu bulamazsın.” Neden böyle söylüyor? Çünkü akıl, perdedir. Bu yola akılla çıkılmaz, akıl yolu keser. Bizim yolumuz aşk yoludur. “Ateşli aşk şarabını ver avucuma da ondan sonra benim sarhoşça debdebemi, azametimi seyret. O yoksul, defineyi elde edemedi ama söyle, beklesin. Çünkü biz, bu anda neşeye gark olduk. Ey yoksul, artık sen Allah’a sığın. Ben gark oldum, benden yardım isteme!..” (Mesnevi, VI/2017)

!193


Mesnevi Işığında

Hazreti İsa buyuruyor ki: “Yaşamı bulmak istiyorsanız, yani kendi kimliğinizi bulmak istiyorsanız, kendi içinize bakmak zorundasınız. Çünkü Tanrı saltanatı sizin içinizdedir.” Siz ne dersiniz? Bu çok doğru bir sözdür. Çünkü insan kendini kontrol etmeden, kendi iç alemine bakmadan yola koyulursa kazalara düşebilir. Ama eğer bir insan kendi iç alemini kontrol ederek, kendinde Allah’a uygun güzelliklerin olmadığının farkına vardıktan sonra arınma yoluna girip, mürşidiyle beraber yürürse, onun yolu aydınlığa çıkar. “Eğer akıllar onun bağladığı düğümleri çözseydi Allah peygamberleri yollar mıydı? Kendine gel de nefesi kutlu, düğümler çözen, Allah dilediğini işler sırrını bilir birisini ara!” (Mesnevi, IV/3197) Bugün malesef düşümeden, tedbir almadan, ben Allah’a güvenirim gerisini düşünmem, diyerek hayali bir Allah’la yola çıkarlar ve bir sürü kazalara uğrarlar. “Allah’nın olan yeryüzü pek geniş! Hele o yeryüzü yok mu? O kadar geniş ki sefere çıkan devler, periler bile orada kaybolmada! O denizde, !194


Mevlana Sohbetleri

o ovada, o dağlarda vehim ve hayal bile yol alamaz; kaybolur gider! Şu ova, o yeryüzündeki ovada uçsuz bucaksız denizdeki bir kara kıl gibi kalır!” (Mesnevi, IV/1088) Şöyle bir misal vereyim: İki atlı yolculuğa çıkmışlar. Gece olunca çayırlık bir yere gelmişler. Orada dinlenmeye karar vermişler, atlarından inmişler. Birisi atını bağlamadan, başı boş çayıra bırakmış ve demiş, “Allah’a emanet olsun.” Öbürü de atını bir ağaca bağlamış ve demiş, “Ya mürşidim, ya şeyhim atım sana emanet olsun.” Sonra uyumuşlar. Gecenin bir vaktinde biri gelmiş, bağlı duran atı almamış, gitmiş bağsız, başı boş duran atı almış. Sabah olunca atını kaybeden adam dönüp öbürüne, “Sen atını mürşidine emanet ettin, ben ise Allah’a emanet ettim. Benim atımı çalmışlar, senin atın bağlandığı yerde duruyor. Bu iş nasıl oldu böyle?” İşte derviş olan şu cevabı vermiş: “Allah’ın kulları çoktur. Bir kulunun ata ihtiyacı oldu, tuttu atını ona verdi, bak sen yaya kaldın. Ama ben atımı mürşidime teslim ettim, mürşidim hiç uyumaz, o yüzden benim atımı o beklemiştir.” “Arifin hali , uyanıkken de budur, Allah, ‘Onlar uykudadırlar’ dedi, bunu inkar etme. Onlar, gece !195


Mesnevi Işığında

gündüz dünya ahvalinden uykudadırlar; Rabb’in elinde evirip çevirdiği kalem gibidirler. Yazı esnasında eli görmeyen kimse, kalemin hareketini, kalemden sanır. Allah, arifin bu halinden halka pek az bir miktarını gösterdi; halkı ise hisse mensup uyku kapladı. Gaflete dalıp arifi anlamadılar. Dünyada nice Eshab-ı Kehf vardır ki bu zamanda senin yanıbaşında ve önündedir. Mağara da , dost da onunla terennüm etmektir. Ne fayda, senin gözünde ve kulağında mühür var? (Mesnevi, I/393) Attan maksat bedendir. Eğer sen, kamil bir mürşidin huzuruna gelip, tam bir teslimiyetle ve imanla ona bağlanır ve iç alemindeki bütün kötülüklerden arınmak için çaba sarfedersen, kendinde bütün güzel huyları toplarsan, o zaman mutlu ve huzurlu bir yaşam sürersin. Tanrı saltanatına kavuşmak, dünya varlıklarıyla olmaz; Tanrı huylarıyla huylanmakla olur. Hayale gitme, hakikate gel!.. “Tanrı’nın verdiği kudrete şükretmek kudretini artırır. Cebir (batıl) ise nimeti elinden çıkarır. Senin cebriliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergahı görmedikçe uykuya dalma! Ey dikkatsiz Cebri! Sakın o meyvalı ağacın altından gayrı bir yerde uyuma. Ki rüzgar her anda !196


Mevlana Sohbetleri

dalları silkip başına çerez ve azık döksün. Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak aynı şeydir. Tevekkül ediyorsan çalışmak hususunda tevekkül et; kazan da sonra Allah’a dayan!” (Mesnevi, I/939)

!197


Mesnevi Işığında

Cenab-ı Mevlana, Hakk yolunda yürüyenlere ve hakikate varmak isteyenlere şunu tavsiye ediyor, diyor ki: “Bu Hakk kapısı ucu bucağı olmayan bir kapıdır, sonu yoktur. Bu yolda herhangi bir yere varırsan sakın yeter deme, durma ilerle.” Başka bir rubaisinde de şöyle diyor: “Her gün benim için yeni bir yola çıkmak ve mesafeler almak gerekir. Bu görünen ben, ben değilim. Şu halde ben.. ben... dediğim kimdir söyle? Söyleyen de ben değilim, peki benim dilimle söyleyen kimdir söyle? Aslında benim görünen şu maddi varlığım, baştan aşağı kadar bir gömlekten fazla bir şey değildir. Benim gömleği olduğum varlık kimdir söyle? Gönlümün içi de dışı da odur. Bedenim de, can da, damar da, kan da bütün odur. Artık böyle bir yere imansızlık ve iman nasıl sığar? Bu halde nasıl olur da benim varlığım kalır? Ben artık yokum, bütün varlığım o olmuştur.” Cenab-ı Mevlana, “Buraya iman ve imansızlık sığmaz” diyor, bu durumda o hale gelende iman kalır mı, kalmaz mı? Ne dersiniz Hasan Dede? Cenab-ı Mevlana, bu sözüyle şunu söylemek istiyor: Eğer sen aradığın yere ulaştıysan, o olduysan, artık başka bir yere iman edemezsin. Ancak yolcuyu kendine iman ettirirsin.

!198


Mevlana Sohbetleri

“Ey gizlice heva ve hevesini tazeleyen kimse! İmanını tazele, ama yalnız dille olmasın. Heva ve heves tazelenip durdukça iman taze değildir. Çünkü heva, iman kapısının kilididir.” (Mesnevi, I/1078) Cenab-ı Mevlana yine şöyle buyurur: “Sende bir can var, sen onunla dirisin. O can, benim gözümde zavallı kaldı. Bir aşk var, sen onunla yola koyuldun. O da benim yanımda garib kaldı.” Demek ki ne kadar Hakk’a vakıf olmuş Mevlana... “Ey gizli sır, ne hoşsun sen, hoş ve garib!..” (Mesnevi, I/2172) Hazreti Muhammed de şöyle buyurur: “İki günü bir olan benden değildir.” Yani bir yerde durma, yarınlara koş... Cenab-ı Mevlana da şöyle der: “Bu akşam güzel bir sohbet yaptık. Bu sohbet bu an içindi, yarına varsak yarına göre konuşalım.” “Bu günün sahibi de odur, yarının sahibi de. Her ana sahip olan, önünde durup dururlar da, hazineden bir pul bile görmezler. Bir zere bile o güneşten haber verir ve güneş; o zerreye kul, köle

!199


Mesnevi Işığında

kesilir. Birlik denizinin elçisi olan katraya yedi deniz esir olur.” (Mesnevi, II/1610) Cenab-ı Mevlana, bir gün bir tabakhaneye gitmiş. Orada gezerken gözü, kurumaları için üstüste serilmiş derilere ilişmiş. Derilerden damlıyan sular, bir yerde toplanıp, kirli bir su birikintisi haline gelmekteymiş. Yine başka bir yerde serilmiş olan derilerden akan kirli sular da birikmeden, akıp gitmekteymiş. Mevlana bunu görünce şöyle seslenmiş: “Ey su şükret ki yürüyorsun. Bir gün gelecek bu yürümenle gidecek aslına kavuşacaksın, o olacaksın. Vay yürümeyip durana!” Yani bizlere hiçbir zaman durmak yoktur. Eğer hiçbir şey yapamıyorsan, güzel bir fikir üretmeye çalış, tembellikte kalma. “Allah’a hamd olsun bu dostluk, nihayet elimi tuttu. Sohbetlerin bir kimya idi herhalde... gönül evinden ayağın eksik olmasın! Sen cennet fidanından bir daldın... ona yapıştım da beni cennete dek götürdü. Bedenimi kapıp götüren bir seldi... bu sel, beni de lütuf ve ihsan denizinin kıyısına dek iletti. Su ümidiyle sele doğru gittim; fakat denizi gördüm, kile kile inciler elde ettim. ‘Allah müminleri satın aldı’ sırrından bir şerbet içtim ki artık kıyamete kadar susamam ben!

!200


Mevlana Sohbetleri

Irmaklara kaynaklara su ihsan eden, içimde bir kaynaktır coşturdu!” (Mesnevi, IV/3507)

!201


Mesnevi Işığında

Hasan Dede, sizinle burada yaptığımız sohbetlerde aşktan bahsettiğimiz zaman, sizin derinliklerinizdeki zevkler ortaya çıkıyor ve geçmiş ile gelecek bir oluyor. Var olan tek z a m a n ş i m d i k i z a m a n o l u y o r. A ş k ı n derinliklerinden söz ediyorsunuz. Peki o halde; bu kainatın sırları iki kişinin soru cevap şeklindeki bir aşk diyaloguyla ortaya çıkar; yani bir mürid mürşidiyle böyle bir sohbete girerse perdesi kalkar. Aksi takdirde perdeler kalkmaz, diyebilir miyiz? Evet, aynen öyledir. Bakın Şems-i Tebrizi şöyle der: “Hazreti Mevlana’nın konuştuğu sohbetlere kanmayın. Ona daha derinden kazmayı vurun. Onda öyle akılların almayacağı güzellikler vardır ki, onları duysanız hem siz kendinizden geçersiniz, hem de çevrenize ışık doğar.” Bizlerin de burada yaptığımız sohbetlerde, hem sizler güzellikler elde ediyorsunuz, hem de aynı zamanda bizler bu güzelliklerden faydalanıyoruz. Çünkü bizler buraya hazırlıklı gelmiyoruz, gönlümüze ne doğarsa ona göre konuşuyoruz.

“Ey oğul! O Allah eri, kendinden ayrılmış Hakk’a ulaşmıştır. Ondan, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler. Allah erinden başkasını kuru kumsal bil ki o !202


Mevlana Sohbetleri

kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder. Hakîm olan erden hikmet iste ki onunla görücü, bilici olasın.
 Hikmet arayan hikmet kaynağı olur, tahsilden ve sebeplere teşebbüsten kurtulur. Bilgileri hıfzeden levh, bir Levh-i Mahfuz olur; aklı ruhtan nasiplenir, feyzalır.” (Mesnevi, I/1062) Bakın bir gün Hüdavendigar Mevlana’nın huzuruna geliyorlar ve diyorlar ki: “Ya Mevlana, bugün sohbete Hünkar ile veziri gelecekler, acaba onlara göre bir sohbet açar mısın?” İşte Hazreti Mevlana onlara şu cevabı veriyor: “Efendiler! Sohbet bana ait değildir, sohbet yolcuya aittir. Benim ağzımdan dile gelen Cenab-ı Hakk’ın ilhamıdır.”

“Kalıbın, cesedin mektuptur, ona dikkat et, padişaha lâyık mı, değil mi? Bir anla da sonra gönder! Bir bucağa git, mektubu aç, oku... bak bakalım, içindeki sözler, padişahlara lâyık olan sözler mi? Lâyık değilse o mektubu yırt, çaresine bak, başka bir mektup yaz! Fakat ten mektubunu açmayı kolay sanma. Yoksa herkes gönül sırlarını apaçık görürdü!
 !203


Mesnevi Işığında

Bu mektubu açmak ne güçtür, ne sarptır! Erlerin işidir bu, çocuk işi değil! Hepimiz, fihriste kani olmuş kalmışız... çünkü heva ve hevese, hırsa bulaşmışız! Halbuki o fihrist, ona baksınlar da metni de öyle sansınlar diye halka bir tuzaktır. Mektubu aç, bu sözden baş çevirme! Allah, doğruyu daha iyi bilir!” (Mesnevi, IV/1564)
 Bizim bütün davamız; her zaman dile getirdiğimiz gibi, Peygamberlerin, Velilerin, Mürşid-i Kamil’lerin bu aleme gelmelerindeki maksatları, makam sahibi olmak için değil, bilakis sadece cemaatlerinin rızasını almak için, Allah’ın rızasını almak için gelmiş olmalarıdır. Çünkü sizler, Hakk’sınız. Burada hepimiz biriz ve Hakk’tan söz ediyoruz. Eğer sizlere bir şeyler verebiliyorsak, o zaman bizden bahtiyarı yok...

!204


Mevlana Sohbetleri

!205


Mesnevi Işığında

!206


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.